28 Temmuz 2010 Çarşamba
BOYKOT
Mihrac Ural
27 Temmuz 2010
135 yıllık arayış bu kez de sonuçsuz. Farklılıklarının gerçekliğini inkar eden, onu karanlık örtüler altına sokmak isteyen bir ülke, ortak bir anayasal kimlik oluşturamaz.
1876 Kanuni Esasi’den, II. 12 Eylül anayasa önerisine kadar, başarılamamış anayasal girişimleri aynı hatanın kurbanıdır.
Ortak ülke gerçekliğimizi tanımlayan, çözülmüş sorunlarımızın hukuki ifadesi olan, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşamasını garantileyen, farklılıklarımızın kimlik, inanç ve kültürel haklarını kurum, kuruluş ve yasalarıyla güvence altına alan bir anayasa olmaksızın bu alandaki kimlik bunalımımız sonuçlanamaz.
Siyasi güç dengelerine boyun eğmeyen, demokratik hak ve özgürlükleri koruyan, arkasında duran halkın gücüyle değişikliklere maruz bırakılmayan, delinmeyen, deldirilmeyen bir anayasa bu coğrafyanın gerçekçi taleplerinin anayasasıdır. Bunu, devlet statülerine esir olmuş hiçbir ulusalcı – tek milliyetçi, din istismarcısı siyasal eğilim sağlayamaz.
Onay aldığı an, tarihi geçmiş olacak bir anayasa istemiyorsak, temel sorunlarımızı aşmış farklılıklarımızı merkezine oturtmuş bir anayasa oluşturmakla yükümlüyüz. Bu referandum eskiyi yeniden üretmekle meşguldür. Halklarımızın çıkarını temsil eden bir yanı yoktur.
Anayasa referandumu bir seçim oylamasına düşmüştür. Siyasi partiler arasında güç dengesinin yeniden belirlenmesi amacı taşımıştır. Bu referandumda EVET ile HAYIR arasında fark kalmamıştır. Sistem kendini her iki tercihte de yeniden üretme çabasındadır.
Referandum halkın demokratik anayasa talebine ilişkin bir oylama olmaktan çıkıp siyasi iktidar kavgasına alet olduğu yerde, demokrasi biçimsel de olsa sona ermiş olur.
Bu referandum da halka ve taleplerine, farklılıklarımıza ve özgürlüklerine ait hiçbir amaç kalmamıştır.
Ortaya konan anayasa taslağı ise, askeri darbe anayasalarının tek milliyetçi kurguların ruhunu bütünüyle taşımaktadır. Bu ise, ülke gerçekliği üzerine karanlık bir örtüdür, kimlik bunalımlarımızı, toplumsal kaoslarımızı derinleştiren böylesi anayasa önermeleri, demokrasi ve özgürlük arayışlarımıza cevap değildir.
Kimse kimseyi aldatmasın. Kendimizi ise asla aldatmayalım. Bütünlüğü içinde anlamlı yerini bulamayan demokratik açılım ve değişiklikler demokratik bir anayasa yaratamaz. Anayasanın tüm maddeleri demokratik olsa da çok uluslu, çok inançlı, çok kültürlü ülkemizde, tek millete dayalı hiçbir iyileştirme demokratik olamaz. Ruhunu böylesi bir algıyla darbeci önermelerin tekrarı olarak tecelli eden bir anayasa taslağ,ı halklarımızın arkasında durup onaylayacağı bir anayasa olmayacaktır.
Onaylandığı gün, değiştirilmesi istenecek bir anayasa, çözümsüzlükleriyle, çıkışsız statüleriyle on yıllardır değiştirmek için mücadele ettiğimiz sistemi yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu nedenle tavrımız, bu sistemin kendini yeniden üretmesine olanak tanımama tavrıdır, boykottur.
***
135 yıldır demokratik bir anayasa yapamadınız. Ülkemizi tanımlayacak, temel sorunlarımızın çözümüne hukuki bir ifade olacak anayasa yapmayı asla istemediniz. Anayasalar arası balans ayarlarıyla oluşan her anayasanız, hukuk dışı, gerçek dışı ve dayatma yasaların metni olmaktan öteye geçemedi. Bunun için her değişikliğin ardından yeni değişikliklere ihtiyaç duydunuz.
Kanuni Esasi’den 1921 Teşkilatı Esasi’ye, 24 Anayasası’ndan 61 ve 82 Anayasasına hiçbir anayasanız toplumun çözülmüş sorunları üzerinde yükselmedi. Dönüşüm gerçekliğini amaçlamadınız; çözülen sorunların hukuki ifadesi olabilecek bir anayasayı hiçbir zaman ortaya koyamadınız. Tüm anayasalarınız bir askeri zorlama ya da darbe anayasasıdır. Tek boyutlu bir diktatörlük anayasasıdır. Padişahınızdan darbecinize kadar, horlamadığınız reaya ve vatandaş kalmadı, bu sizin hukuksuzluğunuzdu. Siz uygar değildiniz, Osmanlı aklının talan ve gasp siyasetinin modern giyimli barbarlarısınız. Aklınız o karanlık dönemin aklıdır, size ait olmayan kültür birikimleri üzerinde oturup, kılıç hakkı diye tüketerek yaptığınız şey, sizi demokratik bir anayasanın gerektirdiği kültür düzeyine yükseltemedi.
Ben yaptım olur dediniz, ben bozdum yürür dediniz; bu güne geldiniz.
Her anayasa girişiminiz, diğerini koltuk değneği olarak taşıdı. İki anayasanız arasında onlarca kez değişiklik yaparak kurduğunuz dengeler, ağızlara çalınan bir parmak balın ötesine geçmedi. Hukuk algılarınız, Osmanlı’nın cumhuriyetteki tecellisi olduğu için, anayasalarınız ülke gerçekliğini değil; üzerine atılan karanlık örtüleri temsil etti durdu.
Egemen güçler arası dengelerin lehine yapılan düzenlemelere anayasa dediniz. Oysa her biri teknik açıdan olduğu kadar, gerçeklikle örtüşme açısından hukuksuzluktu. 12 Eylül 1982 faşist askeri darbeyle dayattığınız anayasa ise geçmiş üzerine tuz biber eken, toplumun her boyutta kimyasını bozan bir aptal cüreti olarak gündeme geldi.
Onaylandığı günün ertesinde değişikliğe mahkum anayasalarınız yırtık hukuk bohçanızı yamalamaya yetmiyor. Anayasalarınız öylesine zeminsiz ki, kendini koruyacak bir etkinliğe bile sahip değil. Yeryüzünde anayasa ahlak ve bilgisine defalarca tecavüz ederek yaptığınız değişiklikler, kurduğunuz anayasaların ne mal anayasa olduğunu göstermeye yeterlidir. 1876 Kanuni Esasi’den 82 Anayasası’na kadar, tüm anayasalarınız delik deşik olmuştur; ancak gerçekleri temsil edememiştir.
Oysa, gerçek bir demokratik anayasayla oynamanın gereği de imkanı da olamaz. Gerçek bir toplum sözleşmesi, ülkemizi tüm yönleriyle tanımlayan ve çözülen sorunlarının hukuki ifadesi olan bir anayasaya dokunma cüretini kimse gösteremez; halkın arkasında durduğu bir anayasaya, hepimizi kucaklayan bir güvenlik hukuku ve sınırı olarak kendini koruyacak güce de sahip olur. Kendinizin koyduğu ve kendinizin bozduğu hukuk dışı yasalarınıza anayasa demek abesle iştigaldir.
Sorunlarıyla bunalmış, kaoslara düşmüş, kimliğini yitirmiş bir ülkede gergin dengeler üzerinde yürüyorsunuz. Halkın reflekslerini çiğniyor, hak ve taleplerine karşı her türden savaş aracıyla saldırıyorsunuz; sınır ötesi operasyonlar yapıyor, kimlik hakların inkar ediyorsunuz. Uluslararası anlaşmalarla korunmuş azınlık haklarını bile ret ediyorsunuz. Teknolojinin en gelişmişine, askeri amaçlarla vatandaşlarınızı katletmek için akıl almaz mali bütçeler ayırıyor, dış güçlerden desteğin her türüne kölece tavizler veriyorsunuz. Dış güçlerin taşeronluğunu resmi ilanlarla yaparak kendi halkınızın, vatandaşınızın üzerine ölüm saçıyorsunuz.
Vergileriyle devletin tüm kurumlarını besleyen vatandaşa kurşunla, bombayla, kovuşturma ve sürgünlerle cevap veriyorsunuz. Anayasalara müdahaleleriniz, yaptığınız değişiklikler ülkemizin kaoslarını çözmüyor, kaybedilmiş kimliklerini bulmaya yetmiyor. Bu gün yaptığınız değişiklikler ise geleneksel korku ve kaygıların sınırını aşmıyor; hep yapar gibi davranıyorsunuz. Size sonuna kadar tolerans tanınıyor; ama siz yine bildiğinizi dayatıyorsunuz.
Tüm iktidarlar, halkın ve demokrasi güçlerinin “bekleyip görelim” adı altında hak etmediğiniz zaman kredisini kullanıyorsunuz. Ancak siyasal erke oturduğunuz an, devletin kurulu statülerine boyun eğerek bu fırsatları daha da olumsuz dayatmaların hizmetine koşuyorsunuz.
Dar parti ve mahalle çıkarı için üretilen siyasetleriniz, yılların biriktirdiği haklı talepleri ve bu taleplere ait öfkeleri bir kez daha boşa akıtarak heder ediyor. Bitip tükenmez yalan okyanuslarınızda halkı onlarca kez boğdunuz. Din ve imanı kullandınız, demokratik söylemleri laçka ettiniz, farklı siyasi simgeleri bir araya topladınız, “tapulu oylar” üzerinde hoyratça tasarrufta bulundunuz; ancak demokrasi için gerekli olan en önemli adımı, milliyetçiliği aşamadınız.
Kaygı ve korkuların esiri olan Osmanlı aklının cumhuriyetteki tecellisi oldunuz. Talan ve gaspla sür git Batı’ya yönelen akınlarınızın durduğu yer Viyana kapıları oldu (1683). Gerilediniz, her savaşta yenildiniz; çünkü haksızdınız ve başkalarının emekleriyle oluşturduğu anavatanların değerlerini talan etmiştiniz. Kaybettiğiniz topraklar sizin değildi, onların arkasından ağladınız ve imkan olsa yeniden işgal ve ilhak edebileceğinizi ifade ettiniz. Bunu başaramayacağınızı biliyordunuz, bunun için iç fetihlere yöneldiniz. Hakim olduğunuz coğrafyayı bu nedenle sürekli bir savaş alanı haline getirmiş oldunuz. Kürt dediniz, Alevi dediniz, Türkmen dediniz doğrayıp durdunuz. Bunu hala sürdürüyorsunuz.
Farklılıklarımızı zenginlik olarak algılama yerine ötekileştirme çabalarına yöneldiniz. Dünya değişti, aklınızı değiştiremediniz. Irkçılık, milliyetçilik, inanç ayrımcılığı gibi çağ dışı kalmış söylemlerden oluşan kağıttan şatolar kurdunuz, el attığınız her alanda bu sahte görüntüleri gerçek diye dayattınız. Kardeşi kardeşe kırdırdınız, faili meçhullerle tasfiyeler yaptınız, göç ettirdiniz, soyup soğana çevirdiniz. Laik, anti-laik farklılıklarınızı bile bir kenara attınız, özgürlük ve demokrasi için mücadele eden güçlere karşı tek milliyetçi cephe olarak çıktınız. Gerçek bölücü olduğunuzu her çabanızla kanıtladınız. Bu iç dünyanızı referanduma giden anayasa taslağınızda da akıl almaz tarzda işlediniz; demokrasi gelecekse de tek millet için gelecektir, dediniz.
Her yeni anayasa oluşturma sürecinde, sorunların çözümü üzerinden bir anayasa üretmek yerine sorunları artıran aynı hataların tekrarını yaptınız. Balans ayarları ise bu yanlışların katmerleşmesine yol açtı. Demokratik açılım söylemlerinin katledildiği yer de tastamam burası oldu.
Demokratik açılımın başlamadan bitmesi, savaşın bir kez daha tırmanarak ölüm haberleri arasında barışın katledilmesi alışıldık bir hal aldı. Savaş ve her türden güvenlik önleminin başarısızlığına biçilen kefareti barışa ödetmek için; barış diyen sanatçılara, aydınlara, yazarlara akıl almaz cezalar dayattınız. Mahkemelerde süründürerek düşünme ve konuşma özgürlüklerini gasp ettiniz.
Durmadan tersinden işleyen bir akılla dev bir ülkenin sorunlarını çözmenin mümkün olmayacağını anlamayanlar, baş edemedikleri bir savaşın taraflarına önce silah bırakın deme komikliğine düşüyorlar. Tanımama ısrarında oldukları Kürt ulusal varlığı ve özgürlüğünü askeri zorla susturmak için tüm olanaklarını seferber ederken, ortaya koydukları milliyetçi anayasalarına EVET ya da HAYIR oyu talep ediyorlar. İktidarıyla, muhalefeti sistemin bekası, gerçekliğin örtülmesi adına girdikleri bu ikilem asla gerçek demokratik bir öneri etrafında tercih anlamına gelmiyor. EVET ya da HAYIR demek, sonuçta aynı sistemi yeniden üretmek anlamına geliyor.
Şimdiki iddianız çok büyük, boyunuzu da çok aşıyor. Sivil anayasa yaptık, buna EVET deyin diye ısrar ediyorsunuz. Dününüzle bu gününüz din istismarıyla geçmiş, kırılma noktasında milliyetçi çehrenizi, Milli Görüş adı altında toplumun farklılıklarına din çimentosuyla kararak dayatmışsınız. Demokrasiyi tanrı adına isteme gibi ekstrem çıkışlarınızı örtseniz de farklılıklarımızı içselleştirecek bir genişliğinizin olmaması, yaptığınız her şeyin yarım yamalak olmasına ve sonra iflasla sonuçlanmasını yol açıyor.
“Sivil” diye halkın önüne sürdüğünüz anayasaya dönün bakın, bu coğrafyada yaşayan hangi etnik ya da hangi inanç farklılıklarını açık ve net olarak dile getirip onun haklarını güvence altına alıyor. Bunu gösteremezsiniz. Anayasanız milliyetçidir, demokratik değildir…
Bu satırların yazarı, en küçük bir demokratik açılım için destek çağrıları yapmaktan çekinmemiştir. Bunu, arkasında durduğu doğruların bir parçası saymıştır. Ama demokratik açılımın sonuna kadar genişliğiyle, derinliğiyle ikamesini istemiştir. Tarihi derslerden biliyordu ki hiç bir din istismarcısı, hiçbir milliyetçisi demokrasiyi sonuna kadar götüremez. Siz de götüremediniz, iflas ettiniz. Tarihin mantığı böyle tecelli edecekti, aldatılmayı halk kendi tecrübesiyle görecekti, demokrasi mücadelesinde eğitim de budur.
Bu anayasada ilkel ırkçı-milliyetçi tek boyutlu dayatmalarınız olmasa, askeri anayasaya karşı sivil anayasaya EVET demek ehveni şer gibi olabilirdi. Ancak yasaların geriye işlemeyeceği üzerinden 12 Eylül darbecilerini aklıyorsunuz. Bir kuşağa amansızca savaş açan, katleden darbeci generallerle hesaplaşmanın kapılarını kapatıyorsunuz. Size dokunanı yok etmek için tüm gücünüzü ortaya koyarken, başkalarını yok edenleri görmezden geliyorsunuz. Tarihle yüzleşme olanaklarını ortadan kaldırarak, bu topraklarda “yapılanın yanında kar kalacağını” anayasal güvencelerle sağlıyorsunuz.
Bütün bunlara karşın referanduma giden anayasa önermenizi, ilk maddesinden son maddesine kadar bizlerin değil, sizlerin anayasası olarak, milliyetçilik üzerine yükselmiş statüleriyle dayatıyorsunuz EVET dememizi istiyorsunuz. Bu ise Anadolu mozaiğinin gerçekliğine indirilen bir hançerdir, ısrarcı bir inkarcılıktır.
Bu madalyonun diğer yüzünde, ulusalcılar, ilkel milliyetçiler, ırkçılar ve sistemin onayına teferruatın sönük ışığın ardından yuvarlananlar bulunmaktadır. Bunlar da HAYIR dememizi istiyor.
HAYIR çağrısı yapanların alternatifleri yok. Var olan alternatifleri ise ülkeyi iç savaşa sürükleyecek bir tutuculuktan ibarettir; bunların önermeleri yüz yıldır denenmektedir, İttihatçı aklın cumhuriyetteki devamı olan bu güçlerin halkımıza ve ülkemize sunacağı bir demokratik anayasal yenilik yoktur. 135 yıldır deniyorlar, ortaya çıkardıkları sonuçlar; savaş, komşularımızla düşmanlık, işgal, küçük sorunlara esir olmaktan ibarettir. Demokrasi için mangalda kül bırakmayanlarla, darbelerin milis güçleri omuz omuza vermiş HAYIR çağrısı yapmaktadır; bunların hayır çağrısı, gerçekte bu ülkede farklılıklarımıza yaşam alanına HAYIR demekten başka bir anlama sahip değildir.
Her iki taraf anayasa taslağının meclis oylamalarında yaptıkları siyasi manevraları unutmuş gibiler. Toplum için hayati önem taşıyan maddeleri tartışmak yerine, ikinci dereceden maddeler üzerinde durmayı yeterli gördüler. Toplumsal barışımızın ikamesi ve kirli savaşın sona ermesi için gerekli düzenlemeler yapmak yerine, sorundan başka bir şey üretmeyen devlet statülerini korumak için çırpınıp durdular.
Bu ikili aynı madalyonun farklı yüzleridir. Devletçidir, daha da ötesi her birinin kendine ait bir derin devleti vardır ve halka karşı bununla savaşmaktadır. Farklılıklarına rağmen birleştikleri yer, tek millet algısıdır.
Bu noktada tartışma bile kabul etmezler; anayasanın birçok temel maddesinde ısrarla ve özenle vurgulanmış tek millet yaklaşımına hiçbir tarafın ses çıkarmaması bunu göstermeye yeterlidir. 1876 Kanun-i Esasi’nde Osmanlı olmak dayatması ne ise 21, 24, 61 ve 82 Anayasalarında tek milliyetçi dayatma odur. 135 yıllık anayasa serüveninde bu ülkenin makus kaderi bu tek millet dayatmasının kurbanı edilmiştir. Bu ısrar kaldıkça bu coğrafya ne beklenen barışına ne de hakların adil şekilde dağılımına kavuşabilir.
Kimse kimseyi aldatmasın. Kendimizi ise asla aldatmayalım. Bütünlüğü içinde anlamlı yerini bulamayan demokratik açılım ve değişiklikler demokratik bir anayasa yaratamaz. Anayasanın tüm maddeleri demokratik olsa da çok uluslu, çok inançlı, çok kültürlü ülkemizde, tek millete dayalı hiçbir iyileştirme demokratik olamaz. Ruhunu böylesi bir algıyla, darbeci önermelerin tekrarı olarak tecelli eden bir anayasa taslağı halklarımızın arkasında durup onaylayacağı bir anayasa olmayacaktır.
Böylesi bir anayasa ortak ülkemiz gerçekliğiyle uyumlu olamaz. Tersine gerici sisteme güç taşımaya devam eder. Buna EVET demek ya da HAYIR demek, sistemi onaylamak onun içinde bir alanda durmak demektir. Sistemin kendini yeniden üretmesine katkı sunmak demektir.
Bu yüzden, onay aldığı saat ömrünü tükenen ve yeni bir anayasa için mücadeleye start vermekten kurtulamayacak milliyetçi anayasa referandumunda ne EVET ne de HAYIR halkın çıkarlarına ait bir tercih olmayacaktır.
Önceki anayasalardan taşıdığı kimi farklılıklara rağmen bu anayasa önerisinin ruhu askeri darbe anayasalarının ruhudur; tekçidir, farklılıkları inkar etmektedir. Önerdiği her madde bu tek milliyetçi dayatmayı Anadolu’nun uygarlıklar yurdu, farklılıklar yurdu özelliğini karartmaya yöneliktir; 1000 yıllık karanlığın kesintisiz devamı olan bir anayasa önerisi olmaktan çıkmamıştır.
Bugün halkın önüne sürdüğünüz anayasa taslağı, bu karanlığın tüm boyutunu taşımaktadır.
Sınırlı da olsa, 12 Eylül faşist askeri darbe rejiminin anayasası olmaktan çıkma ve sivilleşme çabasına karşın; bu anayasanın temel özelliği tek ulusçu, tek dillidir. Farklılıklarıyla zengin bir coğrafyaya dayatılmak istenen tek boyutlu anayasa bu toprakların toplumlarına uygun değildir, sorunu çözmenin değil, sorunun kendisidir. Bu tür önermelerin zamanı geçmiştir, iflas etmiştir, bu iflası onaylamak ya da ret ederek eskinin devamına razı olmak arısında bir fark yoktur. Bu nedenle referandumda tavrımız boykot olacaktır.
Bu ülke birimizin değil hepimizin ise anayasanın da bizleri tanımlaması ve kolektif kimliğimizin haklarını güvenceye alması gerek. Hepimizi tek renge boyamakla fakirleştiren, Anadolu uygarlıklarını güç uygarlığına, savaşa, silaha esir eden tek boyutlu bir anayasa bu coğrafyada yaşayan herkese karşı ilan edilmiş bir savaş demektir. Onaylandığı an zamanı geçmiş olmak tastamam budur.
Referandum, EVET- HAYIR ikilemi içinde bir kapan haline getirilmiştir; ne yana dönülse bu tarihi handikabın içine düşülecektir, sistem kendini bu denklemlerle üretirken statülerini de devam ettirmiş olacaktır. Buna müsaade edilmemelidir.
Anayasalar, toplum sözleşmesi olarak varılan ve çözülen sorunları hukuki olarak ifade eder, demokratik yolları stabilize eder. Bu referanduma giderken ne barış ne de demokrasi kazanılmamıştır, toplumun temel sorunlarında bir değişim olmamıştır, her şeyin eskisi gibi sürdüğü bir ortamda kimi iyileştirmelerle bütünsel bir sonuç alınamaz. Yeni ve adil bir anayasal sistem için yapılması gereken bütünsel değişimdir. Bu anayasa önerisi eskiyi koltuk değneği olarak taşımaya devam ediyor. Bu ise yenilenme değildir, bir aldatmacadır.
Bu aldatmacaya ortak olmamak gerek.
Tavrımız boykottur.
Halkımızı boykota çağırıyoruz.
27 Temmuz 2010
135 yıllık arayış bu kez de sonuçsuz. Farklılıklarının gerçekliğini inkar eden, onu karanlık örtüler altına sokmak isteyen bir ülke, ortak bir anayasal kimlik oluşturamaz.
1876 Kanuni Esasi’den, II. 12 Eylül anayasa önerisine kadar, başarılamamış anayasal girişimleri aynı hatanın kurbanıdır.
Ortak ülke gerçekliğimizi tanımlayan, çözülmüş sorunlarımızın hukuki ifadesi olan, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşamasını garantileyen, farklılıklarımızın kimlik, inanç ve kültürel haklarını kurum, kuruluş ve yasalarıyla güvence altına alan bir anayasa olmaksızın bu alandaki kimlik bunalımımız sonuçlanamaz.
Siyasi güç dengelerine boyun eğmeyen, demokratik hak ve özgürlükleri koruyan, arkasında duran halkın gücüyle değişikliklere maruz bırakılmayan, delinmeyen, deldirilmeyen bir anayasa bu coğrafyanın gerçekçi taleplerinin anayasasıdır. Bunu, devlet statülerine esir olmuş hiçbir ulusalcı – tek milliyetçi, din istismarcısı siyasal eğilim sağlayamaz.
Onay aldığı an, tarihi geçmiş olacak bir anayasa istemiyorsak, temel sorunlarımızı aşmış farklılıklarımızı merkezine oturtmuş bir anayasa oluşturmakla yükümlüyüz. Bu referandum eskiyi yeniden üretmekle meşguldür. Halklarımızın çıkarını temsil eden bir yanı yoktur.
Anayasa referandumu bir seçim oylamasına düşmüştür. Siyasi partiler arasında güç dengesinin yeniden belirlenmesi amacı taşımıştır. Bu referandumda EVET ile HAYIR arasında fark kalmamıştır. Sistem kendini her iki tercihte de yeniden üretme çabasındadır.
Referandum halkın demokratik anayasa talebine ilişkin bir oylama olmaktan çıkıp siyasi iktidar kavgasına alet olduğu yerde, demokrasi biçimsel de olsa sona ermiş olur.
Bu referandum da halka ve taleplerine, farklılıklarımıza ve özgürlüklerine ait hiçbir amaç kalmamıştır.
Ortaya konan anayasa taslağı ise, askeri darbe anayasalarının tek milliyetçi kurguların ruhunu bütünüyle taşımaktadır. Bu ise, ülke gerçekliği üzerine karanlık bir örtüdür, kimlik bunalımlarımızı, toplumsal kaoslarımızı derinleştiren böylesi anayasa önermeleri, demokrasi ve özgürlük arayışlarımıza cevap değildir.
Kimse kimseyi aldatmasın. Kendimizi ise asla aldatmayalım. Bütünlüğü içinde anlamlı yerini bulamayan demokratik açılım ve değişiklikler demokratik bir anayasa yaratamaz. Anayasanın tüm maddeleri demokratik olsa da çok uluslu, çok inançlı, çok kültürlü ülkemizde, tek millete dayalı hiçbir iyileştirme demokratik olamaz. Ruhunu böylesi bir algıyla darbeci önermelerin tekrarı olarak tecelli eden bir anayasa taslağ,ı halklarımızın arkasında durup onaylayacağı bir anayasa olmayacaktır.
Onaylandığı gün, değiştirilmesi istenecek bir anayasa, çözümsüzlükleriyle, çıkışsız statüleriyle on yıllardır değiştirmek için mücadele ettiğimiz sistemi yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu nedenle tavrımız, bu sistemin kendini yeniden üretmesine olanak tanımama tavrıdır, boykottur.
***
135 yıldır demokratik bir anayasa yapamadınız. Ülkemizi tanımlayacak, temel sorunlarımızın çözümüne hukuki bir ifade olacak anayasa yapmayı asla istemediniz. Anayasalar arası balans ayarlarıyla oluşan her anayasanız, hukuk dışı, gerçek dışı ve dayatma yasaların metni olmaktan öteye geçemedi. Bunun için her değişikliğin ardından yeni değişikliklere ihtiyaç duydunuz.
Kanuni Esasi’den 1921 Teşkilatı Esasi’ye, 24 Anayasası’ndan 61 ve 82 Anayasasına hiçbir anayasanız toplumun çözülmüş sorunları üzerinde yükselmedi. Dönüşüm gerçekliğini amaçlamadınız; çözülen sorunların hukuki ifadesi olabilecek bir anayasayı hiçbir zaman ortaya koyamadınız. Tüm anayasalarınız bir askeri zorlama ya da darbe anayasasıdır. Tek boyutlu bir diktatörlük anayasasıdır. Padişahınızdan darbecinize kadar, horlamadığınız reaya ve vatandaş kalmadı, bu sizin hukuksuzluğunuzdu. Siz uygar değildiniz, Osmanlı aklının talan ve gasp siyasetinin modern giyimli barbarlarısınız. Aklınız o karanlık dönemin aklıdır, size ait olmayan kültür birikimleri üzerinde oturup, kılıç hakkı diye tüketerek yaptığınız şey, sizi demokratik bir anayasanın gerektirdiği kültür düzeyine yükseltemedi.
Ben yaptım olur dediniz, ben bozdum yürür dediniz; bu güne geldiniz.
Her anayasa girişiminiz, diğerini koltuk değneği olarak taşıdı. İki anayasanız arasında onlarca kez değişiklik yaparak kurduğunuz dengeler, ağızlara çalınan bir parmak balın ötesine geçmedi. Hukuk algılarınız, Osmanlı’nın cumhuriyetteki tecellisi olduğu için, anayasalarınız ülke gerçekliğini değil; üzerine atılan karanlık örtüleri temsil etti durdu.
Egemen güçler arası dengelerin lehine yapılan düzenlemelere anayasa dediniz. Oysa her biri teknik açıdan olduğu kadar, gerçeklikle örtüşme açısından hukuksuzluktu. 12 Eylül 1982 faşist askeri darbeyle dayattığınız anayasa ise geçmiş üzerine tuz biber eken, toplumun her boyutta kimyasını bozan bir aptal cüreti olarak gündeme geldi.
Onaylandığı günün ertesinde değişikliğe mahkum anayasalarınız yırtık hukuk bohçanızı yamalamaya yetmiyor. Anayasalarınız öylesine zeminsiz ki, kendini koruyacak bir etkinliğe bile sahip değil. Yeryüzünde anayasa ahlak ve bilgisine defalarca tecavüz ederek yaptığınız değişiklikler, kurduğunuz anayasaların ne mal anayasa olduğunu göstermeye yeterlidir. 1876 Kanuni Esasi’den 82 Anayasası’na kadar, tüm anayasalarınız delik deşik olmuştur; ancak gerçekleri temsil edememiştir.
Oysa, gerçek bir demokratik anayasayla oynamanın gereği de imkanı da olamaz. Gerçek bir toplum sözleşmesi, ülkemizi tüm yönleriyle tanımlayan ve çözülen sorunlarının hukuki ifadesi olan bir anayasaya dokunma cüretini kimse gösteremez; halkın arkasında durduğu bir anayasaya, hepimizi kucaklayan bir güvenlik hukuku ve sınırı olarak kendini koruyacak güce de sahip olur. Kendinizin koyduğu ve kendinizin bozduğu hukuk dışı yasalarınıza anayasa demek abesle iştigaldir.
Sorunlarıyla bunalmış, kaoslara düşmüş, kimliğini yitirmiş bir ülkede gergin dengeler üzerinde yürüyorsunuz. Halkın reflekslerini çiğniyor, hak ve taleplerine karşı her türden savaş aracıyla saldırıyorsunuz; sınır ötesi operasyonlar yapıyor, kimlik hakların inkar ediyorsunuz. Uluslararası anlaşmalarla korunmuş azınlık haklarını bile ret ediyorsunuz. Teknolojinin en gelişmişine, askeri amaçlarla vatandaşlarınızı katletmek için akıl almaz mali bütçeler ayırıyor, dış güçlerden desteğin her türüne kölece tavizler veriyorsunuz. Dış güçlerin taşeronluğunu resmi ilanlarla yaparak kendi halkınızın, vatandaşınızın üzerine ölüm saçıyorsunuz.
Vergileriyle devletin tüm kurumlarını besleyen vatandaşa kurşunla, bombayla, kovuşturma ve sürgünlerle cevap veriyorsunuz. Anayasalara müdahaleleriniz, yaptığınız değişiklikler ülkemizin kaoslarını çözmüyor, kaybedilmiş kimliklerini bulmaya yetmiyor. Bu gün yaptığınız değişiklikler ise geleneksel korku ve kaygıların sınırını aşmıyor; hep yapar gibi davranıyorsunuz. Size sonuna kadar tolerans tanınıyor; ama siz yine bildiğinizi dayatıyorsunuz.
Tüm iktidarlar, halkın ve demokrasi güçlerinin “bekleyip görelim” adı altında hak etmediğiniz zaman kredisini kullanıyorsunuz. Ancak siyasal erke oturduğunuz an, devletin kurulu statülerine boyun eğerek bu fırsatları daha da olumsuz dayatmaların hizmetine koşuyorsunuz.
Dar parti ve mahalle çıkarı için üretilen siyasetleriniz, yılların biriktirdiği haklı talepleri ve bu taleplere ait öfkeleri bir kez daha boşa akıtarak heder ediyor. Bitip tükenmez yalan okyanuslarınızda halkı onlarca kez boğdunuz. Din ve imanı kullandınız, demokratik söylemleri laçka ettiniz, farklı siyasi simgeleri bir araya topladınız, “tapulu oylar” üzerinde hoyratça tasarrufta bulundunuz; ancak demokrasi için gerekli olan en önemli adımı, milliyetçiliği aşamadınız.
Kaygı ve korkuların esiri olan Osmanlı aklının cumhuriyetteki tecellisi oldunuz. Talan ve gaspla sür git Batı’ya yönelen akınlarınızın durduğu yer Viyana kapıları oldu (1683). Gerilediniz, her savaşta yenildiniz; çünkü haksızdınız ve başkalarının emekleriyle oluşturduğu anavatanların değerlerini talan etmiştiniz. Kaybettiğiniz topraklar sizin değildi, onların arkasından ağladınız ve imkan olsa yeniden işgal ve ilhak edebileceğinizi ifade ettiniz. Bunu başaramayacağınızı biliyordunuz, bunun için iç fetihlere yöneldiniz. Hakim olduğunuz coğrafyayı bu nedenle sürekli bir savaş alanı haline getirmiş oldunuz. Kürt dediniz, Alevi dediniz, Türkmen dediniz doğrayıp durdunuz. Bunu hala sürdürüyorsunuz.
Farklılıklarımızı zenginlik olarak algılama yerine ötekileştirme çabalarına yöneldiniz. Dünya değişti, aklınızı değiştiremediniz. Irkçılık, milliyetçilik, inanç ayrımcılığı gibi çağ dışı kalmış söylemlerden oluşan kağıttan şatolar kurdunuz, el attığınız her alanda bu sahte görüntüleri gerçek diye dayattınız. Kardeşi kardeşe kırdırdınız, faili meçhullerle tasfiyeler yaptınız, göç ettirdiniz, soyup soğana çevirdiniz. Laik, anti-laik farklılıklarınızı bile bir kenara attınız, özgürlük ve demokrasi için mücadele eden güçlere karşı tek milliyetçi cephe olarak çıktınız. Gerçek bölücü olduğunuzu her çabanızla kanıtladınız. Bu iç dünyanızı referanduma giden anayasa taslağınızda da akıl almaz tarzda işlediniz; demokrasi gelecekse de tek millet için gelecektir, dediniz.
Her yeni anayasa oluşturma sürecinde, sorunların çözümü üzerinden bir anayasa üretmek yerine sorunları artıran aynı hataların tekrarını yaptınız. Balans ayarları ise bu yanlışların katmerleşmesine yol açtı. Demokratik açılım söylemlerinin katledildiği yer de tastamam burası oldu.
Demokratik açılımın başlamadan bitmesi, savaşın bir kez daha tırmanarak ölüm haberleri arasında barışın katledilmesi alışıldık bir hal aldı. Savaş ve her türden güvenlik önleminin başarısızlığına biçilen kefareti barışa ödetmek için; barış diyen sanatçılara, aydınlara, yazarlara akıl almaz cezalar dayattınız. Mahkemelerde süründürerek düşünme ve konuşma özgürlüklerini gasp ettiniz.
Durmadan tersinden işleyen bir akılla dev bir ülkenin sorunlarını çözmenin mümkün olmayacağını anlamayanlar, baş edemedikleri bir savaşın taraflarına önce silah bırakın deme komikliğine düşüyorlar. Tanımama ısrarında oldukları Kürt ulusal varlığı ve özgürlüğünü askeri zorla susturmak için tüm olanaklarını seferber ederken, ortaya koydukları milliyetçi anayasalarına EVET ya da HAYIR oyu talep ediyorlar. İktidarıyla, muhalefeti sistemin bekası, gerçekliğin örtülmesi adına girdikleri bu ikilem asla gerçek demokratik bir öneri etrafında tercih anlamına gelmiyor. EVET ya da HAYIR demek, sonuçta aynı sistemi yeniden üretmek anlamına geliyor.
Şimdiki iddianız çok büyük, boyunuzu da çok aşıyor. Sivil anayasa yaptık, buna EVET deyin diye ısrar ediyorsunuz. Dününüzle bu gününüz din istismarıyla geçmiş, kırılma noktasında milliyetçi çehrenizi, Milli Görüş adı altında toplumun farklılıklarına din çimentosuyla kararak dayatmışsınız. Demokrasiyi tanrı adına isteme gibi ekstrem çıkışlarınızı örtseniz de farklılıklarımızı içselleştirecek bir genişliğinizin olmaması, yaptığınız her şeyin yarım yamalak olmasına ve sonra iflasla sonuçlanmasını yol açıyor.
“Sivil” diye halkın önüne sürdüğünüz anayasaya dönün bakın, bu coğrafyada yaşayan hangi etnik ya da hangi inanç farklılıklarını açık ve net olarak dile getirip onun haklarını güvence altına alıyor. Bunu gösteremezsiniz. Anayasanız milliyetçidir, demokratik değildir…
Bu satırların yazarı, en küçük bir demokratik açılım için destek çağrıları yapmaktan çekinmemiştir. Bunu, arkasında durduğu doğruların bir parçası saymıştır. Ama demokratik açılımın sonuna kadar genişliğiyle, derinliğiyle ikamesini istemiştir. Tarihi derslerden biliyordu ki hiç bir din istismarcısı, hiçbir milliyetçisi demokrasiyi sonuna kadar götüremez. Siz de götüremediniz, iflas ettiniz. Tarihin mantığı böyle tecelli edecekti, aldatılmayı halk kendi tecrübesiyle görecekti, demokrasi mücadelesinde eğitim de budur.
Bu anayasada ilkel ırkçı-milliyetçi tek boyutlu dayatmalarınız olmasa, askeri anayasaya karşı sivil anayasaya EVET demek ehveni şer gibi olabilirdi. Ancak yasaların geriye işlemeyeceği üzerinden 12 Eylül darbecilerini aklıyorsunuz. Bir kuşağa amansızca savaş açan, katleden darbeci generallerle hesaplaşmanın kapılarını kapatıyorsunuz. Size dokunanı yok etmek için tüm gücünüzü ortaya koyarken, başkalarını yok edenleri görmezden geliyorsunuz. Tarihle yüzleşme olanaklarını ortadan kaldırarak, bu topraklarda “yapılanın yanında kar kalacağını” anayasal güvencelerle sağlıyorsunuz.
Bütün bunlara karşın referanduma giden anayasa önermenizi, ilk maddesinden son maddesine kadar bizlerin değil, sizlerin anayasası olarak, milliyetçilik üzerine yükselmiş statüleriyle dayatıyorsunuz EVET dememizi istiyorsunuz. Bu ise Anadolu mozaiğinin gerçekliğine indirilen bir hançerdir, ısrarcı bir inkarcılıktır.
Bu madalyonun diğer yüzünde, ulusalcılar, ilkel milliyetçiler, ırkçılar ve sistemin onayına teferruatın sönük ışığın ardından yuvarlananlar bulunmaktadır. Bunlar da HAYIR dememizi istiyor.
HAYIR çağrısı yapanların alternatifleri yok. Var olan alternatifleri ise ülkeyi iç savaşa sürükleyecek bir tutuculuktan ibarettir; bunların önermeleri yüz yıldır denenmektedir, İttihatçı aklın cumhuriyetteki devamı olan bu güçlerin halkımıza ve ülkemize sunacağı bir demokratik anayasal yenilik yoktur. 135 yıldır deniyorlar, ortaya çıkardıkları sonuçlar; savaş, komşularımızla düşmanlık, işgal, küçük sorunlara esir olmaktan ibarettir. Demokrasi için mangalda kül bırakmayanlarla, darbelerin milis güçleri omuz omuza vermiş HAYIR çağrısı yapmaktadır; bunların hayır çağrısı, gerçekte bu ülkede farklılıklarımıza yaşam alanına HAYIR demekten başka bir anlama sahip değildir.
Her iki taraf anayasa taslağının meclis oylamalarında yaptıkları siyasi manevraları unutmuş gibiler. Toplum için hayati önem taşıyan maddeleri tartışmak yerine, ikinci dereceden maddeler üzerinde durmayı yeterli gördüler. Toplumsal barışımızın ikamesi ve kirli savaşın sona ermesi için gerekli düzenlemeler yapmak yerine, sorundan başka bir şey üretmeyen devlet statülerini korumak için çırpınıp durdular.
Bu ikili aynı madalyonun farklı yüzleridir. Devletçidir, daha da ötesi her birinin kendine ait bir derin devleti vardır ve halka karşı bununla savaşmaktadır. Farklılıklarına rağmen birleştikleri yer, tek millet algısıdır.
Bu noktada tartışma bile kabul etmezler; anayasanın birçok temel maddesinde ısrarla ve özenle vurgulanmış tek millet yaklaşımına hiçbir tarafın ses çıkarmaması bunu göstermeye yeterlidir. 1876 Kanun-i Esasi’nde Osmanlı olmak dayatması ne ise 21, 24, 61 ve 82 Anayasalarında tek milliyetçi dayatma odur. 135 yıllık anayasa serüveninde bu ülkenin makus kaderi bu tek millet dayatmasının kurbanı edilmiştir. Bu ısrar kaldıkça bu coğrafya ne beklenen barışına ne de hakların adil şekilde dağılımına kavuşabilir.
Kimse kimseyi aldatmasın. Kendimizi ise asla aldatmayalım. Bütünlüğü içinde anlamlı yerini bulamayan demokratik açılım ve değişiklikler demokratik bir anayasa yaratamaz. Anayasanın tüm maddeleri demokratik olsa da çok uluslu, çok inançlı, çok kültürlü ülkemizde, tek millete dayalı hiçbir iyileştirme demokratik olamaz. Ruhunu böylesi bir algıyla, darbeci önermelerin tekrarı olarak tecelli eden bir anayasa taslağı halklarımızın arkasında durup onaylayacağı bir anayasa olmayacaktır.
Böylesi bir anayasa ortak ülkemiz gerçekliğiyle uyumlu olamaz. Tersine gerici sisteme güç taşımaya devam eder. Buna EVET demek ya da HAYIR demek, sistemi onaylamak onun içinde bir alanda durmak demektir. Sistemin kendini yeniden üretmesine katkı sunmak demektir.
Bu yüzden, onay aldığı saat ömrünü tükenen ve yeni bir anayasa için mücadeleye start vermekten kurtulamayacak milliyetçi anayasa referandumunda ne EVET ne de HAYIR halkın çıkarlarına ait bir tercih olmayacaktır.
Önceki anayasalardan taşıdığı kimi farklılıklara rağmen bu anayasa önerisinin ruhu askeri darbe anayasalarının ruhudur; tekçidir, farklılıkları inkar etmektedir. Önerdiği her madde bu tek milliyetçi dayatmayı Anadolu’nun uygarlıklar yurdu, farklılıklar yurdu özelliğini karartmaya yöneliktir; 1000 yıllık karanlığın kesintisiz devamı olan bir anayasa önerisi olmaktan çıkmamıştır.
Bugün halkın önüne sürdüğünüz anayasa taslağı, bu karanlığın tüm boyutunu taşımaktadır.
Sınırlı da olsa, 12 Eylül faşist askeri darbe rejiminin anayasası olmaktan çıkma ve sivilleşme çabasına karşın; bu anayasanın temel özelliği tek ulusçu, tek dillidir. Farklılıklarıyla zengin bir coğrafyaya dayatılmak istenen tek boyutlu anayasa bu toprakların toplumlarına uygun değildir, sorunu çözmenin değil, sorunun kendisidir. Bu tür önermelerin zamanı geçmiştir, iflas etmiştir, bu iflası onaylamak ya da ret ederek eskinin devamına razı olmak arısında bir fark yoktur. Bu nedenle referandumda tavrımız boykot olacaktır.
Bu ülke birimizin değil hepimizin ise anayasanın da bizleri tanımlaması ve kolektif kimliğimizin haklarını güvenceye alması gerek. Hepimizi tek renge boyamakla fakirleştiren, Anadolu uygarlıklarını güç uygarlığına, savaşa, silaha esir eden tek boyutlu bir anayasa bu coğrafyada yaşayan herkese karşı ilan edilmiş bir savaş demektir. Onaylandığı an zamanı geçmiş olmak tastamam budur.
Referandum, EVET- HAYIR ikilemi içinde bir kapan haline getirilmiştir; ne yana dönülse bu tarihi handikabın içine düşülecektir, sistem kendini bu denklemlerle üretirken statülerini de devam ettirmiş olacaktır. Buna müsaade edilmemelidir.
Anayasalar, toplum sözleşmesi olarak varılan ve çözülen sorunları hukuki olarak ifade eder, demokratik yolları stabilize eder. Bu referanduma giderken ne barış ne de demokrasi kazanılmamıştır, toplumun temel sorunlarında bir değişim olmamıştır, her şeyin eskisi gibi sürdüğü bir ortamda kimi iyileştirmelerle bütünsel bir sonuç alınamaz. Yeni ve adil bir anayasal sistem için yapılması gereken bütünsel değişimdir. Bu anayasa önerisi eskiyi koltuk değneği olarak taşımaya devam ediyor. Bu ise yenilenme değildir, bir aldatmacadır.
Bu aldatmacaya ortak olmamak gerek.
Tavrımız boykottur.
Halkımızı boykota çağırıyoruz.
24 Temmuz 2010 Cumartesi
KEMAL TÜRKLER İKİNCİ DEFA NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ
Mustafa köse
24 Temmuz 2010
Evrende olan hiçbir şey kaybolmuyor. Yaşanan her şey bir kenarda duruyor. İnsanlığa katkı sağlayacağı bir anda ortaya çıkıyor. Kötülüklerin sorgulanmasında rol oynuyor. Kemal Türkler cinayeti işte böyle bir şeydir.
Kemal Türkler birileri için ölümü hak etmişti. Hem de birkaç defa ölmeliydi. Öldürülmesine karar verenler böyle düşünüyordu. Nitekim de böyle oldu. Kurşunla öldürülürken katiller zaman aşımıyla kurtuldular.
Ülkemizde İster faili belli olsun ister faili belli olmasın cinayetler toplumsal yapımızı bozmuştur. Gerilim ve çatışma ortamı kardeşi kardeşe düşürmüştür. Bunları sorgulama zamanı gelmiştir. Tıpkı evrende kaybolmayan ve bir kenarda durup sırasını bekleyen olaylar gibi. Bundan dolayıdır Kemal Türkler neden öldürüldü ve öldürenler neden hüküm giymedi açığa çıkarılmalıdır. Derinde gizlenmiş sebepler açığa çıkarılmalıdır.
Bu arada Kemal Türkler ile ilgili çok şey anlatılabilir. Kemal Türkler ile ilgili anlatılacak iyi şeyler az gelir biliyorum. Tarih Kemal Türkler tarihe mal olmuştur. Orada her zaman iyi bir şekilde kalacak. Sırası gelmişken ve benimde içinde bulunduğum bir anıyı yazmak istiyorum. Yazacaklarım Kemal Türklerin bir yönünü açıklamak açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Kemal Türkler DİSK genel başkanıyken ben de sendika il başkanıydım. Milliyetçi Cephelere (MC) karşı DİSK Ulusal Demokratik Cephe (UDC) önermişti. Ulusal Demokratik Cepheyi anlatmak, kamuoyunu ikna etmeyi Kemal Türkler üstlenmişti. Bunun için bölge bölge il il dolaşıyordu. Adana bölgesindeki toplantıya gelince gerilim artmıştı. Kemal Türklerin öldürüleceği haberleri geliyordu. Emniyetin bize ilettiği istihbarat (ne kadar doğru ve ne amaçla bildirildiği kuşkulu) ‘’Kemal Türkler havaalanından gelirken o zamanın halkın kurtuluşu (HK) tarafından vurularak öldürülecekti’’.Bu açıdan emniyet teşkilatının koruması yanında sendika olarak bizde koruma tedbiri almıştık. Başında bulunduğum bir koruma ekibi oluşturuldu. Bu ekip iri yarı işçilerden oluşuyordu. Öldürülecek korkusuyla Kemal Türkleri çevreleyip duruyorduk. Kemal Türkler bir yerde koruma tedbirine öyle kızdı ki, ne yapacağımızı şaşırdık. Bizi azarlayıp durdu. Ancak onu dinlemiyorduk. Araya rahmetlik Sıtkı Coşkun girerek bizleri ikna etti. Türkler Kesinlikle koruma istemiyordu. Ve hiçbir şeyden korkmuyordu. Güvenlik tedbiri alanları etrafında çömelmek şartıyla ancak onu ikna ettik. Orada gördüm ki, Kemal Türkler sadece akıllı bir sendika lideri değil aynı zamanda çok cesur bir insandı. Kemal Türkler Adana da öldürülmedi ama kıssa zaman sonra evinin önünde öldürüldü. Belliydi ki öldürülme kararı çoktan verilmişti. Bu cesur ve yiğit sendika liderine yakışacak şekilde cenaze töreni yapıldı. Yaklaşık 500 bin kişi arkasında yürüdü.
Kemal Türkleri kimler ve neden öldürttüğü bu günümüzü de ilgilendirmektedir. Onun neden öldürüldüğünün gizli bir yanı kalmadı. Darbe arzuları her şeyi açıklıyor. Gerisi öldürülmesi gereken başkalarında olduğu gibi artık figüran işiydi. Nitekim böyle oldu. Ancak Caniler teşhis edilmelerine rağmen hüküm giymediler. 30 yıl korunabilen tetikçiler her halde çok özeldi.
Buraya kadar yazdıklarım trajik bir olayın tanıklığıdır. Zaman aşımına uğramış bir cinayet dosyasından yola çıkarak rejimin sorgulanması gereğidir. Ünlü veya sıradan insanlarımız uluorta ve rahatça bu güne kadar nasıl öldürülebildikleridir. Cinayetler neden önlenmedi. Şimdi anlıyoruz ki cinayetler bir stratejiymiş. İnsanlar öldürülsün, çatışmalar artsın gerilim ve korku hakim olsun sonra kurtarıcılık rolüne ihtiyaç olsun. Kemal Türkler bunun için öldürülmüştü. Bununla beraber DİSK korksun, dağılsın istenmişti.
İkinci bir şey yargı sistemimizle ilgilidir. Özellikle bu günlerde çokça tartıştığımız yargıya müdahale konusudur. Anayasada yapılan değişiklikle Yargının eli kolu bağlanacağı savı. AKP’nin yargıyı ele geçireceği uydurması. Biraz düşünüp incelersek Yargı bu güne kadar iyi mi çalışmıştır? Önemli kararlarda vicdanları rahatlatmış mıdır? Yargılama süreleri normal mıdır? 30-40 yıl bir dava sürer mi? Bir mahkemenin suç saydığı bir fiili bir başka mahkeme farklı düşünebilir mi? Bunların hepsi normal mi? Yani yargı sistemimiz ideal bir yapı da mı? Her şey çok iyiydi de onu ısrarla korumaya çalışıyoruz. Başta değişikliğe hayır diyen sayın Çelebiye sormalı. Tüm bunlar normal mı? Eski genel başkanın ikinci defa ve zaman aşımıyla öldürülmesine gönlü razı mı? Onun için mi değişikliğe hayır diyor. Kemal Türkler ülke sorunlarına hayatını koyarak ödedi. Çelebi elbette ölmesin. Ancak CHP ‘ye ve statiko ya sığınarak DİSK’e halel getirme hakkına sahip mi? Tüm bunları görmüyor mu? DİSK ‘in tarihini geleneğini bilmiyor mu? Yoksa CHP ‘den vekil olmak için mi böyle yapıyor. İleride ibretle göreceğiz. Ve sebebini anlayacağız.
Son söz, Yenidünyada artık eski kurumlarla yaşayamayız. Yenilenirken tarihimizle yüzleşmeden, sorgulamadan yapamayız. Evrensel hukuk merkezli bir ülke yapmadan ve toplumsal barışımızı sağlamadan görülüyor ki huzura kavuşmayacağız.
24 Temmuz 2010
Evrende olan hiçbir şey kaybolmuyor. Yaşanan her şey bir kenarda duruyor. İnsanlığa katkı sağlayacağı bir anda ortaya çıkıyor. Kötülüklerin sorgulanmasında rol oynuyor. Kemal Türkler cinayeti işte böyle bir şeydir.
Kemal Türkler birileri için ölümü hak etmişti. Hem de birkaç defa ölmeliydi. Öldürülmesine karar verenler böyle düşünüyordu. Nitekim de böyle oldu. Kurşunla öldürülürken katiller zaman aşımıyla kurtuldular.
Ülkemizde İster faili belli olsun ister faili belli olmasın cinayetler toplumsal yapımızı bozmuştur. Gerilim ve çatışma ortamı kardeşi kardeşe düşürmüştür. Bunları sorgulama zamanı gelmiştir. Tıpkı evrende kaybolmayan ve bir kenarda durup sırasını bekleyen olaylar gibi. Bundan dolayıdır Kemal Türkler neden öldürüldü ve öldürenler neden hüküm giymedi açığa çıkarılmalıdır. Derinde gizlenmiş sebepler açığa çıkarılmalıdır.
Bu arada Kemal Türkler ile ilgili çok şey anlatılabilir. Kemal Türkler ile ilgili anlatılacak iyi şeyler az gelir biliyorum. Tarih Kemal Türkler tarihe mal olmuştur. Orada her zaman iyi bir şekilde kalacak. Sırası gelmişken ve benimde içinde bulunduğum bir anıyı yazmak istiyorum. Yazacaklarım Kemal Türklerin bir yönünü açıklamak açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Kemal Türkler DİSK genel başkanıyken ben de sendika il başkanıydım. Milliyetçi Cephelere (MC) karşı DİSK Ulusal Demokratik Cephe (UDC) önermişti. Ulusal Demokratik Cepheyi anlatmak, kamuoyunu ikna etmeyi Kemal Türkler üstlenmişti. Bunun için bölge bölge il il dolaşıyordu. Adana bölgesindeki toplantıya gelince gerilim artmıştı. Kemal Türklerin öldürüleceği haberleri geliyordu. Emniyetin bize ilettiği istihbarat (ne kadar doğru ve ne amaçla bildirildiği kuşkulu) ‘’Kemal Türkler havaalanından gelirken o zamanın halkın kurtuluşu (HK) tarafından vurularak öldürülecekti’’.Bu açıdan emniyet teşkilatının koruması yanında sendika olarak bizde koruma tedbiri almıştık. Başında bulunduğum bir koruma ekibi oluşturuldu. Bu ekip iri yarı işçilerden oluşuyordu. Öldürülecek korkusuyla Kemal Türkleri çevreleyip duruyorduk. Kemal Türkler bir yerde koruma tedbirine öyle kızdı ki, ne yapacağımızı şaşırdık. Bizi azarlayıp durdu. Ancak onu dinlemiyorduk. Araya rahmetlik Sıtkı Coşkun girerek bizleri ikna etti. Türkler Kesinlikle koruma istemiyordu. Ve hiçbir şeyden korkmuyordu. Güvenlik tedbiri alanları etrafında çömelmek şartıyla ancak onu ikna ettik. Orada gördüm ki, Kemal Türkler sadece akıllı bir sendika lideri değil aynı zamanda çok cesur bir insandı. Kemal Türkler Adana da öldürülmedi ama kıssa zaman sonra evinin önünde öldürüldü. Belliydi ki öldürülme kararı çoktan verilmişti. Bu cesur ve yiğit sendika liderine yakışacak şekilde cenaze töreni yapıldı. Yaklaşık 500 bin kişi arkasında yürüdü.
Kemal Türkleri kimler ve neden öldürttüğü bu günümüzü de ilgilendirmektedir. Onun neden öldürüldüğünün gizli bir yanı kalmadı. Darbe arzuları her şeyi açıklıyor. Gerisi öldürülmesi gereken başkalarında olduğu gibi artık figüran işiydi. Nitekim böyle oldu. Ancak Caniler teşhis edilmelerine rağmen hüküm giymediler. 30 yıl korunabilen tetikçiler her halde çok özeldi.
Buraya kadar yazdıklarım trajik bir olayın tanıklığıdır. Zaman aşımına uğramış bir cinayet dosyasından yola çıkarak rejimin sorgulanması gereğidir. Ünlü veya sıradan insanlarımız uluorta ve rahatça bu güne kadar nasıl öldürülebildikleridir. Cinayetler neden önlenmedi. Şimdi anlıyoruz ki cinayetler bir stratejiymiş. İnsanlar öldürülsün, çatışmalar artsın gerilim ve korku hakim olsun sonra kurtarıcılık rolüne ihtiyaç olsun. Kemal Türkler bunun için öldürülmüştü. Bununla beraber DİSK korksun, dağılsın istenmişti.
İkinci bir şey yargı sistemimizle ilgilidir. Özellikle bu günlerde çokça tartıştığımız yargıya müdahale konusudur. Anayasada yapılan değişiklikle Yargının eli kolu bağlanacağı savı. AKP’nin yargıyı ele geçireceği uydurması. Biraz düşünüp incelersek Yargı bu güne kadar iyi mi çalışmıştır? Önemli kararlarda vicdanları rahatlatmış mıdır? Yargılama süreleri normal mıdır? 30-40 yıl bir dava sürer mi? Bir mahkemenin suç saydığı bir fiili bir başka mahkeme farklı düşünebilir mi? Bunların hepsi normal mi? Yani yargı sistemimiz ideal bir yapı da mı? Her şey çok iyiydi de onu ısrarla korumaya çalışıyoruz. Başta değişikliğe hayır diyen sayın Çelebiye sormalı. Tüm bunlar normal mı? Eski genel başkanın ikinci defa ve zaman aşımıyla öldürülmesine gönlü razı mı? Onun için mi değişikliğe hayır diyor. Kemal Türkler ülke sorunlarına hayatını koyarak ödedi. Çelebi elbette ölmesin. Ancak CHP ‘ye ve statiko ya sığınarak DİSK’e halel getirme hakkına sahip mi? Tüm bunları görmüyor mu? DİSK ‘in tarihini geleneğini bilmiyor mu? Yoksa CHP ‘den vekil olmak için mi böyle yapıyor. İleride ibretle göreceğiz. Ve sebebini anlayacağız.
Son söz, Yenidünyada artık eski kurumlarla yaşayamayız. Yenilenirken tarihimizle yüzleşmeden, sorgulamadan yapamayız. Evrensel hukuk merkezli bir ülke yapmadan ve toplumsal barışımızı sağlamadan görülüyor ki huzura kavuşmayacağız.
23 Temmuz 2010 Cuma
Yönetenlerin Meşruiyet Arayışı:Referandum
Ertan İlda
10 Temmuz 2010
Anayasa değişiklik paketinin görüşüldüğü günlerde, 7 Nisan 2010 tarihinde, konuya ilişkin kaleme aldığım "Muhsin Kızılkaya ve Kürtler" başlıklı yazıyı şöyle sonuçlandırmışım.
<İşte bu nedenle artık “sobe” demenin zamanıdır! Egemen sınıfların tahterevalli oyununda bu ülkede dışlanan ve ötekileştirilen tüm etnik, dinsel ve cinsiyetçi grup ve topluluklar bir figür olmayı reddetmelidirler. Kürtlerin yerel yönetimleri ve kültürel kurumlarıyla , Alevilerin cemevleri ve örgütlülük düzeyleriyle ulaştıkları defacto haklarını tanımlamaktan uzak bir anayasal metin, peşinen reddedilmelidir. Emekçilerin ve sömürülen geniş yığınların örgütlenme ve ifade özgürlüğünü güvence altına almayan, buna ilişkin anti-demokratik hükümleri olduğu gibi koruyan bir metnin referandum konusu yapılması durumunda , “Bu oyunu beğenmedik, oynamıyoruz !” diyebilme becerisi ve uyanıklığını gösterebilmeliyiz.>
Bu ve benzer önermeler bir çok kişi tarafından "çocukluk hastalığı" olarak nitelendirilmesine rağmen, sosyal yaşamda karşılık bulması artık o kadar uzak değil. 12 Eylül 2010 günü yapılacak referandum oylamasında Kürtler, "Alın yasanızı başınıza çalın. Biz oynamıyoruz! " demeye hazırlanıyorlar. İktidar ve muhalefetiyle siyasi arenada yer alan güçler ise, "Evetçi" ve "Hayırcı"lar olarak iki büyük kampa ayrılmış durumdalar. Liberaller çoktan birinciler lehine pozisyonlarını aldılar. En müşkül durumda olanlar ise, "Yetmez ama Evet" ile "Hayır" arasında bir türlü kararlılık ortaya koyamayan ve kendisini solda konumlandıran kesimler arasında görülmektedir. Gerçektende egemen sınıfın siyasal temsilcilerinin ördüğü denklemde "Evet" ve "Hayır" sözcükleri, "kırk katır mı, kırk satır mı?" ikilemini ortaya koymaktadır. Bir başka ifadeyle, başına yeter ya da yetmez sözcüğünü almış bir "evet" , AKP'nin siyasal hanesine yazılmış bir evet olacaktır. Aynı şey "Hayır" için geçerli olup, ırkçı ve milliyetçi cephenin hanesine yazılacaktır. Bu çıplak gözle görülen bir sonuç.
Referanduma konu olan taslağın neler içerdiği, kimler için neler ifade ettiği konusu çok tartışıldı ve üzerinde epeyce fikir yürütüldü. Bu anlamda bu noktadan hareketle akıl yürütmeye çalışmak artık anlamlı durmuyor. Denklem doğru kurulmalı. Soru şu: İki dönemdir iktidarda olan AKP hükümeti, Anayasa değişikliği gibi önemli bir siyasal atağı, neden şimdi gündemine aldı ? AKP yi oluşturan siyasal kadrolar ve bu kadroları destekleyen çevreler, 12 Eylül 1980 den bu yana Türkiye'de şu ya da bu şekilde iktidarların içinde, çevresinde ve çeperinde yer aldı. ANAP'ın, DYP nin tüm kadroları, olduğu gibi yıldızı parlayan "islamcı demokrat parti"ye sükun ettiler. Onlar için işler yolunda gittiği oranda da orada kalacaklardır. Hal böyle olunca yıllarca anti-demokratik ve ırkçı uygulamalara imza atan ve hala bunu sürdüren bu çevereler (Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Murat Başeskioğlu, Köksal Toptan ve daha niceleri - milli görüş'ün dönekleri, bunlardan ne bir adım önde ne de geridedir ), hangi sebeplerle "demokrat" olmaya yönelmiş olabilirler?
Bu sorulara verilen cevaplar çoğunlukla şu şekilde olmaktadır: "AKP, kendi iktidarını sağlamlaştırmak ve gizli gündemini hayata geçirmek istemektedir. Bu nedenle elini kolunu bağlayan tüm kurumları adım adım ele geçirmekte, olası ayak bağlarından da kurtulmak istemektedir. Yapılan bir yol temizliğidir". Süregelen düzenin devamından yana olanların öne sürdüğü ve kendi içinde iç tutarlılığı ve belli temelleri olan bu savın karşısına, düzenin köşe taşlarını olduğu gibi koruyarak yoluna devam etmek isteyen iktidar partisi AKP, bir "değişim gücü" olarak çıkıyor ve yönetilenler nezdinde yeniden meşruiyet arıyor. Yani eşyasının doğasına uygun olanı yapıyor. Yönetmek ve yönetebilmek için öncelikle meşru olmalısınız.
Peki iktidarın böyle bir sorunu var mı? Evet var. Bu düzen Kürtler nezdinde artık meşru değildir. Kabul ve onay vermediklerini hergün ortaya koyuyorlar. Bu düzen, Aleviler nezdinde de meşru değildir. Onlar da taleplerini isteklerini hergün ortaya koyuyorlar. Yönetilme zihniyetine ciddi itirazları var. Bu düzenin ürettiği diğer tüm sosyal sorunların sonuçları geniş kesimler tarafından daha bir sorgulanmaktadır. İşte AKP yi , yönetim gücü olarak toplumla yeni bir sözleşmeye yönelten basınç tam da budur. Gelgelelim demokrasi kültürü olmayan hatta buna ihtiyaç duymayan ve hatta bunun karşısında yer alan kesimleri "değişim gücü" olarak karşımıza çıkaran sebep de burada aranmalıdır. O yüzden de kapılarında çöplenip kalalım diye, önümüze pişirip koydukları yemekte, "yal" oluyor.
Şimdi soru şu: 12 Eylül 2010 günü "evet" oyu vererek gayri-meşru düzenin meşruiyet arayışına sol'dan bir destek mi sağlayacağız, yoksa "Hayır" diyerek ırkçı ve faşist cephenin hanesine mi yazılacağız? İkisini de sol değerler adına redediyorum. "Alın yasanızı başınıza çalın. Bende oynamıyorum!"
19 Temmuz 2010 Pazartesi
Sivil topluma helal olsun
Baskın Oran
İki tarafın da, ‘kendi meşrebine göre’ diyerek söylüyorum, “devlet”i var. Bir de sivil toplumu var ki, umut onda.
Türklerin ve Kürtlerin “devlet”leri
Türklerin devletinden alalım. İkiye ayrılıyor: Derin Devlet ve Devlet. Derin Devlet’ten bahsetmeye bile gerek yok; ne mal olduğunu fazlasıyla biliyoruz. Kendi devletinin savcı ve yargıçlarının evlerine bile “adam olsunlar” diye bomba attırdıktan sonra (“Altay Tokat Paşa olayının şimdilik öyküsü”, Radikal İki, 25.11.07), daha ne olsun, tam işte “sözün bittiği yer”.
Devlet, bir öyle bir böyle konuşuyor. Biri diyor: “Radyosu, televizyonu olacak. Kültürel hakları sonuna kadar tanıyacağız” (Arınç, Radikal, 11.07.10). Öteki, yine devlet, Kürt sorununun çözümü için CHP’yle görüşüyor da BDP’yle görüşmüyor. Seçim Kanunu Md. 58 değiştirilerek seçimlerde Kürtçe propaganda yapmak suç olmaktan çıkarıldığı halde (R, 11.04.10), bu sefer Siyasi Partiler Kanunu Md. 81/c’den mahkum ediyor insanları (Antenna, no.28/10, 09.07.10).
Oysa, 1980’de azmış enflasyon (geçici olarak da olsa) nasıl dizginlendiyse, öyle yapmak lazım: İMF o tarihte doların 60 TL olmasını istiyordu, Türkiye 70 yapmıştı. Yani, piyasa fiyatının üstünde bir devalüasyon. Şimdi de şöyle demek ve yapmak şart: “İsteyen, değil federasyonu, ayrılma hakkını bile rahatça savunabilir; şiddet kullanmadan”. Böyle diyeceksin ki, hepimize ürküntü veren yeniyetme ve çok zararlı “İntikam!” pankartlarını işin başında durdurabilesin.
Kürtlerin de “devlet”i var: Bir yanda BDP, bir yanda PKK. İkincisini bir kalem geçelim; Derin Devlet’e benzetmek gibi olmasın ama, şiddet dedin mi ben dışarıda bırakırım. Ama BDP de devletin bir kanadı gibi, aynen CHP gibi hareket etmiyor mu? Parti kapatmayı zorlaştıracak anayasa değişikliğine oy vermedi. Şimdi de, 12 Eylül faşizmi en fazla Kürtleri vurduğu halde, “rejimi boykot ediyoruz” adı altında (tam da felsefe yapmanın zamanıydı hani!) 12 Eylül’ün darbe anayasasını desteklemek demek olan “referandumu boykot” peşinde.
Niçin “Yetmez, Ama Evet!”
Kendine “sol” diyen kimi miniskül partiler (her zaman tutarlı olmuş DSİP’i tenzih ederim) aynen MHP, CHP ve “dövlet” refleksleri verirken, Türklerin sivil toplumu herkes gibi Kürtlerin de haklı taleplerini en tutarlı biçimde savunuyor. Genç Siviller, DurDe’ciler lafı tam gediğine oturtuyor: “Yetmez, ama EVET!” Paket fevkalade yetersiz. Fakat anayasayı tümden değiştirmenin imkansızlığı durumunda referanduma “evet” demek çok olumlu yollar açabilir. Çünkü:
1) İlke olarak, bir darbe anayasasından kıl koparmak sevap, onu sulandırmak çok hayırlı bir olay.
2) Paketin en önemli yanı, Yüksek Yargı’yı demokratik ilkeler dahilinde denetleyebilmek. Böylece kuvvetler dengesini sağlamak. Çünkü şu anda bu denge yok. Yargı bir yandan “dön baba dönelim” hesabı durmadan kendi kendini tohumlarken, yasamayı ve yürütmeyi denetliyor; ama onu denetleyebilen yok. Anayasa Mahkemesi bizzat Anayasanın çok kesin hükümlü 148. Maddesini çok açık biçimde ihlal ettiği zaman bunun yaptırımı falan yok; sineye çekmek zorundasın. Zaten, artık kendi girdiği yoldan kendisi de ürktüğü için değil midir, paket konusunda herkesi şaşırtan (ve HSYK, Yargıtay ve CHP’yi çıldırtan) çok acayip bir karar vermesi? (bkz. A. Aktar, Taraf, 12.07,10).
3) Ayrıca çok önemli hükümler var pakette: a) Pozitif ayrımcılık: Dezavantajlı gruplar için alınacak tedbirler eşitliğe aykırı sayılmayacak; b) Kişisel verilerin korunması anayasal güvenceye alınıyor; c) Kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkı tanınıyor; sendikalara yasaklar azalıyor; d) Ombudsmanlık geliyor; e) Partisi kapatılan mv’nin TBMM üyeliği düşmeyecek; f) Askerler bazı suçlar için sivil yargıda yargılanacak, siviller savaş dışında askerî mahkemede yargılanmayacak, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları Yüce Divan’da yargılanacak; g) 12 Eylülcülerin yargılanmasını önleyen Geçici 15. Madde kalkıyor (R, 09.07.10).
Kürt sivil toplumu muazzam
Türk sivil toplumunun işi o kadar zor değil; batıda belli bir demokrasi var. Doğuda ise tam bir ‘mengene’: Hem Kürt haklarını savunacaksın hem de “nereden gelirse gelsin” şiddete karşı çıkacaksın. Bir düşünün ki şarkıcı Rojin, TRT-Şeş’te program yaptı diye bölgede dışlanıyor; Nusaybin’de konser veremiyor (Milliyet, 16.06.10). Buna rağmen, Kürt sivil toplumu kahramanca desen hiç de abartma olmayacak bir iş yapıyor: “Her türlü operasyonlar durmalı, PKK eylemsizlik kararı almalıdır” diyor. Diyarbakır’da 99 STÖ’yle başladı (R, 29.06.10), zincirleme reaksiyon halinde bütün doğuyu sardı: Batman’da 83 örgüt (R, 29.06.10), Mardin’de 45 ve Urfa’da 44 (R, 30.06.10), Van’da 60 (R, 02.07.10), tekrar Mardin’de 43 ve Hakkari’de 45 (R, 03.07.10), Urfa Siverek’te 17 (R, 07.07.10), tekrar Van’da 40 örgüt (R, 12.07.10), son olarak D-GD Anadolu’dan 17 baro başkanı (R, 12.07.10).
Unutmayalım: Bu bildiriler, sadece insanlardan kan damlarken değil, askerin ağzından da “kan” sözleri çıkarken yayınlandı: İlker Başbuğ, Star TV’de U. Dündar’ın çanak sorularını cevaplarken (05 Temmuz), aynen seleflerinden Kenan Evren gibi “Türk kanı taşımak” tan bahsetti (bkz. www.tsk.tr; bütün devlet kuruluşlarında yer alan “gov.”un burada olmaması ilginç).
Bildiriler ne diyor?
Peki, nedir bu bildirilerin anlamı? İspanya’da ETA’nın şiddeti sürdürmesine karşı Bask esnafı ne yaptı ve yapıyorsa, Kürt STÖ’ler de onu yapıyor. Her ikisi de kan banyosunun durmasını, normal hayatın ve ticaretin başlamasını istiyor. Bu kadar basit. Bizimkilerin olağanüstülüğü şurada ki, İspanya farklı kimliklere saygı göstermek açısından dünyanın en ileri ülkesi. Bir de bizi düşünün, bizim STÖ’lerin ne büyük iş yaptığını o zaman görürsünüz.
Not: Bizim devlet hâlâ Ani’ye Anı, Ahtamar’a Akdamar deyip güya Türkleştiriyor. Ermeni kilisesinde yılda 1 gün ayin iznini lütuf sayıyor. TRT’de Ermenice sözlü “Buruk Acı”yı söyletmiyor (R, 12.07.10). Şu anda bir de Ermeni patrik seçimlerini yasaklıyor (M. Esayan, Taraf, 05.07.10). Bunlar olurken, Gazetevan.com’un haberi: Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Farsça yayın yapan yerel Van Times’ın sahibi Aziz Aykaç, 19 Eylülde ayin için her yerden gelecek 6000 Ermeni’yi evlerde konuk edecek. O gün de gazetesini Ermenice basacak. Bu iş Beyoğlu’nda olmuyor, Van’da oluyor, Van’da! Asıl ona helal olsun, bu tek kişilik STÖ’ye!
İki tarafın da, ‘kendi meşrebine göre’ diyerek söylüyorum, “devlet”i var. Bir de sivil toplumu var ki, umut onda.
Türklerin ve Kürtlerin “devlet”leri
Türklerin devletinden alalım. İkiye ayrılıyor: Derin Devlet ve Devlet. Derin Devlet’ten bahsetmeye bile gerek yok; ne mal olduğunu fazlasıyla biliyoruz. Kendi devletinin savcı ve yargıçlarının evlerine bile “adam olsunlar” diye bomba attırdıktan sonra (“Altay Tokat Paşa olayının şimdilik öyküsü”, Radikal İki, 25.11.07), daha ne olsun, tam işte “sözün bittiği yer”.
Devlet, bir öyle bir böyle konuşuyor. Biri diyor: “Radyosu, televizyonu olacak. Kültürel hakları sonuna kadar tanıyacağız” (Arınç, Radikal, 11.07.10). Öteki, yine devlet, Kürt sorununun çözümü için CHP’yle görüşüyor da BDP’yle görüşmüyor. Seçim Kanunu Md. 58 değiştirilerek seçimlerde Kürtçe propaganda yapmak suç olmaktan çıkarıldığı halde (R, 11.04.10), bu sefer Siyasi Partiler Kanunu Md. 81/c’den mahkum ediyor insanları (Antenna, no.28/10, 09.07.10).
Oysa, 1980’de azmış enflasyon (geçici olarak da olsa) nasıl dizginlendiyse, öyle yapmak lazım: İMF o tarihte doların 60 TL olmasını istiyordu, Türkiye 70 yapmıştı. Yani, piyasa fiyatının üstünde bir devalüasyon. Şimdi de şöyle demek ve yapmak şart: “İsteyen, değil federasyonu, ayrılma hakkını bile rahatça savunabilir; şiddet kullanmadan”. Böyle diyeceksin ki, hepimize ürküntü veren yeniyetme ve çok zararlı “İntikam!” pankartlarını işin başında durdurabilesin.
Kürtlerin de “devlet”i var: Bir yanda BDP, bir yanda PKK. İkincisini bir kalem geçelim; Derin Devlet’e benzetmek gibi olmasın ama, şiddet dedin mi ben dışarıda bırakırım. Ama BDP de devletin bir kanadı gibi, aynen CHP gibi hareket etmiyor mu? Parti kapatmayı zorlaştıracak anayasa değişikliğine oy vermedi. Şimdi de, 12 Eylül faşizmi en fazla Kürtleri vurduğu halde, “rejimi boykot ediyoruz” adı altında (tam da felsefe yapmanın zamanıydı hani!) 12 Eylül’ün darbe anayasasını desteklemek demek olan “referandumu boykot” peşinde.
Niçin “Yetmez, Ama Evet!”
Kendine “sol” diyen kimi miniskül partiler (her zaman tutarlı olmuş DSİP’i tenzih ederim) aynen MHP, CHP ve “dövlet” refleksleri verirken, Türklerin sivil toplumu herkes gibi Kürtlerin de haklı taleplerini en tutarlı biçimde savunuyor. Genç Siviller, DurDe’ciler lafı tam gediğine oturtuyor: “Yetmez, ama EVET!” Paket fevkalade yetersiz. Fakat anayasayı tümden değiştirmenin imkansızlığı durumunda referanduma “evet” demek çok olumlu yollar açabilir. Çünkü:
1) İlke olarak, bir darbe anayasasından kıl koparmak sevap, onu sulandırmak çok hayırlı bir olay.
2) Paketin en önemli yanı, Yüksek Yargı’yı demokratik ilkeler dahilinde denetleyebilmek. Böylece kuvvetler dengesini sağlamak. Çünkü şu anda bu denge yok. Yargı bir yandan “dön baba dönelim” hesabı durmadan kendi kendini tohumlarken, yasamayı ve yürütmeyi denetliyor; ama onu denetleyebilen yok. Anayasa Mahkemesi bizzat Anayasanın çok kesin hükümlü 148. Maddesini çok açık biçimde ihlal ettiği zaman bunun yaptırımı falan yok; sineye çekmek zorundasın. Zaten, artık kendi girdiği yoldan kendisi de ürktüğü için değil midir, paket konusunda herkesi şaşırtan (ve HSYK, Yargıtay ve CHP’yi çıldırtan) çok acayip bir karar vermesi? (bkz. A. Aktar, Taraf, 12.07,10).
3) Ayrıca çok önemli hükümler var pakette: a) Pozitif ayrımcılık: Dezavantajlı gruplar için alınacak tedbirler eşitliğe aykırı sayılmayacak; b) Kişisel verilerin korunması anayasal güvenceye alınıyor; c) Kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkı tanınıyor; sendikalara yasaklar azalıyor; d) Ombudsmanlık geliyor; e) Partisi kapatılan mv’nin TBMM üyeliği düşmeyecek; f) Askerler bazı suçlar için sivil yargıda yargılanacak, siviller savaş dışında askerî mahkemede yargılanmayacak, Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları Yüce Divan’da yargılanacak; g) 12 Eylülcülerin yargılanmasını önleyen Geçici 15. Madde kalkıyor (R, 09.07.10).
Kürt sivil toplumu muazzam
Türk sivil toplumunun işi o kadar zor değil; batıda belli bir demokrasi var. Doğuda ise tam bir ‘mengene’: Hem Kürt haklarını savunacaksın hem de “nereden gelirse gelsin” şiddete karşı çıkacaksın. Bir düşünün ki şarkıcı Rojin, TRT-Şeş’te program yaptı diye bölgede dışlanıyor; Nusaybin’de konser veremiyor (Milliyet, 16.06.10). Buna rağmen, Kürt sivil toplumu kahramanca desen hiç de abartma olmayacak bir iş yapıyor: “Her türlü operasyonlar durmalı, PKK eylemsizlik kararı almalıdır” diyor. Diyarbakır’da 99 STÖ’yle başladı (R, 29.06.10), zincirleme reaksiyon halinde bütün doğuyu sardı: Batman’da 83 örgüt (R, 29.06.10), Mardin’de 45 ve Urfa’da 44 (R, 30.06.10), Van’da 60 (R, 02.07.10), tekrar Mardin’de 43 ve Hakkari’de 45 (R, 03.07.10), Urfa Siverek’te 17 (R, 07.07.10), tekrar Van’da 40 örgüt (R, 12.07.10), son olarak D-GD Anadolu’dan 17 baro başkanı (R, 12.07.10).
Unutmayalım: Bu bildiriler, sadece insanlardan kan damlarken değil, askerin ağzından da “kan” sözleri çıkarken yayınlandı: İlker Başbuğ, Star TV’de U. Dündar’ın çanak sorularını cevaplarken (05 Temmuz), aynen seleflerinden Kenan Evren gibi “Türk kanı taşımak” tan bahsetti (bkz. www.tsk.tr; bütün devlet kuruluşlarında yer alan “gov.”un burada olmaması ilginç).
Bildiriler ne diyor?
Peki, nedir bu bildirilerin anlamı? İspanya’da ETA’nın şiddeti sürdürmesine karşı Bask esnafı ne yaptı ve yapıyorsa, Kürt STÖ’ler de onu yapıyor. Her ikisi de kan banyosunun durmasını, normal hayatın ve ticaretin başlamasını istiyor. Bu kadar basit. Bizimkilerin olağanüstülüğü şurada ki, İspanya farklı kimliklere saygı göstermek açısından dünyanın en ileri ülkesi. Bir de bizi düşünün, bizim STÖ’lerin ne büyük iş yaptığını o zaman görürsünüz.
Not: Bizim devlet hâlâ Ani’ye Anı, Ahtamar’a Akdamar deyip güya Türkleştiriyor. Ermeni kilisesinde yılda 1 gün ayin iznini lütuf sayıyor. TRT’de Ermenice sözlü “Buruk Acı”yı söyletmiyor (R, 12.07.10). Şu anda bir de Ermeni patrik seçimlerini yasaklıyor (M. Esayan, Taraf, 05.07.10). Bunlar olurken, Gazetevan.com’un haberi: Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Farsça yayın yapan yerel Van Times’ın sahibi Aziz Aykaç, 19 Eylülde ayin için her yerden gelecek 6000 Ermeni’yi evlerde konuk edecek. O gün de gazetesini Ermenice basacak. Bu iş Beyoğlu’nda olmuyor, Van’da oluyor, Van’da! Asıl ona helal olsun, bu tek kişilik STÖ’ye!
18 Temmuz 2010 Pazar
REFERANDUMDA EVET YA DA HAYIR DEMENİN SONUÇLARI
Mustafa Köse
Mkose1955@hotmail.com
Evet ya da hayır kelimeleri günlük konuşmamızda önemli yer tutuyor. Zaten kısıtlı olan Türkçemizin en fazla kullanılan kelimelerindendir. Hayatımızda egemen olan siyah ile beyaz renkler gibi evet ve hayır kelimeleri de konuşmalarımızda egemendir.
Hatırlanacağı gibi bir televizyonda Erkan Yolaç evet hayır yarışmaları düzenlerdi. Katılanların çoğu başarılı olamazdı. Sakin hafızası güçlü olanlar ancak netice alabiliyordu. Galiba bu gün de öyle olacak. Referandum süresinde evet ile hayır demenin nelere tekabül edeceğini konuşmalıyız. Bu süreçte sakin, tarihsel hafızası güçlü olanlar daha sağlıklı karar verecekler.
Önümüzdeki referandum elbette bir yarışma değil. Bizi ilgilendiren konular burada oylanacak. Bundan dolayı bir kat daha fazla sakin ve dikkatli olmamız gerektiriyor. Evet denilince neyi kazanacağımızı hayır deyince de neleri kaybedeceğimizi bilmeliyiz. Dolayısıyla oyumuzun rengini ortaya çıkartmakta fayda vardır. Körlemesine bir tutumdan kaçınmalıyız. Ne yapacaksak bilerek ve arkasında durarak yapmalıyız.
Hayatımızı zorlaştıran, canımızı yakan sebeplerden yola çıkarsak aslında doğru bir çizgi buluruz. Bunu yapmadan oyumuzun rengini bulamayız. Dolayısıyla temel sorunumuza bakarak netleşebiliriz. Bunun için bulunduğumuz rejimin adını koymalıyız. Bu rejim ‘’vesayetçi’’bir rejimdir. Sivil ve çağdaş bir demokrasiyi ret eden ve her şartta buna direnen bir rejimdir. Ülkemizin temel sorunu da budur. Vesayetçi demokrasiyle sorunları aşamıyoruz. Konuşarak çözebileceğimiz en basit konular dağ gibi oluyor. O zaman temel sorun bu rejimden kurtulmak. Bunun için ne gerekiyorsa yapmak. Bunu başarmadan makul konulara giremiyoruz. İşsizliğe, sosyal adalete, kalkınmaya ve en önemlisi temsil hakkı sorunlarına giremiyoruz.
Vesayetten kurtulmanın yolunu bulmak şart.Çağdaş bir demokrasi yaratmak her şeye rağmen hayatiyet arz ediyor. Bu yeni ve sivil bir demokrasi olmalı.Toplumun bütün kesimlerini koruyan, onların temsil hakkını sağlayan bir demokrasi olmalıdır. Evrensel hukuk merkezli bir demokratik ülkeyi yaratmalıyız. Bu sadece solcuların işi değildir. Vesayetten zarar gören bütün kesimlerin aynı zamanda sorunudur bu. Ülkemizde bu oran hayli yüksektir. Yaşam kalitesi yüksek, barışık bir toplum isteyen herkes bu kaderi paylaşmaktadır. Kader birliği olanların bu oylama ile oynayacakları rol önem kazanıyor.
AKP, Kürtler, aleviler, azınlıklar, aydınlar, üretenler ile vicdan sahibi olanlar bu süreçte işbirliği yapmalıydı. Lakin AKP ilk adımda hata yaptı. Vesayetçilere yakınlaşmayı gerilimden beslenmeyi tercih etti. Yaklaşan genel seçim havası onu esir aldı. Bundan dolayı rejimi ilgilendiren yasal değişikliklerin ağırlığına halel getirdi. Değişimci ve yenilikçi renk onun sayesinde tartışılır hal aldı. Böylece Referandumdaki evet ile hayır demenin muğlaklığı iktidar sayesinde arttı. AKP yüzünden kısırlı da olsa değişiklikler zora girdi.
Her şeye rağmen değişim zorlanmalı. Akan kan mutlaka durdurulmalı. Bir ülkede hem çatışma hem de demokrasi bir arada olmuyor. Değişim, yenilenme, toplumsal barış ve demokrasi bir birini tamamlayan projedir. Bu uğurda küçük bir adım hayli önemli. İktidarın zaafları şevkimizi kırmamalı bizi hedeften saptırmamalı. Referanduma sunulan değişiklikler biçim ve içerik bakımından eksik olabilir. Ancak eksikliğe rağmen evet denmeli. İktidarın aymazlığı kafamızı bulandırmamalı. Evet demekle tortulaşmış yapıdan bir çakıl koparma olacaktır. Koparılacak bu çakıl gelecekte yıkılması gereken koca duvarların başlangıcı olacaktır. İleride AKP karşı da olsa buna engel olmaya gücü yetmeyecektir. Karşı duranların iddia ettiği gibi Hayırda hayır yok. Hayırda çatışma ve kan vardır. Zulüm vardır. Yoksulluk vardır. Tekrar darbe tehlikesi vardır. Macera vardır. Ve daha birçok şey.
Mkose1955@hotmail.com
Evet ya da hayır kelimeleri günlük konuşmamızda önemli yer tutuyor. Zaten kısıtlı olan Türkçemizin en fazla kullanılan kelimelerindendir. Hayatımızda egemen olan siyah ile beyaz renkler gibi evet ve hayır kelimeleri de konuşmalarımızda egemendir.
Hatırlanacağı gibi bir televizyonda Erkan Yolaç evet hayır yarışmaları düzenlerdi. Katılanların çoğu başarılı olamazdı. Sakin hafızası güçlü olanlar ancak netice alabiliyordu. Galiba bu gün de öyle olacak. Referandum süresinde evet ile hayır demenin nelere tekabül edeceğini konuşmalıyız. Bu süreçte sakin, tarihsel hafızası güçlü olanlar daha sağlıklı karar verecekler.
Önümüzdeki referandum elbette bir yarışma değil. Bizi ilgilendiren konular burada oylanacak. Bundan dolayı bir kat daha fazla sakin ve dikkatli olmamız gerektiriyor. Evet denilince neyi kazanacağımızı hayır deyince de neleri kaybedeceğimizi bilmeliyiz. Dolayısıyla oyumuzun rengini ortaya çıkartmakta fayda vardır. Körlemesine bir tutumdan kaçınmalıyız. Ne yapacaksak bilerek ve arkasında durarak yapmalıyız.
Hayatımızı zorlaştıran, canımızı yakan sebeplerden yola çıkarsak aslında doğru bir çizgi buluruz. Bunu yapmadan oyumuzun rengini bulamayız. Dolayısıyla temel sorunumuza bakarak netleşebiliriz. Bunun için bulunduğumuz rejimin adını koymalıyız. Bu rejim ‘’vesayetçi’’bir rejimdir. Sivil ve çağdaş bir demokrasiyi ret eden ve her şartta buna direnen bir rejimdir. Ülkemizin temel sorunu da budur. Vesayetçi demokrasiyle sorunları aşamıyoruz. Konuşarak çözebileceğimiz en basit konular dağ gibi oluyor. O zaman temel sorun bu rejimden kurtulmak. Bunun için ne gerekiyorsa yapmak. Bunu başarmadan makul konulara giremiyoruz. İşsizliğe, sosyal adalete, kalkınmaya ve en önemlisi temsil hakkı sorunlarına giremiyoruz.
Vesayetten kurtulmanın yolunu bulmak şart.Çağdaş bir demokrasi yaratmak her şeye rağmen hayatiyet arz ediyor. Bu yeni ve sivil bir demokrasi olmalı.Toplumun bütün kesimlerini koruyan, onların temsil hakkını sağlayan bir demokrasi olmalıdır. Evrensel hukuk merkezli bir demokratik ülkeyi yaratmalıyız. Bu sadece solcuların işi değildir. Vesayetten zarar gören bütün kesimlerin aynı zamanda sorunudur bu. Ülkemizde bu oran hayli yüksektir. Yaşam kalitesi yüksek, barışık bir toplum isteyen herkes bu kaderi paylaşmaktadır. Kader birliği olanların bu oylama ile oynayacakları rol önem kazanıyor.
AKP, Kürtler, aleviler, azınlıklar, aydınlar, üretenler ile vicdan sahibi olanlar bu süreçte işbirliği yapmalıydı. Lakin AKP ilk adımda hata yaptı. Vesayetçilere yakınlaşmayı gerilimden beslenmeyi tercih etti. Yaklaşan genel seçim havası onu esir aldı. Bundan dolayı rejimi ilgilendiren yasal değişikliklerin ağırlığına halel getirdi. Değişimci ve yenilikçi renk onun sayesinde tartışılır hal aldı. Böylece Referandumdaki evet ile hayır demenin muğlaklığı iktidar sayesinde arttı. AKP yüzünden kısırlı da olsa değişiklikler zora girdi.
Her şeye rağmen değişim zorlanmalı. Akan kan mutlaka durdurulmalı. Bir ülkede hem çatışma hem de demokrasi bir arada olmuyor. Değişim, yenilenme, toplumsal barış ve demokrasi bir birini tamamlayan projedir. Bu uğurda küçük bir adım hayli önemli. İktidarın zaafları şevkimizi kırmamalı bizi hedeften saptırmamalı. Referanduma sunulan değişiklikler biçim ve içerik bakımından eksik olabilir. Ancak eksikliğe rağmen evet denmeli. İktidarın aymazlığı kafamızı bulandırmamalı. Evet demekle tortulaşmış yapıdan bir çakıl koparma olacaktır. Koparılacak bu çakıl gelecekte yıkılması gereken koca duvarların başlangıcı olacaktır. İleride AKP karşı da olsa buna engel olmaya gücü yetmeyecektir. Karşı duranların iddia ettiği gibi Hayırda hayır yok. Hayırda çatışma ve kan vardır. Zulüm vardır. Yoksulluk vardır. Tekrar darbe tehlikesi vardır. Macera vardır. Ve daha birçok şey.
17 Temmuz 2010 Cumartesi
RECEP GÜREGEN, FEDAKARLIĞI ÖLÜMLE KUCAKLAYAN YİĞİT İNSAN
18 Temmuz 1979 Recep Güregen yoldaş Silifke'de ölümsüzlüğe arişti...
Şerif YILMAZ
18 Temmuz 2010
Demokrasi uğruna mücadelede, her şart ve koşul altında bıkmadan
yılmadan kavgayı yükseltebilen bir kuşağın özgün insanlarından biriydi
Recep Güregen.
Devrimci inancının coşkusuyla hiçbir şekilde boşa zaman
kaybetmemek anlayışını bayrak edinmiş, adeta ölüme koşar adımlarla
meydan okuyan Acilci bir militan, fedakar bir kahraman, bir şehit.
Recep yoldaş devrimci mücadeleye, zindanların medrese haline
getirildiği bir ortamda (1978 yılı), adli bir suçtan zindana düşmüş
biri olmasına rağmen çok kısa bir zaman dilimi içinde Isparta
cezaevinde adapte olmuştur. Acilci militan duygu ve düşüncelerinin
şekillendiği bu ortam, İstanbul mahkemelerinde açtığı Cephe
bayrağıyla kamuoyu nezdinde geçmişine ait sürecin bir özeleştirisi
olarak dalgalanmış ve O artık sorumlu bir militan inancıyla daha fazla
zaman kaybetmemeliyim diyerek bir an önce sıcak mücadele alanlarına
çıkmanın kavgasını vermiştir.
Yaşamı boyunca zulme ve haksızlıklara maruz kalan biri olarak
tepkisini siyasal bir formasyona büründürdüğünde, dur durmak bilmeyen,
yılgınlığı, imkansızı tanımayan, yiğit bir militan haline gelmişti
Recep. İsyandan isyana barikatların en ön cephesinde cezaevlerinde
gardiyan zulmüne karşı da bayrak olmuştu. İsyanları sürgünler takip
eder; Isparta'dan mahkeme gerekçesiyle gittiği İstanbul Bayrampaşa
cezaevi ve mahkeme sürecinde yaşananlar, Sinop cezaevine sürgün
edilmesine vesile olur. Gardiyan zulmü ayyuka çıkmış, barikatlar
döşenerek insanca yaşam için, özgürlük için isyan hazırlıkları gündeme
gelmiştir. Peşi sıra Sinop kalesinin yakılması olayı, adli mahkumlarca
başlatılan isyan siyasileri de sarınca Recep yoldaşa gün doğmuştu.
Anlattıklarından aklımda kaldığı kadarıyla, zulmün kalesi Sinop
cezaevinin yakılmasından sonra (Ocak 1979), kısa bir süre için Trabzon
cezaevine ve ardından Niğde E Tipi Cezaevine sürgün edilir. Niğde
cezaevi o günlerin tabiriyle "Marksizm-Leninizm Bilim Akademisi" diye
anılan, bünyesinde gerek THKP-C ve gerekse THKO ve TİKKO'dan çok
değerli insanların yoldaşlarımızla uzun yıllar bir arada yattığı bir
medreseydi adeta. (Ben de kaldığım cezaevleri arasında 1979'un
sonları-80 ve 81'in bir dönemini bu cezaevinde geçirmiştim.) Recep
yoldaş bu ortamın sağladığı avantajları gerek kendisini siyasi olarak
daha da geliştirme adına ve gerekse bir an önce özgürlüğe kavuşabilmek
adına değerlendirip, artık örgütlü bir insan olmanın gücüyle sıcak
mücadele alanlarına kavuşmak istiyordu.
Recep yoldaş aynı cezaevi koşullarından, kendisinden kısa bir süre
önce özgürlüğe yolcu edilen Nebil Rahoma yoldaşın çıkışına gerekli
teknik hazırlıkları sağlamada görev üstlenmiş, sıranın bir an önce
kendisine gelmesi için sabırsızlanmaktaydı. Örgütün onayıyla gereken
ön hazırlıklar tamamlanınca 1979'un Mart ayında Niğde E Tipi
Cezaevinden firar eder. İllegale geçmiştir, Mersin bölgesine
mevzilendirildiği andan itibaren toplantı üzerine toplantı ve devrimci
militan eylemlilik dönemi. Şehit olduğu güne kadar adeta bireysel
anlamda toplumsal sorumluluktan uzak geçen yılların intikamını da
almak isteyen bir ruh haliyle kavgaya amansızca sarılmış, örgüt
tarihimizde adı şanla şerefle anılması gereken bir insan haline
gelmiştir.
Faşistlere karşı eylemlerinden, cezaevlerinde devrimcilere, adli
mahkumlara işkence yapan zulmeden cezaevi personeli ve gardiyanlarına
karşı fiili tutum alışıyla, burjuva mahkemelerinde devrimci işçilere,
sendikacılara, öğrencilere ceza üstüne ceza kesen faşist Ağır Ceza
Mahkemesi Başkanının cezalandırılmasına, değişik ölçeklerde
kamulaştırma eylemlerine kadar her zaman kavganın en önünde yer almış
yiğit bir militandı Recep Güregen.
Recep yoldaş, örgüt tarihimizin de bir geleneğin, devrimci mücadelede
ölümü gülerek kucaklamanın sevda türküsüydü Mahirlerden İlkerlere,
Yüksel Eriş'ten Ömür'e, Süham Över'den kendisine uzanan sürecin bir
türküsüydü. Ardından Nebil'i, Hanna'sı ve diğerleri. Acilciler
örgütünün tarihinde ölümsüzlüğe uğurlanan yoldaşlarımız.
18 Temmuz 1979 Silifke. Sıcak bir yaz günü. Yoğun bir temponun
ardından ön hazırlıkları tamamlanmış askeri bir eylem hayata
geçirilecek. Bölgede faşist milis çalışması etkin, çok dikkatli
olunması, en ufak bir hatanın ölüme yol açabileceği bir alan, buna
rağmen kimi taktik saldırılar başarıyla gerçekleştirilir. Açık
verilmez. Esas hedef mücadeleyi daha üst boyutlara taşıma amacıyla,
girişimi başarıyla sonuçlanan bir kamulaştırma operasyonu.
Eylemin başarısı geri çekilmede yaşanan taktik bir hataya mahkum olur.
Recep yoldaş ve yanındaki diğer arkadaşımız hücre eve tüm malzemelerle
sağlıklı bir şekilde dönerler, hiç bir sorun çıkmaz. Evde kendilerini
Hüseyin Gürgen adlı arkadaşımız karşılar. İllegalite gereği süreçten
bihaberdir. Bu ara Mersin'e dönme yönünde karar kılan diğer iki
arkadaşımızın ana yola boş ve zamansız bir şekilde çıkmış olmaları
hatanın en büyüğüydü. Genel alarma geçen kolluk kuvvetleri Mersin'den
de takviye kuvvet alarak dağı taşı her tarafı kuşatmaya çalışlarken
otoyol üzerinde bekleyen 2 militanı, aralarında getirdikleri personel
aracılığıyla teşhis edip gözaltına alırlar.
Bu ara Recep yoldaş, yanındaki arkadaşıyla birlikte Göksu nehri
yakınındaki illegal evde adeta savunma durumundadır. Hüseyin Gürgen
yoldaşı etrafı gözlemlemesi için kasabaya gönderir. Olumsuzluk hızla
yayılır, yakalanan arkadaşlar açık verirler, ev deşifre olur. Katliama
gelen kuvvetler pusu halinde bir kuşatma çemberi oluşturur ve evin
çıkışında silahsız olarak beliren Hüseyin Gürgen'i esir alırlar,
sorgusuz sualsiz ev taranmaya başlanır. İçerideki yoldaşlara, polisler
o günlerde kendilerine yeni dağıtılan MP 5 silahlarıyla kurşun
yağdırır. İhanete dağlar bile dayanamazdı. Recep yoldaş fedakarlığının
üstün meziyetleriyle derhal karşı ateşe başlar, elindeki Klaşinkov
tüfeğiyle adeta türkü söyler, çatışma süreci yoğunlaşır. Diğer
arkadaşta elindeki makinalı tüfeğiyle çatışmaya girer, ortalık allak
bullak olur. Ölenler ağır yaralananlar. Çatışmanın kızıştığı bir anda
esir Hüseyin Gürgen yoldaş öldürülür, şehit olur. Ardından hücre evden
çıkan yoldaşlarla süren çatışmalı kovalamaca.
Alternatifler sınırlı, bir yanda Göksu nehri, bir yanda Akdeniz ve
peşlerinden gelen katliam sürüsü. İşte tam da bu noktada Recep yoldaş
sahip olduğu Acilci militan meziyetini, yoldaşını koruma uğruna
fedakarlığını ölümle taçlandırma tutumunu tarihe yazar. Polisleri
silahıyla oyalarken, diğer yandan yoldaşının Göksu nehrinin karşı
yakasına geçebilmesi için talimat verir. Yoldaşının sağ salim nehrin
karşı yakasına geçtiği bir anda, polis kurşunlarına hedef olur. Silahı
kıyıda kalırken, cesedi Göksu nehrinde sürüklenir, gözden kaybolur.
(Polisi aklama adına burjuva gazeteler Recep Güregen'in boğularak
öldüğünü yazdılarsa da, cesedinin bulunmasıyla yapılan otopside polis
kurşunuyla öldürüldüğü açığa çıkmıştır.)
Recep Güregen'i bu yanıyla anarken, fedakarlığın doruklarında ne yüce
bir insan olduğunu bir kez daha ölümünün 31. Yılında ifade etmek
istedim. Örgütümüzün tarihinde yer alan tüm şehitlere, devrim
şehitlerine selam olsun. Sizleri unutmayacağız, unutturmayacağız.
Demokrasi uğruna halkların özgürlük mücadelesinde bir bayrak olarak
dalgalanıyorsunuz.
Şehitler Onurumuz, Şehitler Gururumuzdur...
Hamddulah Erbil ve bir ileti
Mihrac Ural
16 Temmuz 2010
Bu iletiye yorum yapmayacağım. Hamdullah Erbil’i her yıl anmaya çalışıyorum. bu benim vicdanımın, doğrularımın sesidir. Arkadan nal toplayanlara da zaten söyleyecek sözüm yok. Hamdullah devlete baş kaldırmış bir devrimcidir, kuklalarla hiç bir ilişkisi de olamaz. Arkadan nal toplamak için Hamdullah’ı anma çabalarına düşen düşkünler, sırtlarındaki kamburu örtme için bohçalarına yama arayanlardır.
Bu türlere karşı son sözümü söyleyeli çok oldu. Bitmişi yeniden bitirme durumunda olmayacağım. Ancak altta okuyacağınız ileti bütün bu sürece de iyi bir cevap olacaktır...
____________________________________
AHMET GÖÇERİ İLETİSİ:
Kimden ahmet göçeri
kimeMihrac Ural
tarih16 Temmuz 2010 01:15
konuRe: HAMDULLAH ERBİL; YERELİN EVRENSEL DURUŞU
İyi günler Mihraç.
Cezaevi arkadaşlığımız olan Rahmetli Hamdullahın Fotoğrafını bana kazandırdığın için teşekür ederim.
Bir yıl gibi Bursa cezaevinde beraber yattık. Değerli ve ufku geniş önder nitelikli bir arkadaştı. Allah rahmet eylesin.
Hamdulah gibi değerli bir arkadaşı hatırlattığın için teşekkür ederim.
Bir gün sene 1994 yılları. Benim Yazıhanem Reyhanlıda yol üzerinde. Nakliyecilik yapan Ahmet isminde Halam oğlularımdan birisi Diyarbakırlı bir müşterisi ile beraber çay içmeye bana geldiler. Tanıştırıldığım Diyarbakırlı arkadaş Mehmet İpek isimli bir arkadaş idi. Konya Cezaevinde beraber yatmışsınız. Beni adam eden Mihraçtır gibi vefalı ve seni metheden sözler etti. tabi benimde hoşuma gitti doğrusu. Meğerse Reyhalıya geldiği için Seni tanıyıp tanımadıklarını sormuş, Nakliyeci Ahmet isimli arkadaşta tanımadığı için bana gelmişler. Tanırsa Ahmet Göçeri tanır demişler. İki defa uğradı yanıma, vefalı bir arkaştı. Diayrbakırda Oteli varmış. Sonra D.Spor başkanı oldu. Seni her defasında yad ettik. Bilmiyorum Tlf.'lada olsa hiç görüşebildinizmi ?
Anılarımızı tazelemiş olduk teşekkürler. Yengeme selam ve çocuların gözlerinden öperim.
Hoşçakal.
Ahmet Göçeri
16 Temmuz 2010
Bu iletiye yorum yapmayacağım. Hamdullah Erbil’i her yıl anmaya çalışıyorum. bu benim vicdanımın, doğrularımın sesidir. Arkadan nal toplayanlara da zaten söyleyecek sözüm yok. Hamdullah devlete baş kaldırmış bir devrimcidir, kuklalarla hiç bir ilişkisi de olamaz. Arkadan nal toplamak için Hamdullah’ı anma çabalarına düşen düşkünler, sırtlarındaki kamburu örtme için bohçalarına yama arayanlardır.
Bu türlere karşı son sözümü söyleyeli çok oldu. Bitmişi yeniden bitirme durumunda olmayacağım. Ancak altta okuyacağınız ileti bütün bu sürece de iyi bir cevap olacaktır...
____________________________________
AHMET GÖÇERİ İLETİSİ:
Kimden ahmet göçeri
kimeMihrac Ural
tarih16 Temmuz 2010 01:15
konuRe: HAMDULLAH ERBİL; YERELİN EVRENSEL DURUŞU
İyi günler Mihraç.
Cezaevi arkadaşlığımız olan Rahmetli Hamdullahın Fotoğrafını bana kazandırdığın için teşekür ederim.
Bir yıl gibi Bursa cezaevinde beraber yattık. Değerli ve ufku geniş önder nitelikli bir arkadaştı. Allah rahmet eylesin.
Hamdulah gibi değerli bir arkadaşı hatırlattığın için teşekkür ederim.
Bir gün sene 1994 yılları. Benim Yazıhanem Reyhanlıda yol üzerinde. Nakliyecilik yapan Ahmet isminde Halam oğlularımdan birisi Diyarbakırlı bir müşterisi ile beraber çay içmeye bana geldiler. Tanıştırıldığım Diyarbakırlı arkadaş Mehmet İpek isimli bir arkadaş idi. Konya Cezaevinde beraber yatmışsınız. Beni adam eden Mihraçtır gibi vefalı ve seni metheden sözler etti. tabi benimde hoşuma gitti doğrusu. Meğerse Reyhalıya geldiği için Seni tanıyıp tanımadıklarını sormuş, Nakliyeci Ahmet isimli arkadaşta tanımadığı için bana gelmişler. Tanırsa Ahmet Göçeri tanır demişler. İki defa uğradı yanıma, vefalı bir arkaştı. Diayrbakırda Oteli varmış. Sonra D.Spor başkanı oldu. Seni her defasında yad ettik. Bilmiyorum Tlf.'lada olsa hiç görüşebildinizmi ?
Anılarımızı tazelemiş olduk teşekkürler. Yengeme selam ve çocuların gözlerinden öperim.
Hoşçakal.
Ahmet Göçeri
HAMDULLAH ERBİL YERELİN EVRENSEL DURUŞU
Mihrac Ural
16 Temmuz 2010
Hamdullah Erbil, Anadolu orijinalitesinin demokrasi mücadelesinde devrimci harekete kazandırdığı bir kahramandır. Bu değer, yaşamının her evresinde ortaya koyduğu öz verilerle, halkına bağlılığıyla, zoru aşmada direnciyle, dayanmaya uyarlanmış kararlı iradesiyle, tarihin derinliklerinden çekip gelmiş bilgi sentezlerinin günümüze taşınan kültür yoğunluklarıyla onu bilen bilmeyen herkesin örnek alacağı bir devrimciydi; yerelin evrensel duruşunu, insan merkezli algılarının duruşuyla tanımlayandı.
Hakka yürüyeli 13 yıl oldu, ölümsüzleşti.
Güzellikler üretti, dersler bıraktı.
Hamdullah Erbil Afşin, Kötüre (5 Ocak 1952) – (16 Temmuz 1993) Hamburg
Hamdullah Erbil, 16 Temmuz 1993 yılında vefat etti. Bu kahraman insanı bilenlere ve bilmeyenlere her yıl anlatmak, onu yakından tanıyanların, genç kuşaklara devrimci hareketimizin tarihinden sunacakları önemli bir armağandır.
Olumlularımız adına, örnekleriyle geleceği kurma adına yararlanmamız gereken değerler, gelecek kuşaklara mutlaka taşınması gereken değerlerdir. Bu değerler, halklarımızın yol gösterici etkinlikleridir. Olumsuzu öne çıkarmak, olumsuz üzerine şatolar kurmak beceri ise, bu beceri devrimci güçlerin, demokrasi ve ilerleme güçlerinin önünü kesmektir. Bunu kimlerin yapmaya çalıştığı ise malumdur.
Bu yüzden, tarihimizin önemli bir kesitinde bu coğrafyanın yetiştirdiği, bize ait olan orijinalitemizin tüm özgün ve özgür değerlerini anmamız bir görev ve sorumluluk olarak belirmektedir.
Hamdullah Erbil, Anadolu orijinalitesinin demokrasi mücadelesinin devrimci harekete kazandırdığı bir kahramandır. Bu değer, yaşamının her evresinde ortaya koyduğu özverilerle, halkına bağlılığıyla, zoru aşma direnciyle, dayanmaya uyarlanmış kararlı iradesiyle, tarihin derinliklerinden çekip gelmiş bilgi sentezlerinin günümüze taşınan kültür yoğunluklarıyla; onu bilen bilmeyen herkesin örnek alacağı bir devrimciydi.
Mücadelesinin her evresinde insan merkezli düşüncesi, kökleri kendi çevresinin bilgi birikimleriyle eklemlenmiş bir kimlik tezahürüdür. Çevresi olmayan bir aidiyet üzerinden yükselemeyenlerin ortaya koydukları kararsızlık, kaos, gergin dengeler yerine Hamdullah Erbil bir denge insanıydı; nereden geldiğini ve nereye doğru gideceğinin bilinciyle ne yaptığını bilen örnek bir yöneticiydi de.
O insanlık için, daha adil, daha eşit bir toplumsal örgütleniş için mücadele etti. Demokrasi dedi özgürlük dedi; sosyalizmi, içinden çıkıp geldiği kültür doruklarının öğretilerinde yüz yıllardır barınmış olan bir akıl yolu, toplumsal eşitlik ve adalet için bir felsefi kurallar manzumesi olarak almıştı. Hedefi, İnsanı yüceltmekti sömürüsüz bir dünyada, özgürce yaşamaktı. Doğayı koruyan algıların eliyle toplumların kurulması için hayatı bu yola koydu.
Binboğa dağlarına gerilla eğitimi için tırmandığımızda, uçsuz bucaksız kırların oğlu olduğunu doğanın bir parçası olduğunu gösterdi. Kır çiçekleri topladı… Rengarenk… Elinde 5’li Fransız mavzeriyle. Volkanik dağların yeşili az doruklarında, çiçeklerle örülü bir dünyadan söz etti; “bak Mihrac, içimden tonlarca çiçek tohumunu getirip bu dağlara serpesim geliyor” dedi, ısınmak için kuru dal aradık uzaklarda, sırf yeşil dalları kesmemek için. Bu kahraman böylesi bir doğa severdi.
Herkesin ağır aksak yürüdüğü o kayalardan, bir ceylan gibi düz yolda yürür gibi tırmanıyordu. Yoldaşlarına omuz veriyor, moral yükseltiyordu. Zoru kolay yapan bir can yoldaşı olarak, o aşılmaz dağların doruklarına kadar bizleri çekip götürmüştü; yanımızda Ömür Karamollaoğlu vardı, dik duran... Üçümüz ayaktaydık her an, mağarada yattık, ateş yakarak. Boğulma tehlikesi geçirdik dumandan, bir ben bir Hamdullah bir ömür vardı bu tehlikeyi sezip yoldaşlarını kurtaran…
Düze indiğimizde, aramızdaki yakınlık artık bir yoldaş yakınlığını çok aşmıştı. Bir kültür ortaklığıydı, bir gelenek, görenek birliğiydi; bir ortak aile ve geçmiş terbiyesiydi. Bununla doluyduk yollarımız ayrılırken... 16 yıl sonra Almanya’da birbirimizi bir kez daha bulmuştuk.
Ağırdı hastalığı; ama zindanların diz çökertemediği o kahraman yüreği, hiçbir şey yokmuş gibi ülkesi ve halkları için çarpmaya devam ediyordu. Birlikte uzun uzun konuştuk, yol yordam çizdik. O yine kültürle yoğrulu, gelişmelere açık, barışa aşık, demokrasi mücadelesi için çarpan yüreğiyle dinledi beni, ben de onu. Karar aldık; birbirimize danışacağız, birbirimizle dayanışma içinde olacağız her daim diye. Olumluyu öne çıkartacak, olumsuzlukları birlikte aşacağız diye sözleştik. O yürek, böyle çarparak sürgünde hakkın amansız rahmetine muhatap oldu. Bizi yalnız bıraktı.
Seni anarken, devrimci hareketimizin nelerden yoksun kaldığını ve hala bunun boşluklarıyla kaoslar yaşandığını bir kez daha anlıyoruz. Tesellimiz, içimizde yaşayan o dev yüreğin, bu satırları yazdıran anılarla örülü orijinalliğindir.
Seni hep anacağız, seni hep arayacağız...
16 Temmuz 2010
Hamdullah Erbil, Anadolu orijinalitesinin demokrasi mücadelesinde devrimci harekete kazandırdığı bir kahramandır. Bu değer, yaşamının her evresinde ortaya koyduğu öz verilerle, halkına bağlılığıyla, zoru aşmada direnciyle, dayanmaya uyarlanmış kararlı iradesiyle, tarihin derinliklerinden çekip gelmiş bilgi sentezlerinin günümüze taşınan kültür yoğunluklarıyla onu bilen bilmeyen herkesin örnek alacağı bir devrimciydi; yerelin evrensel duruşunu, insan merkezli algılarının duruşuyla tanımlayandı.
Hakka yürüyeli 13 yıl oldu, ölümsüzleşti.
Güzellikler üretti, dersler bıraktı.
Hamdullah Erbil Afşin, Kötüre (5 Ocak 1952) – (16 Temmuz 1993) Hamburg
Hamdullah Erbil, 16 Temmuz 1993 yılında vefat etti. Bu kahraman insanı bilenlere ve bilmeyenlere her yıl anlatmak, onu yakından tanıyanların, genç kuşaklara devrimci hareketimizin tarihinden sunacakları önemli bir armağandır.
Olumlularımız adına, örnekleriyle geleceği kurma adına yararlanmamız gereken değerler, gelecek kuşaklara mutlaka taşınması gereken değerlerdir. Bu değerler, halklarımızın yol gösterici etkinlikleridir. Olumsuzu öne çıkarmak, olumsuz üzerine şatolar kurmak beceri ise, bu beceri devrimci güçlerin, demokrasi ve ilerleme güçlerinin önünü kesmektir. Bunu kimlerin yapmaya çalıştığı ise malumdur.
Bu yüzden, tarihimizin önemli bir kesitinde bu coğrafyanın yetiştirdiği, bize ait olan orijinalitemizin tüm özgün ve özgür değerlerini anmamız bir görev ve sorumluluk olarak belirmektedir.
Hamdullah Erbil, Anadolu orijinalitesinin demokrasi mücadelesinin devrimci harekete kazandırdığı bir kahramandır. Bu değer, yaşamının her evresinde ortaya koyduğu özverilerle, halkına bağlılığıyla, zoru aşma direnciyle, dayanmaya uyarlanmış kararlı iradesiyle, tarihin derinliklerinden çekip gelmiş bilgi sentezlerinin günümüze taşınan kültür yoğunluklarıyla; onu bilen bilmeyen herkesin örnek alacağı bir devrimciydi.
Mücadelesinin her evresinde insan merkezli düşüncesi, kökleri kendi çevresinin bilgi birikimleriyle eklemlenmiş bir kimlik tezahürüdür. Çevresi olmayan bir aidiyet üzerinden yükselemeyenlerin ortaya koydukları kararsızlık, kaos, gergin dengeler yerine Hamdullah Erbil bir denge insanıydı; nereden geldiğini ve nereye doğru gideceğinin bilinciyle ne yaptığını bilen örnek bir yöneticiydi de.
O insanlık için, daha adil, daha eşit bir toplumsal örgütleniş için mücadele etti. Demokrasi dedi özgürlük dedi; sosyalizmi, içinden çıkıp geldiği kültür doruklarının öğretilerinde yüz yıllardır barınmış olan bir akıl yolu, toplumsal eşitlik ve adalet için bir felsefi kurallar manzumesi olarak almıştı. Hedefi, İnsanı yüceltmekti sömürüsüz bir dünyada, özgürce yaşamaktı. Doğayı koruyan algıların eliyle toplumların kurulması için hayatı bu yola koydu.
Binboğa dağlarına gerilla eğitimi için tırmandığımızda, uçsuz bucaksız kırların oğlu olduğunu doğanın bir parçası olduğunu gösterdi. Kır çiçekleri topladı… Rengarenk… Elinde 5’li Fransız mavzeriyle. Volkanik dağların yeşili az doruklarında, çiçeklerle örülü bir dünyadan söz etti; “bak Mihrac, içimden tonlarca çiçek tohumunu getirip bu dağlara serpesim geliyor” dedi, ısınmak için kuru dal aradık uzaklarda, sırf yeşil dalları kesmemek için. Bu kahraman böylesi bir doğa severdi.
Herkesin ağır aksak yürüdüğü o kayalardan, bir ceylan gibi düz yolda yürür gibi tırmanıyordu. Yoldaşlarına omuz veriyor, moral yükseltiyordu. Zoru kolay yapan bir can yoldaşı olarak, o aşılmaz dağların doruklarına kadar bizleri çekip götürmüştü; yanımızda Ömür Karamollaoğlu vardı, dik duran... Üçümüz ayaktaydık her an, mağarada yattık, ateş yakarak. Boğulma tehlikesi geçirdik dumandan, bir ben bir Hamdullah bir ömür vardı bu tehlikeyi sezip yoldaşlarını kurtaran…
Düze indiğimizde, aramızdaki yakınlık artık bir yoldaş yakınlığını çok aşmıştı. Bir kültür ortaklığıydı, bir gelenek, görenek birliğiydi; bir ortak aile ve geçmiş terbiyesiydi. Bununla doluyduk yollarımız ayrılırken... 16 yıl sonra Almanya’da birbirimizi bir kez daha bulmuştuk.
Ağırdı hastalığı; ama zindanların diz çökertemediği o kahraman yüreği, hiçbir şey yokmuş gibi ülkesi ve halkları için çarpmaya devam ediyordu. Birlikte uzun uzun konuştuk, yol yordam çizdik. O yine kültürle yoğrulu, gelişmelere açık, barışa aşık, demokrasi mücadelesi için çarpan yüreğiyle dinledi beni, ben de onu. Karar aldık; birbirimize danışacağız, birbirimizle dayanışma içinde olacağız her daim diye. Olumluyu öne çıkartacak, olumsuzlukları birlikte aşacağız diye sözleştik. O yürek, böyle çarparak sürgünde hakkın amansız rahmetine muhatap oldu. Bizi yalnız bıraktı.
Seni anarken, devrimci hareketimizin nelerden yoksun kaldığını ve hala bunun boşluklarıyla kaoslar yaşandığını bir kez daha anlıyoruz. Tesellimiz, içimizde yaşayan o dev yüreğin, bu satırları yazdıran anılarla örülü orijinalliğindir.
Seni hep anacağız, seni hep arayacağız...
14 Temmuz 2010 Çarşamba
YÜKSEL ERİŞ'TEN HÜSEYİN ERİŞ'E....
Bu bir gelenektir bilinçte olgunlaşan, bu bir kültürdür yoluna devam eden, bu bir kendine güvendir kervanı yürüten…
Hoş geldin Hüseyin Eriş hoş geldin…
13 Temmuz 2010, Mihrac Ural’ın baba evinde.
Hüseyin Eriş - Zeki Ural - Ferhat Tunç
Mihrac Ural
14 Temmuz 2010
Konuğumuz Hüseyin Eriş…
Yüksel Eriş hocamızın kardeşi... yüreğimize bastık onu... O bizi bize kazandıran, devrimci mücadelemize ufuk açan öğretmenimizin kardeşiydi; ondan bize yadigar kalandı.
Hüseyin Eriş, hoş geldin kardeşim, hoş geldin…
Benim adıma baba evimi ziyaretin, yollarımı gözleyen 100 yaşına dayanmış dev çınar babamın bitmeyen hasretini bir nebze giderdiğin için sana teşekkür ediyorum. Ferhat Tunç yoldaşımla bir arada babamı sardığınız için, ilettiğin güzel mesajlar için, kirliliğe karşı ak yüzünle durduğun için sana teşekkür ediyorum!
Mücadelemizin kararlı insanları, seni insan olarak da yakından tanıdı. Yüreklerimizdeki Yüksel Hoca sevgisiyle aramızda yerini aldın. Hoş geldin Hüseyin Eriş hoş geldin…
İkili yazışmamızda da ilettim, Yüksel Hoca Acilcilerin hocasıdır.
O, bu örgütü örgüt yapan, yükselten, 19 Ağustos 1977 felaketi ardından bu örgütün ülke çapında örgütlenmesini sağlayan ekibin hocasıdır.
Saygınlığıyla, aydınlığıyla yapımızın temel kadrolarını eğiten Yüksel Eriş hoca bu güne kadar dik duruşumuzun da kararlı irade olarak yürüyüşümüzün de ifadesi olmuştur.
Bunu aylar önce şöyle ifade ettim:
“İlker Akman, Acilcilerin siyasal iradesi olduğu kadar, Yüksel Eriş'de hocasıdır. Acilcilerin hocası aynı zamanda dengesi, geniş yüreği, olgunluğu, bilgi dönüşümümüzün de ifadesiydi.
Bu satırların yazarı ve Güney Bölgesi’nin Acilci olmasında temel rol Yüksel Hoca’nındır. O, gerek insani duruşuyla, gerekse devrimciliğin örnek ve simgesi olma vakurluğuyla, düzey ve bilgi birikimini her konuşmasında ifade etmesiyle bir öğretmendi. Onu tanımam bu günlere gelişimin temel dinamiklerinden biri olmuştur. Yüksel Hoca’yı, Antakya'ya getiren ve Onunla tanışmama vesile olan Dr. Mehmet Çelikel'dir.” Bu satırlardan Dr. Mehmet Çelikel’e de selamlarımı iletiyorum.
Hüseyin Eriş, Yüksel Hoca’nın kaldığı, sofrasında oturduğu baba evimi, mahallede yapının temel taşlarını attığımız evleri gezdi; beni tanıyan yaşlıların özlem gözyaşlarını, o dar sokaklara sinmiş Yüksel Eriş hocamızın izlerine tanık oldu.
On yılların bitip tükenmez zorluklarını aşarak bu güne gelmenin kaynaklarına indi.
Bu gerçeğin bir çevre olayı olduğuna, sokakları Roma taşlarla döşeli, tarihi bir uygarlığın kültür uzantıları olduğuna tanık oldu. O gün bu gün bu kararlılık, bu irade, Yüksel Eriş gibi bir hocanın öğrencilerinden geldiğine tanıklık yaptı.
Hüseyin Eriş, Yüksel Hocamızın bıraktığı izlerle kaynaştı, bir bütün oldu.
Bu bir gelenektir bilinçte olgunlaşan, bu bir kültürdür yoluna devam eden, bu bir kendine güvendir kervanı havlamalara aldırmadan yürüten.
Hoş geldin Hüseyin Eriş kardeşim, hoş geldin…
Hoş geldin Hüseyin Eriş hoş geldin…
13 Temmuz 2010, Mihrac Ural’ın baba evinde.
Hüseyin Eriş - Zeki Ural - Ferhat Tunç
Mihrac Ural
14 Temmuz 2010
Konuğumuz Hüseyin Eriş…
Yüksel Eriş hocamızın kardeşi... yüreğimize bastık onu... O bizi bize kazandıran, devrimci mücadelemize ufuk açan öğretmenimizin kardeşiydi; ondan bize yadigar kalandı.
Hüseyin Eriş, hoş geldin kardeşim, hoş geldin…
Benim adıma baba evimi ziyaretin, yollarımı gözleyen 100 yaşına dayanmış dev çınar babamın bitmeyen hasretini bir nebze giderdiğin için sana teşekkür ediyorum. Ferhat Tunç yoldaşımla bir arada babamı sardığınız için, ilettiğin güzel mesajlar için, kirliliğe karşı ak yüzünle durduğun için sana teşekkür ediyorum!
Mücadelemizin kararlı insanları, seni insan olarak da yakından tanıdı. Yüreklerimizdeki Yüksel Hoca sevgisiyle aramızda yerini aldın. Hoş geldin Hüseyin Eriş hoş geldin…
İkili yazışmamızda da ilettim, Yüksel Hoca Acilcilerin hocasıdır.
O, bu örgütü örgüt yapan, yükselten, 19 Ağustos 1977 felaketi ardından bu örgütün ülke çapında örgütlenmesini sağlayan ekibin hocasıdır.
Saygınlığıyla, aydınlığıyla yapımızın temel kadrolarını eğiten Yüksel Eriş hoca bu güne kadar dik duruşumuzun da kararlı irade olarak yürüyüşümüzün de ifadesi olmuştur.
Bunu aylar önce şöyle ifade ettim:
“İlker Akman, Acilcilerin siyasal iradesi olduğu kadar, Yüksel Eriş'de hocasıdır. Acilcilerin hocası aynı zamanda dengesi, geniş yüreği, olgunluğu, bilgi dönüşümümüzün de ifadesiydi.
Bu satırların yazarı ve Güney Bölgesi’nin Acilci olmasında temel rol Yüksel Hoca’nındır. O, gerek insani duruşuyla, gerekse devrimciliğin örnek ve simgesi olma vakurluğuyla, düzey ve bilgi birikimini her konuşmasında ifade etmesiyle bir öğretmendi. Onu tanımam bu günlere gelişimin temel dinamiklerinden biri olmuştur. Yüksel Hoca’yı, Antakya'ya getiren ve Onunla tanışmama vesile olan Dr. Mehmet Çelikel'dir.” Bu satırlardan Dr. Mehmet Çelikel’e de selamlarımı iletiyorum.
Hüseyin Eriş, Yüksel Hoca’nın kaldığı, sofrasında oturduğu baba evimi, mahallede yapının temel taşlarını attığımız evleri gezdi; beni tanıyan yaşlıların özlem gözyaşlarını, o dar sokaklara sinmiş Yüksel Eriş hocamızın izlerine tanık oldu.
On yılların bitip tükenmez zorluklarını aşarak bu güne gelmenin kaynaklarına indi.
Bu gerçeğin bir çevre olayı olduğuna, sokakları Roma taşlarla döşeli, tarihi bir uygarlığın kültür uzantıları olduğuna tanık oldu. O gün bu gün bu kararlılık, bu irade, Yüksel Eriş gibi bir hocanın öğrencilerinden geldiğine tanıklık yaptı.
Hüseyin Eriş, Yüksel Hocamızın bıraktığı izlerle kaynaştı, bir bütün oldu.
Bu bir gelenektir bilinçte olgunlaşan, bu bir kültürdür yoluna devam eden, bu bir kendine güvendir kervanı havlamalara aldırmadan yürüten.
Hoş geldin Hüseyin Eriş kardeşim, hoş geldin…
HOŞ GELDİN FERHAT TUNÇ HOŞ GELDİN...
13 Temmuz 2010 Mihrac Ural'ın babaevi bahçesinde en azıyla tüm dostların doyduğu, en zengin sofraları fakir gösteren zenginliğiyle, yemek değil sevgi yoğunluğu halilibrahim sofrasında ev halkı ve dostlarla bir arada... Bu sofrada çok önemli bir başka konuk yer alıyor. Bir tarihi simgemizin kardeşi onur veriyor. Bunu da başka fotoğraflarla açıklayacağız.
Mihrac Ural15 Temmuz 2010
Baba evimi devrimci hareketin onurlu insanlarına bir misafir evi olarak sunalı 30 yıl oldu. Mültecilik koşullarımın ağır baskısı altında yaralarıma merhem olacak bir şey varsa, baba evimi benim adama ziyaret eden bu ülkenin demokrasi mücadelesini omuzlamış erdemli insanlarıdır.
Annemin vefatında (24 Ağustos2009) vefa gösterip, taziyelerini şahsen bildiren yüzlerce dostum, yoldaşım benim adıma cenazeye katıldı. Yokluğumun boşluğunu doldurdu, onlar ev sahibi olarak misafirlerimi karşıladı beni taşıdı. Ortaya koydukları duyarlı tutum, dün gibi bu günde tüm canlılığıyla devam ediyor. Bu duruş, anlamlı olduğu kadar, demokrasi mücadelesinde sorumluluklarımın da tanımıdır.
Ferhat Tunç, bu vefalı insanların başındadır. O benim dostum olduğu kadar yoldaşımdır da. Bu yılda baba evimi ziyareti, 100 yaşına dayanmış, pırıl pırıl hafızasıyla bir tarih çınarı olan babamla dostluğu, çevremle, yoldaşlarımla dayanışması devrimci mücadelenin güzellikleri adına örnektir. Güzelliklerle örülü, sevgi ve saygıyla örülü dayanışmaları çoğaltalım. Bizi başarıya götürecek olan budur.
Hoş geldin Ferhat Tunç hoş geldin…
13 Temmuz 2010 Salı
Ferhat Tunç-Leyla Halid İki Efsane İsim Aynı Platformda Buluştu
13 Temmuz 2010 İki dev isim bir arada Leyla Halid ve Ferhat Tunç; Leyla halid Filistin davasının yıldızı, siyonizme karşı mücadelenin küzey yıldızı, yaş ilerlesede bir çağın simgesi... Ferhat Tunç, Anadolu uygarlıklarının sentezi, barışın, demokrasinin, direnme mücadele özverili aydın sanatçısı...
Nazlı Güzel / Hatay -13 Temmuz 2010
Zor bir işe kalkıştığımın farkındayım. Bu bir haber olmanın ötesinde bir anlam taşımalı, dedim ve yazıya koyuldum. Bazı güzel insanlarla aynı ortamda bulunabilmenin, onların duruşuna bir kez daha tanıklık etme şansını yakalayabilmenin duygu ve düşüncelerinden damıtılmış bir belge olsun istiyorum. Kentimde gerçekleşen ve bana göre tarihi anlam taşıyan buluşmaların tanıklığıdır paylaşmak istediğim...
Dersim’in acı, hüzün, isyan ve direnmelerin tarihini adeta yüz çizgilerinde taşıyan, acılı bir coğrafyanın başkaldırı ve direnme kültüründen beslenmiş ve buna uygun bir duruş sahibidir Ferhat Tunç… Ötekileştirilenlerin sesi, savunucusu, sevdalısı, bir o kadar da sevileni bir sanatçı…
Onu anlatmaya kelimelerin gücü yetmez, biliyorum. Buna kalkışmayacağım da. Sadece, bu toprakların yetiştirdiği en önemli değerlerimizden biri olduğunu söylemekle yetineceğim. Gerisini tarih anlatsın…
Zeki Ural’a Ziyaret ve Kadın Hayranları
Evvel Temmuz festivali etkinlikleri kapsamında kentimize konuk olan Ferhat Tunç, günlük programı çerçevesinde kendi kuşağının önder direnişçilerinden biri olan ve muhalif kimliğiyle tanınan Zeki Ural’ın evine ziyaret gerçekleştirdi. Tarihi bir mekan olan aile evinin avlusunda gerçekleşen buluşma, aynı zamanda halkların kardeşliğinin bir güzellemesiydi.
Sorunlar yumağı olan ülkemizde en çok mağdur edilen kesimin kadınlar olduğu bilinmekte. Bundandır, mazlumların özellikle de anaların acılarına duyarlılığıyla bilinen sanatçının hayran kitlesi içerinde kadınlar özel bir yer tutar. Bu ziyaret esnasında da kadın hayranlarının, onunla bir arada olmanın ne anlama geldiğinin bilinciyle bakışları ışıl ışıldı.
İki Efsane İsim: Ferhat Tunç ve Leyla Halid Aynı Platformda
1970’li yıllarda Filistin Halk Kurtuluş Örgütü'nün saflarında İsrail işgaline karşı mücadele eden ve hala aynı ruh ve kararlılıkla bu mücadeleyi sürdüren efsane direnişçi Leyla Halid aynı etkinlikler kapsamında ilimize gelen isimler arasındaydı.
Ferhat Tunç ile Leyla Halid, bir araya geldikleri paneldeki konuşmalarında aynı coğrafyanın kader ortaklığının, çözülemeyen sorunlarının ve zulme karşı mücadelenin kararlılıkla sürdürülmesi gerektiğinin altını çizdiler. Sanatçı Ferhat Tunç; Ortadoğu coğrafyasında yaşayan halkın yani Filistin ve Kürt halkının aynı kaderi paylaştıklarını ve acılarının ortak olduğunu ifade etti. “Bizler Filistin özgürlük mücadelesinden çok şey öğrendik. Bu mücadelenin sembolleştirdiği kadın savaşçı Leyla Halid’ten kadınlarımız çok şey örgendi. Taş atan Kürt çocuklarının Filistin’deki intifada çocuklarından bir farkı yoktur,” derken salonda “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganı yükseldi. Ferhat Tunç 28 Temmuz’da Diyarbakır ağır ceza mahkemesinde görülecek duruşmasına da vurgu yaparak; “eğer halklarımız özgür ve demokratik bir Türkiye’de eşit ve insanca yaşayacaklarsa 15 yıl değil bu uğurda 30 yıl yatmaya hazırım,” şeklinde konuştu. Ferhat Tunç’un konuşmasından sonra tekrar söz alan Leyla Halid’in; “anladığım kadarıyla ülkenizde aydınlar, sanatçılar düşüncelerinden dolayı cezaevine girme riskiyle karşı karşıyalar. Ferhat Tunç’ta bunların arasındadır. Şuna emin olunki ben kendi alanımda bunun da mücadelesini vereceğim ve eğer avukat olsaydım onun avukatlığını yapmaktan onur duyardım,” şeklindeki sözleri, halkların kardeşliği adına oldukça anlamlıydı.
Ferhat Tunç Konserini 30 bin kişi izledi
Bilinir, Ferhat Tunç’un her konseri kitlesel ve coşkulu geçer. Samandağ konseri de bunlardan biriydi. Otuz bini geçkin kişinin izlediği konserde, sanatçının sahne performansı mükemmeldi desek abartılı olmaz. Seslendirdiği parçaların yanı sıra kitleye verdiği mesajlarla da bilinçlere ışık düşürmeye devam etti.
Ferhat Tunç, muhalif kimliğine yakışır cesur duruşu ve düşüncelerini bulunduğu her alanda özgürce ifade edebilen bir sanatçıdır aynı zamanda. Başta Kürt sorunu gelmek üzere ülkemizin temel sorunlarına değinen sanatçı, anaların çektiği acılara, kan ve gözyaşının dinmesi gerektiğine, bu uğurda verilen mücadelede henüz yolun başında olunduğuna dikkat çekti. Ayrıca barış mücadelesinin zorluğuna vurgu yapan sanatçı; “barış derdi olmayanların biz barış dedikçe neden tüylerinin diken diken olduğunu anlamak zor değil. Neticede hepsi bu savaşın sürmesinden yana,” şeklinde konuştu. Konseri esnasında; ezilen halkların acıları, kaderleri ortaktır, mesajıyla Leyla Halid’le bir kez daha yan yana geldi. Coşkunun doruğa ulaştığı anlardan biriydi. Bir yanda Filistin direnişinin sembollerinden Leyla Halid öbür yanda ülkemiz demokrasi mücadelesinin tavizsiz isimlerinden dünyaca ünlü sanatçı Ferhat Tunç…
Binlerce insana seslenmenin heyecanını yaşayan Leyla Halid, alkışlar arasında azim, kararlılık ve mücadele ruhuyla kitleye seslendi. Ferhat Tunç, 30 bin kişilik koro eşliğinde Leyla Halid ile birlikte “Savaşa Hayır” şarkısını seslendirdi.
Ardından, coşkunun ivmesinin bir an bile düşmediği konserine devam eden Ferhat Tunç, seslendirdiği hüzünlü-coşkulu parçaları ve verdiği mesajlarla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı.
Tam da burada altını çizmek istediğim bir nokta var. Ferhat Tunç, muhalif kimliği, direngen duruşu yanı sıra halklaşmış bir sanatçı olarak etki alanının ve gücünün genişliğinden dolayı sürekli egemen zihniyetin baskı ve yıldırma politikalarına maruz kalmaktadır. Nitekim son olarak bir konuşmasından dolayı hakkında on beş yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştır. Ne var ki, sisteme mesaj iletircesine, gittiği her alanda olduğu gibi Samandağ konserinde de sevenleri onu bağrına bastı. 30 bini aşkın insanın sanatçısına bu şekilde sahip çıkmış olması, sanıyoruz ki egemenlere en iyi yanıttır.
Kahvaltıda Örülen Kardeşlik Ağı
Yaşamımızda özel bir yer tutacak olan büyülü anların, her biri öğretici derslerle dolu sohbetlerin paylaşıldığı ortamların ve dayanışma duygularının taçlandığı bir sabahı paylaşmak üzere yeniden bir aradayız. Sevginin, dostluğun, umudun işçilerinin konuk olduğu kahvaltı masasında zaman nasıl aktı, hiçbirimiz farkında değildik. O güzel anlarda hepimiz; bunca güzellik dışımıza da aksın, tüm ülkeye oradan dünyaya egemen olsun istedik. Böylece acılar bitecek, gözyaşları dinecek, her yere sevgi ve kardeşlik egemen olacaktı. Bir düştü bu… Bir özlem… Ama bizler, ta ki gerçekleşinceye kadar aynı kararlılıkla bu düşümüzün peşinden gitmeye devam edeceğiz.
Ve Ferhat Tunç, gitme vakti geldiğinde, tekrar buluşmak üzere, tıpkı öğretisini yaymaya yola koyulmuş bir derviş gibi, sanatını ve insana dair ne kadar güzellik varsa içinde barındırdığı aydınlık düşüncelerini başka halklara taşımak üzere yola koyuldu. Aynı ustalık ve bilgelikle...
Benim payıma ise iki efsane isimle bunca güzelliği paylaşmış olmanın ve onlarla aynı karede olabilmenin onuru düştü…
Ferhat Tunç-Leyla Halid İki Efsane İsim Aynı Platformda Buluştu
Nazlı Güzel / Hatay -13 Temmuz 2010
Zor bir işe kalkıştığımın farkındayım. Bu bir haber olmanın ötesinde bir anlam taşımalı, dedim ve yazıya koyuldum. Bazı güzel insanlarla aynı ortamda bulunabilmenin, onların duruşuna bir kez daha tanıklık etme şansını yakalayabilmenin duygu ve düşüncelerinden damıtılmış bir belge olsun istiyorum. Kentimde gerçekleşen ve bana göre tarihi anlam taşıyan buluşmaların tanıklığıdır paylaşmak istediğim...
Dersim’in acı, hüzün, isyan ve direnmelerin tarihini adeta yüz çizgilerinde taşıyan, acılı bir coğrafyanın başkaldırı ve direnme kültüründen beslenmiş ve buna uygun bir duruş sahibidir Ferhat Tunç… Ötekileştirilenlerin sesi, savunucusu, sevdalısı, bir o kadar da sevileni bir sanatçı…
Onu anlatmaya kelimelerin gücü yetmez, biliyorum. Buna kalkışmayacağım da. Sadece, bu toprakların yetiştirdiği en önemli değerlerimizden biri olduğunu söylemekle yetineceğim. Gerisini tarih anlatsın…
Zeki Ural’a Ziyaret ve Kadın Hayranları
Evvel Temmuz festivali etkinlikleri kapsamında kentimize konuk olan Ferhat Tunç, günlük programı çerçevesinde kendi kuşağının önder direnişçilerinden biri olan ve muhalif kimliğiyle tanınan Zeki Ural’ın evine ziyaret gerçekleştirdi. Tarihi bir mekan olan aile evinin avlusunda gerçekleşen buluşma, aynı zamanda halkların kardeşliğinin bir güzellemesiydi.
Sorunlar yumağı olan ülkemizde en çok mağdur edilen kesimin kadınlar olduğu bilinmekte. Bundandır, mazlumların özellikle de anaların acılarına duyarlılığıyla bilinen sanatçının hayran kitlesi içerinde kadınlar özel bir yer tutar. Bu ziyaret esnasında da kadın hayranlarının, onunla bir arada olmanın ne anlama geldiğinin bilinciyle bakışları ışıl ışıldı.
İki Efsane İsim: Ferhat Tunç ve Leyla Halid Aynı Platformda
1970’li yıllarda Filistin Halk Kurtuluş Örgütü'nün saflarında İsrail işgaline karşı mücadele eden ve hala aynı ruh ve kararlılıkla bu mücadeleyi sürdüren efsane direnişçi Leyla Halid aynı etkinlikler kapsamında ilimize gelen isimler arasındaydı.
Ferhat Tunç ile Leyla Halid, bir araya geldikleri paneldeki konuşmalarında aynı coğrafyanın kader ortaklığının, çözülemeyen sorunlarının ve zulme karşı mücadelenin kararlılıkla sürdürülmesi gerektiğinin altını çizdiler. Sanatçı Ferhat Tunç; Ortadoğu coğrafyasında yaşayan halkın yani Filistin ve Kürt halkının aynı kaderi paylaştıklarını ve acılarının ortak olduğunu ifade etti. “Bizler Filistin özgürlük mücadelesinden çok şey öğrendik. Bu mücadelenin sembolleştirdiği kadın savaşçı Leyla Halid’ten kadınlarımız çok şey örgendi. Taş atan Kürt çocuklarının Filistin’deki intifada çocuklarından bir farkı yoktur,” derken salonda “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganı yükseldi. Ferhat Tunç 28 Temmuz’da Diyarbakır ağır ceza mahkemesinde görülecek duruşmasına da vurgu yaparak; “eğer halklarımız özgür ve demokratik bir Türkiye’de eşit ve insanca yaşayacaklarsa 15 yıl değil bu uğurda 30 yıl yatmaya hazırım,” şeklinde konuştu. Ferhat Tunç’un konuşmasından sonra tekrar söz alan Leyla Halid’in; “anladığım kadarıyla ülkenizde aydınlar, sanatçılar düşüncelerinden dolayı cezaevine girme riskiyle karşı karşıyalar. Ferhat Tunç’ta bunların arasındadır. Şuna emin olunki ben kendi alanımda bunun da mücadelesini vereceğim ve eğer avukat olsaydım onun avukatlığını yapmaktan onur duyardım,” şeklindeki sözleri, halkların kardeşliği adına oldukça anlamlıydı.
Ferhat Tunç Konserini 30 bin kişi izledi
Bilinir, Ferhat Tunç’un her konseri kitlesel ve coşkulu geçer. Samandağ konseri de bunlardan biriydi. Otuz bini geçkin kişinin izlediği konserde, sanatçının sahne performansı mükemmeldi desek abartılı olmaz. Seslendirdiği parçaların yanı sıra kitleye verdiği mesajlarla da bilinçlere ışık düşürmeye devam etti.
Ferhat Tunç, muhalif kimliğine yakışır cesur duruşu ve düşüncelerini bulunduğu her alanda özgürce ifade edebilen bir sanatçıdır aynı zamanda. Başta Kürt sorunu gelmek üzere ülkemizin temel sorunlarına değinen sanatçı, anaların çektiği acılara, kan ve gözyaşının dinmesi gerektiğine, bu uğurda verilen mücadelede henüz yolun başında olunduğuna dikkat çekti. Ayrıca barış mücadelesinin zorluğuna vurgu yapan sanatçı; “barış derdi olmayanların biz barış dedikçe neden tüylerinin diken diken olduğunu anlamak zor değil. Neticede hepsi bu savaşın sürmesinden yana,” şeklinde konuştu. Konseri esnasında; ezilen halkların acıları, kaderleri ortaktır, mesajıyla Leyla Halid’le bir kez daha yan yana geldi. Coşkunun doruğa ulaştığı anlardan biriydi. Bir yanda Filistin direnişinin sembollerinden Leyla Halid öbür yanda ülkemiz demokrasi mücadelesinin tavizsiz isimlerinden dünyaca ünlü sanatçı Ferhat Tunç…
Binlerce insana seslenmenin heyecanını yaşayan Leyla Halid, alkışlar arasında azim, kararlılık ve mücadele ruhuyla kitleye seslendi. Ferhat Tunç, 30 bin kişilik koro eşliğinde Leyla Halid ile birlikte “Savaşa Hayır” şarkısını seslendirdi.
Ardından, coşkunun ivmesinin bir an bile düşmediği konserine devam eden Ferhat Tunç, seslendirdiği hüzünlü-coşkulu parçaları ve verdiği mesajlarla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı.
Tam da burada altını çizmek istediğim bir nokta var. Ferhat Tunç, muhalif kimliği, direngen duruşu yanı sıra halklaşmış bir sanatçı olarak etki alanının ve gücünün genişliğinden dolayı sürekli egemen zihniyetin baskı ve yıldırma politikalarına maruz kalmaktadır. Nitekim son olarak bir konuşmasından dolayı hakkında on beş yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştır. Ne var ki, sisteme mesaj iletircesine, gittiği her alanda olduğu gibi Samandağ konserinde de sevenleri onu bağrına bastı. 30 bini aşkın insanın sanatçısına bu şekilde sahip çıkmış olması, sanıyoruz ki egemenlere en iyi yanıttır.
Kahvaltıda Örülen Kardeşlik Ağı
Yaşamımızda özel bir yer tutacak olan büyülü anların, her biri öğretici derslerle dolu sohbetlerin paylaşıldığı ortamların ve dayanışma duygularının taçlandığı bir sabahı paylaşmak üzere yeniden bir aradayız. Sevginin, dostluğun, umudun işçilerinin konuk olduğu kahvaltı masasında zaman nasıl aktı, hiçbirimiz farkında değildik. O güzel anlarda hepimiz; bunca güzellik dışımıza da aksın, tüm ülkeye oradan dünyaya egemen olsun istedik. Böylece acılar bitecek, gözyaşları dinecek, her yere sevgi ve kardeşlik egemen olacaktı. Bir düştü bu… Bir özlem… Ama bizler, ta ki gerçekleşinceye kadar aynı kararlılıkla bu düşümüzün peşinden gitmeye devam edeceğiz.
Ve Ferhat Tunç, gitme vakti geldiğinde, tekrar buluşmak üzere, tıpkı öğretisini yaymaya yola koyulmuş bir derviş gibi, sanatını ve insana dair ne kadar güzellik varsa içinde barındırdığı aydınlık düşüncelerini başka halklara taşımak üzere yola koyuldu. Aynı ustalık ve bilgelikle...
Benim payıma ise iki efsane isimle bunca güzelliği paylaşmış olmanın ve onlarla aynı karede olabilmenin onuru düştü…
Zor bir işe kalkıştığımın farkındayım. Bu bir haber olmanın ötesinde bir anlam taşımalı, dedim ve yazıya koyuldum. Bazı güzel insanlarla aynı ortamda bulunabilmenin, onların duruşuna bir kez daha tanıklık etme şansını yakalayabilmenin duygu ve düşüncelerinden damıtılmış bir belge olsun istiyorum. Kentimde gerçekleşen ve bana göre tarihi anlam taşıyan buluşmaların tanıklığıdır paylaşmak istediğim...
Dersim’in acı, hüzün, isyan ve direnmelerin tarihini adeta yüz çizgilerinde taşıyan, acılı bir coğrafyanın başkaldırı ve direnme kültüründen beslenmiş ve buna uygun bir duruş sahibidir Ferhat Tunç… Ötekileştirilenlerin sesi, savunucusu, sevdalısı, bir o kadar da sevileni bir sanatçı…
Onu anlatmaya kelimelerin gücü yetmez, biliyorum. Buna kalkışmayacağım da. Sadece, bu toprakların yetiştirdiği en önemli değerlerimizden biri olduğunu söylemekle yetineceğim. Gerisini tarih anlatsın…
Zeki Ural’a Ziyaret ve Kadın Hayranları
Evvel Temmuz festivali etkinlikleri kapsamında kentimize konuk olan Ferhat Tunç, günlük programı çerçevesinde kendi kuşağının önder direnişçilerinden biri olan ve muhalif kimliğiyle tanınan Zeki Ural’ın evine ziyaret gerçekleştirdi. Tarihi bir mekan olan aile evinin avlusunda gerçekleşen buluşma, aynı zamanda halkların kardeşliğinin bir güzellemesiydi.
Sorunlar yumağı olan ülkemizde en çok mağdur edilen kesimin kadınlar olduğu bilinmekte. Bundandır, mazlumların özellikle de anaların acılarına duyarlılığıyla bilinen sanatçının hayran kitlesi içerinde kadınlar özel bir yer tutar. Bu ziyaret esnasında da kadın hayranlarının, onunla bir arada olmanın ne anlama geldiğinin bilinciyle bakışları ışıl ışıldı.
İki Efsane İsim: Ferhat Tunç ve Leyla Halid Aynı Platformda
1970’li yıllarda Filistin Halk Kurtuluş Örgütü'nün saflarında İsrail işgaline karşı mücadele eden ve hala aynı ruh ve kararlılıkla bu mücadeleyi sürdüren efsane direnişçi Leyla Halid aynı etkinlikler kapsamında ilimize gelen isimler arasındaydı.
Ferhat Tunç ile Leyla Halid, bir araya geldikleri paneldeki konuşmalarında aynı coğrafyanın kader ortaklığının, çözülemeyen sorunlarının ve zulme karşı mücadelenin kararlılıkla sürdürülmesi gerektiğinin altını çizdiler. Sanatçı Ferhat Tunç; Ortadoğu coğrafyasında yaşayan halkın yani Filistin ve Kürt halkının aynı kaderi paylaştıklarını ve acılarının ortak olduğunu ifade etti. “Bizler Filistin özgürlük mücadelesinden çok şey öğrendik. Bu mücadelenin sembolleştirdiği kadın savaşçı Leyla Halid’ten kadınlarımız çok şey örgendi. Taş atan Kürt çocuklarının Filistin’deki intifada çocuklarından bir farkı yoktur,” derken salonda “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganı yükseldi. Ferhat Tunç 28 Temmuz’da Diyarbakır ağır ceza mahkemesinde görülecek duruşmasına da vurgu yaparak; “eğer halklarımız özgür ve demokratik bir Türkiye’de eşit ve insanca yaşayacaklarsa 15 yıl değil bu uğurda 30 yıl yatmaya hazırım,” şeklinde konuştu. Ferhat Tunç’un konuşmasından sonra tekrar söz alan Leyla Halid’in; “anladığım kadarıyla ülkenizde aydınlar, sanatçılar düşüncelerinden dolayı cezaevine girme riskiyle karşı karşıyalar. Ferhat Tunç’ta bunların arasındadır. Şuna emin olunki ben kendi alanımda bunun da mücadelesini vereceğim ve eğer avukat olsaydım onun avukatlığını yapmaktan onur duyardım,” şeklindeki sözleri, halkların kardeşliği adına oldukça anlamlıydı.
Ferhat Tunç Konserini 30 bin kişi izledi
Bilinir, Ferhat Tunç’un her konseri kitlesel ve coşkulu geçer. Samandağ konseri de bunlardan biriydi. Otuz bini geçkin kişinin izlediği konserde, sanatçının sahne performansı mükemmeldi desek abartılı olmaz. Seslendirdiği parçaların yanı sıra kitleye verdiği mesajlarla da bilinçlere ışık düşürmeye devam etti.
Ferhat Tunç, muhalif kimliğine yakışır cesur duruşu ve düşüncelerini bulunduğu her alanda özgürce ifade edebilen bir sanatçıdır aynı zamanda. Başta Kürt sorunu gelmek üzere ülkemizin temel sorunlarına değinen sanatçı, anaların çektiği acılara, kan ve gözyaşının dinmesi gerektiğine, bu uğurda verilen mücadelede henüz yolun başında olunduğuna dikkat çekti. Ayrıca barış mücadelesinin zorluğuna vurgu yapan sanatçı; “barış derdi olmayanların biz barış dedikçe neden tüylerinin diken diken olduğunu anlamak zor değil. Neticede hepsi bu savaşın sürmesinden yana,” şeklinde konuştu. Konseri esnasında; ezilen halkların acıları, kaderleri ortaktır, mesajıyla Leyla Halid’le bir kez daha yan yana geldi. Coşkunun doruğa ulaştığı anlardan biriydi. Bir yanda Filistin direnişinin sembollerinden Leyla Halid öbür yanda ülkemiz demokrasi mücadelesinin tavizsiz isimlerinden dünyaca ünlü sanatçı Ferhat Tunç…
Binlerce insana seslenmenin heyecanını yaşayan Leyla Halid, alkışlar arasında azim, kararlılık ve mücadele ruhuyla kitleye seslendi. Ferhat Tunç, 30 bin kişilik koro eşliğinde Leyla Halid ile birlikte “Savaşa Hayır” şarkısını seslendirdi.
Ardından, coşkunun ivmesinin bir an bile düşmediği konserine devam eden Ferhat Tunç, seslendirdiği hüzünlü-coşkulu parçaları ve verdiği mesajlarla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı.
Tam da burada altını çizmek istediğim bir nokta var. Ferhat Tunç, muhalif kimliği, direngen duruşu yanı sıra halklaşmış bir sanatçı olarak etki alanının ve gücünün genişliğinden dolayı sürekli egemen zihniyetin baskı ve yıldırma politikalarına maruz kalmaktadır. Nitekim son olarak bir konuşmasından dolayı hakkında on beş yıla kadar hapis istemiyle dava açılmıştır. Ne var ki, sisteme mesaj iletircesine, gittiği her alanda olduğu gibi Samandağ konserinde de sevenleri onu bağrına bastı. 30 bini aşkın insanın sanatçısına bu şekilde sahip çıkmış olması, sanıyoruz ki egemenlere en iyi yanıttır.
Kahvaltıda Örülen Kardeşlik Ağı
Yaşamımızda özel bir yer tutacak olan büyülü anların, her biri öğretici derslerle dolu sohbetlerin paylaşıldığı ortamların ve dayanışma duygularının taçlandığı bir sabahı paylaşmak üzere yeniden bir aradayız. Sevginin, dostluğun, umudun işçilerinin konuk olduğu kahvaltı masasında zaman nasıl aktı, hiçbirimiz farkında değildik. O güzel anlarda hepimiz; bunca güzellik dışımıza da aksın, tüm ülkeye oradan dünyaya egemen olsun istedik. Böylece acılar bitecek, gözyaşları dinecek, her yere sevgi ve kardeşlik egemen olacaktı. Bir düştü bu… Bir özlem… Ama bizler, ta ki gerçekleşinceye kadar aynı kararlılıkla bu düşümüzün peşinden gitmeye devam edeceğiz.
Ve Ferhat Tunç, gitme vakti geldiğinde, tekrar buluşmak üzere, tıpkı öğretisini yaymaya yola koyulmuş bir derviş gibi, sanatını ve insana dair ne kadar güzellik varsa içinde barındırdığı aydınlık düşüncelerini başka halklara taşımak üzere yola koyuldu. Aynı ustalık ve bilgelikle...
Benim payıma ise iki efsane isimle bunca güzelliği paylaşmış olmanın ve onlarla aynı karede olabilmenin onuru düştü…
12 Temmuz 2006 BÖLGEMİZİN KADERİNİ DEĞİŞTİREN KAPIŞMA
Siyonist terör devleti İsrail, Beyrut’u yakıp yıkıyor. 12 Temmuz 2006
Mihrac Ural
12 Temmuz 2010
Bir kez daha savaş tamtamları çalıyor. Bölgemizi kana bulamak, insanlığı da buna 11sürükleyerek sonu gelmez kıyımlara kapı aralamak isteyen karanlık güçler, “Eylül ayını bekleyin” deyip duruyorlar.
Bu senaryo daha önce de sahnelenmişti. 12 Temmuz 2006'da İsrail'in Lübnan’a saldırısı öyle başladı. Ağır bir yenilgiyle bu karanlık senaryo son buldu; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çöktü.
Aynı amaçla, evrensel riskler ortamında yeni bir senaryo dayatılmaya çalışılıyor. İran’a saldırı ve Kürt halkı üzerine oyunlar sahnelenmek isteniyor. Yalan yanlış haberler, gizlenen doğrularla at başı gidiyor.
Bölgede ve dünyada gerileyen güçler, bölge halklarımızın yükselen direniş güçlerinin önünü kesmek istiyor. Bu amaçla, yalan kurgularla ölüm denklemleri tezgahlanmak isteniyor.
Buna izin vermemek hepimizin sorumluluğudur.
***
Bugün 12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan’a açtığı haksız savaşın 4. yıldönümü.
Bugün, davalarında haklı olanların, küçük bir direnme gücü, kararlı bir irade ve özveriyle yeryüzünün 4. en güçlü silahlı kuvvetine sahip Siyonist İsrail’e karşı zafer kazandığı gündür.
Bu savaşın üzerinden 4 yıl geçti. Geçen her zaman dilimi, bu savaşı ve sonuçlarını bölgemizin kaderini belirleyen en önemli dönüm noktası olarak belirdiğini göstermektedir.
Bölge güçler dengesinin değişmesinde bir dönüm noktası olan bu savaş, Siyonist İsrail devletinin Lübnan’a saldırısıyla başladı. Siyonist güçler ve emperyalist güçlerle birlikte bu savaş için yıllar boyu hazırlık yapılmıştı, uygun zaman ve ortam bekleniyordu. Irak işgal edilmiş, Arap halkında büyük tepkiler doğmuştu. Gerici Arap yönetimlerinin onayı olsa da halkın tepkisi tahminlerin de ötesindeydi. Arap alemindeki tepkilerinin dinmesi beklendi. Bahaneler arandı. Irak’ı işgale götüren büyük yalanlardan biri örülmek istendi; hiçbir gerekçe olmasa da 2006 Eylül ayı savaş ilan ayı olacaktı.
Lübnan halk direniş gücü Hizbullah’ın İsrailli iki askeri kaçırması savaş gerekçesi ilan edildi ki bu tür hadiseler on yıllardır sık sık tekrar eden hadiselerdi ve bir sorun olmamıştı. 1200’ü aşkın ölü 4000 yaralı... Lübnan denilen ülkenin tüm alt ve üst yapısı yıkıldı, doğası da yıkıldı.
Lübnan üzerine dayatılan bu kirli savaşı anlamak için, Sovyet sistemin çöküşü ardından, dünya güçler dengesinin tek kutuplu bir dünyayla sonuçlanmasını aklımızda tutup, haritaya bir göz atmak yeterli olacaktır.
Haritada, Afganistan, Kafkaslar, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Akdeniz’in bir hat gibi birbirini izleyen zincir halkaları olarak dizili olduğu görülecektir. Bu hat, emperyalist güçlerin yaşam hattıdır; enerji ve kaynaklar açısından yeryüzünün en zengin hattıydı. Bunun denetim altına alınması için, gerekirse işgal, her türden provokasyon, yaratıcı anarşi ve benzeri her kirlilik her ihanet ortaya sürülecekti.
Afganistan çökmüştü, Irak işgal edilmişti. Kafkasların özgürlüğüne yeni kavuşmuş ülkeleri arasından satın alınabilecek ülkeler satın alınmış, askeri üsler ve asker konuşlandırılması tamamlanmıştı.
Geride İran, Suriye ve Lübnan kalmıştı. İran büyük lokma sona bırakılacaktı. Suriye, Lübnan sahası düşürülerek kuşatılacak o alanda boğma harekatı yapılacaktı. Denize açılan kapıları kapatılacak ve kıskaç altında ya istenilen yere gelecekti ya da devrileceği hesaplanmıştı. Sonuçta New Coların (Yeni Muhafazakarların) üzerinde on yıllar çalıştığı ve Siyonist İsrail’in yaşam alanlarını koruyup genişletme üzerine dizayn edilmiş planlar hayata geçirilmekteydi.
ABD kendi halkının çıkarlarını bile öteleyerek bu girişimlerin arkasında sürükleniyordu; Siyonist lobi etkileri altında yuvarlanıp giden oğul Bush yönetimi dünyayı yakıp yıkmayı, 1000 yıllık tek kutuplu Roma dönemi gibi bir dünya egemenliği kurmayı umuyorlardı. Dünyaya yeni düzen verilecekti.
Bölgemiz için dizayn edilen bu dehşet planlarına da bir ad bulunmuştu. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP).
O kesitin ABD dışişleri bakanı Condoleezza Rice, savaşın ilk haftasında Lübnan’a gelerek işbirlikçi Fuat Senyora hükümetiyle toplanıp, başta Lübnan halkının direnen örgütü Hizbullah ve Filistin örgütleri olmak üzere, bölgenin tüm direnme etkinliklerinin kırılarak, kadro ve militanlarının terörist olarak yakalanıp zindanlara doldurulacağını ve yargılanacaklarını ilan ediyordu; kitleler halinde yapılacak tutuklamalar için de statların düzenlenmesini istiyordu. Lübnan hükümetinden, kendi halkını statlarda kapatması isteniyordu.
Yeni bir çağ açıldığı iddia ediliyor, herkese ayağınızı denk alın deniyordu. Bölge tarihini bilmeyen cahiller de bu korkular altında sürükleniyorlardı. Gerici Arap yönetimleri (ılımlılar), gerici siyasal örgütler, hatta kararsız demokratlar da bu projede kendilerine yer açmak için sıraya geçmişti.
100 yıl önce de benzer bir durum vardı. Haçlılar gelmiş bölgemizin her alanını işgal etmişti. Bu işgalin ebedi kalacağı söylenmiş bunun korkusuyla teslimiyetçiler sıra sıra dizilmişti. Ancak onlarda tutunamadı, bu toprakların yerli halkları, bu toprakları yaşama ilk kez açan ve dolayısıyla anavatan halene getirenler, kararlı bir direnme iradesi göstererek yüz yıllar sonra da olsa kendi toprakları üzerinde egemen oldu.
Haçlılar üç yüzyıl kaldılar. Uzun bir zaman gibi, ama kalıcı değillerdi, onlarda göçüp gittiler. Bu toprağın halkları, gövdelerine vurulmuş bu hançeri, yabancı cismi kabul etmedi; defetti. Bu toprağın direnişiydi, bu dilin direnişiydi, bu bölge kültürünün direnişiydi.
İmparatoriçe Zennubiya, tutsak edilip elleri ayakları zincirli Roma’ya götürülürken “uygarlığın gücü güç uygarlığını er ya da geç yenecektir” diye haykırdığında, işte bu kültür adına, bu alem adına direnişi sembolize ediyordu.
Bu köklü halkların direnişiydi. Bugün tarihin tüm kasvetine karşın dıştan gelip istilacı bir güç olarak bölgemizde hükümranlığını dayatan hiçbir gücün kalıcı olmaması da bu iradeye bağlıydı.
Tarihi derslerin soyutlaması da budur.
Terör devleti Siyonist İsrail henüz 50 yaşında. Halkların yaşam süreleri açısından bu işgalci devletin yaşı bir hiçtir. Devam edeceği ise çok şüphelidir. İsrail devleti bu yol ve yöntemlerle yıkılmaya mahkumdur; öncelikle de kendi halkı tarafından yıkılmalıdır. Bu algımızı, bölgenin yerli halkı Yahudileri tenzih ederek dile getiriyoruz.
İsrail, Lübnan’a saldırmakla BOP sürecinin başladığına inanan ABD-İngiliz-Fransızlar ve “çeyrek adamlar” olarak tanımlanan gerici Arap yönetimleri, bölge üzerinde toplum mühendisliği yarışlarına başlamışlardı. Tümü, savaşın en fazla 10-15 gün süreceğini düşünüyorlardı.
Olmadı, savaş uzadıkça İsrail kayıplar verdi ve hiçbir noktada tutunamadı. Buna karşı, direnmenin gücü denizde savaş gemilerini batırıyor, karada ise füzeleri Başkentleri Tel-Aviv’i vuracağını gösteren menzillere ulaşıyor, hedefleri de tam isabet buluyordu. İsrail’in Hayfa kenti, direnme örgütünün füzeleri altında teslim alınmış gibiydi. 3 milyon insanın sığınıklarda yaşamları kaosa dönmüştü. Generaller savaştan uzak alanlarda bile korku içinde duvar diplerinden yürür hale gelmişti.
İsrail kazdığı kuyuya düşmüş çırpınıyordu. Savaş uzadıkça İsrail, yardım nidaları S.O.S.verip duruyordu. ABD’den İngiltere’ye, Fransa’dan İtalya’ya lojistik destek için İsrail’e hava köprüsü kuruldu, en ağır bombalar ve füzeler taşındı. İsrail artık bu savaşı sürdürme durumunda değildi ve büyük bir riskle yüz yüze kalmıştı.
İsrail savaşın sonlarına doğru, bu işi daha çok sürdüremeyeceğini anlamıştı. ABD –İngiltere böylesi bir durumda savaşı durdurmanın akıl almaz sonuçları olacağı kaygısıyla savaşa devam ısrarı yapıyorlardı. Son nefes, kara harekatıyla yapıldı.
Siyonist Genelkurmay kara harekatıyla ilgili olarak tedirgin ve isteksizdi, kendi gerçekliğini herkesten daha çok biliyordu. Ama karar ABD den geldi ve kara harekatı son bir şans olarak yapıldı. Sonuç tam bir bozgun. Yalın ayaklı asker kaçışlarını, tankların olduğu yerde çakılışı takip ediyordu. Direnme gücü kendi toprağında başarılı bir savaş verip kazanıyordu. Bu savaş, işgalciye karşı bir savaştı; tüm inançların, hukukların, uluslararası anlaşmaların tanıdığı bir hakkın kullanılmasıydı.
33 gün süren savaşın sonuçları, BOP’un çöküşü ve İsrail’in bölgede güçler dengesi açısından yıkıldığını gösteriyordu. Artık İsrail emperyalist güçler için de bir riskti. Dostluğu zor taşınır, sorunlu bir ülke haline gelmişti.
12 Temmuz 2006 tarihi bu yanıyla bölgemizin kaderini değiştiren büyük ve önemli günlerin bir tarihi haline gelmiştir.
Bu tarih aynı zamanda ABD’nin Afganistan’dan Kafkaslara, Akdeniz’e uzanan güzergahta kurmak istediği enerji yolları üzerindeki güvenlik saltanatı ve tek kutuplu dünya hegemonyasının da sonu olmuştu.
Gerileyen bir güç olarak ABD bölgeden ağır bedeller ödemeden nasıl kaçacağıyla meşguldür. Bölgeden çekilme planlarının kaygıları altında ezilmektedir. İsrail ise, çok daha yüksek bir kaygı ve korkuyla yaşamaktadır; son çare olarak ABD’yi İran’a karşı bir savaşa sürükleme provokasyonu örme çabasındadır. Bu yanıyla İsrail, evrensel ölçekte risk yaratan bir ülke haline gelmiştir.
12 Temmuz 2006 bir kirli ve bir o kadar ölümcül bir devrin kapandığı tarihtir.
Bölgenin onurlu insanları bu gün yeniden doğmuştur. Her işbirlikçi de bu gün bin kez onursuzlaşmıştır. Bu günden sonra dizginler halkların elindedir. Yeni handikaplar, çöküşler olsa da makus kader yenilgiye uğratılmıştır.
Bu satırın yazarı, söz konusu kesiti olayların merkez sahasında izlemiş ve bu kesitteki gerginliklerin kuşaklar boyu tahrip edeci etkisini hissetmiştir. Bu gün yine Eylül aylarına doğru bir savaş senaryosunun hayaleti, propaganda mahiyetinde de olsa alttan alta servis edilmektedir. Gerçek ya da yalan bu risk her zaman zaten vardı. Bu noktada geçmişimizin derslerini bilince çıkarıp bölge halklarının yeni oyunlara düşmemesi için tüm gücümüzle direnmede kararlı olmalıyız.
Özellikle Kürt özgürlük hareketi ve halkı üzerinden geçirilmek istenen kirli planlara dikkat edilmelidir. Bu dikkat yalan haber yaygaracısı kuklalara karşı olduğu kadar, hazırlanan ölüm senaryolarına karşı da bir dikkati içermelidir.
TÜRKLERİN KÜRT SORUNU
ÖNER ÖDEMİŞ
www.acildemokrasicephe.blogspot.com
hbodemis@hotmail.com
Yıllardır yaşayarak tartışıyoruz. Aslında tartıştığımızı sanıyoruz ama sadece öykünüyoruz. Tartışıyor gibi yapıp alışılageldik sözcükleri ardı ardına sıralıyoruz. 25 yılı aşkın tartışma süreci sonucunda sorunun adını koymayı başardık. Kürt sorunu. Adını koyduk ama kendisini inkara, görmezden gelmeye devam ediyoruz. Hemen herkes yarım ağızla bir şeyler geveliyor. Televizyon kanalları uzmandan geçilmez oldu. Meğerse herkes çözümü biliyormuş. Emekli Generaller, üniversitelerin Amfisi dolmayan akademisyenleri, kıytırık gazetelerin köşe yazarları herkes konuya bir biçimde dahil oldu.
Son dönemlerde artan şiddet, tartışmaların boyutunu ve milliyetçi dokusunu alevlendirdi. Eylemler arttıkça, çatışmalar yayıldıkça, yeni ölümler yaşandıkça daha bir keskinlikle sorun tartışılmaya, askeri taktikler ortalıkta uçuşmaya başladı.
Her sorun belli bir olgunluğa ulaştığında, gerçek anlamda çözüme yaklaşılmış olur. Sorun içselleşmeden, tarafların sorun karşısındaki pozisyonları netleşmeden, yaşamı etkileyen bir tıkanma yaşanmadan, çözümün oluşması veya açığa çıkması çok mümkün değildir.
25 yıldır süren ve yaklaşık 50 000 insanımızın yaşamına mal olan, ülkeyi yaşanmaz hale getiren, halklara acı çektiren Kürt sorunu, olgunlaşarak içselleşmiş ve artık çözüm kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Yaşamı tıkayan, birlikte yaşamı yaşama isteğini yıpratan, milliyetçi duyguları kabartan, halkları karşı karşıya getiren bu sorun, çözüm noktasına ulaşmıştır. Her sorun gibi uçlaştığı noktada, bir biçimde çözülecektir.
Çözüm için ilk adımda yapılması gereken, sorunun ve tarafların beklentilerinin doğru bir biçimde analiz edilmesidir.
Kürt sorunu, Kürtlerin sorunu değildir. Türkiye’nin sorunudur. Bu tespit öncelikle yapılmalıdır. Karşılıklı iki tarafı olan bir sorundur. Bu da demektir ki, tek taraflı çözülemeyecek bir sorundur.
Türkiye de yaşayan Kürt halkını kategorize ettiğimiz de;
• Sisteme entegre olanlar,
• Sistem dışına itilmiş olanlar,
• Ve sistemden beslenenler olarak ayrıştırmak mümkündür.
Ağırlıklı olarak metropol kentlerde, diğer etnik yapıdan insanlarla yaşayan, sistemin bir halkasında yerleşik ve kalıcı bir yaşam olanağı edinen kesim, siyasal tercihlerini de bu eksende kullanmaktadırlar. Sistemle doğrudan çatışmaya girmeyen, komşusunun etnik kimliği ile çok fazla ilgili olmayan, kamuda veya metropol kentin yarattığı olanaklarda iş edinen bu Kürt nüfus, sınıfsal yapısına göre siyasal olarak biçimlenmektedir. Önemli bir kesimi muhafazakar –islami- ve merkeze yakın siyasal yapılar içerisinde yer alırken, diğer bir kesimi ise siyaseten daha muhalif yapılarda yer alırlar. Metropol kentlerde yaşayıp da, yerleşik bir yaşam olanağı yaratamamış veya sistemin ekonomik yıkımından kurtulamamış bir kesim ise geldiği yerelliğin ve etnik yapının siyasal ekseninde yer almaktadırlar.
Kürt kentlerinde yaşayan Kürt halkının önemli bir kısmı, PKK’nın eylemliliği ile kazandığı siyasal perspektifi doğru olarak kabul etmekte ve çözümü aynı siyasal iradenin etkinliğinde görmektedir. Bu kesim her geçen gün daha politize olarak süreçte aktif rol üstlenmektedir. PKK’nın silahlı gücü ve askeri eylemliliği bu kesimlerce meşru görülmekte ve bir çözüm yöntemi olarak algılanmaktadırlar. Burada yaşayan halkın siyasal iradesini ağırlıklı olarak PKK ve yanı siyasal eksendeki diğer yapılar temsil etmektedirler. Bunu açıkça görmek ve kabul etmek gerekmektedir. Bu bölgede yaşayan Kürt halkı, 25 yılı aşkın süredir devan eden şiddetten en fazla etkilenen, en fazla kayıp veren en fazla acı çeken ve yaptırma maruz kalan kesimdir. Bu anlamıyla daha dinamik, daha aktif ve daha radikal olarak süreçte yer almaktadırlar. Etnik bilinç anlamında daha belirgin olan bu bölge insanları, aynı zamanda çözümü en fazla isteyen kesimlerdir de… En yakınlarını bu şiddet ortamında kayıp etmiş bu insanlar sorunda öncelikli taraftır.
Sistemden beslenenler şiddet ortamının devamından yana olanlardır. Çatışma ortamı sürdükçe sistemden beslenmeye, siyasal ve ekonomik güçlerine, güç katmaya devam edeceklerdir. İktidar partilerinde görevler alıp, etnik kimliklerini inkar ederek, rant ilişkileri içerisinde yer almaktadırlar. İşbirlikçi ve rantiyecidirler. Bu anlamıyla da sorunda, iktidardan taraftırlar.
KORKU DUVARLARI AŞILIYOR!
Kürt sorunun çözümünde öncelikle şu soruların yanıtını çok net olarak vermek gerekmektedir.
Ayrılık ve toprak talebi var mı;
Yan yana, birlikte yaşamak istiyor muyuz?
İkinci adımda ise; Tek bir ülkede yan yana yaşamaktan ya isek, nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz? Sorusuna tartışarak yanıt oluşturmalıyız.
Sorunun esasını bu noktalar oluşturmaktadır. Açık yüreklilikle bu soruların yanıtlarını vermeden, Kürt sorununun çözümü mümkün değildir.
Öldürelim çözelim, sindirelim çözelim, çatışalım çözelim (çözümsüzlük) söylemlerinin karşısına demokratik bir koşulda yan yana birlikte yaşamanın çözüm yöntemleri konulmalıdır. Tarihsel olarak yüzyıllardır birlikte yaşayan halkların, vatandaşlık bilinciyle yine barış içerisinde birlikte yaşama istemleri zemin bulmalıdır.
Kürt halkı (PKK) şiddetin durdurulması ve kalıcı anlamda bir barış için ne istemektedir?
PKK ulusal nitelikte bir devrimci hareket olarak ortaya çıkmıştır. İlk yıllarda siyasal olarak devleti kapitalist olarak nitelemiş ve Kapitalist devlet Türk ve Kürt halkını ayırt etmeden sömürmekte, baskı ve şiddete dayalı olarak siyasal iktidarını sürdürmektedir, tespitini yapmıştı. Sömürgeci tek devlete karşı tek devrim yapılmalıydı ve Türk ve Kürt halkının tek kurtuluşu sosyalizmdi. PKK uzunca yıllar bu siyasal eksende mücadelesini sürdürdü. 12 Eylül askeri darbesi sonrasında, 1982 yılın kurulan ve birlikte mücadeleyi –tek devlete tek devrimi- savunan FKBDC (Faşizme karşı birleşik direniş cephesi) içerisinde yer aldı. Bu yapıda PKK dışında DEV-YOL, DEVSOL, PAZRTİZAN, ACİL, VATAN PARTİSİ, TKEP vb. gibi örgütler de yer almaktaydı. Diğer bir ifadeyle PKK bu dönemde, ayrı bir devrimden ve ayrılmaktan yana değil, ortak devrimden yana olan kendisini sosyalist olarak tanımlayan, bayrağında orak-çekiç olan bir örgüttü. 1984 eylemlerine kalkıştığında da bu siyasal biçimlenişten farklı değildi.
1989 sonrasında bayrağından orak çekiç amblemini çıkartarak kendisini Kürt hareketi olarak tanımlamış, silahlı mücadelesinin hedefini de özgür Kürdistan olarak belirlemiştir. Ancak 2000’li yıllar da ayrılma talebi yerine özgürlükçü demokratik cumhuriyet ve anayasal vatandaşlık talebini seslendirmeye başlamıştır. Ayrılıktan yana olmadığını her fırsatta belirterek, mücadelesinin amacının, Türkiye de yaşayan Kürt halkına anayasal vatandaşlık hakkının tanınması, bölgesel özerklik verilmesi, kültürel hakların tanınması olduğunu ifade etmiştir. Yani birlikte yaşam koşullarının sağlanması üzerine formüle ettiği taleplerinin yerine getirilmesini istemektedir.
(Kuşkusuz bu noktaya gelinmesinde ki en önemli neden, uzun süren ve değişik evrelerden geçen silahlı mücadelenin, Emperyalizmin içinde bulunduğumuz koşullarında istenilen anlamda başarı kazanamayacağını görülmesidir.)
Gelinen noktada Türk ve Kürt halkı arasında ki öncelikli sorun; Şiddettir. Kaynağını tarihten alan bu şiddet bir an önce durdurulmalı ve sorun siyasal olarak, demokratik zeminde çözülmelidir. 1984 yılından bu yana 45000 PKK’lı ve 5000 güvenlik görevlisi yaşamını kaybetti. Her yıl 1500 Kürt genci dağa çıkarak çatışmalarda yer alıyor. Bu kirli savaşta harcanan toplam para 300 milyar dolar. 25 yılı aşkın bir süredir yöntem olarak kullanılan şiddetin bedeli ağır olmuştur. Artık bu acıya son verilmelidir. Şiddetin dozu çözüm değildir. Sorunun tarihsel sürecinde, şiddetin her boyutu kullanılmış, acı ve gözyaşı dışında hiçbir sonuca ulaşılamadığı görülmüştür.
Sorunun tarafları var ise çözümünde tarafları vardır. Bu taraflar sorunun çözümü için demokratik zeminde yan yana gelmeli ve birlikte yaşam koşullarını oluşturmalıdır. Kürt sorunu Kürtlerin sorunu değildir. Kürt sorunu aynı zamanda bir Türk sorunudur. Bir demokrasi sorunudur. Hiç kimse kendini bu sorunun çözümü dışında tutamaz. Bütün bir halk olarak, tüm sonuçlarını yaşadığımız bu sorun, bizim sorunumuzdur. Siyasal irade ile, demokratik zeminde çözülmelidir.
Demokratik, özgür bir ülkede birlikte yaşam koşullarını, birlikte yaratmalıdır.
Silahlar susmalı ve ölümler son bulmalıdır.
www.acildemokrasicephe.blogspot.com
hbodemis@hotmail.com
Yıllardır yaşayarak tartışıyoruz. Aslında tartıştığımızı sanıyoruz ama sadece öykünüyoruz. Tartışıyor gibi yapıp alışılageldik sözcükleri ardı ardına sıralıyoruz. 25 yılı aşkın tartışma süreci sonucunda sorunun adını koymayı başardık. Kürt sorunu. Adını koyduk ama kendisini inkara, görmezden gelmeye devam ediyoruz. Hemen herkes yarım ağızla bir şeyler geveliyor. Televizyon kanalları uzmandan geçilmez oldu. Meğerse herkes çözümü biliyormuş. Emekli Generaller, üniversitelerin Amfisi dolmayan akademisyenleri, kıytırık gazetelerin köşe yazarları herkes konuya bir biçimde dahil oldu.
Son dönemlerde artan şiddet, tartışmaların boyutunu ve milliyetçi dokusunu alevlendirdi. Eylemler arttıkça, çatışmalar yayıldıkça, yeni ölümler yaşandıkça daha bir keskinlikle sorun tartışılmaya, askeri taktikler ortalıkta uçuşmaya başladı.
Her sorun belli bir olgunluğa ulaştığında, gerçek anlamda çözüme yaklaşılmış olur. Sorun içselleşmeden, tarafların sorun karşısındaki pozisyonları netleşmeden, yaşamı etkileyen bir tıkanma yaşanmadan, çözümün oluşması veya açığa çıkması çok mümkün değildir.
25 yıldır süren ve yaklaşık 50 000 insanımızın yaşamına mal olan, ülkeyi yaşanmaz hale getiren, halklara acı çektiren Kürt sorunu, olgunlaşarak içselleşmiş ve artık çözüm kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Yaşamı tıkayan, birlikte yaşamı yaşama isteğini yıpratan, milliyetçi duyguları kabartan, halkları karşı karşıya getiren bu sorun, çözüm noktasına ulaşmıştır. Her sorun gibi uçlaştığı noktada, bir biçimde çözülecektir.
Çözüm için ilk adımda yapılması gereken, sorunun ve tarafların beklentilerinin doğru bir biçimde analiz edilmesidir.
Kürt sorunu, Kürtlerin sorunu değildir. Türkiye’nin sorunudur. Bu tespit öncelikle yapılmalıdır. Karşılıklı iki tarafı olan bir sorundur. Bu da demektir ki, tek taraflı çözülemeyecek bir sorundur.
Türkiye de yaşayan Kürt halkını kategorize ettiğimiz de;
• Sisteme entegre olanlar,
• Sistem dışına itilmiş olanlar,
• Ve sistemden beslenenler olarak ayrıştırmak mümkündür.
Ağırlıklı olarak metropol kentlerde, diğer etnik yapıdan insanlarla yaşayan, sistemin bir halkasında yerleşik ve kalıcı bir yaşam olanağı edinen kesim, siyasal tercihlerini de bu eksende kullanmaktadırlar. Sistemle doğrudan çatışmaya girmeyen, komşusunun etnik kimliği ile çok fazla ilgili olmayan, kamuda veya metropol kentin yarattığı olanaklarda iş edinen bu Kürt nüfus, sınıfsal yapısına göre siyasal olarak biçimlenmektedir. Önemli bir kesimi muhafazakar –islami- ve merkeze yakın siyasal yapılar içerisinde yer alırken, diğer bir kesimi ise siyaseten daha muhalif yapılarda yer alırlar. Metropol kentlerde yaşayıp da, yerleşik bir yaşam olanağı yaratamamış veya sistemin ekonomik yıkımından kurtulamamış bir kesim ise geldiği yerelliğin ve etnik yapının siyasal ekseninde yer almaktadırlar.
Kürt kentlerinde yaşayan Kürt halkının önemli bir kısmı, PKK’nın eylemliliği ile kazandığı siyasal perspektifi doğru olarak kabul etmekte ve çözümü aynı siyasal iradenin etkinliğinde görmektedir. Bu kesim her geçen gün daha politize olarak süreçte aktif rol üstlenmektedir. PKK’nın silahlı gücü ve askeri eylemliliği bu kesimlerce meşru görülmekte ve bir çözüm yöntemi olarak algılanmaktadırlar. Burada yaşayan halkın siyasal iradesini ağırlıklı olarak PKK ve yanı siyasal eksendeki diğer yapılar temsil etmektedirler. Bunu açıkça görmek ve kabul etmek gerekmektedir. Bu bölgede yaşayan Kürt halkı, 25 yılı aşkın süredir devan eden şiddetten en fazla etkilenen, en fazla kayıp veren en fazla acı çeken ve yaptırma maruz kalan kesimdir. Bu anlamıyla daha dinamik, daha aktif ve daha radikal olarak süreçte yer almaktadırlar. Etnik bilinç anlamında daha belirgin olan bu bölge insanları, aynı zamanda çözümü en fazla isteyen kesimlerdir de… En yakınlarını bu şiddet ortamında kayıp etmiş bu insanlar sorunda öncelikli taraftır.
Sistemden beslenenler şiddet ortamının devamından yana olanlardır. Çatışma ortamı sürdükçe sistemden beslenmeye, siyasal ve ekonomik güçlerine, güç katmaya devam edeceklerdir. İktidar partilerinde görevler alıp, etnik kimliklerini inkar ederek, rant ilişkileri içerisinde yer almaktadırlar. İşbirlikçi ve rantiyecidirler. Bu anlamıyla da sorunda, iktidardan taraftırlar.
KORKU DUVARLARI AŞILIYOR!
Kürt sorunun çözümünde öncelikle şu soruların yanıtını çok net olarak vermek gerekmektedir.
Ayrılık ve toprak talebi var mı;
Yan yana, birlikte yaşamak istiyor muyuz?
İkinci adımda ise; Tek bir ülkede yan yana yaşamaktan ya isek, nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz? Sorusuna tartışarak yanıt oluşturmalıyız.
Sorunun esasını bu noktalar oluşturmaktadır. Açık yüreklilikle bu soruların yanıtlarını vermeden, Kürt sorununun çözümü mümkün değildir.
Öldürelim çözelim, sindirelim çözelim, çatışalım çözelim (çözümsüzlük) söylemlerinin karşısına demokratik bir koşulda yan yana birlikte yaşamanın çözüm yöntemleri konulmalıdır. Tarihsel olarak yüzyıllardır birlikte yaşayan halkların, vatandaşlık bilinciyle yine barış içerisinde birlikte yaşama istemleri zemin bulmalıdır.
Kürt halkı (PKK) şiddetin durdurulması ve kalıcı anlamda bir barış için ne istemektedir?
PKK ulusal nitelikte bir devrimci hareket olarak ortaya çıkmıştır. İlk yıllarda siyasal olarak devleti kapitalist olarak nitelemiş ve Kapitalist devlet Türk ve Kürt halkını ayırt etmeden sömürmekte, baskı ve şiddete dayalı olarak siyasal iktidarını sürdürmektedir, tespitini yapmıştı. Sömürgeci tek devlete karşı tek devrim yapılmalıydı ve Türk ve Kürt halkının tek kurtuluşu sosyalizmdi. PKK uzunca yıllar bu siyasal eksende mücadelesini sürdürdü. 12 Eylül askeri darbesi sonrasında, 1982 yılın kurulan ve birlikte mücadeleyi –tek devlete tek devrimi- savunan FKBDC (Faşizme karşı birleşik direniş cephesi) içerisinde yer aldı. Bu yapıda PKK dışında DEV-YOL, DEVSOL, PAZRTİZAN, ACİL, VATAN PARTİSİ, TKEP vb. gibi örgütler de yer almaktaydı. Diğer bir ifadeyle PKK bu dönemde, ayrı bir devrimden ve ayrılmaktan yana değil, ortak devrimden yana olan kendisini sosyalist olarak tanımlayan, bayrağında orak-çekiç olan bir örgüttü. 1984 eylemlerine kalkıştığında da bu siyasal biçimlenişten farklı değildi.
1989 sonrasında bayrağından orak çekiç amblemini çıkartarak kendisini Kürt hareketi olarak tanımlamış, silahlı mücadelesinin hedefini de özgür Kürdistan olarak belirlemiştir. Ancak 2000’li yıllar da ayrılma talebi yerine özgürlükçü demokratik cumhuriyet ve anayasal vatandaşlık talebini seslendirmeye başlamıştır. Ayrılıktan yana olmadığını her fırsatta belirterek, mücadelesinin amacının, Türkiye de yaşayan Kürt halkına anayasal vatandaşlık hakkının tanınması, bölgesel özerklik verilmesi, kültürel hakların tanınması olduğunu ifade etmiştir. Yani birlikte yaşam koşullarının sağlanması üzerine formüle ettiği taleplerinin yerine getirilmesini istemektedir.
(Kuşkusuz bu noktaya gelinmesinde ki en önemli neden, uzun süren ve değişik evrelerden geçen silahlı mücadelenin, Emperyalizmin içinde bulunduğumuz koşullarında istenilen anlamda başarı kazanamayacağını görülmesidir.)
Gelinen noktada Türk ve Kürt halkı arasında ki öncelikli sorun; Şiddettir. Kaynağını tarihten alan bu şiddet bir an önce durdurulmalı ve sorun siyasal olarak, demokratik zeminde çözülmelidir. 1984 yılından bu yana 45000 PKK’lı ve 5000 güvenlik görevlisi yaşamını kaybetti. Her yıl 1500 Kürt genci dağa çıkarak çatışmalarda yer alıyor. Bu kirli savaşta harcanan toplam para 300 milyar dolar. 25 yılı aşkın bir süredir yöntem olarak kullanılan şiddetin bedeli ağır olmuştur. Artık bu acıya son verilmelidir. Şiddetin dozu çözüm değildir. Sorunun tarihsel sürecinde, şiddetin her boyutu kullanılmış, acı ve gözyaşı dışında hiçbir sonuca ulaşılamadığı görülmüştür.
Sorunun tarafları var ise çözümünde tarafları vardır. Bu taraflar sorunun çözümü için demokratik zeminde yan yana gelmeli ve birlikte yaşam koşullarını oluşturmalıdır. Kürt sorunu Kürtlerin sorunu değildir. Kürt sorunu aynı zamanda bir Türk sorunudur. Bir demokrasi sorunudur. Hiç kimse kendini bu sorunun çözümü dışında tutamaz. Bütün bir halk olarak, tüm sonuçlarını yaşadığımız bu sorun, bizim sorunumuzdur. Siyasal irade ile, demokratik zeminde çözülmelidir.
Demokratik, özgür bir ülkede birlikte yaşam koşullarını, birlikte yaratmalıdır.
Silahlar susmalı ve ölümler son bulmalıdır.
12 Temmuz 2010 Pazartesi
ÜLKEMİZDEKİ SOL’UN DEMOKRATİK ALGI SORUNU VAR
Mustafa Köse
Mkose1955@hotmail.com
Maksadı aşacak ifadelerim olabilir. Lakin amacım polemik yaratmak değil. Eski bir solcu olmanın yanında hala sol değerlere sahip bir insan olduğumu düşünüyor olmam kabalık yapmak istemediğimin teyidi olmalıdır. Bundan dolayıdır ki yazacaklarımın arasında eleştiri kısımları elbette beni de ayrıştırmıyor. Bu konuyu ele alışımın nedeni bir durum tespiti yapmaktır. Yoksa kimseleri üzmek kırmak değildir. Nelere inanıyorsam ve neyi biliyorsam açık bir dille ifade edeceğim. Kuşkusuz bütün sol’u bu kategoriye koymuyorum. Tarihsel süreci yakalamış gelişmeleri bilince çıkarmış bir kısım sol elbette vardı ve bu gün de var. Konumuz onların ötesidir. Benimkisi bir çeşit eleştiri özeleştiridir.
Çoğulcu ve demokratik erdemlerin penceresinden yakın tarihe bir bakış ilginç
olmalı. Ben bunun üzerine değerlendirmelerimi kuracağım. Demokrasi sorunu olması gereken, toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesi ile ilgili duyarlı olması gereken soldan bahsediyorum. Barışa ve adalete önem veren bir sol. Demokratlığı kavramış ve çağdaş demokrasi ölçülerini önyargısız savuna bilen bir sol zihniyetin gerekliliğinden yola çıkıyorum. Böyle bir sol oldu mu? Bu gün var mı? Olmadıysa neden olmamıştır sorusuna bir özeleştiriden çok durum tespiti yapmayı önemsiyorum. Aynı şeyler bu gün de olmuyorsa sebeplerine inmemizin yararı olacağını düşünüyorum. Yaşanmışlığı ve yaşamakta olduklarımızı açık bir dille tartışmamızın sakıncası olmadığı kanısındayım. Bilakis yararlı olduğunu düşünüyorum
Sol ülkemizde demokrasi ve demokratlık konusunda hep sorunlu olmuştur. Sol ne yazık ki öyleydi. Tabi ki bunun sebepleri var. Ancak en fazla öne çıkanlar, tarihsel şartlar ve sınıfsal sebepleridir. Bu iki bakış uzantısında sol demokrasiyi ciddiye almamış bilakis demokrasiyi küçümsemiştir. Bir tarafta burjuva demokrasisi diğer tarafta sosyalist demokrasi arasında sıkışıp kalmıştır. bu iki denklem üstüne konumlandırmıştır. Demokrasi kavramı sol için bir ‘’ara aşama’’idi. Dolayısıyla ‘’İleri bir demokrasi’’ yaratma gibi bir derdi olmadı. ‘’Dünya böyleydi’’şartlar böyleydi demek belki bir çeşit açıklamadır. Ama bu açıklamalar gerçeği değiştirmedi. Belki ileri bir demokrasi becerilebilseydi o günün şartlarına rağmen her solcunun arzuladığı hedefe daha yakın olunacaktı veya bu kadar darbe ve müdahaleler olmayacaktı. Ama olmadı. Buna uyan en iyi açıklamayı her halde Marks yapmıştır.’’Tarihte ne olduysa, olması gerektiği gibi olmuştur’’sözü sol’a iyi bir teselli gibi görünüyor. İddialarım tabi ki ayrı bir yazı konusudur. Neticede her şeyin toplamında iyi şeyler yapıldığını düşünürken vesayetçi demokrasiye savrulduk.60 ihtilali bizim için bir kırılma noktası olmuştur. 1960 Askeri darbeye ben dahil sol sahip çıkmıştır. Dönemin nispi demokratik anayasasına ayrıca aydın ve sol kesimler dört elle sarılmışlardır. Göstermelik bazı demokratik haklar gözleri boyamıştı. Bu anayasa ile iyi bir demokrasiye eriştiğimiz sanılmıştır. Ama gerçek böyle değildi. Askeri vesayetin temelleri bu darbe ile perçinlenmiştir. Nitekim böyle olduğunu artık herkes görüyor ve kabul ediyor. Bu kadar darbe ve defalarca açık müdahalenin dayandığı temel 1960 darbesinin marifetlerine bağlı olması kötülüğün açık göstergesidir.
Artık küresel bir dünyadayız. Her şey bu bağlamada değişiyor. Bu değişimin içinde demokrasi anlayışı da değişiyor. Demokrasinin kriterleri yeniden şekilleniyor. Bunun adı yeni demokrasidir. Yeni demokrasinin karakteri sivil olmasıdır. Devletin çıkarlarının önüne toplumun çıkarının konmasıdır. Demokratik yaşamın standartlarında bireyin özgürlüğünün sağlanmasıdır. Devleti saydam, toplumu şeffaf kılacak yeniden yapılanma talebinin olmasıdır. Aranacak yol. Aranacak demokrasi türü budur. Ancak böylesi olanıdır. Çağdaş sol tüm bunlara ek olarak, doğa ve çevre korumacılığını üstlenmesidir.
Yukarıda saydığım ve teorik olarak sınırları yeniden çizdiğim demokrasi biçimine çoğu sol kesimler belki katılıyorlardır. Belki ekleyecekleri şeyler de vardır. Lakin iş pratiğe gelince durum değişiyor. Hayatın pratiği ‘’turnozol kağıdı’’gibi ayrıştırıyor. Söylem ile pratik işin derinliğini çözüyor. Özellikle Kürt sorunu, AB süreci ile din meselesi mevzubahis olunca hatlar karışıyor. Ön açıcı, hızlandırıcı ve teşvik edici olması gereken sol birden ulusalcı ve ırkçı oluyor. Kürtler ülkeyi bölecek diyor. AKP şeriatı getirecek, AB ise bizi Avrupa ya dolayısıyla emperyalizme köle yapacak diye karşı saffa geçiliyor. Korkular egemen oluyor. Oysa akıl, bilim ve tarih algısı doğrusunu göstermektedir. Olanları bir yana bırakırsak artık farklı çok şey var. Dünyanın en büyük 20 ekonomisinin 17 ‘sine sahip bir ülkedeyiz. Böyle bir ülkede otoriter, totoliter veya ulusalcı politikalarla ekonomi yürümez. Küresel dünya şartlarını dikkate almayan her hangi bir iktidar ayakta kalamaz. İstikrar sağlayamaz. Çok kültürlü ve farklı toplumsal yapıyı kimse yadsıyamaz. Kimsenin buna artık gücü yetmez. Şayet iyi bir demokrasiyi ikame edersek bu ülkeyi kimse ne bölebilir ne de şeriatı getirebilir. Ayrıca kimse de darbe yapabilir.
Sonuç olarak akıllı ve doğru bir sol korkularla hareket etmez. Aklı ve doğru bir sol yeniliğe ve değişime karşı çıkmaz. Aklı ve doğru bir sol birlikte yaşadığı toplumdan korkmaz. Aklı ve doğru bir sol, her şartta ve her koşulda pozitif düşünebilendir. Çözümlerde rol oynayabilendir.
11 Temmuz 2010 Pazar
Ey Asker ! 'Estikçe' tarihi gerçeği hatırla
Celalettin Can
10 Temmuz 2010
Bu ülkede elinde güç olan ‘estiği’ gibi konuşuyor. Kimse de dönüp ‘sen ne diyorsun?’ diye sormuyor. Gücü adalet duygusuyla kullanma yok. Güçlü olana hak verme var. Neden? Toplumsal genlerdeki tarihsel kültür bir yana, olanın bitenin hesabının sorulmaması, her yaptığının yanına kar kalması var da ondan!
Belki de en büyük sorun güç kültürü. Güçlüye tapınma, umduğunu sevme, sevmediğini ötekileştirme, ötekileştirdiğini yok sayma bir tür toplumsal haslet. Gücün merkezde yoğunlaşması, merkezde hangi görüşün olmasından çok merkezde olma ve merkeze yakın olma önem kazanmış bu ülke insanı için.
Bir TV kanalına birkaç gün önce bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı: "TBMM'de milletvekili olarak yemin ediyorsunuz Anayasa üzerine ondan sonra bir yerde gidip terörist cenazesine katılıyorsunuz... Ya ayrıl milletvekilliğinden dağa mı gidiyorsun nereye gideceksen git veya Anayasa'ya verdiğin yeminin gereğini yerine getir... Bu ihanet insanlığa ihanet, vatana ihanet, millete ihanet”
Her kelimesi tehdit olan bu cümlelere karşı, kastedilen BDP milletvekillerini koruma ve onlara sahip çıkma en evvel kime düşer? Elbette TBMM başkanı Mehmet Ali Şahin’e düşer. Peki, o kimi sahiplenmiş: “TBMM çatısı altında görev yapan her milletvekili yapmış olduğu yemine sadık kalmalı” diyerek Genel Kurmay başkanını sahiplenmiş.
“Sözün bittiği nokta burasıdır” işte!
Genel Kurmay Başkanının haksız bir şekilde suçladığı vekiller, farz edelim ki yetki sınırlarını aşan icraatlar içinde oldular. Demokrasilerde, parlamenterlere müdahale etmek, onlara asli işlevlerini hatırlatmak atanmış/maaşlı, yetkisi göreviyle sınırlı bir askeri bürokrata mı düşer? Düşmez! Demokrasilerde parlamento ve sivil siyaset esastır. Bu göz ardı edilerek Meclis başkanları asker karşısında “esas duruşa” geçerse “düşer!” Bu durumda asker elbette seçilmiş parlamenterlere ‘dağ yolu’nu gösterir, gerekli koşullar doğarsa elbette darbe de yapar, başka bir şeyde..
Hani Ergenekon yargılanıyor, Milli Güvenlik Devleti yerini sivil demokratik devlete bırakıyordu. Bunun gereği asker artık eskisi gibi topluma ve siyasete müdahale edemeyecekti
hani. Yoksa Kürtler böyle şeylerden muaf mı?
Aksi takdirde siyasete tabi olması gereken Genel Kurmay başkanı, hangi cüretle seçilmiş parlamenterlere dil uzatıyor. Çok mu başarılı, çok mu dağdakilerin hakkından geliyor da temsilcileri nezdinde milyonlarca insana dağ yolunu gösterme pervasızlığını gösteriyor?
Sayın Genel Kurmay başkanı, Asker,Türkiye toplumuna karşı çok suç işledi. Bunu kanıtlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. 30 yıl önce yaptığınız 12 Eylül darbesi ve sonuçları bu ülkenin başına bela oldu.Askeri kışla ilişkileri sınırları içinde şekillenen zihniyet dünyanızda tasarladığınız toplumsal proje ile bu toplumun en yurtsever, en çağdaş ve özverili nesillerini yok ederek bu ülkenin geleceğini çaldınız.Siz bu darbenin ve 80 öncesi ölen beş gencin hesabını vermeden Kürtlere çok sert ve yıkıcı bir şekilde saldırdınız.
30 yıl boyunca Diyarbakır Cezaevinden başlayarak, İç Düşman gördüğünüz Kürt halkına ve evlatlarına, kontrgerilla ve JİTEM üzerinden baskının, terörün,işkencenin,
yargısız infazın, kaybetmenin, faili meçhulün, zorla göçertmenin her türlü yöntemini uyguladınız. Siyaseti ve devleti işgal ettiğiniz halde, başarısızlıklarınızın tüm sonuçlarını zavallılaştırdığınız siyasetçilere ve bedelini çok ağır ödettiğiniz nispi demokratik haklara bağladınız. En büyük (İsrail, Amerika, Avrupa, İran, Irak, Suriye, feodal mütegallibe vb)dış/iç işbirlikçi güç siz olduğunuz halde, öz güç temelinde mücadele eden devrimci demokrasi güçlerini iş birlikçilikle suçladınız. “Demokrasi” kisvesi ardında en anti demokratik/militarist yasaları çıkarttınız. Halkın artan ölçüde açlığı ve dış politikanın en emperyalist eksenlere blokajı pahasına en yok edici silahları aldırttınız. En küçük bir itirazı bile kanla susturdunuz. Yetmedi, skandal andıçlar düzenleyerek istediğiniz siyasetçiyi, gazeteciyi sildirttiniz.
Olmadı! Kürtlerin iradesini kıramadınız. Silahın, haklı bir dava ve insan karşısındaki hükmünün sınırlarını görüp kendinizi yenileme, siyasetin ipini salma yerine, kurulmuş gibi halk ve demokrasi güçlerini suçluyorsunuz. TV’de muzaffer komutan edasıyla konuşuyorsunuz. Yok saydığınız bir halkın çoğu sivil ve silahsız 30 bin mensubunun katlini, bu ülkede annesi babası, ailesi, yakın çevresi olan insanları öldürmeyi marifetmiş gibi anlatıyorsunuz.Olanla bitenle ilgili sorumluluğunuzu gizleyen bir noktadan ‘dış güçler’ ve ’taşaronculuk’ üzerine retorik yapıyorsunuz. Gerçeği ters yüz ediyorsunuz! Belli ki bunca ölüme ve acıya rağmen doymamışsınız: kan istiyorsunuz.
Hala "artık sözün bittiği yerdeyiz. Türkiye son bir iki ayda ne kadar şehit verdi? Bu hepimizin yüreğini yakıyor. Artık bu konuda sorumlulukları olan kişiler, kuruluşlar, devletler ve Irak'ın kuzeyindeki yapılanmaların üzerine düşeni yapma zamanları geldi ve geçiyor..." gibi öfke manevralarıyla iç kamuoyuna dönük manipülasyon yaparken, İran ve İsrail politikalarıyla ilgili hükümetle el ele çizgiye gelme ‘gizli’ pazarlıklarıyla ABD’nin sonuna kadar önünüzü açmasını istiyorsunuz. Barzani-Talabani ikilisini, iktidarlarını koruyan bir yerden ‘öğrenilmiş çaresizliğe’ ikna ederek ortaya çıkan belli bir hareket sahası üzerinden doğrudan Kürt liderlik sahalarına dönük tertipler tasarlıyorsunuz. Böylece Kürt sorunu çözeceğinizi sanıyorsunuz. Her şey bir yana, bu yolun Kürtler ve Türkler arasında gerçek bir bölünmenin ve kanlı kışkırtmanın koşullarını yaratacağını düşünmüyorsunuz bile.
Haksız bir baskı, inkar ve tahakküme karşı, 30 yıllık mücadelenin kanıtladığı tarihi gerçek, Kürtlerin şahsında tezahür eden insanlık değerleri ve onurunun teslim alınamayacağıdır. 'Estikçe' bu hatırlana!
10 Temmuz 2010
Bu ülkede elinde güç olan ‘estiği’ gibi konuşuyor. Kimse de dönüp ‘sen ne diyorsun?’ diye sormuyor. Gücü adalet duygusuyla kullanma yok. Güçlü olana hak verme var. Neden? Toplumsal genlerdeki tarihsel kültür bir yana, olanın bitenin hesabının sorulmaması, her yaptığının yanına kar kalması var da ondan!
Belki de en büyük sorun güç kültürü. Güçlüye tapınma, umduğunu sevme, sevmediğini ötekileştirme, ötekileştirdiğini yok sayma bir tür toplumsal haslet. Gücün merkezde yoğunlaşması, merkezde hangi görüşün olmasından çok merkezde olma ve merkeze yakın olma önem kazanmış bu ülke insanı için.
Bir TV kanalına birkaç gün önce bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı: "TBMM'de milletvekili olarak yemin ediyorsunuz Anayasa üzerine ondan sonra bir yerde gidip terörist cenazesine katılıyorsunuz... Ya ayrıl milletvekilliğinden dağa mı gidiyorsun nereye gideceksen git veya Anayasa'ya verdiğin yeminin gereğini yerine getir... Bu ihanet insanlığa ihanet, vatana ihanet, millete ihanet”
Her kelimesi tehdit olan bu cümlelere karşı, kastedilen BDP milletvekillerini koruma ve onlara sahip çıkma en evvel kime düşer? Elbette TBMM başkanı Mehmet Ali Şahin’e düşer. Peki, o kimi sahiplenmiş: “TBMM çatısı altında görev yapan her milletvekili yapmış olduğu yemine sadık kalmalı” diyerek Genel Kurmay başkanını sahiplenmiş.
“Sözün bittiği nokta burasıdır” işte!
Genel Kurmay Başkanının haksız bir şekilde suçladığı vekiller, farz edelim ki yetki sınırlarını aşan icraatlar içinde oldular. Demokrasilerde, parlamenterlere müdahale etmek, onlara asli işlevlerini hatırlatmak atanmış/maaşlı, yetkisi göreviyle sınırlı bir askeri bürokrata mı düşer? Düşmez! Demokrasilerde parlamento ve sivil siyaset esastır. Bu göz ardı edilerek Meclis başkanları asker karşısında “esas duruşa” geçerse “düşer!” Bu durumda asker elbette seçilmiş parlamenterlere ‘dağ yolu’nu gösterir, gerekli koşullar doğarsa elbette darbe de yapar, başka bir şeyde..
Hani Ergenekon yargılanıyor, Milli Güvenlik Devleti yerini sivil demokratik devlete bırakıyordu. Bunun gereği asker artık eskisi gibi topluma ve siyasete müdahale edemeyecekti
hani. Yoksa Kürtler böyle şeylerden muaf mı?
Aksi takdirde siyasete tabi olması gereken Genel Kurmay başkanı, hangi cüretle seçilmiş parlamenterlere dil uzatıyor. Çok mu başarılı, çok mu dağdakilerin hakkından geliyor da temsilcileri nezdinde milyonlarca insana dağ yolunu gösterme pervasızlığını gösteriyor?
Sayın Genel Kurmay başkanı, Asker,Türkiye toplumuna karşı çok suç işledi. Bunu kanıtlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. 30 yıl önce yaptığınız 12 Eylül darbesi ve sonuçları bu ülkenin başına bela oldu.Askeri kışla ilişkileri sınırları içinde şekillenen zihniyet dünyanızda tasarladığınız toplumsal proje ile bu toplumun en yurtsever, en çağdaş ve özverili nesillerini yok ederek bu ülkenin geleceğini çaldınız.Siz bu darbenin ve 80 öncesi ölen beş gencin hesabını vermeden Kürtlere çok sert ve yıkıcı bir şekilde saldırdınız.
30 yıl boyunca Diyarbakır Cezaevinden başlayarak, İç Düşman gördüğünüz Kürt halkına ve evlatlarına, kontrgerilla ve JİTEM üzerinden baskının, terörün,işkencenin,
yargısız infazın, kaybetmenin, faili meçhulün, zorla göçertmenin her türlü yöntemini uyguladınız. Siyaseti ve devleti işgal ettiğiniz halde, başarısızlıklarınızın tüm sonuçlarını zavallılaştırdığınız siyasetçilere ve bedelini çok ağır ödettiğiniz nispi demokratik haklara bağladınız. En büyük (İsrail, Amerika, Avrupa, İran, Irak, Suriye, feodal mütegallibe vb)dış/iç işbirlikçi güç siz olduğunuz halde, öz güç temelinde mücadele eden devrimci demokrasi güçlerini iş birlikçilikle suçladınız. “Demokrasi” kisvesi ardında en anti demokratik/militarist yasaları çıkarttınız. Halkın artan ölçüde açlığı ve dış politikanın en emperyalist eksenlere blokajı pahasına en yok edici silahları aldırttınız. En küçük bir itirazı bile kanla susturdunuz. Yetmedi, skandal andıçlar düzenleyerek istediğiniz siyasetçiyi, gazeteciyi sildirttiniz.
Olmadı! Kürtlerin iradesini kıramadınız. Silahın, haklı bir dava ve insan karşısındaki hükmünün sınırlarını görüp kendinizi yenileme, siyasetin ipini salma yerine, kurulmuş gibi halk ve demokrasi güçlerini suçluyorsunuz. TV’de muzaffer komutan edasıyla konuşuyorsunuz. Yok saydığınız bir halkın çoğu sivil ve silahsız 30 bin mensubunun katlini, bu ülkede annesi babası, ailesi, yakın çevresi olan insanları öldürmeyi marifetmiş gibi anlatıyorsunuz.Olanla bitenle ilgili sorumluluğunuzu gizleyen bir noktadan ‘dış güçler’ ve ’taşaronculuk’ üzerine retorik yapıyorsunuz. Gerçeği ters yüz ediyorsunuz! Belli ki bunca ölüme ve acıya rağmen doymamışsınız: kan istiyorsunuz.
Hala "artık sözün bittiği yerdeyiz. Türkiye son bir iki ayda ne kadar şehit verdi? Bu hepimizin yüreğini yakıyor. Artık bu konuda sorumlulukları olan kişiler, kuruluşlar, devletler ve Irak'ın kuzeyindeki yapılanmaların üzerine düşeni yapma zamanları geldi ve geçiyor..." gibi öfke manevralarıyla iç kamuoyuna dönük manipülasyon yaparken, İran ve İsrail politikalarıyla ilgili hükümetle el ele çizgiye gelme ‘gizli’ pazarlıklarıyla ABD’nin sonuna kadar önünüzü açmasını istiyorsunuz. Barzani-Talabani ikilisini, iktidarlarını koruyan bir yerden ‘öğrenilmiş çaresizliğe’ ikna ederek ortaya çıkan belli bir hareket sahası üzerinden doğrudan Kürt liderlik sahalarına dönük tertipler tasarlıyorsunuz. Böylece Kürt sorunu çözeceğinizi sanıyorsunuz. Her şey bir yana, bu yolun Kürtler ve Türkler arasında gerçek bir bölünmenin ve kanlı kışkırtmanın koşullarını yaratacağını düşünmüyorsunuz bile.
Haksız bir baskı, inkar ve tahakküme karşı, 30 yıllık mücadelenin kanıtladığı tarihi gerçek, Kürtlerin şahsında tezahür eden insanlık değerleri ve onurunun teslim alınamayacağıdır. 'Estikçe' bu hatırlana!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)