8 Temmuz 2010 Perşembe
Orhan Miroğlu
8 Temmuz 2010
İtiraf etmem gerekirse son zamanlarda kendimi çok talihsiz ve ümitsiz bir yazar gibi görüyorum. Birçok nedeni var bunun. Bir kere Kürt sorununu yaşamaya ve yazmaya mahkum olmuş bir insan olarak ömrüm bitiyorken, bu sorunun hala devam ediyor olmasından hiç memnun değilim.
İkincisi, 12 Eylülden sonra kaldığım Diyarbakır cezaevinde bile, gelecekten bu kadar umutsuz olduğum günleri hatırlamıyorum.
Kürt sorunu, kırk yıldır, sadece gidişatını, çeşitli dönemlerde aldığı halleri uzaktan izlediğim bir sorun değil benim için. 1970’li yıllardan bu yana kendimi içinde bulduğum bir sorun. Uzun yıllar siyasetini yaptım, tümü de bu sorun hakkında yedi kitap yazdım, payıma ne düşmüşse artık, mağduriyetlerini bir bir yaşadım.
Bir tek dağa çıkmadığım kaldı. Dağın çare olduğuna inansaydım herhalde o da olurdu.
Bugün geldiğimiz noktaya baktığımda hayıflanıyorum.
Bunca tecrübeye, yasını bile tutamadığımız bunca acıya rağmen Kürt sorununda dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz..
Sorunu, savaşarak çözeceğimizi düşünüyoruz.
PKK’ye karşı savaştan ve başarıdan söz ede ede çeyrek yüzyıl geçti.
Orduyu başarısız buluyoruz ve neredeyse toplumsal bir mutabakat sağlamış haldeyiz
PKK’ye karşı savaş için profesyonel bir ordu lazım!.
Hadi bakalım bir de onu deneyelim..
Ama ben, çoğu profesyonel olan, öldürdüğü insan sayısını bile bilmeyen özel harekatçıların, bin operasyon yönettim diyen kıdemli emniyet müdürlerinin hayat hikayelerini hatırlıyorum şimdi ve PKK’ye karşı daha fazla başarı ne demek anlayamıyorum gerçekten.
Mesela geride kalan köylerin de boşaltılması mı?
Birkaç milyon Kürdü Batı’ya mecburi iskana tabi tutmak mı?
20 bin daha faili meçhul cinayet mi?
Daha fazla karakol inşası, güvenlik şeridi oluşturmak, gidip Hewler’i (Erbil) yerle bir etmek mi?
Yok eğer bunlar değil de, amaç daha fazla PKK’liyi ‘ölü ele geçirmek’ ise bu da oldu zaten. Şimdi dördüncü kuşak Kürtler var PKK’nin saflarında.
PKK gayri nizami bir savaş yürüttü. Herhalde buna gerilla savaşı diyorlar. Ama gerilla savaşına da pek benzemiyordu doğrusu. Savaşın sivil kurbanları hariç, kırk bin ölünün neredeyse 30 binden fazlası PKK’li..
Peki birkaç bin askeri feda etmeyi göze alarak, kırk bin PKK’li daha öldürseniz sorunu çözecek misiniz?
Mersin’de, İstanbul’da, İzmir’de bir arada yaşamayı koruyarak, böyle bir savaşın, sürdürülebileceğine mi inanıyorsunuz?
PKK’nin bugün ulaştığı gücü şansa bağlayan Başbuğ’un son açıklamalarından dehşete kapılmamak elde değil.
Başbuğ, Meclisteki milletvekillerine dağın yolunu gösteriyor, olmazsa nereye giderlerse gitsinler diyor.
Ordunun savaş yıllarındaki tutumunu eleştirenlerin, damarlarında Türk kanı olmadığını söyleyerek, ırkçılık yapıyor.
Başbuğun Ergenekon ve Diyarbakır’da devam eden JİTEM davalarına gösterdiği tepki, bu tepkiyi ifade ederken, JİTEM’in işlediği cinayetlerin azmettiricisi olmaktan yargılanan Albay Cemalettin Temizöz’ün adını bizzat vermesi, askerlerin geçmişle ilgili sağlıklı bir muhasebe yapmak bir yana, denenmiş yöntemleri yeniden denemekten yana olduklarını ortaya koyuyor.
Belli ki, ordunun üst kademesini yeniden saran güvenlik sendromunun tetiklediği askeri tedbirler, PKK’yi savaşmaktan caydırmak ve baskılamak amacıyla gündeme gelmiyor.
‘Sözün bittiği yer’ lafı, dosdoğru yeni bir savaşı öngörüyor.
Savaşı dayattığınızda, PKK’nin de buna karşılık vereceğini anlamak için, güvenlik uzmanı olmaya gerek yok.
Son bir iki ay içinde meydana gelen elim olaylara ve insan kaybı sayısına bakmak yeter.
Durum belki doksanlı yıllarda farklıydı, yirmi yıl sonra, savaşın hakikatleri moral değerlerle buluşunca, bir çok şey değişti.
Türk halkının bölünme korkusu, bu kirli savaşa itirazın önüne geçti. PKK’nin önemli oranda temsil ettiği ulusal bir psikoloji hakim oldu Kürtlere. PKK artık sadece onu kurup yönetenlerin bugünlere taşıdıkları siyasi bir maceradan ibaret değil; bu hareket, onu ağır bedeller ödeyerek, destekleyen halk kesimlerinin siyasi hikayesine dönüştü. Siyasallaşma dediğimiz hadise budur zaten.
Bu yüzden, PKK’yle savaş bu saatten sonra sadece PKK’yle sürdürülen bir savaş olarak kalmaz.
PKK’yi olumlayan ve ona desteğini sürdüren sivil Kürtlerle de savaş anlamına gelir.
Zararı yine en çok onlar görür.
PKK’nin de çeşitli sebeplerle ve kendine ait gerekçelerle, savaşı sürdürmek istediği görülüyor.
PKK liderlerinin son açıklamalarına bakılırsa, bundan sonra savaş, ‘demokratik özerkliği’ korumak için sürdürülecek.
Bu yazının konusu bu değil, ama kim tarafından ilan edilirse edilsin, bana kalırsa, ‘yanlış zamanda haklı bir talep’ gibi duruyor ‘demokratik özerklik’
Bu savaş ortamında ileri sürülmesi ne barışa ne muhtemel bir diyalog ve müzakere sürecine hizmet eder.
Ama anlaşılan, devlet siyasi çözüm arayışlarına noktayı koyar ve işi güvenliğe havale ederse, PKK’nin buna karşı stratejisi hazır:
Silahlı mücadeleyle korunacak olan ‘demokratik özerklik..’
Bu da Kürt sorununun hak temelli bir sorun olmaktan çıkıp, uluslar arası bir sorun haline gelmesinin ilanıdır.
Kürtlerin siyasi sistemden kopmalarına giden yolun da başlangıcıdır.
Devletin inadı ve PKK’nin silahlı mücadeledeki ısrarı, bu yolu açıyor.
Bir çözümsüzlük ve güvenlik sendromuna tutulmuş gibi Türkiye.
Bu sendromun bana göre temel sebebi, idama giderken bile, ’Kürt anasını görmesin’ inadından başka bir şey değil.
Kürtler eşit haklar kullanmasın, olacaksa da, ‘kelepir fiyatına çözüm ‘ olsun diyedir bunca inat.
Hülasa önümüzde iki yol var: Birincisi, Türkiye’nin; taşaronu olmayı arzu ettiği anahtar teslimi ‘Kandil Projesi’ni hayata geçirmek için, uluslar arası düzeyde müteahhit aramaktır.
Bu askeri yoldur ve galiba gündemde olan yoldur. Diğeri de bu işin sivil siyasetini yapmakla sorumlu olanların, müteahhitliğini Türkiye’nin gerçekleştireceği anahtar teslimi değil, yıllara sari bir siyasi projeyi hayata geçirmektir.
8 Temmuz 2010
İtiraf etmem gerekirse son zamanlarda kendimi çok talihsiz ve ümitsiz bir yazar gibi görüyorum. Birçok nedeni var bunun. Bir kere Kürt sorununu yaşamaya ve yazmaya mahkum olmuş bir insan olarak ömrüm bitiyorken, bu sorunun hala devam ediyor olmasından hiç memnun değilim.
İkincisi, 12 Eylülden sonra kaldığım Diyarbakır cezaevinde bile, gelecekten bu kadar umutsuz olduğum günleri hatırlamıyorum.
Kürt sorunu, kırk yıldır, sadece gidişatını, çeşitli dönemlerde aldığı halleri uzaktan izlediğim bir sorun değil benim için. 1970’li yıllardan bu yana kendimi içinde bulduğum bir sorun. Uzun yıllar siyasetini yaptım, tümü de bu sorun hakkında yedi kitap yazdım, payıma ne düşmüşse artık, mağduriyetlerini bir bir yaşadım.
Bir tek dağa çıkmadığım kaldı. Dağın çare olduğuna inansaydım herhalde o da olurdu.
Bugün geldiğimiz noktaya baktığımda hayıflanıyorum.
Bunca tecrübeye, yasını bile tutamadığımız bunca acıya rağmen Kürt sorununda dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz..
Sorunu, savaşarak çözeceğimizi düşünüyoruz.
PKK’ye karşı savaştan ve başarıdan söz ede ede çeyrek yüzyıl geçti.
Orduyu başarısız buluyoruz ve neredeyse toplumsal bir mutabakat sağlamış haldeyiz
PKK’ye karşı savaş için profesyonel bir ordu lazım!.
Hadi bakalım bir de onu deneyelim..
Ama ben, çoğu profesyonel olan, öldürdüğü insan sayısını bile bilmeyen özel harekatçıların, bin operasyon yönettim diyen kıdemli emniyet müdürlerinin hayat hikayelerini hatırlıyorum şimdi ve PKK’ye karşı daha fazla başarı ne demek anlayamıyorum gerçekten.
Mesela geride kalan köylerin de boşaltılması mı?
Birkaç milyon Kürdü Batı’ya mecburi iskana tabi tutmak mı?
20 bin daha faili meçhul cinayet mi?
Daha fazla karakol inşası, güvenlik şeridi oluşturmak, gidip Hewler’i (Erbil) yerle bir etmek mi?
Yok eğer bunlar değil de, amaç daha fazla PKK’liyi ‘ölü ele geçirmek’ ise bu da oldu zaten. Şimdi dördüncü kuşak Kürtler var PKK’nin saflarında.
PKK gayri nizami bir savaş yürüttü. Herhalde buna gerilla savaşı diyorlar. Ama gerilla savaşına da pek benzemiyordu doğrusu. Savaşın sivil kurbanları hariç, kırk bin ölünün neredeyse 30 binden fazlası PKK’li..
Peki birkaç bin askeri feda etmeyi göze alarak, kırk bin PKK’li daha öldürseniz sorunu çözecek misiniz?
Mersin’de, İstanbul’da, İzmir’de bir arada yaşamayı koruyarak, böyle bir savaşın, sürdürülebileceğine mi inanıyorsunuz?
PKK’nin bugün ulaştığı gücü şansa bağlayan Başbuğ’un son açıklamalarından dehşete kapılmamak elde değil.
Başbuğ, Meclisteki milletvekillerine dağın yolunu gösteriyor, olmazsa nereye giderlerse gitsinler diyor.
Ordunun savaş yıllarındaki tutumunu eleştirenlerin, damarlarında Türk kanı olmadığını söyleyerek, ırkçılık yapıyor.
Başbuğun Ergenekon ve Diyarbakır’da devam eden JİTEM davalarına gösterdiği tepki, bu tepkiyi ifade ederken, JİTEM’in işlediği cinayetlerin azmettiricisi olmaktan yargılanan Albay Cemalettin Temizöz’ün adını bizzat vermesi, askerlerin geçmişle ilgili sağlıklı bir muhasebe yapmak bir yana, denenmiş yöntemleri yeniden denemekten yana olduklarını ortaya koyuyor.
Belli ki, ordunun üst kademesini yeniden saran güvenlik sendromunun tetiklediği askeri tedbirler, PKK’yi savaşmaktan caydırmak ve baskılamak amacıyla gündeme gelmiyor.
‘Sözün bittiği yer’ lafı, dosdoğru yeni bir savaşı öngörüyor.
Savaşı dayattığınızda, PKK’nin de buna karşılık vereceğini anlamak için, güvenlik uzmanı olmaya gerek yok.
Son bir iki ay içinde meydana gelen elim olaylara ve insan kaybı sayısına bakmak yeter.
Durum belki doksanlı yıllarda farklıydı, yirmi yıl sonra, savaşın hakikatleri moral değerlerle buluşunca, bir çok şey değişti.
Türk halkının bölünme korkusu, bu kirli savaşa itirazın önüne geçti. PKK’nin önemli oranda temsil ettiği ulusal bir psikoloji hakim oldu Kürtlere. PKK artık sadece onu kurup yönetenlerin bugünlere taşıdıkları siyasi bir maceradan ibaret değil; bu hareket, onu ağır bedeller ödeyerek, destekleyen halk kesimlerinin siyasi hikayesine dönüştü. Siyasallaşma dediğimiz hadise budur zaten.
Bu yüzden, PKK’yle savaş bu saatten sonra sadece PKK’yle sürdürülen bir savaş olarak kalmaz.
PKK’yi olumlayan ve ona desteğini sürdüren sivil Kürtlerle de savaş anlamına gelir.
Zararı yine en çok onlar görür.
PKK’nin de çeşitli sebeplerle ve kendine ait gerekçelerle, savaşı sürdürmek istediği görülüyor.
PKK liderlerinin son açıklamalarına bakılırsa, bundan sonra savaş, ‘demokratik özerkliği’ korumak için sürdürülecek.
Bu yazının konusu bu değil, ama kim tarafından ilan edilirse edilsin, bana kalırsa, ‘yanlış zamanda haklı bir talep’ gibi duruyor ‘demokratik özerklik’
Bu savaş ortamında ileri sürülmesi ne barışa ne muhtemel bir diyalog ve müzakere sürecine hizmet eder.
Ama anlaşılan, devlet siyasi çözüm arayışlarına noktayı koyar ve işi güvenliğe havale ederse, PKK’nin buna karşı stratejisi hazır:
Silahlı mücadeleyle korunacak olan ‘demokratik özerklik..’
Bu da Kürt sorununun hak temelli bir sorun olmaktan çıkıp, uluslar arası bir sorun haline gelmesinin ilanıdır.
Kürtlerin siyasi sistemden kopmalarına giden yolun da başlangıcıdır.
Devletin inadı ve PKK’nin silahlı mücadeledeki ısrarı, bu yolu açıyor.
Bir çözümsüzlük ve güvenlik sendromuna tutulmuş gibi Türkiye.
Bu sendromun bana göre temel sebebi, idama giderken bile, ’Kürt anasını görmesin’ inadından başka bir şey değil.
Kürtler eşit haklar kullanmasın, olacaksa da, ‘kelepir fiyatına çözüm ‘ olsun diyedir bunca inat.
Hülasa önümüzde iki yol var: Birincisi, Türkiye’nin; taşaronu olmayı arzu ettiği anahtar teslimi ‘Kandil Projesi’ni hayata geçirmek için, uluslar arası düzeyde müteahhit aramaktır.
Bu askeri yoldur ve galiba gündemde olan yoldur. Diğeri de bu işin sivil siyasetini yapmakla sorumlu olanların, müteahhitliğini Türkiye’nin gerçekleştireceği anahtar teslimi değil, yıllara sari bir siyasi projeyi hayata geçirmektir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder