15 Kasım 2009 Pazar
DOSTLUĞUN ŞOVALYESİ "İKİ GÖZÜM" AHMET KAYA
Mihrac Ural
16 Kasım 2009
16 Kasım 2000. Henüz bir yıllık hücre cezamı yeni bitirmiş evime dönmüştüm (4 Kasım 2000).
Başkan Öcalan'dan sonra, dosyamı masaya yatırmışlar.. TC, Suriye yönetiminden ısrarla beni talep ediyor. İki devlet, tüm devletler gibi çıkarları etrafında uzun süren düşmanlık dönemlerinden çıkıp gelmiş haliyle, ilişkilerini yeniden düzenliyordu. Bir kaç kez uyarıldım, "bu ülkede mültecisin, davranışların komşularımızla sorun yaratmamalı" ihtarları geldi. Suriye'de mültecilik yıllarını geçirenler, bu uyarıların ne anlama geldiğini iyi bilir. Aleni siyasi çalışmalarımız devam ediyordu. Parti Okuluna öğrenciler gelip gidiyor, bildiriler dağıtılıyordu. Askeri eğitim olanakları sonuna kadar zorlanıyordu. Uyarılara uymayan duruşumuz bardağı da taşıran son damla oldu.
İki ülke arasında, Sayın Öcalan sonrası gelişen meşhur "Adana anlaşması" imzalanmış, iki devlet karşılıklı çıkarlarını koruma yönünde bir adım atmıştı.. Türkiye, Müslüman Kardeşler Örgütü'nün faaliyetlerini kısıtlayacak, Suriye de PKK dahil tüm Türkiyeli devrimci hareketlerin faaliyetlerini. Bizler göze batan bir konumdaydık. PKK, Kürt halkı arasında çok önemli örgütlenmelere yönelmiş, onlar arasında kendine iyi bir kamufle ortamı yaratmasına karşın, milletvekili seçimleri dahil bir çok alanda beliriyordu. Bizim açımızdan durum daha farklıydı. Dil biliyorduk ve akraba çevrelerimiz de vardı. Daha iyi kamufle olsak da çalışmalarımız belli merkezlerde dikkat çekecek ölçekteydi. İki devlet arasında olan anlaşmaları önemsemiyorduk. Bu anlaşmalar bizi bağlamayacaktı. Ölçüleri kaçıran duruşlarımız vardı. Uyarılarda sonuç almayınca, zindana atılmamız gündeme geldi. 1 yıllık tek kişilik hücrede tecrit tutukluluğu öyle başladı.
Oysa, Avurapa'da mülteciydim, BM kararları gereğince de korunma haklarım vardı. 10 yıllık ikamet almıştım. Avrupa'nın her alanında kalma olanağım bulunuyordu; şahsi bazda sorunsuz bir ortamdı benim için. Ülkeme yakın olmayı tercih ettim. Bu alanda kalmayı direttim. Bedelleri ne ise onu da ödemeye hazırdım.
Sürgünde kaçış yokmudur? Var. Fransa olmaz Almanya olur yada bir başka yer. Kişisel çıkarlar öne geçince alternatif çok olur. Şu ülke daha rahat, bu ülke daha zor diye yer tercih etmek zor değil.
Davaya sudan sebeplerle katılıp, ondan sudan sebeplere kaçanlar, sürgünde de kaçacak yer arar ve bulurlardı. İsrail'e karşı savaşta, Beyrut kuşatmasının kızılca cehenneminde yoldaşlarını yalnız bırakıp sıvışanlar az değildi; Avrupa konformizminde tatlı hayat sürmeyi her türden davanın üstünde sayan çevreler vardı. Bunları 1982-83 döneminde iliklerimize kadar acısını hissederek yaşadık. Bizim için yurt dışı merkezi bölgemiz Ortadoğu'ydu. Bu bir ilke kararıydı. Buna uyduk. Avrupa'ya iltica olmak için çırpınan kaçkınlara karşı, biz Avrupa'dan döndük; dönüşün sahte pasaport sorunlarını, sınır kontrol tehlike ve risklerini aşma pahasına.
