12 Kasım 2009 Perşembe
LÜBNAN HÜKÜMETİ VE DEMOKRATİK AÇILIM
Mihrac Ural
12 Kasım 2009
Lübnan’da hükümet uzun bir aradan sonra, Saad El Hariri önderliğinde kuruldu (9 Kasım 2009). Aylardır süren sıkı pazarlıklar, görev iadesinden sonra ikinci kez hükümet kurma yönünde görevlendirilen Saad El Hariri, hükümeti kurabildi. Saad El Hariri, 14 Şubat 2005 tarihinde bir suikaste kurban giden Lübnan eski Başbakanı Refik El Hariri’nin oğludur.
Çoğulcu parlamenter sistemle yöneltilen Lübnan’da, seçimlerden çoğunluğu alarak çıkmış bir siyasal güç olmasına rağmen, hükümetin ülkedeki tüm farklılıkları göz önüne alan bir mozaik doku içinde kurulması ön görülmüştür. Bu yaklaşım, çoğunluğun kuracağı hükümetin mozaik bir yapı göstermesiyle de sınırlı değil, “Vatan Birliği Hükümeti” (Huküme vihde vataniye) adı altında, seçimlerde çoğunluğu alan kesimle, azınlıkta kalan muhalefet kesiminden oluşan hükümet kuruluşu tercih edilmektedir. Bu tercih çoğu kez dış baskılarla, ve konjonktür nedeniyle gündeme gelse de.
Lübnan bu eğilim ve statülere, uzun bir iç savaşından sonra, savaşı sona erdiren ve ülkedeki siyasal yeniden yapılanmayı gerçekleştiren Taif anlaşmasının peşisıra girmiştir (22 Ekim 1989. Suudi Arabistan’ın Taif kentinde).
Çoğulcu parlamenter sistemine rağmen, “vatan birliği hükümeti” tercihinin esas alınması Lübnan'ın toplumsal, etnik, inançsal mozaik dokusuyla da yakından ilgilidir ve bu zeminde gündeme gelmektedir.
Lübnan’ın egemen etnik dokusu Arap’tır. Ermeniler, Osmanlı sürgünleri ve 1939 Kilikya Hatay TC. sürgünleri olanlar da buralara yerleşmiştir. Sonradan gelmelerine karşın bu küçük ülkenin etnik varlığı, kültürü, dili, inancı, farklılığının her boyutu devletin resmi statüleri arasında yer almıştır. Belli bir ölçüsü olmamasına karşın, azınlık bile teşkil etmeyen tüm etkin ve inançsal farklılıklar gibi önemli sayısal varlıklarıyla Ermeniler Lübnan toplumunun belirgin bir farklılığı olarak yerini almıştır. Bu farklılığın inkarı ya da ihmali hiçbir şekilde hiçbir çevre tarafından gündem konusu bile olmamıştır. Son seçimde (7 Haziran 2009. Pazar) Ermeniler geleneksel ittifakların bileşeninden ayrılıp direniş güçlerinin oluşturduğu muhalefet saflarına geçince, Falanjist parti lideri eski Cumhurbaşkanı tarafından etnik yapılarına göndermeler yapan eleştirileri karşısında tüm ülke refleks göstererek karşı tutum almıştı.
Lübnan’da Ermeniler, etnik topluluk hakları, kollektif kimlikleri, dilleri, kültürleri ve tüm hak ve hukukları anayasal (Taif anlaşması), yasal ve siyasal olarak tanınmıştır. Her hükümette bakanları ve mecliste milletvekilleri vardır; Lübnan'lı üst kimliğiyle, Ermeni olarak kendilerini ifade ederler. Ermeniler gibi Kürt, Türk, Süryani gibi çok küçük azınlıkların da aynı yönde hakları ve kendilerini her açıdan ifade etme özgürlükleri bulunmaktadır. Lübnan tüm eksiklerine, yanlışlarına, dış güçlerin etkisi altındaki var oluşuna, hatta Suriye’den koparılarak hıristiyanlar için ayrı bir devlet olarak bölgeye dayatılmasına karşın, kendi özgünlüğüyle bölgemizde örnek alınacak önemli verilere sahiptir.
Lübnan’da farklılık daha çok dini ve mezhepsel farklılık olarak algılanır. Kuruluşundan bu yana hıristiyan egemenliği altında olan Lübnan, 1975 iç savaşıyla birlikte bozulan dengelerini, Taif anlaşmasıyla yeniden bulma şansı yakaladı. Toplumu müslümanlar ve hıristiyanlar olarak iki eşit hak sahipliğiyle devleti, siyaseti şekillendirdi. 128 milletvekilinden oluşan parlamentoları müslümanlar ve hıristiyanlar arasında eşitçe pay edildi. Milletvekili adaylarının seçiminde, her Lübnan vatandaşının oyunu alma hakkına karşın, adaylar başvurularını mensup olduğu etnik ya da inanç listesinden göstermek durumunda olup, farklılıklar arası sayısal dengeler böylece korunmaktadır.
Müslümanların Sünni, Şii, Dürzi ve Aleviler olarak ayrıldığı ve aralarındaki nüfus oranına denk düşen bir hak paylaşımı içindedirler. Hıristiyanlar da, Maroni, Protestan, Katolik, Rum Ortodoks olarak bu paylaşımda yerlerini alırlar. Cumhurbaşkanı Maroni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman ve Meclis Başkanı da Şii Müslüman olarak devletin önemli atamalarında imza sahibi olarak yer alırlar. Lübnanlılar bunu, eşitlik çağrışımı amacıyla “Üçlü Riaset” üç başkanlılık diye tanımlarlar.
Devletteki önemli görevler, bakanlıklar, genel müdürlükler vb. üçlü (üç reis) onay gerektiren tüm görevler üzerinde kıyasıya bir pazarlıkla, farklı bir demokratik denge üzerinde devlet işlerliği sağlanır. Tek boyutlu devlet algılarında anlaşılmaz gibi görünen bu mekanizma Lübnan’ı oldukça özgür ve açılımcı kıldığı gibi, sorunlarını aşamasına da özgün bir dinamik katıyor.
Aynı ulusa mensup olmalarına karşın, kültürel topluluklara bölünmüş, mezhepsel ve dini açıdan farklılaşmış Lübnan, bölgemizin farklılıkları birbirini ötekileştirmeyen bir yapı kurabilmiştir. Tarihsel çatışmalarına karşın, iç savaşlarına ve hala süren rekabetlerine rağmen, birbirini içselleştirmiş bu farklılık, bölgemizin tek boyutlu siyasal sistemlerine, alternatif bir örnek olarak duruyor.
Lübnan tarihinin yakın dönemi (I. Dünya savaşı sonrası) tek boyutlu, emperyalist destekli bir hıristiyan egemenliğiydi. Lübnan devletinin kuruluş amacı da bölgenin azınlığı olan hıristiyanlara bir devlet kurma amacını taşıyordu. Bu süreç müslümanlar için acılarla, zorluklarla dolu bir süreçti. 1958’de kısa süren, 1975’te 1991’e kadar devam eden kanlı iç savaş, kadim tarihin dış güçler müdahalesiyle böl yönet ortamı içinde geçen çatışmaların üzerinde yükseliyordu. Son iç savaş öylesine kanlı oldu ki, küçük çaplı bir dünya savaşı gibi dünyanın tüm müdahil ülkeleri ve istihbarat servisleri bu savaşta saf belirlemişti. Bir tarafta halkın direnen güçleri, diğer tarafta ABD-İsrail ve Arap gericiliği, bu çatışmanın ana tarafları olarak özellikle Lübnan’ı kırıp geçiriyordu. Bu savaş her topluluğu da içten böldü ve birbiriyle kanlı bir çatışmaya götürdü. Müslümanlar falanjist hıristiyanlarla, gerici sünniler ilericilerle, maroniler kendi aralarında, akıl almaz bir vahşetle savaştı.
Yakın döneme kadar bu türden savaşlar Lübnan’ı uçurumun ucuna kadar getirdi; böylesi bir devletin varlığı, kendi halkı tarafından tartışılır hale geldi. Buna rağmen Lübnan, farklılıkların birbirini ilga, inkar, yok sayma durumunda olmayacağı gerçeğiyle yüz yüze geldi. Kendi gerçeğini tarihiyle sık sık yüzleşerek bilince çıkarmaya çalıştı. Tarihle yüzleşmesi, bir kırılma ya da keskin bıçak gibi bir dönüşümle olmasa da zamana yayılmış dengeleriyle oturtulmaya çalışıldı. Bu süreç hala devam etmektedir. Hükümetin kuruluşu bu yönde de önemli mesafelerin alındığını gösteriyor.
Lübnan'ın, farklılıklarını bir zenginlik olarak bilince çıkaran tarihiyle yüzleşme süreci, topluluklarını yıkan savaşların aşılmasını sağladığı gibi, ucu ucuna giden tehlikeli süreçleri kolayca aşabilme olanağını da verdi. Farklılığıyla barışmak, Lübnan örneğinde, demokratik açılım dersleriyle doludur.
Bu makalenin konusu, Lübnan hükümetinin kuruluşu ve taşıdığı anlamdan daha çok ülkemizdir. Demokratik açılım algılarımızı çevremizdeki örneklerle çeşitlendirmektir. Alınabilecek derslerin alınmasına çalışmaktır. Bu yönde, Ortadoğu yazılarımda bunu işlemeye çalıştım. Lübnan örneğinin, ülkemizle bire bir benzerliği olan bir örnek olmadığını tekrarla belirtmek gerek. Bu anlamda, “Türkiyenin Lübnanlaşması” diye bir algı elbette doğru değildir. Ancak Lübnan gerçeğinden çıkartılacak kimi parametrelerin, demokrasinin ülkemiz gerçeğinde bir biçimde yaşam bulmasına önemli katkılar sağlayacağını söylemek yanlış değildir. Lübnan gerçeğinin soyutlamaları ülkemizin geleceğine önemli dersler sunabilir.
Ülkemiz, Lübnan gibi farklılıkların ülkesidir. Kendine özgü olmasına karşın bu farklılıklar Lübnan farklılıklarıyla karşılaştırılmayacak ölçekte birbirini hazmedebilecek farklılıklardır. Lübnan’daki mozaik toplumsal kültürel doku, tarihi boyunca dış güçlerin kullanımına açıktı. Osmanlının iç sorunlarında, Mısır Hidivlerinin at koşturduğu sahadır Lübnan. İngilizlerin, Amerikalıların, İsrail’in ve bila istisna tüm Arap ülkelerinin iç işlerine karıştığı, farklılıklarını kendi lehine kullandığı bir ülkedir. Oysa ülkemizde farklılıklar, dış güçlerle böylesine uzun dönemli bir ilişki içinde olunmamıştır. Bunda “Kılıç hakkı”nın rolü olsa da ülkenin %99’unun Müslüman olması önemli rol oynamıştır. Tarihle yüzleşeceğiz ama değiştiremeyeceğimiz gerçekleri olumluya dönüştürmenin yolunu bulacağız..
Kürtler ve Araplar hariç, ya katledilerek ya da sürgünlerle sayıları "kabul edilebilir" bir sayıya getirilmiş Ermeni, Rum, Süryani gibi gayri müslimler ortak ülkemizde korkulacak bir din çatışması ihtimalini de ortadan kaldırmıştır.
Bu gibi dengelerin, Lübnan’ın farklılıklarıyla oluşturduğu nispi demokratik açılım ve uyumun ülkemizde de sağlanması mümkündür.
Parlamentonun 550 milletvekili farklılıklarımız arasında paylaş paylaş bitmez niceliktedir. Bunu yeniden yapılandırılacak demokratik devletin tüm kurum ve yöneticileri için de geçerli saymak yanlış olmayacaktır. Lübnan gibi küçük bir ülkede böylesine uyumlu paylaşımın olması, ülkemiz gibi geniş potansiyelleri olan bir ülkede, devletin önemli merkezlerini ve yönetim kadrosunu paylaşmakta zor olmayacaktır; kaldı ki, ülkemizin coğrafi bölümlenmesi bunun için yeterli bir algı ortamı yaratmaktadır. Fırat’ın ötesi ve berisi Torosların güneyi ve kuzeyi bu algı için hazır bir söylem sunmaktadır.
Lübnan’da iki başkent algısı var, Beyrut ve Trablusşam. Ülkemizin potansiyeli daha geniştir; Ankara hepimiz için resmi başkent kalmak kaydıyla, İstanbul, Diyarbakır, Antakya ihtiyari (seçmeli) başkent olabilir. Bu algı, zaten halkın pratik günlük yaşamı içinde etkince yer almaktadır.
Resmi dil ortak ülkemizin her köşesinde Türkçe kalabilir. “Kılıç hakkıdır”, boynumuz da kılıçtan ince. Ancak Torosların güneyinde Arapça, Kürdistan’da Kürtçenin resmi olarak ikinci dil olmasının önünde hiçbir sorun yoktur. Halkın pratik yaşamında var olan bu gerçekliği anayasal, yasal ve kurumsal güvencelere almaktan başka bir şeye gerek bile yoktur.
Milliyetçi bölücülüğün, ırkçı düşmanlığın esiri olmamış aklıselim kuşakların yöneteceği bu ülkede, Lübnan’dan alınacak derslerle demokratik açılımımıza katkı sağlamak zor değildir. Ülkemize de bir “Taif anlaşması” gerekiyorsa, bunu bir dış ülkede, kimse bize dayatmadan, yapmamız daha demokratik değil midir?
Birimizin değil hepimizin olan bu ülkede, birlikte, barış içinde ve her farklılığımız kendi alt ve üst kimliğiyle kendi coğrafyasında, yerel yönetsel siyasal etkinlikleriyle yaşamı yeniden kurmak anlayışı, demokratik açılım algılarımız içinde neden yer almasın. Üst kimliklerimiz birimizin etnik topluluk adını alması yerine, hepimizin Anadolulu olmasından kaynaklanan konumlanışıyla bunu çözmek çok mu zordur.
Lübnan hükümeti bin bir sesin hükümetidir, Lübnan devleti en az hükümeti kadar bin bir renkli yönetim altındadır. Bu küçük ülkede çoğunluk bile azınlığa mahkumdur; inkarcılık, yok sayma hiçbir zaman kabullenilmez. Kimse kimsenin kollektif kimliğini inkar ya da ilga etmeden, demokratik bir yaşamı başarmış olan Lübnan’dan alınacak dersler az değildir.
Ülkemiz bu minvalde çok daha avantajlıdır. Demokratik açılımın bu amaçlarla ortak ülkemizde anlamlandırılması herkesin kazanacağı bir tarih sayfasının açılması anlamına gelecektir.
Türkiye Lübnan değildir, Lübnanlaştırılamaz da. Ancak küçük komşumuzun deneylerinden önemli parametreler belirlemek ve bunlardan demokratik açılımlarımız için yararlanmak komşuluk hakkı olarak algılanmalıdır. Bunun için Lübnan’ın başarmaya çalıştığı “süreç içinde tarihiyle cesurca yüzleşme” yolu takip edilebilir. Keskin bıçak gibi değil de süreç içinde olsun, yeter ki bunun için kararlı bir siyasi iradeye sahip olunsun. Bizde bunun başarılması Lübnan’dan da kolaydır; ilkel milliyetçiliğin tutsağı olan akıllarımızı değiştirmemiz esas olmalıdır. Gerçek bölücülüğün milliyetçilik olduğunu, çeyrek asırlık kan kaybıyla fazlasıyla görmüş olduk. Kendi deneylerimiz, geleceğimizi kurmada yeterli dersler vermiştir.
Demokrasi herkese gereklidir. Yeniden yapılanmak, farklılıklarımızı kurucu eşitler olarak görmek ve herkesin siyasal, sosyal, kültürel, inançsal, ekonomik haklarını teslim etmek anlamına gelecek demokratik bir cumhuriyette barış içinde yaşamak hepimizin hakkıdır.
12 Kasım 2009
Lübnan’da hükümet uzun bir aradan sonra, Saad El Hariri önderliğinde kuruldu (9 Kasım 2009). Aylardır süren sıkı pazarlıklar, görev iadesinden sonra ikinci kez hükümet kurma yönünde görevlendirilen Saad El Hariri, hükümeti kurabildi. Saad El Hariri, 14 Şubat 2005 tarihinde bir suikaste kurban giden Lübnan eski Başbakanı Refik El Hariri’nin oğludur.
Çoğulcu parlamenter sistemle yöneltilen Lübnan’da, seçimlerden çoğunluğu alarak çıkmış bir siyasal güç olmasına rağmen, hükümetin ülkedeki tüm farklılıkları göz önüne alan bir mozaik doku içinde kurulması ön görülmüştür. Bu yaklaşım, çoğunluğun kuracağı hükümetin mozaik bir yapı göstermesiyle de sınırlı değil, “Vatan Birliği Hükümeti” (Huküme vihde vataniye) adı altında, seçimlerde çoğunluğu alan kesimle, azınlıkta kalan muhalefet kesiminden oluşan hükümet kuruluşu tercih edilmektedir. Bu tercih çoğu kez dış baskılarla, ve konjonktür nedeniyle gündeme gelse de.
Lübnan bu eğilim ve statülere, uzun bir iç savaşından sonra, savaşı sona erdiren ve ülkedeki siyasal yeniden yapılanmayı gerçekleştiren Taif anlaşmasının peşisıra girmiştir (22 Ekim 1989. Suudi Arabistan’ın Taif kentinde).
Çoğulcu parlamenter sistemine rağmen, “vatan birliği hükümeti” tercihinin esas alınması Lübnan'ın toplumsal, etnik, inançsal mozaik dokusuyla da yakından ilgilidir ve bu zeminde gündeme gelmektedir.
Lübnan’ın egemen etnik dokusu Arap’tır. Ermeniler, Osmanlı sürgünleri ve 1939 Kilikya Hatay TC. sürgünleri olanlar da buralara yerleşmiştir. Sonradan gelmelerine karşın bu küçük ülkenin etnik varlığı, kültürü, dili, inancı, farklılığının her boyutu devletin resmi statüleri arasında yer almıştır. Belli bir ölçüsü olmamasına karşın, azınlık bile teşkil etmeyen tüm etkin ve inançsal farklılıklar gibi önemli sayısal varlıklarıyla Ermeniler Lübnan toplumunun belirgin bir farklılığı olarak yerini almıştır. Bu farklılığın inkarı ya da ihmali hiçbir şekilde hiçbir çevre tarafından gündem konusu bile olmamıştır. Son seçimde (7 Haziran 2009. Pazar) Ermeniler geleneksel ittifakların bileşeninden ayrılıp direniş güçlerinin oluşturduğu muhalefet saflarına geçince, Falanjist parti lideri eski Cumhurbaşkanı tarafından etnik yapılarına göndermeler yapan eleştirileri karşısında tüm ülke refleks göstererek karşı tutum almıştı.
Lübnan’da Ermeniler, etnik topluluk hakları, kollektif kimlikleri, dilleri, kültürleri ve tüm hak ve hukukları anayasal (Taif anlaşması), yasal ve siyasal olarak tanınmıştır. Her hükümette bakanları ve mecliste milletvekilleri vardır; Lübnan'lı üst kimliğiyle, Ermeni olarak kendilerini ifade ederler. Ermeniler gibi Kürt, Türk, Süryani gibi çok küçük azınlıkların da aynı yönde hakları ve kendilerini her açıdan ifade etme özgürlükleri bulunmaktadır. Lübnan tüm eksiklerine, yanlışlarına, dış güçlerin etkisi altındaki var oluşuna, hatta Suriye’den koparılarak hıristiyanlar için ayrı bir devlet olarak bölgeye dayatılmasına karşın, kendi özgünlüğüyle bölgemizde örnek alınacak önemli verilere sahiptir.
Lübnan’da farklılık daha çok dini ve mezhepsel farklılık olarak algılanır. Kuruluşundan bu yana hıristiyan egemenliği altında olan Lübnan, 1975 iç savaşıyla birlikte bozulan dengelerini, Taif anlaşmasıyla yeniden bulma şansı yakaladı. Toplumu müslümanlar ve hıristiyanlar olarak iki eşit hak sahipliğiyle devleti, siyaseti şekillendirdi. 128 milletvekilinden oluşan parlamentoları müslümanlar ve hıristiyanlar arasında eşitçe pay edildi. Milletvekili adaylarının seçiminde, her Lübnan vatandaşının oyunu alma hakkına karşın, adaylar başvurularını mensup olduğu etnik ya da inanç listesinden göstermek durumunda olup, farklılıklar arası sayısal dengeler böylece korunmaktadır.
Müslümanların Sünni, Şii, Dürzi ve Aleviler olarak ayrıldığı ve aralarındaki nüfus oranına denk düşen bir hak paylaşımı içindedirler. Hıristiyanlar da, Maroni, Protestan, Katolik, Rum Ortodoks olarak bu paylaşımda yerlerini alırlar. Cumhurbaşkanı Maroni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman ve Meclis Başkanı da Şii Müslüman olarak devletin önemli atamalarında imza sahibi olarak yer alırlar. Lübnanlılar bunu, eşitlik çağrışımı amacıyla “Üçlü Riaset” üç başkanlılık diye tanımlarlar.
Devletteki önemli görevler, bakanlıklar, genel müdürlükler vb. üçlü (üç reis) onay gerektiren tüm görevler üzerinde kıyasıya bir pazarlıkla, farklı bir demokratik denge üzerinde devlet işlerliği sağlanır. Tek boyutlu devlet algılarında anlaşılmaz gibi görünen bu mekanizma Lübnan’ı oldukça özgür ve açılımcı kıldığı gibi, sorunlarını aşamasına da özgün bir dinamik katıyor.
Aynı ulusa mensup olmalarına karşın, kültürel topluluklara bölünmüş, mezhepsel ve dini açıdan farklılaşmış Lübnan, bölgemizin farklılıkları birbirini ötekileştirmeyen bir yapı kurabilmiştir. Tarihsel çatışmalarına karşın, iç savaşlarına ve hala süren rekabetlerine rağmen, birbirini içselleştirmiş bu farklılık, bölgemizin tek boyutlu siyasal sistemlerine, alternatif bir örnek olarak duruyor.
Lübnan tarihinin yakın dönemi (I. Dünya savaşı sonrası) tek boyutlu, emperyalist destekli bir hıristiyan egemenliğiydi. Lübnan devletinin kuruluş amacı da bölgenin azınlığı olan hıristiyanlara bir devlet kurma amacını taşıyordu. Bu süreç müslümanlar için acılarla, zorluklarla dolu bir süreçti. 1958’de kısa süren, 1975’te 1991’e kadar devam eden kanlı iç savaş, kadim tarihin dış güçler müdahalesiyle böl yönet ortamı içinde geçen çatışmaların üzerinde yükseliyordu. Son iç savaş öylesine kanlı oldu ki, küçük çaplı bir dünya savaşı gibi dünyanın tüm müdahil ülkeleri ve istihbarat servisleri bu savaşta saf belirlemişti. Bir tarafta halkın direnen güçleri, diğer tarafta ABD-İsrail ve Arap gericiliği, bu çatışmanın ana tarafları olarak özellikle Lübnan’ı kırıp geçiriyordu. Bu savaş her topluluğu da içten böldü ve birbiriyle kanlı bir çatışmaya götürdü. Müslümanlar falanjist hıristiyanlarla, gerici sünniler ilericilerle, maroniler kendi aralarında, akıl almaz bir vahşetle savaştı.
Yakın döneme kadar bu türden savaşlar Lübnan’ı uçurumun ucuna kadar getirdi; böylesi bir devletin varlığı, kendi halkı tarafından tartışılır hale geldi. Buna rağmen Lübnan, farklılıkların birbirini ilga, inkar, yok sayma durumunda olmayacağı gerçeğiyle yüz yüze geldi. Kendi gerçeğini tarihiyle sık sık yüzleşerek bilince çıkarmaya çalıştı. Tarihle yüzleşmesi, bir kırılma ya da keskin bıçak gibi bir dönüşümle olmasa da zamana yayılmış dengeleriyle oturtulmaya çalışıldı. Bu süreç hala devam etmektedir. Hükümetin kuruluşu bu yönde de önemli mesafelerin alındığını gösteriyor.
Lübnan'ın, farklılıklarını bir zenginlik olarak bilince çıkaran tarihiyle yüzleşme süreci, topluluklarını yıkan savaşların aşılmasını sağladığı gibi, ucu ucuna giden tehlikeli süreçleri kolayca aşabilme olanağını da verdi. Farklılığıyla barışmak, Lübnan örneğinde, demokratik açılım dersleriyle doludur.
Bu makalenin konusu, Lübnan hükümetinin kuruluşu ve taşıdığı anlamdan daha çok ülkemizdir. Demokratik açılım algılarımızı çevremizdeki örneklerle çeşitlendirmektir. Alınabilecek derslerin alınmasına çalışmaktır. Bu yönde, Ortadoğu yazılarımda bunu işlemeye çalıştım. Lübnan örneğinin, ülkemizle bire bir benzerliği olan bir örnek olmadığını tekrarla belirtmek gerek. Bu anlamda, “Türkiyenin Lübnanlaşması” diye bir algı elbette doğru değildir. Ancak Lübnan gerçeğinden çıkartılacak kimi parametrelerin, demokrasinin ülkemiz gerçeğinde bir biçimde yaşam bulmasına önemli katkılar sağlayacağını söylemek yanlış değildir. Lübnan gerçeğinin soyutlamaları ülkemizin geleceğine önemli dersler sunabilir.
Ülkemiz, Lübnan gibi farklılıkların ülkesidir. Kendine özgü olmasına karşın bu farklılıklar Lübnan farklılıklarıyla karşılaştırılmayacak ölçekte birbirini hazmedebilecek farklılıklardır. Lübnan’daki mozaik toplumsal kültürel doku, tarihi boyunca dış güçlerin kullanımına açıktı. Osmanlının iç sorunlarında, Mısır Hidivlerinin at koşturduğu sahadır Lübnan. İngilizlerin, Amerikalıların, İsrail’in ve bila istisna tüm Arap ülkelerinin iç işlerine karıştığı, farklılıklarını kendi lehine kullandığı bir ülkedir. Oysa ülkemizde farklılıklar, dış güçlerle böylesine uzun dönemli bir ilişki içinde olunmamıştır. Bunda “Kılıç hakkı”nın rolü olsa da ülkenin %99’unun Müslüman olması önemli rol oynamıştır. Tarihle yüzleşeceğiz ama değiştiremeyeceğimiz gerçekleri olumluya dönüştürmenin yolunu bulacağız..
Kürtler ve Araplar hariç, ya katledilerek ya da sürgünlerle sayıları "kabul edilebilir" bir sayıya getirilmiş Ermeni, Rum, Süryani gibi gayri müslimler ortak ülkemizde korkulacak bir din çatışması ihtimalini de ortadan kaldırmıştır.
Bu gibi dengelerin, Lübnan’ın farklılıklarıyla oluşturduğu nispi demokratik açılım ve uyumun ülkemizde de sağlanması mümkündür.
Parlamentonun 550 milletvekili farklılıklarımız arasında paylaş paylaş bitmez niceliktedir. Bunu yeniden yapılandırılacak demokratik devletin tüm kurum ve yöneticileri için de geçerli saymak yanlış olmayacaktır. Lübnan gibi küçük bir ülkede böylesine uyumlu paylaşımın olması, ülkemiz gibi geniş potansiyelleri olan bir ülkede, devletin önemli merkezlerini ve yönetim kadrosunu paylaşmakta zor olmayacaktır; kaldı ki, ülkemizin coğrafi bölümlenmesi bunun için yeterli bir algı ortamı yaratmaktadır. Fırat’ın ötesi ve berisi Torosların güneyi ve kuzeyi bu algı için hazır bir söylem sunmaktadır.
Lübnan’da iki başkent algısı var, Beyrut ve Trablusşam. Ülkemizin potansiyeli daha geniştir; Ankara hepimiz için resmi başkent kalmak kaydıyla, İstanbul, Diyarbakır, Antakya ihtiyari (seçmeli) başkent olabilir. Bu algı, zaten halkın pratik günlük yaşamı içinde etkince yer almaktadır.
Resmi dil ortak ülkemizin her köşesinde Türkçe kalabilir. “Kılıç hakkıdır”, boynumuz da kılıçtan ince. Ancak Torosların güneyinde Arapça, Kürdistan’da Kürtçenin resmi olarak ikinci dil olmasının önünde hiçbir sorun yoktur. Halkın pratik yaşamında var olan bu gerçekliği anayasal, yasal ve kurumsal güvencelere almaktan başka bir şeye gerek bile yoktur.
Milliyetçi bölücülüğün, ırkçı düşmanlığın esiri olmamış aklıselim kuşakların yöneteceği bu ülkede, Lübnan’dan alınacak derslerle demokratik açılımımıza katkı sağlamak zor değildir. Ülkemize de bir “Taif anlaşması” gerekiyorsa, bunu bir dış ülkede, kimse bize dayatmadan, yapmamız daha demokratik değil midir?
Birimizin değil hepimizin olan bu ülkede, birlikte, barış içinde ve her farklılığımız kendi alt ve üst kimliğiyle kendi coğrafyasında, yerel yönetsel siyasal etkinlikleriyle yaşamı yeniden kurmak anlayışı, demokratik açılım algılarımız içinde neden yer almasın. Üst kimliklerimiz birimizin etnik topluluk adını alması yerine, hepimizin Anadolulu olmasından kaynaklanan konumlanışıyla bunu çözmek çok mu zordur.
Lübnan hükümeti bin bir sesin hükümetidir, Lübnan devleti en az hükümeti kadar bin bir renkli yönetim altındadır. Bu küçük ülkede çoğunluk bile azınlığa mahkumdur; inkarcılık, yok sayma hiçbir zaman kabullenilmez. Kimse kimsenin kollektif kimliğini inkar ya da ilga etmeden, demokratik bir yaşamı başarmış olan Lübnan’dan alınacak dersler az değildir.
Ülkemiz bu minvalde çok daha avantajlıdır. Demokratik açılımın bu amaçlarla ortak ülkemizde anlamlandırılması herkesin kazanacağı bir tarih sayfasının açılması anlamına gelecektir.
Türkiye Lübnan değildir, Lübnanlaştırılamaz da. Ancak küçük komşumuzun deneylerinden önemli parametreler belirlemek ve bunlardan demokratik açılımlarımız için yararlanmak komşuluk hakkı olarak algılanmalıdır. Bunun için Lübnan’ın başarmaya çalıştığı “süreç içinde tarihiyle cesurca yüzleşme” yolu takip edilebilir. Keskin bıçak gibi değil de süreç içinde olsun, yeter ki bunun için kararlı bir siyasi iradeye sahip olunsun. Bizde bunun başarılması Lübnan’dan da kolaydır; ilkel milliyetçiliğin tutsağı olan akıllarımızı değiştirmemiz esas olmalıdır. Gerçek bölücülüğün milliyetçilik olduğunu, çeyrek asırlık kan kaybıyla fazlasıyla görmüş olduk. Kendi deneylerimiz, geleceğimizi kurmada yeterli dersler vermiştir.
Demokrasi herkese gereklidir. Yeniden yapılanmak, farklılıklarımızı kurucu eşitler olarak görmek ve herkesin siyasal, sosyal, kültürel, inançsal, ekonomik haklarını teslim etmek anlamına gelecek demokratik bir cumhuriyette barış içinde yaşamak hepimizin hakkıdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder