HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

29 Temmuz 2011 Cuma

DEVRİMCİLİK

DEVRİMCİLİK

Mihrac Ural ‘ın notu: Mehmet Yavuz, yine ince eleyip sık dokumuş. Ders vermiş, devrimcilik için söylenebilecek en anlamlı ifadeleri seçip bir araya getirmiş. 3 yıldır bir ahlaksız zina dölü olan MİT ajanı İbrahim Yalçın ve gayri meşru kardeşi itirafçı Engin Erkiner için önemli mesajlar vermiş. Onlar bu mesajları iç dünyalarının fırtınaları içinde, malum lağım alanı midelerine indirecekleri açıktır.

Benim açımdan, aylaklarım altında ezerek geride bıraktığım bu ahlaksızlarla yeminimin emrine uymaktan öteye bir işim olmayacaktır. Siyasi olarak arkamdan nal toplayanların, Özel Harp Dairesindeki işleri dolaysıyla, yalan ve kurgularla örülü akıllarına layık gördüğüm tek yer mezar olacaktır.

Bilgi düzeyleri medya manipülasyonlarından öteye geçmeyen, bilgileri olmadığı konuları uydurarak yazan, okurun araştırmayacağına olan sığ algılarıyla sallayıp duran, Emperyalist saldırganlığa alkış tutan, Komşularımıza BM, NATO, ABD, Türkiye ordusunu askeri operasyona davet edecek kadar zıvanadan çıkan milliyetçilik, hatta ırkçılık yapan, eli kanlı Müslüman Kardeşler şebeksini halk hareketi ilan eden, gelişmeler hakkında somut bir gözlemi olmadan MİT görevlisi olarak kurgular üretip duran köpeklere verilecek bir cevabımın olması düşünülemez. Bu duruşlarla, bir kez daha intihar eden bu alçakları 3 yıldır başarısızlıklarını bir ifadesi olana saldırı ve karalamaları, hezimetlerinin de açık göstergesidir. Deve kuşuna, başını kuma sokmak yeter de artar….

Bunlar El Kade lideri Eymen el Zavahiri’nin, ABD’nin bölgeden sorumlu diplomatı Feldman’ın Komşularımıza yönelik kanlı saldırı emirlerine alkış tutan Siyonistlerdir.

Bölge hakkında zerre kadar bilgisi olmayan, adını bile doğru yazmaktan aciz oldukları Beşşar Esad’ı “Beşir Esat” diye yazan, Rıfat Esad’ı “zamanın Genel Kurmay Başkanı” ilan edecek kadar uydurmacı olan, “Suriye yönetiminin kendisiyle ters düştüğü andan itibaren FKÖ’nü, ülkesindeki mal varlığına da el koyarak kapı dışarı attığını” söyleyecek kadar belgesiz kanıtsız konuşan ve FKÖ’yü dünyada ilk kez Filistin devletinin Büyükelçiliği ilan eden Suriye’yi tanımayan, işkembe-i kubradan sallayan, “Bugün ismi cismi bilinmeyen Ebu Nidal örgütünü kurduran ve bu mücadeleyi kendi çıkarları adına kullanmak isteyen Suriye değil miydi?” diyecek hayali kurgularını, Irak yerine Suriye’yi geçirecek kadar bilgisiz olan, “Suriye yönetiminin kendi içlerindeki Kürt vatandaşlarına kimlik bile vermez, taşınmaz mülk edinmelerini dahi yasalarla engeller” diyecek kadar gözünü kin bürümüş bir şırfıntı olan MİT ajanına, 1962 kanunu ile Kürtlerin vergi vermemek ve askerliğe gitmemek için kimlik almadıklarını, bu durumun Beşşar Esad tarafından “devrim gibi reformlarla” 15 Mayıs 2011 tarihi itibariyle aşıldığını, 200 bin Kürdün ilk elden kimlik ve pasaport aldığını anlatmanın yararı vara mıdır, buna okur karar versin. Eşekler bilgiden ne anlar, bilen varsa beri gelsin…

Suriye Anayasası’nın 8. maddesi, seçimde hangi parti fazla oy alırsa alsın, Baas Partisi’nin çoğunlukta olmasını garantilemiyor mu?” cümlesini, yazılırımdan arakladığı ama anlamadığı Suriye Anayasasının 8. Maddesinin, Baas partisine çoğunlu sağlamakla ilgili olmadığını, toplumu ve devleti siyasal önderlik etmekle ilgili bir madde olduğunu mu anlatacağım. Seçimlerde çoğunluğun mutlaka işçi ve köylü birliği adaylarına ait olduğunu mu belirteceğim? Bilmeden sallamanın sonu işte böyledir. Böyleleri sadece aşağılanır.

Adam MİT ajanı, daha ötesi olur mu?bundan da öte bir aşağılamaya gerek var mı?” diyenlere de “haklısın” demekle yetineceğim…

MİT ajanı İbrahim Yalçın, Erdoğan’ın, Mahir Esad’a yönelttiği çirkin saldırının izcisi olduğunu farkına varmadan ele veriyor. “Kendisi devlet başkanı, kardeşi devlet başkanı yardımcısı bir başka ülke daha var mı?” diyor. Buna gülmeye gerek var mı, bölgeyi, Suriye’yi gazetelerden takip eden biri bile bu yalanı sallar mı?. Beşşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad’ın böylesi bir görevi olduğunu hangi MİT raporundan aldığını mı soralım? Yoksa, Mahir Esad’ın Suriye ordusunda binlerce subaydan biri olduğunu, başka bir görevinin olmadığını mı anlatalım…

Adam hızını almamış bir yazıda kırk yalan olsa bile okuru kendisi gibi olduğu için, normal görerek sallamaya devam etmiş,“Suriye’de baba’dan oğula geçen bir yönetim mevcut değil mi?” diye de utanmadan soruyor. Bu ajana ne soralım dersiniz, “gazete kupürlerinden kanıt yapma” alışkanlığına dayanarak bunun belgesini hangi gazete kupüründen getirdin mi diyelim? Ne dersiniz…

Yoksa Beşşar Esad’ın atamayla Cumhurbaşkanlığına gelmediğini, Suriye parlamentosunun çoğunluk kararıyla, halk oylamasında Cumhurbaşkanı adaylığı için aday gösterildiğini ve seçimi kazanarak Cumhurbaşkanı olduğunu mu söyleyelim. İkinci kez de seçime girerek kazandığını mı anlatalım? Ne bir ne ötekisi gözleri kin bürüyünce, iflasın Başarsızlığı içinde kıvranınca, işkembeler 3 kesilmeden gaz üretince ortaya çıkacak tablo olsa olsa bu olacaktı.

Suriye’de en keskin muhalefetin bile başlangıçta, protestoların ilk ayında Beşşar Esad’ın liderliğini tartışmasız onayladığını, ancak Suriye yönetim reform kararları alınca, ortaya çıkacak başarıdan korkan ABD, kuklaları üzerinde yaptığı baskılarla çark ederek,Beşşar Esad7ı karalamaya başladıklarını mı anlatalım???

Eli kanlı şebekelerin ortalıkta “yaratıcı anarşi” kuklası olarak sürüldükleri tepkilere karşı, sosyalist, komünist, demokrat muhalefetin kirli eylemlerden çekildiğini mi söyleyelim? Bölgenin tüm devrimci hareketlerinin verdiği desteği bir kez daha mı hatırlatalım?

Ülkenin milyonlar üzerine milyonlar ekleyerek Beşşar Esad’ı desteklediğini mi söyleyeyim? Yoksa Yunanistan’da dededen, babaya ve toruna seçim yoluyla başbakan olunduğunu mu hatırlatalım?, Amerika’da baba Bush ve oğul Bush’un Başkanlığa gelişlerini mi, yoksa bütün Avrupa ülkelerinin demokrasisinde yer alan krallık sisteminin, babadan oğla geçişlerini mi anlatalım?

Bir aptala belki bir şeyler anlatılır, ama bir MİT ajanına hiçbir şey anlatılamaz. O, çirkin amaçlarının esiri olarak, o bir ajan memur olarak devletinin emrinde, Erdoğan’ın kirli siyasetinin beşinci sınıf bir ağzı olmaya mahkumdur, başka şansı da yok.

Hayatında siyasi bir cümle bile yazmamış birinin, yazacağı her şeyde uydurma, yalan, kurgu olacağını bir kez daha görmüş olduk bu da yetir.

Halkın milyonlarca insan yoğunluğuyla meydanları doldurarak, liderini ve halkçı yönetimini desteklediği gerçeğini bir kenara koyarak, sırf Mihrac Ural düşmanlığı için BOP uşaklığı yapanlara, şimdilik elimin tersiyle iki tokat atmaktan başka bir ilgim olmayacaktır.

Bölge gelişmeleri üzerine son 7 ayda yaklaşık 100’den fazla makale yazdım. Tümü AYRI VARLIK blogumda duruyor. Tevazuya gerek görmeden, Türkiye devrimci hareketinin en kapsamlı, en bilimsel, en geniş araştırma ve gözlem yazıları olarak bu çabalarım, birçok dostumun ifade ettiği gibi “ tarihsel birer belge niteliğindedir” İsteyen bu kaynaktan yararlanabilir. Bu yoğunluk altında ezilen çömezlerin, çapsız cahillerin suratlarına tükürmekten başka bir şey yapılmayacağını belirtmekle yetineceğim.

Okuruna saygısı olan bilgiyle örülü fikirlerini ortaya koyar. Ancak işi ihbar, itirafçılık ve ajanlık olan Engin Erkiner ve İbrahim Yalçın adlı zina döllerinin bunu yapmaları beklenemez. Bunlar yeminimi beklesinler, gerisinin teferruat olduğunu o an öğrenecekler….

Mehmet Yavuz, kadim dostum onurlu devrimci dostum, dün olduğu gibi bu günde 40 yıldır süren dostluğumuzun, yoldaşlığımızın sorumluluğuyla bu şebeklere verdiği cevaplar, tarihimizin dosyalarında okurlara ulaşmaya devam edecektir: son yazısını birlikte okuyalım…






Mehmet Yavuz
30 Temmuz 2011

Alçakların ağzına bu sözcük hiç yakışmıyor… Ülkemiz insanını devrimcilerden nefret derecesinde uzaklaştıran da bu tip alçaklar zaten..

Her şeyden önce devrimcilik, ilkeli olmayı gerektirir… İlkeli olmak; kişilere göre değişmeyen genel değerlerle tavır koyabilmektir..

Devrimci; cemaatın biat kültürü ile yetiştirilmiş mürit değildir. Sahip olduğu temel değerlerle özgün yorumlar yapabilecek kapasitede fikir sahibi bir aydındır… Mürit gibi her söylenene baş sallayıp AMİN demez…

Devrimci; sabit fikirli değildir… Kendisi gibi düşünmeyen herkesi düşman olarak algılamaz… Aksine, iletişim kurup farklılıkların sebeplerini sorgular… Dogmaları yıkmaya çalışır…

Devrimci; hangi şartlar altında olursa olsun emperyalizme karşıdır. Emperyalizme kıyıdan köşeden taşeronluk yapmaz… Onun askeri hiç olmaz…
Yeri gelmişken çok önemsediğim bir bildiriden bahsedeyim. Geçenlerde ‘’ Yeni Başlayanlar İçin Devrimci Yöntemler ‘’ başlığıyla yayınlandı… Tavsiye edilen bazı yöntemler şöyle:

• Terbiyesiz bir solcudansa, saygılı bir dindar veya milliyetçi (Türk veya Kürt) genç bin kere yeğdir. Arkadaşlarını seçerken ağızlarından çıkan laflara değil gözlerinden gelen ışığa bak.

• Saygılı olmak uzlaşmak değildir. İyi olduğuna inandığın bir insan sana faşizmi övebilir. Faşizme elbette kulak asma ama ona yine de saygılı ol ve yarattığın bu saygı ortamında tartışmanı yap. Söylemleri kır ama kalpleri kırma. Çünkü kalpleri bir kez kırarsan başka kıracak hiçbir şey bulamayabilirsin.

• Polis teşkilatı ile polisi bir tutma. Polis düşmanı olma. Polis toplumun en sömürülen, en horlanan, en ezilen gruplarından biridir. Polisler berbat suçlar işleyen tehlikeli insanlarla, hayatlarını riske atarak mücadele ederler. Kritik anlarda her zaman doğru kararı veremezler Ayrıca solculara karşı katıksız bir nefret eğitiminden geçmişlerdir. Tıpkı senin onlardan katıksız nefret etmek üzere eğitilmen gibi. Belki de bu bir oyundur. Belki de dayak atan da, yiyen de bu oyundaki piyonlardır. Belki de siz kardeşsiniz. Bir düşün bunu. İyi düşün.
• Kavgada galip gelmek için ‘kitaplar ezberleyen’ insanlar olacaktır. Ne yumruğunu, ne sözcükleri birini dövmek için kullanma. Hayatın kendisi politikadır ama politika hayat değildir• Diyalektiği sadece Marx’ta değil, Yunus Emre’de de aramasını bil.



Biraz da dostluğa değineyim…

Dostlukla fikirdaşlık farklı şeylerdir… Yaşanmış anlar geçmişte kalsa da dostluğun sağlam bir bağıdır… Dost olmak; hele de kadim dost olarak kalmak için fabrikasyon bir kafaya sahip olmayı şart koşanlar, hiç dostu olmayanlardır.

Nebil olayını ele alırken birilerine biat etmediğim için hemen hedef tahtası olmuştum…

Çamur atmayı yöntem olarak kabul edenler Susurluk'tan yola çıkıp Ergenekon’a kadar vardırdılar işi…Muhaberat da çamurun balçıklısıydı…

Dikkatinizi çekmiştir; bu şarlatanın ne zaman bir yalanını ortaya çıkarsam, hemen kaleme sarılıp blogumu hedef gösterir… Müflis tüccar gibi o blogdaki yazılarımı, sanki çok gizli belgeleri ifşa ediyormuş edasıyla yalan-yanlış ele alır…
Hedef gösterdiği yazılarımı okuyan vicdan sahibi herkes, iddia edilenin aksine orada bir ilkeyi görür… İlkelerimi bir kez daha ifade edeyim. Eğer anlamazsa bir de Fransızca olarak yazarım, belki o vakit anlar…

Bir devrimci olarak kişilere etnik temelde yaklaşmam… Onları başarılı-başarısız,güvenilir-güvenilmez insanlar olarak görürüm… Soframı rahatlıkla açacağım insanlar vardır ya da yoktur… Bu anlamda aday arayışları yazımda da, partilerin aday belirleme sürecinde kişileri sadece etnik kökene göre ele almasını eleştirdim… Halen de aynı düşüncedeyim…

Keza bir devrimci olarak kişilere dinsel açıdan da yaklaşmam… Partilerin aday yapacakları kişide ehliyete değil de mezhepsel yapıya bakmasına o gün karşı çıktım, bugün de çıkarım…

Bu bir ilkedir…

Gelelim askerlerin durumuna…

Bir devrimci olarak ben, anti emperyalistim… Emperyalizmin işgal planı olan BOP projesinin ne doğrudan askeri, ne de maşası olurum… Emperyalist güçlerin şakşakçısı olanlara karşı dururum…

Ülkesine karşı sorumlulukları olduğuna inanan bir devrimci olarak ordumuzun NATO’nun saldırgan bir işgal gücü yapılmasına gönlüm razı gelmez… Aynı tavır içinde olan kimi subayların, BOP masalarında hazırlanmış düzmece belgelerle içeri atılarak boşaltılan mevzilere biatçı kadronun yerleştirilmesine bu düşüncelerle karşı çıkarım.
Askeri darbede işkence gördüm diye yapılagelen hukuksuzluğa gözümü ve vicdanımı kapatmam..

BOP’un işgal planlarını sırf birilerine gıcık olduğum için fanatik bir taraftar edasıyla alkışlamam…Devrimciliğin ilkesi budur…

Gelelim Mahir Çayan’ın resmi altındaki yazıya…

Daha önce de söyledim; o sözler Mahir Çayan’a aittir. Bu nedenle şarlatanın eleştirisi bana değil Mahir Çayan’adır.. Yaşıyor olsaydı yanıtını verirdi… O sözleri kabullenmeme rağmen bana laf düşmez…

Diğer konu; yargılandığımız dava…

Ne diyordu ÇUKUR adam: ‘’ .. " Nebil'i onuruna kavuşturma gibi asil çaba içinde olursan, ölüsü dirisi olmayan biri için anıt mezar yaparsan, aliyi veliyi akıllıyı deliyi mezarlıkta toplarsan, boş mezarın başında çiftetelli yalellim ellik oynarsan… ‘’

Nebil’e MIRO masalları düzenlerin gerçek yüzleri işte bu…
Bu sözlerle yargılanmamızı zil takıp oynayarak kutluyorlar…
Nebil, onlar için sadece bir saldırı silahıydı…
Lakin takke düştü kel göründü artık…

Yukarıdaki sözler, körlerle sağırlar birbirini ağırların sonudur…
Nebil silahı, geri tepmiştir…

Kıssadan hisse:
Kem gözlere şiş diye bir sözümüz var...Ben; KÖR GÖZLERE ŞİŞ diyeyim…

28 Temmuz 2011 Perşembe

SURİYE’DE “PARTİLER YASASI”,“SEÇİM KANUNU” ve “HALEP VOLKANI”

Mikdat Abuzer
28Temmuz 2011

28 Temmuz 2011 bu gün, bu saatlerde de devam eden Halep Volkanı, Suriye’nin halkçı yönetimine ve lideri Beşşar Esad’a bir kez daha ve bir kez daha desteğini ilan etti. Bu görkemli milyonluk gösteriyi seyretmek isteyenler Nil saat uydusundan Suriye’nin tüm ulusal kanalarından izleyebilirler ( büyük ihtimal gece yarısına kadar sürecektir).

Bir kez daha açıkça ve net olarak Suriye üzerine oynanmak istenen kirli oyunlara halkın cevabı gecikmedi. Her gün her saat her yerde insan seli meydanlara akıyor ve halkçı yönetiminin arkasında durduğunu ilan ediyor. Milyonlarca Halepli bir yandan, en güneyden en kuzeye ülkenin her bir köşesi bayram havsında ve iddiayla belirtirim ki, dünyada eşi benzeri olmayan bir kararlılık, süreklilikle liderinin arkasında durduğunu ilan eden bu halk muzaffer bir halk olarak Büyük Ortadoğu projesinin tüm kuklalarına ve sahiplerine ağır bir şamar indirmiş oldu. Amerika, İsrail, Siyonist Araplar, eli kanlı Müslüman kardeşler Örgütü, ülkemizin ikiyüzlü siyaset tellalLeri, derin “stratejik derinlik” adı altında Yen-Osmanlıcı hezeyanları, komşumuzu arkadan hançerleyin kirli tarihin temsilcileri top y-ekün hezimete uğramıştır. Buların bir biçimdeki uzantıları olan ülkemiz milliyetçi solu, Siyonist solu, itirafçı ve MİT ajanları da ağır bir şamar yemiştir. Suriye halkı, hem kendisi için, hem de ülkemiz halkları için, insanlık, demokrasi, dürüst komşuluk ilişkisi, halkın çıkarlarını önde tutmak ve gerekli hizmetleri sunmak amacıyla göstermiş olduğu bu dik duruş hepimiz adına bir duruştur. Bundan herkesin yararlanması ve değer vererek algılaması gerekmektedir.

29 Mart, 21 Haziran 17 Temmuz ve bu gün 28 Temmuz 2011 tarihi itibariyle bir kez daha milyonların üzerine milyonlar eklenerek Suriye halkı bölgemizin direnen tüm halkları ve devrimci örgütleri adına meydanları doldurup taşırıyor. Bölge uzmanı adı altında okurunu aldatan Türkiye’nin kaşarlanmış derin devlet gazetecileri ve medya etkinliklerinin ağır bir iflasla tamamladığı sınavı dan halklarımız zaferle çıkmıştır. Halep, Suriye’nin komşu ilidir. Buradan Erdoğan adlı sivil diktatöre, halkını aldatan demokratik açılım yalanlarına, Kürt halkına çektirdiği acılara ve aldatmalara, Suriye üzerine oynadığı kanlı ve kirli oyunlara bir mesaj olarak halkının haykırışlarıyla “ Erdoğan sen ve oyunların bu ülkede ayaklar altında ezildi: Halep el Şehaba, sana ve kuklalarına MİT ajanların ve bil cümle Suriye düşmanları mezar oldu. Yaptıklarını unutmayacağız, gençlerimizi katleden kanlı girişimlerini ve uşaklarının ihanetlerini unutmayacağız” diye haykırdı.

Bu haykırışlar, Halkın çıkarlarını önde tutan halkçı yönetimin karara bağladığı devrim gibi reformlarla taçlandı. Dünyanın en demokratik “Partiler Yasası” 25 Temmuz 2011 ve en demokratik “Seçim Kanunu” 26 Temmuz 2011 tarihinde onaylanarak halkın istihdamına sunuldu. Böylece var olan ancak sınırlılığıyla yetersiz olan siyasal sahne için gerekli olan çok seslilik, Baas partisinin, Anayasanın 8. Maddesine dayalı tek başına ülke ve siyaseti yönlendirme dayanakları aşılarak, tüm renkleriyle ve farklılıklarıyla demokratik çoğulcu ve katılımcı bir siyasal sürece adım atılmış oldu. Dünyada kendini böylesine aşabilen ve yenileyen bir başka sistem olmaması olayı ise, bu sistemin Suriye’nin uygar toplumunun zaman içinde aşama aşama, barışçıl ve uyumlu genişlemelerle bu güne gelmesine dayanıyor. Bunu ayrı bir yazıda ifade edeceğim.

Seçim kanunu bu sürece önemli bir katkı sağlamıştır. Artık seçimler tamamen bağımsız hukuk komitelerince kontrol edilecek ve halkın demokratik tercihleri korunarak siyasi sahnenin şekillenmesi sağlanacaktır: Suriye bu adımlarla hızla bölgenin en demokratik ülkesi olmaya doğru gitmektedir: Ülkemizin 90 yıldır uğraşıp da tamamlayamadığı süreci aylara sığdıran bu ülke, ders alınacak bir ülke konumuna yükselmektedir. Ülkemizde 90 yıldır demokratik bir anayasaya, halkın tüm tayflarının onayını alarak ulaşmamış olmamız, komşumuzdan alacak çok dersimizin olduğunu göstermeye yeterlidir; MESS, DGM, Ceza yasası ve 141-142. Maddelerin kaldırılması vb. için kaç kuşak işkence, zindan, sürgün yaşadığımızı hatırlayalım. Hala, ortak kabul gören bir seçim yasasının olmaması ve insanlık dışı, etnik ayrımcılığın ırkçı çehresi olan %10 barajı ve hala kimseyi razı etmeyen partiler yasasının değişmesi için kaç kuşak harcanacağı belli değildir. İşte ülkemiz ve işte Suriye akılla, vicdanla karşılaştırıp doğru söz söyleyelim.

Son sözüm inançlı insanlara olacaktır. İnanç insanın özgür varlığının dışa vurum tecellilerinden biridir. Ancak bu asla Allah adına, kimden alındığı belli olmayan bir vekaletin kullanılması değildir. Tanrı adına vekil olduğu iddiasında olanlar sadece zalimlerdir, diktatörler ve teröristlerdir. Günümüzde bunun en eli kanlı örgütü EL KAİDE’dir. İslam’a en büyük zulmü yapan da bu Amerikan kuklası örgüttür. Tarihi boyunca İsrail’e karşı tek bir eylem ve tek bir söz söylemeyin bu örgütün Bin ladin’den sonraki lideri Mısırlı Eymen el Zevahiri’dır.

Bu eli kanlı terörist, İslam ve insanlık düşmanı zat bu gün 28 Temmuz 2011 tarihi itibariyle, her zamanki borazanı olan el Jeezire TV’den yayınlanan bir kasetinde, Suriye’deki eli kanlı çapulculara, “Suriye yönetimine karşı daha da sert bir savaşa girişme çağrısı” yapmıştır. Böylece bir kez daha saflar açıkça sahipleri ve kuklaları tarafından ilan edilmiş oldu. Bu gün dünya basını ayrıca ABD’nin dışişleri bakanlığına bağlı bölge temsilcisi ve uzun yıllar bölgeyi karıştırmakla mükellef, eski Lübnan Büyükelçisi Feldman’nın ABD kongresindeki Suriye raporu açıklandı; “ABD, Suriye’de Esad yönetimini yıkmak için elinden gelen her şeyi yapacaktır, bunun için muhalefete verilecek hiçbir destekten çekinmeyecektir. Uzun sürse de bu yıkımı gerçekleştirmek için çaba sarf dilecektir” diye ABD yönetimin görüşünü açıkladı. Böylece, bir yandan EL KAİDE, diğer yandan ABD el ele vererek, Komşumuz Suriye’deki halkın kararlıca arkasında durduğu halkçı yönetimi yıkmaya çalışmaktadır. Bu haksız, bu zalim, bu ahlaksız ve bir o kadar kirli savaşa ülkemizi karıştıran sivil diktatör heveslisi Erdoğan ve eli kanlı şebekeler, tarih karşısında, aynı safta yer alarak halkların iradesini çiğnemeye çalışmaktadırlar. Bunu da not olarak düşüyorum.

Bundan sonrası bölgenin toptan savunulmasıyla ilgilidir. Herkesi safını belirlemelidir. Bir yanda emperyalist çıkarlar diğer yanda halkın çıkarları karşı karşıyadır. Suriye halkıyla halkçı yönetimiyle bölge halklarının direnme iradesini temsil etmektedir. Bizde açıkça, ikircimsizce, bu halkçı yönetimin, ve reform girişimlerinin yanında halkımızın çıkarları için saf tutuğumuzu ilan ediyoruz.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

ANADOLU HALKLAR KONGRESİ

Milliyetçiliğin her türünden arınmış olanların eşitler olarak katılacağı bir kongre olmaksızın, ortak ülkemizin sorunlarını çözmek, barış içinde bir arada yaşama umutlarını diri tutmak çok zor. Bunu başaramayanların sonuçlarla ilgili olarak, kimseyi suçlama hakları olmayacaktır.


Mihrac Ural
25 Temmuz 2011

Kılıçdaroğlu, Kürt sorunu için "Silahla bu sorun çözülmüyor" diye buyurmuş.

Güler misiniz ağlar mısınız. Kılıçdaroğlu’nun bu keşfine herkes “günaydın” dedi.

Ben aynı kanıda değilim.

Kılıçdaroğlu’nun hiçbir siyasal duruşuna “günaydın” diyecek kadar aceleci değilim.

“Günaydın” diyenlere de ‘CHP tarihini unutuyor gibisiniz’ diyeceğim.

Düne kısa bir gezi yapalım bakalım neler göreceğiz. Bu ülkede gündeme gelen tüm şiddetlerin (işgal, ilhak, darbe...) kaynağında o CHP’nin olduğunu kimse unutmasın. İçinde olmadığı şiddet ise onayı (yeşil ışığı) olmadan gündeme gelmemiştir; 1925 Şeyh Sait, 1938 Dersim de dahil olmak üzere, Kürt halkının 19 ayaklanmasının, toplu katliam gibi yüz binlerin katliyle bastırılması, hasta adam azıcık iyileşince istilacı, talancı hastalığının nüksedip ilhaklara yönelmesi ve Hatay’ın ilhakı, 1943 Varlık vergisiyle azınlıkların tasfiyesi, 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla Rumlar üzerine saldırıların organizesi, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi, 12 Mart 1970 askeri faşist darbesi ve 1974 Kıbrıs işgali CHP’nin eseridir. 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesi ise gönül bağlarının, çözümsüz siyasal eğilimlerinin, halkın taleplerine karşı duruşunun bir sonucudur. Son 30 yıldır Kürtlere karşı yürüyen savaşta ise CHP’nin ağır izlerini görürüz.

Ayrıca, kimse CHP’nin ittihatçı gelenek üzerinde yükseldiğini unutmasın. CHP’nin siyasal genetik dokusu ittihatçılıktır. Şimdi iktidar olsa, yapacağı şey kirli savaşa devam olacaktır; ama artık iktidara şansından da çok uzaktadır.

Gerici güçler, Cumhuriyetle rövanşı oynadı ve onu yıktı. Bu gün Cumhuriyet rahmet darbesi bekler haldedir. Sivil diktatörlük ve itaat sürecine girilmiştir. Tek boyutlu milliyetçilik ve tek boyutlu milliyetçi-İslam “Allahın gölgesi olarak yeryüzünde hüküm süren yöneticiye” itaat üzerinden yeniden organize olmaktadır; Yeni Osmanlının ülke içindeki boyutu budur. Bu ise Cumhuriyetteki Osmanlının koruyucusu ve kollayıcısı CHP’nin meşru çocuğudur. Artık, eski derin devlet CHP’li Ergenakon’un yerine, yeni bir derin devletle yüz yüzeyiz. Kuran ayetleri ve hadis söylemleriyle “itaat” kültürü çemberi içinde, Cemaatin imamlar ordusunca icra edilecek icramın hakim olduğu, dizayn ettiği bir devlet altında tüm farklıkların yeniden sindirileceği bir süreci girilmiş oldu. CHP artık morgdadır, 12 Haziran seçimlerinde de son nefesini vermiştir.

CHP, Ecevit ve Baykal döneminde “Modern Faşist Parti” konumuna düşürülmenin kefaretini halktan aldığı sert şamarla ödemektedir. Kılıçdaroğlu, bu tek boyutlu milliyetçiliğin kirli elbisesini, laiklik söylemleriyle yapılan aldatmacalara rağmen, soyup atamamıştır; Kürt ve Alevi olmasına karşı Türkleşmiş Kürt ve Sünnileşmiş alevi olmaktan öteye gidememiştir, Ne Kürt sorunu üzerine ne de inançların özgürlüğü üzerine bir fikir geliştirememiş, konusunu bile edememiştir. CHP eski hamam eski tastır. Öyle olmaya devam etmektedir.

Şimdi sakince düşünelim.

Kürt sorunun çözümüyle ilgili olarak, ana muhalefet partisi CHP’nin başkanı Kılıçdanoğlu’nun "Silahla bu sorun çözülmüyor" dedikten sonra, ortaya koyduğu çözüm nedir?

Bilen varsa beri gelsin.

CHP liderinin çözüm önerisi, İşsizliği gidermek mi? Daha çok ekonomik yatırım yapmak mı? Herkese kömür, beyaz eşya dağıtmak mı?

Somut olarak önerisi nedir?

Siyasette muhalefet itirazla değil, alternatiflerle yükseltilir ve halk ikna edilerek iktidara talip olunur. Üstelik, her boyutuyla tıkanmış, çözümsüz ve kararsızlık içinde kıvranın, okyanusların ötesine mahkum bir iktidar koşulunda bu çok daha anlamlıdır.

Güvenlik önlemleri sorunu çözemiyorsa, ekonomik önlemler çözer mi?

Kendimizi aldatmayalım, bu ve bunun gibi önerilerin bin bir biçimi tek tek denenmiş ve iflas etmiştir. CHP lideri bunlara mı sığınarak alternatif oluşturacak? Esasında CHP’nin ayakları yere basan, gerçekçi olabilecek hiçbir önerisi yoktur? Ayrı bir ulus olarak Kürt gerçeğini kabul etmeyi içine sindirememiş bir siyasal yaklaşımın, gerçekçi bir alternatif öneri üretmesi mümkün değildir. Yapacağı tek şey geviş getirmek gibi tekrarları ve uzatmaları oynamaktır.

CHP, belirsizliğin partisidir. Belli olan tek yanı da budur. Ekonomik kulvardan yürüyerek Kürt sorununun çözüleceği iddiası en az güvenlik önlemleri önerisi kadar iflas etmiştir; Siyasal sahnenin irili ufaklı tüm aktörleri, örgüt ve etkinlikleri anlamalı ki, Kürt halkı ne aş ne iş istiyor.

Kürt halkı, yeryüzünde yaşayan tüm uluslar gibi her yönüyle olgunlaşmış bir ulusun halkıdır. Kimlik haklarını ve bundan kaynaklanan siyasal haklarını, demokratik bir anayasada, ortak ülkemizin kurucu bir eşiti olarak, Türk, Arap ve diğer ulusal topluluklarla birlikte, açık ve sarih tanımlamalarla belirtilmiş, yasa, kurum ve kuruluşlarla güvenceye alınmış olarak yaşamak istemektedir.

Diğer ulusal topluluklarla birlikte, anadilini, kültürünü kendi kararlarıyla özgürce kullanmayı, konumlandırmayı, geliştirmeyi ve bunlar için gerekli yaptırım ve etkinliklerin ikamesini istemektedir. Bu da yeryüzünün tüm ulusları için bir doğal haktır, bir gerekliliktir. Toplumsal varlık olarak insanların kendi aralarında ilişkileri için de kolektif kimlikleriyle kendilerini tanımlama ihtiyaçlarının doğal bir ifadesi olarak, bu hakları kazanmaları gerekmektedir. Bu da yeryüzünün hiçbir gücüyle engellenemeyeceği, tartışma götürmez biçimde açık olmuştur.

“Diğer ulusal topluluklarla birlikte” vurgusunu özel olarak yaptım. Bu de Kütlerin sınavıdır.

Dikkat edilmesini gereken önemli bir noktadan söz ediyorum; bu vurgu cümlesiyle, ortak ülkemizde sadece Kürt sorunu olmadığına işaret etmek istedim. Bu vurgu, aynı düzeyde bir Arap sorunu olduğunu ifade eder ve diğer ulusal toplulukların haklarını içerir. Bu nedenle Kürtler‘de. Bu mücadele sürecinde demokrasi sınavından geçecektir. Tüm farklılıklarımız adına, öncüsü ve en çok özveri sunan gücü olarak Kürtler tarafından yürütüldüğünü teslim ettiğimiz özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, tek boyutlu bir “Kürt hakları mücadelesi” olmadığını açık ve sarih olarak ortaya koyulması gerek.
Bunu da mücadele sürecinde, Kürt halkının siyasal etkinlikleri her defasında yeniden tüm farklılıklarımıza göstermesi gerekmektedir.

Ortak ülkemizin bütünsel olan bu sorunları, Kılıçdaroğlu önderliğindeki CHP karşılayabilir mi?

Hemen belirteyim asla…

O zaman geriye ne kalıyor, kirli savaşı sürdürmekten başka bir aracı olmayanların “Silahla bu sorun çözülmüyor" demesi ne kadar ciddi, ne kadar gerçekçi olabilir bunu sorgulamaya gerek var mı?

Cesur olmak gerek. CHP bir dönem, nispeten, ülkemiz farklılıklarının egemen ulus çatısı altında siyasi bileşkesi gibiydi, renkli bir cepheydi. Böylesi geçmiş dönemde geçerli olsa da artık bu köprünün altından çok sular aktı. CHP akıl almaz bir tek boyutlu milliyetçi gerileyişe düştü. “Üst kimlik”, “Anayasal vatandaşlık”, “bilinç milliyetçiliği” adı altında sunulan ise, egemen ulus milliyetçiliğini bir biçimde dayatmaktan öne anlama sahip değildi. Bir varlık inkarcılığıydı. Sadece Kürtlerin değil tüm farklılıkların varlığına yönelik bir demagojik saldırıydı. O da tutmadı. CHP, hiçbir zaman farklılıklarımızı bir arada tutacak onurlu, siyasal, demokratik bir barış planı önerilmedi. Başta CHP olmak üzere tüm siyasi ve askeri etkinlikler, Kürt halkının özgürlük mücadelesi güçlerini “üç-beş çapulcu” saydı, “dış güçlerin kuklası” ilan etti, “750 bin askeriyle şanlı Türk ordusu önünde çil yavrusu gibi dağılacağı” hayalleri üfleyip durdu; bu iddialar başarılmış olsaydı, sonuçta ortaya çıkacak toplu yok edişlerin, bir halkı tarihten silmek olacağını hesaba katmadan, desteklenmiş olacaktı.

Oysa tarihin tüm deneyleri gösteriyor ki, arkasında halkın durduğu bir haklı davayı yeryüzünde yok edecek bir güç olamazdı. Tüm hesaplar bu noktada karışmaya başladı. Kürt gençliği katledildikçe, analar kan ağladıkça, Kürt halkı haklı davasının arkasında güçlüce durmaya devam etti.

Buraya gelindi. Şimdi, bu yerde CHP’nin de ülkenin tüm renklerini temsil eden bir konumda olmadığı bu tarihi kesitte, eski statüleri kutsal sayarak önerilecek hiçbir çözüm, çözüm olmayacaktır. Doğarken iflas etmiş, ölü doğmuş olacaktır. CHP, bu açıdan tüm şanslarını kaybetmiş bir partidir. Çözümün değil çözümsüzlüğün bir unsurudur.

CHP ne kendini ne de bu ülkenin barış içinde bir arada yaşama umudunu yitirmemiş olanları aldatmaya kalkmasın. Bu süreç, en olumsuz senaryo itibariyle iç savaşa kadar yolu açık bir süreçtir. Bunun önüne geçmek için, CHP’nin de üzerine düşen yükümlülükler bulunuyor. İktidarın artık tıkayıcı, erteleyici, aldatıcı duruşlarını aşacak, özgürlük ve demokrasiyi ikame edecek atılımlara destek vererek yerine getirebilir. Bunun yolu, Kürt halkı dahil ortak ülkemizin tüm farklılıklarının demokratik bir anayasa çatısı altında tabusuz, eski statüleri dayatmasız, yeni parametreler etrafında farklılıklarımızın taleplerine omuz vermelidir. Artık kimse kimsenin adına konuşmamalıdır. Her bir siyaset etkinlik temsil ettiği açık olan kitleler adına konuşmamalıdır. CHP bunu yapmalı, sınırını belirleyerek ülkenin ortak çıkarlarını savunmalıdır.

33 yıl önce Selimiye kışlasında tutukluydum. Bir itirafçının üzerime yıktığı bir ton yalan yanlış itirafların sonucu zindandaydım. Benim gibi yüzlerce devrimci de oradaydı. Sohbetlerimiz bitip tükenmez şekilde sürüyordu. O gün ortaya attığı bir tez bu gün için de tüm canlılığıyla geçerli olduğunu düşünüyorum. Önerim, orta ülkemizin eşitleri olarak yuvarlak bir masa etrafında Anadolu Halklar Kongresi örgütlenmelidir. Bu kongrenden çıkan kararlarla yeniden yapılanma sürecine girerek anayasal, yasal, kurum ve kuruluşlarıyla devleti yeniden yapılandırmalıyız.

Bu ülkenin aklı-selim insanları öncelikle vebaların en amansızı milliyetçilik virüsüne karşı duyarlı olsun. Türkü, Kürdü, Arap’ı bile istisna Anadolu’nun tüm farklılıkları, milliyetçi önyargılardan arınmış siyasal bir duruşla, ülkemiz gelişmelerini bölgemiz gelişmeleriyle birlikte ele alsın. Kaybedecek vaktimizin olmadığını bilince çıkarsın. Bu zemin üzerinde, artık ne parlamentonun, ne barajlı seçimlerin ne de bu dengesizliklerin ürünü olacak anayasaların çözüm olmayacağı gerçeğini kavramaya çalışsın. Bu ülkede birlik için, barış için farklılıkları temsil eden özgün siyasal örgütlenmelerin ve bu etkinliklerin alacağı kararların hesaba katılması gerektiği açık olmuştur. Bunun işaret ettiği gerçekleri hesaba katmayan hiçbir önerinin ayakları yere basmayacağı bilinmelidir. Çözüm için hareket noktamız da tas tamam burasıdır. Sorunları aşmak için yürünecek bin milin ilk adımlarından bir de budur.

Bunu başaramasak kimse kimseyi bölücülükle suçlamasın, dönüp aynaya baksın gerçek bölücüyü orada bulacaktır. Bu eşitliği ve kararlılığı içine sindiremeyenler, bitip tükenmeyen bir şekilde anaların kan akan gözyaşları ardından, iflas etmiş önermeleriyle karşımıza çıkmasınlar. Karanlık bastırdı gece oldu, kimseye günaydın diyecek kadar saf değiliz…

Bundan sonrasını , tersi düşünen herkesi Allaha havale etmekle yetineceğim….

Kıssadan hisseye gelince,

“CUMHURİYETTEKİ İRTİCA” başlıklı 31 Ekim 2011 tarihli makalemin sonucunu bir mesaj dolu bir söylenceyle bitirmiştim. Cumhuriyeti konu etmiştim. Buraya aktarırken, Cumhuriyet yerine CHP koymakla yetineceğim.

“Makalemi radekte ederken, Hukuk doktorası yapmakta olan oğlumla sohbet ediyordum. Tarihte en cömert (Hatim Tay), en aptal (Şerambas), en doğru haberi veren (Cüheyna ) gibi tarihi olay, şahıs ve vecizler üzerine yazılı bir kitaptan bölümler aktarıyordu.

Bunlardan biri CHP’yi çok iyi anlatıyordu Sizlerle paylaşmak istedim.

Hebennaka, Beni Kays aşiretinden tarihinin ünlü ahmaklarından biri. Kaybolmamak için hayatı boyunca asker künyesi gibi boynunda kendini tanıtan bir kolye taşır. Bir gün abisi bu kolyeyi alır ve kendi boynuna geçirir. Hebennaka, o an kaybolduğunu hisseder ve abisine meşhur cümlesini söyler “Sen ben isen, ben kimim?”.

CHP de statülerine mahkum olmanın kefaretini ödüyor; bu statüleri başkaları ele geçirince, ne olduğunu, kim olduğunu anlamaz hale geliyor, kimlik bunalımına düşüyor, kişiliği kayboluyor…

Bu gün CHP’nin yaşadığı hadise de budur.”

23 Temmuz 2011 Cumartesi

FETVA

Mehmet Yavuz
23 Temmuz 2011

Sporcu çeviktir..
Çevik olması da gerekir..
Sporcu akıllıdır..
Yengi; çevikliğe ilaveten akıllı taktikler de gerektirir…
Sporcu ahlaklıdır…
Aklını, yarışa hile katmak için kullanmaz…
Onur, yengi kadar yenilginin de madalyasıdır..
Spor budur…
Günlerdir gündemi meşgul eden ŞİKE olayına bir de bu açıdan bakmak lazım…
İddialara göre bir topçuya iyi oynamaması, gol atmaması için rakip tarafından RÜŞVETteklif edilmiş…
O ne yapmış ?
Elinin tersiyle iteceği bu rüşveti, dini bütün olduğu için hocasına sorup icazet istemiş…
-‘’ Hocam, takımımı satmam için rakibimiz bana rüşvet veriyor, almam dinen CAİZ midir ? ‘’
İcazet istenen ulema da eski bir imam; FETVASI ilginç:
-‘’ Ucundan bize de koklatırsan CAİZ olur ! ‘’
Allah'tan kork be adam, bu nasıl fetva ?
-‘’ Ulan sakın böyle bir bok yeme,.. Ekmek yediğin takımın sende hakkı var.. Bu yarışta ter akıtan herkesin hakkı var.. Başkalarının emeğini çalmak HARAMDIR… ‘’ desene...
Ama nerde…?
Olayın devamı da var...
Fetvayı veren İMAM'a olay soruluyor... Cevabı ilginç;
-'' Ben transfer parası sanmıştım..!''
Yahu, transfer bedeli zaten bir hak, sana neden sorsun ?
Önce ucundan otlandığın ahlaksızlığa FETVAYLA olur verip, sonra da YALAN söylüyorsun...
Demek oluyor ki; sporcunun ahlaksızı kadar ahlaksız FETVAYI veren yalancı imamı da yargılamak lazım.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

KONGRE GEL: BATI, SURİYE İÇİN AKP’yi GÖREVLENDİRDİ

Mihrac Ural’ın notu:

21 Temmuz 2011


Suriye olayları üzerine yüzü aşkın makale yazdık. Eksikliklerini ve yapılması acil olanları dile getirdik. Taraftık, Suriye’nin halkçı yönetimine karşı oluşan şer güçlerinin karşısındaydık. Bu mücadelede safların açık olması gerektiğini, eleştirilerimize rağmen bunun net olarak ortaya konmasını ifade ettik. Suriye üzerine kurgulanın yalanların, iftiraların, diktatörlük suçlamalarının akıl almaz bir yalan kurgusu olduğunu belgeleriyle, rakamsal, sayısal ve siyasal, toplumsal ekonomik açıklamalarla ifade ettik. Kraldan çok kralcılık yapmadık, Bölgemizin istisnasız tüm devrimci hareketlerinin yaklaşımlarını temel aldık onlar gibi safımızı Amerika’ya karşı, İsrail ve Siyonistlere karşı, Arap gericiliğine ve Erdoğan’ın eli kanlı Müslüman kardeşler şebekesiyle el ele vererek Suriye’yi kan gölüne çevirme planlarına, BOP uşaklığı ve ikiyüzlülüğüne karşı durduk. Bölgede bilinen en saygın, en kitlesel, en direnişçi güçlerin ve şahsiyetlerin aldığı Suriye’nin halkçı yönetimini destekleme kararına ortak olduk. Bölgeyi ve tek tek ülkeleri bilen siyasal güçleri derinlemesine kavrayın duyarlı devrimcilerle birlikte saf tutuk.

Buna rağmen, “Suriye’nin handikabı Kürt sorunudur” dedik. Bunu etraflıca da açıkladık. Kürt halkının Suriye’de ezici bir çoğunlukla, Ömer Oso’nun ifade ettiği ortak vatan çatısı altında, Beşşar Esad’ önderliğinde reformların ikamesini desteklenmesi gerektiği açıklamasıyla aynı paralelde görüş belirledik. Suriye’nin Kürt halkıyla tarihi barışçıl ilişkisini unutmadan, ülkemizde Kürtlere reva görülen hiçbir türden baskının Kürtlere yapılmamış olmasının verdiği sağlıklı geçmiş üzerinde, ortak vatan çatısı altında geleceğe omuz omuza yöneleceğini dile getirdik. Kürt halkının anadille eğitim hakları dahil, siyasi yelpazede temsil haklarını ifade ettik. Suriye’nin halkçı yönetiminin devrim gibi reformlarla bu adımları atacağı da yeterince açığa çıktı. Bu da safımızı, tüm bölge devrimci güçleri gibi, doğru belirlediğimizin önemli bir işareti oldu.

Suriye’yi, ABD, İsrail, Siyonist Araplar ve onların kuklası Erdoğan yönetimine karşı, ülkemizin Siyonist solcuları ve itirafçılarıyla MİT ajanları ve eli kanlı Müslüman kardeşler şebekesine karşı yalnız bırakmamak gerektiği gerçeği önemli bir tutumdur. Bu şer güçlerinin tek amaçları, karanlık emel ve çıkarları için komşumuzu iç savaşa sürmek istemektedirler. Bunun için medya tarihinin en kapsamlı yalanları, abartma ve uydurmaları uluslararası medya tekelleri tarafından da pompalanıp durdu. Bizler bu yalanları, belgeleriyle, kanıtlarıyla ve görgü tanıklığımızla teşhir ettik. Suriye halkı Kürtleriyle güçlü olur dedik ve Kürt halkı da ortak vatan çatısı altında meydanları dolduran milyonlara eklenerek desteğini arz etti.

29 Mart, 21 Haziran, 17 Temmuz 2001 tarihleri ve bu aradaki her gün milyonlar milyonlara eklenerek Suriye’nin halkçı yönetimine bağlılık ve destek sunuldu. Bu hala devam etmektedir. Kürt halkının ve özgürlük mücadelesinin, Öcalan liderliğinde PKK’nın en kadim ve en yakın dostları olarak biz THKP-C (Acilciler), Kürt halkı adına bu süreçte bir açıklamanın gerekli olduğuna işaret ettik. Bu açıklamanın önemi vardı. Tarihsel tutarlılık, dostlukta süreklilik ve Kürt halkının gerçekçi çıkarlarının yerini belirleme açısından önem taşıyordu. Dar çıkarlar, anlık kazançların üzerine stratejik siyasetlerin kurulamayacağı açıktı. Suriye 18 yıl kesintisiz en geniş ve en derin haliyle PKK’yi taşımıştı. Bunu ilkeli ve haklı olarak yapmıştı. PKK’de Suriye’ye karşı her zaman dostça tutum almıştı. Zaman zaman bu dostluğu inciten özellikle Suriye kaynaklı tutumların tanıkları da bizleriz. Ancak bu hatalar derin dostluk ilişkilerini zedeleyecek çapta değildir. Kürt halkıyla tarihsel bir barış ilişkisi kurmuş olan bu ülkenin halkçı yönetimi, üzerine çullanan bu şer güçlere karşı mücadelesinde, Kürt halkı adına alınması gereken bir tavır olmalıydı. Bu tavır eleştirel içeriğiyle dostça bir tavır olarak Kongre Gel divan başkanlığı tarafından ilan edilmiş oldu.

Bu arada ROJ TV’ye çıkan, eskiden saflarımıza bulaşmış bir itirafçının üflediği yalanlarla ortaya sergilenen Suriye düşmanı söylemleri çirkindi. Ancak bu ayrık söylemlerin asla Kürt halkını ve özgürlük hareketini temsil etmediğini biliyorduk.

Nitekim, Kongre Gel Başkanlık Divanı Üyesi Hacer Zağros’un açıklamasıyla her şey netleşmiş oldu. Kürt halkı adına Kongre gel Suriye’ye ilişkin bir dost tutumu beyan etmiştir. Geçmişten bu yana Suriye’yi yakından tanıyan ve onun halkçı yönetiminden en güç koşullarda destek gören ve bölge halkları lehine en tutarlı tavrı takınan Suriye’yle ilgili ortaya konan bu tutum olumludur. Eleştiri ve öneriler doğru bir tutumun ifadesidir. Suriye’ye saldırıyı ve bu saldırıdaki kuklalar doğru tespit edilmiş. Reformların acilen uygulanması çağrısı ise yerinde bir çağrıdır.

Ülkemizin Siyonist solcularına, Suriye’ye askeri operasyon yapılsın çığlığı atan ahlaksızlara da sert bir şamardır.

Birlikte okuyalım:

“REDUR XELİL –ANF 08:44 / 01 Temmuz 2011

BEHDİNAN - Suriye’deki şiddet olaylarına dikkat çeken Kongre Gel Başkanlık Divanı Üyesi Hacer Zağros, ülkenin temel sorununun Kürt sorunu olduğunu belirterek, Şam yönetimine “Bir an önce reformları başlatın” çağrısı yaptı. Zağros, ABD ve Batı’nın Suriye için AKP’yi görevlendirdiğine dikkat çekti.

Rejimin baskıcı ve şiddetine rağmen Suriye halkının demokratik hak ve özgürlüklere kavuşması için mücadele için kararını verdiğini ifade eden Kongra Gel yöneticisi Hacer Zağros “Şiddet ve sivil ölümlere rağmen hala Esad yönetiminin adım atmaması düşündürücüdür. Barışçıl yöntemlerle krizin aşılması umudu gerçekleşmedi” dedi.

Batılı güçlerin Suriye için özel planları olduğunu dikkat çeken Zağros devamla şunları söyledi; “Birçok devlet ve dış güçler Suriye halkının ayaklanmasını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istiyor. Zira dış müdahale krizi daha da derinleştirecek, sahte bir demokrasi formülü geliştirecekler. Bu yüzden rejim bir an önce adım atmalı.”

Batı Kürdistan’da ise 3 Milyon Kürdün yaşadığını hatırlatan Zağros “Suriye’nin temel sorunu Kürt sorunudur. Şayet Kürtlerin demokratik hak ve özgürlükleri verilirse, ülkenin önündeki en büyük sorun da aşılmış olacak, demokrasiye geçişin önü açılacaktır” dedi.
Suriye için ABD ve batının AKP’yi görevlendirdiğini savunan Zağros şöyle konuştu: “Suriye yönetimi ABD ve dış güçlerin oyununu iyi görmeli ve kendi halkına karşı uyguladığı şiddete son vermeli. Ancak Suriye’de yaşayan bütün halklar taleplerinde ısrar etmeye devam edecekler. Dolayısıyla Şam’ın reformları yapması hayati bir öneme sahiptir. Aksi taktirde olaylar kontrolden çıkacaktır.”

DERİN DEVLETLERİN ÖLÜM DENKLEMLERİ ve UMUTLARIMIZ

Mikdat Abuzer
20 Temmuz 2011

Ardı arkası kesilmeyecek gibi ölüm haberleri geliyor. Gençler sapır sapır dökülüyor. Analar yine kan ağlıyor. Kürt, Türk Arap, Alevi, Sünni Anadolu’nun tüm mozaiği ağlıyor. Önceki yazlarımda bunun tek sorumlusu tüm imkanları, maddi ve askeri gücü elinde bulunduran ve halkının güvenliğinden sorumlu olan devlettir dedim. Tekrar deklare ederim. Kimse suçluyu başka yerde aramasın. Bu kan deryası barışla son bulur savaşla değil. Devlet elindeki silahı halkına çeviremez, çevirdikçe kendini vurur. Olan da budur. Masaya oturulacak. Bu vatan birimizin değil de hepimizin ise, ortak bölen bulunup anlaşma yapılacaktır. Başka yolu olduğunu iddia eden, bundan sonraki kanların da sorumlusu olacaktır.

Hillary Clinton, David Petraeus, Richard Armitage ve Robert Zoellick gibi uluslar arası bir çete son günlerde ülkemizin baş misafiri oldular. Her bir ayrı bir karanlık prens. Ülkemizde Ergenekoncu eski derin devletin gidip, yerine yeni derin devletin, Cemaat ve imam ordusu olarak gelmesi gibi, Amerika’da bir karanlık görev devri teslimi yaptılar.

Bu ekip Obama’nın derdin devletini oluşturuyor. Amerikanın eski derin devleti Yeni-Muhafazakarlar yerine geldiler. Dick Cheney, Donald Rumsfeld ve Paul Wolfowitz, karanlıkların prensi Richard Perle den oluşan bu ekip, 1990lardan beri süre gelen Amerikanın 1000 yıllık imparatorluğu için ve İsrail’in korunması amacıyla özellikle bölgemizde projeler üretip duruyor. Bölgedeki projeler de tüm ülkelerin küçük devletlere parçalanması ve enerji kaynaklarının, zenginliklerinin talanı üzerine kurgulanıyor.

George W. Bush yönetimince ortaya atılan ve dünya kamuoyunun gündemine oturan “Büyük Ortadoğu Projesi” adlı girişim bu planların ana omurgasıdır. İşte eski ya da yeni Amerikan derin devleti bir ülkeye, bir bölgeye geldi mi? biliniz ki orada karınlık işler döner, ölüm kol gezer. Ülkemizde kirli savaşın sürmesinde de bunların rolü az değildir; Erdoğan iktidarı bunların pompalamasıyla içte özgürlük isteyenlere, dışta komşulara kan siyaseti üzerinden politika gütmektedir ve ortam böylece, anaların gözyaşlarının kan olarak akmasına yol açmaktadır ve gençlerin cesetleriyle dolmaktadır.

Bu nedenle, sık sık çağrı gibi kaleme aldığım yazılar, ortak ülkemizin tüm etnik ve inanç farklılıklarını yönelik bir çağrıdır. Bu ülkede daha çok özgürlük ve demokrasi ikame edilmeden, iktidarların güvenlik önlemleriyle çözecekleri hiçbir şey yoktur. Bu nedenle özgürlük mücadelesi hepimizin mücadelesidir bu mücadeleye omuz vermek, çözümü tıkayanlara karşı alınacak en önemli önlem olacaktır. Çağrımın genel yönü de özel yönü birbirine bu halkayla bağlıdır.

Alttaki yorumumu Samsunda katledilen Kürt gençleriyle ilgili bir haber üzerine yazdım paylaşıyorum;

Bir sürek avı, 30 yıldır sürüyor. “Kızım sana söylüyorum gelinim sen duy” diye, Osmanlı aklıyla ve Cumhuriyetteki Osmanlı olarak, tüm farklılıklara sopa gösteriliyor. Bir ara Taner Akçam'da derinliklerinde yer alan sol milliyetçiliğiyle Ermeni konusunda yazarken "Ayranımızı kabartmayın" demişti. Öyle bir şey.

Halkımıza sözüm şu (bu sözüm tüm farklılıklaradır, kendini vatanında ezilmiş hissedenleredir) bu olanları derle, topla ve düşün diyeceğim. Kürtlerin özgürlüğüne sırtını döndükçe hançeri ilk yiyecek olan sensin. Bu konuda Türkiye Araplarına şiddetli eleştirim var. Kendini tanımayan, yalıtılmış, ötekileştirilmiş haliyle ülkemizin demokrasi mücadelesine, özgürlük kavgasına hayır hah tutumlarla bakan Arap halkına eleştirim var.

Neden mi?

Anlatayım. Araplar, 22 devletiyle, Atlas okyanusundan Körfeze kadar topraklarıyla, 400 milyona yaklaşan Nüfusuyla, 21. Yy da adım adım uyanışı ve insanlığa çağdaş araçlarla mücadele etmeyi öğretmesiyle, İntifada diye yeni direnme yol ve yöntemi öğretmesiyle, kadim ve bir o aranda yoğun tarihi-ulusal dokusuyla, aralarındaki tüm ihtilaflara rağmen var olan dev ekonomik potansiyel gücüyle Türkiye Araplarının ayağa kalkması karşısında sesiz kalacağını kimse sanmasın. Kimse buna dayansın demiyorum, öz gücüne dayanmayan bir halk hiçbir şey yapamaz ama bu halk bu ulusun bir parçasıdır bu da unutulmasın. Sonra, Kürtlerin en talihsiz yanı olan kara parçalarının orta yerinde olmalarına karşı Araplar Torosların, Akdenizle birleşen güney yamaçlarında bir kültür, bir etnik kuşak olarak yer alırlar (Mersin Adana Hatay sonrası ise kozmopolit dokularıyla Arap ülkelerine sınır olurlar; Urfa, Mardin, Siirt gibi) Açık denizlere sınır olmanın stratejik önemini burada konuşmayacağım. Bu olanakların, nasıl bir zenginlik, güç, veri olduğunu akılda tutun yeter. Ortak ülkemizde en küçük bir mücadele bayrağının açılması halinde, bölgenin tüm dengelerini alt üst edeceği açıktır. Arapların haklarına karşı şimdiden Siyonist solculuk yapanların salyalı azı ağızlarıyla azı dişlerini bilediklerini biliyoruz. Ama halkın ayağa kalktı bir anda bunların çil yavrusu gibi toz duman olacakları açıktır. İşte, on yıllar boyu Kürt hareketini yok sayan, küçümseyen, aşağılayan milliyetçi solcuların, bu halkın ayağa kalkması karşısında ( dürüst devrimcileri solcuları tenzih ederek) yalakalığa, kuyruğa yapışmaya başlamalarını hatırlamak yeterlidir. Aynı şey Arap halkı ayağa kalkınca olacaktır; bu dönem facebook ve net sitelerinde Arap halkının geometrik tarzda çoğalan etkinlikleri, bu halkın haklarına sahip çıkıp çıkmayacağı konusunda bulanıklık yaratanların suratında ağır bir şamar gibi patlamaktadır.

Bu adım ortak ülke için, Öncelikle Türk halkı için, özellikle ezilen inançlar için Aleviler ve Kürtler için yani, ayrımsız tüm özgürlük ve demokrasi ihtiyaçları için, eşitlik ve hukuk için, adalet için değerlendirilecek bir olanaktır; Erdoğan iktidarının dış güçlerden, kredi, teknik bilgi, istihbarat bilgisi, pilotsuz uçak vb yardımlar alarak vatandaşını sınır ötelerine kadar kovalayıp katletmiyor mu? Ona hak da başkasına yasak mı?. Kürt özgürlük hareketini dış güç aleti olmakla suçlama ayıbını oturup herkes bir düşünsün artık…

Mücadele dedim de hemen birileri Mikdat yine uçtu demesin. Ben ve düşünce arkadaşlarım on yıllardır, yol haritamızı çizen özverili hocalarımla bu topraklarda barışçıl mücadeleye karar kıldık. Bu bilinsin. Gandi gibi, kararlı bir direnme hattı. Zira bu topraklarda Araplar, Arap Aleviler şehirlidir, şehir kültürünün tüm uygarlık verilerini üzerlerinde taşırlar. Dolaysıyla, her türden milliyetçiliğe karşı oldukları gibi, bölücülüğe karşı da tavır alarak, kimlik hakları için direnecekler. Direnmeyi illa askeri araçlarla, zor ve zorbalıkla kırmak isteyecek bir devlete karşı sonuna kadar halkın iradesi konacaktır; gerisini zaman ve mekan belirler. Bu nokta açıklığa kavuştuysa, artık kimse dönüp korkulara kapılmasın. Kimse kimseyi de korkutmasın. Ne ayrı devlet ne bölünme ne de şiddet halkın öz iradesi ve gücüyle haklarımızın alınmasıdır hedefimiz.

Kürtlere yapılanlar “kızım sana diyorum gelinim sen duy” mahiyetinde bir uyarıdır dedik. Sopa sadece Kürtlere sallanmıyor hepimize sallanıyor: bunun için sık sık Kürtlerin özgürlük mücadelesi aynı zamanda halkımız adına bir özgürlük mücadelesidir dedim.

Bu gerçekleri şimdi anlamayan, bıçak gelip kemiğe dayandığı zaman, son pişmanlığın fayda vereceğini ummasın. Bu nedenle içimize dönük sert sözlerimi lütfen bir dürtü olarak alın, kaba gibi gelse de bu yara hepimizin yarasıdır, acısı da iyileşmesi de bize aittir, bunu anlayın. Ben söylüyorum, duymak istemeyen duymasın, kendini tanımayan tanımasın, kimlik mi? İnanç mı? Diye kararsız kalan, aidiyetsiz bir varlık olmak isteyen yoluna devam etsin. Hatta malum takiyeye de sığınsın, ama kar etmeyecek, bu devlet üzerimize üzerimize gelmeye devam edecek, sindirecek, onursuzlaştıracak.

Ben umutsuz değilim önce geriye tarihe bakıyorum,

Bu toprakları yerli halka rağmen güç uygarlığıyla zapt edip zorbalıkla, ölüm denklemleriyle hükmü altına alan, “kılıç hakkı” adı altında at nalları altında ezen Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı nerede? Artık esamileri bile anılmıyor. Eski Osmanlı bir tarjedi olduysa Yeni-Osmanlı komediden öte bir kıymeti itibara sahip olmayacaktır; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eş Başkanı, emperyal amaçların bölgedeki kuklası Erdoğan’ın, kimi zaman, bölge üzerinde liderlik taslayan ve aptal danışmanlarının üflediği Yeni-Nasırcılık oyunu ya da bölgenin Sünni liderliği oyunu hiçbir işe yaramayacak; Mısır Ezhari’nin olduğu, Mekke ve Medi’nenin Suud’lu Vahabilerin elinde esir olduğu bir orta-doğu’da Sünni liderliğini hayal etmek sadece kendini aldatmaktır.

Ben umutsuz değilim şimdi geleceğe bakıyorum,

Her şeye rağmen, kendini ifade etmek üzere, kendi kimliğiyle anlaşılmak ve konumlanmak isteyen yüz binleri, milyonları geçen yoğunluklarıyla gençlerimiz geliyor. Bu genç kuşak benim umudum. Onlara üzerinde yürüyecekleri kilim olacağız, yükselecekleri merdiven. Bunlar bu tarihi davayı, bu kimlik hakları arayışını sürdürecekler. Bu kuşak bizden çok daha zeki, çok daha evrensel ölçekte düşünüyor, bilme ve teknolojiye çok yatkın, emin olmadan adım etmiyor, hedeflerine ulaşmak için bizden çok daha özverili çalışıyor. Bizim kuşak işkence, zindan, sürgün lime lime doğrandı buna rağmen bu genç kuşak bizden daha çok sabırlı ve özverilidir diyorum: her kuşağın kendi özgülüğüyle dik durmasını biliyor. Hz Ali “ben babamdan ileri, oğlumdan geriyim” buyurdu, bu hikmetli söz bize yol haritası olsun gençlere güvenelim.

Hepimiz bilmeliyiz, haklı bir davada özverisiz bir sonuç olmayacağı anlayalım, biz adım atmıyor siniyorsak bırakın, 4 milyona yakın kitlesiyle bu topluluğun hakları için çalışacak olanların önünü kesmeyiniz. Bizleri sopalarla sindirenlere karşı genç kuşağın sesiz olmasını önermeyiniz, hakların arasınlar, örgütlenip birlik olsunlar. Bu gün Kürtlere sallanan sopalar, yarın başımıza inecektir. Buna imkan vermememiz gerek.

Her yazımda dile getirdim bir kez daha belirteyim, barış içinde bir arada yaşamak için daha çok özgürlük ve demokrasi gerek. Bu başta Türk halkı için, Sünni inançtan olanlar için gereklidir. Başka toplulukları ezenler özgür olamazlar bu bilinmelidir. Bunun için Kürtler de Araplar da diğer etnik topluluklar, özellikle Aleviler ve diğer inançlar, haklarına kavuşmalıdır. Bunun yolu da demokratik bir anayasadır. Bu anayasada tüm farklılıklarımız isim isim anılarak, haklarımız madde madde sıralanarak, ikircimliğe, bulanıklığa yer vermeden, açık ve şeffaf bir demokratik anayasa yazılımıyla, kurum ve kuruluşlarıyla adil, eşit kurucular olarak yer almalıdır. Bu yolla da barış içinde bir arada yaşamayı başarmalıyız.

Bu ülke birimizin değil, hepimizindir bunu kimse unutmasın.

KÜRT SORUNUN ÇÖZÜMÜ SOSYAL ADALET VE ÖZGÜRLÜKLERDİR

Hasip Yiğitoğlu
20 Temmuz 2011

Türkiye”nin iki temel yapısal sorunu var.Biri işsizlik ve sosyal adalet,diğeri özgürlüklerdir.Yıllardır süren sorunların ve taleplerin temelinde bu iki yapısal sorunun olduğunu söylemek yanlış olmamalıdır.Son olarak,Diyarbakır”da 20 gencimizin öldürülmesinin temelinde bu sorunların olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Son on yılda ülkemizde kişi başına gelirin artmasının yanında,adaletsizlik daha fazla artmıştır.2009 verilerine göre nüfusun en zengin %20 itibariyle kişi başına düşen gelir,geri kalan nüfusun kişi başına düşen gelirinin 8.5 katı olmuştur.Bölgeler arası kişi başına düşen gelir farkı nerdeyse birkaç kat olmuştur..

2008 yılında OECD rakamlarına göre Türkiye gelir dağılımı adaletsizliği açısından sondan ikinci sıradadır.

Maalesef ülkemizde sosyal anlamda yeni hiçbir gelişmenin olmadığı bu verilerden net olarak anlaşılmaktadır.Bu anlamda Sosyal kodların hızla değişimine rağmen,koruyucu politikaların olmaması,insanların sorunlarını kendi aralarında buldukları yollarla çözüm arayışlarına zorlanmaları ilişkileri çok acımazsızlaştırmıştır.

Birde kurumlarımızın,yakını - torpili olamayanları ezmeleri,adam yerine koymamaları hak - hukuk yönünden,yasa önünde eşitlik,temel yurttaşlık haklarına olan saygısızlık bir başka gerginliği tetiklemektedir.Acımazsızlık ve hakkaniyetsizlik karşısında insanlar kendi korunma güç odaklarını oluşturmak zorunda bırakılmıştır..Mafia,cemaat,muhtelif örgütlere itibar edilmesinin önü açılmaktadır.Derin güçlere olan itibarın toplum hayatımızı nasıl dizayn ettiğini hatırlayacak olursak,yeni bir tehlikenin nasıl devam ettirildiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.Önceleri karanlık devlet güçlerine yakın olmaya çalışan sahipsiz vatandaşlar,şimdi cemaatlere yakınlaşma gayretleri içindedirler.Muhafazakarlaşmanın mahalle baskısı boyutları bu durumu açıklamaya yeterli değil mi….

12 haziran seçimlerinde din,milliyetçi refleksli Muhafazakar oyların sonuçları nasıl etkilediği bilinmektedir.

Daha önceki yazılarımda da belirttiğim konjonktürü hep heba ediyoruz.Çünkü sorunların hep etrafında dolanarak sorunların çözümüne yönelik yapısal politikalar üretmemekteyiz.Yapısal sorunlara uzun vadeli köklü çözümler geliştirmek yerine sistem siyaseti algımızda hiçbir ilerle,değişim yapamıyoruz.

Hep seyirci kalıyoruz.Özgürlükçü demokrasi yerine,demokrasi mücadelesini,askerin,yargının,yürütmenin işine karışmak gibi algılıyoruz..Halbuki sorunların temelinde,hantallaşmış bu kurumların evrensel normlarla örtüşmeyen sistem zihinleri ve uygulamaları olduğunu söylemek mümkündür.

Özgürlükçü demokrasi,halkın mutlak içinde olduğu ve beklentilerin,taleplerin karşılanması ile mümkündür.Bu durum halen anlaşılmıyor.Alışkanlığımız devam ediyor.Yapısal sorunlar konusunda herkes hem fikir olmasına rağmen,özgürlükler konusunda bir o yana,bir bu yana savrulup duruyoruz.Kürt sorunun özgürlükçü demokrasi içinde çözümü apaçık ortada dururken,yaptığımız çözüm temelinden uzak eski alışkanlığımızla etrafında dolanıyor öteliyoruz.1921 yıllarından beri süre gelen bu sorunun asimilasyon politikalarıyla çözülemediğini göremiyoruz hala.

Kürt sorununu evrensel boyutlarda ele alamadık.Devletin niyetine karşı direnmek yerine çocuklarımızı,toplumsal hayatımızı,barış içinde kardeşçe yaşamayı feda etmeği tercih ettik.Yakın bir zaman içinde AKP”nin kürt sorunundan dönerek,Kürt kardeşlerimizin sorunu var söylemini adeta ödüllendirdik.Sonra ne oldu.Özgürlükçü demokrasinin önünde yeni setler inşa ettirildi.Gerilim arttırılarak her şey sil baştan bir hal aldı.

Sürecin eskisinden farklılıklar içerdiğini bir türlü anlamak istemiyoruz. Tepkiler söylemler aynı.Darbeci,ulusalcı,milliyetçi,ırkçı unsurlar birden bire yine şaha kalktılar.Bu durum başlı başına kirli amaçları izah edebilmektedir.Parlamento da temsilcisi olan siyasi partilerin,yangına benzinle giden açıklamaları,barış ve demokrasi umutlarını dağıtıyor.Adeta Kürt,Türk savaşına çağrıda bulunuyorlar.Allahtan Diyarbakır”daki yaşananlara karşı sokağa yansıyan tepkilere halkın ilgisi zayıf olmuştur.Halk aklıselim davranarak oyunu bozmuştur.

Neresinden bakarsanız,başından ayak tırnaklarına kadar kirli bir olayla karşı karşıya olduğumuzu,20 genç insanımızın öldürülmesinin sis perdesi aralandıkça daha iyi anlaşılmaya başlamıştır.Zamanlama açısından bir prodüksiyon olduğu besbelli olmuştur.

Ne iç,nede dış konjonktür aynı değildir artık.Dünün parametreleri değişti.Şimdi DTK nın ilan ettiği demokratik özerklik var.Türkiye partisi olmaya gayret eden bir BDP var.Avrupa”da,Ortadoğu”da yaşananlar yeni bir küresel durum ortaya çıkarmaktadır.Küresel sistemin paradigması değişiyor.AB de sistem çöküyor.Karmaşa olacağı izlenimi veriliyorsa da,uzun vadede sosyal adalet politikalarının çevreleyeceği dünyanın ip uçlarının müjdesini veriyor.Hiçte basit olamayacağa benzeyen bu sürecin sonuçları tahminleri aşabilir.Yani bugüne kadar yaşananlardan çok daha sert olabileceğini tahmin etmek hayal değildir.Bir an önce bu yeni sürece kendimizi hazırlamalıyız.

17 Temmuz 2011 Pazar

RECEP GÜREGEN

RECEP GÜREGEN ve HÜSEYİN GÜRKAN
SİZİ HİÇ UNUTMADIK




Mihrac Ural
18 Temmuz 2011

Acilciler onurlu bir direnme örgütüdür. Tarihleri direniş örnekleriyle dolu. Recep Güregen yoldaş ve Hüseyin Gürkan bu tarihin 18 Temmuz 1979 kesitinde Silifke’de, polislerle çatışmada şehit oldular. Direndiler, teslim olmadılar. Çünkü onlar gerçek anlamda bir devrimci militandı.

Dün gibi bu gün de demokrasi mücadelesinin kararlı insanları olarak, Recep ve Hüseyin yoldaşın anısını tarihimizin övünülecek örnekleri olarak bilince çıkarmayı bir görev sayıyorum; olumlularımız, başarılarımız bize olduğu kadar devrimci harekete de katkı sağlayan etmenlerdir. Genç devrimci kuşakların bizden beklediği de bu onurlu tarihi bu günün ve gelecek günlerin mücadelesine katkı için aktarmaktır.

Recep Yoldaş ve Hüseyin Gürkan, şehit olmayı başaracak kadar kararlı iradeniz hepimiz için bir örnektir, derslerle dolu anılarınızı, gelecek kuşaklara ve mücadelelerine taşımaya devam edeceğiz.

***

Recep Güregen ve Hüseyin Gürkan yoldaşların ölüm yıldönümü benim için her zaman anlamlı mesajlarla dolu olmuştur. Özellikle Recep yoldaşı bire bir tanıdığım için, önceki anmalarda da sık sık anlattığı gibi gelecek kuşaklara derslerle dolu mesajlar iletmeye çalışıyorum. Bunları bu yılda tekrarla aktaracağım. Bu kahramanları anarken bir süreci de beli noktalarda dile getirme gereği bulunuyor. Örgütsel sürecimizin önemli bir kesitini daha iyi anlamak içinde bu gereklidir. Recep ve Hüseyin yoldaşlar, aramızda olmasalar da anılarıyla yerine getirdikleri mesaj onlara verdiğimiz önemin ifadesi olacaktır.

Recep Güregen’i 1978 yazında Isparta cezaevinde tanıdım. Örgütümüz, Engin Erkiner itirafçılığıyla, sonra açığa çıkartacağımız ve kendi itiraflarıyla kendini ele veren MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın oluşturduğu ikili şebeke tarafından ağır bir darbe yemiştir (19 Ağustos 1977). Recep yoldaşla işte bu şebekenin de olduğu Isparta cezaevinde ilk kez karşılaşmıştık. Bir kez daha bu şebekeyi tanıtıp, örgütsel sürecin önemli bir kesitinin özetini vererek, Recep Yoldaşla ortak anılarımıza ve o kahramanın mesajına geçeceğim. Altta okuyacağınız her cümlenin belgesi, kanıtı, el yazılı itirafları Bulunmaktadır. Bu belgelerin tümünü http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ linkinde yer alan 230’u aşkın dosyada bulabilirsiniz.

ŞEBEKE

Engin Erkiner adlı bir itirafçının adımızı ilk kez polise afişe etmesiyle aranır hale geldik. Bu, itirafçı polise hayallerini bile anlattı. Örgütü yıkacağını sandı. Yanında MİT ajanı İbrahim Yalçın’la giriştiği tasfiye hareketini, firari durumda olmamıza rağmen atlatarak örgütümüzü en güçlü seviyede bir direnme örgütü haline getirdik. 1977 Ağustosundan 1986 1. Kongreye kadar, işkence, zindan, sürgün demeden çalıştık mücadele ettik. Büyük yıkımların yaşandığı, sosyalist sistemin buharlaştığı bir kesitte dün gibi bu günde azimle halkımız için mücadeleye devam etmeyi bir sorumluluk olarak belirledik: sayıları değil siyasal tutumları ortaya koyarak yürünmesi gereken yolu sonuna kadar kararlılıkla yürümeyi seçtik.

İtirafçı Engin Erkiner, suç dosyası çok kabarık biri. 12 Mart 1971 darbesinde, göstermelik olsa da adı KURTULUŞ GAZETESİ yazı işlerinde gösterilmiş olmasına rağmen ne hikmetse sorulmamış bile; o dönem ilgili ilgisiz herkesin işkence ve zindan yattığı dönemdir. 26 Ocak 1976 Malatya beyler deresi katliamının muhbiri olduğunu ortaya çıkarttık. Bu katliamın sorumlusu olması nedeniyle, karısı tarafından, suratına tükürerek boşadığı artık herkesçe bilinmektedir. Öyle değilse illegal bir örgütün Genel Komite Üyesi olduğu bir koşulda örgüt liderlerinin katledilmesine rağmen sorguya çekilmemesi, aranıp, sorulmaması açıkta kalan bir sorudur; üstelik İlker Akman’ın eniştesi, Ablasıyla evli olmasına rağmen. İtirafçı Engin, İlker akman ve arkadaşlarını ihbar ederek katlettirdikten sonra, elini kolunu sallaya sallaya askerliğini kısa süreli yapmış; bu da ona mükafat olarak verilmiştir.

İtirafçı Engin, bununla kalmamış, bordrolu polis memuru gibi devlete hizmet etmek üzere, Örgütün Ankara biriminde geride kalanları da tasfiye etmek üzere işe koyulmuş. Böylece 1977 yılı başından itibaren de Ankara örgüt birimi ölü ya da diri tasfiye edilmiştir; Yüksel Eriş ve Ömür Karamollaoğlu’nun ölümü, Rıza Salman’ın yakalanmasıyla Ankara örgüt birimi tasfiyesi tamamlanır.

Sıra, İstanbul’a gelir. İtirafçı seyyar tasfiyeci gibi polisin gözbebeği olarak şehirden şehre, birimden birime taşınır. İstanbul’da, bu güne kadar ayrılmayacakları ortağıyla buluşur. MİT ajanı İbrahim Yalçın’la tanıştırılır; bu ikili şebekenin buluşmasının derin arka yüzü, emekli MİT yetkilileri anılarını yazdıkça tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. İtirafçı, MİT ajanını örgüte taşıyor, kısa bir süre sonra örgütün tüm sırları ve yapılacak eylemler MİT denetimine geçiyor. Hangi saatte, nerede nasıl eylem yapılacağı, kimlerin katılacağı da dahil tüm bilgiler MİT’in eline geçmeye başlıyor; burada başka bölgelerden başlayan takip diye yapılmaya başlanan uydurmalar gerçeği örtemiyor; MİT, sadece İtirafçı Engin ve ajan İbrahim Yalçın’ın bildiği, başka kimsenin bilmediği eylem ve soygunların hangi saatte, kimlerle ve nerede yapılacağını ayrıntılı bir biçimde biliyor; üstelik bu bilgiler İstanbul Emniyet Müdürlüğüne de bu kanaldan taşınıyor (Geniş bilgi için; İstanbul MİT Bölge Başkanı Osman Nuri Öndeş’in “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” adlı kitabın sayfa: 280-290 yer alan, “Aşırı Sol Örgütlerden Acilciler Operasyonu” alt başlığına bakılabilir). MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın, örgüte katılmadan önceki eylemlerde hiçbir açık verilmemişken, İtirafçı Engin’in bu ajanı örgüte almasıyla birlikte örgüte ait tüm bilgiler artık MİT’in kontrolüne geçmiş olur. Soygundan 3-4 saat sonra, örgüt çökertilmeye başlanır. Örgütümüze yönelik 19 Ağustos 1977 operasyonun bilgiler MİT ajanı İbrahim Yalçın’dan, itiraflar ise Engin Erkiner’den gelir. (Bkz. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ bu ikili şebekenin el yazılı itirafları dosyalarda mevcuttur)

İtirafçı Engin, polise 20 sayfalık itirafnamesini teslim eder; hayallerini dahi anlatır. Sempatizan, malzeme, evler, tanıdık tanımadık herkes ele verilir; hayalde kalan veriler bile polise sunulur, unutulup da akla gelenler, mazgal kapısından polise aktarılır. Gelecekte yapılma olasılığı olabilecek eylemler ve kimler tarafından yapılabileceği söylenir; kurgularla isimler verilir; ilginç bir şey de “yapılması muhtemel eylemler” için, sürekli olarak Mihrac Ural adı verilir.
Böylece, itirafçı Engin hayatının sonuna kadar, sırtında taşıyacağı bir kamburu taşımış olur. Bizlerde devrimci örgüt sorumluluğuyla bu gerçekleri uygun bulduğumuz bir kesitte, devrimci kamuoyuna ve halkımıza açıkladık. İtirafçı kendini tek cümleye şöyle tanımlıyor; “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) Bizim söylememize bile gerek kalmadan kendini böylesine açık olarak itirafçı diye tanımlayan birinin bu gün de konuşmaya devam etmesi, bir hastalık değilse devam eden bir görevin uzantısından başka bir şey olamaz diye düşünüyoruz.

İtirafçı sırtında taşıdığı kamburun altında ezikliğini, çaresizliğini 3 yıldır sürdürdüğü karalamalarla hafifletmeye çalışıyor. Üç yıldır bir türlü bitirmeyi beceremediği, dolaysıyla iflasının açık göstergesi olan hayal, kurgu, yalan, senaryolarla örülü ithamları, belgesiz, kanıtsız olmaktan muzdarip kalmaya devam ediyor.

Buna karşı, örgütümüz iddialarını, itirafçının kendi el yazısıyla açık kanıtla ortaya koyarak bu çirkin yaratığı teşhir eder. Şu, bu örgüt çatısı altına kaçarak korunabileceğini sanan bu şebeke, gittiği her yerde aynı kirlilikle çalışınca, kaçacak bir yeri de kalmamış olur. En yakın gibi görünün insanlar bile, bir itirafçının, bir MİT ajanının ahlaksızlığından uzaklaşmayı tercih eder.

Bu konuda kamuoyunu bilgilendirmek için, ayrıca bir dizi soruyla bu şebekenin iç yüzünü ortaya koyduk. O, her itirafçı gibi, korkunun ecele faydası olur sanısıyla havlamaya devam etmeye mahkum olmuştur. Kervan ise, yürümeye devam ediyor
(Bu konuyla ilgili olarak http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ linkinden 1. DOSYA ve 185. DOSYA’ya bakmak yeterlidir)

SON APTALLIK

A.

İtirafçı Engin’in aklını, ortağı gibi para almış bulunmaktadır. “başka ülkede maliye haber alsa adamın yakasına yapışırdı” diyor. Bir de Maliyeye ihbar etmek istediğini belirtiyor. Her yazısında dile getirdiği ve bununla hangi aptalları etkileyeceğini bilmediğim hayali paralarımla ilgili feryatları bitmiyor. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” derler ya öyle bir şey. Hele bu para hayali olunca çok daha fazla yorar.

İtirafçı, hayallerine kadar uzanan paralarım için yapabileceği tek şey, her zamanki işi olan ihbarcılığa sığınıyor. Bunun için maliye polislerinin devreye girmesini talep ediyor. Bu ihbar, Suriye’de işe yaramadığı için ona önerim, “nasıl olsa işin bu, git uluslararası mali polise ihbar et”.

Oldu olacak, “Suriye’ye askeri operasyon için ABD, NATO ve Türkiye’ye çağrı” yapıyorsun. Hepsi birden aradan çıkmış olur.


B.

8 Temmuz 2011 tarihinde ABD Şam Büyükelçisi Robert Ford, eli kanlı Müslüman kardeşler şebekelerinin karargahı Hama kentine destek ziyaretine gittiği ortaya çıkmıştı; İtirafçı Engin Büyükelçinin kuyruğuna asılıymış, baktım da fark edemedim. “Suriye’ye askeri operasyon yapılsın” diye çığlık atınca fark ettim. Ben ve yoldaşlarım, ABD ve Fransa’nın Şam Büyükelçiliğini protestoya gittik, itirafçıyı orada aradık, bulamadık. Dostlarını bırakıp kaçmış, Şam’daki protestomuzda yakalasaydık, komşumuzu istila naraları atan bir çömeze gereken karşılığı vermemiz kaçınılmaz olacaktı; her şeye rağmen burası Ortadoğu, hiçbir şey belli olmaz, Irak’a, Libya’ya tankların sırtında Amerikanın uşakları olarak giren kukla ve ajanların sayısı az değildir.

Burası Suriye, buraya ayakları üzerinde gelen istilacının tek şansı var ülkesine sırtüstü dönmektir. İtirafçı Engin’i ve ortağı MİT ajanını İbrahim’i bekliyoruz…

C.

İtirafçı Engin, iç dünyasından mı, bilinçaltından mı bir kıskançlık krizi içindedir. Nedense ben ve çocuklarımın bindiği hayali jeep arabaları kıskanıp duruyor. İçimden “Allah dualarını kabul etsin” diye söylendiğimi de itiraf edeyim.

Aptal, bana karşı tepkilerini bu hayali söylemlerle işe yarar hale getireceğini sanıyor. 3 yıldır tek bir doğru iddia, yalan olmayan tek bir cümle kurmadı. Bu bir iflastır, bir tek kişi adı etrafında 3 yıl kesilmeden yazmanın başarısızlıktan başka bir izahı olamaz. Farkında değil…

İnsan, hangi çağda yaşadığını bilmeyince zaman ve mekan şaşkınlığı yaşar; jeep değil, imkan olsa uçak, jet binilir, en ileri teknoloji ve en ileri refah değerlendirilerek devrimcinin daha ileri bir uygarlık mücadelesine atılması sağlanır, bununla da çabalarının amacını simgeler. Bu aptal, gökdelenleri yıkarak gecekondu yapmayı devrimcilik sanıyor.

Akılları itirafçılığa eğilimli ya, söylenip duracak, nasıl olsa yalandan kimse ölmemiştir. Bilmeyenlere aramızda kalması şartıyla tiyo vereyim; Tüm ailenin ve yoldaşların bindiği ortak uzay aracı 1986 model Marcedes, iyi mi?...

Düldülümüzün 25. Yıl dönümüne itirafçıyı da davet edeceğiz…

D

Başka komedi ise yine para, yine para yine para…
Filistinliler şehit yoldaşlarımız için “adam başı 50 bin dolar” vermişlermiş. 4 şehit, 200 bin dolar; önceki yazılarında fiyat daha düşüktü, enflasyon oranlarına göre yükseltmiş bulunuyorlar (İtirafçının cinnet derecesindeki para algısı, şehitleri bile koyun gibi fiyatlandırmaya götürüyor.).

Kurguda sınırsız demagoji, bu adamın sığ bilinciyle ancak bu kadar olur; Basına yansıdığı kadarıyla, Saddam en güçlü döneminde bile “adam başı 20 bin dolar” vereceği yalan vaadi yapmıştı. Filistin örgütlerini bilenler bu yalanın komikliğini de iyi bilirler.

Kaldı ki, gerçeği öğrenmek, bu kadar zor değil. Basit bir başvuruya, resmi cevap bile alınabilir. Ama adamın derdi bu değil, uydur, uydur yaz, doğruyu kanıtlamak için çırpınan çırpınsın.

Oysa, bilinen basit hukuk kuralı gereğince, iddiayı yapan ispatla mükelleftir (hukuk, herkese lazım olabilir, elimize düştüklerinde hukuk diye feryat etmesinler).
Dünya alem bilir ki, Filistin örgütlerinin “kıçlarını silecek paraları yok” (Filistinlilerin kendi ifadeleri); o kesitte ve bu kesitte ölümüne giden silahlı adamlarına aylık bile veremezken, şehitlere 50 bin dolar vereceklerini var saymak aptallık değilse, komiklikten başka bir şey değildir.

Bu sallamayı yapanların ahlak namına bir şey taşıması mümkün değil. Bir itirafçının ahlaklı olduğunu kim iddia edebilir ki…

“25 milyon dolar”ım olduğunu unuttular galiba, 200 bin dolar da ne ki, bozuk para bile saymam… Hesaplarını yeniden gözden geçirsinler, ben çok daha fazlası olduğu kanısındayım!

Biraz dikkatlice cümleleri okuyan biri de çok rahat bir şekilde çelişkileri yakalayabilir. İtirafçı Engin farkında değil, bir yandan yoldaşlarımızın “Filistin davası için şehit olmadılar” iddiasını atıp “iki Filistinli örgütün çatışmasında öldüler” diyor. Diğer tarafta, kasası EL FETİH elinde bulunan Filistin örgütlerinin en çulsuzu NİDAL Cephesinden bu meblağların alındığı iddia ediyor. Nidal cephesini bilenler bilmeyenlere anlatsın; bu cephede yer alışımızın en önemli nedenlerinden biri, nispeten bağımsız hareket etme eğilimimizdendir. Trablus bölgesinde de bunu büyük ölçüde gerçekleştirdik.

Bu bölgedeki savaş ise herkesçe açıktır; İsrail, gerici Filistin örgütlerini Lübnan’ın güneyinden sürerek (1982 savaşının önemli bir nedeni de buydu) kuzeye, Trablus bölgesine konuşlandırmak istedi. Bu plan Mısır ve Amerikan yardımıyla da ikame edilmeye çalışıldı. Ancak Lübnan’ın direnen tüm devrimci güçleri, direnen Filistinli örgütler, buna şiddetle karşı çıktı. Bu palan Filistin devrimini tasfiye etmek kadar, çatışmayı farklı alana, Lübnan içi bir mezhep ve din savaşına sürmek anlamına geliyordu. Bu da İsrail’i rahatlatacak bir adımdı. Bu adıma güçten düşeceğini anlayan Em Fetih güçleri de alet oldu. Akıl almaz paralarla, devrimci direnme safları parçalanmaya çalışıldı, birbirine düşürüldü. Filistin davasının Oslo anlaşmasıyla girdiği kaos işte tas tamam burada mayalandırıldı. Filistinli davasının gerçek temsilcileri ise buna karşı tutum aldı. Tüm bölge devrimcileri de buna katıldı. Biz de bu bölgenin devrimcileri olarak İsrail-Amerikan çıkarlarını temsil eden, Arap gericiliğinin de alet edildiği bu plana karşı tüm bölge adına savaştık, şehit düştük.

Bunu 30 yıl sonra kirletmeye çalışanların, bölgemize NATO, ABD, BM ve Erdoğan’dan askeri operasyon talebini, ülkemiz Siyonistlerinin istemesi tamamen birbiriyle uyumlu bir konumlanıştır. Bunlar dün ne idi iseler, bu günde aynıdır. Bunların para delisi olmaları ve tüm yazılarının temel konusunu para oluşturmasının nedeni de budur.

Adam eleştireceğim diye bu ölçüde Siyonistlik yapmak ilginçtir. Acıyorum, hepsi bu.
İtirafçının sinirleri sakinleşsin diye, özel bir yazı siparişi veriyorum, hadi bakayım “garson” evladım iş başına. Hesap nasıl kesilir onu öğreteceğim de…
Evet, olay budur, bir itirafçının aklı ancak bu kadar sığ olur, nasıl düşünsün ki; derdi yalan üretmekten ibaret, daha çok ve daha çok yalan, kimse inanmasa bile kafalar bulanır.

Oysa, Acilciler sadece ve sadece enternasyonal dayanışma adına Filistin davasının orta yerinde yerlerini aldılar. Bu uğurda şehit oldular, bunun tek karşılığı yolumuzu aydınlatan şehit anılarıdır.

İtirafçı ve MİT köpeklerinin karalamaları ise, sadece hayatları boyunca içinde yer aldıkları itirafçılık gibi kirli işlerin ifadesidir.

E

Diğeri malum, İbrahim Yalçın. Aralarında bile “zaaf göstermiştir” ithamından kurtulamamış bir MİT ajanı. Bizim söz söylememize bile gerek yok, el yazılı itirafnamesinde kendini tanımlıyor;

Ben ADANA’ya MİT’e döndüğüm de Sarı’yı gördüğümü beni kongreye götürmek için geldiğini. 13 ve 16 Ekim’de ANTAKYA PTT’si önünde saat 14.00de buluşacağımızı bildirdim” (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:7) Diyor.

“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu ajan, muhatabımız değil cezasını beklesin.

Nebil Rahuma yoldaşın öldürülmesinin tek nedeni bu hayvandır; 2 kg altını örgütten habersiz alıp cebine indirmiştir (biz bilmiyorduk, gizleyip durdu, sonra itiraf etmek zorunda kaldı) ve yoldaşın katledilmesine neden olan tek gerekçeyi oluşturmuştur.

Bu ajan, sorduğumuz sırat köprüsü sorusuna hala cevap verememiştir. Bu adam MİT olduğunu itiraf etti. Ama bunun ötesi vardı, ne zamandan beri MİT’le ilişkide devrimci hareketlere zarar veriyorsun? Diye sorduk, cevap veremedi, itirafnamesinde bir yığın çelişkiyi ortaya koyduk, örgüt merkezine ilk gelişinde MİT talimatıyla geldiğini neden gizlediğini ve MİT’e neleri aktardığını sorduk, cevap veremedi. Diz bağları çözüldü, korktu; korkunun ecele faydası yoktu, bunu öğrenecek.

Karalamalarla, uyduruk senaryo ve belgesiz kanıtsız ithamlarla kamburunu örtebileceğini sandı. Ama olmadı. Bu adam, zaten hayatında tek siyasi cümle bile kurmamış bir ajandır. Bitmişi ele almanın bir gereği yoktur. Gününü beklisin (Bunun konuyla ilgili olarak http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ linkinden, 179 ve 214. DOSYA’lara bakınız)

F.

Bu şebeke, Acilden kaçınca TKEP’e sığındı; köylü kurnazları bu kirli insanlarla bir şey kazandıklarını sandılar. Sonuçta TKEP buharlaştı. Bu buharlaşma nasıl oldu bilemiyoruz, polis, MİT neler yaptı bilemiyoruz Bu örgütün emekçileri bunun hesabını er ya da geç soracaklar, diye düşünüyoruz.

TKEP buharlaştırıldıktan sonra, bu ikili çete bu kez bir daha Acilcilere çamur atmaya, onurlu direnme tarihimizi kirletmeye başladılar. Hani derler ya “İstenince, Kuran’dan bile şeytan sözü çıkarılır” işte öyle bir şey. Onurlu bir tarihi direnme örgütünde binlerce çabanın olduğu bir yerde, “hata yapmamanın sigortası iş yapmamaktır”. 35 yıla yayılan, ülkemiz dahil bir dizi yurt dışı ülkesindeki çabaları ve zorlukları içeren çalışmalarda hatalar da gündeme gelmiş olabilir. Ancak bunları bile, belgesiz, kanıtsız, tanıksız, duyum ve ölü konuşturucularının karalama çorbasına dayanarak bir tarihi direnme örgütünü kirletmeye çalıştılar. İşleri bu. Bir derin yerden işaret gelmiş ve iş başına dönmüş gibiler. Gibisi fazla…

Adama günaydın derler, itirafçısı 1982’den, MİT ajanı 1988’den beri örgütümüzle uzak yakın hiçbir ilgileri olmamasına karşın 2011’de mi aklına geldi bunlar. Oturup 1982 ayrılığında, tartışmaların en keskin olduğu kesitte yazdıklarına baksınlar; örgütü öven, çabalarımızı takdir eden yazılarına baksınlar (bkz. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ tümü bu linkte, el yazıları ve altında imzalarıyla DOSYALARDA yayınlandı).

Kökleri 1970 yıllarına dayanan ve olduğu gibi bu güne gelen Türkiye’de hiçbir devrimci örgüt kalmadı. Kongresinin seçtiği sorumlularıyla, gerilemelerine rağmen ayakta kalan tek örgüt THKP-C (Acilciler) örgütüdür. Yayınlarıyla, olduğu kadar olaylar karşısında aldığı fiili duruşlarla bu örgüt mücadelede kararlılığıyla yürüyor. Bu ikili şebekenin sıkıntısı da budur. Varız ve var olana saldırıyorlar. Görevleri bu. Elbette ki MİT’in başka alanlardaki ajanları gelip örgütümüze saldırmayacaktı, karalamayı doğal olarak bu örgütte bir zamanlar bir biçimde yer almış olanlar yapacaktı. MİT, ajanlarını bunun için el altında tutar ve zamanı gelence de böyle işe sürer. Olay bu yanıyla çok açık, bu ikili şebekeyi tanıyan herkes da ayrıntıları bilir (bunun için eski yoldaşlar, bunları neden zamanında tasfiye etmediniz diye şu ana kadar bizi eleştirir)

Böylesinin dünyada bir başka örneği yoktur. Yaptıkları, polis işidir, derin devlet, Özel Harp Dairesi işidir. Veriler tamamıyla bu gerçeğe işaret ediyor.
Örgütümüzün İstanbul biriminin 1977 yıllarında uğradığı baskınların gerçekliğini öğrendiğimiz gibi, bu gerçekleri de MİT’in yetkilileri emekli olup anılarını yazdıkça resmi olarak öğrenmiş olacağız. Bizim çabamız, elimizdeki verileri kamuoyuyla paylaşmaktır.

G.

Şimdi de örgütümüzün temel kadrolarına, uzun yıllar örgütün yükselişinde emek veren, işkence zindan yatan, ülkede kararlıca kalarak mücadele yürütenlere çamur atmaya çalışıyorlar. Bunun için de Amerikan filmlerinden bildiğimiz, biri iyi polis diğeri kötü polis rolündeler. Kendilerine yakışan ifşaat furyasıyla ilgileri olmadıkları tarih üzerinde hüküm verme şaklabanlığı yapıyorlar. “Aynı yerde durduklarını” dile getirerek övünürken, 1. Kongreye gönderdikleri el yazılarıyla bu gün durdukları yer arasındaki uçurumu unutuyorlar. Tarih ve tarih yazımı bir akademik dikkat isterse, bunların yaptığı olsa olsa, M. Yavuz yoldaşın, itirafçıdan ilham alarak önerdiği “Tuvalet Taşı”na yapılacak olandan ibaret kalır.

Özel mektupları izinsiz yayınlama ahlaksızlı kişinin kültürüyle ilgilidir. Buna kimse karışamaz. Temel kadrolarımızın bizlere gönderdiği özel mektupları açıklarsak küçük dillerini yutarlar (sonuncusu bu hafta gönderildi), Bunlar yoldaşlık bağını bilmiyorlar, Acilciliği hiçbir zaman içlerine sindirmemişler, kirlidirler kirletmeye çalışacaklar, bu kişinin doğasıyla ilgili bir duruştur, başka türlü yapamaz. Buradan, temel ekibimiz dediğim yoldaşlarla özel mektuplaşmalarımızın içeriğini bilsinler isterim; her zamanki dik duruşlarıyla, sevgi, saygı ve bağlılıklarıyla düzenli haberleşme ve yazışmalarıyla, bu mücadelenin emektarları olmaya devam etmenin belgelerini bulacaktırlar.

Ancak, genetik akıl atlasları kirlilik saçmak üzere kurgulanmış hastalar için hiçbir açıklama şifa olamaz. Utanması olmayan bu insanları, geçmiş ortak emeklere hürmeten muhatap almadım, almayacağım da ancak elimde olmadan suratlarına tükürmekle yetineceğim.

Bu şebeke anlamıyor, biz kendimizi pisliklerden özgürleştirdik, hedef kitlemizle uzak yakın ilgileri olmadığını, bu nedenle ne kendileri ne de onlarla ilgili olabilecekleri önemsemeden çalışmalarımızı sürdürdüğümüzü bilmiyorlar. Yazılarımıza baksınlar ne demek istediğimi iyi anlayacaklar. Anlamadıkları, çılgınlık ölçeğinde içine düştükleri çözümsüzlük ve iflas da buradan kaynaklanıyor.

Onurlu mücadele insanı Fuat Çiler yoldaşı bir kenara bıraksınlar, dönüp Burgaz’ın Suriye konusundaki tavrını öğrensinler bakalım, bu alçaklar için hangi küfürleri ettiğini kulaklarıyla duysunlar; bana ve Remzi yoldaşa telefonda söylediklerini, bir de onun ağzından duysunlar.

H.

Sonra, bu şebekenin, medya duyumundan öteye geçmeyen siyasal düzeyleriyle, ABD, NATO, BM Türkiye, yani önüne kim gelirse gelsin, sırf Mihrac Ural’a düşmanlık için Suriye’ye askeri operasyon çağrıları yapma komikliğine benim söyleyeceğim tek şey; Suriye halkının son sözünü söylediği, 15 milyon insanla meydanları doldurduğu güne baksınlar.

29 Mart, 21 Haziran 17 Temmuz 2011 tarihinde sadece Şam’da milyonlar üzerine milyonlarca Suriyeli, Lübnanlı 30’u aşkın devrimci örgüt ve bölge ülkeleri devrimci hareketlerinin katılımıyla yapılan, “Suriye yönetimi ve halkına destek, emperyalist güçlere karşı direnme” mitinglerini hatırlatacağım. Buna günü birlik ülkenin tüm köy, mahalle, ilçe ve illerinde kesilmeden süren destek mitinglerine akın akın gelen, milyonlar üzerine milyonlarca Suriye vatandaşının haykırışlarını, suratlarına bir tükürük, bir şamar olarak patlatacağım. Ötesi BOP uşaklığıdır, herkes safını belirlesin.

İ.

Son komedi ise, diplomalarıyla her gün övünen cahilin anayasa üzerine yaptığı sallamalardır.

İtirafçı, demokratik anayasa mücadelesini kumar masasındaki “restleşme” gibi algılıyor. Sorunu CHP ile AKP arasında görüyor.

Bu aptalın yazılarını takip eden varsa mutlaka yakalamıştır, elastiki kelimelerle her an her yöne dönecek bir tarz, bilgi kaynağı medya olması nedeniyle tedirgin söylemler ya da reklamları andıran parlak cümleler. Altı üstü bu kadar.
Bilgi, araştırma diye bir söylemi yoktur. Kendine ait bir soyutlaması ise hiçbir zaman olmamıştır.

Bu konuda söylenmesi gereken şey, 135 yıldır 5 anayasaya rağmen başarılmamış demokrasinin ikamesi için, halklarımızın ve özellikle Kürt halkının nesnel veriler üzerinde yükselttiği mücadeleyi bu sürecin temeline oturtma gereğidir. “restleşme”yi değil. Siyasetin bu son halkasında ortaya çıkan mücadeleyi bir kumar restleşmesine benzetmek en hafif deyimle halkın özverilerini inkardır. Bu benzetme de değil, halkın özverilerle yükselttiği mücadeleyi iç dünyasındaki milliyetçi reflekslerle küçümsemedir.

Ülkemizin milliyetçi solcularında bir hastalıktır bu duruş. Normaldir ve ben bunu çok iyi anlarım; bu ülkede egemen ulus solculuğunun azınlık devrimcilerine nasıl yaklaştığını bilmeyen yoktur. Bu konuda yazdığım “ANAYASA MARATONU” başlıklı makalemi, AYRI VARLIK bloguma bakarak, okuyabilir ve itirafçı aptalın siyasi olma çabasındaki cehaletini yakalayabilirsiniz.

SON REFLEKS

İtirafçı çok şaşkın. Beli ki her yazım, her eleştirim içine çok oturuyor. Yoksa 3 yıl boyunca, 30 yıldır ilgisi olmadığı bir örgüte ve sorumlularına böylesi bir şaşkınlıkla, yalan ve abartmalarla saldırmazdı. Bu refleks bir iç sıkıntının ifadesidir. Bunu son yazdığı ve yine Mihrac Ural adını başlığa çıkarttığı yazısında da (18 Temmuz 2011) görmekteyiz; “Mihrac Ural’ı bitirdik, yok ettik, tecrit ettik, sol içinde yeri kalmadı, devrimci katili olduğu anlaşıldı, siyasi yazıları tın tın…” vb. Malum nakarat, peki ölçüt ne? Belgesi, kanıtı nedir bu iddiaların. Bir hiç.
Adamın okuruna saygısı yok ya, istediği sallamayı yapar önemsemez bile; aynı yazısında, eski yoldaşlardan gelen eleştirilere ve eleştiri edenlere karşı ahlaksız küçümsemelerle saldırıp durmasıda bunun bir ifadesi.

Ben bu kısımda başka bir şeyden söz edeceğim. İtirafçı benim yazılarımın yayınlandığı sitelerde yazılarının yayınlanmasını istemez (Ama ortaklarından A.O vb. bu konuda hiçbir sıkıntı duymaz, tersine reklamın iyisi kötüsü olmaz der). Böyle bakınca İtirafçıyı tutarlı biri sanırsınız. Mihrac Ural’la aynı grup ya da sitede yazılırının yayınlanmasını ve adının geçmesini istemez.

Bu nedenle www.gomanweb.com sitesi moderatörüne tepkisini bildiren bir ileti gönderir ( 5. Mayıs. 2010 ). Modoretör Mustafa Elveren hoca da ona hakkıyla insanlık, yazarlık, yayıncılık ahlakını öğreten bir cevap verir. Bu bilgiler tümüyle ve ayrıntısıyla bana da iletilir ( bütün bu yazışmalar Mayıs 2010 tarihinde AYRI VARLIK blogunda yayınlandı). Buraya kadar her şey normal.

Okurlarıma her zaman bu itirafçının turasız, silik, sinsi, kinci, demagoji dışında bir şey olmadığı, tutarsız ve kof biri olduğunu anlattım. İşte açık ispatı;
Yıllardır üyesi olduğum Diyarbakir@yahoogroups.com yazılarım yayınlanır. Engin Erkiner bir yıl önce bir yazı gönderdi ve yayınlandı. Ancak sonra kesildi. Anladım ki adam tutarlı, benim olduğum yerde olmak istemiyor. Ama öyle değil, böylesine prestijli bir grupta yer almamak onun için büyük bir kayıp; kendine güvensiz insanlar her zaman kendilerine sığınacak bir yer ararlar. O da böylesine prestijli bir grupta olmaya can atacaktı. Oysa kendisi “bol diplomalı” biriydi, nereye düşse ayakları üzerine gelirdi. Ama öyle değil. Mihrac Ural’da yazıyor olsa, bu grupta yer almak ilkeleri çiğnemek anlamına gelse de değerdi.

O cahil yazılarını bu grupta kim okuyor bilmem, ilgili de değilim. Ben fikirlere ve fikirlerin özgürlüğüne inanırım. Bu açıdan kimin nerede nasıl yazdığını önemsemem. Şimdi bu ilkesiz herif yazılarını benim uzun zamandır yazmakta olduğum grupta, kendi reklamı için göndermekte bir beis görmemektedir. Yani yazıları yazılarımla birlikte yayınlanır oldu. Peki ilkeler nereye gitti, bu palavracının ilkesi olsaydı, yönetici olmanın sorumluluğuyla, poliste bir tokat yemeden itirafçı olmazdı. Olay bu kadar basit.

Diyeceğim şu, zorlamalarla gerçekleri ters yüz edemiyorsunuz, ufaksanız, tüylerinizi ne kadar kabartırsanız kabartın gerçekte ufak kalacaksınız…

Arkadan nal toplayan böylesi onursuz, böylesi ahlaksız bir itirafçıya acımayıp da ne yapayım…

RECEP YOLDAŞ

Buraya kadar yaptığım giriş yeter. Şimdi şehit yoldaşlar ve anılarımıza geçebiliriz.
İşte bu şebekenin de bulunduğu bir kesitte, Isparta Ceza evinde Recep Güregen yoldaşı tanıdım. O bu şebekeyi tanıdığı an nefretle anmış, birçok fırsatta gereğini yapmak için öneride bulunmuştur. Onu hep, bu sorun şiddetle değil, kuşatmayla, tecritle çözülür diyerek teskin etmeye çalıştım. Bu yöntemim de sonuna kadar bir ilke olarak bu türlere karşı örgütün politikasını belirledim. Böyle olmasaydı, herkes gibi kendileri de çok iyi bilirler ki, yaşamları iki dudağım arasında biterdi.

“Recep yoldaş, farklı bir alemin alaylısıydı. Ceza evinde adli bir mahkum olarak bizimle bir aradaydı. Zindan sürecimizi bir siyasi alan çalışması haline getirmiştik. Mahkumlarla ilgileniyor sorunlarına çözüm bulmak için çalışıyorduk. Siyasi mücadeleye eğilim olanları eğitim çalışmalarına, kitap okuma etkinliklerine davet ediyorduk. Bu geniş kitle içinde bize yakınlığıyla, içten ve dürüstçe yaklaşanların başında Recep yoldaş vardı. Bizde ona önem verdik.

Bir siyasi ilişki bağları bu yakınlaşmanın ardından kurulmaya başlanmıştı. Duyarlılık bu noktadan sonra, alaylı olmaktan çıkıp medresede diz çürütmeye doğru yöneldi. Recep de bu süreci başarıyla aşmak için canla başla kendini bizlere ifade ediyordu.

İlk kitap okumaları, eğitim çalışması türünden sohbetler böyle yükseldi. Zindanları medrese haline getir geleneğimizin bir parçası olarak Recep yoldaşta sürecin bir parçası oldu. İnsan olarak bizlere, siyasal olarak da örgütsel değerlerimize tutkun bir sevgiyle bağlandı. O kesitte bizleri tek tek tanıdı. Kişileri, işkencedeki tutumlarıyla ve gelecekteki yerleriyle bilince çıkardı.

Mahkememiz Isparta’da başladı. Mahkemeye çıkışımız devlet açısından akıl almaz önlemlerle oldu. Ring arabasının geçeceği sokaklarda, binaların üzerinde polis, asker jandarma her türden güvenlikçi otomatik silahlarla konvoyumuzun geçişini takip etti; Acilciler adı, zindanda olmamıza rağmen, geride koruduğumuz yöneticilerin yükselttikleri mücadeleyle devlet için üzerinde durulan bir tehlike olarak algılanmıştı. Bu normaldi. Zira içerde olmamıza rağmen, dışarıda bıraktığımız yönetici yoldaşlarla, örgütümüzün yükselişi için elimizden gelen her şeyi, sorumluca yerine getirme mücadelesi veriyorduk. İtirafçının etkisini, esir düşmemize rağmen kırmış, yeni süreç ilgili bilgi almasının sakince yapılan, bir kuşatmayla etkisizleştirmiştik.

Zindan sürecimiz boyunca örgüt, bizlerle tam bir dayanışma ve bağlılık içinde dışarıda kalan yöneticilerle yoluna devam etti. Ziyaretçi akını o kesitte örgütsel yükseliş ve yaygınlığımızın bir belirtisi olarak kendini ifade ediyordu. Bu nedenle sürgün edilmediğim bir ceza evi kalmadı.

Recep Yoldaş bu gelişmeleri yakından izliyordu. Örgütümüze katılma isteğini yaptığında, “önünde uzun bir yol” olduğunu belirttim. Önce alaydan medreseye yükselmesi gerekti. Geçmişiyle ilgili özeleştirisini halkımıza karışı bir biçimde yapması gerekirdi. Kendini aşmalı bizden biri olmalıydı. Çok sıcak ve içtendi, her şeye hazırdı.

Mahkemeye çıkış günlerimiz yaklaştıkça, mahkemedeki tutumla ilgili etkinliklerimiz üzerine verdiğim karar, bir yandan savunmanın nasıl olacağına ilişkinde diğer yandan kamuoyuna mücadelemizin ve doğrularımızın arkasında olduğumuzu örgüt pankartını açarak ilan edeceğimiz yönündeydi.

Acilciler davasında savunma konusu:

Aynı davanın insanları olarak Isparta cezaevinde toplandığımızda, savunma üzerine kimsenin belirgin bir kanaati yoktu. İtirafçıların ise her zamanki sinsiliklerle kendini koruma çabası belirginleşiyordu. Buna son verdim. Açık ve net tutum aldım ve bunu uyulacağını ifade ettim. “poliste çözülen, itiraf ettiği her şeyi direk kendi adına üstlenecekti”. O gün bulunabilecek en olumlu çözüm buydu. Bir iç sorun yaşanmamak için, o günün verileriyle yeterli olan tutum buydu. Şiddet değil önlem ve çözüm örgütsel yönetimimde esastı bunu dün gibi bu günde sürdürme kararlılığı içinde oldum. Recep yoldaş bu gelişmelere de zaman zaman ortak olacak bir yakınlık ve örgütsel ilişkide ilgili oluyordu; o kesitte Recep yoldaşın gösterdiği haklı refleksler, örgüte zarar verenler için bir yaptırım olarak uygulansaydı, bu gün boş teneke lakırdılarını duymamız mümkün olmayacaktı. Ancak örgütsel süreç reflekslerle yönetilemezdi. Yaraya tuz basılmıştı ama her şey bilinçte korundu.

Örgüt pankartının açılışı:

Aldığım ikinci önemli karar örgüt pankartının açılması kararıydı, Ali sönmez yoldaş bu onurlu görevi günülüce üstlendi.

Mahkemede açılacak Pankartı ellerimle çizdim. Ali Sönmez mahkeme salonunda devrimci haykırışlarla pankartı açtı. Mahkeme salonu karıştı; Annam, babam, dostlarım ve yakınlarımda orada dehşete düşmüşlerdi. Jandarma üzerimize yürüdü. Ali sönmez yoldaşın haykırışları yalnız bırakılmıştı. Sonucu ne olursa olsun ona katıldım ve üzerimize gelen jandarmalara karşı direndik. Onursuzca sessiz kalan kişi itirafçı oldu. On yıllar sonra “siyasi savunma” yaptığı iddiası ise bu ayrıntıları bilmeyenlere yutturulacak püsküllü bir yalandı. O siyasi savunma yapmaya mahkum edildi. İtirazı da olamazdı çünkü bir itirafçıydı. Böylece Türkiye devrimci hareketi tarihinde ilk kez bir itirafçı örgüt kararıyla siyasi savunma yapmaya mahkum edilmiş itiraflarının tümünü üstlenmesi sağlanmıştı. Bu şeref acilcilere aittir.

Şehit Recep Güregen, bu süreçlerin canlı tanığıydı. Maharetleriyle de zindan içinde yapılabilecek her işte katkı sahibiydi. Mahkemede aldığımız tutumun yankısı, basın ve ülkemizde oldukça etkili olmuştu. Bu etki Isparta cezaevinde de kendini gösterdi. Acilcilerin Adli mahkumlar komünü algısı ve oluşumu buradan itibaren ete kemiğe bürüdü.

Recep yoldaş sabırsızlıkla İstanbul’daki mahkeme gününü bekledi. Halkına karşı geçmişiyle ilgili öz eleştirisini, aynı yolla yapmak istedi. Mahkemede okuyacağı metni yazdım; bir sayfalık bir metindi; önemli cümleleri hala aklımda, “geçmişte yaptığım yanlışlardan dolayı halkımdan özür diliyorum, yolum halkımın çıkarlarının yoludur, bu yolu THKP-C (Acilciler) örgütü içinde bir militan olarak sürdüreceğimi ilan ediyorum…” diye devam ediyordu.

Pankart hazırladım, beline sardı ve İstanbul’daki mahkemesine yöneldi. Sonra aldığımız haberler Recep yoldaşın mahkemede gösterdiği devrimci tutum ve haykırışı teyit etmişti. O artık bir Acilci militandı, alaylı olmaktan çıkmış medreseli olmuştu.Sonrası zindan zindan ördüğü devrimci direnişlerle ilerledi; meşhur Sinop Kalesi Cezaevinin yakılması bu direnmenin önemli bir kesitidir.

Recep yoldaş bir kararlı iradeydi. Sigara biricik tesellisiydi ve günde, birden çok sigara paketi tüketirdi.

Bir gün yanıma geldi. “siz sigara içmiyorsunuz. Bu ilke ise, buna uymak isterim değilse yine bırakmak isterim, üzerimde geçmişten kalan olumsuz bir izle yürümek istemiyorum”.

Bunun üzerine, “Genelde yoldaşlarım sigara içmez, ilke değil bir duruştur. Bana uymak istersen bunu bir defada bırakacaksın ve bitecek” dedim.

O an hiç düşünmeden, önceden düşünüp algılamasını tamamlamış olarak, elindeki sigarasını küllüğe ezercesine bastırıp söndürdü. Gömleğinin ön cebinde yeni açılmış sigara paketini de çıkartarak, avucu içinde sıkıştırıp büzüştürdü, ezdi. Ve yere attı. Buraya kadar dedi. O günden itibaren sigarayı ağzına almadı.

Bu duruş, bir yanıyla bizleri örnek alan sevgisinin ifadesiydi, diğer yanıyla bu sürece kararlıca girdiğinin de bir göstergesiydi. Bizim çevremiz genellikle sigara içmezdi. Devrimci olmanın, sigara içip içmemekle ilgili olmayacağını söylemeye bile gerek yoktu. O, her şeyiyle bize benzeme çabasında saygı ve sevgiyle göstermek istediği bir tutum almıştı. Bu satırları yazarken bir kez daha, sevgi olmadan devrimciliğin asla olmayacağını hatırlatacağım.

Recep yoldaş örnek bir evrim süreci yaşadı. Niğde cezaevi firarı sonrası derhal örgütsel göreve koştu. Sağlam bir ekip oluşturup, sürece kararlıca atıldı. Bu sürecin gelişmelerinden doğal olarak örgütsel işlevleri dondurulan İtirafçının uzak yakın bir bilgisi ve haberi yoktu. Ceza evinden örgütsel yükümlülüklerimizi başarıyla yerine getirmemizin altında da bu ihtiyatlı tutum yatmıştır.

Acilciler bir onurlu direnme örgütüdür. Tarihleri bu örneklerle doludur. Recep, Silifke’de polislerle çatışmada şehit oldu. Direndi, teslim olmadı. Çünkü o gerçek anlamda bir Acilci militandı.

Dün gibi bu gün de demokrasi mücadelesinin kararlı insanları olarak, Recep yoldaşın anısını tarihimizin övünülecek örnekleri olarak bilince çıkarmayı bir görev sayıyorum; olumlularımız, başarılarımız bize olduğu kadar devrimci harekete de katkı sağlayan etmenlerdir. Genç devrimci kuşakların bizden beklediği de budur.

Recep Yoldaş, THKP-C(Acilciler) seni kararlı bir irade olarak, derslerle dolu anını, gelecek kuşaklara ve mücadelelerine taşımaya devam edecektir."

Hüseyin Gürkan yoldaş, bu mücadelenin bir militanı olarak şehit oldun. Mücadele de Recep Yoldaşla birlikte omuz omuza dövüştün anın mücadelemize ışık olduk yüreğimizde yaşıyorsun.

BU FERYATLARIN TARİFİ YOKTUR

Hasip Yiğitoğlu
16 Temmuz 2011

Bu feryadın,bu acının tarifi olmaz.Bu acıyı anlamak için illaki,anne veya baba mı olmak lazım……
Bu toplumun sağlam yüreği yok mu.Bu savaşın bitirilmesi için,bana ne düşer.Benim yapacağım bir şey yok mu ,dememiz gerekmiyor mu….
40 yıldır,toplum alarak Kürt sorunun çözümünü hep askerlere bıraktık.Gerçek çözümün siyasi,sosyal politikalardan geçtiğini,empoze edilen zihinlerden dolayı hiç kabul etmedik.Anlamadık demiyorum,Kabul etmedik.
Nasıl bir çürümüşlük var bu toplumda.Nasıl değiştirilecek bu zihinler.Siyaset mekanizmasını kuşatan bu anlayış devam ettiği sürece,maalesef,daha çok kan dökülecek,daha çok ana yüreği paralanacak.
Diyarbakır”da yaşanan son çatışmalar üzerine,Hükümet muhalefeti eleştiriyor,Muhalefet iktidarı eleştiriyor.Sonrada bugüne değin,en az onlarcasına tanık olduğumuz yeni bir deklarasyon yayınlandı.Yine aynı kelimeler,aynı tespitler.Kimisi dış emellere kafaları takmış,kimisi PKK”nın iç sorunlarından kaynaklandığını,kimisi bu bir iç savaş habercisidir gibi sorunun esasına uzak duran anlayışlarla fikir empoze ediyorlar.Gerçeklerin etrafında dolanıp duruyorlar.Sorunlarla yüzleşmek istemiyorlar.Sorunlar karşısında,söylemleriyle yarattıkları toplumsal cinnetten olacak ki,ne yapacaklarını bilememektedirler.Bir şaşkınlık içindeler.Hatta sorunların gerçek çözümleri konusunda konuşacak cesaretleri kalmamış.
Halkın bilinçaltını nasıl kirlettiklerinin halen farkında değiller.Hala aynı argümanları kullanmaktadırlar.Bu akılla toplumsal barış gerçekleştirilemez.
((Devamı altta))

Devletin görevi halkına güven vermektir.Devlet her analizi yaparak halkına güven mesajları verir.Sorunların üstüne gitmek ve çözüm üretmek devletin en temel işlevidir.Hiç unutulmaması gerekir ki, halk yoksa devlette olamaz.Devlet insanların bir araya gelmesiyle var olmuştur.Devletin attığı her adım,söyleyeceği her kelime,güven açısından halka süreklilik iletmelidir.Aksi halde şüphelere neden olunacağı için toplumsal ayrışmalara davetiye çıkartılır.
12 Haziran seçimlerinden sonra herkesin kendini içinde bulacağı bir anayasa düşü yaşanırken,birden bire gerilim üreten söylemlerin dozu arttırılmaya başlanmıştır.Seçim sürecinde yaşananlar zaten gerilimi yeterince arttırmıştır.Siyasi partilerin propaganda malzemeleri siyaset mekanizmasının tam aksine,küfürlü,hakaretli olmuştu zaten.Halk,tercihlerinde Demokratik zihnin çok ötesinde duran bir durumla karşı karşıya bırakılmıştır.
Her şeye rağmen seçim sonuçlarının ortaya çıkarttığı durumu inkar ederek,yada zafer sarhoşluğu psikolojisi ile algılamakta gerilimi arttıracak anlayışlara neden olacaktır,sakınılmalıdır..Tükürdüğünü yalayacaksın,yada burnunu sürteceğim gibi söylemler ne gerilimi azaltır,nede demokratik anayasa konusunda konsorsiyumun önünü açar.Konsensüs sağlanmadan yeni anayasanın hayata geçirilemeyeceği apaçık ortada dururken,bu söylemlerin boş yere söylenebileceğine inanmak mümkün mü….
Diyarbakır”da yaşanan çatışmalardan sonra,Başbakan”nın BDP nin artık hiçbir talebi olmamalıdır,sözleri çok manidardır.Çoğulcu demokrasi açısından son derece tehlikeli yaklaşımlar içeren her davranış ve sözlerden kaçınılmalıdır.
Gerilimin dozu neden arttırılıyor.Demokratik sürecin hassasiyeti ve konsensüs zorunluluğu ortadayken,gerilim üreterek neler hedefleniyor.
Açıkçası,Yaşananları Siyah ve Beyaz gibi analizlerle yorumlamak mümkün olmaktan çıkmış bir hal aldı.Kafaları karıştırıcı çok şeyler oluyor.
Sorular,sorular.Cevap bekleyen çok soru var.
Açık toplum geleneğine uzak duran politikalarla barış toplumu olunamayacağı,tarihsel bir gerçekliktir.Güvenlik ve halka güven yönünden soruları ve sorunları açıkça analize etmek zorunluluktur.Kafaları karıştıran ne varsa araştırılmalı ve ne gerekiyorsa evrensel stratejik bir yaklaşımla sonuçlandırmak gereklidir…
Halkın tatmin edilmesi şarttır.
Şimdi,televizyon ekranlarına yansıdığı kadarıyla,Diyarbakır”da yaşanan çatışmalar üzerine yapılan tartışmalardan anlaşılıyor ki,bazı cevap bekleyen sorular vardır.Başbakan”ın bir önce halkı rahatlatacak açıklamalarda bulunması gerekmez mi…..
Bir şehit babasının haklı şüphe ve soruları var.Havada kalmamalıdır.Bu süreç mutlaka sorgulanarak akli selim bir şekilde atlatılmalıdır. Karanlıkta kalan ne varsa,zaman kaybetmeden hamaset aklının kirlenmiş zarlarını,bir operatör doktor uzmanlığıyla almamız gerekmektedir.
Sonuç olarak,Demokratik Anayasa her oyunu bozabilecek sihir niteliğinde olabilir.Bu anlamda,Türkiye”nin stratejik siyasi yolu,demokratikleşme ve barışçı kültür algısı sentezli olmalıdır.
Bu kirli savaşta evlatlarını kaybetmiş tüm annelerin acısını paylaşıyor,sabırlar diliyorum.