Ülkemize yakın olmayı tercih ettik, acılara, bedel ödemeye evet dedik. Siyasi çalışmalarımızı da hiç aksatmadık. Binlerce bildiri, onlarca broşür ve kitap yazdık. Örgütümüzü örgüt yapan, siyasal tezlerini oluşturan tüm yazım etkinliklerini bu dönemde ürettik. Dünyayı takip ettik, değişimi yazılı hale getirdik, ezber bozmaktan çekinmedik.
Ülkemizin demokrasi mücadelesine bir biçimde, bulunduğumuz yerin imkanlarından da yararlanarak katılacaktık. Bunu yaptık. Buralarda; kongre, konferans, MK. taplantıları gibi, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC)'nin kuruluşu, Devrimci Birlik Patformu gibi, başta PKK olmak üzere, Türkiyeli devrimci örgütlerini kapsayan birlikler boşuna oluşmamıştı. Bu bölgede toplanmış, buradan mücadeleye dinamik katılmıştı. Bu türden hiç bir girişim, Avrupa coğrafyasında gerçekleşmemişti. O kesitte Ortadoğuda var olmak devrimci mücadele için çok gerekliydi. Bunu yaptık.
İki devlet, çıkarlarını iki ülkenin halklarını kapsayacak olumlu ilişkilere yükseltince, buna karşı çıkmadık. Tersine destekledik. Kendi siyasal çalışmalarımıza da mülteci olduğumuz ülkenin hassasiyetlerini zedelemesekte, o gergin ortamda payımıza düşen bedeli ödemekle yüz yüze kaldık.
Ben ve benimle birlikte olan yoldaşlarım siyasal mücadelemizin süreciğini, ancak misafiri olduğumuz ülkeye zarar verme gibi bir amacımızın olmadığını dile getirdik. Ama bedel vardı onu ödedik. 1 yıl, tek kişilik hücrede tecrit ortamı. Tuvaleti içinde olan 1 metreye 2 metre boyutunda, yer altında, güneş yüzü görmeden mülteciliğin bir başka çilesini çektim.
Ahmet Kaya yoldaşım durumumu yakından takip ediyordu. Zindanda yatmanın tecrübeleriyle, gizli mesaj alış verişlerinde Ahmet Kaya'nın selamlarını, destek iletilerini alıyordum. O dostunun yanında her an omuz omuza sıcak bir nefes olarak dünyanın öbür ucundan moral desteğini iletiyordu. Zindanda yatanlar bunun anlamını daya iyi bilirler, ama hücrede, sonu belli olmayan günlerin bitişini bekleyenler ise bunu daha da iyi bilirlerdi..
"Zindan, sonuna kadar kimseye kapanmamıştır" diye bir Arap atasözü var. Öyle oldu. Bir dizi uyarı, önlem ve dayatmanın basıncı altında, bulunduğum ülkede misafir olduğum hatırlatılarak, taşıdığım kimliğin basit bir kağıt olduğunu, gerçek bir vatandaşlık anlamına gelmeyeceği uyarıları arasında, 1 yıllık hücrede tecrit cezamı bitirmiştim (4 Kasım 2000). Yola çıktım şehri Şam'dan, sevenlerle...
Eve henüz varmıştım. Haber çevremde hızla yayılıyordu; "Mir özgür" diye. Herkesi özlemiştim, hanım ve çocuklarım, yoldaşlarım ve misafirlerimle bir yer sofrası kurmuş, etrafında akşam yemeğimizi yiyorduk.
Telefonum çaldı.
Uzaktan geliyordu. Bir ses belirdi. "Geçmiş olsun iki gözüm geçmiş olsun" diyordu. Evet o idi, cümleleri bunlardı "iki gözüm..." Ahmet Kaya.
Uzunca konuştuk. Dostluğu, omuz omuza olmayı, nefes olmayı. İkimiz de gurbetin acısı içindeydik. İkimiz de siyasi sürgündük. Her ikimizde kararlıca yolumuzdaydık ve yoldaştık. İsyanımız vardı baskılara, haksızlıklara. Halkımız adına gerçekleri dile getiriyorduk.
Ahmet Kaya, dostunu takip eden gerçek bir yoldaştı. Sesinin sıcaklığı, dünyanın öbür ucundan kendini hissettiriyordu. Eve yeni varmıştım, yemeğimi bile yememiştim ama, o benimle yanyanaydı, omuz omuza yürek yüreğe duruyordu. Bunu anlamak için dostlardan çok çekmiş olmak gerek. Çekmeyen, gerçek dostun kim olduğunu anlamakta güçlük çeker.
Dostluk vardı, kendinden olan, sana senden yakın bulunan, dostluk vardı kendinle bir olan. Ahmet Kaya dostluğun, yoldaşlığın adıydı. O, dostluğun şovalyesiydi.
İnsan olarak onu tanımayanlar, şarkılarını dinlesin, orada ne varsa Ahmet Kaya da odur. Hiç bir sanatçı onun kadar türküleriyle kişiliğini tanımlayamamıştır. Bunu, bu satırlarda anlatacak kadar tarafsız değilim. Bir kaç beyit yazdım şiir olmayan. Orada bu duygularımı okuyacaksınız. "NEYİNİ ANLATAYIM"
NEYİNİ ANLATAYIM
Ben Ahmet’i anlatamam
Duygularım kalem tutamayacak kadar taraflı
Yüreğim hüzünle yaralı
Şair de değilim
Nasıl anlatayım
Yalın kılıç gibi dizili mısraları
Mitralyöz ateşine dönüştüren sesini mi
Yoksa Anadolu dervişleri gibi sessiz dururken
Fütuhata atılmış uç beyi narası türkü haykırışını mı
Hangi birisini
Aranan “hükümsüz” kimliklerimize
Kod adı takışını
İşkencelerin paslı prangalarını
Zindanların zifiri karanlığında yatırılan aydını
Zulaları, martavalları, erketeleri,
Nöbet gecelerinden kalma yorgun demokratları
Kokusuna doyamadığımız anayı
Hasretlerin boğucu ızdırabını
Mustantık sorgusunda ispiyon yemiş aslanları
Sürgünde lime lime doğranmış hasretleri, vurgunları
Renksiz dostları
Arkadan vuran hançerleri
Cehennem gibi düşmanlıkları anlatmadı mı türküleri
Başka ne anlatayım
Sürgünde, hakkın başka türlü gelmeyen rahmetini mi,
Nazım'ı, Yılmaz'ı, sırada bekleyen bizi mi,
Kuşak kuşak, yaman ayrılıkta toprak olanları mı
Zindan çıkışımda uzanan ilk dost eli kimindi
Bir ucundan dünyanın
Ben daha neyini anlatayım
Hey, ayaklar altına düşürülen sanat
Artık onurunu kim kurtaracak
Unuttun mu,
O makus gecedeki haykırışı; kral çırılçıplak
Tabak, çatal, bıçak
Onuncu Yıl Marşı okunacak
Renksiz dostlar,
Size hep bir lanet borcum kalacak
Allah aşkına, daha neyi anlatayım
Ahmet Kaya’nın anısına, Mihrac Ural; içimden geldiği gibi 15 Ekim 2002
AHMET KAYA VE MARCEL KHALİFE
2009 yılı anısına Ahmet yoldaşın bir başka yanını anlatacağım.
Paris'te çat kapı yanıma geldi (27 Haziran1989). "Neredesiniz siz, insan yoldaşını aramaz sormaz mı?" dedi. O bir yoldaştı ve yoldaşlarıyla ilişkisini arıyordu. "Bunca ayrılıktan sonra buluşamamak nasıl olur" dedi. Kucaklaştık. Yoldaştık. Aynı çabanın insanlarıydık ama, bir araya gelememiştik. Birbirimizi duyardık ama, bileklerimiz kenetlenmemişti. Kırk yıl bir arada kalmış gibi, bir anda iç içe olduk. O bizi, biz onu içselleştirmiştik. Kendine olan güveni, bu medeni cesareti, Ahmet'in kişiliğinde ağır basan bir yöndü. Kaldığım evde kütüphaneme dalışı, kitapları alıp karıştırması, altı çizili satırları bir solukta okuması, rahatı, kendi evinde olduğu ruh halini yansıtıyordu. O da anlamıştı, kendi evindeydi ve bunun anlamlı bir mesajı vardı.
Ahmet'le anı ve sır ortaklığımız hızla gelişti. O, belki böylesine onlarca dosta sahipti. Fransız halkının zafer şenlikleri L'Humanite Bayramından, Yılmaz Güney'i anma hazırlıklarına, yüzme havuzundan, farklı farklı davetlere, Frankfurt şehrinin merkezi bir alanında buluştuğumuzda, piştovunu çıkarıp havaya ateş etmesinden (29 Kasım 1992), yemek ortamına, örgütümüz THKP-C (Acilciler)'in Paris'te yapılan, Avrupa konferansı istişare toplantısı ön görüşmelerine katılışına (18 Temuz 1989), Lübnan'lı ünlü komünist, ozan Marcel Khalife'nin bir türküsü nedeniyle yargılanmasına karşı desteğe kadar aldığı tutumla, ardı arkası kesilmez anılar.
Bu yıl, Ahmet'in dostluk için nasıl bir şovalye olduğunu anlatacağım.
Marcel Khalife, Hz. Yusuf'un kıssasını anlatan bir albüm yaptı; “Ena Yusuf, ya Ebi” (Baba, Ben Yusuf’um) adlı bestesi.
Yusuf’un hikayesi (kıssa’sı), bilindiği gibi tüm semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alır. Bu kıssa’da, Yusuf’un çilesi anlatılır. Kardeşin kardeşe yaptığı zulme kaynaklık eden, çıkar dünyasının insanları ve ilişkileri dile getirilir. İsrail oğullarının ihaneti ve bu gün Filistinlilere yapılan zulme mesaj iletilir. Bencil çıkarlar etrafında örülen ağların, kardeşi kardeşe nasıl düşman yaptığı, yabancılaştırdığı konu edilir.
Tevrat’taki anlatım, olduğu gibi, aynı amaçla, Kuran’da da dile gelir. Bu kıssa’yı, ünlü Filistinli şair Mahmut Derviş bir divan olarak şiirleştirir. Marcel de, bunu bir müzik şaheserine dönüştürür. Yusuf’un babası Yakub’a, “ Vahşi kurdun merhameti, beni kuyuya atıp, sana kanlı gömleğimi göstererek kurdu itham eden kardeşlerimin merhametinden çoktur, baba “ dizeleri terennüm edilir. Bu günün maddi çıkar dünyasının tüm çirkefliği, bu dizelerde Marcel’in sesi ve notalarıyla belleklere işlenir.
Bu albüm 1997 yılında üretildi. Lübnan'ın gerici şerî mahkemeleri bu nedenle Marcel'in yargılanmasını istediler. Arap halkı sanatçısına sahip çıktı. Lübnan halkıyla Marcel'i savundu. Bu dava 3 Kasım 1999'da görülecekti.
Ahmet Kaya yoldaşa durumu aktardım. Hemen bir mesaj gönderelim diye önerdi. Bunu konuştuk. Ortak bir taslak üzerinde karara vardık. Bir bildiri yazılacak, bir de Ahmet Kaya adına Marcel Khalife'ye dayanışma mesajı gönderilecekti. Bildiriyi "SANATI YARGILAYAMAZSINIZ" başlığı altında yayınladık. Mesaj Ahmet Kaya adına Marcel Khalife'ye ulaştırıldı. Mesajın bildiriyle ortak olan ve Ahmet Kaya'nın da katkısını taşıyan sözleri ise şunlardı:
"Sanatın hasmı yoktur, emeğin ürünü olarak, yalnızca değerlendireni ya da değerlendiremeyeni vardır. Bu yüzden sanatı yargılamanın hukuki hiçbir zemini olamaz. Sanatçıları yargı önüne sürükleyerek, emek ürünleri sanatlarını yargılamak, bu yolla da sanal hasım yaratmak, kendi toplumlarını karanlığa sürüklemek isteyen boş inançların, boşa sarf edilmiş çabasından başka bir şey değildir. Hiçbir toplum bu vesileyle onur kazanamaz, aksine kaybedeceği çok olur." ( Ahmet Kaya'n ın Marcel Khalife İle dayanışma mesajından. 3 Kasım 1999)
Ahmet Kaya bir dost, bir dayanışma şovalyesidir. Dünyanın en ücra köşesinde de olsa tanıdığı, dostu ya da buna ihtiyaç duyan birisi Ahmet Kaya'yı yanında bulurdu; zulme, haksızlığa, adaletsizliğe uğrayanların yanında olmak için elini uzatan bir özveri insanıydı.
Ahmet Kaya'yı herkes müziğiyle tanır, ben onu insanlığıyla da tanıdım. O'nu herkes büyük bir müzisyen olarak kaybetti. Ben O'nu aynı zaman da bir yoldaş, bir dost olarak kaybettim.
16 Kasım 2009
16 Kasım 2000. Henüz bir yıllık hücre cezamı yeni bitirmiş evime dönmüştüm (4 Kasım 2000).
Başkan Öcalan'dan sonra, dosyamı masaya yatırmışlar.. TC, Suriye yönetiminden ısrarla beni talep ediyor. İki devlet, tüm devletler gibi çıkarları etrafında uzun süren düşmanlık dönemlerinden çıkıp gelmiş haliyle, ilişkilerini yeniden düzenliyordu. Bir kaç kez uyarıldım, "bu ülkede mültecisin, davranışların komşularımızla sorun yaratmamalı" ihtarları geldi. Suriye'de mültecilik yıllarını geçirenler, bu uyarıların ne anlama geldiğini iyi bilir. Aleni siyasi çalışmalarımız devam ediyordu. Parti Okuluna öğrenciler gelip gidiyor, bildiriler dağıtılıyordu. Askeri eğitim olanakları sonuna kadar zorlanıyordu. Uyarılara uymayan duruşumuz bardağı da taşıran son damla oldu.
İki ülke arasında, Sayın Öcalan sonrası gelişen meşhur "Adana anlaşması" imzalanmış, iki devlet karşılıklı çıkarlarını koruma yönünde bir adım atmıştı.. Türkiye, Müslüman Kardeşler Örgütü'nün faaliyetlerini kısıtlayacak, Suriye de PKK dahil tüm Türkiyeli devrimci hareketlerin faaliyetlerini. Bizler göze batan bir konumdaydık. PKK, Kürt halkı arasında çok önemli örgütlenmelere yönelmiş, onlar arasında kendine iyi bir kamufle ortamı yaratmasına karşın, milletvekili seçimleri dahil bir çok alanda beliriyordu. Bizim açımızdan durum daha farklıydı. Dil biliyorduk ve akraba çevrelerimiz de vardı. Daha iyi kamufle olsak da çalışmalarımız belli merkezlerde dikkat çekecek ölçekteydi. İki devlet arasında olan anlaşmaları önemsemiyorduk. Bu anlaşmalar bizi bağlamayacaktı. Ölçüleri kaçıran duruşlarımız vardı. Uyarılarda sonuç almayınca, zindana atılmamız gündeme geldi. 1 yıllık tek kişilik hücrede tecrit tutukluluğu öyle başladı.
Oysa, Avurapa'da mülteciydim, BM kararları gereğince de korunma haklarım vardı. 10 yıllık ikamet almıştım. Avrupa'nın her alanında kalma olanağım bulunuyordu; şahsi bazda sorunsuz bir ortamdı benim için. Ülkeme yakın olmayı tercih ettim. Bu alanda kalmayı direttim. Bedelleri ne ise onu da ödemeye hazırdım.
Sürgünde kaçış yokmudur? Var. Fransa olmaz Almanya olur yada bir başka yer. Kişisel çıkarlar öne geçince alternatif çok olur. Şu ülke daha rahat, bu ülke daha zor diye yer tercih etmek zor değil.
Davaya sudan sebeplerle katılıp, ondan sudan sebeplere kaçanlar, sürgünde de kaçacak yer arar ve bulurlardı. İsrail'e karşı savaşta, Beyrut kuşatmasının kızılca cehenneminde yoldaşlarını yalnız bırakıp sıvışanlar az değildi; Avrupa konformizminde tatlı hayat sürmeyi her türden davanın üstünde sayan çevreler vardı. Bunları 1982-83 döneminde iliklerimize kadar acısını hissederek yaşadık. Bizim için yurt dışı merkezi bölgemiz Ortadoğu'ydu. Bu bir ilke kararıydı. Buna uyduk. Avrupa'ya iltica olmak için çırpınan kaçkınlara karşı, biz Avrupa'dan döndük; dönüşün sahte pasaport sorunlarını, sınır kontrol tehlike ve risklerini aşma pahasına.
Ülkemize yakın olmayı tercih ettik, acılara, bedel ödemeye evet dedik. Siyasi çalışmalarımızı da hiç aksatmadık. Binlerce bildiri, onlarca broşür ve kitap yazdık. Örgütümüzü örgüt yapan, siyasal tezlerini oluşturan tüm yazım etkinliklerini bu dönemde ürettik. Dünyayı takip ettik, değişimi yazılı hale getirdik, ezber bozmaktan çekinmedik.
Ülkemizin demokrasi mücadelesine bir biçimde, bulunduğumuz yerin imkanlarından da yararlanarak katılacaktık. Bunu yaptık. Buralarda; kongre, konferans, MK. taplantıları gibi, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC)'nin kuruluşu, Devrimci Birlik Patformu gibi, başta PKK olmak üzere, Türkiyeli devrimci örgütlerini kapsayan birlikler boşuna oluşmamıştı. Bu bölgede toplanmış, buradan mücadeleye dinamik katılmıştı. Bu türden hiç bir girişim, Avrupa coğrafyasında gerçekleşmemişti. O kesitte Ortadoğuda var olmak devrimci mücadele için çok gerekliydi. Bunu yaptık.
İki devlet, çıkarlarını iki ülkenin halklarını kapsayacak olumlu ilişkilere yükseltince, buna karşı çıkmadık. Tersine destekledik. Kendi siyasal çalışmalarımıza da mülteci olduğumuz ülkenin hassasiyetlerini zedelemesekte, o gergin ortamda payımıza düşen bedeli ödemekle yüz yüze kaldık.
Ben ve benimle birlikte olan yoldaşlarım siyasal mücadelemizin süreciğini, ancak misafiri olduğumuz ülkeye zarar verme gibi bir amacımızın olmadığını dile getirdik. Ama bedel vardı onu ödedik. 1 yıl, tek kişilik hücrede tecrit ortamı. Tuvaleti içinde olan 1 metreye 2 metre boyutunda, yer altında, güneş yüzü görmeden mülteciliğin bir başka çilesini çektim.
Ahmet Kaya yoldaşım durumumu yakından takip ediyordu. Zindanda yatmanın tecrübeleriyle, gizli mesaj alış verişlerinde Ahmet Kaya'nın selamlarını, destek iletilerini alıyordum. O dostunun yanında her an omuz omuza sıcak bir nefes olarak dünyanın öbür ucundan moral desteğini iletiyordu. Zindanda yatanlar bunun anlamını daya iyi bilirler, ama hücrede, sonu belli olmayan günlerin bitişini bekleyenler ise bunu daha da iyi bilirlerdi..
"Zindan, sonuna kadar kimseye kapanmamıştır" diye bir Arap atasözü var. Öyle oldu. Bir dizi uyarı, önlem ve dayatmanın basıncı altında, bulunduğum ülkede misafir olduğum hatırlatılarak, taşıdığım kimliğin basit bir kağıt olduğunu, gerçek bir vatandaşlık anlamına gelmeyeceği uyarıları arasında, 1 yıllık hücrede tecrit cezamı bitirmiştim (4 Kasım 2000). Yola çıktım şehri Şam'dan, sevenlerle...
Eve henüz varmıştım. Haber çevremde hızla yayılıyordu; "Mir özgür" diye. Herkesi özlemiştim, hanım ve çocuklarım, yoldaşlarım ve misafirlerimle bir yer sofrası kurmuş, etrafında akşam yemeğimizi yiyorduk.
Telefonum çaldı.
Uzaktan geliyordu. Bir ses belirdi. "Geçmiş olsun iki gözüm geçmiş olsun" diyordu. Evet o idi, cümleleri bunlardı "iki gözüm..." Ahmet Kaya.
Uzunca konuştuk. Dostluğu, omuz omuza olmayı, nefes olmayı. İkimiz de gurbetin acısı içindeydik. İkimiz de siyasi sürgündük. Her ikimizde kararlıca yolumuzdaydık ve yoldaştık. İsyanımız vardı baskılara, haksızlıklara. Halkımız adına gerçekleri dile getiriyorduk.
Ahmet Kaya, dostunu takip eden gerçek bir yoldaştı. Sesinin sıcaklığı, dünyanın öbür ucundan kendini hissettiriyordu. Eve yeni varmıştım, yemeğimi bile yememiştim ama, o benimle yanyanaydı, omuz omuza yürek yüreğe duruyordu. Bunu anlamak için dostlardan çok çekmiş olmak gerek. Çekmeyen, gerçek dostun kim olduğunu anlamakta güçlük çeker.
Dostluk vardı, kendinden olan, sana senden yakın bulunan, dostluk vardı kendinle bir olan. Ahmet Kaya dostluğun, yoldaşlığın adıydı. O, dostluğun şovalyesiydi.
İnsan olarak onu tanımayanlar, şarkılarını dinlesin, orada ne varsa Ahmet Kaya da odur. Hiç bir sanatçı onun kadar türküleriyle kişiliğini tanımlayamamıştır. Bunu, bu satırlarda anlatacak kadar tarafsız değilim. Bir kaç beyit yazdım şiir olmayan. Orada bu duygularımı okuyacaksınız. "NEYİNİ ANLATAYIM"
NEYİNİ ANLATAYIM
Ben Ahmet’i anlatamam
Duygularım kalem tutamayacak kadar taraflı
Yüreğim hüzünle yaralı
Şair de değilim
Nasıl anlatayım
Yalın kılıç gibi dizili mısraları
Mitralyöz ateşine dönüştüren sesini mi
Yoksa Anadolu dervişleri gibi sessiz dururken
Fütuhata atılmış uç beyi narası türkü haykırışını mı
Hangi birisini
Aranan “hükümsüz” kimliklerimize
Kod adı takışını
İşkencelerin paslı prangalarını
Zindanların zifiri karanlığında yatırılan aydını
Zulaları, martavalları, erketeleri,
Nöbet gecelerinden kalma yorgun demokratları
Kokusuna doyamadığımız anayı
Hasretlerin boğucu ızdırabını
Mustantık sorgusunda ispiyon yemiş aslanları
Sürgünde lime lime doğranmış hasretleri, vurgunları
Renksiz dostları
Arkadan vuran hançerleri
Cehennem gibi düşmanlıkları anlatmadı mı türküleri
Başka ne anlatayım
Sürgünde, hakkın başka türlü gelmeyen rahmetini mi,
Nazım'ı, Yılmaz'ı, sırada bekleyen bizi mi,
Kuşak kuşak, yaman ayrılıkta toprak olanları mı
Zindan çıkışımda uzanan ilk dost eli kimindi
Bir ucundan dünyanın
Ben daha neyini anlatayım
Hey, ayaklar altına düşürülen sanat
Artık onurunu kim kurtaracak
Unuttun mu,
O makus gecedeki haykırışı; kral çırılçıplak
Tabak, çatal, bıçak
Onuncu Yıl Marşı okunacak
Renksiz dostlar,
Size hep bir lanet borcum kalacak
Allah aşkına, daha neyi anlatayım
Ahmet Kaya’nın anısına, Mihrac Ural; içimden geldiği gibi 15 Ekim 2002
AHMET KAYA VE MARCEL KHALİFE
2009 yılı anısına Ahmet yoldaşın bir başka yanını anlatacağım.
Paris'te çat kapı yanıma geldi (27 Haziran1989). "Neredesiniz siz, insan yoldaşını aramaz sormaz mı?" dedi. O bir yoldaştı ve yoldaşlarıyla ilişkisini arıyordu. "Bunca ayrılıktan sonra buluşamamak nasıl olur" dedi. Kucaklaştık. Yoldaştık. Aynı çabanın insanlarıydık ama, bir araya gelememiştik. Birbirimizi duyardık ama, bileklerimiz kenetlenmemişti. Kırk yıl bir arada kalmış gibi, bir anda iç içe olduk. O bizi, biz onu içselleştirmiştik. Kendine olan güveni, bu medeni cesareti, Ahmet'in kişiliğinde ağır basan bir yöndü. Kaldığım evde kütüphaneme dalışı, kitapları alıp karıştırması, altı çizili satırları bir solukta okuması, rahatı, kendi evinde olduğu ruh halini yansıtıyordu. O da anlamıştı, kendi evindeydi ve bunun anlamlı bir mesajı vardı.
Ahmet'le anı ve sır ortaklığımız hızla gelişti. O, belki böylesine onlarca dosta sahipti. Fransız halkının zafer şenlikleri L'Humanite Bayramından, Yılmaz Güney'i anma hazırlıklarına, yüzme havuzundan, farklı farklı davetlere, Frankfurt şehrinin merkezi bir alanında buluştuğumuzda, piştovunu çıkarıp havaya ateş etmesinden (29 Kasım 1992), yemek ortamına, örgütümüz THKP-C (Acilciler)'in Paris'te yapılan, Avrupa konferansı istişare toplantısı ön görüşmelerine katılışına (18 Temuz 1989), Lübnan'lı ünlü komünist, ozan Marcel Khalife'nin bir türküsü nedeniyle yargılanmasına karşı desteğe kadar aldığı tutumla, ardı arkası kesilmez anılar.
Bu yıl, Ahmet'in dostluk için nasıl bir şovalye olduğunu anlatacağım.
Marcel Khalife, Hz. Yusuf'un kıssasını anlatan bir albüm yaptı; “Ena Yusuf, ya Ebi” (Baba, Ben Yusuf’um) adlı bestesi.
Yusuf’un hikayesi (kıssa’sı), bilindiği gibi tüm semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alır. Bu kıssa’da, Yusuf’un çilesi anlatılır. Kardeşin kardeşe yaptığı zulme kaynaklık eden, çıkar dünyasının insanları ve ilişkileri dile getirilir. İsrail oğullarının ihaneti ve bu gün Filistinlilere yapılan zulme mesaj iletilir. Bencil çıkarlar etrafında örülen ağların, kardeşi kardeşe nasıl düşman yaptığı, yabancılaştırdığı konu edilir.
Tevrat’taki anlatım, olduğu gibi, aynı amaçla, Kuran’da da dile gelir. Bu kıssa’yı, ünlü Filistinli şair Mahmut Derviş bir divan olarak şiirleştirir. Marcel de, bunu bir müzik şaheserine dönüştürür. Yusuf’un babası Yakub’a, “ Vahşi kurdun merhameti, beni kuyuya atıp, sana kanlı gömleğimi göstererek kurdu itham eden kardeşlerimin merhametinden çoktur, baba “ dizeleri terennüm edilir. Bu günün maddi çıkar dünyasının tüm çirkefliği, bu dizelerde Marcel’in sesi ve notalarıyla belleklere işlenir.
Bu albüm 1997 yılında üretildi. Lübnan'ın gerici şerî mahkemeleri bu nedenle Marcel'in yargılanmasını istediler. Arap halkı sanatçısına sahip çıktı. Lübnan halkıyla Marcel'i savundu. Bu dava 3 Kasım 1999'da görülecekti.
Ahmet Kaya yoldaşa durumu aktardım. Hemen bir mesaj gönderelim diye önerdi. Bunu konuştuk. Ortak bir taslak üzerinde karara vardık. Bir bildiri yazılacak, bir de Ahmet Kaya adına Marcel Khalife'ye dayanışma mesajı gönderilecekti. Bildiriyi "SANATI YARGILAYAMAZSINIZ" başlığı altında yayınladık. Mesaj Ahmet Kaya adına Marcel Khalife'ye ulaştırıldı. Mesajın bildiriyle ortak olan ve Ahmet Kaya'nın da katkısını taşıyan sözleri ise şunlardı:
"Sanatın hasmı yoktur, emeğin ürünü olarak, yalnızca değerlendireni ya da değerlendiremeyeni vardır. Bu yüzden sanatı yargılamanın hukuki hiçbir zemini olamaz. Sanatçıları yargı önüne sürükleyerek, emek ürünleri sanatlarını yargılamak, bu yolla da sanal hasım yaratmak, kendi toplumlarını karanlığa sürüklemek isteyen boş inançların, boşa sarf edilmiş çabasından başka bir şey değildir. Hiçbir toplum bu vesileyle onur kazanamaz, aksine kaybedeceği çok olur." ( Ahmet Kaya'n ın Marcel Khalife İle dayanışma mesajından. 3 Kasım 1999)
Ahmet Kaya bir dost, bir dayanışma şovalyesidir. Dünyanın en ücra köşesinde de olsa tanıdığı, dostu ya da buna ihtiyaç duyan birisi Ahmet Kaya'yı yanında bulurdu; zulme, haksızlığa, adaletsizliğe uğrayanların yanında olmak için elini uzatan bir özveri insanıydı.
Ahmet Kaya'yı herkes müziğiyle tanır, ben onu insanlığıyla da tanıdım. O'nu herkes büyük bir müzisyen olarak kaybetti. Ben O'nu aynı zaman da bir yoldaş, bir dost olarak kaybettim.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder