HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

7 Ocak 2010 Perşembe

HDÖ'den ACİL'e SİYASAL EVRİMİMİZ...

Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner ve Mit ajanı İbrahim Yalçın’ın yalanları ve el yazılı belgeler

Mihrac Ural
6 Ocak 2010


THKP-C süreci bir siyasal örgütlenme sürecidir. Bu sürecin lideri Mahir Çayan ve yönetici kadroları, siyasal bir örgüt olmanın tüm etkinlikleriyle devrimci mücadele içindeydiler. Yayınlarıyla, yazılarıyla dernek, sendika ve yaşamı ilgilendiren çoğu yerdeki kitlesel örgütlenmeleriyle bir siyasal örgüt olarak mücadele ettiler. Kongre ve kongrenin karar bağlayacağı bir çok eksiğe rağmen THKP-C gerçek bir siyasal örgüt olarak mücadele etmiştir.

THKP-C geleneğinden bir çok örgüt doğmuştur. kopma ya da sapmalarla gündeme gelen örgütlerden biri de THKP-C/HDÖ hareketidir. Bu hareket siyasal bir örgüt tanımına oturtulması güç, askeri bakış açısıyla şekillenmiş bir hareketti. Yayın politikası olmayan ve buna şiddetle karşı çıkan, siyasi olaylar üzerinde güncel yorumları bulunmayan, elindeki üç yazıdan ibaret (Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz (Suni denge), Rus devriminden çıkan dersler, TDAS) kitlelerden yalıtılmış (kitle çizgisini red eden anlamında), örgütlenmeyi sadece belli bir alanda kişi (militan) bulmak üzerine kurgulamış bir hareket. İlker Akmanların siyasi, yazınsan, kitlesel algılarının dışında kalan bu hareket, 19 Ağustos 1977’de polis işbirlikçisi bir itirafçının yıkımıyla da yüz yüze kalınca, temelden sarsılmıştır. Bu itirafçı bildiğiniz Engin Erkiner’di.

İlker Akman’ın Mahir geleneği yönünde bir yazım ve yayım etkinliğine ilişkin evrimi sürdüremeyen, elindeki eklektik yazılarla siyasallaşamayan ve arka arkaya gelen ölüm, yakalanmalarla ve sonunda İtirafçı Engin Erkiner'in polisle işbirliği yaparak indirdiği darbeyle dumura uğrayan HDÖ süreci, siyasal bir süreç yönünde evrimini tamamlayamamıştır.

Bu süreçte, askeri bakış açısı hakimdi. Bilinen ile yazılanlar arasında bile ciddi kopukluklar vardı. Halk savaşı savunuluyordu, Birleşik devrimci savaş deniyordu, öncü savaşı, PASS, silahlı propaganda gibi bir dizi parametre ne teorik ne de pratik bir yere oturmuştu. Aynı dönem ülkemizde, tüm sol çevrelerde tahlil savaşları yürüyordu. İdeolojik mücadele, polemikler, hızla tırmanıyordu. Bu süreçte HDÖ’nün ilgili olduğu hiçbir adım yoktur. Bir askeri mücadele algısı vardı, büyük eylem yapma, daha büyük ve ses getirecek eylem yapma eğilimi öndeydi. Bu sürecin sonunda İstanbul İntercontinental eyleminin bile sansasyonel oluşu bu otelde yapılan derin devlet toplantısına tesadüf etmesine bağlı olarak şekilleniyordu. Yani sansasyonel eylemin siyasi açıdan bir ölçüde anlam ve mahiyetine ilişkin bir siyasi veri, bir teorik gerekçe olabilecek yazım söz konusu değildi.

Bilinen en büyük ve daha da büyük askeri eylem, sansasyonel eylemler silahlı propaganda, kır gerillası kırlardan şehirlerin kuşatılması gibi söylemler etrafında bir düşünce bulunuyordu. Binboğa dağlarına askeri eğitim için yapılan gidiş geliş, bu kesite katılanların heyecan, samimiyetine rağmen, yapılan önemli bir şey yoktu. Mısır yapımı bir Port-sait otomatik, bir laz tabanca, bir Fransız onlusu gibi, rahmetli Hamdullah Erbil’in 5’li Fransız mavzeri. Bu ortamda, siyasi duruş, siyasi bilgi paylaşımı ya da dönüşümüyle ilgili hiçbir şey yoktu, olmadı konusu bile açılmadı. Dağa tırmanış ve iniş yapılıp, dönüldü. Bunu Binboğa tırmanışı diye 5’nolu dosyada uzunca konu etmiştim. Bkz. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

Ancak aynı dönemde, kitleler arasında çalışmaları yürüten Güney Bölgesi, nispeten de Karadeniz bölgesi sol siyasi arenanın güncel tartışmalarıyla yüz yüze kalıyordu. Ankara’nın-İstanbul’un kapalı odalarında kadro diye savaş bekleyenlerden çok farklı sorumluluk algılarına sahipti. Siyasi bir örgüt olmak için siyasal verilerini mücadele alanlarında örgütlenme ve direniş amacıyla ortaya koymak gerekiyordu. Milli mesele, Faşizm üzerine, Emperyalizm üzerine, halk savaşı üzerine Sovyet sosyal emperyalizmi iddiaları üzerine, örgütlenme, örgüt yapısı vb üzerine somut bir şeyler söylemek gerekirdi. O günün verilerinde bu tür askeri bakış açısında olan örgütlerin ilgili oldukları hiçbir tartışma yoktu. Öncü savaşı önce şehirlerden başlayacak, kırlara yayılacak, hareketi kır gerilla birlikleriyle kırdan şehirler kuşatılacak. Algı buydu ve ilginç olan da detay yoktu.

19 Ağustos 1977 İstanbul yakalanmalarına kadar THKP-C-HDÖ adı altında yürüyen süreç siyasi bir örgüt olmaktan çok uzaktı. Kapalı odaların, dar ilişkilerin yapılanmasıydı. Üst komite alt komite, genel komite vb tanımlamaları ise örgütün var olan bile istisna tüm militan ve sepatızanlarının hayalı konumlanışından ibaretti. Kim, kimi hangi kıstasla nerye yerleştirdiğine ait bir kıstas yoktu. Kongre öncesi geçici bir tüzük algısı hiç yoktu. Yani ordusuz komutanlar, kitlesiz yöneticiler gibi bir durumdu. Bu durum, THKP-C kökenli hareketlerde DEV-YOL, Devrimci-Sol gibi kitle tabanı olan örgütlerden de çok farklılık taşıyordu.

Bazen bu farklılık bu tür örgütlerde daha çok kasılmayı, daha çok kitleden uzaklaşmayı ve kitlesel örgütlenmeleri pasifist diye nitelendirmeyi getirmiştir. HDÖ sürecinde, örgüt yayınlarının basımı ve dağıtımı bile yasaktı. Elde olan üç yazıyı da ancak, belli kadrolar okurdu, onlar bilirdi.

Askeri bakış açısının hükmü altında çok değerli Yüksel Eriş, Ayşe Karamollaoğlu gibi yoldaşları şehit verdik. Bu iki yoldaş Güney bölgesi örgütlenmesinin belli bir düzeyinde gelip bizlerle birlikte olmuşlardı. Onlar da güney bölgesindeki bu geniş ilişki ağı karşısında örgütün bütünsel yapısından farklı bir durumla karşı karşıya kaldıklarını sık sık ifade ederlerdi. Bu fark kitle algısı ve bunun sorumluluğunun yerine getirmesiydi. Yüksel Eriş yoldaşın, yapılacak seri askeri eylem hazırlığıyla ilgili söylediği "Örgüt, bu eylemleri, bu günkü haliyle kaldıramaz. Bunu Hatay Kurtuluş örgütü ya da ordusu olarak sahiplenmek daha doğrudur" yönündeki müdahalesi bunu anlatmaya yeterlidir (Yüksel Yoldaşın bu sözlerine ilişkin itirafçı Engin'in itirazlarını, Yüksel Yoldaşı Hatay davasını, Arap sorununu bilmeyen biri olarak gösterme cehaletini ise ciddiye almamak yeterlidir.)

İlkerlerin yapılanma için dirayetlice attıkları başlangıç adımları, Yüksel ve Ayşe yoldaşların kapsayıcı olgunlukları ve siyasal yöndeki eğilimlere olumlu bakışları örgütümüz için çok önemli kaynaklardı. Ancak şehit olmalarıyla büyük bir boşluk doğmuş oldu. Bu boşluğu kapatacak hiç kimse bulunmuyordu. Bu boşluğun kapanması gereken süreç belli bir olgunluğa gelmeden de (askeri bakış açısının algılarıyla da olsa) 19 Ağustos 1977 İstanbul yakalanmaları geldi. Eldeki veriler bu yakalanmalarda MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın rolü olduğuna işaret ediyor.

19 Ağustos 1977 darbesi bir yıkıma dönüştü. Polis İşbirlikçisi itirafçı Engin Erkiner, tipik bir askeri bakış açısının sorumsuzluğuyla polisle işbirliğine girerek örgütte bildiği, yakın uzak sempatizan, kadro, militan, adres akraba ve merhabalaştığı herkesi ve her şeyi verdi. 50’ye yakın ismi ilk kez polise deşifre etti. Bununla da kalmadı unuttuğunu hatırlayınca da verdi, kronolojik olarak da verdi, ihtimal dahilindeki eylemleri ve bu eylemleri kimin yapabileceğini de verdi. İtirafçı Enginin polis ifadesi dahil, tüm ayrıntılar için bkz. 1. Dosya, İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER’İN POLİS İFADESİ ( http://acilciler-thkpc.blogspot.com/)

İtirafçı Engin, İstanbul yakalanmasında örgüte dayattığı yıkım dışında, bu örgüt tarihinde etkisini hissettiren hiçbir şeye sahip değildi. İstanbul bölgesinde sorumlu olması dışında bilinen bir özelliği de yoktu. Yakalanma dönemine kadar, geçen süreçte, 1975-1977 gibi ülkemizin en önemli siyasi kesitinde ne bir açıklama, ne bir bildiri ne bir yazınsal çalışma ne de başka bir şeyi olmayan askeri bakış açısına mahkum örgütün, var olan kadrolarından biriydi. Bu yanıyla da en silik kişilikti, ne bir Nebil ne de bir Ali Sönmez ölçeğinde militanlığı da vardı.

Buna karşın,

Yiğidi öldür hakkını yeme derler. Bu sürecin mantık yapısını, ilkelerini, militan ve kadro anlayışını sürdürme kararlılığı gösteren kişi Rıza Salman olmuştur. Siyasi ve insani davranış açısından asla kabullenilmeyecek biri olmasına karışın, Rıza, Mahir Çayan çizgisiyle uzak yakın ilişkisi olmayan yanıyla da olsa, HDÖ çizgisiyle uyumlu bir duruş sürdürmüştür. Yani askeri bakış açısı diye bilinen sürecin devamcısı olmuştur. Bunu da “Marksizm Leninizm bir eylem kılavuzudur” adlı çalışmasıyla teorikleştirme çabasında olmuştur.Bu çevrenin o günkü örgütümüzde oluşturduğu algıları kavramak için bu gün bile savunmaya devam ettiği şu cümleleri okumak yeterli olacaktır:

"BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ:
...

Eylem Kılavuzu-III”ün örgütümüz açısından özel yeri, her zaman, örgüt saflarında ortaya çıkan sağ ve pasifist eğilimlere ve sapmalara karşı bir "savaş aracı” olmasıyla da sınırlı değildir. Aradan geçen 17 yıla rağmen, sadece Genel Komite üyeleri için çoğaltılmış beş nüshasının dışında bir başka nüshası bulunmamaktadır. 1978-79 arasında değişik biçimlerde çoğaltıldığı iddia edilmişse de ..bugüne kadar böyle bir nüsha ortaya çıkmamıştır.
.
" Eylem Kılavuzu-III”, yazıldığı tarihsel koşulların dili ve terminolojisiyle kaleme alınmıştır ve sadece Genel Komite'nin değerlendirmesi için beş adet çoğaltılmıştır. Bu nedenle pekçok örgüt üyesi tarafından okunmamıştır. Ama buna rağmen, her dönemde, sağ ve pasifist eğilimlere ve sapmalara karşı, kadroların örgütümüzün stratejik görüşlerine sahip çıkmasında bir simge olmuştur. Bu özelliği ile örgütümüzün tarihinde en çok sözü edilen, ama okunmamış bir yazı olma niteliğine sahip ilk ve tek metin olmuştur.
" ( http://www.kurtuluscephesi.com/eris/eylemkl1b.html )

Niğde ceza evinde bu yazıyı görme ve göz gezdirme durumunda oldum (1979 sonları). Aramızda siyasi ayrılık son aşamasındaydı ve okuduğum bu yazı, sondan başa dönen, yani askeri mantığı onaylamak için Marksizm-Leninizm’de keşif yapan bir yazıydı. Ne ülkeyle, ne siyasi süreçle ne de gerçeklerle ilgisi olmayan bol alıntılı bu yazı, bizim ortaya koyduğumuz tezler karşısında çok zayıftı. Biz askeri değil siyasi bir mücadeleden ve buna bağlı bir silahlı mücadeleden söz ediyorduk. Halk savaşının ülkemiz için geçerli bir tez olmadığından ve buna bağlı diğer tüm detayların farklı tespit edilmesinden söz ediyorduk. Bu bizim siyasal evrimimizdi.

Askeri bakış açısı, temelde halk savaşı denilen teori üzerine, biraz Latin Amerika şehir gerilla algıları konularak oluşturulmuş, sıkıştığı yerde kır-şehir diyalektik bütünlüğü diye tarif edilen ancak özü ve yönelimi askeri olan bir bakış açısıdır. Kitle diye bir bakışı yoktu ve kitleler silahların sesiyle koşarak sürece katılacak sürü gibi algılanıyordu. Gerçekte ise, Halk savaşının zorunlu yönelimi kır gerilla oluşumu, hareketli gerilla birliklerinin kuruluş ve bu sürecin de mantıki algısı gereği şehirlerin kırlardan kuşatılarak devrimin kazanılması stratejisi bulunur. Bu stratejide mantık tutarlılığı feodal ülkede olmaktan kaynaklanır. Feodal mahalli mütegalibenin birbirinden nispeten kopuk yapıları böylesi bir stratejiyi mümkün kılar. Çin örneği Vietnam örneği budur.

Oysa ülkemizde, hareketli kır gerilla birliğinin için gerekli nesnel bir zemin yoktur. Dönüp sığınacağı bir üssü de olamazdı. Bu gerçek Bu gün Kürt özgürlük hareketinde bile Kuzey Irak şansına bağlı olarak sürmektedir. O da, Kır gerilla birliğinden bir adım sonrasına ulaşmadan; yani ülkede bir gerilla üssü, kurtarılmış bölge oluşturma durumu olmadan. Kürdistan’ın özgün durumu bile bilinen kırlardan şehirleri kuşatma tezine geçit verememektedir. PKK'nin başlangıçta dile getirdiği "kurtarılmış küçük bir vatan parçası" tezinin, bu gün için "ortak ülkemizde demokrasi mücadelesi" tezine evrimi, bunu ifade ediyor. Bunu Sayın Öcalan’la çok tartıştık; şehirlere önem verin, kitlelere önem verin, şehir milislerini öne çıkartın dedik durduk. Bu sohbetlerimiz 18 yıl boyunca devam etti.

HDÖ ile bu siyasal yaklaşımlarımız bir yol ayrımına doğru tırmanıp durmuştur. Çin, Vietnam üzerine birazcık Latin Amerika şehir gerilla taktikleri eklenerek, uydurulmaya çalışılan yöntemi biz Acilciler için ayakları yere basmayan bir yaklaşımdı. Güney bölgesi çalışmalarında bu evrim tüm yoğunluğuyla patrik ve siyasi etkinliklerin ürünü olarak ortaya çıkıyordu.

Acilciler siyasal bir yapılanma doğrultusunda evrimleşirken adım adım teorik, pratik ve ideolojik olarak bunun partik gerekleriyle yüz yüze kaldılar ve özümbulmak için kendi etkinliklerini yükselttiler. Onlarca seminer, dergi, kitap ve bildiri bu süreçte yayın hayatına girdi.

Oysa, 19 Ağustos 1977 yakalanmalarına kadar HDÖ süreci diye bilenen süreçte, askeri bakış açısı bu ekibin elinde İlkerlerin mantık dokusunu da inkar eden, onların siyasal kişilikleri ve yazım yönünde verdikleri çabaları yadsıyan bir tarzdı. Bu nedenle, İlkerlerin, mevcut durum tahlillerini içeren yazım eğilimleri mantıki sonuçlarına götürülmemiştir. Bunu anlamak için bu askeri mantık egemenliğindeki yapının, yayın politikasına karşı tutumun bilmek yeterlidir.

HDÖ sürecinin askeri bakış açısı gereği, yayın çıkarmak yanlıştı, bildiri dağıtmak kabul edilmez bir pasifizmdi. Var olan, üç yazıdan ibaret olan örgüt literatürünün okunması bile sadece çok üst düzey kadrolara aitti. Geride kalanlar, var olduğu kadarıyla, sadece askeri eylem için bekleyecekti. Üstelik kapalı odalarda, aynı daire içinde yine birbirine kapalı odalarda yan yana düğmenin basılmasını bekleyecekti. Güney bölgesinden İstanbul’a gönderdiğim Nebil ve Ali Sönmez yoldaşların aktardıkları, geldikleri yerdeki kitlesel bağlar ve ilişkilere göre bir zindan militanlığı gibiydi.

19 Ağustos 1977 sürecine varıldığında durum bundan ibaretti. Bu duruma örgütsel siyasal konum açısından bir gelenek bulmak, bir kurgudan ibarettir. Ki bunu İtirafçı ve ortağı MİT ajanı becermek için çırpınıp duruyorlar. Bu durum, Mahirin TPKP-C sürecinden çok çok geridi ve hızla örgütlenmeye başlayan Kurtuluş (KSD hareketi), DEV-YOL gibi harektelirin de çok gerisindeydi. Ancak Güney bölgesi kitleselliğiyle bu gelenğin ilerisinde bir yapılanma üretebilmişti. Buna rağmen, genelde HDÖ süreci ne Mahirlerin siyasal sürecinde anlam bulan, yayın faaliyeti, dernek, öğrenci ve kitlesel çalışmaları ihtiva eden ne de başka düzeylerdeki örgütlenmeleri (ordu içi örgütlenme gibi) içeriyordu. Mahirlerin Kurtuluş’u yoktu, DEV-GENÇ’i yoktu. Böyle bir çabaya da tamamen karşı bir çıkış vardı. Bölgemizde yayınladığımız TEK YOL DEVRİM dergisine gisterilen tepki, "Sovyet Sosyal Emperyalizmi Tezlerinin Saçmalığı" adlı broşürün basımına karşı koyulanan tavır inanılır gibi değildi. "Askerlik mantığın bittiği yerde başlar" gibi bir haller vardı. Bölgemiz bunu hiç bir zaman kabul etmedi.

THKP-C/ HDÖ 19 Ağustos 1977 yakalanmasına kadarki durumu, mahirlerin THKP-C’sinden olduğu kadar, THKP-C (Acilciler)’le de uzak yakın bir siyasi, örgütsel ilişkisi yoktu.

Bu farkı yaratan, siyasal ve örgütsel evrimin 19 Ağustos 1977’den sonra ikame edilmesiydi. Bunun için Güney bölgesinin yeterli siyasal birikimleri ve örgütsel ağları mevcuttu.

HDÖ-ACİL kırılması, ayrışmasının resmi olarak belirginleştiği noktadan gerisin geriye geldiğimizde konu daha net anlaşılacaktır. 1979 Konya ceza evinde THKP-C /HDÖ ile THKP-C (Acilciler) filen olduğu kadar, resmen de teorik, ideolojik ve yapısal olarak ayrı iki örgüt haline gelmiştir.

Bu sonucun tüm temel ilkeleri, istisnasız bu satırların yazarı tarafından atılmıştır. O güne kadar Rıza Salman’la İtirafçı Engin Erkiner arasında devam eden mektup trafiğine rağmen Engin Erkiner bizim ortaya koyduğumuz askeri mücadelenin politik sanatı tezini kabullenerek çevremizde kalmıştır. Rıza'yla yazışmalarında hep ortacı yolu izleyen İtirafçıya, buraya kadar dediğimizde yapacağı tek şey kalmıştı, o da bize katılmaktı. Bunun tanığı Konya cezaevine gelen onlarca örgüt kadromuzdu. Bunlar arasında Niğde Firarından hemen sonra, Konya cezaevine gelen Nebil’in ziyareti de buna dahildir (Nebil burada aldığı talimatla güney bölgesine gidip oradan sağ salim Filistin’e yolcu olmuştur. 1979. Bu ziyareti itirafçının görmemiş olması kadar normal bir şey yoktur)

Acilin siyasal evrimindeki temel taşları aktarmadan önce, itirafçı Engin’in bilgi dokusunun sıradan ve eklektiklik olduğuna dikkat çekeceğim. Bunu daha sonra gerek olursa, ayrı bir yazıyla TDAS'ın eklektik ve çelişkili dokusunu da örnekleriyle göstereceğim. . TDAS'ı kimin yazdığı hala net değildir. İtirafçı'nın abartma ve kurgularla bilenen kişiliği, HDÖ'cülerin TDAS 3. baskısına (1993) yazdıkları ön sözde "broşürün hazırlanmasında ve yayınlanmasında yer almış pek çok yoldaşımız artık yaşamamaktadırlar. Onlar, Halkın Devrimci Öncüleri olarak, oligarşiye ve emperyalizme karşı mücadelede şehit düşmüşlerdir." Yönündeki belirleme, HDÖ'cü çevrenin ısrarlıca bubroşüre sahip çıkışları karşısında itirafçının sesiz kalışı, elinde el yazması gibi herhangi bir begenin de bulunmaması bu broşürün yazımına ilişkin ayrı bir araştırmayı gereklikılar. O denemin başka bir tanığı hala yaşadığına göre (Rısa Salman), açık ve net görüş belerlemesi önem taşımaktadır. Bu bir yana.

TDAS'ı kim yazmış(lar) olursa olsun, önemli bir yazımdır. Ancak olağan üstü eklektik olduğu kadar, HDÖ'den Acil sürecine siyasal evrimimizle aştığımız stratejilerin temel pardigmalarını ihtiva ettiğini belirlememiz gerek. TDAS, Acilcilerin geride bıraktığı halk savaşı tezinin sıkı bir savunusu üzerinde devrim stratejisini temellendirir. Bu görüş ise 1978'den itibaren artık Acilcilere ait değildi. Buyrun TDAS'ın temel iddiasını birlikte okuyalım:

"Geri-bıraktırılmış ülkelerde emperyalizmin zayıf olduğu bölgeler kırlardır. Şehirler oligarşik diktanın ordusunun ve polisinin sıkı kontrolü altındadır, aynı zamanda emperyalist ülkeler de gerektiğinde bu merkezlere kolaylıkla müdahale edebilir. Devrim, emperyalizmin zayıf karnı kırlarda gelişerek, onun en güçlü olduğu şehirlerin ele geçirilmesiyle bitecek uzun bir savaş olacaktır. Halk Savaşı, geri-bıraktırılmış ülkeler devriminde zorunlu bir duraktır.

"Devrimde Halk Savaşının zorunlu bir durak oluşu, kırların temel savaş alanı olması, ülkedeki üretici güçlerin gelişim seviyesinden değil, emperyalizm olgusundan kaynaklanır. Halk Savaşının ara aşamaları, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının değişik dönemlerinin özelliklerinden, ülkedeki üretici güçlerin gelişme seviyesinden, tarihi gelenekler vb. tarafından belirlenir. Kırlar temel savaş alanı olduğundan köylülük temel güç"tür. (TDAS, III: Bölüm, 1. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi Geri-Bıraktırılmış Ülkelerde Temel Devrim Stratejisidir Bkz: http://www.kurtuluscephesi.com/eris/tdas.html )

Şimdilik bu kadarla yetineceğim. Bu bağlamda İtirafçı Engin'in, abartmacılığı, eklektik düşünce yapısı ve bilgi birikiminin soyutla yapma orjinalitesine sahip olmaması üzerinde bir hatırlatmadan ibarettir.

Bu kişi, bulunduğu yere renk uyumu konusunda çok süratli olan bir kişidir. Yakalandığında, polisle yüz yüze gelince, nasıl teslim olup itirafçı olduysa, bizimle yüz yüze gelince bizlerin siyasal tezlerine uyum sağlamıştır. İtirafçı Rıza Salman’la birlikte olsaydı onun tezlerine teslim olacağını bilmek için, TKEP’le dirsek temasında TKEP’li, Frankfurt okulu çevresinde olunca da bu marjinal düşüncelerin renginden olmasını hatırlamak yeterlidir.

Bu farklı hallerin nedeni de, bilgi birikiminin soyutlama yapma düzeyinde hazmedilmemiş olmasındandır. Bilgi birikimi, soyutlamalara yükselemiyorsa kaçınılmaz olarak eklektik olacaktır. İddiayla söylüyorum bu kişinin hiçbir yazısı kendi soyutlamalarına dayanmaz ya ezberlediği bir yerdendir ya da eklektiktir. Aksi takdirde, kendi soyutlamaları arkasında kararlıca durmaktan ne pahasına olarsa olsun çekinmezdi. Rıza Salman'ın askeri bakiş açısındaki ısrarı da burdan gelir; kendi soyutlamalarına sahip çıkıştır.

Gelelim siyasal evrim tezlerinin kırılma noktasına, ehlileşmeye.

Bu tezlerin temel başlıklarını şöyle belirlemiştim

1. Halk savaşı tezi ülkemiz için geçersizdir.
2. Kır gerillası ülkemizin tekelci kapitalist yapısına uygun bir tez değildir (kır gerillası yaşasa da halk savaşı tezinin mantıki sonuçlarına, üslere ve kurtarılmış bölgelere gidemez)
3. Ülkemiz feodal mahalli mütegalibelerin ülkesi olmaması dolaysıyla devrim mücadelesinin teme alanları şehirlerdir, kırlar buna tabidir
4. Yürütülecek silahlı mücadele, politik bir sanat kapsamında olmalıdır, askeri bir sanat kapsamında (askeri gücün karşıt askeri güce askeri zaferi anlamında) olmamalıdır
5. Kitle örgütlenmesi ve bunun gereği oylan yayın faaliyetleri önemle öne çıkarmalıdır


Diye kısaca özetleyeceğim belirlemeler, Acilciler örgütünün temel yönelimleri olarak, HDÖ ile arasındaki siyasal, ideolojik farkı oluşturmuştur. Bu nedenle, örgütümüzün kitap haline getirdiği yazılar, bu satırların yazarının Sol-Pasifizmle örgütümüz arasındaki polemikleri ve siasal evrimimizin ileri safhalarına tanıklık eder.

19 Ağustos 1977 yakalanmalarından 1 Mayıs 1982 Genişletilmiş MK toplantısına, oradan 1. Kongreye kadar uzanan süreçte, ortaya çıkan tüm yazım faaliyetleri, örgüte ilişkisi olan herkesin bildiği gibi, siyasal ve örgütsel evrimin tamamlanması yönünde olmuştur. Bu evrimin tüm yükü, kimin sırtında olduğunu dile getirmeye bile gerek görmüyorum. 1 Mayıs 1982 tarihli genişletilmiş merkez komitesi toplantısından sonra, TKEP’e kaçan itirafçının bundan sonra örgüte karşı provokatif çabaları, tasfiyeci girişimlerin de başka bir katkısı da olmamıştır.

O günden kongreye doğru geçen süreçte yüzlerce makale yazılmıştır. onlarca sayı CEPHE çıkarılmıştır tüzük, program yazılmıştır ve örgüt siyasal bir örgüt olarak tezleriyle bir bütün oluşturan yapısına kavuşmuştur. Askeri eylemleri daha komple, genel kapsayıcı ancak insana, çevreye zarar vermemek üzerine ehlileştirilmiştir. Şimdi bu “ehlileştirme” kelimesini burada kasti olarak kullanıyorum. Kimi bilgisizler sanıyorlar ki, her konuda ve her kelimede kurgular üretip kafalara, irili ufaklı bulanıklık sokmak, amaçları için yeterliydi. Bu amaç da, kendini Mihrac Ural’a sendromunda ifade ediyor, başka bir şey değil.

Bu özel harp dairesi kuklaları benim hedefimdir, mahatabım değil. Siyasal düzeyi olmayan tartışmalardaki ısrarları bundandır; sırtlarındaki kamburu ve düzeysizliklerini başka yolla örtemeyecekleri sanısındadırlar. Buna ise ne düzeyleri ne de çapları yeter. Benim demokrasi mücadelem, bunlarla değil devletleriyledir. Bu gerçeği kimse değiştiremeyecek. Veriler, belgeler, kanıtlar ortaya kondukça, kimin nasıl bir yerde olduğu daha iyi anlaşılacaktır.


Acilciler örgütünü, HDÖ ile ayrılığa getiren ana dinamikler Güney Bölgesinin çok yönlü dokusuyla yakından ilgilidir. Tüm bölgelerden kadro ve militanların önemi katkılarını ihmal etmeden belirterek söylüyorum Güney bölgesinin kitlesel karakteri olmasaydı bu ehlileşme mümkünü olamazdı. Bölge bizleri ve örgütümüzü de ehlileştirdi.

Güney bölgesinin alttan gelen bir dalga gibi, bu örgütün en zor kesitte yeniden toplanmasını sağlamasının gücü de buradan geliyordu. Buna Hatay'ın Özgünlüğünü de katmamız yanlış olmayacaktır. Bu toparlanma, siyasal evrimle birlikte yürümüş ve Güney bölgesinin kitlesel çizgisinin izlerini taşımıştır.

Firari durama düşen Mihrac Ural ve ekibi ( Nebil Rahuma . F ve M Çiler vd.) geldikleri Güney Bölgesi kitle bakış açısının gelenekleriyle örgütü yeniden toparlamaya koyulmuşlardır. Firari koşullarda yapılacak bir örgütsel toparlanmanın tüm acıları ve sıkıntılarını yaşayarak, zaman zaman baskınlardan yalın ayak kaçarak (Adana kaçı) zaman zaman kamulaştırılmış arabalarla en riskli banka kamulaştırması yaparak (İstanbul), zaman zaman yayın faaliyeti ve bildiri basımı için teksir makinesi kamulaştırmaları yapmak zorunda kalarak (Kayseri) ve psikolojik etki amaçlı, insanı hedef almayan, yıkıma yönelmeyin askeri eylemleri ülkede varılan her anda hayata geçirerek sürdürmüşlerdir.

Bu süreç güney bölgesinin kitle algılarının örgüte egemen olduğu dönemdir. Denebilir, İlker Akmanların şehit olmalarından sonra örgüte hakim olan ekip, malum askeri bakış açısıyla, Rıza gibi sorumluların hakim olduğu bir koşulda (İtirfaçı Engin'i hesaba bile katmıyorum, o etkin bir liderin kanatları altında her renge girer) oturaklaşma süreci yaşansaydı ne olabilirdi? Bu sorunun kesin cevabı bellidir. Düne bu günün gözüyle baktığımda, kestirmeden söyleyelim, bu yapılanmada yine ayrılık olurdu ve yine Güney Bölgesi kendi başını alır, kitlesel çizgisiyle yola koyulurdu.

Bunun için yeterli güç, yayın etkinlikleri, dernek. Sendika ve meydanları dolduracak kitlesi de vardı. (TEK YOL DEVRİM dergisinin yayımı, her mahallede kitle dernekleri ve siyasal eğitim çalışmaları, tüm liseler, ortaokullar, TÖB-DER örgüt denetimi altındaydı. Askeri eğitimi toplu yapabilme etkinlikleri, bölgemizin en büyük iki kitlesel yürüyüş ve mitingi, çevre köylerde etkin örgütlenme ve dernek faaliyetleri, örgüt tarihinin ilk sendika grevi de (Tahanlar tarım araçları fabrikası grevi) bu bölgenin emek ürünüdür. Bu süreçte legal ve illegal sıkıca örgütlenmiş, yöneticileri belirlenmiş bir yapıya da sahipti. Bu yapının tüm yöneticileri hala hayattadır. Ve bu sözlerin arkasındadır.

Bu verileri 19 Ağustos öncesi HDÖ mantığındaki hiçbir çevre başaramazdı, hayallerini bile çok aan bir örgütsel durumdu. Güney bölgesinin bu yapılanması karşısında, diğer alanların kısır durumları, bu askeri bakış açısının bir sonucudur demek yanlış değidir. Gerçek tarih budur, bu belgeler ve kanıtlarla ilgili bir tarihtir. Yalan kurgularla örülen hayalleri ise itirafçı ve ortağı mİt ajanı kendilerini aldatarak yapmaya devam etmektedirler.

Acilciler denildiği zaman dün olduğu kadar bu günde güney bölgesinin akla gelmesin bunun en açık belirtisidir. Bu yapının buharlaştığını sananlar, bu yapıya akıl almaz iftiralarda bulunanlar, Özel Harp Dairesinin kuklası MİT ajanları, itirafçıların aşamadıkları gerçek de budur. Kahroldukları yerde burasıdır. Zira 30 yıllık zaman aşımına rağmen hala örgütüne bağlılığıyla sesini yükselten alanın güney bölgesi olması bunu anlatmaya yeter de artar. Güney bölgesi bu özelikleriyle, Acil hareketinin siyasal ehlileşmesi açısından halk adına yükümlülüğü yeterince yerine gelmitir. Bu görev, devlete karşı bir meydan okumadır. Bu aynı zamanda örgüte saldıranların da hangi meşrepten bir milliyetçilikle bu karalamalara yöneldiğini göstermektedir.

Güney bölgesi kitlelerin bölgesidir. Bu alanlar şehirdir ve şehir olma özelliğinin tüm etkinliğiyle bilinçtir, siyasi algıdır, yayın faaliyetidir, iletimdir, kurumlaşmadır, örgütleşmedir dernekleşmedir, sedikalaşmadır. Bu evrimi yapanların 1 kongreyi örgütlemesi, ülkenin en büyük cephe girişiminde temsil edilmesi (FKBDC), Devrimci Birlik Platformu ve diğer ikili ittifaklarda yer alması bu ehlileşmenin birer tecellisidir. Derin devlet kuklalarının bunu yadsıması eşyanın tabiatına uygundur.

Antakya ve Adana çalışmaları her bir adımında bu gerçekleri üretir. Kocavezir mahallesi denilen olgu, Pazar denilen olgu tıpkı, Dırdyak, Affan, Armutlu Sümerler, Harbiye, Ayncamus, Güzelburç, Ekinci ve ilçelerin örgütlenmesi gibidir. TÖB-DER ‘dir, Devrimci kültür derneğidir. Burada uzunca sıralamayacağım ama güney bölgesi dışında bu itirafçı ve mit ajanının olduğu yerde bu çalışmalara ait hiç bir şey bulamazsınız. Çünkü böyle bir sorumluluk yoktu. Bu ordusuz komutanların askeri algılarında örgütsel çalışma değil, yıkım vardı, tasfiye vardı, sansasonel eylem vardı. Polise teslim olup itirafçı olmak, MİT’ten para alıp kongreyi ispiyonlamak vardı.

Mihrac Ural'a gelince, faşist saldırılar sonucu başı sarılı olarak, ölümden döndüğü İsparta'dan geldiğinden itibaren bölgesinin tüm çalışmalarının merkezinde oldu. Temel kararları ve yönelimleri belirledi. Onun bilgisi olmadan tek bir adım atılmadı. Sürekli üretti, yönelendirdi. Hatalarıyla sevaplarıyla bu evirmin tüm yükünü bu bölgenin tüm kadro ve militanlarıyla üstlendi. Acilcilerin evrimi bu emeklerin kollektif sonucudur. Halklarımızın demokrasi mücadeesi için bu evrim süreci yükseltildi. Dönem ve gelişmelere cevap arandı, verilen cevaplara gerekli pratik adımlar atıldı.

Bizim bu gelişmelerimiz karşısında, değişemeyen askeri bakış açısı öyle kaldı. Bu kitlesel karakteriyle örgüt, insanı hedef almayan, yıkımı öne çıkarmayan, etkinliğiyle devletin korkulu rüyasıydı. Acilciliği bir marka haline getiren de tastamam budur. Askeri değil, bütünsel yapısı ve literatürüyle siyasal kimliğidir.

Bu sürecin teorik kaynakları, HDÖ süreciyle uzak yakın ilgili değildir. Bu süreç Mahir Çayan, İlker Akman’ın yazım, yayım çalışmasının bir devamı olarak da belirlenebilir, ancak bu süreç HDÖ süreci değildir, tersine o süreçten kopmadır, evrimleşerek siyasal bir yapı karakteri kazanmadır.

Acil hareketinin teorik kaynakları ve yazımı Güney bölgesi çalışmalarının bir ürünüdür. Firari dönemde CEPHE gibi merkezi bir yayın organının legal çıkarma kararlılığını bu ekip başarmıştır. Yaratılabilen her ilde örgütlenme çabası, bu ekibin başarısıdır. her eylemini imzasını taşıyan bir bildiriyle halka açıklama sorumluluğu, bu çevrenin geleneğidir, yerelini ülke çapında taşıma başarısıdır. Bunun için zorluklara katlanma pahasına taviz verilmemiştir. Bu ekip ülkedeki ideolojik tartışmalarda adım adım yazım sürecine girmiştir Sovyet sosyal emperyalizmi tezlerinin saçmalığı kitabı iki kez basılmış (Ankara’daki basım KAPİTALİZM Mİ? SOSYALZ MI? adıyla yapılmıştır), “MİLLİ MESELE” ( Konya cezaevi 1979) faşizm üzerine (“Modern faşizm” makalesi) durmadan siyasal tartışmalara katkı sunumlaş polemiklere girişilmiş, örgüte belli bir literatür kazandırılmıştır ( 1979 yılı sonlarına doğru, Anakarda örgüte ait matbada örgüt yayınlarının basılma talimatını verdiğimi hatırlatacağım. "KAPİTALİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ?" adlı kitabım ve TDAS'ın basımı yapıldı. Her yerde ve zamanda bilginin dönüşümü için elimizden geleni yaptık)

1984 tarihine gelindiğinde 12 Eylül rejimi, 11 Mart 1984 Pazar tarihli, 18338 sayılı Resmi Gazetesinde Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal’ın ve hükümetin tüm bakanlarının imzasını taşıyan yasaklama kararıyla, örgütümüz Cephe yayınlarından çıkan 26 broşürümüzü yasaklılar listesine almıştır. Yasaklanan 26 broşür ve kitabın tümü Mihrac Ural’a aittir. İtirafçıya ait tek bir yazı yoktur, olamazdı da; çünkü o Acilciler sürecine ait hiç bir yazı üretmemiştir. Buna yeterli de değidir. İtirafçı Engin’i bilmeyenlere bir kez daha bu yanıyla tanıtmak, bu tarihin yazımı açısından büyük öneme sahiptir. O. Kendi bilgi birikimiyle hiç bir zaman bir soyutlamaya yönelmemiştir. Çünkü bilgi birikimi eklektiktir ve bulunduğu yere göre renk değiştirir. Rıza salmanla HDÖ’cüdür, Teslim Töre’yle TKEPlidir, Frankfurt okuluyla marjinal renklidir. Kendini her zaman böyle satıp durmuştur, poliste itirafçı olması bu karakteriyle ilgilidir. O, örgütümüze "polis akademisi" dien bir ahlaksızdır. O, sitesinde örgütümüze "kerhane" diyenleri barındaran bir şerefsizdir. Bu pis itirafçının örgütmüz tarihiyle ilgili hiç bir şeyi yoktur. Örgütümüzdeki 1,5 yıllık tarihine karşı TKEP'te 27 yıllık yeralışı vardır. Bu rakamlar bile hangi kirli amaçla örgütümüz dillerine dayadıklarını göstermeye yeterlidir.

Sol pasifizm üzerine acilcilerin görüşleri meşhurdur. Bunlar 80’li yılların birikimleridir. Bu yıllarda itirafçı Engin de MİT ajanı İbrahim de TKEP'lidir. Bu sürecin siyasal yüklerinin kimin omzunda olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Evrimimizin bu kesitleri tüm yazımıyla örgüt arşivindedir.

Acilciler örgütünün evrimi budur, tevazuya hiç gerek olmadan Mihrac Ural bu sürecin en önünde olduğunu söylemek bir haktır. Bu süreçte kadrolarımızın, militan ve sempatizanarımızın etkin yeri olduğunuda ayrıca belirlemek gerek. Bu Özel Harp kuklalarının bunalımları da tam bu noktadadır. Siyasal sürecine hiç katkı yapamadıkları bir örgüte, başka bir örgütün (TEKP) 27 yıllık eskileri ve derin devletin kuklaları olarak nasıl musallat olabilirler, çırpınışları budur.

Bu nedenle onları yaşamları boyunca, Mihrac Ural yazmaya mahkum ettim. Bu kirliliği terk ettikleri an intihar etmiş olacaklar.

Özetle,

HDÖ'den, ACİL'e evrim bir emek ürünüdür. Güney bölgesi öncülüğünde tüm bölgelerin katılımı, emekleri, siyasal olgunluklarıyla gerçekleştirdikleri bir çabadır. Bu çabayla, siyasi tezler olduğu kadar, askeri yönelimler de ehlileştirildi (kitlesel çizgiye, kitlleri dikkate alan, yıkımı, insanı katletmeyi red eden çizgiye taşındı). Bu süreç 1 kongreyle taçlandı. THKP-C kökenli örgütler arasında Kongresini yapan tek örgüt ACİLCİLER'di. Bu evrimin olumlulukları yerine bu tarihin dik duran direniş çizgisi yerine karalamaları, şaibeleri koymak isteyenler, Özel Harp Dairsenin kuklalarından başkası olamaz.

Acilciler tarihi, Acilcilerin işkence, zindan, mültecilik, direnme koşullarındaki emekleriyle oluştu, bilg birikimleriyle, siyasal tezleriyle, devrimci güçlere yardım katkılayırla oluştu.

27 yıldır başka örgütlerde ne yaptıkları belli olmayanların örgütümüze saldırıları, şaibe ifşaatları ve ihbarları, derin devletin yönelimlerinden başka bir şeyle izah edilemez.



İFŞAATIN İHBARCILIĞI

1986 da kongreyi örgütlediğimizde, Mit ajanı İbrahim Yalçın, ahlaksızca cebine para doldurup örgütümüzü, kongremizi ispiyonlamaya gelmişti. İtirafnamesi 12 sayfa el yazılıdır. Bu ahlaksız adam tiyatral rollerle, kendini farklı göstermeye çalışmıştır. Anacak örgüt merkezi buna aldanmamıştır. Dönem örgüt yükselme dönemidir. Sol-pasifizmi aşma ve oturaklaşma dönemidir. Bir sorun olmaması, kongrenin sakince ve başarıyla bağlanması gerekmektedir. Bıçak kesiği gibi işler geride kalmıştır (bu kararın doğruluğu ya da yanlışlığı tartışıla bilir. Ancak o günün ortamı içinde farklı bir karar çok şeye mal olabilirdi.). Bu kişiyi kuşatma altında tutarak sürecinin aşılması karara bağlanmıştır.

Hayatında tek bir siyasi makale yazmamış, halkı için bilgi dönüşümü için emek vermemiş, MİT'ten 150 000 TL alarak Örgütümüzün kongresini ihbara gelmiş bir ajanın ölesiye çırpınarak yarattığı kirliliği, bizleri de benimseyen insanlar bile yüksek sesle haykırıyor. Bu pislik nedeniyle geçmişte daha sert tutm almadık diye bizi eleştirenler, bize küskün olanlar, bu gün bu çevrenin muhbirliğinin arka palnı üzerindeki kuşkularını kendi aralarında etkince konuşmaya devam ediyorlar. Adam siyasi değil MİT ajanı, yazdıklarına bakın, ifşaat, paparazi, ve temelde ihbar reçeteleri. Bir muhbirin polise yazacağı rapor gibi ifşaat yazıları.

Amacı bilgi değil, takip. Amacı eleştiriyle çevreye mesaj değil ihbar. Üstelik tüm malzeme dedikodu, belgesiz kanıtsız ispiyon. En önemlisi de ısrarla Mihrac Ural'ın girdiği eylemleri açığa çıkartam çabası. Mihrac Ural ekibiyle işkenceler altında vermediği bilgileri provakasyonla bu gün elde etme çabası. Amaç, ülkeye dönüş, ülkede yasal çalışmada olanların önünü kesmek, kaosa sokup ellerini kollarını bağlamak. Bunlar devlet hesabına yaplan işlerdir. Muhatabımız değil hedefimizdir.

İkili yazışma, çetleşme diye kendi katkılarıyla ortaya serdikleri, tarihsiz, bütünlükten kopmuş, iki tarafın imzasını taşımayan, dolaysıyla hiçbir geçerli yanı bulunmayan ifaşaatlar ve bu ifaşatı kendileri yaparak başkalarına şikayet bildirimleri, süfli bir ahlaksızlıktan ibarettir. Mihrac Ural, siyaseti, ideolojiyi, örgütsel perspektiflerini kendi blogunda ve yazdığı site ve dergilerde kendi imzasıyla yayınlar. Bunun altında imzası vardır. Bu alanda ortaya konmuş tüm yazılarının arkasındadır. Korkakların, ahlaksızların, adlarını gizleyerek ve bütünlükten yoksun ispiyonlamalarla ortaya koydukları tuvalet kağıdı yazıları asla ciddiye alınmayacaktır. Mihrac Ural, korkaklara ve beyhude çırpınışlarına dönüp bakmaz.Bu nedenle benden cevap beklemesinler, sıkıntılarıyla ölene kadar cevapsız kalacaklardır.

Bilinmeli ki,

Suçlamalarına, tek satırlık belge sunamayanların, kimseyi ilgilendirmeyen ikili yazışmaları bütünlüğünden kopararak, içine isimler ve olaylar sokuşturarak ihbara dönüştürüp ifşa ederek ortaya koydukları tablo hukuki açıdan Pol Potçuluktur. Duyum, söylenti, ölü konuşturuculuğunun yeni versiyonudur. Bir itirafçı, bir MİT ajanı, bir ölü konuşturucusu merkezinde dönen dolaplar şer üçgeni olarak, onurlu bir direnme tarihi olan Acilciler tarihini kirletmekten başka bir amaç taşımamaktadırlar. Haytında Acilci olmayan iki Halayıkı ise hayatımda ciddiye almayacağım.

URUBA HAREKETİ

Bu taifenin milliyetçi kinlerini kustukları bir alanda Uruba hareketidir. Uruba hareketini bilmeyenleri aldatmak içinde cümlelerini öyle kuruyorlar ki, bu gün aşayan ve kökleri başka yerde olan bir hareketten söz ediliyor sanır. Bunu her konuda ve her cümlede yapıyorlar. Sakin olmak ve ilgili okurun bilgisine katkı yaparak bu çirkin oyunu çökertmek gerek. Bunun için çok çabaya gerek olmayacak.

Uruba hareketi ayrı bir yazı konusu. Ama burada kestirmeden ifade edeyim. Uruba hareketi bu satırarın yazarı için onur ve gururdur. Başımı dik tuttuğum uzak geçmişimdir. Kişiliğimin oluşumunda temel rolü olan, büyük aydın Zeki el Arsuzi ve babam Zeki El Kasım, İskenderun Komünist partisi (İKP) liderlerinden M. Ali El Zerka gibi önderlerin yarattığı anti-emperyalist, ilhakçılığa karşı bir direniş hareketi olan URUBA, bu bölgenin tüm direniş güçlerinin de onurlu geçmişini temsi eder. Fransız emperyalistlerine karşı bir ulusal kurtuluş, direniş hareketi olarak doğan ve ilhakçılığa karşı hukuk mücadelesinin siyasal öncüsü olarak süren URUBA hareketi, bölgemiz tarihinin en önemli ilerici hareketlerinden biridir. Bu gün tarihin arşivlerinde kalmış olsa da hala yaşayan önderlerinin gelecek kuşaklara aktardıkları bir siyasal kültür mirası olarak kalsa da URUBA hareketi, bölge devrimcilerinin uzak geçmişini temsil eder. Bu mirası red edenler asla devrimci olamazlar, asla köklerinden beslenen bir asalet kazanamazlar, kuru bir yapraktan öteye geçemezler.

Bu gün, URUBA hareketine saldıranlar, gerçekte Kürt özgürlük hareketine karşı iç dünyalarında besledikleri milliyetçi kini kusmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar; bunları çok iyi anlıyoruz. Farklı kelimelerle anlatmak istedikleri Kürt özgürlük ve demokrasi hareketine kindir. Bunu cesurca ve açıkça yapamadıkları yerde tarihte kalan bir etkinliğe saldırma korkaklığı göstermektedirler. Bu davranış patalojik değilse, ırkçı, faşist bir duruştur; bunlar milliyetçi karalamalardır ve ortak ülkemizin demokrasi, özgürlük ve hukuk mücadelesinde temel unsur olan Arap halkına yönelik bir hakarettir. Bu hakaretleri hiç birimiz unutmayacağız.

Bu türleri söyleyeceğim tek şey şudur;

Genlkurmayın kurduğu siteler olarak her biriniz bunun sık sık tekrar ederek dile getirmekle ne olduğunuzu yeterince yansıtıyorsunuz. Sizinle ve devletinizle kavgamız var bunu bilin.

Uruba hareketi, Türkiye Arapları tarihinin şanlı bir özveri hareketidir. Kürt özgürlük hareketi bu gün Kürtler için her ne ise Uruba hareketi de Arap halkı için odur. Bu gün, bu hareketin kültür mirasıyla da beslenen farklılıklarına rağmen içselleştiren yeni nesliller ve bu satırarın yazarı, URUBA geçimişyle her zaman iftihar eder.

Acilciler örgütünün onurlu, enternasyonalist kadro ve militanları Türk, Kürt, Ermeni, Hıristiyan, Sünni, Alevi olmalarına bakmaksızın, bu şanlı tarihi kendi tarihlerinin bir parçası olarak görürler; Vietnam, mozambik, Angola ulusal kurtuluş hareketini kendi siyasal kültür mirası içinde görüpte, ülkesinin içinde olan, bölgesinin içinde olan anti-emperyalıst bir hareketi kabul etmeyen algı şövenisttir, ırkçıdır, milliyetçidir: solu kateden de tas tamam budur. Uraba hareketi, ortak ülke bilincimizin anlamlı bir mirasıdır. Acilcilerin ortak ülkemizin tüm değerlerinden yararlanması eğilimi Uruba hareketini asla dıştalamayacaktır.

Bunu anlamamış MİT ajanları, bu duruşa karşı kin kusmaları kadar normal hiçbir şey olamaz. Acilcilerin tarih bilincinde insanlığın ortak tüm değerleri yer alır: Uruba, bu değerlerden biridir. Bu tarih üzerindeki bilinçle, bu gün Acilciler, ortak ülkemizde birer eşit olarak demokrasiyi savunmaktadır. Bölücülüğe karşı durduğunu her satırında ifade eden bu algı, demokrasiyi farklılıklarımız için içselleştirmeyi görev sayar.

Bu ülkede herkes bilmeli ki, ortak ülkemizin en büyük üçüncü ulusal topluluğu Araplardır. Bu topluluğun hakkını göz ardı edenler, onu küçümseyenler ırkıçı milliyetçiler, dün Kürtlere de bu gözle bakıyorlardı şimdi ise diz çöktüler, aynı diz çöküşü Arap halkının haklı davası önünde de göreceğiz. Ülkemizde demokrasi mücadelesinde bu algıya sahip olmayanlar hiç bir zaman Acilci olmadılar ve olamayacaklardır.

Yazdığım her kelime üzerine bir ton hurafe yorumu yapamaya hayatını adamış bu ikilinin, kimsenin gözünden kaçmayan mal mülk kokuları peşinde koşturması için ise şunu söyleyeceğim. Örgütümüz onlara bu mal ve mülkten 1x2 mt birer alanı, ebede kadar mülk olarak tapulayacağını müjdelerim. Bu alanın içi boş kalsa da temsili olarak orada bir kara taşla adlarına anıt dikecektir.

Konumuz Acil hareketinin siyasal evrimiydi. Özetle aktaracaklarım bunlardır. Ancak arkadaşlarla tartışmalardan sonra bu yalancı kurgucunun, 1 kongre sırasında el yazılı olarak okuduğu ve örgütümüzün siyasal evrimi için söylediklerini göstermek okur için yararlı olacak sonucuna vadık. Bu aynı zamanda belge demenin ne demek olduğunu da anlatması açısından gereklidir.

Belge dediğimizde işte belge budur, kanıt dediğimizde işte kanıt budur diyeceğiz ve hep bu konuda ilkeli olacağız. Kimseye hiçbir nedenle belgesiz, kanıtsız suçlama yapmayacağız ahlaksız demeyeceğiz. Ölüleri konuşturma gibi onursuzluk yapmayacağız. Ancak bunlarla tek tek hesabımızı da unutmayacağız.

Kongrede bu mit ajanı İbrahim Yalçın, örgütümüzün, siyasal gelişimi ve evrimini kendi el yazısıyla, bizleri onaylayan, meth-u sena eden, sol pasifizmi eleştiren söylemlerde bulunmuştur. (bu minvalde dile getirdiği hiç bir şeye inanmadık ve sahte bir söylem olduğunu bildik. Kendince, köprüyü geçene kadar bizi idare ediyordu. Bizim için ana sorun, Kongrenin sorunsuz kapanışıydı. Katılımcıarın yerlerine sağ salim varmasıydı.).

Dün söyledikleriyle bugün söledikleri arasındaki akıl almaz çeliki, bu adamın çıkarı için ne türden cambazlıklar yapabileceğine önemli bir işerettir. O birilerini soyacağına her şeyi üryan hallerini örtmeye çalışsa daha akıllıca olurdu. Ama u mümkün değil. Yer yüzünün hiç bir örtüsü MİT ajanı kamburunu örtecek kadar geniş değildir. Bu karaktersiz kişinin dünkü övgüleri esasında bu günkü süvgülerinden hiçte farklı değildir. Yaptığı her şeyi para için, mal için, yıkım için, ispiyon için yapan birinin mahatabımız olması düşünülemez.


İlgili olanlar bu gün için ne azdığını okumuşlardır, ancak dün ne yazdığını ise bilmezler. İşte belge, işte yüz kızartıcı ikircimlik.

BELGE: (Örgüt arşivi, şahıs dosyaları)


MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın el yazılı
"Basın yayın Üzerine" adlı yazısı





"Leninist kanat’ın ta başından beri basın-yayın organlarına verdiği önem, kendi çalışma bölgelerinde çıkardığı “TEK YOL DEVRİM” dergisiyle somutlaşıyordu. Adı geçen dergi çıkarıldığı bölgede geniş bir etki yaratarak bölgede örgütümüzün maddi bir güç haline gelmesinde önemli rol oynadı. Aynı şeyleri savunuyor olmamıza rağmen kitlesel örgütlenmede Leninist kanat ile sol pasifist kanat’ın çalışma bölgelerindeki verimlilikte ortaya çıkan dengesizliğin gözle görülür oransızlığına rağmen, örgüt yönetimine hakim olan sol’cu anlayış “illegal bir örgütün legal yayını olamaz” saçma anlayışı yüzünden, “TEK YOL DEVRİM”in başka alanlarda dağıtımı engellenerek yer yer imha edilerek bu girişimi durdurmaya çalışması yüzünden uzun vadeli, kalıcı bir legal yayın organının ilk girişimi doğmadan boğuldu denilebilir. Bununla da kalınmadı, bir başka bölgede çıkartılan “DOĞUŞ” adlı dergide “TEK YOL DEVRİM”in akibetine uğradı.

1975–76 yıllarında, o gün için son derece yetkin ve seviyeli bir düzeyde olduğu, okuyabilme şansına sahip herkes tarafından açıkça belirtilen “TDAS” ve “Rus Devriminden Çıkan Dersler” adlı örgütsel broşürlerimiz bile “fazla olursa değeri düşer” gibisinden ne idüğü belirsiz bir mantıkla illegal olmasına rağmen yeterince çoğaltılmadı. Komik denecek bir sayı ile bilinçli olarak sınırlandırıldı. Başta kendi kadro ve sempatizanlarımız olmak üzere tüm siyasi grup ve eğilimlerin köşe bucak aradığı adı geçen broşürleri bulabilmek özel bir yetenek ister haline getirildi. Hareketimizin kurucularından İlker Akman yoldaşımızın kaleme aldığı “Mevcut Durum-Suni Denge” broşürü de diğerlerinin akibetinden kurtulamadı. Çıktığı dönemde on binlerce okuyucu bulması içten bile değilken broşürlerimizin yüz, yüz elli, iki yüz elli gibi komik denecek kadar cüzzi bir rakamla sınırlanarak geniş kitlelere ulaşımının engellenmesi, üstelik bunu devrim yapmaya soyunmuş, milyonları ayaklandıracağını iddia eden siyasi bir örgüt’ün yapması aklın alacağı işmiydi yoldaşlar.

Belleklerimizi yoklayalım. 1976’77–78 Türkiye’sini gözlerimizin önüne getirelim. Adı geçen dönemde ülkemiz devrimci kamuoyunu meşgul eden konuların başında yer alan “Sovyet-Sosyal emperyalizmi” saçmalığı değilmiydi? Bu karşı-devrimci teorinin savunucuları hemen her yerde alabildiğince saldırıya geçmişken. Sadece bu teoriye dayanarak yedi-sekiz tane örgütün doğması muhtemelken –sonradan doğdu- her gün sosyalizme açık açık saldırılırken, sosyalizm adına ona küfredilip genç beyinler anti-Sovyetizm bataklığına sürüklenirken. Üstelik bu tezin karşıtlarınca ciddi bir savunma yapılamazken, ilk kez örgütümüzün, bu konuda son derece ciddi ve seviyeli olduğu karşıtlarınca dahi kabul edilen “Kapitalizm mi? Sosyalizm mi?”-Sovyet Sosyal emperyalizmi tezlerinin saçmalığı” adlı geniş kapsamlı broşürü bile basılamadı. Kapalı kapılar ardında üç-beş kişinin okumasıyla yetinildi. Bugün dünyanın hiçbir yerinde, ülkemizdeki kadar taban oluşturamayan bu saçma tezin savunucusu örgütlerin oluşumunda örgütümüzün ve örgüt yönetimine çöreklenmiş o günkü yöneticilerinin sorumluluğu büyüktür.

Sosyalizmin kalesi yüce Sovyetler Birliği başta olmak üzere, kardeş sosyalist ülkelerin hepsini hedefleyen, Emperyalist basın-yayın tekellerince ideolojik-politik karalama kampanyasına tutulan yüz kızartıcı politikanın sol’dan destekçilerinin, içimizdeki bu beşinci kolların deşifre edilmesinde, daha doğmadan boğulmasında önemli görevler üstleneceğine kesinlikle inandığım adı geçen broşürün yayınlanmasının engellenmesi bir gaf değilse ihanet olarak değerlendirilmelidir."
( MİT ajanı İbrahim Yalçın el yazısı, Basın Yayın Üzerine s:2-3, örgüt arşivi, şahıs dosyaları)

Hiç yorum yok: