1 Temmuz 2010 Perşembe
ALEVİLER AYDINLIĞIN MAKUS KADERİ
( 2 Temmuz 1993 anısına)
http://mirural.blogspot.com/
Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
2 Temmuz 2010
Alevilik, İnsan merkezlidir, evrimcidir, akılın cesurca kullanılması üzerine kurulmuş felsefi esaslara dayalı toplumsal bir yaşam tarzıdır.
Bilgelerinden feyiz almaya devam eden sadık bir öğrenci olarak bu satırların yazarı, Aleviliği siyasi bir yönelim olarak algılamanın onu kısırlaştırmak olduğunu dile getirir.
Alevilik üzerine bu gün oynanmak istenen siyasal oyunlar, bin yıldır iflas eden akılların son hamlesidir; ya asimile etmek ya da yedeklenmek üzerine kurulu bir denklemdir. Bunun için Alevileri uyarmak bir sorumluluktur diyorum.
Alevilik siyasal süreçlere duyarlıdır, ancak siyasal bir yol değildir.
Katliamlarla oluşan bir tarihin içinden çıkıp gelmekte olan Alevilik, bir uygarlık gücüdür; güç uygarlıklarına karşı direnenlerdir. Aleviler bir aydınlanma gücüdür de. Ancak aydınlanmanın makus kaderini aşamamış, kimlik bunalımını çözememiş bir güçtür. Bu kaosu aşmak için önlerinde duran tek yol daha çok demokrasi ve özgürlük için mücadele yoludur. Onları bu yoldan sökmek isteyen inanç tutucularına ve milliyetçi bölücülere karşı da direnmeden geçer. Bu nedenle, Aleviler ülkemizin bir farklı varlığı olarak, tüm farklılıkların hak ve talep mücadelesinde taraf olmasını, açık tutum almasını başarmalıdır.
Aydınlanmanın makus kaderini bu yükümlülüklerini başardığı oranda yenebilir.
***
2 Temmuz 1993 Sivas katliamı anısına, bir yıl önce yazdığım makalede, şu belirlemeleri yapmıştım.
“ ‘Acı çekmeyi erdem saymak’ zalime ve zulmüne ortak olmaktır. Aleviler bu çöküşün, bu bataklığın tam ortasındadır.
Katilleri başka yerde aramayın. Gerçek katil siz Alevilersiniz. Siz ektiniz siz biçiyorsunuz. Başkasını suçlayarak korunmaya çalışmayın. Gerçekle, tarihle cesurca yüzleşmediniz; bari ebede kadar susun da daha çok batmayınız. Bu halleri pür meallerinizle, daha birçok 2 Temmuz’a kapı aralarsınız, fırsat tanır yakılıp yıkılırsınız. O gün bu gün yüzlerce Kerbela’yı üreten siz oldukça, bu makus kader de peşinizde kalacaktır.
Bu tarihi böyle tamamlayamazsınız. Başınıza örülen bu cehennem denklemlerini böyle aşamazsınız. Siz acıyı erdem saydıkça, size acı dayatılacak; siz ağlayıp sızladıkça, size daha çok bela verilecek. Doğanın kanunu budur, insanlıkla değil barbarlıkla yüz yüzesiniz; artık, bunu anlayın.
Sen kendini Alevi sayan
Sen, evet, evet sen…
Koş aynanın karşısına geç, o duyarsız suratına okkalı iki şamar indir.
Öyle ki şamar sesi komşulardan duyulsun.
Kendinle, tarihinle, cesurca yüzleş; makus kaderini değiştir, benliğinle hesaplaş, kendine gel!” ( Mihrac Ural, bildiri “Temmuz 1993 Anısına”, 2 Temmuz 2009)
Sözlerimi çok sert bulanlar oldu. Bu kez farklı bir dille konuyu aktarmak istiyorum. Ülkemizin demokratikleşme sürecine bir katkı olması dileğiyle, Alevilerin kaderi ve aşması gerekenleri belirteceğim.
KİMLİK BUNALIM
Dengelerini bir türlü oturtamayan bir ülkede yaşıyoruz. Orijinal olmak, nesnel verileriyle uyum içinde sosyal, siyasal yaşam düzeneği kurmak bu ülkede bir türlü oturtulamıyor. Statüler, gergin dengeler üzerine kurulmuş, ölüm denklemleriyle de yeniden üretilmektedir. Bugünün sorunu değil; tarihin derinliklerinden bugüne taşınmış geçmişte ısrarın, iflasta inadın sonucu kaoslardan çıkılamıyor.
Ortak bir coğrafyada yaşıyor olmamıza rağmen, zaman aşımı nedeniyle üst kimlik paydası yaratamamış olmanın ortaya koyduğu kimlik bunalımı, bir başka objektivitenin de ifadesi olarak durmaktadır; siyasal hükümranlığı, yerli olmak için değil, başkasını baskı ve zorla hüküm altına almak için bir araç olarak kullanmanın kapanmayan yarasıdır.
Etnik ve inanç dokularımızın kimyalarını bozan bu tarih serüveni, Anadolu’yu bitip tükenmez iç sorunların anayurdu haline getirmiştir. Kılıç hakkıyla gelip yerleşilen bu topraklarda, talan, gasp ve yerli uygarlıkları söndürmekten başka bir sonuç getirmemiştir.
Bu akıl, üzerine oturduğu yanlış dengelerin ürünü olarak doğdu, statülerini yarattı. Beslenme zinciri gibi, sonucu olduğu zeminin üreticisi haline de geldi. Yüzyılların ölüm denklemleri böylece örülmüş oldu.
ANADOLU FARKLILIKLARIN YURDU
Anadolu’da tarihsel-sosyal yaşam, sınırları tarihi, etnik, inançsal, kültürel coğrafi alanlarla belirlenmiş, barış içinde bir yaşam dengesiyle devam eden farklılığın ilişkisi; zorun, baskının, kılıç hakkının zulmü altında bu güne süren kanlı kıyımların yaşamı haline gelmiştir. Korku üzerine kurulan siyasal egemenlik, hakim olanı da korkuların girdabında farklılığın her türünü düşman görmeye yöneltmiştir.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, teokratik rejimden parlamentoya geçilmesine rağmen değişmeyen bu algı; ortak ülkemizde farklılıkların uyumlu olması gereken birliğini, sonu gelmez çatışmalı ilişkilere sürükledi. Bu noktada devlet, bölücülüğün temel kaynağı olarak belirdi; etnik ve inanç toplulukları, adalet ve eşitliği yok sayan, baskı ve zorbalığı tek ilişki kanalı ilan eden yollarla yönetilmeye çalışıldı. Dengelerini diyalogla, barış ve kardeşliğin eşitlik anlayışıyla üretmeyi beceremeyen akıllar, hükümlerini farklılıkları ezmek üzere verdi. Kürtlerin bu tarih içinde çektikleri acı kadar, Alevilerin çektiği acılar bitip tükenmez bir hal alarak bu güne geldi.
2 Temmuz 1993 tarihine gelirken geride sayılmayacak kadar çok, hatta tarihin sırtlayamayacağı kadar yoğun bir ölüm süreci vardı.
Aleviler, İslam’la birlikte ezilmeye başladılar. İslam’ın insan merkezli mesajına sarıldıkça, dünyevi imparatorluğu uğruna gasp ve talana yönelenlerden zulüm gördüler. Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar, başka halkları ezdiklerinden daha çok; iç fetihlerle Alevileri yok etmeye çalıştılar. Böylece Kerbela bir değil, bin bir oldu. Giyotin gibi boyunlara dayandı.
Aleviler hep sessizleri, sitemsizleri oynadı… Boyun eğdi…
Onlar boyun eğdikçe kıyım dayatıldı, onlar sustukça ölüm sunuldu. Şehirleri terk ederek dağlara sığındılar, ölüm peşlerini bırakmadı. Camilerde İmamları katledildi, Ehli-Beyt’in masumları zehirlendi.
Bunlara rağmen, insan merkezli dünya algılayışları sarsılmadı; ancak yaşam takatleri, kuşaklar boyu sürecek bir gerilemeye mahkum edildi. Hak aramak, haksız olmak kadar iliklere dolan bir korku haline geldi. Dün ne ise bu gün de aynıyla devam eden tablo, Alevilerin en büyük handikabı oldu.
En iyi Alevi ölü alevidir denildi; öldürüldü. En iyi Alevi köle alevidir dendi; köleleştirildi. Dinden imandan çıkarıldı; zındık ilan edildi. Oysa bölgemizin karanlık tarihlerine karşı, aydınlığı canı pahasına savunan onlardı; bilgeleriyle, ozanlarıyla insana seslendiler, insanlık erdemlerini anlattılar. Bilimin mum ışığında karanlıklarla savaştılar. Doğaüstü aymazlığın çehresine ışık tutular, ondan vekaletle hüküm sürmek isteyenlere dur dediler; insanlık bilgi birikimini, İslam’dan önce ve sonra, bugüne dengeli bir rotada taşıdılar. Onları bunca zulme rağmen ayakta tutan, “ ben de insanlık ailesinin bir üyesiyim, sorumluğumun bilincinde katkımı sunma yükümlülüğündeyim, buradayım” demelerine olanak sağlayan da tas tamam bu olmuştur.
Hz Ali’den 12 imama, şeyh Hüseyin bin Hamadan el Hasibi’den Mevlana’ya (1207-1273), Hacı Bektaş-i veli’den (1281-1338) Hacı Bayram-ı veli’ye (1352-1429), Şeyh Bedreddin’e (... -1420) ve bu meşreplerin beslediği ozanlar çağına bölgemizi insanlık bağlamında dik tutan değerlere, nefeslere Alevi aydınlığı taşıdı. Bu coğrafyada hurafelere karşı aklın zaferini bu algılar sağladı, insanlık ailesine mensup zeminleri yarattı.
İnsanlık Aydınlanma çağını, Batı uygarlığıyla ancak 18.yy’da yakaladı. Oysa Alevilerin aydınlık çağları bin yıldır devam ediyordu. “Akıl süzgecinden geçmeyen şer-i olamaz” diyen onların bilgeleridir. Kant’ın aklı cesaretle kullanma diye özetlediği duşu, Aleviler 8.yy dan itibaren ilke saymışlardı.
Ancak onlara reva görülen ölüm oldu, kıyım oldu.
ALEVİLERİN UZUN GERİLEME ÇAĞI
Alevileri, güç uygarlığı çökertti. Gerileme çağları öyle başladı.
Şiilik, kendi özgünlüğünde İslam içi çatışmayı dünyevi bir algıyla ele aldı. Kerbela’yı bir intikam objesi haline getirerek, onun görsel duruşunu devam ettirmede ısrarcı oldu. İslam’ın farzları arasına cihadı da koydu. Direnmeyi temel aldı.
Persleri (İran) orijinal kılan ve bu güne gelişlerinde rol oynayan bu veriler oldu; Pers uygarlığının dinamikleri üzerinde uyumlu bir harmoni bu süreçte önemli rollere sahipti. Ancak Şiilik, şeriatın akıl süzgecinden geçmesine uygun bir yapı oluşturamadı, muhafazakarlıkta farklı bir ucu temsil etmeye devam etti.
Alevilik Anadolu’da ve Arap aleminde (Özelikle Akdeniz sahil şeridinde) akılın cesur kullanımıyla belirginleşen bir duruşu vardı. Bilgiye ve bilgelere dayanıyordu. Ne Kerbela’nın dünyevi intikamını ne de zor araçlarıyla sonuç elde etmeyi ön palanda tutmuyordu. Barış ve sevgi üzerine akıl süzgecinden geçirdiği algılarla sosyal bir yaşam kurgusu içindeydi. Bu onların handikabıydı.
Bu nedenle Aleviler acıyı erdem saydılar; günahkar ilan edildiler. Kendi öğretilerinin direnme geleneklerini soyut düzlemde tutular, korkunun ecele faydası olduğunu sandılar; teslim oldular, suçlu ilan edildiler. İçine çekildikleri zeminden çıkma uğraşısı yerine, aymaz bir ısrarla o bataklıkta kaldılar. 20.yy’da bile onlarca kez ölümle yüz yüze geldiler; Dersim’de doğrandılar (1938), Maraş’ta katledildiler (1978), 21.yy arifesinde 2 Temmuz 1993‘te diri diri yakıldılar; 38 aydını, 38 canı ölümden kurtaramadılar.
Alevilerin yaşadıklarını çözümlerken, doğru bir tarihsel belirlemeyi, iki derin neden üzerinde yapmak gerek. Bulardan biri, koşullar, diğeri Alevilerin kendileriydi.
Koşullar, Ortaçağ’ın dayattığı koşullardı. Aklın değil, zorun koşullarıydı; güç uygarlıkları, uygarlık gücünü yenilgiye uğratmıştı. Aydınlanma çağı bile, maddi dünyanın çıkar hükmü altındaydı; zor yine uygarlık şemsiyesi altında insana karşı bir testere gibi işledi, giderken kesti, gelirken kesti; bu yanıyla, ezilenler için, emperyalizm çağı önceki çağlardan hiçte farklı değildi. Bu çağda da Alevilerin nefes boruları tıkalı kaldı.
Diğer neden, Aleviler bilgelerin yolunu sağlıklı bir şekilde tutamadılar. Bunu ilerletemediler. Yazılı tarih dışında kaldılar. Bu, kültürel mirasın sürdürülmesini engelleyen önemli bir faktördü. Bölgenin siyasal bölümlenmesi, yazılı kaynakların farklı bir dil ve alfabeyle sürmesi bugüne kadar kimlik bunalımının da temelini oluşturmuştu.
Alevilerin bu nedenlerle, geçmişlerini doğru kavramadıkları gibi onunla yüzleşme konusunda da bir şey yapamadılar.
ALEVİLĞİN PARAMETRELERİ
Aleviliği doğru tanımlamak için, onun üç temel prensibini, aynı kültür tarihinin içinden gelen biri olarak şöyle özetleyebilirim:
Alevilik; insan merkezlidir, evrimcidir, aklın cesurca kullanılması üzerine kurulmuş felsefi esaslara dayalı bir toplumsal yaşam tarzıdır.
Bu sistem, yazılı bir gelenekten geliyor. Onlarca batin-i kitapta ehil olanların elinde 1200 yıllık birikimlerle zenginleşerek bu güne gelmiştir. Batin-i olmasının handikaplarını göz önüne alarak denebilir ki, Alevilik metafizik simgelerine rağmen, insan merkezli dünyevi algıları bilimle harmanlayan bir yazın deryası üzerinde yükselmektedir. İnsan aydınlanmasının kendine özgü, orijinal etkinliğiyle katkı yapabilecek veriler Aleviliğin en önemli hazineleri olarak yaşamaya devam ediyor.
Bu literatürün bir talibi ve bilgelerinden feyiz almaya devam eden sadık bir öğrenci olarak bu satırların yazarı, Aleviliği siyasi bir yönelim olarak algılamanın onu kısırlaştırmak olduğunu belirteceğim. Alevilik felsefi yasalar üzerinde bir sosyal yaşam biçimlenişi olarak, iktidar kavgası olmayan, dolaysıyla ilkelerinde tarihin ilk laikleri olarak konumlanmışlardır.
Alevilikte fıkıh yoktur, fetva ve fetva kurumu yoktur. Tersi söylense de, “Kuran temel anayasamızdır” dense de bunu teyit edecek ne bir pratik nede bir bilge dayatması bulunmaktadır. Kuran Aleviler için başvuru kaynağıdır demek daha doğru bir algıdır. Fıkhi kaygıları olmayan bir inancın (yasa koyma, dayatma), iktidar, devlet, yasayı koruma için askeri güç ve bunlarla ilgili bir kaygısı da olmaz. Alevilik tam bu noktada, laiki olduğu kadar(din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak anlamında), bir barışçıl, bir gönüllülük inancıdır. Siyasi kaygıları da yoktur.
Alevilik üzerine bu gün oynanmak istenen siyasal oyunlar ise, bin yıldır iflas eden akılların son hamlesidir; ya asimile etmek ya da yedeklenmek üzerine kurulu bir denklemdir. Bunun için Alevileri uyarmak bir sorumluluktur diyorum.
Alevilik siyasal süreçlere duyarsız değil, ancak siyasal bir yol değildir. Alevilik, siyasetin tarihle, akılla uyumlu önermelerine, yönelimlerine aklın cesur kullanımıyla katkı yapar. Eğittiği kuşaklar siyasetin içinde bu rolü oynar.
Tarihte hakkettiği yeri, zor ve baskı nedeniyle alamayıp yok olan varlıklar az değildir. Aleviler bu yok oluş sürecinin eşiğinden dönüp durdular. Hatalarına karşın, toplumsal bilinç altlarının koruması altında bu güne ulaştılar. Aleviler, sahip çıkamadığı gerçeklerinin kefaretini ödediler. Ölüm buradan dayatıldı, kıyım buradan başları üzerine bir kılıç gibi indi.
Alevi kökenli biri olarak kendimi de Alevileri de bu sonuçlardan sorumlu görüyorum. İnsanlığın aydınlık değerlerini taşıyan bilgilerine ve bilgelerine sarılmadılar. Ötekileştirilme karşısında boyun eğdiler teslim oldular. İstenç potansiyelleri korkunun ecele faydası olmayan girdaplarında eritilmiş bir topluluk olarak, tarihleriyle yüz yüze gelmekten çekindiler; bu süreç olduğu gibi sürmeye devam ediyor.
Geri dönülmeyecek tarih ancak aşılarak yeniden yazılabilir.
Tarihi, hareket halinde bir geçmiş olarak algılamak yani tezvir ederek sunmak yerine, onunla cesurca yüzleşerek aşmak gerek. 2 Temmuz 1993 Sivas katliamının simgesi Madımak Oteli’nin ne olacağı ya da, Alevi Çalıştaylarından çıkacak aldatmacalar bu kapsamda bir anlam sahip değildir. Bizim konumuz tarih ve gelecektir.
Aleviler için anlamlı tek şey, kendilerine dayatılan makus kaderi kendi birikimlerinin, uygarlıklarının gücüyle yenilgiye uğratmaktır. Bu ise güç uygarlıklarının yenilgisi olacaktır. Bu ise Alevilere olduğu kadar ilkelerinin merkezinde yer alan insanlığa da bir katkıdır. Bunun için, daha çok örgütlü olmak, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde kendisi gibi tüm farklılıklarla omuz omuza yürüme bilincini koruması gerekmektedir. Ne inanç farkı nede etnik farklılık nedeniyle bu görevden uzaklaşmamaktır; Aleviliğin konusu insandır, insan içindir.
http://mirural.blogspot.com/
Mihrac Ural
mircihan@gmail.com
2 Temmuz 2010
Alevilik, İnsan merkezlidir, evrimcidir, akılın cesurca kullanılması üzerine kurulmuş felsefi esaslara dayalı toplumsal bir yaşam tarzıdır.
Bilgelerinden feyiz almaya devam eden sadık bir öğrenci olarak bu satırların yazarı, Aleviliği siyasi bir yönelim olarak algılamanın onu kısırlaştırmak olduğunu dile getirir.
Alevilik üzerine bu gün oynanmak istenen siyasal oyunlar, bin yıldır iflas eden akılların son hamlesidir; ya asimile etmek ya da yedeklenmek üzerine kurulu bir denklemdir. Bunun için Alevileri uyarmak bir sorumluluktur diyorum.
Alevilik siyasal süreçlere duyarlıdır, ancak siyasal bir yol değildir.
Katliamlarla oluşan bir tarihin içinden çıkıp gelmekte olan Alevilik, bir uygarlık gücüdür; güç uygarlıklarına karşı direnenlerdir. Aleviler bir aydınlanma gücüdür de. Ancak aydınlanmanın makus kaderini aşamamış, kimlik bunalımını çözememiş bir güçtür. Bu kaosu aşmak için önlerinde duran tek yol daha çok demokrasi ve özgürlük için mücadele yoludur. Onları bu yoldan sökmek isteyen inanç tutucularına ve milliyetçi bölücülere karşı da direnmeden geçer. Bu nedenle, Aleviler ülkemizin bir farklı varlığı olarak, tüm farklılıkların hak ve talep mücadelesinde taraf olmasını, açık tutum almasını başarmalıdır.
Aydınlanmanın makus kaderini bu yükümlülüklerini başardığı oranda yenebilir.
***
2 Temmuz 1993 Sivas katliamı anısına, bir yıl önce yazdığım makalede, şu belirlemeleri yapmıştım.
“ ‘Acı çekmeyi erdem saymak’ zalime ve zulmüne ortak olmaktır. Aleviler bu çöküşün, bu bataklığın tam ortasındadır.
Katilleri başka yerde aramayın. Gerçek katil siz Alevilersiniz. Siz ektiniz siz biçiyorsunuz. Başkasını suçlayarak korunmaya çalışmayın. Gerçekle, tarihle cesurca yüzleşmediniz; bari ebede kadar susun da daha çok batmayınız. Bu halleri pür meallerinizle, daha birçok 2 Temmuz’a kapı aralarsınız, fırsat tanır yakılıp yıkılırsınız. O gün bu gün yüzlerce Kerbela’yı üreten siz oldukça, bu makus kader de peşinizde kalacaktır.
Bu tarihi böyle tamamlayamazsınız. Başınıza örülen bu cehennem denklemlerini böyle aşamazsınız. Siz acıyı erdem saydıkça, size acı dayatılacak; siz ağlayıp sızladıkça, size daha çok bela verilecek. Doğanın kanunu budur, insanlıkla değil barbarlıkla yüz yüzesiniz; artık, bunu anlayın.
Sen kendini Alevi sayan
Sen, evet, evet sen…
Koş aynanın karşısına geç, o duyarsız suratına okkalı iki şamar indir.
Öyle ki şamar sesi komşulardan duyulsun.
Kendinle, tarihinle, cesurca yüzleş; makus kaderini değiştir, benliğinle hesaplaş, kendine gel!” ( Mihrac Ural, bildiri “Temmuz 1993 Anısına”, 2 Temmuz 2009)
Sözlerimi çok sert bulanlar oldu. Bu kez farklı bir dille konuyu aktarmak istiyorum. Ülkemizin demokratikleşme sürecine bir katkı olması dileğiyle, Alevilerin kaderi ve aşması gerekenleri belirteceğim.
KİMLİK BUNALIM
Dengelerini bir türlü oturtamayan bir ülkede yaşıyoruz. Orijinal olmak, nesnel verileriyle uyum içinde sosyal, siyasal yaşam düzeneği kurmak bu ülkede bir türlü oturtulamıyor. Statüler, gergin dengeler üzerine kurulmuş, ölüm denklemleriyle de yeniden üretilmektedir. Bugünün sorunu değil; tarihin derinliklerinden bugüne taşınmış geçmişte ısrarın, iflasta inadın sonucu kaoslardan çıkılamıyor.
Ortak bir coğrafyada yaşıyor olmamıza rağmen, zaman aşımı nedeniyle üst kimlik paydası yaratamamış olmanın ortaya koyduğu kimlik bunalımı, bir başka objektivitenin de ifadesi olarak durmaktadır; siyasal hükümranlığı, yerli olmak için değil, başkasını baskı ve zorla hüküm altına almak için bir araç olarak kullanmanın kapanmayan yarasıdır.
Etnik ve inanç dokularımızın kimyalarını bozan bu tarih serüveni, Anadolu’yu bitip tükenmez iç sorunların anayurdu haline getirmiştir. Kılıç hakkıyla gelip yerleşilen bu topraklarda, talan, gasp ve yerli uygarlıkları söndürmekten başka bir sonuç getirmemiştir.
Bu akıl, üzerine oturduğu yanlış dengelerin ürünü olarak doğdu, statülerini yarattı. Beslenme zinciri gibi, sonucu olduğu zeminin üreticisi haline de geldi. Yüzyılların ölüm denklemleri böylece örülmüş oldu.
ANADOLU FARKLILIKLARIN YURDU
Anadolu’da tarihsel-sosyal yaşam, sınırları tarihi, etnik, inançsal, kültürel coğrafi alanlarla belirlenmiş, barış içinde bir yaşam dengesiyle devam eden farklılığın ilişkisi; zorun, baskının, kılıç hakkının zulmü altında bu güne süren kanlı kıyımların yaşamı haline gelmiştir. Korku üzerine kurulan siyasal egemenlik, hakim olanı da korkuların girdabında farklılığın her türünü düşman görmeye yöneltmiştir.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, teokratik rejimden parlamentoya geçilmesine rağmen değişmeyen bu algı; ortak ülkemizde farklılıkların uyumlu olması gereken birliğini, sonu gelmez çatışmalı ilişkilere sürükledi. Bu noktada devlet, bölücülüğün temel kaynağı olarak belirdi; etnik ve inanç toplulukları, adalet ve eşitliği yok sayan, baskı ve zorbalığı tek ilişki kanalı ilan eden yollarla yönetilmeye çalışıldı. Dengelerini diyalogla, barış ve kardeşliğin eşitlik anlayışıyla üretmeyi beceremeyen akıllar, hükümlerini farklılıkları ezmek üzere verdi. Kürtlerin bu tarih içinde çektikleri acı kadar, Alevilerin çektiği acılar bitip tükenmez bir hal alarak bu güne geldi.
2 Temmuz 1993 tarihine gelirken geride sayılmayacak kadar çok, hatta tarihin sırtlayamayacağı kadar yoğun bir ölüm süreci vardı.
Aleviler, İslam’la birlikte ezilmeye başladılar. İslam’ın insan merkezli mesajına sarıldıkça, dünyevi imparatorluğu uğruna gasp ve talana yönelenlerden zulüm gördüler. Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar, başka halkları ezdiklerinden daha çok; iç fetihlerle Alevileri yok etmeye çalıştılar. Böylece Kerbela bir değil, bin bir oldu. Giyotin gibi boyunlara dayandı.
Aleviler hep sessizleri, sitemsizleri oynadı… Boyun eğdi…
Onlar boyun eğdikçe kıyım dayatıldı, onlar sustukça ölüm sunuldu. Şehirleri terk ederek dağlara sığındılar, ölüm peşlerini bırakmadı. Camilerde İmamları katledildi, Ehli-Beyt’in masumları zehirlendi.
Bunlara rağmen, insan merkezli dünya algılayışları sarsılmadı; ancak yaşam takatleri, kuşaklar boyu sürecek bir gerilemeye mahkum edildi. Hak aramak, haksız olmak kadar iliklere dolan bir korku haline geldi. Dün ne ise bu gün de aynıyla devam eden tablo, Alevilerin en büyük handikabı oldu.
En iyi Alevi ölü alevidir denildi; öldürüldü. En iyi Alevi köle alevidir dendi; köleleştirildi. Dinden imandan çıkarıldı; zındık ilan edildi. Oysa bölgemizin karanlık tarihlerine karşı, aydınlığı canı pahasına savunan onlardı; bilgeleriyle, ozanlarıyla insana seslendiler, insanlık erdemlerini anlattılar. Bilimin mum ışığında karanlıklarla savaştılar. Doğaüstü aymazlığın çehresine ışık tutular, ondan vekaletle hüküm sürmek isteyenlere dur dediler; insanlık bilgi birikimini, İslam’dan önce ve sonra, bugüne dengeli bir rotada taşıdılar. Onları bunca zulme rağmen ayakta tutan, “ ben de insanlık ailesinin bir üyesiyim, sorumluğumun bilincinde katkımı sunma yükümlülüğündeyim, buradayım” demelerine olanak sağlayan da tas tamam bu olmuştur.
Hz Ali’den 12 imama, şeyh Hüseyin bin Hamadan el Hasibi’den Mevlana’ya (1207-1273), Hacı Bektaş-i veli’den (1281-1338) Hacı Bayram-ı veli’ye (1352-1429), Şeyh Bedreddin’e (... -1420) ve bu meşreplerin beslediği ozanlar çağına bölgemizi insanlık bağlamında dik tutan değerlere, nefeslere Alevi aydınlığı taşıdı. Bu coğrafyada hurafelere karşı aklın zaferini bu algılar sağladı, insanlık ailesine mensup zeminleri yarattı.
İnsanlık Aydınlanma çağını, Batı uygarlığıyla ancak 18.yy’da yakaladı. Oysa Alevilerin aydınlık çağları bin yıldır devam ediyordu. “Akıl süzgecinden geçmeyen şer-i olamaz” diyen onların bilgeleridir. Kant’ın aklı cesaretle kullanma diye özetlediği duşu, Aleviler 8.yy dan itibaren ilke saymışlardı.
Ancak onlara reva görülen ölüm oldu, kıyım oldu.
ALEVİLERİN UZUN GERİLEME ÇAĞI
Alevileri, güç uygarlığı çökertti. Gerileme çağları öyle başladı.
Şiilik, kendi özgünlüğünde İslam içi çatışmayı dünyevi bir algıyla ele aldı. Kerbela’yı bir intikam objesi haline getirerek, onun görsel duruşunu devam ettirmede ısrarcı oldu. İslam’ın farzları arasına cihadı da koydu. Direnmeyi temel aldı.
Persleri (İran) orijinal kılan ve bu güne gelişlerinde rol oynayan bu veriler oldu; Pers uygarlığının dinamikleri üzerinde uyumlu bir harmoni bu süreçte önemli rollere sahipti. Ancak Şiilik, şeriatın akıl süzgecinden geçmesine uygun bir yapı oluşturamadı, muhafazakarlıkta farklı bir ucu temsil etmeye devam etti.
Alevilik Anadolu’da ve Arap aleminde (Özelikle Akdeniz sahil şeridinde) akılın cesur kullanımıyla belirginleşen bir duruşu vardı. Bilgiye ve bilgelere dayanıyordu. Ne Kerbela’nın dünyevi intikamını ne de zor araçlarıyla sonuç elde etmeyi ön palanda tutmuyordu. Barış ve sevgi üzerine akıl süzgecinden geçirdiği algılarla sosyal bir yaşam kurgusu içindeydi. Bu onların handikabıydı.
Bu nedenle Aleviler acıyı erdem saydılar; günahkar ilan edildiler. Kendi öğretilerinin direnme geleneklerini soyut düzlemde tutular, korkunun ecele faydası olduğunu sandılar; teslim oldular, suçlu ilan edildiler. İçine çekildikleri zeminden çıkma uğraşısı yerine, aymaz bir ısrarla o bataklıkta kaldılar. 20.yy’da bile onlarca kez ölümle yüz yüze geldiler; Dersim’de doğrandılar (1938), Maraş’ta katledildiler (1978), 21.yy arifesinde 2 Temmuz 1993‘te diri diri yakıldılar; 38 aydını, 38 canı ölümden kurtaramadılar.
Alevilerin yaşadıklarını çözümlerken, doğru bir tarihsel belirlemeyi, iki derin neden üzerinde yapmak gerek. Bulardan biri, koşullar, diğeri Alevilerin kendileriydi.
Koşullar, Ortaçağ’ın dayattığı koşullardı. Aklın değil, zorun koşullarıydı; güç uygarlıkları, uygarlık gücünü yenilgiye uğratmıştı. Aydınlanma çağı bile, maddi dünyanın çıkar hükmü altındaydı; zor yine uygarlık şemsiyesi altında insana karşı bir testere gibi işledi, giderken kesti, gelirken kesti; bu yanıyla, ezilenler için, emperyalizm çağı önceki çağlardan hiçte farklı değildi. Bu çağda da Alevilerin nefes boruları tıkalı kaldı.
Diğer neden, Aleviler bilgelerin yolunu sağlıklı bir şekilde tutamadılar. Bunu ilerletemediler. Yazılı tarih dışında kaldılar. Bu, kültürel mirasın sürdürülmesini engelleyen önemli bir faktördü. Bölgenin siyasal bölümlenmesi, yazılı kaynakların farklı bir dil ve alfabeyle sürmesi bugüne kadar kimlik bunalımının da temelini oluşturmuştu.
Alevilerin bu nedenlerle, geçmişlerini doğru kavramadıkları gibi onunla yüzleşme konusunda da bir şey yapamadılar.
ALEVİLĞİN PARAMETRELERİ
Aleviliği doğru tanımlamak için, onun üç temel prensibini, aynı kültür tarihinin içinden gelen biri olarak şöyle özetleyebilirim:
Alevilik; insan merkezlidir, evrimcidir, aklın cesurca kullanılması üzerine kurulmuş felsefi esaslara dayalı bir toplumsal yaşam tarzıdır.
Bu sistem, yazılı bir gelenekten geliyor. Onlarca batin-i kitapta ehil olanların elinde 1200 yıllık birikimlerle zenginleşerek bu güne gelmiştir. Batin-i olmasının handikaplarını göz önüne alarak denebilir ki, Alevilik metafizik simgelerine rağmen, insan merkezli dünyevi algıları bilimle harmanlayan bir yazın deryası üzerinde yükselmektedir. İnsan aydınlanmasının kendine özgü, orijinal etkinliğiyle katkı yapabilecek veriler Aleviliğin en önemli hazineleri olarak yaşamaya devam ediyor.
Bu literatürün bir talibi ve bilgelerinden feyiz almaya devam eden sadık bir öğrenci olarak bu satırların yazarı, Aleviliği siyasi bir yönelim olarak algılamanın onu kısırlaştırmak olduğunu belirteceğim. Alevilik felsefi yasalar üzerinde bir sosyal yaşam biçimlenişi olarak, iktidar kavgası olmayan, dolaysıyla ilkelerinde tarihin ilk laikleri olarak konumlanmışlardır.
Alevilikte fıkıh yoktur, fetva ve fetva kurumu yoktur. Tersi söylense de, “Kuran temel anayasamızdır” dense de bunu teyit edecek ne bir pratik nede bir bilge dayatması bulunmaktadır. Kuran Aleviler için başvuru kaynağıdır demek daha doğru bir algıdır. Fıkhi kaygıları olmayan bir inancın (yasa koyma, dayatma), iktidar, devlet, yasayı koruma için askeri güç ve bunlarla ilgili bir kaygısı da olmaz. Alevilik tam bu noktada, laiki olduğu kadar(din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak anlamında), bir barışçıl, bir gönüllülük inancıdır. Siyasi kaygıları da yoktur.
Alevilik üzerine bu gün oynanmak istenen siyasal oyunlar ise, bin yıldır iflas eden akılların son hamlesidir; ya asimile etmek ya da yedeklenmek üzerine kurulu bir denklemdir. Bunun için Alevileri uyarmak bir sorumluluktur diyorum.
Alevilik siyasal süreçlere duyarsız değil, ancak siyasal bir yol değildir. Alevilik, siyasetin tarihle, akılla uyumlu önermelerine, yönelimlerine aklın cesur kullanımıyla katkı yapar. Eğittiği kuşaklar siyasetin içinde bu rolü oynar.
Tarihte hakkettiği yeri, zor ve baskı nedeniyle alamayıp yok olan varlıklar az değildir. Aleviler bu yok oluş sürecinin eşiğinden dönüp durdular. Hatalarına karşın, toplumsal bilinç altlarının koruması altında bu güne ulaştılar. Aleviler, sahip çıkamadığı gerçeklerinin kefaretini ödediler. Ölüm buradan dayatıldı, kıyım buradan başları üzerine bir kılıç gibi indi.
Alevi kökenli biri olarak kendimi de Alevileri de bu sonuçlardan sorumlu görüyorum. İnsanlığın aydınlık değerlerini taşıyan bilgilerine ve bilgelerine sarılmadılar. Ötekileştirilme karşısında boyun eğdiler teslim oldular. İstenç potansiyelleri korkunun ecele faydası olmayan girdaplarında eritilmiş bir topluluk olarak, tarihleriyle yüz yüze gelmekten çekindiler; bu süreç olduğu gibi sürmeye devam ediyor.
Geri dönülmeyecek tarih ancak aşılarak yeniden yazılabilir.
Tarihi, hareket halinde bir geçmiş olarak algılamak yani tezvir ederek sunmak yerine, onunla cesurca yüzleşerek aşmak gerek. 2 Temmuz 1993 Sivas katliamının simgesi Madımak Oteli’nin ne olacağı ya da, Alevi Çalıştaylarından çıkacak aldatmacalar bu kapsamda bir anlam sahip değildir. Bizim konumuz tarih ve gelecektir.
Aleviler için anlamlı tek şey, kendilerine dayatılan makus kaderi kendi birikimlerinin, uygarlıklarının gücüyle yenilgiye uğratmaktır. Bu ise güç uygarlıklarının yenilgisi olacaktır. Bu ise Alevilere olduğu kadar ilkelerinin merkezinde yer alan insanlığa da bir katkıdır. Bunun için, daha çok örgütlü olmak, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde kendisi gibi tüm farklılıklarla omuz omuza yürüme bilincini koruması gerekmektedir. Ne inanç farkı nede etnik farklılık nedeniyle bu görevden uzaklaşmamaktır; Aleviliğin konusu insandır, insan içindir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder