21 Ocak 2010 Perşembe
ERDOĞAN-NASIR VE YENİ OSMANLICILIK
Mihrac Ural
21 Ocak 2010
Nasır özentileri için kıssadan hisse:
Başka ülke ve halklar adına kimse bir şey olmaya kalkışmasın. Her halk ve ülke kendi var oluş dinamikleri ve orijinaliteleriyle kendi gereklerine uygun liderler ve yöneticiler yaratır. Onlar yerine kendini koymak, bir tür dayatma değilse, kendini aldatmaktır. Dayatmalar, tarihini doldurmuş bir davranıştır, diğeri ise kişinin kimlik bunalımıdır, kimseyi ilgilendirmez.
Öncelikle bilinmeli ki.
Erdoğan döneminin Türkiye'ye bölgede kazandırdığı yer, Nasır'ın Arap Bismark'ı olması kadar hayali bir yerdir.
Danışmanların meddahlığıyla, kağıt üzerinde herkese her türden rol biçilebilir. Ancak bu gerçek olamaz. Bir çocuk gelir kral çıplaktır der...
Erdoğanın bölgede oynamakta olduğu rol, ülkemiz statülerinin, bölgede tarihi boyunca güttüğü siyasal duruşların nitelik değişiminin ürünü olmamıştır. Ülkemizde henüz böyle bir siyasal devrim vuku bulmadı.
Erdoğa'nın bölgeye girişinde, Arap üçlüsü (Mısır-Suudiarabistan-Suriye) arasındaki birlik ve dengenin bozulması rol oynadı. Erdoğan burada doğan boşluktan iyi yararlandı. Her şey Irak işgaliyle başladı. Her taraf gerçek siyasal duruşunu sergiledi. Birlikler, kombinazonlar çözüldü. Bölgede ABD'nın yüz yıllık eğemenlik çağının başladığını sananlar, Saddam sonrası kendilerine çeki düzen vermeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), "Yaratıcı Anarşi"nin rahmeti altına girildi. "Tren kaçıyor, kurtuluş ABD'nin eteklerine yapışmaktaydı", bu yarış körüklendi. Oysa gerçekler çok farklıydı. 12 Temmuz 2006'da İsrail Lübnan'a savaş açınca, direnen halklar, siyasal yapılar, hatta insanlar için kıyamet saatinin geldiği ilan edildi. Esir Kampları oluşturuldu, ülkelerin Irak gibi nasıl bölüneceği, kimin ne türden bir hisse alacağı üzerinde pazarlıklar başladı.
Ancak öyle olmadı. İsrail tarihinde ilk kez durdurulmuş ve yenilmişti. "Yaratıcı Anarşi" adına katledilen Lübnan Başbakanı Refik El Hariri suikasti üzerine kurgulanan uluslararası senaryolar, adım adım, sahte şahitlerin foyası meydana çıktıkça, veriler ortaya serildikçe çözüldü; İsrail ve ABD bölgemizdeki tüm kirli işlerin arkasında duruduğu anlaşıldı.
BOP çökmüştü, ABD bölgede Irak işgali ve yüzbinlerce askerine rağmen direnemiyordu. Ancak teslimiyetçi çizgide olanlar tutumlarında direnmeyi onursal bir duruş olarak inatla sürdürmeyi seçti. Bunların başında da Mısır vardı.
Gerçeklere rağmen Mısır, büyük ülke onurunu küçük düşürmeme adına, ilkel ve bir o kadar kaba politikasında ısrar etti. İsrail'le ilişkilerini derinleştirdi, Gazze halkının aç bırakılmasına yol açan sınırları kapatma, yer altı tünellerini engeleme için çellik duvarlar inşaa etmeye yöneldi. Mısır, artık bölgede hiç bir rol oyanayamayacak kadar bölge halklarının tepkisini çekmişti. Bunu düzeltme amaresini bile göstermemekte ısrar ediyordu. Bölgede Araplar arasındaki tarihin en büyük kırılması böyle oluştu.
Bu kırılmadan doğan fay hattı Türkiye'nin bölgeye dönüşüne yol halirtası oldu. Erdoğan bu köprüden geçti; ne zekası, ne etkinlği ne de başka bir özelliğiyle. Bu koşullar kalıcı bir dostluk ilişkisi için uzun bir döneme ihtiyaç duyar. Dostlukta birikim gerektirir. Paylaşım ve tecrübe gerektirir. Bunun için bölgemizin ikinci bir Nasır'a değil, ülkesinde demokarsiyi ikame etmiş, komşularıyla eşit olmayı hedeflemiş, kendi kimliğiyle var olmayı başarmış liderlere ihtiyaç var.
Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olmaya özendirmek yerine, ülkemizin bölge halklarıyla süren yüz yılların kırgınlığını aşmak için özverili bir elçi olarak motive etmek daha gerçekçidir.
***
Yeni Osmanlıcılık bir yıl öncesine göre daha derinden ve güçlüce oturtulmaya çalışılmaktadır. Bunun bir ayağı Arapları kazanma gibi, hayalde bile gerçekleşmeyecek bir duadır. Yeni Nasırcılık, yeni Osmanlıcılığın bir manivelası olarak Erdoğan’a biçilmek istenen rolde kendini ifade etme çabasında. Danışmanların, şakşakçıların el birliğiyle oturtmaya çalıştığı bu yönelimler, gerçekte ülkemize hiç bir şey kazandırmayacak hayallerden ibarettir. Zaman, mekan, şahıs ve metodoloji karışıklıkları içinde Erdoğan'a Arapların Nasır’ı (Cemal Abdulnasır 1918–28 Eylül 1970) yakıştırması, ittihatçıların Pan-İslamizm sallamaları gibidir. Hayalde başlayıp hayalde biten bu söylemlerin, iddia sahiplerinin kaoslarını yansıtmaktan başka anlamı bulunmamaktadır. Bölgede devam etmesi gereken açılım, eşitler arası bir açılım olarak derinleşmelidir. Bölgemiz tarihinde örnek alınacak ve bölge halklarının çıkarını temsil edecek hiç bir tarihi şahsiyet bulunmamaktadır. En iyisi ırkçılığa varan bir milliyetçiliğin ötesine geçmemiştir. Ortaçağ barbarlarının, zorbalık sonucu oluşturduğu birleşmeleri ise anmamak daha yerinde olacaktır.
Erdoğan, özgün koşulların verileriyle Başbakandır. Ülkemiz kimlik bunalımından, gelecek istikrarsızlığına kadar bir dizi sorunla boğuşmaktadır. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu demokratikleşmeyi başaramamış olanlara, bu konuda atılan adımları derinleştirme iradesi gösteremeyenlerin, ülkesinin mozaiğine ilişkin kapsayıcı anayasal, yasal ve kurumsal değişikliklere yönelemeyenlerin, tamamen farklı koşulların ürünü olan tarihi şahsiyetleri örnek almalarının hiç bir kıymeti yoktur. Bölgemiz ise çok daha karmaşık ve mozaiktir. Bölgemize göre çok daha küçük bir alan olan ülkemizde başarılamamış görevlerin, bölge ölçeğinde başarılabileceğini iddia etmek, denenmeyi gerektirmeyecek bir maceradır. Yakıtı özenti olan araba, duvara toslar.
Araplara özenti Osmanlı tarihinin her kesitinde vardı. Osmanlı algısında Araplar, "Necip millet"tir. Hz. Muhammed Arap, Kuran da Arapçadır. Ezan dahil, dinin ritüellerinde Arapça iç içedir. İslam fütuhatı kahramanlarının efsaneleri de bu özentiyi besleyen birer kaynaktır.
Cumhuriyet, bu algıların kırılmasıydı. Osmanlı'nın Batıya yönelen son dönemlerinin bir uzantısı olarak bölge gerçekliğiyle arasına fay hattı koymuştur. II. Dünya savaşı sonrası bölgeye dönüş arzularının ana perspektifi; NATO güdümlü bir emperyalist çıkar edatı olarak gündeme geldi. Bağdat Paktı, Cento, Irak devrimine müdahale girişmi, Lübnan iç savaşında kışkırtıcılık (1958), Arap-İsrail savaşlarının tümünde İsrail yanlısı tutum bunlar arasında yer alır. Atılan bu adımlar, ülkemizde Osmanlının 400 yıllık kanlı tarihinin, bir üst aşamada tekrarı gibiydi. Bölge halkları buna müsaade edemezdi. Nitekim Türkiye’nin bölgede esamisinin bile okunmaması da bundandı. Türkiye, ABD'nin dünya ölçeğinde emperyalist çıkarları için ürettiği "komünizmi kuşatma" teorilerine bir kurban, bir kukla olarak kendini teslim etmişti.
Bu dış siyasetin tek becerisi düşman üretmekti. Ülkemizi komşularıyla her an savaşa dönüşebilecek düşmanca ilişkilere sürmesi bu politikaların tek becerisiydi; bölgede bir yabancı gibi, kuşaklar boyu gergince yaşamak temel alınmıştı. 2000 yılına kadar bu politikalarla yüründü. Soğuk savaş izlerinin gerilerde kalmaya başladığı yeni dönemde, Türk dış politikasında bölge açısından bir revizyon eğilimi belirdi. Bu, 1950'lerden itibaren Türkiye'nin içinden çıkıp geldiği liberal politikaların daha rasyonel ele alınmasıyla da kesişmekteydi. Özal'ın güce, zora dayalı bölge açılım politikası da iflas edince (Irak sorununa askeri güçle müdahale etme hayalleri), bölgeyi nispeten daha iyi kavrayan, dini söylemleri ideolojik algılarında temel parametre olarak alan eğilimlere uygun bir fırsat oluştu.
Türkiye ekonomisinin yoğunlaşan pazar ihtiyaçları, Avrupa Birliğinin dayatmaları, bölgede oluşan güçler dengesinin yeniden düzenlenişi ve ortaya çıkan açıklar, bölgeye yeni bir yöntemle açılım sürecini hızlandırdı. Özellikle de, Mısır-Suudi Arabistan-Suriye üçlüsünün uzun zaman süren birliğinin dağılmış olması, bölgedeki güç etkinliklerinin yeniden şekillenmesini zorunlu kılıyordu.
Ülkemiz, bu konjonktürde aralanan kapıdan bölgede yer edinmeye yönelmiş ve bölgenin hassasiyetlerini değerlendirerek, önemli adımların atıldığı gözlenmiştir. Ne var ki, Türkiye'nin bölgeden yaklaşık yüz yıllık kopuşunun ardından bu dönüşü, bölgeli bir ülke olmaya yetmiyor. Yakın ve uzak tarih, bölge halklarının bilinçaltını değiştirmeye de yeterli değildir. Gündeme gelen görsel veriler (one minute esprisi) ise, tarihte hiç bir zaman yeni bir bilinçaltı oluşturacak etkiler üretemez. Buna rağmen Erdoğan, son dönemlerde yaptığı siyasi çıkışlarla; özellikle İsrail’e karşı Gazze savaşında takındığı tutum ve son diplomasi krizinde "İsrail artık kendine çeki düzen vermelidir" yönündeki açıklamaları bölgedeki karizmasını yoğun olarak güçlendirmiştir. Buna, ülkemizin bölge pazarına etkin girişi de eklenince, Erdoğan’a biçilmek istenen "Yeni-Nasır" rolünün dinamikleri anlaşılmış olur.
Yaratılmak istenen imaj, bir reenkarnasyon olayı gibidir. Ancak akıl ölçütlerine uymayan Erdoğan'ın Nasır özentisi ya da bunun için üretilen maskeler, gerçek yüzü gizleyemeyecek kadar şeffaftır. Son bir yıldır bu hikaye üzerine çalışıldığı bilinmektedir. Konudan konuya atlanarak kimlik oturtma çabası içinde olanlar, bölgede yer alış için farklı bir kimlik arayışının isabetsiz olduğunun farkında değiller. Zira bölgemizde geleceğe ilişkin olumlu ve herkesi birer eşit olarak ele alan, geçmişten bu güne taşınabilir bir ideol yoktur. Nasır ise, hiçte buna aday olabilecek bir şahsiyet değildir.
NASIR
ARAP BİRLİĞİ VE MÜDAHALELERDEN ÇIKAN SONUÇLAR
Bir yıl önce gündemde etkince yer alan "Yeni Osmanlıcılık" üzerine bir dizi makale yazdım. Bu makalelere ilişkin kimi yetersiz kişiler; gelişen olayın "Pan–İslamizm" olduğunu iddia ettiler. Ciddi bilgi yetmezliği içinde olanlara, bölgemizde tereciye tere satma anlamına gelecek Pan-İslamizmin, tarihin hiç bir döneminde hiç bir işlevi olmadığını belirtmekle kısaca cevap vermiştim. Gelişmekte olan sorun beyhude bir çaba olan Yeni–Osmanlıcılıktı. Yeni Osmanlıcılık; bölgeyi birbirine sosyal, kültürel ve özellikle ekonomik olarak bağlama çabalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çabaların tarihsel arka planı ve bu gün için kimlerin hangi amaçlarla bunu dile getirdikleri, bu yazımla birlikte, bir yıl önceki makalelerimde de uzunca izah edilmektedir. Bunlara eklenen yeni söylem, Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olarak lanse etme çabalarıdır. Bu konu da, Yeni-Osmanlıcılığın temel parametreleri üzerinde yükselerek, Erdoğan’ın bölgemizde yürütmekte olduğu açılım hamleleriyle de beslendi.
Kılıç hakkı ve Ortaçağ barbarlığının sürdürüldüğü 400 yıllık Osmanlı hükmü, on yıllar süren Cumhuriyet dönemi kesintisi ve yarım asırlık NATO kuklalığı olarak bölge halklarına karşı güdülen düşman politikaların ardından, sihirli bir değnekle değişeceği sanılan kanılara “Yeni-Nasır” anlayışını sunmak, hiçte trajediye benzemiyor. Bu, daha farklı bir şey olsa gerek. Erdoğan'ı Arapların öncüsü ve toparlayıcısı (Bismark) olarak yorumlanacak bir abartıyla Nasır'a benzetmeye kalkışmak, bir algı yanılgısıdır. Nasır’ı bilmemek, bölge ve tarihi hakkında, ciddi hatalar işlemek demektir.
Konuyla ilgili söylenmesi gereken bir kaç önemli nokta bulunmaktadır.
Öncelikle, Cemal Abdul Nasır, gerçek anlamıyla hiç bir zaman ne siyasal yönelim ne de ideolojik olarak Arapları bir bayrak altında toparlama diye bir perspektifin sahibi olmamıştır. O bir gerçek olan Arap ulusundan söz etmiş, ancak ilgili olduğu tek gerçek Mısır gerçeği olmuştur. Nasır, ne kapasite olarak ne de etkinlik olarak Mısır’ı aşabilecek, Arapları birleştirecek bir Bismark donanımında değildi.
NASIR
VE BİRLEŞİK ARAP CUMHURİYETİ
Birleşik Arap Cumhuriyeti önermesi hiç bir zaman Mısır ya da Nasır dan gelmiş bir öneri değildir. Bu önerme ve girişim dün olduğu gibi bu günde, ideolojik paradigmalarının arkasında durma çabası içinde olan, Suriye Sosyalist Arap Baas Partisi vatanseverlerinin bir önermesidir. Altın tabak içinde de Nasır'a sunulmuştur. Nasır bunu Arap Bismark'ı olarak değil, bir “Mısır Firavun'u” olarak hoyratça tüketmiştir.
Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) deneyimi (1 Şubat 1958–28 Eylül 1961) zamansız olarak ortaya atılan bir idealdi. Bu adım, çağıyla uyumlu gibi görünse de (ulusal hareketler çağı); 400 yıllık Osmanlı ve ardından gelen emperyalist hakimiyetin şokunu üzerinden atamamış, uluslaşma süreçlerini evrimci dengeler içinde yükseltememiş Arap ulusu için oldukça erken bir adımdı. Bu nedenle gelişmiş ve açılım için atılım yapan Mısır’a göre Suriye, bir sömürge konumundaydı. Nitekim “Birleşik Arap Cumhuriyeti”nde ilişkiler hakim ve mahkum türünden bir boyutu aşamadı.
Devrik Suriye Cumhurbaşkanı Emin El Hafız, bu tarihi kesitle ilgili anılarını anlattığı röportajlarında çok anlamlı bir mizansen ortaya koymuş; "Genç ve hevesli subaylar olarak randevusuz Nasır'ın kapısına dayandık, gel Başkanımız ol, ülkelerimizi birleştirelim ve tüm Araplar için bir çekim merkezi olacak Birleşik Arap Cumhuriyetini kuralım dedik" diye ifade etmiştir. M. Hasaneyn Heykel'in belgesel nitelikli yazılarında, Nasır'a zorla dayatılan bu birlik için günlerce düşündüğünü yazar (Birlik önerisi için Mısır'a giden Suriye yüksek heyetini üç gün beklettikten sonra karşılayıp, "bu işi aceleye getiriyorsunuz" dediğini aktarır). Nasır, avucuna konan Suriye gibi zengin bir ülkeyi, uzun süreli elde tutma planı bile yapmadan, vur kaç ne kaparsan kap cinsinden bir ilişkiyle ele almış ve sonunda Suriye vatanseverlerinin tepkisiyle elinden kaybetmiştir.
Bu satırların yazarı, BAC hükümetinde Sağlık Bakanı olan hemşehrisi, Affanlı Dr. Wehib El Ğanim'le yaptığı uzun sohbetlerinden, bu konuya ilişkin okurun bilgisine şunları aktarabilir; “Biz Liva İskenderun’lu aydınlar ve Uruba hareketinin yöneticileri olarak, Baas Partisinin kurucularından Zeki El Arsuzi önderliğinde Birleşik Arap Cumhuriyeti için özveriyle çalıştık. Amacımız Arap ulusunun siyasal birliğini sağlamaktı. Nasır en karizmatik lider ve 1956'da Süveş kanalının kamulaştırılması eylemiyle, gözümüzde bu umutları gerçekleştirecek bir kahraman gibiydi. Yerel her fedakarlığa, genelin çıkarları için hazırdık. Nasır’cı olmuştuk bir çırpıda. İdeallerimiz için yürüyorduk. Birlik olunca her şeyin gelişerek, iyileşeceğine inanıyorduk. Kurulan hükümette Sağlık Bakanlığına getirildim. Bu, Liva İskenderun'un tarih içinde Arap ulusuna sunduğu siyasal öncülüğün de bir ödülü gibiydi. Ancak, beklentilerimizin yerinde olmadığını kısa sürede görmeye başladık. Önce, ülkemizin siyasal çoğunluğunun önemli varlığı olan siyasal parti ve kuruluşlar lağvedildi, ordunun en yüksek kademelerine Mısır’lı subaylar atandı, ülkemizin en hassas ekonomik kaynaklarına Mısır’lı idareciler getirildi. Adım adım yutuluyor gibiydik. Nasır, bu yükü taşımakta zorlanıyordu. Tüm Arapların lideri değil de, Mısır'ın Araplar için atadığı bir mültezim gibiydi. Nasır için Mısır her şeyden önceydi. Kırılma böyle başladı ve bir daha toparlanamadı"
NASIR
VE IRAK DEVRİMİ
Meksika devrimi liderlerinden Zapata için bir anekdot anlatılır. "Gazeteler her defasında yeni şehirleri fethettiğimiz haberlerini yazıyordu, bizde bu haberleri gerçeğe dönüştürmek üzere gidip istila ediyorduk". Bu anekdot Nasır'ın 20. yy. Arap ülkelerindeki sosyal uyanışla ilgili durumunu nispeten açıklar niteliktedir. Hür Subaylar Hareketi, 23 Temmuz 1952'de Mısır'da iktidarı ele geçiren askeri bir darbeydi. 1954, Nasır'ın öne çıkması ve tüm iktidarı ele almasıyla belirginleşen gelişmeler, 1956'da Suveyş kanalının kamulaştırılmasıyla doruğuna ulaşır. Mısır, bu aşamadan sonra, Araplarla ilgili her konuda gerçek-hayal bir biçimde ilgili görülmüş ve kılınmıştır. Bu satırların yazarı araştırmalarında, Mısır'ın ya da Nasır'ın müdahale için özellikle istekli bir duruşuna rastlamamıştır. Nasır’ın böylesi bir perspektifi yoktu. Bunun arkasından koştuğu gibi bir iddia da temelsizdi.
Mısır devriminin önderleri olan Hür Subayların 6 maddelik programlarına baktığımızda da bu gerçeği görürüz (sonraları; sosyalizmden, tüm Arapların birleşmesi için yapılan yazım ve propagandaya rağmen, Hür Subaylar Hareketi ve başlarında Nasır olduğu halde, iktidara gelişiyle ilan ettiği 6 maddenin dışına çıkılmamıştır);
"-Süveyş kanalı etrafında üslenmiş bulunan İngiliz işgal ordularının ve onunla işbirliği yapan Mısır’lı hainlerin tasfiyesi,
-Feodalitenin ortadan kaldırılması,
-Ülke ekonomisine hakim olan tekelciliğin ve kapitalizmin tasfiyesi,
-Sosyal adaletin gerçekleşmesi,
-Ulusal ordunun kurulması,
-Ülkede sağlam bir demokrasinin oluşturulmasıydı."
( Bkz. http://www.ileri2000.org/24/arslan24.htm)
14 Temmuz 1958 Irak devrimindeki rolü; Irak’ın iç işlerine karışmaktan çok, Baasçılarla komünistler arasında kısa sürelerde el değiştiren iktidar kavgasına bir yön verme çabasından ibarettir. 14 Temmuz devriminin arkasındaki siyasal güç komünistlerdi. Ulusalcılar, birlikçiler (Arap Birliğini savunan milliyetçiler) Nasır'dan bin bir kanalla yardım istiyorlardı. Nasır'ın bu olaylara karşı ilgisi, olaylar hakkında yakın ilgisi olduğu üzerine çıkan haberlerin ardından geliyordu. Zapata misali gelişen bu durum, doğal olarak Mısır nüfus alanları etkinliği içinde kullanılıyordu. Ama Nasır bu gelişmelerin hiçbir yerinde, etken bir unsur olarak beliremedi. Belirdiği yerde de başarısız kaldı, yenildi. O komünistlere karşı, ulusalcıların yanında yer alırken de, krallığın tasfiyesinden yana açık bir tutum sergilemekten uzaktı. Irak askeri komutanı Nuri Said Paşa iktidardan düşürülüşünün ertesi günü (15 Temmuz 1958), kadın kılığında kaçarken yakalanıp öldürülmüş, serçe parmağı kesilerek Nasır'a gönderilmişti. Çok iyi Türkçe bilen, aynı zamanda bir Osmanlı subayı olan Nuri Said Paşa’nın cesedi, halk tarafından mezarından kaldırılarak, parçalanıp, asılarak yakılmıştır. Uzun yıllar süren İngiliz uşaklığının temsilcisi olarak görülen Nuri Said Paşa’nın bu hazin sonu, Nasır üzerinde de önemli etkiler yaratmıştır. Nuri Said Paşa’ya ait "kesik serçe parmağı hediyesi" karşısında içi burkulan Nasır, kendini "ilgisiz olduğu bir yıkımın suç ortağı" olarak algılar. Rahatsızlığını da, kesik parmağı Kahire'nin en büyük camilerinden birinde törenle gömülmesini emrederek gösterir. Ardından Irak’lı komünistlerin güçlenmesine duyulan tedirginlikle, Irak’ın içişlerine müdahalelerde bulunsa da, hiç bir zaman bunu bir Arap Bismark’ı olarak yapmamıştır.
Irak hiç bir zaman etkin bir Nasır taraftarlığı bile göstermemiş, Baasçıların son düelloyu kazandığı, Abdulselam Arif önderliğindeki 8 Şubat 1963 darbesi (Abdulkerim Kasım'a karşı), Arap Birliğini savunan ideolojik yönelimlerine karşın Irak'ı aşmamıştır. Suriye'de de 8 Mart 1963 darbesiyle Baasçıların iktidar olması bile, Nasır için bir toparlayıcı fiili liderlik için yeterli olmamıştı.
NASIR VE YEMEN
Yemen, coğrafi açıdan Mısır'la bir arada düşünülecek en son Arap ülkesidir. Mısır'ın Yemen iç savaşına müdahalesi ise, Nasır’ın ne karizmasıyla ne de Arap Birliği gibi olmayan bir düşüncesinin itimiyle gündeme gelmiştir. Ancak bu müdahale sürekli olarak bu yönüyle ele alınmış, Arap Birlikçisi ulusalcılar için önemli bir malzeme olarak ele alınmıştır.
Yemen lideri İmam Ahmed'in ölümüyle (19 Eylül 1962) yerine, oğlu Muhammed El Bedr atanır (20 Eylül 1962). El Bedr'in Genelkurmay Başkanlığına atadığı Albay Abdullah Şellal ise bir hafta sonra askeri darbeyle yeni İmamı iktidardan düşürür (27 Eylül 1962). Ertesi gün de Yemen'de cumhuriyet ilan edilir (28 Eylül 1962). Cumhuriyeti ilk tanıyan ve destekleyenler arasında Mısır, Suriye, Cezayir, Tunus gibi Arap ülkeleri yer alır. Karşı çıkanlar ise Arap monarşileri olur. Aradan iki hafta geçmeden devrik İmam El Bedr, Yemen'in kuzeyinden topladığı kuvvetlerle savaşa yönelir. Böylece başlayan Yemen iç savaşı; Mısır'dan binlerce km. uzaklıktaki bu coğrafyada, nüfus alanlarından çok (ki, bunun için güçlü bir ekonomi ve pazar arayışının olması gerek), farklı bir sürükleniş içinde, siyasal prestij peşinde koşmak gibi bir duruşla şekillenmiş ve bu sürükleniş, Nasır’ı yaşamı boyunca takip etmiştir. Altından kalkamayacağı girişimlere, kendi program ve yönelimlerinin dışındaki ısrarlar arkasından sürüklenişle biten bir siyasal süreç.
Yemen iç savaşında 80.000 Mısır askeri yer almıştır ve sonuç, iki güç arasında iniş çıkışlarla devam eden kocaman bir kaos olmuştur. Arap halkı, iç savaşlarla birbirini kırarken, emperyalist çıkarlar, kim kazanırsa kazansın, savaş yorgunu muzaffer olanlardan elde edilecekti. Mısır bu süreçten hiç bir şey kazanmamış, tersine çok şey kaybetmiştir. Nasır, Yemen müdahalesinden büyük bir kayıpla çıkmak zorunda kalmıştır.
Mısır, Yemen bataklığından ancak, İsrail’in erken vuruş olarak başlattığı 4 Haziran 1967 savaşının (6 gün savaşı ) baskısı altında çekilir. (9 Aralık 1967’de, daha önce İsrail savaşı ve sonuçlarını görüşmek üzere; Sudan'ın başkenti Hartum'da yapılan Ağustos 1967 Arap zirvesi'nin uzantısı olarak, 31 Ağustos 1967'da Nasır ile Suudi kralı Faysal arasında yapılan Hartum anlaşmasıyla karara bağlanmıştır)
Yemen, Arapların dilinde bir Anadolu mezarlığıdır. Kimsenin hüküm süremediği bu ülkede Osmanlı bile acze düşmüş, evlatlarına mezar olmuştur. Yemen Nasır için de mezar oldu.
NASIR VE LİBYA DEVRİMİ, KARA EYLÜL OLAYLARI
1 Eylül 1969, Albay Kaddafi önderliğinde Libya devrimi gerçekleşir. Kral I. İdris El Sinusi İstanbul’dadır. Genç subayların darbesi; Libya’yı Mısır’la birleştirme gibi bir hedef taşıdığı ve bu amaçla Arap Birliğinin gerçekleşmesine katkı sağlayacakları yönündeydi. M. Haseneyn Heykel, Kahire Dosyası adlı eserinde; darbeci genç subayların iktidarı Nasır'a sunmak için bağlantı kurduklarını, Nasır'ın, genç subaylara sakin olmaları, devlet iktidarlarının bu yolla alınıp verilemeyeceğini, traji-komik bir tarzda aktarır. Nasır, "Libya Devrimi"nin sunduğu birleşme önerisine bile sıcak bakmamıştır.
Libya ile Nasır ilişkisi, siyasal tarihte kara mizaha konu olabilecek enstantanelerle yürümüştür. Kaddafi'nin, Nasır aracılığıyla Çin'den atom bombası satın alma talebine gelen ret cevabına karşı; "Büyük bir bomba vermezlerse, şöyle küçük bir atom bombası satsınlar" demesi gibi.
Nasır, bu birlik girişimlerinden dili yanmış biri olarak, öteleyici oyalama siyasetinden başka bir heves göstermemiştir.
Nasır’ın son günlerinde ortaya çıkan ve tarihe “Kara Eylül” diye geçen Ürdün-Filistin savaşındaki rolü; sözü zar zor dinlenen bir aracı olmanın ötesine geçememiş, Arap zirvesi Mısır’ın güdümünde şekillenmesine rağmen, Nasır’ın, ulusal siyasal birlik için yapabileceği bir şey olamamıştır.
Nasır özentileri için kıssadan hisse, başka ülkelerin ve halkların adına kimse bir şey olmaya kalkışmasın. Her halk ve ülke, var oluş dinamikleri ve orijinaliteleriyle kendi gereklerine uygun liderler ve yöneticiler yaratır. Onlar yerine kendini koymak; bir tür dayatma değilse, kendini aldatmaktır. Birincisi, tarihi miadını doldurmuş bir davranış olup, diğeri ise, kişinin kimlik bunalımıdır, kimseyi ilgilendirmez.
NASIR
MISIR TARİHİNİN ÖZGÜN BİR SONUCUDUR
Nasır, hiç bir arap ülkesinde ne siyasi yollarla ne de silahla sonuç alamamış bir liderdir. Nasır, Arap ulusu coğrafyasında inanılmaz boyutta bir halk desteği kazanmış olup, Arap halkının gönlünde Nasır'dan daha ileri yer edinebilen bir lider yoktur. Bunun onlarca nedeni var ve bunların arasında, 400 yıllık Osmanlının baskısını saymak hiçte yanlış değlidir.
Araplar, ilk kez 20. yy. ortalarında, dünyanın her alanında gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisi ve kendi dinamiklerinin de itimiyle, birleşme umudunu edindiler. Bu umut meşru bir umut olarak, dün de bu gün de devam etmektedir. Ancak o gün açısından gerçekleşmesi mümkün olmayan bu umut, uluslaşma sürecinde tarihi olarak kaçırılmış önemli fırsatların, bu günün küreselleşme çağıyla, farklı bir yönelimde kendini ifade edeceği yeni kuşakları bekler durumdadır.
Avrupa topluluğu, tüm farkllılıklarına ve geçmişlerinde yer alan kanlı savaşlara karşın, ortak uygarlığın kurucuları olarak birleşme yönünde yol aldılar. Ortak kurum ve yasalar oluşturdular, ekonomilerini birleştirdiler. Araplar için bu türden gelişmelerin, zamanın evrim dengeleriyle oluşması ağırlıklı ihtimaldir. Bunun için gelecek kuşakların çabası büyük bir önem arz eder. Birlik düşüncesi Nasır için hiç bir zaman, gerçekleşebilir bir anlam taşımamış ve sonuçlarından yararlanma dışında da ele alınmamıştır. Nasır açısından, her şey Mısır içindir. Arap alemi ise, Okyanustan Halice kadar uzanan, 350 milyonluk dev bir dünyaydı.
Nasır, Arap ulusu ya da Arap coğrafyası değildir; Mısır'dır, Nil'dir. Nasır, Mısır tarihinin bir sentezidir. Siyasal literatürde "Mısır milliyetçiliği" diye bir terim yoktur. Ancak Nasır'ı tanımlamak için böylesi bir kavrama ihtiyaç duyuyorum. Nasır, Mısır Firavun uygarlığından, Kavalalı'lar dönemine kadar süren Mısır tarihinin, 20. yy. ortalarında özgün uyanışının bir sonucudur. Bu uyanış ulusal bir öz taşısa da, Mısır'a aittir. Mısır uyanışı, Arap ulusu adına siyasal bir birlik değil, ekonomik yayılma da değil (buna zaten gücü yoktur), bir uygarlık, bir var oluşun, kendi dinamikleriyle, kendi zenginlikleriyle bölgede rol oynama olayıdır. Mısır bunu özellikle Kavalalı M. Ali Paşa ve ardıllarınca başarmış bir ülkedir (Napolyon'un Mısır'ı fethine karşı,Mısır'a gönderilen ve 1805'te Mısır valiliğine atanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa) .
Mısır'ı çağdaş dünyanın bir parçası yapan; reformlarıyla ve bunun sonucu ortaya çıkan insan potansiyelleri, kültür, sanat, müzik, edebiyat, iç denizleri okyanuslara bağlayan konumu ve Nil gibi uygarlıklar yaratan nehriyle bir öncü ülke oluşudur. Bu özelliğiyle bu gün de etkinlik gösterme mücadelesi içindedir. Siyasal yönetimlerinin Mısır'a açtığı derin onursal yaralar ve gerilemelere rağmen Mısır; hala bölgenin öncüsü, abisi olan bir ülkedir.
Mısır Osmanlıya diz çökertebilecek bir gelişme içinde, bölgenin de hakimiydi. M. Ali Paşanın oğlu İbrahim paşa önderliğindeki Mısır ordusunun Konya'da, 1833 yılında Sadrazam Reşid Mehmed Paşa'yı da esir alarak (14 Mayıs 1833), büyük devletlerin çıkar müdahaleleri sonucu yapılan Kütahya Anlaşmasıyla dizginlenmiş bir ülkeydi. Buna 24 Haziran 1839 Nizip savaşı yenilgisini de eklediğimizde, Mısır'ın bölgede Osmanlıyı dahi ötekileştirebilen bir güce sahip olduğunu görmekteyiz. Türkiye-Mısır ilişkilerinde bu tarihi gerginliklerin açtığı soğukluk, bu güne kadar devam etmiştir. Buna; 4 Ocak 1954'te Türkiye'nin Kahire Büyükelçisi Hulusi Fuat Tugay'ın, diplomasi tarihinde ender rastlanan kovuluşu (İngilizler hesabına çalışan karşı devrimci faaliyetleri ve karısının Mısır eski hakimlerine mensup bir aileden olmasının yarattığı sorunlar), Nasır'ın, Başbakan A. Menderes'in görüşme talebini reddetmesi ve Bağdat Paktıyla ilgili gelişmeler de eklenebilir.
Mısır güçlü bir devletti ve başında Arap tarihinin en güçlü kişisi bulunuyordu. Ama bu etkinliği hiç bir zaman Araplar üzerinde bir egemenlik anlamına gelmiyordu. O günün koşulları içinde Kavalalı'ların ne bir ulusal bilinç ne de Araplar üzerinde bir iktidar, bir egemenlik ve bunun ürünü olacak sonuçlarla ilgileri vardı. Arnavut olmaları bile, onları daha çok Mısır'lı olma algısı içinde tutunmalarına yol açıyordu. Bulundukları topraklarda da tüm güçlerine rağmen, orijinal değillerdi. Bu nedenle İslamı bile bir araç olmaktan başka anlama sahip değildi. Mısır Arap ulusalcılığı konusunda, o günden bu güne kadar, silik bir yer alışın ötesine geçmemiştir.
Nasır, bu tarih bilinçaltının sonuçlarıyla olgunlaşan Mısırlılıkla, emperyalistlere karşı bir duruş içinde olmuştur. ABD daha çok verici bir sunum yapabilseydi, Mısır'ın, Sovyetlerle ilişkilerinin yolunu bile kesebileceği söylenebilir. Asuvan barajı kredileriyle ilgili ABD'nin tutumu, bıçak sırtında denge arayan bu ülkelerde hızlı bir kırılmayla sonuçlandı; bu gelişme, Nasır'ı bölgede süren iki blok rekabetinin bir tarafına itmişti. Nasır'ın ilericiliği de burada başlar, burada da biter.
Nasır'ın ilericiliği, Mısır'ın çıkarlarıyla kesiştiği yerdeydi. Bu ideolojik bir persfektif ya da tarih karşısında bir duruş değildi. Tito, Nehru, Nasır önderliğinde kurulan, Bağlantısızlar Hareketi de bu mantıkla kesişmekteydi. Bu güne kadar Arap milliyetçiliğinin ilham kaynaklarından biri olmasına karşın; hiç bir Arap ülkesinde ciddi siyasal bir etki yaratamamış Nasırcı Hareketlerin perişan halleriyle, Arap halkı tarafından da rağbet edilmeyen siyasal önermeleri bu gerçeğe işaret eder.
Bu noktadan bakınca, ne Nasır'ı var eden tarihi arka plan ne de ülkesinin konumlanışı ve siyasal yönelimleriyle Erdoğan'ın işine yarayacak, bölgemizde Türkiye'nin rolüne katkı sunacak bir veri bulunmamaktadır. Bu özentinin diğer boyutunda, çok daha acı bir gerçek bulunmaktadır. Kendini dev aynasında görme gibi komik hallerle anlatılabilecek bu acı durum Yeni Osmanlıcılıkla kesişmektedir. "Osmanlı aklı" diye tarihe mal olmuş olayların kaba algısıyla, bölgede adil ve eşit ilişki yerine, "baş olma, başbuğ olma" hayalleriyle yatırım yapma maceralarına soyunmak, iflas olduğu kadar kimlik bunalımıdır da.
Öncelikle bilinmeli ki;
Erdoğan döneminin Türkiye'ye bölgede kazandırdığı yer, Nasır'ın Arap Bismark'ı olması kadar hayali bir yerdir.
Danışmanların meddahlığıyla, kağıt üzerinde herkese her türden rol biçilebilir. Ancak bu gerçek olamaz. Bir çocuk gelir, kral çıplaktır der...
Erdoğan'ın bölgede oynamakta olduğu rol, ülkemiz statülerinin, bölgede tarihi boyunca güttüğü siyasal duruşların nitelik değişiminin ürünü olmamıştır. Ülkemizde henüz böyle bir siyasal devrim vuku bulmadı.
Erdoğan'ın bölgeye girişinde, Arap üçlüsü (Mısır-Suudi Arabistan-Suriye) arasındaki birlik ve dengenin bozulmasıyla oluşan boşluk önemli bir rol oynadı. Her şey Irak'ın işgaliyle başladı. Taraflar gerçek siyasal duruşlarını sergiledi. Birlikler, yeni kombinazonlara yönelen çözülmelere uğradı. Bölgede ABD'nin yüz yıllık egemenlik çağının başladığını sananlar, Saddam sonrası kendilerine çeki düzen vermeye başladılar. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), "Yaratıcı Anarşi" uygun bir bataklık buldu sanısı yaygınlaştı. Tren kaçtı kaçıyordu, kurtuluş, ABD'nin eteklerine yapışma yarışını körükledi. Oysa gerçekler çok farklıydı. 12 Temmuz 2006'da İsrail Lübnan'a savaş açınca; direnen halklar, siyasal yapılar, hatta insanlar için kıyamet saatinin geldiği ilan edildi. Esir Kampları oluşturuldu, ülkelerin Irak gibi nasıl bölüneceği, kimin ne türden bir hisse alacağı üzerinde pazarlıklar başladı.
Ancak öyle olmadı. İsrail, tarihinde ilk kez durdurulmuş ve yenilmişti. "Yaratıcı anarşi" adına katledilen Lübnan Başbakanı Refik El Hariri adı etrafında kurgulanan uluslararası senaryolar, adım adım sahte şahitlerin foyası meydana çıktıkça, veriler ortaya serildikçe çözülmüştü. İsrail ve ABD'nin bölgemizdeki tüm kirli işlerin arkasında durduğu anlaşılıyordu.
Bu gerçeklere rağmen Mısır, büyük ülke onurunu küçük düşürmeme adına, ilkel ve bir o kadar kaba politikasında ısrar ediyordu. İsrail'le ilişkilerini derinleştiriyor, bu tutumunu Gazze halkının aç bırakılmasına yol açan sınırları kapatma, yer altı tünellerini engeleme için çelik duvarlar inşaa etmeye kadar götürüyordu. Mısır, artık bölgede hiç bir rol oynayamayacak kadar bölge halklarının tepkisini çekmişti. Bunu düzeltme emaresini bile göstermemekte ısrar ediyordu. Bölgede Araplar arasındaki tarihin en büyük kırılması böyle oluştu.
Bu kırılmayla oluşan fay hattı, Türkiye'nin bölgeye yeniden dönmesinin yol haritası oldu ve Erdoğan bu köprüden geçti. Ne zekası, ne etkinliği, ne de başka bir özelliğiyle değil.
Suriye, Türkiye'nin bölgeye girişinde temel bir rol oynadı. Suriye'nin araladığı oranda Türkiye'nin bölgedeki varlığından söz edilebilir. Bunu daha iyi anlamak için, 20 Ocak 2010 tarihinde, ABD'nin Lübnan eski Büyükelçisi Fieldman'ın, "ABD'nin, Suriye'yle ilişkilerini düzeltmekten başka şansı kalmamıştı, bölge ve dünyanın tüm ülkelerinin Suriye'ye koştuğu bir kesitte, ABD tecrit olmuş haliyle bölgede bir rol oynayamazdı" sözlerinde anlam bulan yaklaşımını bilince iyice çıkarmak gerek. Suriye bölgenin anahtarıdır. Yönetimini beğensek de beğenmesek de Suriye'siz, bu bölgede ne barış ne de savaş olur. Suriye bu rolünü her zaman bölge halklarının çıkarları yönünde değerlendirmek için çalıştı. Hiç bir devlet ne kadar büyük olursa olsun, Suriye'yi atlayarak bu bölgede çıkarlarını koruyamaz. Türkiye açısından durum çok daha önemle öyledir.
Türkiye-Suriye ilişkilerinin böylesine hızlı bir şekilde, derinleşip genişlemesinin altında yatan gerçek; Türkiye'nin bölge politikalarında on yıllardır sürdürdüğü yanlışlarını ciddi anlamda görmesiyle yakından ilgilidir. Türkiye'nin, Suriye-İsrail barış görüşmelerinde üslenmekte olduğu rolde, İsrail'le ilişkilerini riske sokma pahasına, ısrarlı olmasının altında da bu vardır; Arap alemine yönelik çıkarların yolu Suriye'den geçer, inancını bilince çıkarmasıdır. Bir ülkenin yüksek çıkar stratejileri de bunu gerektiriyor.
Bu verilerin ışığı altında, Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olmaya özendirmek yerine, ülkemizin bölge halklarıyla süren yüz yılların kırgınlığını aşmak için, özverili bir elçi olarak motive etmek daha gerçekçidir.
Dolayısıyla Erdoğan, ne Türkiye'nin hedefleri açısından ne de Arapların beklentileri açısından Nasır değildir, olamaz da. Erdoğan, on yıllardır yanlışlıklar ve düşmanlıklar içinde geliştirilen Türkiye'nin bölge politikasında; Avrupa'nın dıştalayıcı, kapıda bekletici duruş sergilemesiyle tetiklenen bir Ortadoğululaşma çabası içindedir.
Bu çabanın mimarları Türkiye'li değil, İsrail'lidir; Şimon Perez ve İsrail İşçi Partisi çevresidir. İsrail'in bölgedeki ürkütücü tecritini kırmak adına planlanmış bir politikadır. Bölgeyi İsrail'le uyumlaştırma çabasıdır. Türkiye, İsrail karşısında kararlı tutumunu derinleştirebildiği ölçüde bu stratejiyi kendi ülkesi ve halkına olduğu kadar, bölge halklarının birlik ve eşitliği için yararlı hale getirebilir. Türkiye kararlı davranmaz ve bir biçimde İsrail'i bu sürece sokuşturma gibi "barışçıl girişimler" adı altında bir yönelime girerse, bölgede bir daha geri dönüşü zor bir yara alır. Bölge halkları bunu, Türkiye'nin geleneksel NATO yanlısı politikaların bir devamı olarak görür.
Bilinmesi gereken önemli noktalardan biri de, Türkiye, Mısır değildir; Mısır onlarca kez kırılsa da döner Araplara büyüklük rölünü oynar, Araplar da bundan memnunluk duyar. Enver Sedat 17 Eylül 1977'de İsrail'le Camp David Barış anlaşmasını imzaladığında, Mısır'ın Arap aleminden tecrit olmasına yol açmasına rağmen, geri dönüşü, konumuz için önemli bir hatırlatmadır. Ancak Türkiye bir kez kırılırsa, bir daha zor döner.
Buna rağmen Erdoğan'ın bölgede kazandığı karizma, inkar edilemeyecek bir düzeydedir. Gazze savaşındaki tutumu, Davos'taki "one minute" olayı ve son olarak İsrail'in diplomatik kabalığına karşı gösterdiği davranışların önemli etkileri oldu. Arapların kendi liderlerinden özlemle bekledikleri bu tutumlar, Erdoğan'ı Nasır yapmaz. Ancak ülkesinin iç sorunlarında demokrasiyi derinliğine ve genişliğine gerçekleştirmek kaydıyla, kendi farklılıklarını bir eşit olarak güvenceye kavuşturan bir ülke, bölgenin farklılıklarında bir eşit olarak, ortak çıkarlar için çok şey yapabilir.
Bölge barışına, bölge halklarının ortak kazanımına gerçekçi bir katkı, birilerine özenmekle değil, kendine özgün olmakla sağlanabilir.
21 Ocak 2010
Nasır özentileri için kıssadan hisse:
Başka ülke ve halklar adına kimse bir şey olmaya kalkışmasın. Her halk ve ülke kendi var oluş dinamikleri ve orijinaliteleriyle kendi gereklerine uygun liderler ve yöneticiler yaratır. Onlar yerine kendini koymak, bir tür dayatma değilse, kendini aldatmaktır. Dayatmalar, tarihini doldurmuş bir davranıştır, diğeri ise kişinin kimlik bunalımıdır, kimseyi ilgilendirmez.
Öncelikle bilinmeli ki.
Erdoğan döneminin Türkiye'ye bölgede kazandırdığı yer, Nasır'ın Arap Bismark'ı olması kadar hayali bir yerdir.
Danışmanların meddahlığıyla, kağıt üzerinde herkese her türden rol biçilebilir. Ancak bu gerçek olamaz. Bir çocuk gelir kral çıplaktır der...
Erdoğanın bölgede oynamakta olduğu rol, ülkemiz statülerinin, bölgede tarihi boyunca güttüğü siyasal duruşların nitelik değişiminin ürünü olmamıştır. Ülkemizde henüz böyle bir siyasal devrim vuku bulmadı.
Erdoğa'nın bölgeye girişinde, Arap üçlüsü (Mısır-Suudiarabistan-Suriye) arasındaki birlik ve dengenin bozulması rol oynadı. Erdoğan burada doğan boşluktan iyi yararlandı. Her şey Irak işgaliyle başladı. Her taraf gerçek siyasal duruşunu sergiledi. Birlikler, kombinazonlar çözüldü. Bölgede ABD'nın yüz yıllık eğemenlik çağının başladığını sananlar, Saddam sonrası kendilerine çeki düzen vermeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), "Yaratıcı Anarşi"nin rahmeti altına girildi. "Tren kaçıyor, kurtuluş ABD'nin eteklerine yapışmaktaydı", bu yarış körüklendi. Oysa gerçekler çok farklıydı. 12 Temmuz 2006'da İsrail Lübnan'a savaş açınca, direnen halklar, siyasal yapılar, hatta insanlar için kıyamet saatinin geldiği ilan edildi. Esir Kampları oluşturuldu, ülkelerin Irak gibi nasıl bölüneceği, kimin ne türden bir hisse alacağı üzerinde pazarlıklar başladı.
Ancak öyle olmadı. İsrail tarihinde ilk kez durdurulmuş ve yenilmişti. "Yaratıcı Anarşi" adına katledilen Lübnan Başbakanı Refik El Hariri suikasti üzerine kurgulanan uluslararası senaryolar, adım adım, sahte şahitlerin foyası meydana çıktıkça, veriler ortaya serildikçe çözüldü; İsrail ve ABD bölgemizdeki tüm kirli işlerin arkasında duruduğu anlaşıldı.
BOP çökmüştü, ABD bölgede Irak işgali ve yüzbinlerce askerine rağmen direnemiyordu. Ancak teslimiyetçi çizgide olanlar tutumlarında direnmeyi onursal bir duruş olarak inatla sürdürmeyi seçti. Bunların başında da Mısır vardı.
Gerçeklere rağmen Mısır, büyük ülke onurunu küçük düşürmeme adına, ilkel ve bir o kadar kaba politikasında ısrar etti. İsrail'le ilişkilerini derinleştirdi, Gazze halkının aç bırakılmasına yol açan sınırları kapatma, yer altı tünellerini engeleme için çellik duvarlar inşaa etmeye yöneldi. Mısır, artık bölgede hiç bir rol oyanayamayacak kadar bölge halklarının tepkisini çekmişti. Bunu düzeltme amaresini bile göstermemekte ısrar ediyordu. Bölgede Araplar arasındaki tarihin en büyük kırılması böyle oluştu.
Bu kırılmadan doğan fay hattı Türkiye'nin bölgeye dönüşüne yol halirtası oldu. Erdoğan bu köprüden geçti; ne zekası, ne etkinlği ne de başka bir özelliğiyle. Bu koşullar kalıcı bir dostluk ilişkisi için uzun bir döneme ihtiyaç duyar. Dostlukta birikim gerektirir. Paylaşım ve tecrübe gerektirir. Bunun için bölgemizin ikinci bir Nasır'a değil, ülkesinde demokarsiyi ikame etmiş, komşularıyla eşit olmayı hedeflemiş, kendi kimliğiyle var olmayı başarmış liderlere ihtiyaç var.
Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olmaya özendirmek yerine, ülkemizin bölge halklarıyla süren yüz yılların kırgınlığını aşmak için özverili bir elçi olarak motive etmek daha gerçekçidir.
***
Yeni Osmanlıcılık bir yıl öncesine göre daha derinden ve güçlüce oturtulmaya çalışılmaktadır. Bunun bir ayağı Arapları kazanma gibi, hayalde bile gerçekleşmeyecek bir duadır. Yeni Nasırcılık, yeni Osmanlıcılığın bir manivelası olarak Erdoğan’a biçilmek istenen rolde kendini ifade etme çabasında. Danışmanların, şakşakçıların el birliğiyle oturtmaya çalıştığı bu yönelimler, gerçekte ülkemize hiç bir şey kazandırmayacak hayallerden ibarettir. Zaman, mekan, şahıs ve metodoloji karışıklıkları içinde Erdoğan'a Arapların Nasır’ı (Cemal Abdulnasır 1918–28 Eylül 1970) yakıştırması, ittihatçıların Pan-İslamizm sallamaları gibidir. Hayalde başlayıp hayalde biten bu söylemlerin, iddia sahiplerinin kaoslarını yansıtmaktan başka anlamı bulunmamaktadır. Bölgede devam etmesi gereken açılım, eşitler arası bir açılım olarak derinleşmelidir. Bölgemiz tarihinde örnek alınacak ve bölge halklarının çıkarını temsil edecek hiç bir tarihi şahsiyet bulunmamaktadır. En iyisi ırkçılığa varan bir milliyetçiliğin ötesine geçmemiştir. Ortaçağ barbarlarının, zorbalık sonucu oluşturduğu birleşmeleri ise anmamak daha yerinde olacaktır.
Erdoğan, özgün koşulların verileriyle Başbakandır. Ülkemiz kimlik bunalımından, gelecek istikrarsızlığına kadar bir dizi sorunla boğuşmaktadır. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu demokratikleşmeyi başaramamış olanlara, bu konuda atılan adımları derinleştirme iradesi gösteremeyenlerin, ülkesinin mozaiğine ilişkin kapsayıcı anayasal, yasal ve kurumsal değişikliklere yönelemeyenlerin, tamamen farklı koşulların ürünü olan tarihi şahsiyetleri örnek almalarının hiç bir kıymeti yoktur. Bölgemiz ise çok daha karmaşık ve mozaiktir. Bölgemize göre çok daha küçük bir alan olan ülkemizde başarılamamış görevlerin, bölge ölçeğinde başarılabileceğini iddia etmek, denenmeyi gerektirmeyecek bir maceradır. Yakıtı özenti olan araba, duvara toslar.
Araplara özenti Osmanlı tarihinin her kesitinde vardı. Osmanlı algısında Araplar, "Necip millet"tir. Hz. Muhammed Arap, Kuran da Arapçadır. Ezan dahil, dinin ritüellerinde Arapça iç içedir. İslam fütuhatı kahramanlarının efsaneleri de bu özentiyi besleyen birer kaynaktır.
Cumhuriyet, bu algıların kırılmasıydı. Osmanlı'nın Batıya yönelen son dönemlerinin bir uzantısı olarak bölge gerçekliğiyle arasına fay hattı koymuştur. II. Dünya savaşı sonrası bölgeye dönüş arzularının ana perspektifi; NATO güdümlü bir emperyalist çıkar edatı olarak gündeme geldi. Bağdat Paktı, Cento, Irak devrimine müdahale girişmi, Lübnan iç savaşında kışkırtıcılık (1958), Arap-İsrail savaşlarının tümünde İsrail yanlısı tutum bunlar arasında yer alır. Atılan bu adımlar, ülkemizde Osmanlının 400 yıllık kanlı tarihinin, bir üst aşamada tekrarı gibiydi. Bölge halkları buna müsaade edemezdi. Nitekim Türkiye’nin bölgede esamisinin bile okunmaması da bundandı. Türkiye, ABD'nin dünya ölçeğinde emperyalist çıkarları için ürettiği "komünizmi kuşatma" teorilerine bir kurban, bir kukla olarak kendini teslim etmişti.
Bu dış siyasetin tek becerisi düşman üretmekti. Ülkemizi komşularıyla her an savaşa dönüşebilecek düşmanca ilişkilere sürmesi bu politikaların tek becerisiydi; bölgede bir yabancı gibi, kuşaklar boyu gergince yaşamak temel alınmıştı. 2000 yılına kadar bu politikalarla yüründü. Soğuk savaş izlerinin gerilerde kalmaya başladığı yeni dönemde, Türk dış politikasında bölge açısından bir revizyon eğilimi belirdi. Bu, 1950'lerden itibaren Türkiye'nin içinden çıkıp geldiği liberal politikaların daha rasyonel ele alınmasıyla da kesişmekteydi. Özal'ın güce, zora dayalı bölge açılım politikası da iflas edince (Irak sorununa askeri güçle müdahale etme hayalleri), bölgeyi nispeten daha iyi kavrayan, dini söylemleri ideolojik algılarında temel parametre olarak alan eğilimlere uygun bir fırsat oluştu.
Türkiye ekonomisinin yoğunlaşan pazar ihtiyaçları, Avrupa Birliğinin dayatmaları, bölgede oluşan güçler dengesinin yeniden düzenlenişi ve ortaya çıkan açıklar, bölgeye yeni bir yöntemle açılım sürecini hızlandırdı. Özellikle de, Mısır-Suudi Arabistan-Suriye üçlüsünün uzun zaman süren birliğinin dağılmış olması, bölgedeki güç etkinliklerinin yeniden şekillenmesini zorunlu kılıyordu.
Ülkemiz, bu konjonktürde aralanan kapıdan bölgede yer edinmeye yönelmiş ve bölgenin hassasiyetlerini değerlendirerek, önemli adımların atıldığı gözlenmiştir. Ne var ki, Türkiye'nin bölgeden yaklaşık yüz yıllık kopuşunun ardından bu dönüşü, bölgeli bir ülke olmaya yetmiyor. Yakın ve uzak tarih, bölge halklarının bilinçaltını değiştirmeye de yeterli değildir. Gündeme gelen görsel veriler (one minute esprisi) ise, tarihte hiç bir zaman yeni bir bilinçaltı oluşturacak etkiler üretemez. Buna rağmen Erdoğan, son dönemlerde yaptığı siyasi çıkışlarla; özellikle İsrail’e karşı Gazze savaşında takındığı tutum ve son diplomasi krizinde "İsrail artık kendine çeki düzen vermelidir" yönündeki açıklamaları bölgedeki karizmasını yoğun olarak güçlendirmiştir. Buna, ülkemizin bölge pazarına etkin girişi de eklenince, Erdoğan’a biçilmek istenen "Yeni-Nasır" rolünün dinamikleri anlaşılmış olur.
Yaratılmak istenen imaj, bir reenkarnasyon olayı gibidir. Ancak akıl ölçütlerine uymayan Erdoğan'ın Nasır özentisi ya da bunun için üretilen maskeler, gerçek yüzü gizleyemeyecek kadar şeffaftır. Son bir yıldır bu hikaye üzerine çalışıldığı bilinmektedir. Konudan konuya atlanarak kimlik oturtma çabası içinde olanlar, bölgede yer alış için farklı bir kimlik arayışının isabetsiz olduğunun farkında değiller. Zira bölgemizde geleceğe ilişkin olumlu ve herkesi birer eşit olarak ele alan, geçmişten bu güne taşınabilir bir ideol yoktur. Nasır ise, hiçte buna aday olabilecek bir şahsiyet değildir.
NASIR
ARAP BİRLİĞİ VE MÜDAHALELERDEN ÇIKAN SONUÇLAR
Bir yıl önce gündemde etkince yer alan "Yeni Osmanlıcılık" üzerine bir dizi makale yazdım. Bu makalelere ilişkin kimi yetersiz kişiler; gelişen olayın "Pan–İslamizm" olduğunu iddia ettiler. Ciddi bilgi yetmezliği içinde olanlara, bölgemizde tereciye tere satma anlamına gelecek Pan-İslamizmin, tarihin hiç bir döneminde hiç bir işlevi olmadığını belirtmekle kısaca cevap vermiştim. Gelişmekte olan sorun beyhude bir çaba olan Yeni–Osmanlıcılıktı. Yeni Osmanlıcılık; bölgeyi birbirine sosyal, kültürel ve özellikle ekonomik olarak bağlama çabalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çabaların tarihsel arka planı ve bu gün için kimlerin hangi amaçlarla bunu dile getirdikleri, bu yazımla birlikte, bir yıl önceki makalelerimde de uzunca izah edilmektedir. Bunlara eklenen yeni söylem, Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olarak lanse etme çabalarıdır. Bu konu da, Yeni-Osmanlıcılığın temel parametreleri üzerinde yükselerek, Erdoğan’ın bölgemizde yürütmekte olduğu açılım hamleleriyle de beslendi.
Kılıç hakkı ve Ortaçağ barbarlığının sürdürüldüğü 400 yıllık Osmanlı hükmü, on yıllar süren Cumhuriyet dönemi kesintisi ve yarım asırlık NATO kuklalığı olarak bölge halklarına karşı güdülen düşman politikaların ardından, sihirli bir değnekle değişeceği sanılan kanılara “Yeni-Nasır” anlayışını sunmak, hiçte trajediye benzemiyor. Bu, daha farklı bir şey olsa gerek. Erdoğan'ı Arapların öncüsü ve toparlayıcısı (Bismark) olarak yorumlanacak bir abartıyla Nasır'a benzetmeye kalkışmak, bir algı yanılgısıdır. Nasır’ı bilmemek, bölge ve tarihi hakkında, ciddi hatalar işlemek demektir.
Konuyla ilgili söylenmesi gereken bir kaç önemli nokta bulunmaktadır.
Öncelikle, Cemal Abdul Nasır, gerçek anlamıyla hiç bir zaman ne siyasal yönelim ne de ideolojik olarak Arapları bir bayrak altında toparlama diye bir perspektifin sahibi olmamıştır. O bir gerçek olan Arap ulusundan söz etmiş, ancak ilgili olduğu tek gerçek Mısır gerçeği olmuştur. Nasır, ne kapasite olarak ne de etkinlik olarak Mısır’ı aşabilecek, Arapları birleştirecek bir Bismark donanımında değildi.
NASIR
VE BİRLEŞİK ARAP CUMHURİYETİ
Birleşik Arap Cumhuriyeti önermesi hiç bir zaman Mısır ya da Nasır dan gelmiş bir öneri değildir. Bu önerme ve girişim dün olduğu gibi bu günde, ideolojik paradigmalarının arkasında durma çabası içinde olan, Suriye Sosyalist Arap Baas Partisi vatanseverlerinin bir önermesidir. Altın tabak içinde de Nasır'a sunulmuştur. Nasır bunu Arap Bismark'ı olarak değil, bir “Mısır Firavun'u” olarak hoyratça tüketmiştir.
Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) deneyimi (1 Şubat 1958–28 Eylül 1961) zamansız olarak ortaya atılan bir idealdi. Bu adım, çağıyla uyumlu gibi görünse de (ulusal hareketler çağı); 400 yıllık Osmanlı ve ardından gelen emperyalist hakimiyetin şokunu üzerinden atamamış, uluslaşma süreçlerini evrimci dengeler içinde yükseltememiş Arap ulusu için oldukça erken bir adımdı. Bu nedenle gelişmiş ve açılım için atılım yapan Mısır’a göre Suriye, bir sömürge konumundaydı. Nitekim “Birleşik Arap Cumhuriyeti”nde ilişkiler hakim ve mahkum türünden bir boyutu aşamadı.
Devrik Suriye Cumhurbaşkanı Emin El Hafız, bu tarihi kesitle ilgili anılarını anlattığı röportajlarında çok anlamlı bir mizansen ortaya koymuş; "Genç ve hevesli subaylar olarak randevusuz Nasır'ın kapısına dayandık, gel Başkanımız ol, ülkelerimizi birleştirelim ve tüm Araplar için bir çekim merkezi olacak Birleşik Arap Cumhuriyetini kuralım dedik" diye ifade etmiştir. M. Hasaneyn Heykel'in belgesel nitelikli yazılarında, Nasır'a zorla dayatılan bu birlik için günlerce düşündüğünü yazar (Birlik önerisi için Mısır'a giden Suriye yüksek heyetini üç gün beklettikten sonra karşılayıp, "bu işi aceleye getiriyorsunuz" dediğini aktarır). Nasır, avucuna konan Suriye gibi zengin bir ülkeyi, uzun süreli elde tutma planı bile yapmadan, vur kaç ne kaparsan kap cinsinden bir ilişkiyle ele almış ve sonunda Suriye vatanseverlerinin tepkisiyle elinden kaybetmiştir.
Bu satırların yazarı, BAC hükümetinde Sağlık Bakanı olan hemşehrisi, Affanlı Dr. Wehib El Ğanim'le yaptığı uzun sohbetlerinden, bu konuya ilişkin okurun bilgisine şunları aktarabilir; “Biz Liva İskenderun’lu aydınlar ve Uruba hareketinin yöneticileri olarak, Baas Partisinin kurucularından Zeki El Arsuzi önderliğinde Birleşik Arap Cumhuriyeti için özveriyle çalıştık. Amacımız Arap ulusunun siyasal birliğini sağlamaktı. Nasır en karizmatik lider ve 1956'da Süveş kanalının kamulaştırılması eylemiyle, gözümüzde bu umutları gerçekleştirecek bir kahraman gibiydi. Yerel her fedakarlığa, genelin çıkarları için hazırdık. Nasır’cı olmuştuk bir çırpıda. İdeallerimiz için yürüyorduk. Birlik olunca her şeyin gelişerek, iyileşeceğine inanıyorduk. Kurulan hükümette Sağlık Bakanlığına getirildim. Bu, Liva İskenderun'un tarih içinde Arap ulusuna sunduğu siyasal öncülüğün de bir ödülü gibiydi. Ancak, beklentilerimizin yerinde olmadığını kısa sürede görmeye başladık. Önce, ülkemizin siyasal çoğunluğunun önemli varlığı olan siyasal parti ve kuruluşlar lağvedildi, ordunun en yüksek kademelerine Mısır’lı subaylar atandı, ülkemizin en hassas ekonomik kaynaklarına Mısır’lı idareciler getirildi. Adım adım yutuluyor gibiydik. Nasır, bu yükü taşımakta zorlanıyordu. Tüm Arapların lideri değil de, Mısır'ın Araplar için atadığı bir mültezim gibiydi. Nasır için Mısır her şeyden önceydi. Kırılma böyle başladı ve bir daha toparlanamadı"
NASIR
VE IRAK DEVRİMİ
Meksika devrimi liderlerinden Zapata için bir anekdot anlatılır. "Gazeteler her defasında yeni şehirleri fethettiğimiz haberlerini yazıyordu, bizde bu haberleri gerçeğe dönüştürmek üzere gidip istila ediyorduk". Bu anekdot Nasır'ın 20. yy. Arap ülkelerindeki sosyal uyanışla ilgili durumunu nispeten açıklar niteliktedir. Hür Subaylar Hareketi, 23 Temmuz 1952'de Mısır'da iktidarı ele geçiren askeri bir darbeydi. 1954, Nasır'ın öne çıkması ve tüm iktidarı ele almasıyla belirginleşen gelişmeler, 1956'da Suveyş kanalının kamulaştırılmasıyla doruğuna ulaşır. Mısır, bu aşamadan sonra, Araplarla ilgili her konuda gerçek-hayal bir biçimde ilgili görülmüş ve kılınmıştır. Bu satırların yazarı araştırmalarında, Mısır'ın ya da Nasır'ın müdahale için özellikle istekli bir duruşuna rastlamamıştır. Nasır’ın böylesi bir perspektifi yoktu. Bunun arkasından koştuğu gibi bir iddia da temelsizdi.
Mısır devriminin önderleri olan Hür Subayların 6 maddelik programlarına baktığımızda da bu gerçeği görürüz (sonraları; sosyalizmden, tüm Arapların birleşmesi için yapılan yazım ve propagandaya rağmen, Hür Subaylar Hareketi ve başlarında Nasır olduğu halde, iktidara gelişiyle ilan ettiği 6 maddenin dışına çıkılmamıştır);
"-Süveyş kanalı etrafında üslenmiş bulunan İngiliz işgal ordularının ve onunla işbirliği yapan Mısır’lı hainlerin tasfiyesi,
-Feodalitenin ortadan kaldırılması,
-Ülke ekonomisine hakim olan tekelciliğin ve kapitalizmin tasfiyesi,
-Sosyal adaletin gerçekleşmesi,
-Ulusal ordunun kurulması,
-Ülkede sağlam bir demokrasinin oluşturulmasıydı."
( Bkz. http://www.ileri2000.org/24/arslan24.htm)
14 Temmuz 1958 Irak devrimindeki rolü; Irak’ın iç işlerine karışmaktan çok, Baasçılarla komünistler arasında kısa sürelerde el değiştiren iktidar kavgasına bir yön verme çabasından ibarettir. 14 Temmuz devriminin arkasındaki siyasal güç komünistlerdi. Ulusalcılar, birlikçiler (Arap Birliğini savunan milliyetçiler) Nasır'dan bin bir kanalla yardım istiyorlardı. Nasır'ın bu olaylara karşı ilgisi, olaylar hakkında yakın ilgisi olduğu üzerine çıkan haberlerin ardından geliyordu. Zapata misali gelişen bu durum, doğal olarak Mısır nüfus alanları etkinliği içinde kullanılıyordu. Ama Nasır bu gelişmelerin hiçbir yerinde, etken bir unsur olarak beliremedi. Belirdiği yerde de başarısız kaldı, yenildi. O komünistlere karşı, ulusalcıların yanında yer alırken de, krallığın tasfiyesinden yana açık bir tutum sergilemekten uzaktı. Irak askeri komutanı Nuri Said Paşa iktidardan düşürülüşünün ertesi günü (15 Temmuz 1958), kadın kılığında kaçarken yakalanıp öldürülmüş, serçe parmağı kesilerek Nasır'a gönderilmişti. Çok iyi Türkçe bilen, aynı zamanda bir Osmanlı subayı olan Nuri Said Paşa’nın cesedi, halk tarafından mezarından kaldırılarak, parçalanıp, asılarak yakılmıştır. Uzun yıllar süren İngiliz uşaklığının temsilcisi olarak görülen Nuri Said Paşa’nın bu hazin sonu, Nasır üzerinde de önemli etkiler yaratmıştır. Nuri Said Paşa’ya ait "kesik serçe parmağı hediyesi" karşısında içi burkulan Nasır, kendini "ilgisiz olduğu bir yıkımın suç ortağı" olarak algılar. Rahatsızlığını da, kesik parmağı Kahire'nin en büyük camilerinden birinde törenle gömülmesini emrederek gösterir. Ardından Irak’lı komünistlerin güçlenmesine duyulan tedirginlikle, Irak’ın içişlerine müdahalelerde bulunsa da, hiç bir zaman bunu bir Arap Bismark’ı olarak yapmamıştır.
Irak hiç bir zaman etkin bir Nasır taraftarlığı bile göstermemiş, Baasçıların son düelloyu kazandığı, Abdulselam Arif önderliğindeki 8 Şubat 1963 darbesi (Abdulkerim Kasım'a karşı), Arap Birliğini savunan ideolojik yönelimlerine karşın Irak'ı aşmamıştır. Suriye'de de 8 Mart 1963 darbesiyle Baasçıların iktidar olması bile, Nasır için bir toparlayıcı fiili liderlik için yeterli olmamıştı.
NASIR VE YEMEN
Yemen, coğrafi açıdan Mısır'la bir arada düşünülecek en son Arap ülkesidir. Mısır'ın Yemen iç savaşına müdahalesi ise, Nasır’ın ne karizmasıyla ne de Arap Birliği gibi olmayan bir düşüncesinin itimiyle gündeme gelmiştir. Ancak bu müdahale sürekli olarak bu yönüyle ele alınmış, Arap Birlikçisi ulusalcılar için önemli bir malzeme olarak ele alınmıştır.
Yemen lideri İmam Ahmed'in ölümüyle (19 Eylül 1962) yerine, oğlu Muhammed El Bedr atanır (20 Eylül 1962). El Bedr'in Genelkurmay Başkanlığına atadığı Albay Abdullah Şellal ise bir hafta sonra askeri darbeyle yeni İmamı iktidardan düşürür (27 Eylül 1962). Ertesi gün de Yemen'de cumhuriyet ilan edilir (28 Eylül 1962). Cumhuriyeti ilk tanıyan ve destekleyenler arasında Mısır, Suriye, Cezayir, Tunus gibi Arap ülkeleri yer alır. Karşı çıkanlar ise Arap monarşileri olur. Aradan iki hafta geçmeden devrik İmam El Bedr, Yemen'in kuzeyinden topladığı kuvvetlerle savaşa yönelir. Böylece başlayan Yemen iç savaşı; Mısır'dan binlerce km. uzaklıktaki bu coğrafyada, nüfus alanlarından çok (ki, bunun için güçlü bir ekonomi ve pazar arayışının olması gerek), farklı bir sürükleniş içinde, siyasal prestij peşinde koşmak gibi bir duruşla şekillenmiş ve bu sürükleniş, Nasır’ı yaşamı boyunca takip etmiştir. Altından kalkamayacağı girişimlere, kendi program ve yönelimlerinin dışındaki ısrarlar arkasından sürüklenişle biten bir siyasal süreç.
Yemen iç savaşında 80.000 Mısır askeri yer almıştır ve sonuç, iki güç arasında iniş çıkışlarla devam eden kocaman bir kaos olmuştur. Arap halkı, iç savaşlarla birbirini kırarken, emperyalist çıkarlar, kim kazanırsa kazansın, savaş yorgunu muzaffer olanlardan elde edilecekti. Mısır bu süreçten hiç bir şey kazanmamış, tersine çok şey kaybetmiştir. Nasır, Yemen müdahalesinden büyük bir kayıpla çıkmak zorunda kalmıştır.
Mısır, Yemen bataklığından ancak, İsrail’in erken vuruş olarak başlattığı 4 Haziran 1967 savaşının (6 gün savaşı ) baskısı altında çekilir. (9 Aralık 1967’de, daha önce İsrail savaşı ve sonuçlarını görüşmek üzere; Sudan'ın başkenti Hartum'da yapılan Ağustos 1967 Arap zirvesi'nin uzantısı olarak, 31 Ağustos 1967'da Nasır ile Suudi kralı Faysal arasında yapılan Hartum anlaşmasıyla karara bağlanmıştır)
Yemen, Arapların dilinde bir Anadolu mezarlığıdır. Kimsenin hüküm süremediği bu ülkede Osmanlı bile acze düşmüş, evlatlarına mezar olmuştur. Yemen Nasır için de mezar oldu.
NASIR VE LİBYA DEVRİMİ, KARA EYLÜL OLAYLARI
1 Eylül 1969, Albay Kaddafi önderliğinde Libya devrimi gerçekleşir. Kral I. İdris El Sinusi İstanbul’dadır. Genç subayların darbesi; Libya’yı Mısır’la birleştirme gibi bir hedef taşıdığı ve bu amaçla Arap Birliğinin gerçekleşmesine katkı sağlayacakları yönündeydi. M. Haseneyn Heykel, Kahire Dosyası adlı eserinde; darbeci genç subayların iktidarı Nasır'a sunmak için bağlantı kurduklarını, Nasır'ın, genç subaylara sakin olmaları, devlet iktidarlarının bu yolla alınıp verilemeyeceğini, traji-komik bir tarzda aktarır. Nasır, "Libya Devrimi"nin sunduğu birleşme önerisine bile sıcak bakmamıştır.
Libya ile Nasır ilişkisi, siyasal tarihte kara mizaha konu olabilecek enstantanelerle yürümüştür. Kaddafi'nin, Nasır aracılığıyla Çin'den atom bombası satın alma talebine gelen ret cevabına karşı; "Büyük bir bomba vermezlerse, şöyle küçük bir atom bombası satsınlar" demesi gibi.
Nasır, bu birlik girişimlerinden dili yanmış biri olarak, öteleyici oyalama siyasetinden başka bir heves göstermemiştir.
Nasır’ın son günlerinde ortaya çıkan ve tarihe “Kara Eylül” diye geçen Ürdün-Filistin savaşındaki rolü; sözü zar zor dinlenen bir aracı olmanın ötesine geçememiş, Arap zirvesi Mısır’ın güdümünde şekillenmesine rağmen, Nasır’ın, ulusal siyasal birlik için yapabileceği bir şey olamamıştır.
Nasır özentileri için kıssadan hisse, başka ülkelerin ve halkların adına kimse bir şey olmaya kalkışmasın. Her halk ve ülke, var oluş dinamikleri ve orijinaliteleriyle kendi gereklerine uygun liderler ve yöneticiler yaratır. Onlar yerine kendini koymak; bir tür dayatma değilse, kendini aldatmaktır. Birincisi, tarihi miadını doldurmuş bir davranış olup, diğeri ise, kişinin kimlik bunalımıdır, kimseyi ilgilendirmez.
NASIR
MISIR TARİHİNİN ÖZGÜN BİR SONUCUDUR
Nasır, hiç bir arap ülkesinde ne siyasi yollarla ne de silahla sonuç alamamış bir liderdir. Nasır, Arap ulusu coğrafyasında inanılmaz boyutta bir halk desteği kazanmış olup, Arap halkının gönlünde Nasır'dan daha ileri yer edinebilen bir lider yoktur. Bunun onlarca nedeni var ve bunların arasında, 400 yıllık Osmanlının baskısını saymak hiçte yanlış değlidir.
Araplar, ilk kez 20. yy. ortalarında, dünyanın her alanında gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisi ve kendi dinamiklerinin de itimiyle, birleşme umudunu edindiler. Bu umut meşru bir umut olarak, dün de bu gün de devam etmektedir. Ancak o gün açısından gerçekleşmesi mümkün olmayan bu umut, uluslaşma sürecinde tarihi olarak kaçırılmış önemli fırsatların, bu günün küreselleşme çağıyla, farklı bir yönelimde kendini ifade edeceği yeni kuşakları bekler durumdadır.
Avrupa topluluğu, tüm farkllılıklarına ve geçmişlerinde yer alan kanlı savaşlara karşın, ortak uygarlığın kurucuları olarak birleşme yönünde yol aldılar. Ortak kurum ve yasalar oluşturdular, ekonomilerini birleştirdiler. Araplar için bu türden gelişmelerin, zamanın evrim dengeleriyle oluşması ağırlıklı ihtimaldir. Bunun için gelecek kuşakların çabası büyük bir önem arz eder. Birlik düşüncesi Nasır için hiç bir zaman, gerçekleşebilir bir anlam taşımamış ve sonuçlarından yararlanma dışında da ele alınmamıştır. Nasır açısından, her şey Mısır içindir. Arap alemi ise, Okyanustan Halice kadar uzanan, 350 milyonluk dev bir dünyaydı.
Nasır, Arap ulusu ya da Arap coğrafyası değildir; Mısır'dır, Nil'dir. Nasır, Mısır tarihinin bir sentezidir. Siyasal literatürde "Mısır milliyetçiliği" diye bir terim yoktur. Ancak Nasır'ı tanımlamak için böylesi bir kavrama ihtiyaç duyuyorum. Nasır, Mısır Firavun uygarlığından, Kavalalı'lar dönemine kadar süren Mısır tarihinin, 20. yy. ortalarında özgün uyanışının bir sonucudur. Bu uyanış ulusal bir öz taşısa da, Mısır'a aittir. Mısır uyanışı, Arap ulusu adına siyasal bir birlik değil, ekonomik yayılma da değil (buna zaten gücü yoktur), bir uygarlık, bir var oluşun, kendi dinamikleriyle, kendi zenginlikleriyle bölgede rol oynama olayıdır. Mısır bunu özellikle Kavalalı M. Ali Paşa ve ardıllarınca başarmış bir ülkedir (Napolyon'un Mısır'ı fethine karşı,Mısır'a gönderilen ve 1805'te Mısır valiliğine atanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa) .
Mısır'ı çağdaş dünyanın bir parçası yapan; reformlarıyla ve bunun sonucu ortaya çıkan insan potansiyelleri, kültür, sanat, müzik, edebiyat, iç denizleri okyanuslara bağlayan konumu ve Nil gibi uygarlıklar yaratan nehriyle bir öncü ülke oluşudur. Bu özelliğiyle bu gün de etkinlik gösterme mücadelesi içindedir. Siyasal yönetimlerinin Mısır'a açtığı derin onursal yaralar ve gerilemelere rağmen Mısır; hala bölgenin öncüsü, abisi olan bir ülkedir.
Mısır Osmanlıya diz çökertebilecek bir gelişme içinde, bölgenin de hakimiydi. M. Ali Paşanın oğlu İbrahim paşa önderliğindeki Mısır ordusunun Konya'da, 1833 yılında Sadrazam Reşid Mehmed Paşa'yı da esir alarak (14 Mayıs 1833), büyük devletlerin çıkar müdahaleleri sonucu yapılan Kütahya Anlaşmasıyla dizginlenmiş bir ülkeydi. Buna 24 Haziran 1839 Nizip savaşı yenilgisini de eklediğimizde, Mısır'ın bölgede Osmanlıyı dahi ötekileştirebilen bir güce sahip olduğunu görmekteyiz. Türkiye-Mısır ilişkilerinde bu tarihi gerginliklerin açtığı soğukluk, bu güne kadar devam etmiştir. Buna; 4 Ocak 1954'te Türkiye'nin Kahire Büyükelçisi Hulusi Fuat Tugay'ın, diplomasi tarihinde ender rastlanan kovuluşu (İngilizler hesabına çalışan karşı devrimci faaliyetleri ve karısının Mısır eski hakimlerine mensup bir aileden olmasının yarattığı sorunlar), Nasır'ın, Başbakan A. Menderes'in görüşme talebini reddetmesi ve Bağdat Paktıyla ilgili gelişmeler de eklenebilir.
Mısır güçlü bir devletti ve başında Arap tarihinin en güçlü kişisi bulunuyordu. Ama bu etkinliği hiç bir zaman Araplar üzerinde bir egemenlik anlamına gelmiyordu. O günün koşulları içinde Kavalalı'ların ne bir ulusal bilinç ne de Araplar üzerinde bir iktidar, bir egemenlik ve bunun ürünü olacak sonuçlarla ilgileri vardı. Arnavut olmaları bile, onları daha çok Mısır'lı olma algısı içinde tutunmalarına yol açıyordu. Bulundukları topraklarda da tüm güçlerine rağmen, orijinal değillerdi. Bu nedenle İslamı bile bir araç olmaktan başka anlama sahip değildi. Mısır Arap ulusalcılığı konusunda, o günden bu güne kadar, silik bir yer alışın ötesine geçmemiştir.
Nasır, bu tarih bilinçaltının sonuçlarıyla olgunlaşan Mısırlılıkla, emperyalistlere karşı bir duruş içinde olmuştur. ABD daha çok verici bir sunum yapabilseydi, Mısır'ın, Sovyetlerle ilişkilerinin yolunu bile kesebileceği söylenebilir. Asuvan barajı kredileriyle ilgili ABD'nin tutumu, bıçak sırtında denge arayan bu ülkelerde hızlı bir kırılmayla sonuçlandı; bu gelişme, Nasır'ı bölgede süren iki blok rekabetinin bir tarafına itmişti. Nasır'ın ilericiliği de burada başlar, burada da biter.
Nasır'ın ilericiliği, Mısır'ın çıkarlarıyla kesiştiği yerdeydi. Bu ideolojik bir persfektif ya da tarih karşısında bir duruş değildi. Tito, Nehru, Nasır önderliğinde kurulan, Bağlantısızlar Hareketi de bu mantıkla kesişmekteydi. Bu güne kadar Arap milliyetçiliğinin ilham kaynaklarından biri olmasına karşın; hiç bir Arap ülkesinde ciddi siyasal bir etki yaratamamış Nasırcı Hareketlerin perişan halleriyle, Arap halkı tarafından da rağbet edilmeyen siyasal önermeleri bu gerçeğe işaret eder.
Bu noktadan bakınca, ne Nasır'ı var eden tarihi arka plan ne de ülkesinin konumlanışı ve siyasal yönelimleriyle Erdoğan'ın işine yarayacak, bölgemizde Türkiye'nin rolüne katkı sunacak bir veri bulunmamaktadır. Bu özentinin diğer boyutunda, çok daha acı bir gerçek bulunmaktadır. Kendini dev aynasında görme gibi komik hallerle anlatılabilecek bu acı durum Yeni Osmanlıcılıkla kesişmektedir. "Osmanlı aklı" diye tarihe mal olmuş olayların kaba algısıyla, bölgede adil ve eşit ilişki yerine, "baş olma, başbuğ olma" hayalleriyle yatırım yapma maceralarına soyunmak, iflas olduğu kadar kimlik bunalımıdır da.
Öncelikle bilinmeli ki;
Erdoğan döneminin Türkiye'ye bölgede kazandırdığı yer, Nasır'ın Arap Bismark'ı olması kadar hayali bir yerdir.
Danışmanların meddahlığıyla, kağıt üzerinde herkese her türden rol biçilebilir. Ancak bu gerçek olamaz. Bir çocuk gelir, kral çıplaktır der...
Erdoğan'ın bölgede oynamakta olduğu rol, ülkemiz statülerinin, bölgede tarihi boyunca güttüğü siyasal duruşların nitelik değişiminin ürünü olmamıştır. Ülkemizde henüz böyle bir siyasal devrim vuku bulmadı.
Erdoğan'ın bölgeye girişinde, Arap üçlüsü (Mısır-Suudi Arabistan-Suriye) arasındaki birlik ve dengenin bozulmasıyla oluşan boşluk önemli bir rol oynadı. Her şey Irak'ın işgaliyle başladı. Taraflar gerçek siyasal duruşlarını sergiledi. Birlikler, yeni kombinazonlara yönelen çözülmelere uğradı. Bölgede ABD'nin yüz yıllık egemenlik çağının başladığını sananlar, Saddam sonrası kendilerine çeki düzen vermeye başladılar. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), "Yaratıcı Anarşi" uygun bir bataklık buldu sanısı yaygınlaştı. Tren kaçtı kaçıyordu, kurtuluş, ABD'nin eteklerine yapışma yarışını körükledi. Oysa gerçekler çok farklıydı. 12 Temmuz 2006'da İsrail Lübnan'a savaş açınca; direnen halklar, siyasal yapılar, hatta insanlar için kıyamet saatinin geldiği ilan edildi. Esir Kampları oluşturuldu, ülkelerin Irak gibi nasıl bölüneceği, kimin ne türden bir hisse alacağı üzerinde pazarlıklar başladı.
Ancak öyle olmadı. İsrail, tarihinde ilk kez durdurulmuş ve yenilmişti. "Yaratıcı anarşi" adına katledilen Lübnan Başbakanı Refik El Hariri adı etrafında kurgulanan uluslararası senaryolar, adım adım sahte şahitlerin foyası meydana çıktıkça, veriler ortaya serildikçe çözülmüştü. İsrail ve ABD'nin bölgemizdeki tüm kirli işlerin arkasında durduğu anlaşılıyordu.
Bu gerçeklere rağmen Mısır, büyük ülke onurunu küçük düşürmeme adına, ilkel ve bir o kadar kaba politikasında ısrar ediyordu. İsrail'le ilişkilerini derinleştiriyor, bu tutumunu Gazze halkının aç bırakılmasına yol açan sınırları kapatma, yer altı tünellerini engeleme için çelik duvarlar inşaa etmeye kadar götürüyordu. Mısır, artık bölgede hiç bir rol oynayamayacak kadar bölge halklarının tepkisini çekmişti. Bunu düzeltme emaresini bile göstermemekte ısrar ediyordu. Bölgede Araplar arasındaki tarihin en büyük kırılması böyle oluştu.
Bu kırılmayla oluşan fay hattı, Türkiye'nin bölgeye yeniden dönmesinin yol haritası oldu ve Erdoğan bu köprüden geçti. Ne zekası, ne etkinliği, ne de başka bir özelliğiyle değil.
Suriye, Türkiye'nin bölgeye girişinde temel bir rol oynadı. Suriye'nin araladığı oranda Türkiye'nin bölgedeki varlığından söz edilebilir. Bunu daha iyi anlamak için, 20 Ocak 2010 tarihinde, ABD'nin Lübnan eski Büyükelçisi Fieldman'ın, "ABD'nin, Suriye'yle ilişkilerini düzeltmekten başka şansı kalmamıştı, bölge ve dünyanın tüm ülkelerinin Suriye'ye koştuğu bir kesitte, ABD tecrit olmuş haliyle bölgede bir rol oynayamazdı" sözlerinde anlam bulan yaklaşımını bilince iyice çıkarmak gerek. Suriye bölgenin anahtarıdır. Yönetimini beğensek de beğenmesek de Suriye'siz, bu bölgede ne barış ne de savaş olur. Suriye bu rolünü her zaman bölge halklarının çıkarları yönünde değerlendirmek için çalıştı. Hiç bir devlet ne kadar büyük olursa olsun, Suriye'yi atlayarak bu bölgede çıkarlarını koruyamaz. Türkiye açısından durum çok daha önemle öyledir.
Türkiye-Suriye ilişkilerinin böylesine hızlı bir şekilde, derinleşip genişlemesinin altında yatan gerçek; Türkiye'nin bölge politikalarında on yıllardır sürdürdüğü yanlışlarını ciddi anlamda görmesiyle yakından ilgilidir. Türkiye'nin, Suriye-İsrail barış görüşmelerinde üslenmekte olduğu rolde, İsrail'le ilişkilerini riske sokma pahasına, ısrarlı olmasının altında da bu vardır; Arap alemine yönelik çıkarların yolu Suriye'den geçer, inancını bilince çıkarmasıdır. Bir ülkenin yüksek çıkar stratejileri de bunu gerektiriyor.
Bu verilerin ışığı altında, Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olmaya özendirmek yerine, ülkemizin bölge halklarıyla süren yüz yılların kırgınlığını aşmak için, özverili bir elçi olarak motive etmek daha gerçekçidir.
Dolayısıyla Erdoğan, ne Türkiye'nin hedefleri açısından ne de Arapların beklentileri açısından Nasır değildir, olamaz da. Erdoğan, on yıllardır yanlışlıklar ve düşmanlıklar içinde geliştirilen Türkiye'nin bölge politikasında; Avrupa'nın dıştalayıcı, kapıda bekletici duruş sergilemesiyle tetiklenen bir Ortadoğululaşma çabası içindedir.
Bu çabanın mimarları Türkiye'li değil, İsrail'lidir; Şimon Perez ve İsrail İşçi Partisi çevresidir. İsrail'in bölgedeki ürkütücü tecritini kırmak adına planlanmış bir politikadır. Bölgeyi İsrail'le uyumlaştırma çabasıdır. Türkiye, İsrail karşısında kararlı tutumunu derinleştirebildiği ölçüde bu stratejiyi kendi ülkesi ve halkına olduğu kadar, bölge halklarının birlik ve eşitliği için yararlı hale getirebilir. Türkiye kararlı davranmaz ve bir biçimde İsrail'i bu sürece sokuşturma gibi "barışçıl girişimler" adı altında bir yönelime girerse, bölgede bir daha geri dönüşü zor bir yara alır. Bölge halkları bunu, Türkiye'nin geleneksel NATO yanlısı politikaların bir devamı olarak görür.
Bilinmesi gereken önemli noktalardan biri de, Türkiye, Mısır değildir; Mısır onlarca kez kırılsa da döner Araplara büyüklük rölünü oynar, Araplar da bundan memnunluk duyar. Enver Sedat 17 Eylül 1977'de İsrail'le Camp David Barış anlaşmasını imzaladığında, Mısır'ın Arap aleminden tecrit olmasına yol açmasına rağmen, geri dönüşü, konumuz için önemli bir hatırlatmadır. Ancak Türkiye bir kez kırılırsa, bir daha zor döner.
Buna rağmen Erdoğan'ın bölgede kazandığı karizma, inkar edilemeyecek bir düzeydedir. Gazze savaşındaki tutumu, Davos'taki "one minute" olayı ve son olarak İsrail'in diplomatik kabalığına karşı gösterdiği davranışların önemli etkileri oldu. Arapların kendi liderlerinden özlemle bekledikleri bu tutumlar, Erdoğan'ı Nasır yapmaz. Ancak ülkesinin iç sorunlarında demokrasiyi derinliğine ve genişliğine gerçekleştirmek kaydıyla, kendi farklılıklarını bir eşit olarak güvenceye kavuşturan bir ülke, bölgenin farklılıklarında bir eşit olarak, ortak çıkarlar için çok şey yapabilir.
Bölge barışına, bölge halklarının ortak kazanımına gerçekçi bir katkı, birilerine özenmekle değil, kendine özgün olmakla sağlanabilir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder