27 Kasım 2009 Cuma
SABİHA GÖKÇEN'İN MARİFETLERİ VE HATAY DAVASI
Mihrac Ural
27 Kasım 2009
Dersimi bombaladı, insanları diri diri yaktı “döktü”, ilk savaş pilotu kadındı. İlk madalyasını da şölenvari bir ortamda, ama ne için verildiğinin söylenme cesareti olmayan, utanç gölgesinde aldı. O, Dersim katliamının edatlarından biriydi. Bir zulüm algısının aklıydı, Osmanlı aklının cumhuriyetteki tecellilerinden biriydi.
Sabiha Gökçenin marifetleri bununla da kalmadı. O, İttihatçı mantık, Teşkilatı Mahsusiye’nin, Yakup Cemil sendromunun kadın versiyonuydu. O, hasta adamın iyileşmesi halinde göstereceği reflekslerin, “ Girit bizim canımız, feda olsun kanımız !” söyleminde anlam bulan şovenizmiydi.
Sabiha Gökçen,
üç kez yapılmış ve her birinde İlhakın reddiyle sonuçlanan halk oylamasını ihlal,
23 Eylül 1923 tarihinde Miletler cemiyeti meclisince onaylanmış manda yasası ve özellikle 4. maddesindeki, “Mandaterin, koruması altındaki toprakların tümünü ya da bir parçasını başkasına kira ya da satmaya ya da ikili anlaşmalarla vermeye yetkisi yoktur” hükmüne aykırılık…
Hukuk dışı bir kurgunun II. Dünya savaşı arifesinde yeniden düzenlenen dünya güçler dengesinin yarattığı fırsatlarda gündeme gelen bir toprak ilhakı olarak Hatay davasında bir kez daha sahnedeki yerini almıştır.
Atatürk’ün talimatıyla, Ankara’nın ünlü Karpiç lokantasında Fransa Büyükelçisi M. Ponceau’a verilen diplomatik ağırlıklı yemek davetinde, silahını çekip üç kurşun sıkarak “Biz gençler gerekirse bu işi silahlarımızla da halledebiliriz Hatay bizim canımız feda olsun kanımız ” diyen de Sabiha Gökçen’di.
Cumhuriyet’in Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu söylendi. Gerçek hiçte öyle değildi. Hükümranlığı altındaki topraklarda yeniden fütuhat yapan Osmanlı mirasını, Cumhuriyet devralmıştı. Dün Türkmen Aşiretleri dahil, hükmü altındaki bölgelere etnik ve inanç farklılıklarına yapılan kıyımlar, Cumhuriyetin Teşkilat-ı Mahsusiye silahşorları eliyle ortak ülkemiz vatandaşlarına karşı yapıldı, bu da devam ediyor…
Dersim bombalamasından sonra, Ankara’nın Karpiç lokantasındaki mizansen bu aklın bir devamıydı.
Hatay ilhak edildi. Ortak bir ülkede ayrı varlık olarak yaşama devam etti.
Birimizin değil hepimizin ortak ülkesinde artık ne bu kıyımlar için ne de mizansenler için kimse kukla olmasın, kadınlarımız demokratik haklarını özgürlükleri için elde etsin, kukla olarak kullanılmak üzere bir maşa olmasın diyoruz. Bunun için eşitler olarak farklılıklarımızın demokratik haklarını anayasal, yasal, kurumsal güvencelere oturtarak, ortak ülkemizde barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı ikame edelim.
Sabiha Gökçenler örnek değil, tarihle cesurca yüzleşmemizin binlerce figüründen biri olsun.
***
Sabiha Gökçen’in Dersim mizanseni üzerine çok şey yazıldı. Bir kez daha da yazılacak ve binlerce kez de yazılmaya devam edilecektir. İnsanlığın kıyımı, Osmanlı’nın tarih içinden çıkıp gelmiş haliyle bir akıl sistemi olarak tecelli etmiştir. Bu akıl sistemi ittihatçı darbecilerin ve onun çelik çekirdeği Teşkilatı Mahsusiye’de anlamını bulan evrimi, Cumhuriyetin tüm önemli kesitlerinde kendini göstermiştir. Kürtler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, gayrimüslim azınlıklar ve bile istisna ortak ülkemizin tüm farklılıkları bu akıldan eza görmüşlerdir. Bu akıl bir Osmanlı Aklıdır. Sabiha Gökçen gibi bir figüranın piyon olarak bu serüvende ortaya çıkması, Cumhuriyette kadın haklarına ilişkin vehmedilen yalanların, gerçekte kadını kirli işlerde bir kukla olarak kullanmakta pervasız davranılabileceğine bir mesajdır.
Sabiha Gökçen’in Dersim katliamındaki yeri, insanlığa yönelik cinayetlerde sanıkların yeridir. Bu konuda yazılanları okurken, yüreklerimizin aldığı sürrealist halleri yazmak bile insanın yüreğini titretir. Bu konuda yazmak isteyenlerin elleri ise titremekle kalmaz, vurgun yer.
Bu bir Osmanlı aklı, bu aklın bilim adamları bile olanlara “kılıç hakkı” diyor. Bu aklın zıvanadan çıkmış halleri karşısında gerisi teferruat kalır.
Sabiha Gökçen’in bir aklın mağduru, bir kuklası olduğu açıktır. Suçlusudur da. Bu gün için bunun önemi tarihimizle cesurca yüzleşebilme şansını değerlendirebilmemize bağlıdır.
Dersim’de bir katliam yapılmıştır. Buna karar verenler, uygulayanlar, her boy ve soydan müşarikler inkarı mümkün olmayan bir mutlaklıkla, belgeli kanıtlı verilerle, maddi ve hissi delillerle ortaya çıkmıştır. Hukukun herkese lazım olacağı gerçeği, tarihi yüzleşmelerin ana konularında daha bir anlamlı hale gelmektedir.
Dersim halkı acımasız bir kıyımla katledildi. 9 yıllık araştırmaları ve Dersim sürecine katılanları konuşturmasıyla ünlü araştırmacı Hasan Saltık, Dersim bilançosunun resmi rakamlarını "Harekâtın başında olan bir subayın Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna ulaştım. Bu rapora göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258. Kişi sayısı ise 11 bin 818" (Hasan Saltık, SABAH gazetesi). Gerçek rakamların bunun çok çok üstünde olduğu kesindir.
Bu rakamların resmi ağızlardan telaffuzu bile, vahşetin boyutuna yeterli bir veridir. Hava Kuvvetleri eski komutanı Muhsin Batur’un, okurundan özür dileyerek Dersim kesitine anılarında yer veremeyeceğini söylemesi bu kıyımın utancının ne kadar vahşet dolu olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu gerçeklerin verileri Sabiha Gökçen’in aldığı emirle sınırlı değil, katliama gönül rızasıyla katılışını ve bunun için biçilen ödülleri kabul edişiyle tamamlanan bir mizansen olduğunu gösteriyor. Sabiha Gökçen insanlığa karşı suç işlemiştir.
Uçağından attığı bombalarla, katlettiği insanların “yerlere dökülüşü”nü betimlerken de cürüm itirafını yapmaktadır. Bu yanıyla Sabiha Gökçen tarihimizle yüzleşmenin önemli bir figürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun ödülü olarak da göğsüne yerleştirdiği üstün hizmet madalyasıdır.
Dersim trajedisi, Cumhuriyetin Osmanlı aklı artığı konumlanışını olduğu kadar, değerlerinin merkezinde, farklılıklarını her yolla tasfiye etmeyi mubah sayan duruşu bulunmaktadır.
1938’li Cumhuriyet yılları, dünya güçler dengesiyle de çok yakından ilintili yıllardır. II. Dünya savaşı arifesidir. Fırsatların insanlık değerlerini çiğneyerek elde edildiği yıllardır. Oportünizm büyük devletlerin çıkar yöntemiydi. Nazilerin, Faşistlerin Avrupa’da, Afrika’da, Orta Doğu’da akıl almaz komploları ikame ettikleri yıllardır. Bu fırsat Osmanlı’nın hükmü altında olan ve tarihi boyunca söz geçiremediği iç güçlerine, farklılıklarına, ayrı varlıklarına karşı yeniden fetih yöneliminin Cumhuriyet döneminde de sahnelendiği yıllardır. Hasta adam, Osmanlı’yla ayağa kalktıkça iç fetih hareketiyle tedip ettiği halklar yanı sıra toprak ilhak etmekte de tereddüt etmemiştir.
Hatay davasının en çetin dönemleri de bu dönemdi ve bu dönem Atatürk’ün son dönemi olarak daha azgın bir biçim alıyor gibiydi. Yani Faşist Onur Öymen’in “anaların gözyaşlarına bakılmadığı”nı dile getirdiği bir dönem.
Bu dönem 1921 Ankara anlaşmasıyla güney sınırları Lozan onaylı olarak belirlenmiş Cumhuriyetin yeni toprak ilhakları için çırpındığı yıllardı,Hatay davası yılları…
Hatay davası Atatürk’ün algılarında bir toprak davası olmaktan çok bir güvenlik davasıdır, Irak’ın Kuveyt’e, Suriye’nin Lübnan’a baktığı gibi. Atatürk Mondros Mütarekesi’ne karşı tepkilerini, Sadrazam (başbakan) ve Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi (Başkumandanlık Genelkurmay Başkanı) Ahmed izzet Paşaya ilettiği telgraflarda açıkça dile getir ( Celal Bayar, Ben de yazdım. c:1. s: 72 ve s;165’deki Belge: 5). İngilizlerin İskenderun limanına inmesine tepkisini ifade eder. Bu adımla Anadolu’nun güvenliğinin ortadan kalkacağını dile getirir. İstifa eder ve aklında Anadolu’nun güvenliği İskenderun’dan geçer algısı takılı kalır.
“Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur.” Olarak görmesi, zaman zaman, Fransız Büyükelçisi Ponceau’a“...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” yönünde konuşması, Hatay davasını, etnik, tarihi, ya da toprak kazanımı amacıyla ele almadığını göstermesi açısından önemlidir. “ (bkz. Mihrac Ural, 7. Ordu ve Hatay davası, s:3 http://mirural.blogspot.com/ )
Ancak konu burada kalmaz. II. Dünya arifesindeki saflaşmaların yarattığı avantajları değerlendirmek İsteyen Atatürk, ısrarlı bir ilhak çabası içinde olur. Oysa 23 Eylül1923’te Milletler Cemiyeti Meclisi tarafından tasdik edilmiş Manda Yasası gereğince (25 Nisan 1920 San Remo anlaşmasıyla Suriye’nin Fransız mandası altına alınması), Fransızların mandater oldukları Lübnan ve Suriye üzerinde tasarruf hakları yoktu. Bu toprakları ya da bir kısmını hiçbir şekilde başkasına ne kiraya verebilir ne de teslim edebilirdi ( Mandater yasası 4. madde)
Bilmeyenler bu noktada da önemli yanılgılar içindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin en kutsal anlaşması sayılan Lozan Antlaşması’nda Hatay Türkiye sınırları içinde değildir. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın onayladığı ve Kesim I’de 3. Madde olarak yer alan, “ Suriye ile, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız itilafnamesinin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır; İskenderun Körfezi üzerinden Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından Meydan-ı Ekbez’e doğru gidecektir” demektedir. Uluslararası onay almış bu anlaşmaya göre Hatay’ın Suriye’ye ait olduğu tespit edilmiştir. (Bkz. Lozan Anlaşması, ya da Türkiye Cumhuriyetinin Uluslararası Temelleri, Derleyen, TC. Lefkoşe Büyükelçi Müsteşarı Reha Parla. s:2) Bu ayrıca, 30 Mayıs 1926 sözleşmesi, 22 Haziran 1929 sınırına ilişkin Protokol ile ve 3 Mayıs 1930 Son Protokol ile saptanmış sınırdır. (İsmail Soysal, adı geçen konferans s;102. Bkz. Mihrac Ural Age s;5)
Ama hasta adam, fırsatı kollamış, bir süre sessiz kaldığı Lozan Antlaşması’yla da yetindiği statüleri bozup lehine çevirmek istemiştir. Bu kesitte bir dizi anlaşma ve bağıt oluşturulmuş ama Hatay (Liva İskenderun, Antakya ve çevresi) ilhak edilememiştir. Bu süreçte yapılan seçimlerde, Halk kendi kolektif kimliğini tercih etmiş ilhaka hayır demiştir (14-15 Mayıs 1936 ve 15 Nisan 1938). Fransız Başbakan Blum, Hatay davasını tanımlayacak bir kavramla dosyasını oluşturmak üzere “Entiê distincte” (Ayrı Varlık)” tanımını yapar Sendler raporu 27 Ocak 1937)
Atatürk Hatay davasının Fransızların çıkarları için yapacakları hukuksuz davranışlarla çözüleceği gerçeğini yakalamıştır. Bu halka II. Dünya savaşı arifesinde daha iyi anlaşılabilir bir halkadır; Nazi Almanya’nın Hitleri, 15 Mart 1939’da Çekoslovakya’yı, ardından Polonya’yı (1 Eylül 1939) Faşist Musollini’nin İtalyası da Arnavutluk’u işgal etmiş (7-15 Nisan 1939) ve 22 Mayıs 1939’da da Alman-İtalyan Çelik Paktı (Patto d'Acciaio) imzalanmıştı. Bu ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Fransız Büyükelçisi Massigli’ye açıkça Hatay’ ilhak etmek istediklerini açıklamıştır (21 Ocak 1939)
23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci (Dêclaration Comun) ilhaka kapı aralayan bu hukuksuz anlaşma, böylesi gelişmelerin sonucu olarak gündeme gelmiştir. Manda anlaşmasına aykırı olmakla beraber, o günün BM’si olan Cemiyeti Akvam’ın uluslararası anlaşmalar listesine inmemiş olmasıyla -hukuksuzluğu belgeli olmasına karşın- 5 Temmuz 1938’de kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında askeri işgale girişilerek tüm dengeler bozulmuştur. Hatay ilhak edilmiştir.
Bu kanunsuzluğun hukuksal tasfirinde, Arap halkının kimlik hakları mücadelesinin bir parçası olarak tarihteki yolunu çizeceğini belirterek, bu sürecin önemli bir kesitinde Sabiha’nın yaptıklarına bakalım.
Akıl komitacı akılı, Osmanlı artığı, Teşkilatı Mahsusiye’nin aklı: her şeyi bir komutanın ekibi olma sığlığıyla algılamak, devlet ve hukuk denklemlerini ret etmek. Bu konuda ittihatçı geleneğin birçok marifeti de bulunuyordu. Ermenileri bile katlederken gösterdikleri akıllara ziyan taktikler, bir ulusun jenoside uğramasını bile, Teşkilatı Mahsusiye’nin sıradan iki silahşoruna bağlamakta bir beis görmez (Çerkez Ahmet, Mülazım Halil).
Bu mantık her adımında Hatay davasıyla ilgili aynı türden mizansenler düzenlemiştir. Bunlardan biri de Sabiha’nin Atatürk’ün talimatıyla, Atatürk’ün Fransız Büyükelçisi M. Ponceau’a karşı, Ankara’nın Karpiç lokantasında tezgahladığı “silahlı baskın” komedisi.
Fransız Elçi'yle buluşmasında kadın pilot Sabiha Gökçen'e havaya üç el ateş etme emrini Atatürk verdi. Restaurantın silahlı basılması planını Atatürk ve ilk kadın pilot Gökçen'den başkası da bilmiyordu İstenen, Fransızlara Hatay konusunda Türkiye’nin kararlılığını göstermek. Bunun için Teşkilatı Mahsusiye’nin olmazsa olmaz aracı silah kullanımıyla bunu dile getirmektir; Yakup Cemil sendromu…
“1937'de Fransa'nın, Hatay'ı Suriye'ye devretmeye hazırlandığı yolundaki haberlere tepki göstermeyi düşünen Atatürk, hemen Gökçen'i de bir parçası yapacağı gözdağı planını uygulamaya koyar. Atatürk, bir akşam Gökçen'e, “Üniformanı giy Tabancanı beline tak ve buraya gel Bu akşam çok önemli bir görev daha vereceğim Tarihi ilginç bir görev” dedi Atatürk, bunu söylerken, Gökçen'e, “Hatay konusundaki fikrin nedir?” diye de sorduğu söylenir. Gökçen “Eskiden Girit için söylenirdi Annemden dinlemiştim 'Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!' Aynı şeyi Hatay için düşünüyorum” dedi
Girit örneği bu açıdan çok ilginçtir. Anlaşılıyor ki konu ilgili ilgisiz de olsa bir toprak işgali eğilimidir. Osmanlının kaybettiği toprakları kendi ulusal toprakları olarak algılama eğilimidir. En azından Sabiha gökçenin olayı kavradığı biçim budur. Ve bunun için “Feda olsun kanımız” diyebilmektedir. Hatay konusunun aynı algıyla ela almasından da anlaşılıyor ki, Atatürk en yakın çevresine bile, Hatay’ın Anadolu’nun güvenliği açısından oluşturduğu önemi anlatmamış ya da anlatamamıştır. Ancak anlaşılan o ki, Hatay davası Atatürk’ün de beyin labirentlerde sınır genişletme, toprak kapma olaylı olarak biçim değiştirmiştir. Bu nedenle yaklaşan II. dünya savaşı ortamında, yeniden düzenlenen dünya güçler dengesinin sağladığı fırsatları kaçırmak istememektedir.
Silahlı baskına dönecek olursak.
Sabiha gökçen aldığı talimatı yerine getirmek için kollarını sıvamıştır.
Atatürk ve beraberindekiler, akşam Ankara'nın ünlü restoranı Karpiç'e gitti Fransız Büyükelçisi M Ponceau ile elçilik erkanı da oradaydı Fransızlara hitaben bir konuşma yapan General Kasım Sevüktekin, sonunda Fransızların Hatay'ın Türkiye'nin olduğuna karar vereceklerine inandığını ifade etti Fransa Büyükelçisi, Sevüktekin'i ayakta alkışladı
Generalden sonra ortaya fırlayan Gökçen, şunları söyledi:
”Generalim, Fransız dostlarımızın bu konuşmanızı değerlendirebileceklerini sanmıyorum Fransa bir oyun içine girmiştir Oyunun sonunda bizim olan toprakları Suriye'ye vermeyi planlamıştır Fransa'nın oyununa gelerek Hatay topraklarını başkalarına bırakmayacağız Biz gençler gerekirse bu işi silahlarımızla da halledebiliriz Hatay bizim canımız feda olsun kanımız ”
Sabiha Gökçen, sözlerini tamamlar tamamlamaz, silahını çekip üç el ateş etti Aynı anda önceden hazırlıklı olan, Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule Hanım ile Semiha İnanç da silahlarını havaya boşalttılar.
Gelişmelerin tam da planladığı gibi geçtiğini gören ve sükunetinden bir şey kaybetmeden etrafındaki tedirginlikle alay edercesine izleyen Atatürk, yanındaki Fransız büyükelçisine dönüp "görüyorsunuz bu millet beni affetmez" diyerek, ülkesinin işgal ve ilhaktaki kararlılığını dile getiriyor.
Karpiç Lokantasında herkesin nutku tutulmuş, olanlara anlam vermiyordu. Sabiha’yı herkes tanıyor Makbuleyi de ama olanlar neydi? Atatürk’e karşı yapılan bir saygısızlık mıydı? Nedir. Atatürk, yerinden kıpırdamıyordu, olanları sakince izliyordu.
Korumalar Sabiha’nın üzerine yürüyor onu yaka paça tutuyorlar. Polisler müdahale ediyor, karakola götürüyorlar. Hukuk işliyor ya…
Bu olayın ardından Atatürk'ün emriyle Gökçen tutuklandı Hakim karşısına çıkan Gökçen, “milli hislerinin galeyana geldiğini ve bunun için kimseden emir almadığını” söyledi
Sorgu sırasında, Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule Hanım ile Semiha İnanç da silahlarını havaya boşalttıkları için adliyeye gelmişlerdi Yasa gereğince, üç kadın 24 saat hapis cezasına çarptırıldı Mesaj yerine ulaşmış ve Fransa, Türkiye'nin kararlılığını görmüştü
İşte devlet aklı, işte hukuk algısı, işte kadın hakları ve kadına reva görülen rol, işte dimplomaside çıkarların savunulması için yapılan mizansenler özetle budur.
Bu olay Hatay davasıyla ilgili olmaktan çok cumhuriyetin Osmanlıdan bir türlü çıkamadığının, ittihatçı zihniyeti terk edemediğinin bir göstergesidir. Osmanlı aklı Cumhuriyetin kafatasında yerli yerini almış yola devam ediyordu.
Bu akıl, bu günde ortak ülkemizin tüm demokratik şanslarını birikim ve dönüşüm eğilimlerini katletmek için yeni mizansenler oluşturmaya devam ediyor.
Hatay ilhak edildi. Ortak bir ülkede ayrı varlık olarak yaşama devam etti. Birimizin değil hepimizin orta ülkesinde artık ne bu kıyımlar için ne de mizansenler için kimse kukla olmasın, kadınlarımız demokratik haklarını özgürlükleri için elde etsin, kukla olarak kullanılmak üzere bir maşa olmasın diyoruz. Bunun için eşitler olarak farklılıklarımızın demokratik haklarını anayasal, yasal, kurumsal güvencelere oturtarak, ortak ülkemizde barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı ikame edelim.
Sabiha Gökçenler örnek değil, tarihle cesurca yüzleşmemizin binlerce figüründen biri olsun.
27 Kasım 2009
Dersimi bombaladı, insanları diri diri yaktı “döktü”, ilk savaş pilotu kadındı. İlk madalyasını da şölenvari bir ortamda, ama ne için verildiğinin söylenme cesareti olmayan, utanç gölgesinde aldı. O, Dersim katliamının edatlarından biriydi. Bir zulüm algısının aklıydı, Osmanlı aklının cumhuriyetteki tecellilerinden biriydi.
Sabiha Gökçenin marifetleri bununla da kalmadı. O, İttihatçı mantık, Teşkilatı Mahsusiye’nin, Yakup Cemil sendromunun kadın versiyonuydu. O, hasta adamın iyileşmesi halinde göstereceği reflekslerin, “ Girit bizim canımız, feda olsun kanımız !” söyleminde anlam bulan şovenizmiydi.
Sabiha Gökçen,
üç kez yapılmış ve her birinde İlhakın reddiyle sonuçlanan halk oylamasını ihlal,
23 Eylül 1923 tarihinde Miletler cemiyeti meclisince onaylanmış manda yasası ve özellikle 4. maddesindeki, “Mandaterin, koruması altındaki toprakların tümünü ya da bir parçasını başkasına kira ya da satmaya ya da ikili anlaşmalarla vermeye yetkisi yoktur” hükmüne aykırılık…
Hukuk dışı bir kurgunun II. Dünya savaşı arifesinde yeniden düzenlenen dünya güçler dengesinin yarattığı fırsatlarda gündeme gelen bir toprak ilhakı olarak Hatay davasında bir kez daha sahnedeki yerini almıştır.
Atatürk’ün talimatıyla, Ankara’nın ünlü Karpiç lokantasında Fransa Büyükelçisi M. Ponceau’a verilen diplomatik ağırlıklı yemek davetinde, silahını çekip üç kurşun sıkarak “Biz gençler gerekirse bu işi silahlarımızla da halledebiliriz Hatay bizim canımız feda olsun kanımız ” diyen de Sabiha Gökçen’di.
Cumhuriyet’in Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu söylendi. Gerçek hiçte öyle değildi. Hükümranlığı altındaki topraklarda yeniden fütuhat yapan Osmanlı mirasını, Cumhuriyet devralmıştı. Dün Türkmen Aşiretleri dahil, hükmü altındaki bölgelere etnik ve inanç farklılıklarına yapılan kıyımlar, Cumhuriyetin Teşkilat-ı Mahsusiye silahşorları eliyle ortak ülkemiz vatandaşlarına karşı yapıldı, bu da devam ediyor…
Dersim bombalamasından sonra, Ankara’nın Karpiç lokantasındaki mizansen bu aklın bir devamıydı.
Hatay ilhak edildi. Ortak bir ülkede ayrı varlık olarak yaşama devam etti.
Birimizin değil hepimizin ortak ülkesinde artık ne bu kıyımlar için ne de mizansenler için kimse kukla olmasın, kadınlarımız demokratik haklarını özgürlükleri için elde etsin, kukla olarak kullanılmak üzere bir maşa olmasın diyoruz. Bunun için eşitler olarak farklılıklarımızın demokratik haklarını anayasal, yasal, kurumsal güvencelere oturtarak, ortak ülkemizde barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı ikame edelim.
Sabiha Gökçenler örnek değil, tarihle cesurca yüzleşmemizin binlerce figüründen biri olsun.
***
Sabiha Gökçen’in Dersim mizanseni üzerine çok şey yazıldı. Bir kez daha da yazılacak ve binlerce kez de yazılmaya devam edilecektir. İnsanlığın kıyımı, Osmanlı’nın tarih içinden çıkıp gelmiş haliyle bir akıl sistemi olarak tecelli etmiştir. Bu akıl sistemi ittihatçı darbecilerin ve onun çelik çekirdeği Teşkilatı Mahsusiye’de anlamını bulan evrimi, Cumhuriyetin tüm önemli kesitlerinde kendini göstermiştir. Kürtler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, gayrimüslim azınlıklar ve bile istisna ortak ülkemizin tüm farklılıkları bu akıldan eza görmüşlerdir. Bu akıl bir Osmanlı Aklıdır. Sabiha Gökçen gibi bir figüranın piyon olarak bu serüvende ortaya çıkması, Cumhuriyette kadın haklarına ilişkin vehmedilen yalanların, gerçekte kadını kirli işlerde bir kukla olarak kullanmakta pervasız davranılabileceğine bir mesajdır.
Sabiha Gökçen’in Dersim katliamındaki yeri, insanlığa yönelik cinayetlerde sanıkların yeridir. Bu konuda yazılanları okurken, yüreklerimizin aldığı sürrealist halleri yazmak bile insanın yüreğini titretir. Bu konuda yazmak isteyenlerin elleri ise titremekle kalmaz, vurgun yer.
Bu bir Osmanlı aklı, bu aklın bilim adamları bile olanlara “kılıç hakkı” diyor. Bu aklın zıvanadan çıkmış halleri karşısında gerisi teferruat kalır.
Sabiha Gökçen’in bir aklın mağduru, bir kuklası olduğu açıktır. Suçlusudur da. Bu gün için bunun önemi tarihimizle cesurca yüzleşebilme şansını değerlendirebilmemize bağlıdır.
Dersim’de bir katliam yapılmıştır. Buna karar verenler, uygulayanlar, her boy ve soydan müşarikler inkarı mümkün olmayan bir mutlaklıkla, belgeli kanıtlı verilerle, maddi ve hissi delillerle ortaya çıkmıştır. Hukukun herkese lazım olacağı gerçeği, tarihi yüzleşmelerin ana konularında daha bir anlamlı hale gelmektedir.
Dersim halkı acımasız bir kıyımla katledildi. 9 yıllık araştırmaları ve Dersim sürecine katılanları konuşturmasıyla ünlü araştırmacı Hasan Saltık, Dersim bilançosunun resmi rakamlarını "Harekâtın başında olan bir subayın Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna ulaştım. Bu rapora göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258. Kişi sayısı ise 11 bin 818" (Hasan Saltık, SABAH gazetesi). Gerçek rakamların bunun çok çok üstünde olduğu kesindir.
Bu rakamların resmi ağızlardan telaffuzu bile, vahşetin boyutuna yeterli bir veridir. Hava Kuvvetleri eski komutanı Muhsin Batur’un, okurundan özür dileyerek Dersim kesitine anılarında yer veremeyeceğini söylemesi bu kıyımın utancının ne kadar vahşet dolu olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu gerçeklerin verileri Sabiha Gökçen’in aldığı emirle sınırlı değil, katliama gönül rızasıyla katılışını ve bunun için biçilen ödülleri kabul edişiyle tamamlanan bir mizansen olduğunu gösteriyor. Sabiha Gökçen insanlığa karşı suç işlemiştir.
Uçağından attığı bombalarla, katlettiği insanların “yerlere dökülüşü”nü betimlerken de cürüm itirafını yapmaktadır. Bu yanıyla Sabiha Gökçen tarihimizle yüzleşmenin önemli bir figürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun ödülü olarak da göğsüne yerleştirdiği üstün hizmet madalyasıdır.
Dersim trajedisi, Cumhuriyetin Osmanlı aklı artığı konumlanışını olduğu kadar, değerlerinin merkezinde, farklılıklarını her yolla tasfiye etmeyi mubah sayan duruşu bulunmaktadır.
1938’li Cumhuriyet yılları, dünya güçler dengesiyle de çok yakından ilintili yıllardır. II. Dünya savaşı arifesidir. Fırsatların insanlık değerlerini çiğneyerek elde edildiği yıllardır. Oportünizm büyük devletlerin çıkar yöntemiydi. Nazilerin, Faşistlerin Avrupa’da, Afrika’da, Orta Doğu’da akıl almaz komploları ikame ettikleri yıllardır. Bu fırsat Osmanlı’nın hükmü altında olan ve tarihi boyunca söz geçiremediği iç güçlerine, farklılıklarına, ayrı varlıklarına karşı yeniden fetih yöneliminin Cumhuriyet döneminde de sahnelendiği yıllardır. Hasta adam, Osmanlı’yla ayağa kalktıkça iç fetih hareketiyle tedip ettiği halklar yanı sıra toprak ilhak etmekte de tereddüt etmemiştir.
Hatay davasının en çetin dönemleri de bu dönemdi ve bu dönem Atatürk’ün son dönemi olarak daha azgın bir biçim alıyor gibiydi. Yani Faşist Onur Öymen’in “anaların gözyaşlarına bakılmadığı”nı dile getirdiği bir dönem.
Bu dönem 1921 Ankara anlaşmasıyla güney sınırları Lozan onaylı olarak belirlenmiş Cumhuriyetin yeni toprak ilhakları için çırpındığı yıllardı,Hatay davası yılları…
Hatay davası Atatürk’ün algılarında bir toprak davası olmaktan çok bir güvenlik davasıdır, Irak’ın Kuveyt’e, Suriye’nin Lübnan’a baktığı gibi. Atatürk Mondros Mütarekesi’ne karşı tepkilerini, Sadrazam (başbakan) ve Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi (Başkumandanlık Genelkurmay Başkanı) Ahmed izzet Paşaya ilettiği telgraflarda açıkça dile getir ( Celal Bayar, Ben de yazdım. c:1. s: 72 ve s;165’deki Belge: 5). İngilizlerin İskenderun limanına inmesine tepkisini ifade eder. Bu adımla Anadolu’nun güvenliğinin ortadan kalkacağını dile getirir. İstifa eder ve aklında Anadolu’nun güvenliği İskenderun’dan geçer algısı takılı kalır.
“Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur.” Olarak görmesi, zaman zaman, Fransız Büyükelçisi Ponceau’a“...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” yönünde konuşması, Hatay davasını, etnik, tarihi, ya da toprak kazanımı amacıyla ele almadığını göstermesi açısından önemlidir. “ (bkz. Mihrac Ural, 7. Ordu ve Hatay davası, s:3 http://mirural.blogspot.com/ )
Ancak konu burada kalmaz. II. Dünya arifesindeki saflaşmaların yarattığı avantajları değerlendirmek İsteyen Atatürk, ısrarlı bir ilhak çabası içinde olur. Oysa 23 Eylül1923’te Milletler Cemiyeti Meclisi tarafından tasdik edilmiş Manda Yasası gereğince (25 Nisan 1920 San Remo anlaşmasıyla Suriye’nin Fransız mandası altına alınması), Fransızların mandater oldukları Lübnan ve Suriye üzerinde tasarruf hakları yoktu. Bu toprakları ya da bir kısmını hiçbir şekilde başkasına ne kiraya verebilir ne de teslim edebilirdi ( Mandater yasası 4. madde)
Bilmeyenler bu noktada da önemli yanılgılar içindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin en kutsal anlaşması sayılan Lozan Antlaşması’nda Hatay Türkiye sınırları içinde değildir. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın onayladığı ve Kesim I’de 3. Madde olarak yer alan, “ Suriye ile, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız itilafnamesinin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır; İskenderun Körfezi üzerinden Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından Meydan-ı Ekbez’e doğru gidecektir” demektedir. Uluslararası onay almış bu anlaşmaya göre Hatay’ın Suriye’ye ait olduğu tespit edilmiştir. (Bkz. Lozan Anlaşması, ya da Türkiye Cumhuriyetinin Uluslararası Temelleri, Derleyen, TC. Lefkoşe Büyükelçi Müsteşarı Reha Parla. s:2) Bu ayrıca, 30 Mayıs 1926 sözleşmesi, 22 Haziran 1929 sınırına ilişkin Protokol ile ve 3 Mayıs 1930 Son Protokol ile saptanmış sınırdır. (İsmail Soysal, adı geçen konferans s;102. Bkz. Mihrac Ural Age s;5)
Ama hasta adam, fırsatı kollamış, bir süre sessiz kaldığı Lozan Antlaşması’yla da yetindiği statüleri bozup lehine çevirmek istemiştir. Bu kesitte bir dizi anlaşma ve bağıt oluşturulmuş ama Hatay (Liva İskenderun, Antakya ve çevresi) ilhak edilememiştir. Bu süreçte yapılan seçimlerde, Halk kendi kolektif kimliğini tercih etmiş ilhaka hayır demiştir (14-15 Mayıs 1936 ve 15 Nisan 1938). Fransız Başbakan Blum, Hatay davasını tanımlayacak bir kavramla dosyasını oluşturmak üzere “Entiê distincte” (Ayrı Varlık)” tanımını yapar Sendler raporu 27 Ocak 1937)
Atatürk Hatay davasının Fransızların çıkarları için yapacakları hukuksuz davranışlarla çözüleceği gerçeğini yakalamıştır. Bu halka II. Dünya savaşı arifesinde daha iyi anlaşılabilir bir halkadır; Nazi Almanya’nın Hitleri, 15 Mart 1939’da Çekoslovakya’yı, ardından Polonya’yı (1 Eylül 1939) Faşist Musollini’nin İtalyası da Arnavutluk’u işgal etmiş (7-15 Nisan 1939) ve 22 Mayıs 1939’da da Alman-İtalyan Çelik Paktı (Patto d'Acciaio) imzalanmıştı. Bu ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Fransız Büyükelçisi Massigli’ye açıkça Hatay’ ilhak etmek istediklerini açıklamıştır (21 Ocak 1939)
23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci (Dêclaration Comun) ilhaka kapı aralayan bu hukuksuz anlaşma, böylesi gelişmelerin sonucu olarak gündeme gelmiştir. Manda anlaşmasına aykırı olmakla beraber, o günün BM’si olan Cemiyeti Akvam’ın uluslararası anlaşmalar listesine inmemiş olmasıyla -hukuksuzluğu belgeli olmasına karşın- 5 Temmuz 1938’de kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında askeri işgale girişilerek tüm dengeler bozulmuştur. Hatay ilhak edilmiştir.
Bu kanunsuzluğun hukuksal tasfirinde, Arap halkının kimlik hakları mücadelesinin bir parçası olarak tarihteki yolunu çizeceğini belirterek, bu sürecin önemli bir kesitinde Sabiha’nın yaptıklarına bakalım.
Akıl komitacı akılı, Osmanlı artığı, Teşkilatı Mahsusiye’nin aklı: her şeyi bir komutanın ekibi olma sığlığıyla algılamak, devlet ve hukuk denklemlerini ret etmek. Bu konuda ittihatçı geleneğin birçok marifeti de bulunuyordu. Ermenileri bile katlederken gösterdikleri akıllara ziyan taktikler, bir ulusun jenoside uğramasını bile, Teşkilatı Mahsusiye’nin sıradan iki silahşoruna bağlamakta bir beis görmez (Çerkez Ahmet, Mülazım Halil).
Bu mantık her adımında Hatay davasıyla ilgili aynı türden mizansenler düzenlemiştir. Bunlardan biri de Sabiha’nin Atatürk’ün talimatıyla, Atatürk’ün Fransız Büyükelçisi M. Ponceau’a karşı, Ankara’nın Karpiç lokantasında tezgahladığı “silahlı baskın” komedisi.
Fransız Elçi'yle buluşmasında kadın pilot Sabiha Gökçen'e havaya üç el ateş etme emrini Atatürk verdi. Restaurantın silahlı basılması planını Atatürk ve ilk kadın pilot Gökçen'den başkası da bilmiyordu İstenen, Fransızlara Hatay konusunda Türkiye’nin kararlılığını göstermek. Bunun için Teşkilatı Mahsusiye’nin olmazsa olmaz aracı silah kullanımıyla bunu dile getirmektir; Yakup Cemil sendromu…
“1937'de Fransa'nın, Hatay'ı Suriye'ye devretmeye hazırlandığı yolundaki haberlere tepki göstermeyi düşünen Atatürk, hemen Gökçen'i de bir parçası yapacağı gözdağı planını uygulamaya koyar. Atatürk, bir akşam Gökçen'e, “Üniformanı giy Tabancanı beline tak ve buraya gel Bu akşam çok önemli bir görev daha vereceğim Tarihi ilginç bir görev” dedi Atatürk, bunu söylerken, Gökçen'e, “Hatay konusundaki fikrin nedir?” diye de sorduğu söylenir. Gökçen “Eskiden Girit için söylenirdi Annemden dinlemiştim 'Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!' Aynı şeyi Hatay için düşünüyorum” dedi
Girit örneği bu açıdan çok ilginçtir. Anlaşılıyor ki konu ilgili ilgisiz de olsa bir toprak işgali eğilimidir. Osmanlının kaybettiği toprakları kendi ulusal toprakları olarak algılama eğilimidir. En azından Sabiha gökçenin olayı kavradığı biçim budur. Ve bunun için “Feda olsun kanımız” diyebilmektedir. Hatay konusunun aynı algıyla ela almasından da anlaşılıyor ki, Atatürk en yakın çevresine bile, Hatay’ın Anadolu’nun güvenliği açısından oluşturduğu önemi anlatmamış ya da anlatamamıştır. Ancak anlaşılan o ki, Hatay davası Atatürk’ün de beyin labirentlerde sınır genişletme, toprak kapma olaylı olarak biçim değiştirmiştir. Bu nedenle yaklaşan II. dünya savaşı ortamında, yeniden düzenlenen dünya güçler dengesinin sağladığı fırsatları kaçırmak istememektedir.
Silahlı baskına dönecek olursak.
Sabiha gökçen aldığı talimatı yerine getirmek için kollarını sıvamıştır.
Atatürk ve beraberindekiler, akşam Ankara'nın ünlü restoranı Karpiç'e gitti Fransız Büyükelçisi M Ponceau ile elçilik erkanı da oradaydı Fransızlara hitaben bir konuşma yapan General Kasım Sevüktekin, sonunda Fransızların Hatay'ın Türkiye'nin olduğuna karar vereceklerine inandığını ifade etti Fransa Büyükelçisi, Sevüktekin'i ayakta alkışladı
Generalden sonra ortaya fırlayan Gökçen, şunları söyledi:
”Generalim, Fransız dostlarımızın bu konuşmanızı değerlendirebileceklerini sanmıyorum Fransa bir oyun içine girmiştir Oyunun sonunda bizim olan toprakları Suriye'ye vermeyi planlamıştır Fransa'nın oyununa gelerek Hatay topraklarını başkalarına bırakmayacağız Biz gençler gerekirse bu işi silahlarımızla da halledebiliriz Hatay bizim canımız feda olsun kanımız ”
Sabiha Gökçen, sözlerini tamamlar tamamlamaz, silahını çekip üç el ateş etti Aynı anda önceden hazırlıklı olan, Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule Hanım ile Semiha İnanç da silahlarını havaya boşalttılar.
Gelişmelerin tam da planladığı gibi geçtiğini gören ve sükunetinden bir şey kaybetmeden etrafındaki tedirginlikle alay edercesine izleyen Atatürk, yanındaki Fransız büyükelçisine dönüp "görüyorsunuz bu millet beni affetmez" diyerek, ülkesinin işgal ve ilhaktaki kararlılığını dile getiriyor.
Karpiç Lokantasında herkesin nutku tutulmuş, olanlara anlam vermiyordu. Sabiha’yı herkes tanıyor Makbuleyi de ama olanlar neydi? Atatürk’e karşı yapılan bir saygısızlık mıydı? Nedir. Atatürk, yerinden kıpırdamıyordu, olanları sakince izliyordu.
Korumalar Sabiha’nın üzerine yürüyor onu yaka paça tutuyorlar. Polisler müdahale ediyor, karakola götürüyorlar. Hukuk işliyor ya…
Bu olayın ardından Atatürk'ün emriyle Gökçen tutuklandı Hakim karşısına çıkan Gökçen, “milli hislerinin galeyana geldiğini ve bunun için kimseden emir almadığını” söyledi
Sorgu sırasında, Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule Hanım ile Semiha İnanç da silahlarını havaya boşalttıkları için adliyeye gelmişlerdi Yasa gereğince, üç kadın 24 saat hapis cezasına çarptırıldı Mesaj yerine ulaşmış ve Fransa, Türkiye'nin kararlılığını görmüştü
İşte devlet aklı, işte hukuk algısı, işte kadın hakları ve kadına reva görülen rol, işte dimplomaside çıkarların savunulması için yapılan mizansenler özetle budur.
Bu olay Hatay davasıyla ilgili olmaktan çok cumhuriyetin Osmanlıdan bir türlü çıkamadığının, ittihatçı zihniyeti terk edemediğinin bir göstergesidir. Osmanlı aklı Cumhuriyetin kafatasında yerli yerini almış yola devam ediyordu.
Bu akıl, bu günde ortak ülkemizin tüm demokratik şanslarını birikim ve dönüşüm eğilimlerini katletmek için yeni mizansenler oluşturmaya devam ediyor.
Hatay ilhak edildi. Ortak bir ülkede ayrı varlık olarak yaşama devam etti. Birimizin değil hepimizin orta ülkesinde artık ne bu kıyımlar için ne de mizansenler için kimse kukla olmasın, kadınlarımız demokratik haklarını özgürlükleri için elde etsin, kukla olarak kullanılmak üzere bir maşa olmasın diyoruz. Bunun için eşitler olarak farklılıklarımızın demokratik haklarını anayasal, yasal, kurumsal güvencelere oturtarak, ortak ülkemizde barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı ikame edelim.
Sabiha Gökçenler örnek değil, tarihle cesurca yüzleşmemizin binlerce figüründen biri olsun.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder