HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

31 Ocak 2010 Pazar

YASAKLANAN KİMLİĞİ SAVUNMAK

Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)

1 Şubat 2010


Dünya’nın her ülkesinde insanlar bireysel kimliklerini korumak ve serbestçe kullanabilmek için mücadele ederler. Buradan hareketle, bireysel kimliklerden oluşan o ülkedeki toplumların da kolektif kimliklerini yasaksız olarak kullanabilmek için aynı zeminde ortak mücadelenin içine girerler.

Şöyle ki; sahip olduğu dini inanç, savunduğu siyasi görüş gibi farklı kimliklerini düşünceyi ifade etme özgürlüğü çerçevesinde kullanmak için bireysel ya da grupsal demokratik eylemler yapabilirler. Bununla birlikte Türk, Kürt, Rum, Ermeni ve benzeri ortak kimliklerini de serbestçe kullanmak için mücadele verirler.

Örneğin; benim Kürt, Kızılbaş ve Komünist olarak üç kimliğim mevcuttur. Kızılbaş ve Komünist kimliklerim bireyseldir. Kürt ise, ortak kimliğimdir. Çünkü; Müslüman, Hıristiyan, Kemalist ya da ülkücü olan her hangi bir kişi, bu bireysel kimliklerinin yanında benim gibi Kürt kimliğine de sahip olabiliyor. Dolayısıyla, Kürt kimliği ikimiz için ortak kimlik oluyor. Bu durum aynı şekilde Türk, Ermeni, Rum vb. kimlikler için de geçerlidir.

Bu itibarla, yasaklanan bir kimliği savunmak, onu serbestçe kullanabilmek için mücadele etmek, yasak ve baskılara karşı birlikte hareket etmek hiçbir zaman kimlik siyaseti olamaz. Bunu tamamen evrensel insan hakları çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Başbakan her fırsatta “kimlik siyasetini yapıyorlar” söylemini sürekli tekrarlamaktadır. Ülkenin dağlarına ve taşlarına “Ne Mutlu Türküm” diye yazanlar sanki kimlik siyasetini yapmıyorlar da, yasaklanan kimliğini savunanlar mı kimlik siyasetini yapıyorlar? Birazcık insaflı olan bir başbakan böyle konuşmaz.

“..eğer dili örgütlemezseniz, dili kullanmazsanız, dili eğitmezseniz, gazete, radyo, televizyonlarda her gün işlemezseniz, eğitimde kullanmazsanız dili nasıl geliştireceksiniz? Nasıl yaşayacak bu dil? Toplumsuz birey olmaz. Birey ancak toplumla varolabilir.” (26 Ağustos 2009 tarihli Görüşme Notlarından) “..Kendi çocuklarımızı kendi kültürümüzle, kendi dilimizle yetiştiremiyoruz. Bu çok korkunç ve kabul edilemez bir yaklaşımdır. Binlerce insan şehit düştü, yaşamlarını yitirdi, hala insanların kanı akıyor, binlerce insan tutuklandı, bunlar bireysel haklar için midir?” (A. Öcalan-23.12.2009 Görüşme Notlarından) Bu kadar açık ve net bir açıklamaya; “Kimlik Siyaseti” ya da “ırkçılık yapıyorlar” demek gerçekçi değildir.

Bireysel ve kolektif haklar bir bütün olarak ele alınmalı ve birbirlerini tamamlayan parçalar olduğu gerçeği kabul edilmelidir. Birini diğerinden ayırmaya kalkışmak, şiddet kültürünü geliştirmeye hizmet eder.

Türkiye’de Kürt sorununun tüm sorunların anası olduğunu hep söyledik ve söylemeye de devam edeceğiz. Çünkü, Kürt sorunu çözülmeden ne Alevilerin, ne de diğer etnik ve sosyal grupların sorunlarını çözmek olası değildir. Bu güne kadarki yapılan deneyimler bunu kanıtlamıştır.

“Devlet Projesi” olarak önümüze konulan “açılım” paketleri ve oluşturulan çalıştaylardan bu güne kadar gerçekçi hiç bir sonuç alınmadığı görülmektedir. Yeşil cübbeliler ile siyah cübbelilerin iktidar kavgasında ülkemizin yakıcı sorunlarının çözümünü beklemek saflık olur.

Bence üçüncü bir siyasi alternatif yaratmak gerekir. Yani, devletin aldatmacı “Açılım” projelerine ve Ak Parti’nin “İslamcı çözüm” mantığına karşı “Demokratik Cumhuriyet” projesini üçüncü bir alternatif olarak ortaya koymak mümkündür.

Çünkü, cumhuriyetin demokratikleşmesiyle sorunların çözüleceğine inanıyorum. Bence, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi olayı zaten sosyalist devrimin yarısı demektir. Her şeye rağmen demokrasi mücadelesine kesintisiz devam etmek durumundayız.

Biliyorum, Ak Parti’ye göbekten bağlanmış bazı Kürt siyasetçilerin ve yazarlarının bana içinden küfrettiklerini duyar gibiyim. Aynı şekilde her zamanki gibi bazı İslamcı geçinenler ile sahte Kemalistlerin de küfürlerine maruz kalacağımı söyleyebilirim.

Varsın küfürler ve saldırılar bana yapılsın. Benim açımdan hiç bir önemi yoktur. Önemli olan ülkemin bir an önce demokratik çözümlerle esenliğe kavuşmasıdır. Ülkemin esenliğe kavuşması için de “iki gözüm” Ahmet Kaya’ların çoğalmasını temenni ederim.
31.01.2010

Mustafa Elveren

E-Posta: mustafaelveren@gmail.com

WEB : www.gomanweb.com

YAŞADIĞIMIZ DÖNEM

Zeki BAYTERİN

1 Şubat 2010


Yaşadığımız dönemin çalkantıları insanlığın kültürel dünyasını da altüst etmiştir dünyadaki arayışlar üretim ilişkilerindeki genel karmaşa siyasal ve sosyal belirsizlikler insanlığın ileriye doğru yürüyüşünün geçici bir süre tökezlemesi kültürel özelliklerin de dağılmasını, çözülmesini doğurmuştur belirli bir sınıf yada belirli bir kesimin kültürünü tanımlamasının dahi zorlaştığı çıkar ilişki ve çelişkilerin iç içe geçtiği bir bulanıklık tüm toplumu belirlemektedir

Bu ortamda diğer alanlarda olduğu gibi, kültürel alanda da emperyalizm dünya halkları üzerindeki etkinliğini arttırmış ve halklara yapay empoze bir kültür aşılamaya çalışmıştır. Emperyalizmin bu tavrı kültürün özüyle doğasıyla çakışmadığı için sonuçta eskinin tamamen yok edilemediği ama yeninin de yerine oturtulamadığı kültür yoksulluğu ve yoksunluğu doğmuştur. Kültür kavramı çoğunlukla duygu ve düşünce birliğini sağlayan bütün değerlerin toplamı için kullanılır. Bu anlam gelenek görenek düşünce ve sanat değerleri gibi toplumun bütün kazanımlarını bütün değerlerini tanımlar, kendi renklerini kendi doğasını kendi iklimini yazılı ve sözlü olmayan düşünce ve ruh dünyasını da yaratır.

Emperyalizmin dünya halklarını yakıp kavurduğu bu süreçte egemen güçler çok bilinçli politikalarla, önce kültürel değerlere saldırmış akıtılan kendi kanında toz duman içinde bırakılmış, tarihini varlık koşullarını yitirmiş geleceği konusunda belirsizliğe düşmüş ve geleceğini kazanmak konusunda edilgenleştirilmiş yani geleceğini yitirmiştir.

Bu ara süreçte sosyalistler olarak insanları sadece anlamaya mı çalışacağız yoksa İnsanlığın geleceğine giden yolu yeniden bulacağı inancı ve umudu içinde bugünkü davranış tarzlarının sosyal ve psikolojik çözümlemelerini yaparak sadece bekleyecek ve siyasal düşüncelerimizin elbet bir gün onları değiştirip dönüştüreceğini mi söyleyeceğiz bu ara süreçte dayatılan yozluğu ve anlamsızlığın kemirdiği kişiliksizliği en azından edilgen kalmak yoluyla kabullenecek miyiz, amaçlarımızın temel halkası olan insan ilişkilerinde hemen her çalışma alanı ya da bölgemizde karşımıza çıkan bu çürümeye karşı nasıl tavır alacağız ya da onları tümüyle yadsıyacak ve kirletilmiş bozguna uğratılmış, depresyona sokulmuş toplumda temiz insan arayışına çıkacak çamur deryalarında altın arayan kimyacılar gibi yirmi dört saat toprak mı eleyeceğiz.

Çürümeyi ve yozlaşmayı nasıl önleyecek açılmış yaraları nasıl onaracağız onlarla savaşırken kılıçlarımızı mı kuşanacağız yoksa toplum psikolojisi ve sosyolojinin bize öğrettiği devrimci mücadele içinde kazanılmış deneyimlerin yolumuzu aydınlattığı bir çizgi mi izleyeceğiz, varoluştan bu yana sahip olduğumuz en değerli kavramlar ve insan yeteneğinin en üstün yaratımları olan sevgi ve özgürlük boşaltılmış ve eskitilmiş pazar çuvalları gibi önümüze atılmakta ve bu çirkin çuvallar özgürlüğün sevginin adıyla tanımlanmaktadır.

Materyalizmle yenmeye aşmaya çalıştığımız idealizm bile kendi içinde düşünsel bir sistematiği olan kurallar ve amaçlar sunan bir felsefe idi. İnsanlığın bu günkü görüntüleri ağızlarda çürümüş sakız gibi özgürlük devrimci bilgelik adına uçuşan saçmalıklar idealizm sınırları içinde de çürütülmesi zorunlu argümanlardır hiç bir değer ve anlam taşımamaktadır.

İnkarcılık, şüphecilik, çamur at izi kalsın mantığıyla belirginleşen insan tipi var olan ya da ona sunulan tüm değerleri yadsımakta içinde gezindiği karanlık boşluktan dolayı başta kendisi olmak üzere hiç kimseye ve hiç bir şeye saygı duymamaktadır bizzat kendisine karşı da sevgi, saygı ve güven duymadığı halde ilginç bir biçimde her şeyi kendisi için istemektedir. Bu insanların ortak özelliklerinden biri de dünyayı kendileriyle ya da bencilliklerinin ve körleşmelerinin farklı bir biçimi olan o an için kayda değer olanı yanında gördükleri insanla sınırlamalarıdır.

Bu kadar sınırlı bir dünya sağlıklı değildir, sağlıklı olmadığı için de kendilerini hapsettikleri karanlığın tutsaklık sınırları içinde çok kısa bir süre sonra tümüyle dünyasız kalan bu yaratıklar eski alışkanlıklarından ve yüreklerinden koparıp atmakta zorlandıkları bazı değer kırıntılarının onlarla bir süre mücadele eden son izlerinden de kurtuldukları zaman korkunç bir uçurumun dibine doğru sürüklenmektedirler
ne yazık ki, dönemimizde bu uçurum bir hayli kalabalık olduğu için önceleri tutunacak eller haklısın diyen riyakar diller ve kadehlerini tokuşturabilecekleri başka kadehler bulabildikleri için bir süre sınırsız özgürlüklerinin ve bireysel bağımsızlıklarının tadını çıkarttıklarını sanmakta, hatta bu uçuruma atlamakta direnenleri toplum dışı geri kafalı kel aynak ilan etmektedirler.

Bu tip inkarcı insanlarının saldırganlıkta bir hayli cesur oldukları genel davranış tarzlarından biri olarak saptanmıştır, özellikle üzerinde durulması gereken noktalardan biri de budur. Bu güruh körleşme döneminde büyük bir insanlık savunması görevi yapmakta olan kirlenmemiş unsurların genelde insana ve topluma duydukları sevgi ve saygı nedeniyle daha anlayışlı sabırlı özverili yaklaşımlarından da cesaret alarak bütün iplerini koparmış olmanın sorumsuzluğuyla, büyük bir saldırganlık ve sınır tanımaz bir pervasızlık içine girmektedirler. İnsan toplumsal bir varlıktır İçinde bulunduğu ortamla girdiği ilişkilerle bu ilişkilerdeki rolüyle ve yaşamsal işlevleriyle değeri belirlenir onun bu günkü duruşu yine onu çevreleyen ilişkiler içindeki değer yargıları ve içinde yer aldığı sosyal kesimin, varoluş kurallarıyla bir anlam ve değer kazanır. Özgürlükse çizilen yolda saptanan amaçta verilen en insani mücadeledir suyun akışı en büyük özgürlük düşlerimizden en estetik özgürlük tanımlamalarımızdan biridir. Bir dağ yamacından tertemiz doğar çoğu kez onun doğduğu yeri yalçın kayalıklar ve ulu çam ağaçları eşliğinde düşleriz,
fakat su ve özgürlük arasında kurduğumuz soyut bağlantılar burada biter onun vadiye ininceye kadar dağlara ve önüne çıkan diğer engellere karşı verdiği amansız mücadeleyi sıradan özgürlük heveslerimizi zorladığı için es geçeriz akarsu mücadelenin bir aşamasını kazanıp ovaya indiği zaman karşılaştığı güçlükleri de burada ayrıca sıralayıp düşlerimizi doğanın bu çizgileriyle canlandırdığımız özgürlük düşlerimizi daha fazla zorlamaya gerek yok gürül gürül akan bir nehir bir çağlayan ve hele suyun engin maviler bembeyaz köpükler eşliğinde denize kavuşması soyut özgürlük hayallerimize nede güzel denk düşer
Bu çağrışımlar bütün güzellikleriyle sürer sürmelidir su ve mavi enginlikler dağ yamaçlarındaki esintiler bizim özgürlük ufkumuzu daima beslemelidir ama düşlerimiz ve esintilerimizle gerçek arasındaki sınırda ayaklarımızı sıkıca yeryüzüne basarak birazcık durmalıyız ve suyun akışını sürdürmek için o erişilmez o yalçın o dimdik bir onurla göğsünü gökyüzüne geren dağlara doğanın diğer oluşumlarına karşı verdiği savaşımı da düşünmeliyiz
bu zorlu savaşımda birazcık daha aşınan dağlar orada öyle özgürce durur su savaştığı müddetçe özgürce akar dağın suyun gökyüzünde süzülüşü için üzerine yüzlerce özgürlük şiirleri adadığımız şahinin bağlandığı doğa kurallarını düşünün Onlar özgürdürler ama bu özgürlüklerini yani öylece varoluşlarını sürdürmek için varoluşlarının her anında doğanın diğer oluşumlarına karşı direnmektedirler
peki bütün bunlara rağmen evrenin bu ikliminde hiçbir şeyin bağlamadığı hiçbir kuralın sınırlayamayacağı bir özgürlük sadece insan denilen varlığın bazı uyanıklarına mı bahşedilmiştir yoksa mücadelenin bittiği yani aslında reel anlamda yaşamlarının bittiği bir yok oluş sürecine taktıkları yaldızlı bir yanılsamanın adı mıdır
Tıpkı nehrin akışı gibi en fazla özgürleşenler en fazla yaşamı kazananlar ve kazandıranlardır Sadece dünü değil bugünü ve geleceği kazanacak olanlar bunu çoğalarak insanlarla her an biraz daha bütünleşip büyüyerek bir halk gibi halklar gibi dünyanın yarına gereksinimi olan bütün insanları gibi yaşayanlardır İşte onlar dünyanın en fazla özgür olabilen insanlarıdır onların gerçekten özgürlüklerinin sınırı yoktur bir sevgili bir ev bir kent bir ülke değil koskoca dünya dahi onların özgürlük sınırlarına yetmez

Tarihin yüzyılların geleceğin içinde bir şahin gibi uçar dururlar bir yaşamla kendilerinin yaşamıyla sınırlı kalmaktan kurtulmuş özgürlüğün doğanın tümüne verdiği yeni anlamlar vardır bu özgürlük sayesinde insan soyunun ve doğanın çehresi her türlü prangalarından kurtulma umudu taşır ve bu özgürlük gerçekleşmeye doğru yol aldıkça umutlar gerçeğe dönüşür özgürlük yeryüzüne iner bu tutku İnsan oğlunun ve insan kızının varoluş öyküsüyle başlar Spartaküs sosyalist değildi ama özgürlüğün yolunu buldu Demirci Kawa sosyalist değildi ama kavgasının yolu özgürlüğün yoluydu

Duygularımızın kurtuluşu da toplumsal kurtuluşumuza kalın ve tarihin bütün tutsaklıklarının ve savrulmalarının pasıyla kirlenmiş zincirleriyle bağlıdır

29 Ocak 2010 Cuma

ALEVİ ÇALIŞTAYI ÜZERİNE

BASIN AÇIKLAMASI

ALEVİLİK ARAŞTIRMA MERKEZİ BAŞKANI
ALİ YILDIRIM


CEMEVLERİ VAZGEÇİLMEZİMİZDİR!

DİYANET ALEVİLİK KONUSUNDA FETVA VEREMEZ!

FIRSATÇI DEĞİLİZ EŞİT YURTTAŞLIK HAKKI İSTİYORUZ!

HÜKÜMET ALEVİLERİ ALDATMAKTAN VAZGEÇMELİDİR!


CEMEVLERİ KONUSUNDA DİYANET BAKANA TALİMAT VERDİ

AKP hükümetinin Alevilerinin sorunlarını çözmek iddiası ile başlattığı çalıştay sürecinin sonuna gelindi. Aleviler taleplerini tüm bu süreç boyunca son 20 yılda olduğu gibi açık ve net olarak bir kez daha dile getirdiler.

Aleviler bir kez daha “ayrıcalık istemediklerini, kendilerine yapılan ayrımcılığın son bulmasını talep ettiklerini” dile getirdiler. Aleviler bir kez daha tüm yurttaşlarımız için insanca yaşanacak laik demokratik bir Türkiye istediklerini vurguladılar.

Ne var ki son günlerde aldığımız duyumlardan üzülerek, şaşarak, büyük bir hayret içinde Alevi sorunları konusunda son sözü Diyanet İşleri Başkanının söyleyeceğini öğreniyoruz.

Devlet bakanına Faruk Çelik’e kendisine bağlı olan Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun “cemevleri” konusunda fetva yani talimat verdiği ortaya çıkmıştır. Beyefendilerin kendi iç yapılanmalarında hangisinin altta hangisinin üstte olduğunu bilemiyoruz. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin bir bakanına ona bağlı bir memur talimat verebilmesi son derece vahim bir durumdur. Kabul edilmesi mümkün olmayan bir gelişmedir.

Bakan Çelik’e, geçtiğimiz hafta Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu, diyanet yöneticileri ve bir grup eski müftüden oluşan fetva heyeti “cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi sözkonusu olamaz” yönünde fetva ve talimat vermişlerdir. Bakan Çelik’de toplantının ardından yaptığı açıklamada fetvaya uygun şekilde düşündüğünü ortaya koyarcasına “"Cemevlerinin statünün ne olacağı konusunda siyasilerin karar verici olmamaları gerekir" diyerek fetva makamını adres göstermiştir.

Şurası bilinmelidir ki Aleviliğin tanımı konusunda, Alevi inanç ve ibadetleri konusunda, Alevilerin ibadethanesinin neresi olduğu konusunda hiçbir şekilde Alevilere dünyalar kadar uzak olan Diyanet İşleri başkanlığının söz söylemesi, fetva vermesi kabul edilemez. Dün şeyhülislam fetvalarıyla hakkında katliam hükümleri verilen Aleviler ve inançları, ibadet merkezleri bugün diyanet fetvalarıyla yok sayılmakta, Sünnileşmeye zorlanmaktadırlar.



AKP 7 YILDIR ALEVİLERİN SORUNLARINI DERİNLEŞTİRMİŞTİR

Alevi çalıştayının 7. yapılıyor. Ne var ki AKP hükümeti 7 yıldır devam eden iktidarı boyunca Alevi Toplumunun sorunlarını çözmek bir yana Alevilere karşı hukuksuz, eşitsiz, ayrımcı uygulamaları sürdürmekten asla geri durmamıştır.

AKP çevreleri Alevileri öteki olarak görmektedir. Alevilerin de diğer inanç sahipleri gibi onlarla eşit olarak hak/hukuk sahibi olmasını asla kabul etmemekte tam tersine Alevileri asimile edecek, Alevileri alevi olmaktan çıkaracak açık ve üstü kapalı faaliyetler içerisinde bulunmaktadırlar.


CEMEVLERİ ALEVİLERİN VAZGEÇİLMEZİDİR


HÜKÜMET DİYANETE DEĞİL ALEVİLERE KULAK VERMELİDİR
Alevi toplumunun temel taleplerinin başında “cemevlerine ibadethane statüsü tanınması” gereği gelmektedir. Bu tüm Alevi taleplerinin ilki, temeli ve vazgeçilmezidir. Bu talebi atlamak ya da sulandırmak karşısında Aleviler hak, hukuk savunmasına şimdi olduğu gibi devam edecekler, çalıştay yürütücüleri ise tarih önünde mahkum olacaklardır.


ALEVİLER EŞİT YURTTAŞLIK HAKKI İSTİYOR
Alevilerin cemevi talebi, kendi inanç ve kültürlerini öğrenme talebi, çocuklarının asimilasyona maruz kalmaması talebi(zorunlu din derslerinin kaldırılması), Alevi tapınaklarının Alevilere iade edilmesi talebi, Alevi köylerine cami yapılmaması imam atanmaması, imamların geri çekilmesi talebi, kamuda, çalışma yaşamında ayrımcılığa uğramamam talebi, madımak otelinin müze olması talebi aslında doğal hukuktan kaynaklanan, insan hakları evrensel belgesinde ve anayasamızda yer alan insanların eşitliği ilkesinin hayata geçirilmesi talebinden başka bir şey değildir.

Eşit yurttaşlık hakkı istiyoruz!

Ayrıcalık değil ayrımcılık son bulsun istiyoruz!

Cumhuriyetin kazanımlarının korunduğu, demokratik, laik bir Türkiye istiyor ve özlüyoruz!

28 Ocak 2010 Perşembe

YAĞLAMAK MI - GAZLAMAK MI ?

Nurettin KURTULUŞ
29 Occak 2010

Ebu Derdâ Hz. Peygamber’e “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana, beni cennete sokmaya vesile olacak bir amel öğret!” dediğinde Hz. Peygamber cevap olarak ‘Öfkelenme!” (İbn Ebî Dünya, Taberânî) buyurmuştur.

“Sabur denilen maddenin balı ifsad ettiği gibi, öfke de imanı ifsad eder”. (Taberânî, Beyhakî). “Bir kimse öfkelendiği zaman muhakkak cehenneme yaklaşır”. (Bezzar, İbn Adîy).

Belki de dünyanın en büyük öfkeli hatiplerinden biri olan AKePe’nin 2. Başbakanı RTE "Öfke de hitabet sanatıdır" derken konuşmalarında ikide birde ayetler surelerden alıntı yaparken doğruları nekadar bildiği de tartışılmalı mı?

Eleştirilere tahammül edemeyip kızdığı zaman diline hakim olamamanın “öfkeyle kalkan zararla oturur” deyimini pek bilmediği ya da işine gelmediğini ve ardından da bunu bir sanat olarak topluma yutturmaya çalışan RTE “toplatılmış kıtalardan” alkış almakta geri kalmıyor…

O kıtalar O’nu nasıl “Osmanlının Son Padişahı” eyledi ise külhana göndererek Külhanbeyi yapmasını da bilir mi?

Başta Damat Sabah Paşa olmak üzere yandaş-besleme medyaya onların köşeciklerine oturtulmuş yağcı Liboşlarına “…Bize gaz vermeyin. Biz ne yaptığımızı çok iyi biliyoruz. Biz bu yola çıkarken bütün bunların planlarını yaparak çıktık. Bu yazıları açıkça köşenizde yazabiliyorsanız insaf edin, 7 sene önce bu yazıları neden yazamıyordun?” diyerek, neden yakınıyordu acep?


AKePe’nin 2.Başbakanı RTE bir yerde “Bu meclis uzaydan mı geldi, uzaylılardan mı oluştu?” diye sorarken, yanıtı da uzayda uygulanabilecek yüzde 10 barajıyla oluşturuldu, denmez mi?

Eczacılara-Doktorlara-Memura-Emekliye-Yargıya ve de bir gün emekçiye Tekel İşçilerine “Öfkeli hitabet sanatını” döktüren AKePe’nin 2.Başbakanı RTE zararla ne zaman oturur?


RTE Tekel işçilerini eleştirirken kıdem ve ihbar tazminatlarının verildiği söylüyor ve bu işçilere 4-C'li yeni iş yerlerinde çalışma önerdiklerini anlatıyor.


AKePe’nin ve 2.Başbakanları RTE’nin insafına bırakılan o Tekel işçileri sanki 4-C’yi bilmiyormuş da ne verirsen alırım, ne yaparsan kanarım elma şekeri aldatmacasına “eyvallah mı diyecek yahu?”…

Nedir o muhteşem 4-C?

Özelleştirmeler nedeniyle işsiz kalacak işçilerle ile ilgili olarak, sus payı olarak, gündeme getirildi.657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4’üncü maddesinin (c) fıkrası ile 03.05.2004 tarihinde yürürlüğe konulan: Özelleştirme Uygulamaları Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan İşçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin Esaslara göre, Bakanlar Kurulu tarafından 14.02.2005 tarihinde kararlaştırılmış peşkeş senaryosudur.
Bu karara göre, istihdam edilecek geçici personele, tahsil dereceleri dikkate alınarak belirlenecek brüt aylık ücretler ödenecek. Bu ücret dışında herhangi bir ad altında ücret ödenmez ve sözleşmelerine bu yönde hüküm konulamaz. Ayrıca bu ücretler kanunda üst sınır olarak belirlenmiştir, asıl ücret gidecekleri kurumlarca ayrıca belirlenir.
Çalışma saatlerinde devlet memurları için tespit edilen çalışma saat ve süreleri dikkate alınır, ancak, geçici personel kendisine verilen görevleri çalışma saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorundadır. Normal çalışma saatleri dışında veya tatil günlerinde yapacağı çalışmalar karşılığında herhangi bir ek ücret ödenmez.
*Geçici personel, istihdam edildiği sürece dışarıda kazanç getirici başka bir iş yapamaz.
*Çalıştıkları her ay için azami 1 gün ücretli izin verilebilir.
*Geçici personelin hizmet sözleşmesinin feshinde, ihbar, kıdem veya sair adlar altında herhangi bir tazminat ödenmez.
*Geçici personelin tip sözleşme örneklerinin Maliye Bakanlığı�na vize ettirilmesi zorunludur.
*Vize işlemi yapılmadan sözleşme yapılamaz ve herhangi bir ödemede bulunulamaz.
15 milyonun temsilcisi AKePe’nin karşısında kaç milyon karşıt var? Bunu hesap ettirmesinde yarar var RTE’nin. Güvenmesin “toplatılmış kıtalarına” onu “Osmanlının Son Padişahı” yapanlara…
Tekel işçileri yalnız değil; işçiler kaç milyon-işsizler kaç milyon-yoksullar kaç milyon-emekliler kaç milyon-açlar kaç milyon?

HERKES YERİNE

25 Ocak 2010 Pazartesi

BAŞKAN ÖCALAN ve YÜKSEL ERİŞ HOCA

"Şahsen tanıma imkanı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım. 12 Mart´tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi."

(Abdullah Öcalan, THKP-C (Acilciler) 1. Kongresi açılış konuşması
21 Kasım -1 Aralık 1986)


Mihrac Ural


24 Ocak 2010

İlker Akman, Acilcilerin siyasal iradesi olduğu kadar, Yüksel Eriş'de hocasıdır. Acilcilerin hocası aynı zamanda, dengesi, genşi yüreği, olgunluğu, bilgi dönüşümümüzün de ifadesiydi.

Bu satırların yazarı ve Güney Bölgesinin Acilci olmasında temel rol Yüksel Hocanındır. O, gerek insani duruşuyla, gerekse devrimciliğin örnek ve simgesi olma vakurluğuyla, düzey ve bilgi birikimini her konuşmasında ifade etmesiyle bir öğretmendi. O'nu tanımam bu günlere gelişimin temel dinamiklerinden biri olmuştur. Yüksel Hocayı, Antakya'ya getiren ve O'nunla tanışmama vesile olan Dr. Mehmet Çelikel'dir.

Dr. Mehmet Çelikel'le Antakya TÖB-DER salonunda buluştuk. O dönemin Devrimci Sağlık İş sendikasında, örgütsel sürecin içinde yer alan bir yoldaştı. Memleketine gelmiş bizlerle buluşmuştu. O günün koşullarında Antakya, en aktif siyasal gelişme sürecini yaşıyordu. Ülke çapında her hangi bir örgütle resmi hiç bir bağımız olmamasına rağmen, kendi ölçeklerimizde özgün ve özgür bir örgütlenme içinde toparlanmıştık. Bu buluşmaya ise, sürecin biraz daha gerilerinden çıkıp gelen bir çabanın sonunda gelmiştik.

Okulumdan mezun olduktan sonra, Mahir Çayan'ın Kesintisiz Devrim adlı kendi el yazısı makalelerini Antakya'ya getirmiştim. Isparta'lı Yaşar Sarı yoldaş bu yazıları bana, kutsal kitap gibi gizlice ve önemli uyarılarla verdi. Kimseye gösterme, herkese okutma, yakalanırsa çok kötü sonuçları olur v.b. dedi. Antalya'da okul sürecimin önemli bir kesiti siyasal mücadelemin etkin dönemiydi. Antalya Gençlik Örgütü'nün (ANT-GÖR) kuruluş çalışmaları ve faşistlerle giriştiğimiz çatışmalar sonucunda, Isparta'ya naklimi yaptırmıştım. Isparta tarihinin ilk devrimci dernek kuruluş çalışmalarında etkin rol oynamış,çevre devrimcileriyle çok sıkı bağlar oluşturmuştum. Yaşar Sarı, 68'li kuşağın liderlerinden Mustafa Kaçaroğlu ile yakın ilişki içinde olan, çevre köylerden bir yoldaştı. Cezaevinden elle çoğaltılarak dışarı çıkarılan, sayısını bilmediğim, ancak çok az olduğu kesin olan, Kesintisizlerin ilk nüshalarından birini işte bu yiğit insanın elinden almıştım. Antakya'da THKP-C geçmişi üzerinde yükselen siyasal eğilimlerin hakim olmasının kaynağı, buraya kadar gider.

Antakya'da ileri düzeyde örgütlenmemiz, TEK YOL DEVRİM gibi dergi yayınlarımız, bildirilerimiz, duvar yazılamalarımız, eylemlerimiz, her mahallede kurulu olan derneklerimiz, kitlemiz ve yapılmış büyük kitlesel mitingimiz bulunuyordu. Askeri eylemlerimiz sürmekte, askeri eğitimlerimiz için her türden hazırlıklarımız da bulunuyordu. Bunlardan birinin arifesinde Yüksel Hoca da vardı. Yapacağımız askeri eylemlerin yoğunluğu ve etkinliği nedeniyle, gündeme gelecek baskıları örgütümüzün kaldıramayacağını, 26 Ocak 1976 Beyler Deresi katliamının yıkımını henüz onaramadıklarını belirterek bu eylemleri Hatay Kurtuluş Ordusu vb. farklı isimlerle üstlenmenin daha uygun olacağını ifade etmişti. Yüksel Hoca, hesaplı ve akıllı bir insandı, nazikçe ve olgunca bizlere bu eylemleri isim olarak üslenmede gizliliği tavsiye ediyordu. Bu eylemler İskenderun Demir-Çelik fabrikasında gelişen işçi sorunlarıyla ilgili; baskılara, işten çıkarmalara, grev sorunlarına ilişkin bir tepki olarak hazırlanıyordu.

Yüksel Hocayla uzun siyasal sohbetlerimiz oldu, silahlar ve askeri konularda da konuştuk. O, silahlardan çok uzak bir insandı. Binboğa dağlarına yaptığımız tırmanışta da buna tanık oldum. Bir şehirliydi, şehir kimliğini taşıyan olgunluğuyla, olayları kavrayışıyla, sorunları aşmadaki genişliğiyle, kapsayıcılığıyla gerçek bir öğretmendi. O, İlker Akman'ın izinden gidebilecek. Örgüte siyasal bir irade kazandıracak, onun döneminden kalan bir yöneticiydi. O kesitte; akılalmaz saplantı derecesinde, insan ilişkilerindeki yanlışlarıyla sekterlik yapan ve o ölçekte silik bir duruş sergileyerek, sonunda itirafçı olan yöneticiler de bulunuyordu. Ancak Yüksel Hoca, bir örgütün gereksinim duyduğu olgunluk ve bilgi birikiminin tüm verilerini üzerinde taşıyordu.

Yüksel Eriş Hocayla son olarak, Ankara'da buluştum. Kızılay meydanındaki Gima mağazası binasında bir kafede oturduk, uzunca konuştuk. Bölgemizdeki çalışmaya başka bir yoldaşın geleceğini ifade etti. O'na neden başkası? diye sordum, bana; "bölgenizin yeterliliklerini göz önüne alarak, sizlerle birlikte çalışacak bir yoldaşı göndereceğiz. Ben daha çok çalışmayı gerektiren bir bölgeye gideceğim" dedi.

Hüzün doldum. Aramızda çok yoğun bir bağ oluşmuştu. Yüksel Hocayı bölgemizde görmek istiyorduk. Ancak o kesitte, bunların ne konuşulması ne de konusunun edilmesi söz konusuydu. Ankaradan ayrıldık, Ayşe yoldaş (Ömür Karamollaoğlu) gelmişti. O'da bizim içten bir sevgiyle sarıldığımız yoldaşımız olmuştu. Bölgemiz hep öyle, duygusal bir sevgiyle sarılırdı misafir yoldaşlara...

Yüksel Hoca örgütümüzün değerli bir şahsiyetidir. O, anılarımızda örnek aldığımız mütevazi bir yönetici olarak yaşadı durdu. O'na beslediğimiz saygı ve sevginin haklılığını dostumuz, yoldaşımız Kürt halkının lideri sayın Abdullah Öcalan'ın dilinden de duymak, bize moral ve dinamik katmıştı. Başkan Öcalan, bu sırrı 1. Kongremizde, delege yoldaşların ve misafirlerimizin önünde yaptığı konuşmada açıklarken, yaşadığımız coşkunun, bu konuşmayı her dinlediğimizde, kararlılığımızın, sorumluluğumuzun davamıza ve örgütümüze olan bağlılığımızın bir kez daha bilinçte doruklara ulaştığını hissederiz.

Başkan Öcalan 1. Kongremizde şunları dile getirdi:


"Değerli Yoldaşlar,

Değerli THKP-C Acilciler 1. Kongre delegeleri ve değerli misafirler. Sözlerime başlamadan önce içten selamlarımı sunar, böylesine değerli ve bir çok oluşuma yol açacağına kesinlikle inandığım 1. Kongrenizde bulunma imkanına kavuştuğum için siz yoldaşlarıma şükranlarımı iletiyorum.
Sizlere, partimiz PKK´nın kısmi de olsa ayağa kaldırdığı halkımızın mücadele selamlarını iletiyorum. Tarihinden gelen ve günümüzde, özellikle 1980 sonrasında son derece vahşi ve barbarca bir saldırıyla üzerimize gelen, başta sizler ve bizler olmak üzere vahşi hayvanlara özgü kudurganlıkla saldırarak çoğumuzu, zindanlarda görülmemiş iğrenç işkencelerden geçiren faşist TC´nin saldırıları altında böylesine görkemli bir ortamda kavuşmamız hiçbir kişisel, ulusal, hatta sınıfsal basit çıkar endişesine kapılmadan, yeninin doğuşunu tartışmamız, yeniyi doğuracak pek çok kararlara ulaşmanız sizin gibi. bizleri de son derece mutlu ediyor.

Sizlerin, hareketinizin, soylu bir geçmişe ve başkaldırışa sahip olduğunu bilmeyen yoktur. O günkü amansız zorluklar ne olursa olsun bu soylu başkaldırışın önderlerinden bizzat konuşmalarına tanık olduğum Mahir Çayan yoldaşın, milliyetçilik ve ulusal sorun konusunda söyledikleri sözler çağdaş Türkiye halk hareketlerinin temeli olacak derinliktedir. Hareketinizin bu çıkışı da, zaten bunu kanıtlar. Ve bizim de çıkışımız bunu kanıtlar.

Evet, daha sonra yine sizlerin önder yoldaşlarınızın soylu çıkışları vardır. Belirtmek gerekir. Şahsen tanıma imkanı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım. 12 Mart´tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi. Belki onlar görmedi ama, bazı tartışmalara sizlerden de arkadaşlar katıldı. Birçok tartışmada bazılarının tasfiyecilik eğilimlerine karşı biz, sonuna kadar bu direnişçilerin anısını dayattık. Onlar her ne kadar bugün aramızda yoksa da, onların anısının böyle oynanacak anılar olmayacağını söyledik, kabul edeceksiniz dedik (....). Nitekim oralardaki ısrarlarımız, bizleri bu noktaya kadar getirdi..." (Abdullah Öcalan, THKP-C (Acilciler) 1. Kongresi açılış konuşması 21 Kasım -1 Aralık 1986)

Yüksel Hoca, 26 Ocak 1976 Malatya Beyler Deresi şehitleri anısına yapılan, askeri eylem hazırlığı sırasında şehit oldu. Yanında değerli bir yoldaş bulunuyordu; yazılarıyla, kitap ve eğitmenliğiyle en az Yüksel Hoca kadar değer verdiğimiz bir yiğit. Yener Orkunoğlu.

Yüksel Hocanın son günlerini, örgütsel tarih yazımı için Yener Orkunoğlu'nun anılarını yazmasını bekleyeceğiz. Yener Orkunoğlu'nun kaleminden, yazılarında ortaya koyduğu akademisyen kimliğiyle o dönemi anlatmasını bekleyeceğiz.

BEYLER DERESİ BİR TARİHTİR !..

Zeki BAYTERİN

25 oCAK 2010


26 Ocak, Beylerderesi’nin yıldönümüdür. O gün yaşanılanlar, yeni kuşaklara aktarılmak zorundadır. Beylerderesi bir tarihtir! Üç yiğit insanın; İlker AKMAN, Hasan Basri TEMİZALP ve Yusuf Ziya GÜNEŞ yoldaşların, fiziki yok oluş pahasına yarattıkları Beylerderesi, bizim tarihimizdir!
Che’nin, “devrim tarihi” belirlemesine atfen söyleyecek olursak; “basit insanların samimi çabalarıyla” oluşturulan bu tarihin, “Kızıldere’nin devamı” olarak adlandırılması yerindedir! THKP-C’nin, Kızıldere’de yarattığı gelenek, Beylerderesi’nde sürdürülmüş ve Kızıldere’den-Beylerderesi’ne uzanan pratik gerilla mücadelesiyle çizilen rota, eylem birliği perspektifi olarak, THKP-C’nin ardıllarına miras olarak bırakılmıştır...
Kızıldere’den-Beylerderesi’ne uzanan ve sokak çatışmalarında, kırsal alanlarda, darağaçlarında, barikat başlarında, grev çadırlarında, üniversitelerde, zindan direnişlerinde ve enternasyonalist dayanışmada yaratılan THKP-C’nin tarihi; engin zenginliğe sahiptir. “İrade, eylem ve disiplin birliği” açısından oldukça zengin derslerle dolu olan bu tarihimizde, iki konunun altını çizmek istiyoruz. Savaşçı gelenek ve devrimci çizgi.

SAVAŞÇI GELENEK


“İnsanlık mücadelesi” açısından oldukça bereketli topraklara sahip olan Anadolu coğrafyasında, Türkiye Devrimci Hareketi’nin 50 yıllık birikiminin olumsuzluklarını yadsıyarak ve olumluluklarını içselleştirerek yükselen THKP-C, geleneksel soldan köklü bir kopuşla mücadele alanına girdi. Geleneksel solun revizyonist/reformist çemberini yırtarak mücadeleyi omuzlayan THKP-C, Türkiye’deki marksist hareketin devamı olduğunun bilinciyle, devrim bayrağını sürekli yükseltmeyi amaç edinmiştir. Bu amaca ulaşmada, “inkârcı” yaklaşımı dışlayan ve “devrimci eleştiri”yi ilke edinen THKP-C’nin kurucusu ve önderimiz Mahir Çayan yoldaşın;
“Bugün ve yarın için doğru olan politika, dünün eleştirisinden çıkar. Biz, Türkiye’deki marksist hareketin tarihine sonuna kadar saygılıyız. Ve onun bir devamı olarak kendimizi görmekteyiz.” (“Toplu Yazılar”, Özgürlük Yayınları, sf; 198) sözleri, geçmiş birikimin tüm olumluluklarının içselleştirildiğinin ve olumsuzluklarının yadsındığının ifadesi olduğu açıktır. “Tarih bilinci”nin yalın bir ifadesi olan bu durum; sadece devrimci etik sorunu değil, aynı zamanda sınıflar savaşımının bir zorunluluğudur!..
THKP-C’nin kuruluşunun öngünlerinde; 1965-70 dönemi Türkiye’sindeki sınıflar mücadelesinin keskinleşmesine bağlı olarak, 50 yıllık revizyonist/reformist gelenek temsilcileri kendi kabuklarına çekilmiş ve “genç militanlar”, devrim arenasında tek başlarına kalmışlardı. Türkiye’yi sarsan bu devrimci kasırga döneminde; işçi ve köylü hareketlerini yönlendirme gayreti içinde olan ve DEV-GENÇ aracılığıyla sayısız anti-emperyalist gençlik hareketlerine önderlik eden devrimci sosyalist hareket, 30’dan fazla şehit verdiği bu mücadele içerisinde çelikleşti. “Sol’daki pasifistlerin, revizyonistlerin ve devrim hokkabazlarının” kendi köşelerine çekildiği bu dönemde, “hayat, devrimci pratiğin içindeki işçi, köylü, öğrenci militanları bir araya getirdi” ve “proleter devrimci bir örgüt doğdu.”
İşte THKP-C, sınıflar mücadelesinin keskinleştiği böylesi bir ortamda, o günlerin “genç militanları” ve sözcüğün gerçek anlamıyla devrimci sosyalistlerce 1970 Aralık ayında kuruldu. İçinden çıkılan politik ortamın izlerini taşımakla (“Kemalizm” konusundaki yanılsama, bu izlerin ürünüdür) birlikte, pratik faaliyetler nedeniyle tamamlanamayan çalışmaların doğal bir sonucu olarak belirli eksiklikler taşıyan (özellikle, “ulusal sorun”da) bir devrim programı oluşturulmuştu. “İrade birliği” olarak adlandırılan programatik görüşler; belirttiğimiz eksikliklere rağmen, KESİNTİSİZ DEVRİM I-II-III’de ortaya konulmuş ve o dönemde geleneksel soldan sürekli bir kopuş sağlanarak; ilk kez, devrimci sosyalist bir çözümleme gerçekleştirilmişti. Yine, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi/PASS ile ifade edilen bir devrim stratejisi ortaya konularak, “eylem birliği”nin içeriği açıklanmıştı. Yanısıra, Parti ve Cephe tüzükleri de ortaya konularak, “disiplin birliği”nin açımlanmasına gidilmişti. Böylece, “irade birliği, eylem birliği ve disiplin birliği” bileşkesiyle, “maddi örgüt birliği”ni oluşturan THKP-C; devrim ve sosyalizm hedefini herşeyin üzerinde tutan, devrimci dayanışma ve enternasyonalizmi yaşam biçimi olarak kavrayan anlayışıyla, Türkiye sınıflar mücadelesine damgasını vuracaktı...
Kendi öz güçlerine güven, cesaret ve atılganlık niteliğini kuşanarak Parti-Cephe’yi oluşturan öncellerimiz; “karşı-devrim cephesinin bütün baskı, şiddet ve cebrini göğüsleyerek” her alanda harekete geçişi esas aldılar. Çünkü onlar biliyorlardı ki; “Örgütü örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan, programlar ve yaldızlı laflar değil, devrimci eylemdir.” (M. Çayan, age, sf;356)
Sol lafazanların, “ceğiz-cağız”la onyıllardır oyaladığı kitlelerde, DEV-GENÇ’in mücadelesiyle yarattığı sempati, yerini silahlı propaganda temelinde yürütülen devrimci savaşın kitleleri derinden etkilemesine bırakıyordu. THKP-C’nin yürüttüğü bu devrimci savaşa -ki, THKO’nun mücadelesinin etkisi de gözardı edilemez-, Türkiye oligarşisinin, iktidarını kaybetme korkusuyla verdiği yanıt; siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesi oldu.
THKP-C’nin yeni oluştuğu ve devletle açık savaş yürüttüğü 1971 başlarında gündeme getirilen 12 Mart Cuntası’nın tüm azgınca saldırılarına rağmen, onun emperyalizmin işbirlikçisi ve faşist niteliğini açığa çıkartma mücadelesi; yenilen darbeler ve verilen şehitler pahasına, aynı kararlılıkla sürdürüldü. Cevahir yoldaşın şehit düşmesi ve Küpeli-Aktolga “ihanetçi kliği”nin Parti’yi sağ çizgiye çekmeye çalışmaları; THKP-C’nin, siyasi gerçekleri açıklama mücadelesini temelleyen silahlı propaganda faaliyeti yürütmesinin engeli olmadı. 29 Kasım 1971’de, Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar eden Mahir ve Ulaş yoldaşlar, öncelikle “ihanetçi kliği” Parti’den uzaklaştırdı ve THKP-C, 12 Mart Cuntası’nın “bütün baskı, şiddet ve cebrini göğüsleyerek” devrimci savaşı kaldığı yerden devam ettirdi...
Ulaş yoldaşın şehit düştüğü bu devrimci savaş süreci, Türkiye Devrimci Hareketi açısından bir manifesto olarak değerlendirilmesi gereken Kızıldere’ye kadar kesintisiz olarak sürdürüldü. Düşmanın ağır silahlar da kullandığı yüksek ateş gücüne rağmen, az sayıda ve çok sınırlı atış gücüne sahip silahlarıyla son mermilerine kadar çatışıp şehit düşenlerin Kızıldere’de yarattığı devrimci savaş ve direniş manifestosu, geridekilere bırakılan önemli bir miras ve gelenektir!..
THKP-C’nin, devrimci eylem çizgisinin bir uzantısı olarak ele alınması gereken Kızıldere; siyasal devamlılık için fiziki yok oluşun Türkiye’deki ilk örneği ve Parti’mizin devrimci direniş manifestosudur! Evet, Kızıldere’de, kararlılıkla sürdürülen devrimci savaşta, bir muharebe kaybedilmiş ve buna bağlı olarak da, örgütsel dağınıklık yaşanmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki;
“Ve bazen ‘yenilgiler’, devrim tarihlerinde birçok zaferden daha güçlü etkilerle kendi misyonunu belirler. Çünkü, yaratılan stratejik direniş, düşmanın hareket mevzilerinin, psikolojik üstünlüğünün önüne dikilir. O gerilim ve denge anlarıdır ki, sessizlik, teslim oluş veya direniş, belirleyici sınıflar savaşı olgusu olarak süreci uzun erimli, uzun soluklu ve çok yönlü olarak belirler. Sonuç, maddi veriler açısından ne olursa olsun.” (“Şafak Yargılanamaz-II”, sf;449)

GELENEK DEVAM EDİYOR


THKP-C’nin kurulduğu ilk andan itibaren, oligarşiye karşı başlattığı ve Kızıldere sonrasında kesintiye uğramış olan devrimci savaş; uzun erimli sınıflar mücadelesinin yeni dönemini de belirlemiştir. Kızıldere’nin son olmadığı ve savaşçı geleneğin devam ettirileceğini görmek için, üç yıllık bir zaman dilimi yetmiştir. 1975’lerde, Hareketimizin öncülerince yeniden başlatılan silahlı mücadele ile sürdürülen savaşçı gelenek, Beylerderesi’yle ivme kazanmıştır...
Devrimci sosyalist hareketin temel güçlerinin Kızıldere’de imha edilmesinin yanısıra; kendince önemli iç gereksinmelerini de karşılayan oligarşi, 1973 seçimlerine başvurdu. Böylece, açık faşizm döneminin yoğunlaşmış baskı ve terör ortamının bunalttığı kitlelerin patlama noktasına gelmesini engellemek ve suni dengeyi sürdürebilmek için, faşizmin “açık” icrasını dönüştürerek yeniden “gizli” niteliğe bürünmesini sağlayıp, kurulu düzenin devam etmesini amaçlamaktaydı.
1973 seçimleri sonrasında gündeme gelen CHP-MSP koalisyon döneminin “göreli serbestlik” ortamı, bir yandan sınırlı legal çalışma olanaklarının doğmasına neden olurken; aynı zamanda “reformist-teslimiyetçi” akımların güçlenmesine de zemin hazırlamıştı. Kızıldere sonrasında geride kalan Parti-Cephe’li unsurlar/sempatizanlar ve “silahlı mücadele” savunucuları, moral yitimi içerisinde şaşkın ve edilgen bir konumda beklemekteydiler. Özellikle cezaevlerindeki Parti-Cephe’li kadroların; dışarıdakilere gönderdikleri; “bekleyin, acele etmeyin” komutları ve yurtdışındaki “kalıntılar”ın, devrimci potansiyelin verili koşullarını değerlendiremeyişleriyle örtüşen basiretsizlik ve yeteneksizlikleri, böylesi bir ortamın doğmasına neden olmuştu.
Bu kargaşa ve beklenti sürecinde, saflar da netleşmekteydi. Parti-Cephe ardılları arasında “mirasyedi”ci çizgi ve mücadeleyi kaldığı yerden devam ettirme anlayışında kendini gösteren bir ayrışma yaşanmıştı. Devrimci potansiyeli değerlendirmek isteyen “arayış çizgisi”, ne yazık ki çeşitli gruplardan/çevrelerden oluşmaktaydı. Kızıldere geleneğini sürdürebilmek ve THKP-C’nin geride kalan samimi unsurlarını/sempatizanlarını toparlayarak mücadeleyi sürdürmek amacıyla yola çıkan İstanbul, İzmir ve Ankara merkezli girişimler bulunuyordu.
Hareketimiz tarafından İstanbul merkezli olarak 1975 yılında ABD ve NATO hedeflerine yönelik politik-askeri eylemleri ile Kızıldere sonrasında yeniden başlatılan “silahlı mücadele”, diğer girişimlerin de harekete geçmesini hazırlayacak koşulları oluşturmuştu. Artık sis dağılmış, buz kırılmış ve “yürüyüş” başlamıştı...
Kendilerini,”Türkiye Devriminin Acil Sorunları” (TDAS) broşürüyle ifade eden Ankara merkezli başlangıç yapan bir başka devrimci yapının başını, THKP-C’nin Ankara kadrosunda yer alan Koray Doğan’la (8 Mart 1972’de Ankara’da, kontr-gerilla tarafından vurularak katledildi) örgütsel ilişki içerisinde bulunan İlker Akman çekmekteydi. Yine o süreçte “Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz” broşürünü yazarak, günceldeki taktik politikasını ortaya koyan İlker Akman, TDAS broşürünü kaleme alanların da içerisindeydi.
TDAS broşürü etrafında bir arada bulunan bu grup, esas olarak Ankara’da AYÖD ve TMMOB içerisinde faaliyet göstermekteydi. 1975 yazında, TDAS çevresi “Yurtdışı grubu” ile birleşti. Sağlam temellere dayanmayan bu birleşme kısa bir süre sonra ayrışma ile sonuçlandı.
Öncü Savaşı’nın hazırlıklarının tamamlandığı tespitini yapan İlker Akman; Sivas, Malatya, Elbistan/Maraş’ta, MHP ve ordu güçlerine yönelik askeri eylemlerin planlandığı “taktik politika”yı da belirleyerek, buzun kırıldığı yoldan yürüme kararlılığını göstermişti. Hasan Basri Temizalp (III. THKO Davası’ndan yargılanmış ve cezaevinden çıktıktan sonra, İlker Akman tarafından bu çevreye kazandırılmıştı) ve Yusuf Ziya Güneş ile birlikte bölgeye geçen İlker Akman; yerel kadroların da katılacağı bir dizi askeri eylemleri organize edecekti. Sivas’ta MHP binasının bombalanması sonrasında Malatya’ya geçen üç kişilik grubun “yürüyüş”ü, il merkezinde karşılaştıkları devlet güçleriyle çatışarak -bu çatışmada, bir polis ve bir bekçi ölmüştür- çekildikleri Beylerderesi’nde (Malatya’ya oldukça yakın dağlık alan) noktalandı...
26 Ocak 1976’da, Beylerderesi’nde bir dağ evinde kuşatılan bu üç yiğit militan devlet güçlerinin saldırılarına karşı, sadece tabancalarıyla -Malatya’daki çatışmada, ellerindeki makinalı tabancayı bırakmak zorunda kalmışlardı- karşılık veriyordu. Yüzlerce polisin silahlı ve makinalı tabancalı saldırısının yanısıra, helikopterden atılan bombalar, direnme geleneğini kuşanan Üç’lerin tabanca mermileriyle karşılık buluyordu. Düşmanın yüksek ateş gücü, bir kez daha sınırlı atış gücüne sahip silahları susturmuştu. Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya Güneş’in katledildiği bu yoğun saldırıda yaralanan İlker Akman, operasyonu yöneten dönemin İçişleri Bakanı Ferit Kubat ve yerel mülk-i erkan içerisinde yer alan Abdülkadir Aksu’nun (şimdiki İçişleri Bakanı) emriyle kurşuna dizildi.
Bir kez daha, siyasal devamlılık için fiziki yokoluş göze alınmış ve Kızıldere’de yaratılan savaşçı gelenek, Beylerderesi’nde sürdürülmüştü. Çünkü Üç’ler biliyorlardı ki; “Geçmişin mirasçısı, geçmişteki kararlı ve uzlaşmaz mücadelelerin mirasçısı olmak isteyen kimse, bugün doğru devrimci çizgide proletaryanın devrimci bayrağını yükseklerde tutmak zorundadır.” (Mahir Çayan, age, sf;198)

DEVRİMCİ ÇİZGİ


Bilindiği üzere THKP-C, devrim stratejisini, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS) olarak belirlemişti. Ülkenin içinde bulunduğu koşullar gereği, şehirlerde başlatılıp kırlarda devam ettirilecek olan ve son sözün şehirlerde söyleneceği bu strateji; Silahlı Propaganda’nın temel alındığı Öncü Savaşı’yla kitleleri örgütlemeyi esas alır ve kır-şehir diyalektik bütünselliği gözetilerek (“Birleşik Devrimci Savaş” esprisi) yürütülür. İşte, Kızıldere’de ifadesini bulacağımız bu stratejik gerilla hattının doğuşu, böylesi bir anlayışın ürünüdür.
71 eylemlerinden Kızıldere’ye, 1975’de yeniden başlatılan savaşa, Beylerderesine, Haziranlara ve günümüze akan süreç bu stratejik rotanın ürünüdür. Beylerderesi, Kızıldere sonrasındaki yenilgi atmosferine Devrimci Sosyalist Hareketin vurduğu darbenin ardından gelişen en önemli direniş eylemlerinden biridir. Kızıldere sonrasında savaşı sürdürme iradesinin, kararlığının güçlü biçimde ortaya konulduğu önemli kilometre taşlarındandır.
Kızıldere’den Beylerderesi’ne, Haziranlara uzanan direnişlerde şehitlerimizin bedenleriyle yarattığı savaşçı gelenek ve devrimci çizgi, “engin zenginliğe” sahip devrim ve sosyalizm mücadelesinde yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor, edecek! Engels’in dediği gibi;“Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz, ama her şeyden önce belirli öncüllerle birlikte ve çok belirli koşullar içinde.” (“Felsefe İncelemeleri”, Marx-Engels, Sol Yay. sf;52)
Öyleyse yolumuz, Kızıldere’den-Beylerderesi’ne, Haziran’dan-Şubat’a; çatışmalarda, darağaçlarında ve tutuşturulan bedenlerle, Şafakları kızıllaştırarak devrim yolunda düşenlerin yoludur!..

24 Ocak 2010 Pazar

DEVRİMCİ OLUŞUM


Zeki BAYTERİN


25 OCAK 2010


Bir gün insan virgülü kaybetti.

O zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı, virgülsüz.

Cümleleri basitleşince, düşünceleri de basitleşti.

Bir başka gün, ünlem işaretini kaybetti,

Alçak bir sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuştu, ne hiçbir şeye kızıyor nede bir şeye seviniyordu.

Hep ünlemsiz yaşıyordu.

Bir süre sonra soru işaretini kaybetti, ve soru soramaz oldu.

Hiçbir şey ama hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu.

Ne evren, ne dünya, nede kendisi umurundaydı.

Birkaç yıl sonra iki nokta üst üste işaretini kaybetti ve davranış sebebini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.

Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız tırnak işareti kalmıştı.

Kendine özgü tek düşüncesi yoktu, hep tırnakla alıyordu düşünceleri başkasından.

Son noktaya geldiğinde, düşünmeyi ve konuşmayı çoktan unutmuştu. Kanevski

Fedakarlık kavramından çok uzakta tanımlanması gereken devrimcilik, kişisel yaşam ve toplumsal görevler arasındaki gerilimin çözüm noktası olarak belirginleşir ve bütünlüklü bir yaşam biçimi olarak kendini ortaya koyar. Ama yine de, teorik alanda durum ne olursa olsun, pratik yaşam içersinde sosyalist hareketin tarihi kadar eski olan bu gerilim yakamızı bırakmaz. Mevcut sömürü düzenini değiştirmek dahası bir bütün olarak dünyayı değiştirmek için yola çıkmış insanların örgütlenerek yarattığı ortak irade ile aynı insanların tek tek varlıkları, bu varlıkların günlük yaşamda kendini ortaya koyuş biçimleri arasındaki ilişki, her zaman üzerinde durulması gereken bir sorun olmuştur.

İlk anda soruna özellikle Marksist düşünceye yabancı bir insanın gözüyle bakıyorsak, durum biraz karışık gibi görünür. Bir yanda devasa güç ve organizasyona sahip olan düzeni alt etmek için ciddi bir alternatif örgütlenmeyi yaratmak zorunluluğu vardır ki oluşturulan bu örgütlenmenin başka faktörlerin yanında her durumda ve her zaman karşıt gücün baskısı altında olması nedeniyle disiplinli merkezi bir güç olmak zorundadır.

Her şeyden önce dikkat edilmesi gereken şey, insan ilişkilerinin bu en karmaşık alanına yönelirken belli bir alçak gönüllülük dozunun muhafaza edilmesi gerektiğidir. Bu alanın kendisine bilgelik ve her şeyi bilme kuruntularını atfedenleri her zaman boşa düşürdüğü, insanoğlunun binlerce yıldır uğraşa geldiği bir sorunu bir makalede çözümleme heveslerinin pratikte pek işe yaramadığı defalarca kanıtlanmıştır. Bu yüzden, tarih boyunca her toplumsal süreçle birlikte gelişerek değişen bir alanı tanımlamaktan çok, bu alanı da belirleyen başka bir süreci bütünüyle tanımak ve tanımlamak olarak anlaşılmalıdır. Olguya böyle bir bakış açısıyla yaklaştığımızda ise üzerinde durmamız gereken en sağlam temel sosyalist düşüncenin normal günlük yaşantıya eklemlenen bir olgu değil, kuşatıcı bütünlüklü bir ideoloji olduğu gerçeğidir. Devrimci yapının insanlardan oluştuğu, insanların da sevgi ilişkileriyle birlikte var oldukları bir kez unutulduğunda ve bu alanın ortak mücadeleye daha baştan itibaren aykırı olduğu önyargısına teslim olunduğunda artık yapacak bir şey kalmaz. Ya oturup bu aykırılığın eninde sonunda belirecek olan tahribatını bekleriz, ya da işi baştan sıkı tutmak adına feodal kışla kurallarını getirir ortaya koyarız.

Oysa devrimci oluşum bütünlüklü bir anlayışla ele alındığında, yapının inşası böyle bir referans noktasından kurulduğunda çözüm imkanlarının da varlığı karşımıza çıkacaktır. Ancak bütün bunları söylediğimizde yine de sorun bitmiş sayılmaz söylediklerimizin sadece doğru oldukları ve bizim tarafımızdan kavranmış oldukları için kendiliğinden hayata geçmelerini bekleyemeyiz. Bir dönüştürücü araç olarak devrimci oluşum bütün bunları hayatın akışına bırakmayan bir irade oluşturur.
Her şeyden önce devrimci oluşumun üzerine inşa edildiği toplumsal doku, pek çok açıdan çürütülmüş insan erezyonuyla sakatlanmış bir dokudur. Ve bu zemin üzerinde hareket eden devrimci oluşum, mevcut sistemle yürüttüğü mücadelenin yanı sıra kendi insan profiliyle de hesaplaşmak, hayatın her noktasına iradi müdahalelerde bulunmak, içerdiği insan ilişkileri alanını, yani aslında bizzat kendisini dönüştürmek zorundadır.

Devrimci oluşum toplumsal dokunun çürümüşlüğünden, o dokudan gelen insanların eksikliğinden yakınarak zaman geçirme lüksüne sahip değildir. O, yalnızca politik deneyimlerin biriktiği bir yer değil, aynı zamanda yüzlerce hayat deneyiminin, yüzlerce değişik davranış örneklerinin biriktiği, bütün bunların belli kurallar ve yöntemlere dönüştüğü bir alandır. Hiç bir zaman mükemmel durumlar ve mükemmel işleyişler sıfır hatayla yürütülen müdahale biçimleri yoktur. Gelişmenin en üst noktalarında bile devrimci mücadele durmadan yeni insani deneyimler kazanır, yeni olgulardan yeni dersler ve yeni müdahale yöntemleri çıkarır. Bütün bunlar sürecin çok kitleselleştiği, dolayısıyla mücadele unsurlarının düzeyinin nispeten düştüğü koşullarda bile ara verilemeyecek zorunlu görevlerdir. Sonuçta bugünkü insan yapısı kurulmak istenen geleceğin oluşumunu belirleyecektir.
Devrimci oluşum insanın içsel sorumluluk ve dönüşüm istekleriyle iradi kural ve müdahalelerin bir arada bulunduğu bir organizasyondur, ve her zaman da böyle olacaktır.

Toplam deneyim tek insana, tek insan da toplam deneyimin biriktiği havuza durmadan yeni unsurlar ekleyecek, çoğu zaman içersinde değişebilecek kurallar ve yöntemler oluşacak ama hiçbir zaman örgütsel yapı ne düzenle hesaplaşırken ne de iç yapısında kendiliğindenci bir yoldan yürümeyecektir.
Hayat değil, ama insanlar arasındaki ilişkilerin özgün alanları devrimci mücadele içersinde kendisine yer bulmaya devam edecek. Ayrıca, pratikte sağlanması pek kolay olmasa da, kendi iç dünyasıyla barışık, belli bir dinginliğe sahip insanın devrimci mücadeleye daha yararlı olduğu, olacağı da pratikte binlerce kez kanıtlanmıştır.
Bütün bu gerçekliklerle uyum sağlamak, kurallarla gerçek hayatın bir arada olduğu herhangi bir başka alandan daha zor değildir. Sadece emirleri yerine getiren insanlarla değil, devrimci kimliğe sahip, kişilikli insanlarla yürütülecek yüksek insani ilişkiler düzeyidir.

23 Ocak 2010 Cumartesi

İLKER AKMAN, ACİLCİLERİN SİYASAL İRADESİDİR

Mihrac Ural
24 Ocak 2010

Bu yazıda İlker Akman'ı farklı bir şekilde anmamız gerektiğine ilişkin kanaatlerimi ele alacağım. Uzun yazmayı seven biri olarak, elimden gediğince de kısa tutmaya çalışacağım.
Kararlı siyasi iradenin tarihte önemli rol oynadığını düşünüyorum. Her hedef kararlı bir iradenin ürünü olarak gerçekleşebilr. En kötü hedef için olduğu kadar, en insani hedefler için de bu gereklidir. Öznel algının tarihteki rolü, veriler üzerinde azımsanmayacak ölçektedir.
Kararlı bir iradenin olmadığı süreçlerde ısrar, hüsranla sonuçlanır. Siyasette bu çok daha öyledir. Ancak siyasal süreçlerin kendine özgü handikapları bulunuyor. Kırılma anında oluşan boşlukta siyasal iradeleri devam ettirmek o kadar mümkün olamamaktadır. Boşluk, gecikmelere rağmen, yine kararlı bir siyasal irade ile doldurulmazsa orada olumsuz bir final yaşanacak demektir. Nasıl ve nereden gelirse gelsin final, olumlu yada olumsuz anlamda boşluğu dolduran bir gerçek olur.
Acilciler, 26 Ocak 1976'da Malatya Beyler Deresi katliamı peşi sıra böylesi bir boşluğa düştü. Bu boşluk İlker Akman'ın şehit olmasıyla gündeme geldi.

İlker Akman kararlı bir siyasi iradeydi.

On yıllardır, İlker Akman'ı anarken onun cesareti, saldırıya karşı duruşu ve kahramanlığını anlatıp durduk. Ancak, bunlar birer sonuçtu. İlker Akman, şehit olmadan önceki bir sürecin ortaya koyduğu sonuçtu; bu sonuçları üreten gerçekler, İlker’i bize ve gelecek kuşaklara taşıyan gerçeklerdi. Bana göre İlker için yazılması gereken en gerçekçi satırlar bu noktadan itibaren başlamalı. Örgütümüzün kurucu şehitlerini anarken, bu sorumluluğun üzerimde olduğunu hissediyorum.
Geride yazılı iz bırakmayanlar için çok şey söylenebilir ama söylenecek hiç bir şey, yazılı veriler kadar gerçeğe yakın olamaz. İlker Akman’ın yıllardır övündüğümüz ve anısı yolumuzu aydınlatacak dediğimiz Beyler Deresi duruşunu yaratan bileşenleri; geride bıraktığı yazılarda ve bu yazıların arkasındaki dik duruşla belirginleşen, siyasal iradedir diyeceğim. Örgütümüzün siyasal iradesinin İlker Akman olma esprisi budur.
Bu güne kadar, ısrarla, direngen duruşlarla, kesilmeden, günceli yakalama kaygı ve yönelimlerini belirlemekle devam eden Acilcilerin siyasal duruşu, örgütsel tarihin arka planında yer alan İlker Akman’ın siyasi iradesinin devamıdır, diyeceğim Biz Acilciler bu geleneğin dolaysız sonuçlarıyız. İlker’in bilince çıkarılması gereken yanı da budur.
İlker Akman’ın, elimizdeki tüm veriler ve yönetici şehit yoldaşların anlatımlarınca, TDAS'ın yazarı ya da yazanlardan biri olduğunu biliyoruz. Ancak kendi imzasını taşıyan ve çok daha anlamlı ve bütünsel uyuma sahip olan "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" başlıklı yazısı bulunmaktadır. Bu yazının ilk paragrafında kendi mantık yönelimini güçlüce şu cümlede aktarır; "Her siyasal görüş‏, içinde bulunulan toplumu belli bir biçimde kavrayışı‎‏‎n ifadesidir." (Age. I. Bölüm s:1). Toplumsal olayların algılanmasının, ülkeyi kavrama biçiminin bir sonucu olarak ele alınması gerektiğini dile getirerek, objektif olunacağını belirtir. Bu nedenle de, Marksın kapitalizmi irdeleme yöntemine uygun bir yöntemle, mücadelenin temel parametrelerini belirleyen felsefi açıklamalarla olayın düşüncedeki yerine açıklık getirir. Yazısının II. Bölümünde, içinden çıkıp geldiği siyasal harekete bağlılığının da bir ifadesi olarak; geçmişini onurluca taşımasının bir belirtisi olan "suni denge" kavramına, felsefi açıklamalar yapmaya girişir. Mevcut durumun düşünsel algılarda nasıl bir anlam taşıdığını, doğanın bu konudaki evrimini ve Engels’in bu konuyla ilgili düşüncelerini aktararak açıklık getirmeye çalışır. Bu noktada İlker, Mahir Çayan’ın açımlamaya zaman bulamadığı, suni denge kavramı üzerine, ülkenin verilerince netlik sağlamaya çalışmıştır. Geçmişi olanın gelecek oluşturma esprisidir bu. Biz Acilciler İlker Akman'dan bunu bilince çıkarttık.
Her Acilci, "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" adlı yazıyı birden çok kez okumuştur. 7 bölümden oluşan bu yazıda, İlker Akman’ın akıl sistemi, yazının tüm bölümlerinde kendini gösterir. O, devrimci mücadeleye aceleye gelmiş bir kalkışma olarak bakmaz. Belli bir metodun çizgilerini izler, mantık oluşturur ve bu mantığı doğruları arasına yükselterek, arkasında durmaya yönelir. Kişiyi kararlı yapan en temel ilke de budur. İçselleştirilmiş bilgi dönüşümüyle sentezlenen doğruların arkasındaki duruşu bu anlama gelir.
İlker Akman, yazısının üçüncü bölümünde; dün gibi bu gün için de büyük öneme sahip belirlemelerle, tezinin oturtulması gereken yeri gösterir. Siyasal zorun tarihte oynadığı devrimci rol ile emperyalizm çağındaki gerici rolünü belirterek, ülkemizde üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin mücadeledeki belirleyiciliği üzerinde durur. İlker bu anlatımla doğrularını oluştururken, heyecanlarıyla değil, militan ve kahramanlığıyla değil, çok ciddi bilimsel araştırmaların sonucuyla ilgili olduğunu gösterir.
Felsefi ve siyasal genel teorik belirlemelerin ardından, ülkemizdeki durumu ve siyasal sahnenin figüranlarını, dördüncü ve beşinci bölümde açıklar. Bölümlerin birbiriyle bağlantısı metodolojik açıdan hazmedilmiş bilgiyle olduğu kadar, seçilmiş hedef anlatımının alt yapısına dolgu olarak da aktarıldığı açıkça ortaya çıkar. Bu noktada İlker Akman'ın olgunlaşmış iradesiyle yüz yüze geliriz. Geçmişi kavrayışı ve gelecek için yönelimleri özümsemiş, bunun için gerekli araştırmaları yaparak, doğrularını şekillendirdiğine tanık oluruz.
İlker, altıncı ve yedinci bölümde; mevcut durumu ve devrimci taktiği belirlerken, böylesine etkin bir felsefi, siyasal dünya ve doğa algısından yola çıkmıştır. Bu kararlı algılar o günün verileriyle yapılabilecek, ortaya konacak en doğru tutumu ifade ediyordu. Tarihi hareket halindeki geçmiş olarak algılama hatasına düşmeden, dünü geleceğimiz için anlamlı kılacak bir dişli olarak, bu gün için de yerine oturtacak olursak, İlker Akman’ın, örgütümüzün siyasi iradesini temsil ettiğini ifade etmek, yanlış olmayacaktır.
Evet, İlker Akman sadece bir mücadele adamı değil, sadece kahraman ya da kanlı Beyler Deresinin bir şehidi de değil, ama aynı zamanda O, Acilcilerin de siyasi iradesiydi.
Bu tespit, bir yandan örgütümüz tarihinin doğru kavranması ve diğer yandan da İlker Akman'ın şehit olmasıyla yaşanan örgütsel boşluğun yarattığı kaos ortamını ve sonucunda 19 Ağustos 1977 İstanbul yakalanmalarıyla, silik bir itirafçınının yarattığı yıkımı anlamak için de önemlidir. Salt bu yanıyla da değil. Bu yıkımın aşılması ve örgütümüzün1. Kongreye kadar geçen sürede ortaya konan siyasi irade etkinliğinin, gerçekte İlker Akman’ın boşluğunu doldurma adına, ortaya koyduğu gerçekçi çözümü anlamak için de gereklidir. İlkerlerin mirasından söz etmek tam bu noktada anlamlıdır.
Siyasi irade her örgüt için yaşamsaldır. Mahirler yaşasaydı, ülkemiz siyasal ortamının aynı olmayacağını hepimiz biliriz. Dev bir halk kitlesinin alttan üste doğru, ciddi bir demokrasi mücadelesi atılımı içinde olacağını kestirmek zor değil. Bunu anlamak için Dev-Yol’un oluşturduğu küçümsenmez tabanını bilmek yeterlidir. Bunu tarih adına açıkça söylemek yanlış değlidir. Bu konuyu, yakın zamanda misafirim olan, Dev-Yol'un en önemli isimleriyle, tüm dönem boyunca birlikte mücadele etmiş bir yöneticiyle sohbetimde de dile getirdim; "Dev-Yol, siyasal eleştirilerimiz bir yana, Mahirlerin, kitlelerde devam eden belirtisiydi" dedim. G.E yoldaş, “bunu ilk kez Dev-Yol dışından bir örgüt sorumlusundan duyuyorum” deyince, O’na uzun uzun, Acilcilerin kitle çizgisi üzerine yaptıkları siyasal çalışmaları ve vardıkları evrimleri anlatmıştım. Bir Acilci olarak, benim siyasal bilinçaltımın şekillenmesinde İlker Akman’ın oynadığı rolü o an, bir kez daha bilince çıkartmıştım.
Siyasi irade, en olumsuz koşullarda bile bir örgütün dik durup, kararlı olmasına, hatalarını düzeltip bir kez daha çıkış yapmasına olanak verir. Siyasetin kural olarak her alanda aynı dinamiklerle işlediğine dayanarak, Demirel gibi bir demagoji dehasının, ülkemiz siyasal tarihindeki iniş çıkışlarına karşın, bitip tükenmeyen yeniden dönüşlerini hatırlayalım. Buna Erbakan sürecini ve diğerlerini sırasıyla katalım, siyasal iradenin varlığı çok önemli bir dinamiktir demek yanlış olmayacaktır.
Acilciler örgütü, İlker Akman’ın ölümüyle bunu yitirdi. Arka arkaya gelen darbeler, belirsizlikler, ipin iki ucunu bir araya getirememe sıkıntılarını o günleri yaşayan sorumlular çok iyi bilir. Ne daha üst bir mücadeleye ne de bir duruşa, toparlanmak için nefes almaya karar verecek kimse yoktu. Sürecin gelişimi, bilince çıkmış doğruların oluşturduğu siyasi iradenin arkasından gitmekten çok; İlker’in ortaya koyduğu doğru algılayışı, bilince yeterince çıkarmadan hayata geçirme gibi, ikinci el bir davranıştı.
Binboğa Tırmanışı başlıklı yazımda; örgütün, İlkerler sonrası yaşamakta olduğu kararsızlığı ve bunun askeri eğitim adı altında dile gelen, tırmanış enstantanelerini kişi çözümlemeleriyle dile getirdim (Bkz. DOSYA NO 5. Binboğa Tırmanışı. http//mirural.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ ). O tırmanışta; Rıza Salman, Ömür ve Yüksel Eriş yoldaşlar da bulunuyordu. Güney Bölgesi olarak bizlerin İlker sonrası dönemde, özgün bir siyasi irade olarak, bu boşluk içinde etkin yer aldığımızı baştan itibaren fark etmiştim. Rıza’nın yakalanışı, Yüksel ve Ömür yoldaşın şehit olması, bu boşluğu öldürücü bir hale getirmişti. İstanbul bölgesinin eylemler için bir şoför bulamayarak, bölgemizden kadro transferi talebinde bulunması, örgüt içi dolaşım açısından çok doğal bir süreç gibi görünse de, tek tek birey istemlerine kadar yuvarlanmış durumları, aynı zamanda bir siyasi iradeninin çöküşüne de işaret ediyordu.
İlker Akman örgütümüzün siyasi iradesiydi. Bu iradeyi kaybetmemiz, Acil hareketinin en önemli kaybıydı. Örgüt tarihimizde kurucu şehit yoldaşın kaybından daha büyük bir kayıp olmamıştır. Ülkemiz siyasal tarihinin en önemli kesitindeki bu yara örgütte çok şeye mal oldu.
İlkerden sonra verilen şehitlerle, bu boşluk daha da derinleşti. HDÖ'nün sol sapma algısı, Hamdullah Erbil’in ayrılması ve Dev Savaş’ın çıkışı, bir örgütte siyasal irade kaybolunca nelerin olabileceğine önemli bir göstergedir. İlkerden sonra hiç kimse bir gelişmeye müdahale edecek ne bir takate, ne de siyasi bir iradeye sahipti. Böylesi kesitlerde var olanı bile elde tutmak büyük sorun. Kalanlarla yola devam etmek ise, sancılı olurdu. Nitekim öyle de oldu.
Tarihin her döneminde ve doğanın her evresinde aynı örneklerle karşı karşıya kalabiliriz. Boşluk mutlaka içten gelen birikimlerin sonucu doldurulur. Acilciler örgütünün, İlkerlerin şehit olmasıyla doğan boşluğunu, buna en çok hazır olan bölgenin ve şahısların atılımıyla doldurulması çok doğaldı. Başka türlü zaten olamazdı da.
1977 Ağustosundan, 1. Kongreye, oradan bu güne kadarki siyasal kararlarımız için irade beyanımızda boşluğun olmaması bunun ifadesiydi. Siyasal irade konmuştur. Buradan geriye doğru baktığımızda; beğensek de beğenmesek de, doğrularıyla yanlışlarıyla, örgütümüz istisnasız tüm temel konularda ve fiili olaylarda ikircimsizce irade ortaya koymuştur.
Bunun belirgin köşe taşları: 19 Ağustos 1977 sonrası ülke çapında, varılabilen her yerde, örgütün yeniden yapılandırılması, eylem kararları, kamulaştırmalar, Cephenin merkez yayın organı olarak yayınlanması, işkencelerde direniş, zindanlarda örgütün siyasal iradesinin yaptırım gücünün işlerliği, zindan gardiyanlarına karşı ülke çapında eylem kararları, firarlar, Nebilin Filistin’e gönderilmesi, bölgelerde temel merkezi siyasi kararlar dışında sağlanan, yerel kararları alıp uygulama ortamı, Filistin’de eğitim kamplarının açılması ilişkilerinin sağlanması, kamplar süreci, İsrail’e ve bölge gericiliğine karşı Beyrut ve Trablus savaşlarında etkin yer alış, Avrupa çalışmalarının merkezileşmesi, Cephe’nin yeniden yayın hayatına geçişi, Avrupa’da, Ortadoğu’da, Avustralya’da farklı isimler altında yayınların çıkarılması, Cephe Yayınları adı altında 60’ı aşkın broşür ve kitap yazım çalışması, 1-7 Mayıs 1982 genişletilmiş MK. Toplantısı, örgüt Program ve Tüzüğünün yazılması, Komünistlerin Birliği, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) ve Devrimci Birlik Platformunda yer alış, sosyalist ülkelerle ilişkiler, Filistin ve bölge devrimci güçlerinin 36 örgütü tarafından oluşan genişletilmiş topluluğunda yer alış, 1. Kongre, Konferans çalışmaları ve bu güne kadar kesilmeden süren örgütsel kurallara dayalı, kurumsal ilişkinin ve bunun ifadesi olan rapor düzeneğinin tüm yönleriyle işlemesi, istisnasız her siyasal, sosyal ve kültürel etkinliklere ilişkin, bildiri, açıklama, duyuru, makale ve broşür yazımları olarak belirlenebilir.
Bütün bunlar İlker Akman’ın bizlere bıraktığı mirasın, İlker Akman’da beliren siyasal iradenin 19 Ağustos 1977 yakalanmaları ardından, yeniden oturtulduğuna önemli birer işarettir.
Bu irade, Acilciler tarihinde onurlu direniş çizgisinin militan, kadro ve yöneticilerinin katkısıyla sağlanmıştır: sorumlulukta kimsenin kimseden üstün olmadığı bu irade var oldukça örgütümüz siyasal sorumluluklarını yerine getirmeye devam edecektir.

21 Ocak 2010 Perşembe

ERDOĞAN-NASIR VE YENİ OSMANLICILIK

Mihrac Ural

21 Ocak 2010


Nasır özentileri için kıssadan hisse:

Başka ülke ve halklar adına kimse bir şey olmaya kalkışmasın. Her halk ve ülke kendi var oluş dinamikleri ve orijinaliteleriyle kendi gereklerine uygun liderler ve yöneticiler yaratır. Onlar yerine kendini koymak, bir tür dayatma değilse, kendini aldatmaktır. Dayatmalar, tarihini doldurmuş bir davranıştır, diğeri ise kişinin kimlik bunalımıdır, kimseyi ilgilendirmez.

Öncelikle bilinmeli ki.

Erdoğan döneminin Türkiye'ye bölgede kazandırdığı yer, Nasır'ın Arap Bismark'ı olması kadar hayali bir yerdir.

Danışmanların meddahlığıyla, kağıt üzerinde herkese her türden rol biçilebilir. Ancak bu gerçek olamaz. Bir çocuk gelir kral çıplaktır der...

Erdoğanın bölgede oynamakta olduğu rol, ülkemiz statülerinin, bölgede tarihi boyunca güttüğü siyasal duruşların nitelik değişiminin ürünü olmamıştır. Ülkemizde henüz böyle bir siyasal devrim vuku bulmadı.

Erdoğa'nın bölgeye girişinde, Arap üçlüsü (Mısır-Suudiarabistan-Suriye) arasındaki birlik ve dengenin bozulması rol oynadı. Erdoğan burada doğan boşluktan iyi yararlandı. Her şey Irak işgaliyle başladı. Her taraf gerçek siyasal duruşunu sergiledi. Birlikler, kombinazonlar çözüldü. Bölgede ABD'nın yüz yıllık eğemenlik çağının başladığını sananlar, Saddam sonrası kendilerine çeki düzen vermeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), "Yaratıcı Anarşi"nin rahmeti altına girildi. "Tren kaçıyor, kurtuluş ABD'nin eteklerine yapışmaktaydı", bu yarış körüklendi. Oysa gerçekler çok farklıydı. 12 Temmuz 2006'da İsrail Lübnan'a savaş açınca, direnen halklar, siyasal yapılar, hatta insanlar için kıyamet saatinin geldiği ilan edildi. Esir Kampları oluşturuldu, ülkelerin Irak gibi nasıl bölüneceği, kimin ne türden bir hisse alacağı üzerinde pazarlıklar başladı.

Ancak öyle olmadı. İsrail tarihinde ilk kez durdurulmuş ve yenilmişti. "Yaratıcı Anarşi" adına katledilen Lübnan Başbakanı Refik El Hariri suikasti üzerine kurgulanan uluslararası senaryolar, adım adım, sahte şahitlerin foyası meydana çıktıkça, veriler ortaya serildikçe çözüldü; İsrail ve ABD bölgemizdeki tüm kirli işlerin arkasında duruduğu anlaşıldı.

BOP çökmüştü, ABD bölgede Irak işgali ve yüzbinlerce askerine rağmen direnemiyordu. Ancak teslimiyetçi çizgide olanlar tutumlarında direnmeyi onursal bir duruş olarak inatla sürdürmeyi seçti. Bunların başında da Mısır vardı.

Gerçeklere rağmen Mısır, büyük ülke onurunu küçük düşürmeme adına, ilkel ve bir o kadar kaba politikasında ısrar etti. İsrail'le ilişkilerini derinleştirdi, Gazze halkının aç bırakılmasına yol açan sınırları kapatma, yer altı tünellerini engeleme için çellik duvarlar inşaa etmeye yöneldi. Mısır, artık bölgede hiç bir rol oyanayamayacak kadar bölge halklarının tepkisini çekmişti. Bunu düzeltme amaresini bile göstermemekte ısrar ediyordu. Bölgede Araplar arasındaki tarihin en büyük kırılması böyle oluştu.

Bu kırılmadan doğan fay hattı Türkiye'nin bölgeye dönüşüne yol halirtası oldu. Erdoğan bu köprüden geçti; ne zekası, ne etkinlği ne de başka bir özelliğiyle. Bu koşullar kalıcı bir dostluk ilişkisi için uzun bir döneme ihtiyaç duyar. Dostlukta birikim gerektirir. Paylaşım ve tecrübe gerektirir. Bunun için bölgemizin ikinci bir Nasır'a değil, ülkesinde demokarsiyi ikame etmiş, komşularıyla eşit olmayı hedeflemiş, kendi kimliğiyle var olmayı başarmış liderlere ihtiyaç var.

Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olmaya özendirmek yerine, ülkemizin bölge halklarıyla süren yüz yılların kırgınlığını aşmak için özverili bir elçi olarak motive etmek daha gerçekçidir.

***

Yeni Osmanlıcılık bir yıl öncesine göre daha derinden ve güçlüce oturtulmaya çalışılmaktadır. Bunun bir ayağı Arapları kazanma gibi, hayalde bile gerçekleşmeyecek bir duadır. Yeni Nasırcılık, yeni Osmanlıcılığın bir manivelası olarak Erdoğan’a biçilmek istenen rolde kendini ifade etme çabasında. Danışmanların, şakşakçıların el birliğiyle oturtmaya çalıştığı bu yönelimler, gerçekte ülkemize hiç bir şey kazandırmayacak hayallerden ibarettir. Zaman, mekan, şahıs ve metodoloji karışıklıkları içinde Erdoğan'a Arapların Nasır’ı (Cemal Abdulnasır 1918–28 Eylül 1970) yakıştırması, ittihatçıların Pan-İslamizm sallamaları gibidir. Hayalde başlayıp hayalde biten bu söylemlerin, iddia sahiplerinin kaoslarını yansıtmaktan başka anlamı bulunmamaktadır. Bölgede devam etmesi gereken açılım, eşitler arası bir açılım olarak derinleşmelidir. Bölgemiz tarihinde örnek alınacak ve bölge halklarının çıkarını temsil edecek hiç bir tarihi şahsiyet bulunmamaktadır. En iyisi ırkçılığa varan bir milliyetçiliğin ötesine geçmemiştir. Ortaçağ barbarlarının, zorbalık sonucu oluşturduğu birleşmeleri ise anmamak daha yerinde olacaktır.

Erdoğan, özgün koşulların verileriyle Başbakandır. Ülkemiz kimlik bunalımından, gelecek istikrarsızlığına kadar bir dizi sorunla boğuşmaktadır. Ülkesinin ihtiyaç duyduğu demokratikleşmeyi başaramamış olanlara, bu konuda atılan adımları derinleştirme iradesi gösteremeyenlerin, ülkesinin mozaiğine ilişkin kapsayıcı anayasal, yasal ve kurumsal değişikliklere yönelemeyenlerin, tamamen farklı koşulların ürünü olan tarihi şahsiyetleri örnek almalarının hiç bir kıymeti yoktur. Bölgemiz ise çok daha karmaşık ve mozaiktir. Bölgemize göre çok daha küçük bir alan olan ülkemizde başarılamamış görevlerin, bölge ölçeğinde başarılabileceğini iddia etmek, denenmeyi gerektirmeyecek bir maceradır. Yakıtı özenti olan araba, duvara toslar.

Araplara özenti Osmanlı tarihinin her kesitinde vardı. Osmanlı algısında Araplar, "Necip millet"tir. Hz. Muhammed Arap, Kuran da Arapçadır. Ezan dahil, dinin ritüellerinde Arapça iç içedir. İslam fütuhatı kahramanlarının efsaneleri de bu özentiyi besleyen birer kaynaktır.

Cumhuriyet, bu algıların kırılmasıydı. Osmanlı'nın Batıya yönelen son dönemlerinin bir uzantısı olarak bölge gerçekliğiyle arasına fay hattı koymuştur. II. Dünya savaşı sonrası bölgeye dönüş arzularının ana perspektifi; NATO güdümlü bir emperyalist çıkar edatı olarak gündeme geldi. Bağdat Paktı, Cento, Irak devrimine müdahale girişmi, Lübnan iç savaşında kışkırtıcılık (1958), Arap-İsrail savaşlarının tümünde İsrail yanlısı tutum bunlar arasında yer alır. Atılan bu adımlar, ülkemizde Osmanlının 400 yıllık kanlı tarihinin, bir üst aşamada tekrarı gibiydi. Bölge halkları buna müsaade edemezdi. Nitekim Türkiye’nin bölgede esamisinin bile okunmaması da bundandı. Türkiye, ABD'nin dünya ölçeğinde emperyalist çıkarları için ürettiği "komünizmi kuşatma" teorilerine bir kurban, bir kukla olarak kendini teslim etmişti.

Bu dış siyasetin tek becerisi düşman üretmekti. Ülkemizi komşularıyla her an savaşa dönüşebilecek düşmanca ilişkilere sürmesi bu politikaların tek becerisiydi; bölgede bir yabancı gibi, kuşaklar boyu gergince yaşamak temel alınmıştı. 2000 yılına kadar bu politikalarla yüründü. Soğuk savaş izlerinin gerilerde kalmaya başladığı yeni dönemde, Türk dış politikasında bölge açısından bir revizyon eğilimi belirdi. Bu, 1950'lerden itibaren Türkiye'nin içinden çıkıp geldiği liberal politikaların daha rasyonel ele alınmasıyla da kesişmekteydi. Özal'ın güce, zora dayalı bölge açılım politikası da iflas edince (Irak sorununa askeri güçle müdahale etme hayalleri), bölgeyi nispeten daha iyi kavrayan, dini söylemleri ideolojik algılarında temel parametre olarak alan eğilimlere uygun bir fırsat oluştu.

Türkiye ekonomisinin yoğunlaşan pazar ihtiyaçları, Avrupa Birliğinin dayatmaları, bölgede oluşan güçler dengesinin yeniden düzenlenişi ve ortaya çıkan açıklar, bölgeye yeni bir yöntemle açılım sürecini hızlandırdı. Özellikle de, Mısır-Suudi Arabistan-Suriye üçlüsünün uzun zaman süren birliğinin dağılmış olması, bölgedeki güç etkinliklerinin yeniden şekillenmesini zorunlu kılıyordu.

Ülkemiz, bu konjonktürde aralanan kapıdan bölgede yer edinmeye yönelmiş ve bölgenin hassasiyetlerini değerlendirerek, önemli adımların atıldığı gözlenmiştir. Ne var ki, Türkiye'nin bölgeden yaklaşık yüz yıllık kopuşunun ardından bu dönüşü, bölgeli bir ülke olmaya yetmiyor. Yakın ve uzak tarih, bölge halklarının bilinçaltını değiştirmeye de yeterli değildir. Gündeme gelen görsel veriler (one minute esprisi) ise, tarihte hiç bir zaman yeni bir bilinçaltı oluşturacak etkiler üretemez. Buna rağmen Erdoğan, son dönemlerde yaptığı siyasi çıkışlarla; özellikle İsrail’e karşı Gazze savaşında takındığı tutum ve son diplomasi krizinde "İsrail artık kendine çeki düzen vermelidir" yönündeki açıklamaları bölgedeki karizmasını yoğun olarak güçlendirmiştir. Buna, ülkemizin bölge pazarına etkin girişi de eklenince, Erdoğan’a biçilmek istenen "Yeni-Nasır" rolünün dinamikleri anlaşılmış olur.

Yaratılmak istenen imaj, bir reenkarnasyon olayı gibidir. Ancak akıl ölçütlerine uymayan Erdoğan'ın Nasır özentisi ya da bunun için üretilen maskeler, gerçek yüzü gizleyemeyecek kadar şeffaftır. Son bir yıldır bu hikaye üzerine çalışıldığı bilinmektedir. Konudan konuya atlanarak kimlik oturtma çabası içinde olanlar, bölgede yer alış için farklı bir kimlik arayışının isabetsiz olduğunun farkında değiller. Zira bölgemizde geleceğe ilişkin olumlu ve herkesi birer eşit olarak ele alan, geçmişten bu güne taşınabilir bir ideol yoktur. Nasır ise, hiçte buna aday olabilecek bir şahsiyet değildir.

NASIR
ARAP BİRLİĞİ VE MÜDAHALELERDEN ÇIKAN SONUÇLAR


Bir yıl önce gündemde etkince yer alan "Yeni Osmanlıcılık" üzerine bir dizi makale yazdım. Bu makalelere ilişkin kimi yetersiz kişiler; gelişen olayın "Pan–İslamizm" olduğunu iddia ettiler. Ciddi bilgi yetmezliği içinde olanlara, bölgemizde tereciye tere satma anlamına gelecek Pan-İslamizmin, tarihin hiç bir döneminde hiç bir işlevi olmadığını belirtmekle kısaca cevap vermiştim. Gelişmekte olan sorun beyhude bir çaba olan Yeni–Osmanlıcılıktı. Yeni Osmanlıcılık; bölgeyi birbirine sosyal, kültürel ve özellikle ekonomik olarak bağlama çabalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çabaların tarihsel arka planı ve bu gün için kimlerin hangi amaçlarla bunu dile getirdikleri, bu yazımla birlikte, bir yıl önceki makalelerimde de uzunca izah edilmektedir. Bunlara eklenen yeni söylem, Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olarak lanse etme çabalarıdır. Bu konu da, Yeni-Osmanlıcılığın temel parametreleri üzerinde yükselerek, Erdoğan’ın bölgemizde yürütmekte olduğu açılım hamleleriyle de beslendi.

Kılıç hakkı ve Ortaçağ barbarlığının sürdürüldüğü 400 yıllık Osmanlı hükmü, on yıllar süren Cumhuriyet dönemi kesintisi ve yarım asırlık NATO kuklalığı olarak bölge halklarına karşı güdülen düşman politikaların ardından, sihirli bir değnekle değişeceği sanılan kanılara “Yeni-Nasır” anlayışını sunmak, hiçte trajediye benzemiyor. Bu, daha farklı bir şey olsa gerek. Erdoğan'ı Arapların öncüsü ve toparlayıcısı (Bismark) olarak yorumlanacak bir abartıyla Nasır'a benzetmeye kalkışmak, bir algı yanılgısıdır. Nasır’ı bilmemek, bölge ve tarihi hakkında, ciddi hatalar işlemek demektir.

Konuyla ilgili söylenmesi gereken bir kaç önemli nokta bulunmaktadır.

Öncelikle, Cemal Abdul Nasır, gerçek anlamıyla hiç bir zaman ne siyasal yönelim ne de ideolojik olarak Arapları bir bayrak altında toparlama diye bir perspektifin sahibi olmamıştır. O bir gerçek olan Arap ulusundan söz etmiş, ancak ilgili olduğu tek gerçek Mısır gerçeği olmuştur. Nasır, ne kapasite olarak ne de etkinlik olarak Mısır’ı aşabilecek, Arapları birleştirecek bir Bismark donanımında değildi.

NASIR
VE BİRLEŞİK ARAP CUMHURİYETİ


Birleşik Arap Cumhuriyeti önermesi hiç bir zaman Mısır ya da Nasır dan gelmiş bir öneri değildir. Bu önerme ve girişim dün olduğu gibi bu günde, ideolojik paradigmalarının arkasında durma çabası içinde olan, Suriye Sosyalist Arap Baas Partisi vatanseverlerinin bir önermesidir. Altın tabak içinde de Nasır'a sunulmuştur. Nasır bunu Arap Bismark'ı olarak değil, bir “Mısır Firavun'u” olarak hoyratça tüketmiştir.

Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) deneyimi (1 Şubat 1958–28 Eylül 1961) zamansız olarak ortaya atılan bir idealdi. Bu adım, çağıyla uyumlu gibi görünse de (ulusal hareketler çağı); 400 yıllık Osmanlı ve ardından gelen emperyalist hakimiyetin şokunu üzerinden atamamış, uluslaşma süreçlerini evrimci dengeler içinde yükseltememiş Arap ulusu için oldukça erken bir adımdı. Bu nedenle gelişmiş ve açılım için atılım yapan Mısır’a göre Suriye, bir sömürge konumundaydı. Nitekim “Birleşik Arap Cumhuriyeti”nde ilişkiler hakim ve mahkum türünden bir boyutu aşamadı.

Devrik Suriye Cumhurbaşkanı Emin El Hafız, bu tarihi kesitle ilgili anılarını anlattığı röportajlarında çok anlamlı bir mizansen ortaya koymuş; "Genç ve hevesli subaylar olarak randevusuz Nasır'ın kapısına dayandık, gel Başkanımız ol, ülkelerimizi birleştirelim ve tüm Araplar için bir çekim merkezi olacak Birleşik Arap Cumhuriyetini kuralım dedik" diye ifade etmiştir. M. Hasaneyn Heykel'in belgesel nitelikli yazılarında, Nasır'a zorla dayatılan bu birlik için günlerce düşündüğünü yazar (Birlik önerisi için Mısır'a giden Suriye yüksek heyetini üç gün beklettikten sonra karşılayıp, "bu işi aceleye getiriyorsunuz" dediğini aktarır). Nasır, avucuna konan Suriye gibi zengin bir ülkeyi, uzun süreli elde tutma planı bile yapmadan, vur kaç ne kaparsan kap cinsinden bir ilişkiyle ele almış ve sonunda Suriye vatanseverlerinin tepkisiyle elinden kaybetmiştir.

Bu satırların yazarı, BAC hükümetinde Sağlık Bakanı olan hemşehrisi, Affanlı Dr. Wehib El Ğanim'le yaptığı uzun sohbetlerinden, bu konuya ilişkin okurun bilgisine şunları aktarabilir; “Biz Liva İskenderun’lu aydınlar ve Uruba hareketinin yöneticileri olarak, Baas Partisinin kurucularından Zeki El Arsuzi önderliğinde Birleşik Arap Cumhuriyeti için özveriyle çalıştık. Amacımız Arap ulusunun siyasal birliğini sağlamaktı. Nasır en karizmatik lider ve 1956'da Süveş kanalının kamulaştırılması eylemiyle, gözümüzde bu umutları gerçekleştirecek bir kahraman gibiydi. Yerel her fedakarlığa, genelin çıkarları için hazırdık. Nasır’cı olmuştuk bir çırpıda. İdeallerimiz için yürüyorduk. Birlik olunca her şeyin gelişerek, iyileşeceğine inanıyorduk. Kurulan hükümette Sağlık Bakanlığına getirildim. Bu, Liva İskenderun'un tarih içinde Arap ulusuna sunduğu siyasal öncülüğün de bir ödülü gibiydi. Ancak, beklentilerimizin yerinde olmadığını kısa sürede görmeye başladık. Önce, ülkemizin siyasal çoğunluğunun önemli varlığı olan siyasal parti ve kuruluşlar lağvedildi, ordunun en yüksek kademelerine Mısır’lı subaylar atandı, ülkemizin en hassas ekonomik kaynaklarına Mısır’lı idareciler getirildi. Adım adım yutuluyor gibiydik. Nasır, bu yükü taşımakta zorlanıyordu. Tüm Arapların lideri değil de, Mısır'ın Araplar için atadığı bir mültezim gibiydi. Nasır için Mısır her şeyden önceydi. Kırılma böyle başladı ve bir daha toparlanamadı"



NASIR
VE IRAK DEVRİMİ


Meksika devrimi liderlerinden Zapata için bir anekdot anlatılır. "Gazeteler her defasında yeni şehirleri fethettiğimiz haberlerini yazıyordu, bizde bu haberleri gerçeğe dönüştürmek üzere gidip istila ediyorduk". Bu anekdot Nasır'ın 20. yy. Arap ülkelerindeki sosyal uyanışla ilgili durumunu nispeten açıklar niteliktedir. Hür Subaylar Hareketi, 23 Temmuz 1952'de Mısır'da iktidarı ele geçiren askeri bir darbeydi. 1954, Nasır'ın öne çıkması ve tüm iktidarı ele almasıyla belirginleşen gelişmeler, 1956'da Suveyş kanalının kamulaştırılmasıyla doruğuna ulaşır. Mısır, bu aşamadan sonra, Araplarla ilgili her konuda gerçek-hayal bir biçimde ilgili görülmüş ve kılınmıştır. Bu satırların yazarı araştırmalarında, Mısır'ın ya da Nasır'ın müdahale için özellikle istekli bir duruşuna rastlamamıştır. Nasır’ın böylesi bir perspektifi yoktu. Bunun arkasından koştuğu gibi bir iddia da temelsizdi.
Mısır devriminin önderleri olan Hür Subayların 6 maddelik programlarına baktığımızda da bu gerçeği görürüz (sonraları; sosyalizmden, tüm Arapların birleşmesi için yapılan yazım ve propagandaya rağmen, Hür Subaylar Hareketi ve başlarında Nasır olduğu halde, iktidara gelişiyle ilan ettiği 6 maddenin dışına çıkılmamıştır);
"-Süveyş kanalı etrafında üslenmiş bulunan İngiliz işgal ordularının ve onunla işbirliği yapan Mısır’lı hainlerin tasfiyesi,
-Feodalitenin ortadan kaldırılması,
-Ülke ekonomisine hakim olan tekelciliğin ve kapitalizmin tasfiyesi,
-Sosyal adaletin gerçekleşmesi,
-Ulusal ordunun kurulması,
-Ülkede sağlam bir demokrasinin oluşturulmasıydı."

( Bkz. http://www.ileri2000.org/24/arslan24.htm)

14 Temmuz 1958 Irak devrimindeki rolü; Irak’ın iç işlerine karışmaktan çok, Baasçılarla komünistler arasında kısa sürelerde el değiştiren iktidar kavgasına bir yön verme çabasından ibarettir. 14 Temmuz devriminin arkasındaki siyasal güç komünistlerdi. Ulusalcılar, birlikçiler (Arap Birliğini savunan milliyetçiler) Nasır'dan bin bir kanalla yardım istiyorlardı. Nasır'ın bu olaylara karşı ilgisi, olaylar hakkında yakın ilgisi olduğu üzerine çıkan haberlerin ardından geliyordu. Zapata misali gelişen bu durum, doğal olarak Mısır nüfus alanları etkinliği içinde kullanılıyordu. Ama Nasır bu gelişmelerin hiçbir yerinde, etken bir unsur olarak beliremedi. Belirdiği yerde de başarısız kaldı, yenildi. O komünistlere karşı, ulusalcıların yanında yer alırken de, krallığın tasfiyesinden yana açık bir tutum sergilemekten uzaktı. Irak askeri komutanı Nuri Said Paşa iktidardan düşürülüşünün ertesi günü (15 Temmuz 1958), kadın kılığında kaçarken yakalanıp öldürülmüş, serçe parmağı kesilerek Nasır'a gönderilmişti. Çok iyi Türkçe bilen, aynı zamanda bir Osmanlı subayı olan Nuri Said Paşa’nın cesedi, halk tarafından mezarından kaldırılarak, parçalanıp, asılarak yakılmıştır. Uzun yıllar süren İngiliz uşaklığının temsilcisi olarak görülen Nuri Said Paşa’nın bu hazin sonu, Nasır üzerinde de önemli etkiler yaratmıştır. Nuri Said Paşa’ya ait "kesik serçe parmağı hediyesi" karşısında içi burkulan Nasır, kendini "ilgisiz olduğu bir yıkımın suç ortağı" olarak algılar. Rahatsızlığını da, kesik parmağı Kahire'nin en büyük camilerinden birinde törenle gömülmesini emrederek gösterir. Ardından Irak’lı komünistlerin güçlenmesine duyulan tedirginlikle, Irak’ın içişlerine müdahalelerde bulunsa da, hiç bir zaman bunu bir Arap Bismark’ı olarak yapmamıştır.

Irak hiç bir zaman etkin bir Nasır taraftarlığı bile göstermemiş, Baasçıların son düelloyu kazandığı, Abdulselam Arif önderliğindeki 8 Şubat 1963 darbesi (Abdulkerim Kasım'a karşı), Arap Birliğini savunan ideolojik yönelimlerine karşın Irak'ı aşmamıştır. Suriye'de de 8 Mart 1963 darbesiyle Baasçıların iktidar olması bile, Nasır için bir toparlayıcı fiili liderlik için yeterli olmamıştı.


NASIR VE YEMEN

Yemen, coğrafi açıdan Mısır'la bir arada düşünülecek en son Arap ülkesidir. Mısır'ın Yemen iç savaşına müdahalesi ise, Nasır’ın ne karizmasıyla ne de Arap Birliği gibi olmayan bir düşüncesinin itimiyle gündeme gelmiştir. Ancak bu müdahale sürekli olarak bu yönüyle ele alınmış, Arap Birlikçisi ulusalcılar için önemli bir malzeme olarak ele alınmıştır.

Yemen lideri İmam Ahmed'in ölümüyle (19 Eylül 1962) yerine, oğlu Muhammed El Bedr atanır (20 Eylül 1962). El Bedr'in Genelkurmay Başkanlığına atadığı Albay Abdullah Şellal ise bir hafta sonra askeri darbeyle yeni İmamı iktidardan düşürür (27 Eylül 1962). Ertesi gün de Yemen'de cumhuriyet ilan edilir (28 Eylül 1962). Cumhuriyeti ilk tanıyan ve destekleyenler arasında Mısır, Suriye, Cezayir, Tunus gibi Arap ülkeleri yer alır. Karşı çıkanlar ise Arap monarşileri olur. Aradan iki hafta geçmeden devrik İmam El Bedr, Yemen'in kuzeyinden topladığı kuvvetlerle savaşa yönelir. Böylece başlayan Yemen iç savaşı; Mısır'dan binlerce km. uzaklıktaki bu coğrafyada, nüfus alanlarından çok (ki, bunun için güçlü bir ekonomi ve pazar arayışının olması gerek), farklı bir sürükleniş içinde, siyasal prestij peşinde koşmak gibi bir duruşla şekillenmiş ve bu sürükleniş, Nasır’ı yaşamı boyunca takip etmiştir. Altından kalkamayacağı girişimlere, kendi program ve yönelimlerinin dışındaki ısrarlar arkasından sürüklenişle biten bir siyasal süreç.

Yemen iç savaşında 80.000 Mısır askeri yer almıştır ve sonuç, iki güç arasında iniş çıkışlarla devam eden kocaman bir kaos olmuştur. Arap halkı, iç savaşlarla birbirini kırarken, emperyalist çıkarlar, kim kazanırsa kazansın, savaş yorgunu muzaffer olanlardan elde edilecekti. Mısır bu süreçten hiç bir şey kazanmamış, tersine çok şey kaybetmiştir. Nasır, Yemen müdahalesinden büyük bir kayıpla çıkmak zorunda kalmıştır.

Mısır, Yemen bataklığından ancak, İsrail’in erken vuruş olarak başlattığı 4 Haziran 1967 savaşının (6 gün savaşı ) baskısı altında çekilir. (9 Aralık 1967’de, daha önce İsrail savaşı ve sonuçlarını görüşmek üzere; Sudan'ın başkenti Hartum'da yapılan Ağustos 1967 Arap zirvesi'nin uzantısı olarak, 31 Ağustos 1967'da Nasır ile Suudi kralı Faysal arasında yapılan Hartum anlaşmasıyla karara bağlanmıştır)

Yemen, Arapların dilinde bir Anadolu mezarlığıdır. Kimsenin hüküm süremediği bu ülkede Osmanlı bile acze düşmüş, evlatlarına mezar olmuştur. Yemen Nasır için de mezar oldu.


NASIR VE LİBYA DEVRİMİ, KARA EYLÜL OLAYLARI


1 Eylül 1969, Albay Kaddafi önderliğinde Libya devrimi gerçekleşir. Kral I. İdris El Sinusi İstanbul’dadır. Genç subayların darbesi; Libya’yı Mısır’la birleştirme gibi bir hedef taşıdığı ve bu amaçla Arap Birliğinin gerçekleşmesine katkı sağlayacakları yönündeydi. M. Haseneyn Heykel, Kahire Dosyası adlı eserinde; darbeci genç subayların iktidarı Nasır'a sunmak için bağlantı kurduklarını, Nasır'ın, genç subaylara sakin olmaları, devlet iktidarlarının bu yolla alınıp verilemeyeceğini, traji-komik bir tarzda aktarır. Nasır, "Libya Devrimi"nin sunduğu birleşme önerisine bile sıcak bakmamıştır.

Libya ile Nasır ilişkisi, siyasal tarihte kara mizaha konu olabilecek enstantanelerle yürümüştür. Kaddafi'nin, Nasır aracılığıyla Çin'den atom bombası satın alma talebine gelen ret cevabına karşı; "Büyük bir bomba vermezlerse, şöyle küçük bir atom bombası satsınlar" demesi gibi.

Nasır, bu birlik girişimlerinden dili yanmış biri olarak, öteleyici oyalama siyasetinden başka bir heves göstermemiştir.

Nasır’ın son günlerinde ortaya çıkan ve tarihe “Kara Eylül” diye geçen Ürdün-Filistin savaşındaki rolü; sözü zar zor dinlenen bir aracı olmanın ötesine geçememiş, Arap zirvesi Mısır’ın güdümünde şekillenmesine rağmen, Nasır’ın, ulusal siyasal birlik için yapabileceği bir şey olamamıştır.

Nasır özentileri için kıssadan hisse, başka ülkelerin ve halkların adına kimse bir şey olmaya kalkışmasın. Her halk ve ülke, var oluş dinamikleri ve orijinaliteleriyle kendi gereklerine uygun liderler ve yöneticiler yaratır. Onlar yerine kendini koymak; bir tür dayatma değilse, kendini aldatmaktır. Birincisi, tarihi miadını doldurmuş bir davranış olup, diğeri ise, kişinin kimlik bunalımıdır, kimseyi ilgilendirmez.


NASIR
MISIR TARİHİNİN ÖZGÜN BİR SONUCUDUR


Nasır, hiç bir arap ülkesinde ne siyasi yollarla ne de silahla sonuç alamamış bir liderdir. Nasır, Arap ulusu coğrafyasında inanılmaz boyutta bir halk desteği kazanmış olup, Arap halkının gönlünde Nasır'dan daha ileri yer edinebilen bir lider yoktur. Bunun onlarca nedeni var ve bunların arasında, 400 yıllık Osmanlının baskısını saymak hiçte yanlış değlidir.

Araplar, ilk kez 20. yy. ortalarında, dünyanın her alanında gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisi ve kendi dinamiklerinin de itimiyle, birleşme umudunu edindiler. Bu umut meşru bir umut olarak, dün de bu gün de devam etmektedir. Ancak o gün açısından gerçekleşmesi mümkün olmayan bu umut, uluslaşma sürecinde tarihi olarak kaçırılmış önemli fırsatların, bu günün küreselleşme çağıyla, farklı bir yönelimde kendini ifade edeceği yeni kuşakları bekler durumdadır.

Avrupa topluluğu, tüm farkllılıklarına ve geçmişlerinde yer alan kanlı savaşlara karşın, ortak uygarlığın kurucuları olarak birleşme yönünde yol aldılar. Ortak kurum ve yasalar oluşturdular, ekonomilerini birleştirdiler. Araplar için bu türden gelişmelerin, zamanın evrim dengeleriyle oluşması ağırlıklı ihtimaldir. Bunun için gelecek kuşakların çabası büyük bir önem arz eder. Birlik düşüncesi Nasır için hiç bir zaman, gerçekleşebilir bir anlam taşımamış ve sonuçlarından yararlanma dışında da ele alınmamıştır. Nasır açısından, her şey Mısır içindir. Arap alemi ise, Okyanustan Halice kadar uzanan, 350 milyonluk dev bir dünyaydı.

Nasır, Arap ulusu ya da Arap coğrafyası değildir; Mısır'dır, Nil'dir. Nasır, Mısır tarihinin bir sentezidir. Siyasal literatürde "Mısır milliyetçiliği" diye bir terim yoktur. Ancak Nasır'ı tanımlamak için böylesi bir kavrama ihtiyaç duyuyorum. Nasır, Mısır Firavun uygarlığından, Kavalalı'lar dönemine kadar süren Mısır tarihinin, 20. yy. ortalarında özgün uyanışının bir sonucudur. Bu uyanış ulusal bir öz taşısa da, Mısır'a aittir. Mısır uyanışı, Arap ulusu adına siyasal bir birlik değil, ekonomik yayılma da değil (buna zaten gücü yoktur), bir uygarlık, bir var oluşun, kendi dinamikleriyle, kendi zenginlikleriyle bölgede rol oynama olayıdır. Mısır bunu özellikle Kavalalı M. Ali Paşa ve ardıllarınca başarmış bir ülkedir (Napolyon'un Mısır'ı fethine karşı,Mısır'a gönderilen ve 1805'te Mısır valiliğine atanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa) .

Mısır'ı çağdaş dünyanın bir parçası yapan; reformlarıyla ve bunun sonucu ortaya çıkan insan potansiyelleri, kültür, sanat, müzik, edebiyat, iç denizleri okyanuslara bağlayan konumu ve Nil gibi uygarlıklar yaratan nehriyle bir öncü ülke oluşudur. Bu özelliğiyle bu gün de etkinlik gösterme mücadelesi içindedir. Siyasal yönetimlerinin Mısır'a açtığı derin onursal yaralar ve gerilemelere rağmen Mısır; hala bölgenin öncüsü, abisi olan bir ülkedir.

Mısır Osmanlıya diz çökertebilecek bir gelişme içinde, bölgenin de hakimiydi. M. Ali Paşanın oğlu İbrahim paşa önderliğindeki Mısır ordusunun Konya'da, 1833 yılında Sadrazam Reşid Mehmed Paşa'yı da esir alarak (14 Mayıs 1833), büyük devletlerin çıkar müdahaleleri sonucu yapılan Kütahya Anlaşmasıyla dizginlenmiş bir ülkeydi. Buna 24 Haziran 1839 Nizip savaşı yenilgisini de eklediğimizde, Mısır'ın bölgede Osmanlıyı dahi ötekileştirebilen bir güce sahip olduğunu görmekteyiz. Türkiye-Mısır ilişkilerinde bu tarihi gerginliklerin açtığı soğukluk, bu güne kadar devam etmiştir. Buna; 4 Ocak 1954'te Türkiye'nin Kahire Büyükelçisi Hulusi Fuat Tugay'ın, diplomasi tarihinde ender rastlanan kovuluşu (İngilizler hesabına çalışan karşı devrimci faaliyetleri ve karısının Mısır eski hakimlerine mensup bir aileden olmasının yarattığı sorunlar), Nasır'ın, Başbakan A. Menderes'in görüşme talebini reddetmesi ve Bağdat Paktıyla ilgili gelişmeler de eklenebilir.

Mısır güçlü bir devletti ve başında Arap tarihinin en güçlü kişisi bulunuyordu. Ama bu etkinliği hiç bir zaman Araplar üzerinde bir egemenlik anlamına gelmiyordu. O günün koşulları içinde Kavalalı'ların ne bir ulusal bilinç ne de Araplar üzerinde bir iktidar, bir egemenlik ve bunun ürünü olacak sonuçlarla ilgileri vardı. Arnavut olmaları bile, onları daha çok Mısır'lı olma algısı içinde tutunmalarına yol açıyordu. Bulundukları topraklarda da tüm güçlerine rağmen, orijinal değillerdi. Bu nedenle İslamı bile bir araç olmaktan başka anlama sahip değildi. Mısır Arap ulusalcılığı konusunda, o günden bu güne kadar, silik bir yer alışın ötesine geçmemiştir.

Nasır, bu tarih bilinçaltının sonuçlarıyla olgunlaşan Mısırlılıkla, emperyalistlere karşı bir duruş içinde olmuştur. ABD daha çok verici bir sunum yapabilseydi, Mısır'ın, Sovyetlerle ilişkilerinin yolunu bile kesebileceği söylenebilir. Asuvan barajı kredileriyle ilgili ABD'nin tutumu, bıçak sırtında denge arayan bu ülkelerde hızlı bir kırılmayla sonuçlandı; bu gelişme, Nasır'ı bölgede süren iki blok rekabetinin bir tarafına itmişti. Nasır'ın ilericiliği de burada başlar, burada da biter.

Nasır'ın ilericiliği, Mısır'ın çıkarlarıyla kesiştiği yerdeydi. Bu ideolojik bir persfektif ya da tarih karşısında bir duruş değildi. Tito, Nehru, Nasır önderliğinde kurulan, Bağlantısızlar Hareketi de bu mantıkla kesişmekteydi. Bu güne kadar Arap milliyetçiliğinin ilham kaynaklarından biri olmasına karşın; hiç bir Arap ülkesinde ciddi siyasal bir etki yaratamamış Nasırcı Hareketlerin perişan halleriyle, Arap halkı tarafından da rağbet edilmeyen siyasal önermeleri bu gerçeğe işaret eder.

Bu noktadan bakınca, ne Nasır'ı var eden tarihi arka plan ne de ülkesinin konumlanışı ve siyasal yönelimleriyle Erdoğan'ın işine yarayacak, bölgemizde Türkiye'nin rolüne katkı sunacak bir veri bulunmamaktadır. Bu özentinin diğer boyutunda, çok daha acı bir gerçek bulunmaktadır. Kendini dev aynasında görme gibi komik hallerle anlatılabilecek bu acı durum Yeni Osmanlıcılıkla kesişmektedir. "Osmanlı aklı" diye tarihe mal olmuş olayların kaba algısıyla, bölgede adil ve eşit ilişki yerine, "baş olma, başbuğ olma" hayalleriyle yatırım yapma maceralarına soyunmak, iflas olduğu kadar kimlik bunalımıdır da.

Öncelikle bilinmeli ki;

Erdoğan döneminin Türkiye'ye bölgede kazandırdığı yer, Nasır'ın Arap Bismark'ı olması kadar hayali bir yerdir.

Danışmanların meddahlığıyla, kağıt üzerinde herkese her türden rol biçilebilir. Ancak bu gerçek olamaz. Bir çocuk gelir, kral çıplaktır der...

Erdoğan'ın bölgede oynamakta olduğu rol, ülkemiz statülerinin, bölgede tarihi boyunca güttüğü siyasal duruşların nitelik değişiminin ürünü olmamıştır. Ülkemizde henüz böyle bir siyasal devrim vuku bulmadı.

Erdoğan'ın bölgeye girişinde, Arap üçlüsü (Mısır-Suudi Arabistan-Suriye) arasındaki birlik ve dengenin bozulmasıyla oluşan boşluk önemli bir rol oynadı. Her şey Irak'ın işgaliyle başladı. Taraflar gerçek siyasal duruşlarını sergiledi. Birlikler, yeni kombinazonlara yönelen çözülmelere uğradı. Bölgede ABD'nin yüz yıllık egemenlik çağının başladığını sananlar, Saddam sonrası kendilerine çeki düzen vermeye başladılar. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), "Yaratıcı Anarşi" uygun bir bataklık buldu sanısı yaygınlaştı. Tren kaçtı kaçıyordu, kurtuluş, ABD'nin eteklerine yapışma yarışını körükledi. Oysa gerçekler çok farklıydı. 12 Temmuz 2006'da İsrail Lübnan'a savaş açınca; direnen halklar, siyasal yapılar, hatta insanlar için kıyamet saatinin geldiği ilan edildi. Esir Kampları oluşturuldu, ülkelerin Irak gibi nasıl bölüneceği, kimin ne türden bir hisse alacağı üzerinde pazarlıklar başladı.

Ancak öyle olmadı. İsrail, tarihinde ilk kez durdurulmuş ve yenilmişti. "Yaratıcı anarşi" adına katledilen Lübnan Başbakanı Refik El Hariri adı etrafında kurgulanan uluslararası senaryolar, adım adım sahte şahitlerin foyası meydana çıktıkça, veriler ortaya serildikçe çözülmüştü. İsrail ve ABD'nin bölgemizdeki tüm kirli işlerin arkasında durduğu anlaşılıyordu.

Bu gerçeklere rağmen Mısır, büyük ülke onurunu küçük düşürmeme adına, ilkel ve bir o kadar kaba politikasında ısrar ediyordu. İsrail'le ilişkilerini derinleştiriyor, bu tutumunu Gazze halkının aç bırakılmasına yol açan sınırları kapatma, yer altı tünellerini engeleme için çelik duvarlar inşaa etmeye kadar götürüyordu. Mısır, artık bölgede hiç bir rol oynayamayacak kadar bölge halklarının tepkisini çekmişti. Bunu düzeltme emaresini bile göstermemekte ısrar ediyordu. Bölgede Araplar arasındaki tarihin en büyük kırılması böyle oluştu.

Bu kırılmayla oluşan fay hattı, Türkiye'nin bölgeye yeniden dönmesinin yol haritası oldu ve Erdoğan bu köprüden geçti. Ne zekası, ne etkinliği, ne de başka bir özelliğiyle değil.

Suriye, Türkiye'nin bölgeye girişinde temel bir rol oynadı. Suriye'nin araladığı oranda Türkiye'nin bölgedeki varlığından söz edilebilir. Bunu daha iyi anlamak için, 20 Ocak 2010 tarihinde, ABD'nin Lübnan eski Büyükelçisi Fieldman'ın, "ABD'nin, Suriye'yle ilişkilerini düzeltmekten başka şansı kalmamıştı, bölge ve dünyanın tüm ülkelerinin Suriye'ye koştuğu bir kesitte, ABD tecrit olmuş haliyle bölgede bir rol oynayamazdı" sözlerinde anlam bulan yaklaşımını bilince iyice çıkarmak gerek. Suriye bölgenin anahtarıdır. Yönetimini beğensek de beğenmesek de Suriye'siz, bu bölgede ne barış ne de savaş olur. Suriye bu rolünü her zaman bölge halklarının çıkarları yönünde değerlendirmek için çalıştı. Hiç bir devlet ne kadar büyük olursa olsun, Suriye'yi atlayarak bu bölgede çıkarlarını koruyamaz. Türkiye açısından durum çok daha önemle öyledir.

Türkiye-Suriye ilişkilerinin böylesine hızlı bir şekilde, derinleşip genişlemesinin altında yatan gerçek; Türkiye'nin bölge politikalarında on yıllardır sürdürdüğü yanlışlarını ciddi anlamda görmesiyle yakından ilgilidir. Türkiye'nin, Suriye-İsrail barış görüşmelerinde üslenmekte olduğu rolde, İsrail'le ilişkilerini riske sokma pahasına, ısrarlı olmasının altında da bu vardır; Arap alemine yönelik çıkarların yolu Suriye'den geçer, inancını bilince çıkarmasıdır. Bir ülkenin yüksek çıkar stratejileri de bunu gerektiriyor.

Bu verilerin ışığı altında, Erdoğan'ı Arapların Nasır'ı olmaya özendirmek yerine, ülkemizin bölge halklarıyla süren yüz yılların kırgınlığını aşmak için, özverili bir elçi olarak motive etmek daha gerçekçidir.

Dolayısıyla Erdoğan, ne Türkiye'nin hedefleri açısından ne de Arapların beklentileri açısından Nasır değildir, olamaz da. Erdoğan, on yıllardır yanlışlıklar ve düşmanlıklar içinde geliştirilen Türkiye'nin bölge politikasında; Avrupa'nın dıştalayıcı, kapıda bekletici duruş sergilemesiyle tetiklenen bir Ortadoğululaşma çabası içindedir.

Bu çabanın mimarları Türkiye'li değil, İsrail'lidir; Şimon Perez ve İsrail İşçi Partisi çevresidir. İsrail'in bölgedeki ürkütücü tecritini kırmak adına planlanmış bir politikadır. Bölgeyi İsrail'le uyumlaştırma çabasıdır. Türkiye, İsrail karşısında kararlı tutumunu derinleştirebildiği ölçüde bu stratejiyi kendi ülkesi ve halkına olduğu kadar, bölge halklarının birlik ve eşitliği için yararlı hale getirebilir. Türkiye kararlı davranmaz ve bir biçimde İsrail'i bu sürece sokuşturma gibi "barışçıl girişimler" adı altında bir yönelime girerse, bölgede bir daha geri dönüşü zor bir yara alır. Bölge halkları bunu, Türkiye'nin geleneksel NATO yanlısı politikaların bir devamı olarak görür.

Bilinmesi gereken önemli noktalardan biri de, Türkiye, Mısır değildir; Mısır onlarca kez kırılsa da döner Araplara büyüklük rölünü oynar, Araplar da bundan memnunluk duyar. Enver Sedat 17 Eylül 1977'de İsrail'le Camp David Barış anlaşmasını imzaladığında, Mısır'ın Arap aleminden tecrit olmasına yol açmasına rağmen, geri dönüşü, konumuz için önemli bir hatırlatmadır. Ancak Türkiye bir kez kırılırsa, bir daha zor döner.

Buna rağmen Erdoğan'ın bölgede kazandığı karizma, inkar edilemeyecek bir düzeydedir. Gazze savaşındaki tutumu, Davos'taki "one minute" olayı ve son olarak İsrail'in diplomatik kabalığına karşı gösterdiği davranışların önemli etkileri oldu. Arapların kendi liderlerinden özlemle bekledikleri bu tutumlar, Erdoğan'ı Nasır yapmaz. Ancak ülkesinin iç sorunlarında demokrasiyi derinliğine ve genişliğine gerçekleştirmek kaydıyla, kendi farklılıklarını bir eşit olarak güvenceye kavuşturan bir ülke, bölgenin farklılıklarında bir eşit olarak, ortak çıkarlar için çok şey yapabilir.

Bölge barışına, bölge halklarının ortak kazanımına gerçekçi bir katkı, birilerine özenmekle değil, kendine özgün olmakla sağlanabilir.