11 Ocak 2010 Pazartesi
İSRAİL, IRKÇI DUVAR VE DİKENLİ ÇİTLERİNİN DEVLETİDİR
Mihrac Ural
11 Ocak 2010
İsrail, on yıllardır kendini yalıtmak için “güvenlik politikası” adı altında, kendi halkını olduğu kadar Filistin halkını da kıyım ve savaş maceralarına mahkum etti. Bu politikalarının son versiyonu dikenli tel çitleriyle çölleri bölmek olarak belirdi.
İsrail hükümeti; saf Yahudi devleti kurma adına, ABD-İngiliz-Fransız yardımıyla 11 Ocak 2010 tarihinde aldığı yeni bir kararla, Arap topraklarını tarihinde ilk kez dikenli tel çitlerle bölme kararı aldı. Böylece, yeryüzünün oluşumundan bu yana sınırsız olan bu alanlar dikenli tel çitlerle bölünecek. Arap halkının yaşam alanı Necef çölü ile Sina çölü böylece birbirinden koparılarak, yeni bir demografik bölünmeye yol açılacaktır. İsrail siyonistleri, çit üzerine çit kurup, duvar üzerine duvar örüp, yalıtma üzerine yalıtma ekleyerek, kendi halkına olduğu kadar, Filistin Arap halkına zulüm yağdıran politikalarıyla, bölgeden kendini yalıtılmış olarak yaşatmayı deneyecektir. Bu yalıtım, küreselleşen yaşam dünyasında bir intihar değilse savaş kışkırtıcı bir provokasyondan ibarettir. Barış bu politikaların merhamet darbeleri altında, çöl kumları arasında kaybolup gitmeye mahkum edilmektedir.
Bu bölgede barış; sadece Filistin ve Yahudi halkının değil, bölgenin tüm halklarının ve dünyanın umududur. Nükleer tersanesiyle insanlık için tehdit oluşturan İsrail, bu girişimleriyle, kendiyle sınırlı olmanın çok ötesinde, emperyalist bir politikanın uzantısıdır.
Sadece bölgeyi bilmeyenler, bölgemizin demografik yapısındaki çoğulculuğu hesaba katmayanlar, suni şekilde konuşlandırdıkları İsrail devletiyle II. Dünya savaşının kefaretini bölgemize ve özel olarak Filistin halkına ödetmenin çabası içindedirler.
Batı dünyası, maddi çıkar dünyasının insanı, kültürleri ve tarihleri hiçe sayan mekanizmalarıyla II. Dünya savaşında Yahudilere çektirdiği ölümü, acılarının kefaretini, onları Filistin topraklarına yerleştirerek ödemeye çalıştı. Önce Arjantin’de bir toprak parçası üzerinde duruldu, Çad sahrası denildi, ama sonuçta efsanelerden hareketle "Kudüssüz bir İsrail, ölü doğmuş bebektir" dayatması ve Siyonist kongrelerin oluşturduğu lobiler, İngilizlerin I. Dünya savaşı sonrası başlayan Yahudi göç politikalarına dayanarak Filistin halkının toprakları, göçmen bir devletin toprakları haline getirildi.
Binlerce yıldır, inanç özgürlükleri ve güvenceleriyle birlikte yaşayan topluluklar, dıştan gelen bu işgalin sonucu bölge ve dünya barışını sarsan, kanlı kıyım safhasını açan İsrail devleti, emperyalistlerin desteğiyle, onların kefareti adına ve bölgedeki çıkarlarının bekçiliği için kurulmuş oldu (14 Mayıs 1948).
Bu devlet Siyonist bir devletti. Siyonizm bir emperyalist ideoloji, kültür ve mirası üzerinde gelişmiştir. Tarihle bağı sonradan uydurulmuş bu emperyalist, yayılmacı siyasal duruş, Batı kaynaklıdır. Batılı Yahudi sermayesi, dünyanın emperyalist merkezlerinde gelişmiş kanaatlerin bir ürünüdür. Yayılmacılığı, “Vaat edilmiş topraklar” adı altındaki uydurmayla ilgili değildir, ekonomiktir. Siyonizm, Nazilerin saldırısına uğramasıydı, Alman, İngiliz, Fransız vb. uluslar adı altında yayılmacılığını icra edecekti. Sermayenin ulusu, dini olmaması esprisi Siyonizm’in Batıdaki verilerine bire bir uygundur. Bu açıdan Siyonizmin, Filistin toprakları üzerinde sürdürdüğü politikayla, bir tür Nazizm olarak ortaya çıkması bundandır.
Bölgeyi konuşlandırıldığı andan itibaren adım adım, BM kararlarıyla oluşan İsrail devletinin sınırlarını yayılarak ihlal etmeye başlaması, Filistin halkını sürgünlere sevk ederek, hükmü altında, ilhak ettiği topraklardaki demografik yapıyı değiştirmesi ve sonuçta Filistin’i tümüyle işgal hedefi, onun doğasındaki davranışların sonucudur. İsrail devleti bir ırkçı devlet olarak Nazi yöntemleriyle, Filistin halkına ya sürgün ya da ölüm ikilemini dayatmaktadır. Bu yayılmacı eğilim, Arap-İsrail savaşlarının da temel nedenidir. Siyonistlerin, İsrail devletini güven sorunu olan bir devlet olarak görmeleri ve kıymeti kendinden menkul bu iddiayla bitmeyen savaş politikalarına güvenerek bir yaşam oluşturması aynı kaynaklardan beslenir. 4 Milyon Filistinliyi, göçe zorlayıp, dünyanın dört bir yanında sürgün yaşamına mahkum etmek, insanlığa meydan okuyarak bunu pervasızca ikame etmenin kaynağı bu emperyalist yönelimdir. Bu politikayla sadece Filistinliler değil, tüm Araplar, ülkemiz ve bölgenin diğer ülkeleri de tehdit altındadır.
Siyonizm, bölgemizin yerli Yahudi halkının yaşam ve barış politikasını temsil etmiyor. Özel kışkırtma yöntemleriyle, gerekçeli gerekçesiz ürettiği ortamlarla savaş politikasını halkının tek güvenlik unsuru olarak ideolojileştirmiştir. İsrail halkını bir askeri kamp yaşamına mecbur kılan da budur. Korku ve kaygıların yarattığı, kendine ait olmayan topraklar üzerinde hırsız hükümranların tedirginliği bundandır. Bu korku ve kaygılar sürekli olarak inanç istismarı ve hurafe efsane söylemleriyle beslenmiştir. "Min el Nil ila el Fırat = Nil’den Fırat’a kadar " diye ortaya atılan “vaat edilmiş topraklar” Tevrat-i ayetler, gerçekte bölge istikrarını, barış içinde bir arada yaşama şansını dinamitlemekten başka bir şey üretmiyor.
Bu devlet on yıllardır bu politikayla var olmaya çalıştı; hiç bir barış girişiminin başarıya ulaşmaması, her barış anlaşmasının bir kez daha, yeni yeni anlaşmalara ihtiyaç duyan bir aldatmacaya dönüşmesinin de nedeni budur. Mısır’la bağlanan Camp David Anlaşmasının (17 Eylül 1978) binlerce kez ihlal edilmesi ve her bir maddesinin yeni anlaşmaları gerektirecek bir kaosa dönüşmesinin nedeni de budur. Bunu Oslo Anlaşması takip etmiştir (13 Eylül 1993) ve durum ayniyle bu güne kadar sürmüştür. 1976 savaşı, 1982 savaşı ve ardından gelen tüm anlaşmalar bu çıkmaz sokağı oluşturmuştur. İsrail, barışı bir intihar olarak görmektedir. Bu nedenle taciz anlaşmalarıyla, zayıf Arap devlet ve örgütlerini ikili anlaşmaların boğucu baskısı altında çıkışsızlığa mahkum etmektedir.
Bu mantıkla İsrail devleti altında büyük bir mozaik olan inanç ve etnik dokular eritilmek isteniyor. Diplomasinin Bizans oyunlarıyla; bir yandan ABD, diğer yandan İsrail, saf Yahudi ırkına ait bir “Yahudi devleti”nden söz ediliyor. “Filistin devleti”nden ise, ırkçı beton duvarlarıyla yalıtılmış, kantonlara ayrılmış, yaşama kanalları kapatılmış silahların ölüm baskısı altında, yanık topraklar dile getirilmektedir.
İsrail hiçbir uluslararası karara önem vermeden, “ben yaparım ve yaptım” diyerek yoluna devam etmektedir. Halkların yaşam tarihine oranla bir çocuk bile olmayan yaşıyla İsrail devletinin, bölgemizde yaşama şansı oldukça güçtür. Tüm halkların özgün ve özgür olma hakları, başka halklara gösterdikleri saygı ve barışçıl yaklaşımla mümkündür: İsrail bunu hiçbir zaman gözetmemiştir, yayılmacılığı, savaşı yaşamının bir ifadesi olarak görmüştür. Zaman zaman bu verilerle gerisin geriye tarihe bakılınca İsrail oğullarının gittikleri her yerde Babil’den-Endülüs’e, ortaya çıkan gerginlikleri farklı izah etmek kaçınılmaz olmaktadır; tarihin cevaplandıracağı önemli sorulardan biri de insanlığı bu ölçüde meşgul eden “Yahudi dramı mı? Yahudi sorunu mu?”dur.
İsrail hükümetinin bu gün (11 Ocak 2010) aldığı yeni karar, bu tehlikeli politikalara inatla devam edeceğini göstermiştir. Bu kararın, Mısır’ın, tüm masrafları ve inşası ABD tarafından yapılmakta olan, 30 metre derinliğine inecek, özel alaşımlı çelikten yapılmış duvarlarla Filistin sınırlarını kuşatmaya başlamasının eşzamanlı gündeme gelmesi düşündürücüdür. Mısır hükümeti, İsrail’in Necef çölüyle Sina çölünü 250 km uzunluğundaki dikenli tel çitleriyle örme kararına karşı gösterdiği; "Beni ilgilendirmez, İsrail’in sorunudur" tavrı, bölgemizde gerici güçlerin nasıl bir uyum içinde çalıştıklarına da önemli bir veridir.
1 Milyar dolara mal olacağı ilan edilen bu çitin finansmanının, “ iyi çit iyi komşuluk yaratır” sloganıyla; ABD, İngiltere ve Fransız devletlerince karşılanması, bölgemiz üzerinde ısrarla oynanmak istenen Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) bir parçası olduğunu gösteriyor; her alanı, her ülkeyi, her topluluğu bölüp güçten düşürerek yönetmek, direnirse yok etmek. İsrail’in yeni çitleri, iyi komşuluk değil, “temiz” düşmanlıklar yaratacağı kesindir.
Kıssadan hisseye gelince,
Sürekli belirlediğimiz önemli bir veri şudur, bu bölgede karşı karşıya gelen iki saf mevcuttur. Bu safların mücadelesi bölgemizin kaderine hükmetmektedir. Bir yandan meşru hakları uğruna direnen bölge halkları ve diğer yandan İsrail-ABD ve Arap gericiliği yer almaktadır. Yeni süreçte, beton ırkçı duvarların yarattığı labirentler içinde yaşamaya mahkum edilen Filistin halkının, dikenli tel çitleriyle çölleri bölünen Arap halkının ve yeraltına örülen çelik duvarlarla tıkanmak istenen Gazze’nin can damarlarının, bölgemizi yeni patlamalara gebe bırakacağı açıktır. Bunun adı yeni savaşlara kapı aralamadır.
Ülkemiz bu tehlikeli sürecin uzağında değildir. Tersine demokratik süreci sonuna kadar derinleştiremeyen iktidarların hükmü altında risk çizgisi üzerindedir. Özellikle bölgemiz devletlerine, “güvenlik politikası”yla sorunları çözmeyi öğreten İsrail örneği, ülkelerindeki sorunlara bu gözle bakanları daha çok risk altında tutmaktadır. Kendi iç birliğini anti demokratik ısrarla sürdürenlerin, İsrail’den farklı olmayan çıkışsızlıkları, bölgemizin gerginliğine eklenen birer halkadır.
Bu stratejiyi on yıllardır Kürt halkı üzerinde deneyen ülkemizin hakim devlet algısı, bu riski artıran birer faktördür. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi bu açıdan, ülkemizin iç barışı ve bölge barışı açısından büyük önem taşımaktadır. Farklılıklarımızın özgün ve özgür örgütlenmesi ve demokraside eşitler olarak hak sahibi olunmasıyla aşılacak bu risk hala çözüm bekleyen temel sorun olarak ülkemizi tehlikeli konumda tutmaktadır.
Güvenlik politikasının, hiçbir sorunu çözmediğine en iyi örnek, İsrail örneğidir. Bu politikalar ülkemizde de iflas etmiştir. Bu tür politikaların iflası, her ülkenin kendi farklılıklarıyla barış içinde birer eşit olarak yaşama politikalarını ikame etmeye zorlayacaktır. Bölge ve ülkemizin sorunlarının gerçekçi çözümü de buradadır. Tersinde ısrar, sonuçlarına katlanılması güç faturaların ödenmesine yol açacaktır.
11 Ocak 2010
İsrail, on yıllardır kendini yalıtmak için “güvenlik politikası” adı altında, kendi halkını olduğu kadar Filistin halkını da kıyım ve savaş maceralarına mahkum etti. Bu politikalarının son versiyonu dikenli tel çitleriyle çölleri bölmek olarak belirdi.
İsrail hükümeti; saf Yahudi devleti kurma adına, ABD-İngiliz-Fransız yardımıyla 11 Ocak 2010 tarihinde aldığı yeni bir kararla, Arap topraklarını tarihinde ilk kez dikenli tel çitlerle bölme kararı aldı. Böylece, yeryüzünün oluşumundan bu yana sınırsız olan bu alanlar dikenli tel çitlerle bölünecek. Arap halkının yaşam alanı Necef çölü ile Sina çölü böylece birbirinden koparılarak, yeni bir demografik bölünmeye yol açılacaktır. İsrail siyonistleri, çit üzerine çit kurup, duvar üzerine duvar örüp, yalıtma üzerine yalıtma ekleyerek, kendi halkına olduğu kadar, Filistin Arap halkına zulüm yağdıran politikalarıyla, bölgeden kendini yalıtılmış olarak yaşatmayı deneyecektir. Bu yalıtım, küreselleşen yaşam dünyasında bir intihar değilse savaş kışkırtıcı bir provokasyondan ibarettir. Barış bu politikaların merhamet darbeleri altında, çöl kumları arasında kaybolup gitmeye mahkum edilmektedir.
Bu bölgede barış; sadece Filistin ve Yahudi halkının değil, bölgenin tüm halklarının ve dünyanın umududur. Nükleer tersanesiyle insanlık için tehdit oluşturan İsrail, bu girişimleriyle, kendiyle sınırlı olmanın çok ötesinde, emperyalist bir politikanın uzantısıdır.
Sadece bölgeyi bilmeyenler, bölgemizin demografik yapısındaki çoğulculuğu hesaba katmayanlar, suni şekilde konuşlandırdıkları İsrail devletiyle II. Dünya savaşının kefaretini bölgemize ve özel olarak Filistin halkına ödetmenin çabası içindedirler.
Batı dünyası, maddi çıkar dünyasının insanı, kültürleri ve tarihleri hiçe sayan mekanizmalarıyla II. Dünya savaşında Yahudilere çektirdiği ölümü, acılarının kefaretini, onları Filistin topraklarına yerleştirerek ödemeye çalıştı. Önce Arjantin’de bir toprak parçası üzerinde duruldu, Çad sahrası denildi, ama sonuçta efsanelerden hareketle "Kudüssüz bir İsrail, ölü doğmuş bebektir" dayatması ve Siyonist kongrelerin oluşturduğu lobiler, İngilizlerin I. Dünya savaşı sonrası başlayan Yahudi göç politikalarına dayanarak Filistin halkının toprakları, göçmen bir devletin toprakları haline getirildi.
Binlerce yıldır, inanç özgürlükleri ve güvenceleriyle birlikte yaşayan topluluklar, dıştan gelen bu işgalin sonucu bölge ve dünya barışını sarsan, kanlı kıyım safhasını açan İsrail devleti, emperyalistlerin desteğiyle, onların kefareti adına ve bölgedeki çıkarlarının bekçiliği için kurulmuş oldu (14 Mayıs 1948).
Bu devlet Siyonist bir devletti. Siyonizm bir emperyalist ideoloji, kültür ve mirası üzerinde gelişmiştir. Tarihle bağı sonradan uydurulmuş bu emperyalist, yayılmacı siyasal duruş, Batı kaynaklıdır. Batılı Yahudi sermayesi, dünyanın emperyalist merkezlerinde gelişmiş kanaatlerin bir ürünüdür. Yayılmacılığı, “Vaat edilmiş topraklar” adı altındaki uydurmayla ilgili değildir, ekonomiktir. Siyonizm, Nazilerin saldırısına uğramasıydı, Alman, İngiliz, Fransız vb. uluslar adı altında yayılmacılığını icra edecekti. Sermayenin ulusu, dini olmaması esprisi Siyonizm’in Batıdaki verilerine bire bir uygundur. Bu açıdan Siyonizmin, Filistin toprakları üzerinde sürdürdüğü politikayla, bir tür Nazizm olarak ortaya çıkması bundandır.
Bölgeyi konuşlandırıldığı andan itibaren adım adım, BM kararlarıyla oluşan İsrail devletinin sınırlarını yayılarak ihlal etmeye başlaması, Filistin halkını sürgünlere sevk ederek, hükmü altında, ilhak ettiği topraklardaki demografik yapıyı değiştirmesi ve sonuçta Filistin’i tümüyle işgal hedefi, onun doğasındaki davranışların sonucudur. İsrail devleti bir ırkçı devlet olarak Nazi yöntemleriyle, Filistin halkına ya sürgün ya da ölüm ikilemini dayatmaktadır. Bu yayılmacı eğilim, Arap-İsrail savaşlarının da temel nedenidir. Siyonistlerin, İsrail devletini güven sorunu olan bir devlet olarak görmeleri ve kıymeti kendinden menkul bu iddiayla bitmeyen savaş politikalarına güvenerek bir yaşam oluşturması aynı kaynaklardan beslenir. 4 Milyon Filistinliyi, göçe zorlayıp, dünyanın dört bir yanında sürgün yaşamına mahkum etmek, insanlığa meydan okuyarak bunu pervasızca ikame etmenin kaynağı bu emperyalist yönelimdir. Bu politikayla sadece Filistinliler değil, tüm Araplar, ülkemiz ve bölgenin diğer ülkeleri de tehdit altındadır.
Siyonizm, bölgemizin yerli Yahudi halkının yaşam ve barış politikasını temsil etmiyor. Özel kışkırtma yöntemleriyle, gerekçeli gerekçesiz ürettiği ortamlarla savaş politikasını halkının tek güvenlik unsuru olarak ideolojileştirmiştir. İsrail halkını bir askeri kamp yaşamına mecbur kılan da budur. Korku ve kaygıların yarattığı, kendine ait olmayan topraklar üzerinde hırsız hükümranların tedirginliği bundandır. Bu korku ve kaygılar sürekli olarak inanç istismarı ve hurafe efsane söylemleriyle beslenmiştir. "Min el Nil ila el Fırat = Nil’den Fırat’a kadar " diye ortaya atılan “vaat edilmiş topraklar” Tevrat-i ayetler, gerçekte bölge istikrarını, barış içinde bir arada yaşama şansını dinamitlemekten başka bir şey üretmiyor.
Bu devlet on yıllardır bu politikayla var olmaya çalıştı; hiç bir barış girişiminin başarıya ulaşmaması, her barış anlaşmasının bir kez daha, yeni yeni anlaşmalara ihtiyaç duyan bir aldatmacaya dönüşmesinin de nedeni budur. Mısır’la bağlanan Camp David Anlaşmasının (17 Eylül 1978) binlerce kez ihlal edilmesi ve her bir maddesinin yeni anlaşmaları gerektirecek bir kaosa dönüşmesinin nedeni de budur. Bunu Oslo Anlaşması takip etmiştir (13 Eylül 1993) ve durum ayniyle bu güne kadar sürmüştür. 1976 savaşı, 1982 savaşı ve ardından gelen tüm anlaşmalar bu çıkmaz sokağı oluşturmuştur. İsrail, barışı bir intihar olarak görmektedir. Bu nedenle taciz anlaşmalarıyla, zayıf Arap devlet ve örgütlerini ikili anlaşmaların boğucu baskısı altında çıkışsızlığa mahkum etmektedir.
Bu mantıkla İsrail devleti altında büyük bir mozaik olan inanç ve etnik dokular eritilmek isteniyor. Diplomasinin Bizans oyunlarıyla; bir yandan ABD, diğer yandan İsrail, saf Yahudi ırkına ait bir “Yahudi devleti”nden söz ediliyor. “Filistin devleti”nden ise, ırkçı beton duvarlarıyla yalıtılmış, kantonlara ayrılmış, yaşama kanalları kapatılmış silahların ölüm baskısı altında, yanık topraklar dile getirilmektedir.
İsrail hiçbir uluslararası karara önem vermeden, “ben yaparım ve yaptım” diyerek yoluna devam etmektedir. Halkların yaşam tarihine oranla bir çocuk bile olmayan yaşıyla İsrail devletinin, bölgemizde yaşama şansı oldukça güçtür. Tüm halkların özgün ve özgür olma hakları, başka halklara gösterdikleri saygı ve barışçıl yaklaşımla mümkündür: İsrail bunu hiçbir zaman gözetmemiştir, yayılmacılığı, savaşı yaşamının bir ifadesi olarak görmüştür. Zaman zaman bu verilerle gerisin geriye tarihe bakılınca İsrail oğullarının gittikleri her yerde Babil’den-Endülüs’e, ortaya çıkan gerginlikleri farklı izah etmek kaçınılmaz olmaktadır; tarihin cevaplandıracağı önemli sorulardan biri de insanlığı bu ölçüde meşgul eden “Yahudi dramı mı? Yahudi sorunu mu?”dur.
İsrail hükümetinin bu gün (11 Ocak 2010) aldığı yeni karar, bu tehlikeli politikalara inatla devam edeceğini göstermiştir. Bu kararın, Mısır’ın, tüm masrafları ve inşası ABD tarafından yapılmakta olan, 30 metre derinliğine inecek, özel alaşımlı çelikten yapılmış duvarlarla Filistin sınırlarını kuşatmaya başlamasının eşzamanlı gündeme gelmesi düşündürücüdür. Mısır hükümeti, İsrail’in Necef çölüyle Sina çölünü 250 km uzunluğundaki dikenli tel çitleriyle örme kararına karşı gösterdiği; "Beni ilgilendirmez, İsrail’in sorunudur" tavrı, bölgemizde gerici güçlerin nasıl bir uyum içinde çalıştıklarına da önemli bir veridir.
1 Milyar dolara mal olacağı ilan edilen bu çitin finansmanının, “ iyi çit iyi komşuluk yaratır” sloganıyla; ABD, İngiltere ve Fransız devletlerince karşılanması, bölgemiz üzerinde ısrarla oynanmak istenen Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) bir parçası olduğunu gösteriyor; her alanı, her ülkeyi, her topluluğu bölüp güçten düşürerek yönetmek, direnirse yok etmek. İsrail’in yeni çitleri, iyi komşuluk değil, “temiz” düşmanlıklar yaratacağı kesindir.
Kıssadan hisseye gelince,
Sürekli belirlediğimiz önemli bir veri şudur, bu bölgede karşı karşıya gelen iki saf mevcuttur. Bu safların mücadelesi bölgemizin kaderine hükmetmektedir. Bir yandan meşru hakları uğruna direnen bölge halkları ve diğer yandan İsrail-ABD ve Arap gericiliği yer almaktadır. Yeni süreçte, beton ırkçı duvarların yarattığı labirentler içinde yaşamaya mahkum edilen Filistin halkının, dikenli tel çitleriyle çölleri bölünen Arap halkının ve yeraltına örülen çelik duvarlarla tıkanmak istenen Gazze’nin can damarlarının, bölgemizi yeni patlamalara gebe bırakacağı açıktır. Bunun adı yeni savaşlara kapı aralamadır.
Ülkemiz bu tehlikeli sürecin uzağında değildir. Tersine demokratik süreci sonuna kadar derinleştiremeyen iktidarların hükmü altında risk çizgisi üzerindedir. Özellikle bölgemiz devletlerine, “güvenlik politikası”yla sorunları çözmeyi öğreten İsrail örneği, ülkelerindeki sorunlara bu gözle bakanları daha çok risk altında tutmaktadır. Kendi iç birliğini anti demokratik ısrarla sürdürenlerin, İsrail’den farklı olmayan çıkışsızlıkları, bölgemizin gerginliğine eklenen birer halkadır.
Bu stratejiyi on yıllardır Kürt halkı üzerinde deneyen ülkemizin hakim devlet algısı, bu riski artıran birer faktördür. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi bu açıdan, ülkemizin iç barışı ve bölge barışı açısından büyük önem taşımaktadır. Farklılıklarımızın özgün ve özgür örgütlenmesi ve demokraside eşitler olarak hak sahibi olunmasıyla aşılacak bu risk hala çözüm bekleyen temel sorun olarak ülkemizi tehlikeli konumda tutmaktadır.
Güvenlik politikasının, hiçbir sorunu çözmediğine en iyi örnek, İsrail örneğidir. Bu politikalar ülkemizde de iflas etmiştir. Bu tür politikaların iflası, her ülkenin kendi farklılıklarıyla barış içinde birer eşit olarak yaşama politikalarını ikame etmeye zorlayacaktır. Bölge ve ülkemizin sorunlarının gerçekçi çözümü de buradadır. Tersinde ısrar, sonuçlarına katlanılması güç faturaların ödenmesine yol açacaktır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder