1 Temmuz 2010 Perşembe
VESAYET VE DEMOKRASİ
Orhan Miroğlu
30 Haziran 2010
Abant Platformu’nun geçen hafta üç gün boyunca tartıştığı konunun başlığı ‘Vesayet ve Demokrasi’ydi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye’nin vesayet sorunu özünde bir asker sorunudur.
Tanzimat’tan bu yana, asker-sivil ilişkileri en sancılı dönemini Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma döneminde yaşadı. İmparatorluğun sınırları içinde yaşayan halkların uluslaşma süreçleri Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan bir coğrafyada, çeşitli bağımsızlık hareketlerinin doğmasına yol açtı.
Asker sınıfının kafa yorduğu ‘etnisite mühendisliği’ bu dönemde inşa edildi. Yine bu dönemde, İmparatorluğun elde kalan topraklarında, yani Anadolu’da, Osmanlı ümmetinden yeni bir ulus yaratma gayreti, yüzyılın en büyük katliamlarının yaşanmasına yol açtı. Başta Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere Anadolu’nun Müslüman olmayan ve dolayısıyla Türkleştirilemeyecek olan halklardan sayılan topluluklar, bu etnisite mühendisliğinin kurbanı oldular.
Sonrasında Türk kimliği, asıl olarak ve büyük ölçüde Kürt kimliğinin inkârı üzerine inşa edildi. Kürtler bu inkâra karşı direndiler. Kürt isyanlarının en büyük sebebi bu yok sayma ve inkârdır.
Kemalist kadrolar bu isyanları bahane ederek, muhalifleri susturdular. Takriri Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, Umumi Müfettişlikler askerî vesayetin kurumsallaşmasının da yolunu açtı.
Dün yıldönümü hatırlanan ve lideri için Diyarbakır’da bir anma programı düzenlenen 1925-Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra kurulan İstiklal Mahkemelerinde binlerce insan idam cezasına çarptırıldı ve idam edildi. Şeyh Sait, isyanın öncülüğünü yapan 46 kişiyle beraber Diyarbakır’da asıldı. Şeyh Sait’in ve onunla beraber asılanların torunları 85 yıl sonra dedeleri için bir mezar hakkı istiyorlar ki, bu çok insani bir talep. Haklı bir talep. Şeyh Sait ve arkadaşlarının asıldığı bölgede bugün bir hastane, orduevi ve subay lokali var. 29 Haziran 1925’te asılanların gömüldüğü yeri tam olarak kimse bilmiyor. Sadece devlet biliyor; biliyor ama gizliyor.
Bunca acı, bunca zulüm hiçbir şeyi değiştirmedi. Bugün artık ne isyan etmek bir çaredir, ne isyanı kanla bastırmak bir marifet. Bugün artık, Kürt sorununu çözen, askerî vesayeti de çözer. Türkiye’de askerî vesayetin inşa edildiği alandır Kürt sorunu. Bu gerçeği anlamadan, neden bu ülkede neredeyse temizlik şirketleri kadar güvenlik şirketi ve güvenlik uzmanı olduğunu anlayamayız.
Talat, Enver ve Cemal troykasının 1915’te kanlı bir biçimde tamamladıkları ‘etnisite mühendisliği’ni, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, çoğu asker kökenli olan Kemalist kadrolar, ‘Türkleştirme mühendisliği’ olarak devam ettirdiler. Arada Müslümanlara, azınlıklara, sosyalistlere ve rejime muhalefet eden hemen herkese büyük bir zulüm yaşatıldı.
Şimdi, askerî vesayetin sona ermesi için, güçlü bir demokrasi mücadelesine ihtiyaç var. Demokrasi mücadelesi, kuşku yok ki, vesayetin çözümsüz kıldığı sorunların sivil, demokratik araçlarla çözümünü hedeflemek zorundadır. Kürtlerin, azınlıkların, Alevilerin, solcuların ve dindarların sorunları, askerî vesayetin sürdüğü bir Türkiye’de halledilemez.
Abant Platformu’nun sonuç bildirisinde bu bağlamda yer alan şu cümleler, demokrasi güçlerinin önündeki temel hedefi de ortaya koyuyor:
“Toplumu kutuplaştıran bu vesayetçi düzen ve onun ürünü olan diyalog ve empati yoksunluğunun yol açtığı sorunlar, ancak geniş, çoğulcu ve katılımcı usullerle yapılacak yeni bir sivil ve demokratik anayasayla aşılabilir. Böyle bir anayasanın Türkiye toplumunu meydana getiren ve statükoyla sorunları olan kesimlerin ortak bir dil, vicdan ve akıl geliştirmeleriyle mümkün olacağı açıktır.”
Kürt meselesinde ateşin yükseldiği bir dönemde toplandı Abant Platformu. Müzakere konusu askerî vesayetti. Ama platforma katılanlar, Diyarbakır, Mardin ve Batman’daki sivil toplum kuruluşlarının şiddet karşıtı ‘sağduyu çağrılarını’ desteklediler. Bildiride Kürt sorunu bağlamında, şu görüşlere yer verildi:
“Artan şiddet ortamı Kürt sorununun çözümünü güçleştirmekte ve toplumsal dokuyu tahrip etmektedir. Platform, şiddeti toplumsal barışın önündeki en büyük engel olarak görmekte, sorunun çözümü için özgürlüklerin geliştirilmesini ve demokratik siyasetin ön plana çıkarılmasını savunmaktadır.”
Umarım Abant Platformu, gelecek yıl silahların tamamen sustuğu ve Kürt gençlerinin dağlardan inmeye başladığı bir barış ortamında yapılır. Ve umarım, gelecek yıl Abant Platformu’nun konusu şu olur:
“Toplumsal Barış İnşası ve Sorumluluklarımız.”
***
Zembîlfiroş adıyla bilinen aşk destanı; Kürtler arasında, Mem û Zîn ve Siyabend û Xecê kadar ünlü bir aşk destanıdır. Stranını, Şıvan Perwer’in sesinden dinlediğinizde tadına doyamazsınız. Hikâye Mervaniler’in Başkenti Farqin’de geçer. Yani bugünkü Silvan’da. Zembîlfiroş –Sepet Satıcısı- aslında bir prenstir. Ama bir gün ölümün soğuk yüzüyle karşılaşır ve yoksul, mütevazı biri olarak yaşamak ister. Prensliğini bu inancı uğruna terk eder ve yollara düşer. Derken o da bir prenses olan Hatun bir gün Zembîlfiroş’la karşılaşır ve ona âşık olur. Ama aşkına karşılık bulmaz. Hikâyenin sonu her aşk masalında olduğu gibi hüzün doludur. Silvan’da Zembîlfiroş Kalesi olarak bilinen tarihî kalenin dibinde sekiz katlı bir bina yükseliyor şimdi. Kültür Bakanlığı’nın ilgili biriminin aldığı karara dayanarak ruhsatı belediye vermiş. Silvanlı okurlar, kararın haklı yanı yok diyorlar ve inşaatın, tarihî Zembîlfiroş Kalesi’ni tahrip edeceğini iddia ediyorlar. Dolayısıyla Kültür Bakanlığı’nın kararını gözden geçirmesini ve koruma altına alınıp onarılmazsa zamana karşı artık duramayacak hale gelmiş Zembîlfiroş Kalesi’nin onarılmasını bekliyorlar. Bizden duyurması.
__._,_.___
30 Haziran 2010
Abant Platformu’nun geçen hafta üç gün boyunca tartıştığı konunun başlığı ‘Vesayet ve Demokrasi’ydi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye’nin vesayet sorunu özünde bir asker sorunudur.
Tanzimat’tan bu yana, asker-sivil ilişkileri en sancılı dönemini Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma döneminde yaşadı. İmparatorluğun sınırları içinde yaşayan halkların uluslaşma süreçleri Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan bir coğrafyada, çeşitli bağımsızlık hareketlerinin doğmasına yol açtı.
Asker sınıfının kafa yorduğu ‘etnisite mühendisliği’ bu dönemde inşa edildi. Yine bu dönemde, İmparatorluğun elde kalan topraklarında, yani Anadolu’da, Osmanlı ümmetinden yeni bir ulus yaratma gayreti, yüzyılın en büyük katliamlarının yaşanmasına yol açtı. Başta Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere Anadolu’nun Müslüman olmayan ve dolayısıyla Türkleştirilemeyecek olan halklardan sayılan topluluklar, bu etnisite mühendisliğinin kurbanı oldular.
Sonrasında Türk kimliği, asıl olarak ve büyük ölçüde Kürt kimliğinin inkârı üzerine inşa edildi. Kürtler bu inkâra karşı direndiler. Kürt isyanlarının en büyük sebebi bu yok sayma ve inkârdır.
Kemalist kadrolar bu isyanları bahane ederek, muhalifleri susturdular. Takriri Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, Umumi Müfettişlikler askerî vesayetin kurumsallaşmasının da yolunu açtı.
Dün yıldönümü hatırlanan ve lideri için Diyarbakır’da bir anma programı düzenlenen 1925-Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra kurulan İstiklal Mahkemelerinde binlerce insan idam cezasına çarptırıldı ve idam edildi. Şeyh Sait, isyanın öncülüğünü yapan 46 kişiyle beraber Diyarbakır’da asıldı. Şeyh Sait’in ve onunla beraber asılanların torunları 85 yıl sonra dedeleri için bir mezar hakkı istiyorlar ki, bu çok insani bir talep. Haklı bir talep. Şeyh Sait ve arkadaşlarının asıldığı bölgede bugün bir hastane, orduevi ve subay lokali var. 29 Haziran 1925’te asılanların gömüldüğü yeri tam olarak kimse bilmiyor. Sadece devlet biliyor; biliyor ama gizliyor.
Bunca acı, bunca zulüm hiçbir şeyi değiştirmedi. Bugün artık ne isyan etmek bir çaredir, ne isyanı kanla bastırmak bir marifet. Bugün artık, Kürt sorununu çözen, askerî vesayeti de çözer. Türkiye’de askerî vesayetin inşa edildiği alandır Kürt sorunu. Bu gerçeği anlamadan, neden bu ülkede neredeyse temizlik şirketleri kadar güvenlik şirketi ve güvenlik uzmanı olduğunu anlayamayız.
Talat, Enver ve Cemal troykasının 1915’te kanlı bir biçimde tamamladıkları ‘etnisite mühendisliği’ni, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, çoğu asker kökenli olan Kemalist kadrolar, ‘Türkleştirme mühendisliği’ olarak devam ettirdiler. Arada Müslümanlara, azınlıklara, sosyalistlere ve rejime muhalefet eden hemen herkese büyük bir zulüm yaşatıldı.
Şimdi, askerî vesayetin sona ermesi için, güçlü bir demokrasi mücadelesine ihtiyaç var. Demokrasi mücadelesi, kuşku yok ki, vesayetin çözümsüz kıldığı sorunların sivil, demokratik araçlarla çözümünü hedeflemek zorundadır. Kürtlerin, azınlıkların, Alevilerin, solcuların ve dindarların sorunları, askerî vesayetin sürdüğü bir Türkiye’de halledilemez.
Abant Platformu’nun sonuç bildirisinde bu bağlamda yer alan şu cümleler, demokrasi güçlerinin önündeki temel hedefi de ortaya koyuyor:
“Toplumu kutuplaştıran bu vesayetçi düzen ve onun ürünü olan diyalog ve empati yoksunluğunun yol açtığı sorunlar, ancak geniş, çoğulcu ve katılımcı usullerle yapılacak yeni bir sivil ve demokratik anayasayla aşılabilir. Böyle bir anayasanın Türkiye toplumunu meydana getiren ve statükoyla sorunları olan kesimlerin ortak bir dil, vicdan ve akıl geliştirmeleriyle mümkün olacağı açıktır.”
Kürt meselesinde ateşin yükseldiği bir dönemde toplandı Abant Platformu. Müzakere konusu askerî vesayetti. Ama platforma katılanlar, Diyarbakır, Mardin ve Batman’daki sivil toplum kuruluşlarının şiddet karşıtı ‘sağduyu çağrılarını’ desteklediler. Bildiride Kürt sorunu bağlamında, şu görüşlere yer verildi:
“Artan şiddet ortamı Kürt sorununun çözümünü güçleştirmekte ve toplumsal dokuyu tahrip etmektedir. Platform, şiddeti toplumsal barışın önündeki en büyük engel olarak görmekte, sorunun çözümü için özgürlüklerin geliştirilmesini ve demokratik siyasetin ön plana çıkarılmasını savunmaktadır.”
Umarım Abant Platformu, gelecek yıl silahların tamamen sustuğu ve Kürt gençlerinin dağlardan inmeye başladığı bir barış ortamında yapılır. Ve umarım, gelecek yıl Abant Platformu’nun konusu şu olur:
“Toplumsal Barış İnşası ve Sorumluluklarımız.”
***
Zembîlfiroş adıyla bilinen aşk destanı; Kürtler arasında, Mem û Zîn ve Siyabend û Xecê kadar ünlü bir aşk destanıdır. Stranını, Şıvan Perwer’in sesinden dinlediğinizde tadına doyamazsınız. Hikâye Mervaniler’in Başkenti Farqin’de geçer. Yani bugünkü Silvan’da. Zembîlfiroş –Sepet Satıcısı- aslında bir prenstir. Ama bir gün ölümün soğuk yüzüyle karşılaşır ve yoksul, mütevazı biri olarak yaşamak ister. Prensliğini bu inancı uğruna terk eder ve yollara düşer. Derken o da bir prenses olan Hatun bir gün Zembîlfiroş’la karşılaşır ve ona âşık olur. Ama aşkına karşılık bulmaz. Hikâyenin sonu her aşk masalında olduğu gibi hüzün doludur. Silvan’da Zembîlfiroş Kalesi olarak bilinen tarihî kalenin dibinde sekiz katlı bir bina yükseliyor şimdi. Kültür Bakanlığı’nın ilgili biriminin aldığı karara dayanarak ruhsatı belediye vermiş. Silvanlı okurlar, kararın haklı yanı yok diyorlar ve inşaatın, tarihî Zembîlfiroş Kalesi’ni tahrip edeceğini iddia ediyorlar. Dolayısıyla Kültür Bakanlığı’nın kararını gözden geçirmesini ve koruma altına alınıp onarılmazsa zamana karşı artık duramayacak hale gelmiş Zembîlfiroş Kalesi’nin onarılmasını bekliyorlar. Bizden duyurması.
__._,_.___
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder