29 Kasım 2009 Pazar
BIRAKIN BU İŞLERİ
Öner Ödemiş
29 kasım 2009
Bunlar için “komik adamlar demiştim. Ama sanırım düzeltmeliyim. Salak adamlar bunlar. Her salak gibide kendi dışındaki insanları salak zannediyorlar. Hemen bir iki yalanla kandırabileceklerini düşünüp, pervasızca yazmaya koyuluyorlar. Yalanı bile tükettiler. Bu durum son yazılarında açıkça ortaya çıkıyor. Son bir haftada neler yazmışlar alt alta sıraladığımızda çok daha net olarak görülecektir.
*M.Ural Kurban Bayramın Kutlu Olsun
*M.Ural’a İftira Ediyorlar
*M.Ural VE Melek Fadal
*M.Ural’ı Çırılçıplak Edeceğiz
*Teknik Operasyon.
Son beş yazının hepsi de M.Ural hakkında daha önce yazılmış yalan ve küfürlerin yeniden tekrarından başka, yeni bir şey değil. Aynı daire içinde hırsla dolanıp duruyorlar. Aynı konuların yalan vurgusunu biraz daha baskınca yazınca, etkisinin artacağı gibi salakça bir düşünce içerisindeler. Her yolu, yöntemi deniyorlar. İnkar etmemek gerek ama, yalan üzerine kurguladıkları için ancak bu kadar olabiliyor. Yeni figüranlar oluşturup sürece katıyorlar, sahte isimler, sahte mektuplar, zorlama yazılar filan… Olmuyor. Mızrak çuvala sığmıyor. Tüm maharetleriyle, yarım asrı aşan yetenek birikimleriyle zorladıkça zorluyorlar. Kendilerince zekilik olarak düşündükleri kurgulara, stratejik planlamalara girip, dostların arasını açacak, insanları birbirine düşürecek sandıkları yöntemleri bile deniyorlar. Ama olmuyor, çapları ve beyinleri sonuç almaya yetmiyor. İşi başkaları tarafından kendilerine sunulan bilgileri kullanmaya kadar götürüyorlar. Resim yayınlıyorlar ve resmin M.Ural’ın bilgisayarından alındığını, bu işlemin de teknik bilgi ve beceri ile yapıldığını söylüyorlar. Daha da ciddi bir zeka ürünü olarak Suriye deki bilgi sayar hatlarının çok kötü olduğunu söyleyerek, hedef şaşırtmaya çalışıyorlar.
Beyler elinizdeki belge dediğiniz döküntü parçalarının nereden ve nasıl elde edildiğini ayrıntısına kadar biliyoruz. Boşuna kılıflandırma ve teknik alana dökmeye çalışma zahmetine girmeyin. Tüm elinizdekiler bir yıla yakın bir süre önce size ulaştırıldı. Hikaye şeyler. Bilgi anlamında zaten bunları bu kadar süre içerisinde yalanlarınızın arasına bezeyerek yazdınız… Yeni bir şeyde kalmadı… Artık M.Ural’ı Saddam ile işbirliği içine sokmak dışında, yalanınız bile kalmadı. Yalanların bile mantığını tükettiniz. Hep yakalandı yalanlarınız ama bir kez bile utanç duymadınız bundan. Sahte mektuplarınız, belge dediğiniz sahte döküntüler, adına açıklama yaptığınız kişiler vb. Bunları size hatırlatmanın bile gereği olduğunu düşünmüyorum. Çünkü namussuzlara, namus dersi verilmez. Boşa tüketilen nefes olur.
Bu salakların bir sonraki adımları sanırım, M.Ural’ı uydudan izliyoruz, nereye gidip geldiğini biliyoruz, kimlerle görüştüğünü kayıt altında tutuyoruz türü açıklamaları olacaktır… Hep açık verecekler. Sıkışan, her şeyini tüketen insan refleksidir… Yalanın boyutunu arttırmak… Bunlarda onu yapıyorlar. 60 yaş bunaklığıyla, komik ötesi durumlara düştüklerini bile göremiyorlar. M.Ural bunların her an yanlarında. Uykuda düşlerinde, sokakta arkalarında, yatakta kabuslarında… Hırs boğuyor onları, yaşlı ve iddiasız yüreklerine bakmadan, salakça işlere kalkışıyorlar.
Son olarak Internet dünyasına ilişkin üç- dört kavrama yöneldiler. Bre düşünsel fukaralar, bre salak adamlar hadi size bir fırsat; bu kadar becerikliyseniz benim bilgisayarımdan tek kelime indirin, size ilişkin söylediğim her kelimemi geri çekip, helal olsun bu adamlara diyeyim. Evet tek kelime… Hodri meydan…
Psikolojik tedavi gören bir insanın adını kullanarak yazdıklarınız da çok çirkin. Adını size kullandırttığının ne kadar farkında dır bilmiyorum ama ben sizin çirkinliğinize çanak tutup adına yazmayacağım. Bu nedenle de onun adı ile yazılmış hiçbir şeye bu güne kadar tek kelime bile yanıt yazmadım. Adına yazılanların ne kadarının onun bilgisi dahilinde olduğunu bile bilmiyorum. Yapılan bu çirkinliğe ortak olmamak adına da, yanıt yazmamaya devam edeceğim.
27 yıldır bir başka örgütte olan, acil örgütünden yıllan önce polisle işbirliği yaptığı için kovulmuş bu döküntülerin birden bire gelişen ve depreşen Acil sevdalarını da anlamak mümkün değil. Ticarette iflas eden Yahudi eski defterleri karıştırıp, bir umut ararmış. Bunların derdi Acil sevdası değil, bu günde tükettikleri yaşamlarının, en onurlu kesitine saldırarak, beslenmek istiyorlar. Her onursuz gibi önce onurlu insanlara saldırıyorlar. Avrupa da olmanın verdiği rehaveti bile kendilerine cehennem etme pahasına, çirkinleşiyorlar. Yüreksizler, bel altında saldırmayı marifet zannediyorlar. Tek kelime siyaset yazacak birikimden yoksunlar. Adına sığındığı TÜDAS’ın 35 yıldır gerisine düşen ve tek kelime dahi katkı yapacak mecali kalmayan bu döküntünün sıklıkla “ben filanım” deme gereği duyması da, buradan zorunlu hale geliyor. 80 sürecinin o insan isimlerini öne çıkaran özgünlükleriyle, kendini bir türlü taşıyamayacağı yükler altında bulan insanların, sonraki süreçteki yaşamlarına ilişkin deneyimlerimiz oldukça fazladır. Altında ezildikleri isimleri, bu insanların kabusu olmuştur. Elleri bastona ulaştığında bile, kendilerinin de bir türlü inanamadıkları isimlerine ait itibarı, sürekli öne sürerek var olmaya çalışırlar. Ama artık olan malzeme ortadadır. Dökülmüş, satılmış, eğrilmiş, kimliksiz ve kişiliksiz kalmış, harabeden farksız bir düşkündür artık. O, yıllarca arkasına sığınıp bir türlü taşımayı beceremediği ismi artık dökülmüştür. Engincik olup çıkmıştır.
Adam gibi duramayanların, yeniden adamlaşma şansı yoktur. Tren bir kere kaçmıştır. Zorlamak gerek. Zorladıkça ortaya komedi çıkıyor. Biraz daha ısrarlı olunca da, bağıran bir salaklık ve soytarılık…
Beyler, saha dışındasınız artık. Maç sizin için bitti. Yakınız da bir yerde, sizi kabul edecek huzur evi filan varsa ilk fırsatta kapağı oraya atın. Hele birde sizi dinleyen, sizin gibi bir iki bunak da bulursanız, keyfinize diyecek olmaz…
Bırakın bu işleri..
29 kasım 2009
Bunlar için “komik adamlar demiştim. Ama sanırım düzeltmeliyim. Salak adamlar bunlar. Her salak gibide kendi dışındaki insanları salak zannediyorlar. Hemen bir iki yalanla kandırabileceklerini düşünüp, pervasızca yazmaya koyuluyorlar. Yalanı bile tükettiler. Bu durum son yazılarında açıkça ortaya çıkıyor. Son bir haftada neler yazmışlar alt alta sıraladığımızda çok daha net olarak görülecektir.
*M.Ural Kurban Bayramın Kutlu Olsun
*M.Ural’a İftira Ediyorlar
*M.Ural VE Melek Fadal
*M.Ural’ı Çırılçıplak Edeceğiz
*Teknik Operasyon.
Son beş yazının hepsi de M.Ural hakkında daha önce yazılmış yalan ve küfürlerin yeniden tekrarından başka, yeni bir şey değil. Aynı daire içinde hırsla dolanıp duruyorlar. Aynı konuların yalan vurgusunu biraz daha baskınca yazınca, etkisinin artacağı gibi salakça bir düşünce içerisindeler. Her yolu, yöntemi deniyorlar. İnkar etmemek gerek ama, yalan üzerine kurguladıkları için ancak bu kadar olabiliyor. Yeni figüranlar oluşturup sürece katıyorlar, sahte isimler, sahte mektuplar, zorlama yazılar filan… Olmuyor. Mızrak çuvala sığmıyor. Tüm maharetleriyle, yarım asrı aşan yetenek birikimleriyle zorladıkça zorluyorlar. Kendilerince zekilik olarak düşündükleri kurgulara, stratejik planlamalara girip, dostların arasını açacak, insanları birbirine düşürecek sandıkları yöntemleri bile deniyorlar. Ama olmuyor, çapları ve beyinleri sonuç almaya yetmiyor. İşi başkaları tarafından kendilerine sunulan bilgileri kullanmaya kadar götürüyorlar. Resim yayınlıyorlar ve resmin M.Ural’ın bilgisayarından alındığını, bu işlemin de teknik bilgi ve beceri ile yapıldığını söylüyorlar. Daha da ciddi bir zeka ürünü olarak Suriye deki bilgi sayar hatlarının çok kötü olduğunu söyleyerek, hedef şaşırtmaya çalışıyorlar.
Beyler elinizdeki belge dediğiniz döküntü parçalarının nereden ve nasıl elde edildiğini ayrıntısına kadar biliyoruz. Boşuna kılıflandırma ve teknik alana dökmeye çalışma zahmetine girmeyin. Tüm elinizdekiler bir yıla yakın bir süre önce size ulaştırıldı. Hikaye şeyler. Bilgi anlamında zaten bunları bu kadar süre içerisinde yalanlarınızın arasına bezeyerek yazdınız… Yeni bir şeyde kalmadı… Artık M.Ural’ı Saddam ile işbirliği içine sokmak dışında, yalanınız bile kalmadı. Yalanların bile mantığını tükettiniz. Hep yakalandı yalanlarınız ama bir kez bile utanç duymadınız bundan. Sahte mektuplarınız, belge dediğiniz sahte döküntüler, adına açıklama yaptığınız kişiler vb. Bunları size hatırlatmanın bile gereği olduğunu düşünmüyorum. Çünkü namussuzlara, namus dersi verilmez. Boşa tüketilen nefes olur.
Bu salakların bir sonraki adımları sanırım, M.Ural’ı uydudan izliyoruz, nereye gidip geldiğini biliyoruz, kimlerle görüştüğünü kayıt altında tutuyoruz türü açıklamaları olacaktır… Hep açık verecekler. Sıkışan, her şeyini tüketen insan refleksidir… Yalanın boyutunu arttırmak… Bunlarda onu yapıyorlar. 60 yaş bunaklığıyla, komik ötesi durumlara düştüklerini bile göremiyorlar. M.Ural bunların her an yanlarında. Uykuda düşlerinde, sokakta arkalarında, yatakta kabuslarında… Hırs boğuyor onları, yaşlı ve iddiasız yüreklerine bakmadan, salakça işlere kalkışıyorlar.
Son olarak Internet dünyasına ilişkin üç- dört kavrama yöneldiler. Bre düşünsel fukaralar, bre salak adamlar hadi size bir fırsat; bu kadar becerikliyseniz benim bilgisayarımdan tek kelime indirin, size ilişkin söylediğim her kelimemi geri çekip, helal olsun bu adamlara diyeyim. Evet tek kelime… Hodri meydan…
Psikolojik tedavi gören bir insanın adını kullanarak yazdıklarınız da çok çirkin. Adını size kullandırttığının ne kadar farkında dır bilmiyorum ama ben sizin çirkinliğinize çanak tutup adına yazmayacağım. Bu nedenle de onun adı ile yazılmış hiçbir şeye bu güne kadar tek kelime bile yanıt yazmadım. Adına yazılanların ne kadarının onun bilgisi dahilinde olduğunu bile bilmiyorum. Yapılan bu çirkinliğe ortak olmamak adına da, yanıt yazmamaya devam edeceğim.
27 yıldır bir başka örgütte olan, acil örgütünden yıllan önce polisle işbirliği yaptığı için kovulmuş bu döküntülerin birden bire gelişen ve depreşen Acil sevdalarını da anlamak mümkün değil. Ticarette iflas eden Yahudi eski defterleri karıştırıp, bir umut ararmış. Bunların derdi Acil sevdası değil, bu günde tükettikleri yaşamlarının, en onurlu kesitine saldırarak, beslenmek istiyorlar. Her onursuz gibi önce onurlu insanlara saldırıyorlar. Avrupa da olmanın verdiği rehaveti bile kendilerine cehennem etme pahasına, çirkinleşiyorlar. Yüreksizler, bel altında saldırmayı marifet zannediyorlar. Tek kelime siyaset yazacak birikimden yoksunlar. Adına sığındığı TÜDAS’ın 35 yıldır gerisine düşen ve tek kelime dahi katkı yapacak mecali kalmayan bu döküntünün sıklıkla “ben filanım” deme gereği duyması da, buradan zorunlu hale geliyor. 80 sürecinin o insan isimlerini öne çıkaran özgünlükleriyle, kendini bir türlü taşıyamayacağı yükler altında bulan insanların, sonraki süreçteki yaşamlarına ilişkin deneyimlerimiz oldukça fazladır. Altında ezildikleri isimleri, bu insanların kabusu olmuştur. Elleri bastona ulaştığında bile, kendilerinin de bir türlü inanamadıkları isimlerine ait itibarı, sürekli öne sürerek var olmaya çalışırlar. Ama artık olan malzeme ortadadır. Dökülmüş, satılmış, eğrilmiş, kimliksiz ve kişiliksiz kalmış, harabeden farksız bir düşkündür artık. O, yıllarca arkasına sığınıp bir türlü taşımayı beceremediği ismi artık dökülmüştür. Engincik olup çıkmıştır.
Adam gibi duramayanların, yeniden adamlaşma şansı yoktur. Tren bir kere kaçmıştır. Zorlamak gerek. Zorladıkça ortaya komedi çıkıyor. Biraz daha ısrarlı olunca da, bağıran bir salaklık ve soytarılık…
Beyler, saha dışındasınız artık. Maç sizin için bitti. Yakınız da bir yerde, sizi kabul edecek huzur evi filan varsa ilk fırsatta kapağı oraya atın. Hele birde sizi dinleyen, sizin gibi bir iki bunak da bulursanız, keyfinize diyecek olmaz…
Bırakın bu işleri..
27 Kasım 2009 Cuma
SABİHA GÖKÇEN'İN MARİFETLERİ VE HATAY DAVASI
Mihrac Ural
27 Kasım 2009
Dersimi bombaladı, insanları diri diri yaktı “döktü”, ilk savaş pilotu kadındı. İlk madalyasını da şölenvari bir ortamda, ama ne için verildiğinin söylenme cesareti olmayan, utanç gölgesinde aldı. O, Dersim katliamının edatlarından biriydi. Bir zulüm algısının aklıydı, Osmanlı aklının cumhuriyetteki tecellilerinden biriydi.
Sabiha Gökçenin marifetleri bununla da kalmadı. O, İttihatçı mantık, Teşkilatı Mahsusiye’nin, Yakup Cemil sendromunun kadın versiyonuydu. O, hasta adamın iyileşmesi halinde göstereceği reflekslerin, “ Girit bizim canımız, feda olsun kanımız !” söyleminde anlam bulan şovenizmiydi.
Sabiha Gökçen,
üç kez yapılmış ve her birinde İlhakın reddiyle sonuçlanan halk oylamasını ihlal,
23 Eylül 1923 tarihinde Miletler cemiyeti meclisince onaylanmış manda yasası ve özellikle 4. maddesindeki, “Mandaterin, koruması altındaki toprakların tümünü ya da bir parçasını başkasına kira ya da satmaya ya da ikili anlaşmalarla vermeye yetkisi yoktur” hükmüne aykırılık…
Hukuk dışı bir kurgunun II. Dünya savaşı arifesinde yeniden düzenlenen dünya güçler dengesinin yarattığı fırsatlarda gündeme gelen bir toprak ilhakı olarak Hatay davasında bir kez daha sahnedeki yerini almıştır.
Atatürk’ün talimatıyla, Ankara’nın ünlü Karpiç lokantasında Fransa Büyükelçisi M. Ponceau’a verilen diplomatik ağırlıklı yemek davetinde, silahını çekip üç kurşun sıkarak “Biz gençler gerekirse bu işi silahlarımızla da halledebiliriz Hatay bizim canımız feda olsun kanımız ” diyen de Sabiha Gökçen’di.
Cumhuriyet’in Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu söylendi. Gerçek hiçte öyle değildi. Hükümranlığı altındaki topraklarda yeniden fütuhat yapan Osmanlı mirasını, Cumhuriyet devralmıştı. Dün Türkmen Aşiretleri dahil, hükmü altındaki bölgelere etnik ve inanç farklılıklarına yapılan kıyımlar, Cumhuriyetin Teşkilat-ı Mahsusiye silahşorları eliyle ortak ülkemiz vatandaşlarına karşı yapıldı, bu da devam ediyor…
Dersim bombalamasından sonra, Ankara’nın Karpiç lokantasındaki mizansen bu aklın bir devamıydı.
Hatay ilhak edildi. Ortak bir ülkede ayrı varlık olarak yaşama devam etti.
Birimizin değil hepimizin ortak ülkesinde artık ne bu kıyımlar için ne de mizansenler için kimse kukla olmasın, kadınlarımız demokratik haklarını özgürlükleri için elde etsin, kukla olarak kullanılmak üzere bir maşa olmasın diyoruz. Bunun için eşitler olarak farklılıklarımızın demokratik haklarını anayasal, yasal, kurumsal güvencelere oturtarak, ortak ülkemizde barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı ikame edelim.
Sabiha Gökçenler örnek değil, tarihle cesurca yüzleşmemizin binlerce figüründen biri olsun.
***
Sabiha Gökçen’in Dersim mizanseni üzerine çok şey yazıldı. Bir kez daha da yazılacak ve binlerce kez de yazılmaya devam edilecektir. İnsanlığın kıyımı, Osmanlı’nın tarih içinden çıkıp gelmiş haliyle bir akıl sistemi olarak tecelli etmiştir. Bu akıl sistemi ittihatçı darbecilerin ve onun çelik çekirdeği Teşkilatı Mahsusiye’de anlamını bulan evrimi, Cumhuriyetin tüm önemli kesitlerinde kendini göstermiştir. Kürtler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, gayrimüslim azınlıklar ve bile istisna ortak ülkemizin tüm farklılıkları bu akıldan eza görmüşlerdir. Bu akıl bir Osmanlı Aklıdır. Sabiha Gökçen gibi bir figüranın piyon olarak bu serüvende ortaya çıkması, Cumhuriyette kadın haklarına ilişkin vehmedilen yalanların, gerçekte kadını kirli işlerde bir kukla olarak kullanmakta pervasız davranılabileceğine bir mesajdır.
Sabiha Gökçen’in Dersim katliamındaki yeri, insanlığa yönelik cinayetlerde sanıkların yeridir. Bu konuda yazılanları okurken, yüreklerimizin aldığı sürrealist halleri yazmak bile insanın yüreğini titretir. Bu konuda yazmak isteyenlerin elleri ise titremekle kalmaz, vurgun yer.
Bu bir Osmanlı aklı, bu aklın bilim adamları bile olanlara “kılıç hakkı” diyor. Bu aklın zıvanadan çıkmış halleri karşısında gerisi teferruat kalır.
Sabiha Gökçen’in bir aklın mağduru, bir kuklası olduğu açıktır. Suçlusudur da. Bu gün için bunun önemi tarihimizle cesurca yüzleşebilme şansını değerlendirebilmemize bağlıdır.
Dersim’de bir katliam yapılmıştır. Buna karar verenler, uygulayanlar, her boy ve soydan müşarikler inkarı mümkün olmayan bir mutlaklıkla, belgeli kanıtlı verilerle, maddi ve hissi delillerle ortaya çıkmıştır. Hukukun herkese lazım olacağı gerçeği, tarihi yüzleşmelerin ana konularında daha bir anlamlı hale gelmektedir.
Dersim halkı acımasız bir kıyımla katledildi. 9 yıllık araştırmaları ve Dersim sürecine katılanları konuşturmasıyla ünlü araştırmacı Hasan Saltık, Dersim bilançosunun resmi rakamlarını "Harekâtın başında olan bir subayın Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna ulaştım. Bu rapora göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258. Kişi sayısı ise 11 bin 818" (Hasan Saltık, SABAH gazetesi). Gerçek rakamların bunun çok çok üstünde olduğu kesindir.
Bu rakamların resmi ağızlardan telaffuzu bile, vahşetin boyutuna yeterli bir veridir. Hava Kuvvetleri eski komutanı Muhsin Batur’un, okurundan özür dileyerek Dersim kesitine anılarında yer veremeyeceğini söylemesi bu kıyımın utancının ne kadar vahşet dolu olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu gerçeklerin verileri Sabiha Gökçen’in aldığı emirle sınırlı değil, katliama gönül rızasıyla katılışını ve bunun için biçilen ödülleri kabul edişiyle tamamlanan bir mizansen olduğunu gösteriyor. Sabiha Gökçen insanlığa karşı suç işlemiştir.
Uçağından attığı bombalarla, katlettiği insanların “yerlere dökülüşü”nü betimlerken de cürüm itirafını yapmaktadır. Bu yanıyla Sabiha Gökçen tarihimizle yüzleşmenin önemli bir figürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun ödülü olarak da göğsüne yerleştirdiği üstün hizmet madalyasıdır.
Dersim trajedisi, Cumhuriyetin Osmanlı aklı artığı konumlanışını olduğu kadar, değerlerinin merkezinde, farklılıklarını her yolla tasfiye etmeyi mubah sayan duruşu bulunmaktadır.
1938’li Cumhuriyet yılları, dünya güçler dengesiyle de çok yakından ilintili yıllardır. II. Dünya savaşı arifesidir. Fırsatların insanlık değerlerini çiğneyerek elde edildiği yıllardır. Oportünizm büyük devletlerin çıkar yöntemiydi. Nazilerin, Faşistlerin Avrupa’da, Afrika’da, Orta Doğu’da akıl almaz komploları ikame ettikleri yıllardır. Bu fırsat Osmanlı’nın hükmü altında olan ve tarihi boyunca söz geçiremediği iç güçlerine, farklılıklarına, ayrı varlıklarına karşı yeniden fetih yöneliminin Cumhuriyet döneminde de sahnelendiği yıllardır. Hasta adam, Osmanlı’yla ayağa kalktıkça iç fetih hareketiyle tedip ettiği halklar yanı sıra toprak ilhak etmekte de tereddüt etmemiştir.
Hatay davasının en çetin dönemleri de bu dönemdi ve bu dönem Atatürk’ün son dönemi olarak daha azgın bir biçim alıyor gibiydi. Yani Faşist Onur Öymen’in “anaların gözyaşlarına bakılmadığı”nı dile getirdiği bir dönem.
Bu dönem 1921 Ankara anlaşmasıyla güney sınırları Lozan onaylı olarak belirlenmiş Cumhuriyetin yeni toprak ilhakları için çırpındığı yıllardı,Hatay davası yılları…
Hatay davası Atatürk’ün algılarında bir toprak davası olmaktan çok bir güvenlik davasıdır, Irak’ın Kuveyt’e, Suriye’nin Lübnan’a baktığı gibi. Atatürk Mondros Mütarekesi’ne karşı tepkilerini, Sadrazam (başbakan) ve Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi (Başkumandanlık Genelkurmay Başkanı) Ahmed izzet Paşaya ilettiği telgraflarda açıkça dile getir ( Celal Bayar, Ben de yazdım. c:1. s: 72 ve s;165’deki Belge: 5). İngilizlerin İskenderun limanına inmesine tepkisini ifade eder. Bu adımla Anadolu’nun güvenliğinin ortadan kalkacağını dile getirir. İstifa eder ve aklında Anadolu’nun güvenliği İskenderun’dan geçer algısı takılı kalır.
“Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur.” Olarak görmesi, zaman zaman, Fransız Büyükelçisi Ponceau’a“...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” yönünde konuşması, Hatay davasını, etnik, tarihi, ya da toprak kazanımı amacıyla ele almadığını göstermesi açısından önemlidir. “ (bkz. Mihrac Ural, 7. Ordu ve Hatay davası, s:3 http://mirural.blogspot.com/ )
Ancak konu burada kalmaz. II. Dünya arifesindeki saflaşmaların yarattığı avantajları değerlendirmek İsteyen Atatürk, ısrarlı bir ilhak çabası içinde olur. Oysa 23 Eylül1923’te Milletler Cemiyeti Meclisi tarafından tasdik edilmiş Manda Yasası gereğince (25 Nisan 1920 San Remo anlaşmasıyla Suriye’nin Fransız mandası altına alınması), Fransızların mandater oldukları Lübnan ve Suriye üzerinde tasarruf hakları yoktu. Bu toprakları ya da bir kısmını hiçbir şekilde başkasına ne kiraya verebilir ne de teslim edebilirdi ( Mandater yasası 4. madde)
Bilmeyenler bu noktada da önemli yanılgılar içindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin en kutsal anlaşması sayılan Lozan Antlaşması’nda Hatay Türkiye sınırları içinde değildir. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın onayladığı ve Kesim I’de 3. Madde olarak yer alan, “ Suriye ile, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız itilafnamesinin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır; İskenderun Körfezi üzerinden Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından Meydan-ı Ekbez’e doğru gidecektir” demektedir. Uluslararası onay almış bu anlaşmaya göre Hatay’ın Suriye’ye ait olduğu tespit edilmiştir. (Bkz. Lozan Anlaşması, ya da Türkiye Cumhuriyetinin Uluslararası Temelleri, Derleyen, TC. Lefkoşe Büyükelçi Müsteşarı Reha Parla. s:2) Bu ayrıca, 30 Mayıs 1926 sözleşmesi, 22 Haziran 1929 sınırına ilişkin Protokol ile ve 3 Mayıs 1930 Son Protokol ile saptanmış sınırdır. (İsmail Soysal, adı geçen konferans s;102. Bkz. Mihrac Ural Age s;5)
Ama hasta adam, fırsatı kollamış, bir süre sessiz kaldığı Lozan Antlaşması’yla da yetindiği statüleri bozup lehine çevirmek istemiştir. Bu kesitte bir dizi anlaşma ve bağıt oluşturulmuş ama Hatay (Liva İskenderun, Antakya ve çevresi) ilhak edilememiştir. Bu süreçte yapılan seçimlerde, Halk kendi kolektif kimliğini tercih etmiş ilhaka hayır demiştir (14-15 Mayıs 1936 ve 15 Nisan 1938). Fransız Başbakan Blum, Hatay davasını tanımlayacak bir kavramla dosyasını oluşturmak üzere “Entiê distincte” (Ayrı Varlık)” tanımını yapar Sendler raporu 27 Ocak 1937)
Atatürk Hatay davasının Fransızların çıkarları için yapacakları hukuksuz davranışlarla çözüleceği gerçeğini yakalamıştır. Bu halka II. Dünya savaşı arifesinde daha iyi anlaşılabilir bir halkadır; Nazi Almanya’nın Hitleri, 15 Mart 1939’da Çekoslovakya’yı, ardından Polonya’yı (1 Eylül 1939) Faşist Musollini’nin İtalyası da Arnavutluk’u işgal etmiş (7-15 Nisan 1939) ve 22 Mayıs 1939’da da Alman-İtalyan Çelik Paktı (Patto d'Acciaio) imzalanmıştı. Bu ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Fransız Büyükelçisi Massigli’ye açıkça Hatay’ ilhak etmek istediklerini açıklamıştır (21 Ocak 1939)
23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci (Dêclaration Comun) ilhaka kapı aralayan bu hukuksuz anlaşma, böylesi gelişmelerin sonucu olarak gündeme gelmiştir. Manda anlaşmasına aykırı olmakla beraber, o günün BM’si olan Cemiyeti Akvam’ın uluslararası anlaşmalar listesine inmemiş olmasıyla -hukuksuzluğu belgeli olmasına karşın- 5 Temmuz 1938’de kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında askeri işgale girişilerek tüm dengeler bozulmuştur. Hatay ilhak edilmiştir.
Bu kanunsuzluğun hukuksal tasfirinde, Arap halkının kimlik hakları mücadelesinin bir parçası olarak tarihteki yolunu çizeceğini belirterek, bu sürecin önemli bir kesitinde Sabiha’nın yaptıklarına bakalım.
Akıl komitacı akılı, Osmanlı artığı, Teşkilatı Mahsusiye’nin aklı: her şeyi bir komutanın ekibi olma sığlığıyla algılamak, devlet ve hukuk denklemlerini ret etmek. Bu konuda ittihatçı geleneğin birçok marifeti de bulunuyordu. Ermenileri bile katlederken gösterdikleri akıllara ziyan taktikler, bir ulusun jenoside uğramasını bile, Teşkilatı Mahsusiye’nin sıradan iki silahşoruna bağlamakta bir beis görmez (Çerkez Ahmet, Mülazım Halil).
Bu mantık her adımında Hatay davasıyla ilgili aynı türden mizansenler düzenlemiştir. Bunlardan biri de Sabiha’nin Atatürk’ün talimatıyla, Atatürk’ün Fransız Büyükelçisi M. Ponceau’a karşı, Ankara’nın Karpiç lokantasında tezgahladığı “silahlı baskın” komedisi.
Fransız Elçi'yle buluşmasında kadın pilot Sabiha Gökçen'e havaya üç el ateş etme emrini Atatürk verdi. Restaurantın silahlı basılması planını Atatürk ve ilk kadın pilot Gökçen'den başkası da bilmiyordu İstenen, Fransızlara Hatay konusunda Türkiye’nin kararlılığını göstermek. Bunun için Teşkilatı Mahsusiye’nin olmazsa olmaz aracı silah kullanımıyla bunu dile getirmektir; Yakup Cemil sendromu…
“1937'de Fransa'nın, Hatay'ı Suriye'ye devretmeye hazırlandığı yolundaki haberlere tepki göstermeyi düşünen Atatürk, hemen Gökçen'i de bir parçası yapacağı gözdağı planını uygulamaya koyar. Atatürk, bir akşam Gökçen'e, “Üniformanı giy Tabancanı beline tak ve buraya gel Bu akşam çok önemli bir görev daha vereceğim Tarihi ilginç bir görev” dedi Atatürk, bunu söylerken, Gökçen'e, “Hatay konusundaki fikrin nedir?” diye de sorduğu söylenir. Gökçen “Eskiden Girit için söylenirdi Annemden dinlemiştim 'Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!' Aynı şeyi Hatay için düşünüyorum” dedi
Girit örneği bu açıdan çok ilginçtir. Anlaşılıyor ki konu ilgili ilgisiz de olsa bir toprak işgali eğilimidir. Osmanlının kaybettiği toprakları kendi ulusal toprakları olarak algılama eğilimidir. En azından Sabiha gökçenin olayı kavradığı biçim budur. Ve bunun için “Feda olsun kanımız” diyebilmektedir. Hatay konusunun aynı algıyla ela almasından da anlaşılıyor ki, Atatürk en yakın çevresine bile, Hatay’ın Anadolu’nun güvenliği açısından oluşturduğu önemi anlatmamış ya da anlatamamıştır. Ancak anlaşılan o ki, Hatay davası Atatürk’ün de beyin labirentlerde sınır genişletme, toprak kapma olaylı olarak biçim değiştirmiştir. Bu nedenle yaklaşan II. dünya savaşı ortamında, yeniden düzenlenen dünya güçler dengesinin sağladığı fırsatları kaçırmak istememektedir.
Silahlı baskına dönecek olursak.
Sabiha gökçen aldığı talimatı yerine getirmek için kollarını sıvamıştır.
Atatürk ve beraberindekiler, akşam Ankara'nın ünlü restoranı Karpiç'e gitti Fransız Büyükelçisi M Ponceau ile elçilik erkanı da oradaydı Fransızlara hitaben bir konuşma yapan General Kasım Sevüktekin, sonunda Fransızların Hatay'ın Türkiye'nin olduğuna karar vereceklerine inandığını ifade etti Fransa Büyükelçisi, Sevüktekin'i ayakta alkışladı
Generalden sonra ortaya fırlayan Gökçen, şunları söyledi:
”Generalim, Fransız dostlarımızın bu konuşmanızı değerlendirebileceklerini sanmıyorum Fransa bir oyun içine girmiştir Oyunun sonunda bizim olan toprakları Suriye'ye vermeyi planlamıştır Fransa'nın oyununa gelerek Hatay topraklarını başkalarına bırakmayacağız Biz gençler gerekirse bu işi silahlarımızla da halledebiliriz Hatay bizim canımız feda olsun kanımız ”
Sabiha Gökçen, sözlerini tamamlar tamamlamaz, silahını çekip üç el ateş etti Aynı anda önceden hazırlıklı olan, Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule Hanım ile Semiha İnanç da silahlarını havaya boşalttılar.
Gelişmelerin tam da planladığı gibi geçtiğini gören ve sükunetinden bir şey kaybetmeden etrafındaki tedirginlikle alay edercesine izleyen Atatürk, yanındaki Fransız büyükelçisine dönüp "görüyorsunuz bu millet beni affetmez" diyerek, ülkesinin işgal ve ilhaktaki kararlılığını dile getiriyor.
Karpiç Lokantasında herkesin nutku tutulmuş, olanlara anlam vermiyordu. Sabiha’yı herkes tanıyor Makbuleyi de ama olanlar neydi? Atatürk’e karşı yapılan bir saygısızlık mıydı? Nedir. Atatürk, yerinden kıpırdamıyordu, olanları sakince izliyordu.
Korumalar Sabiha’nın üzerine yürüyor onu yaka paça tutuyorlar. Polisler müdahale ediyor, karakola götürüyorlar. Hukuk işliyor ya…
Bu olayın ardından Atatürk'ün emriyle Gökçen tutuklandı Hakim karşısına çıkan Gökçen, “milli hislerinin galeyana geldiğini ve bunun için kimseden emir almadığını” söyledi
Sorgu sırasında, Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule Hanım ile Semiha İnanç da silahlarını havaya boşalttıkları için adliyeye gelmişlerdi Yasa gereğince, üç kadın 24 saat hapis cezasına çarptırıldı Mesaj yerine ulaşmış ve Fransa, Türkiye'nin kararlılığını görmüştü
İşte devlet aklı, işte hukuk algısı, işte kadın hakları ve kadına reva görülen rol, işte dimplomaside çıkarların savunulması için yapılan mizansenler özetle budur.
Bu olay Hatay davasıyla ilgili olmaktan çok cumhuriyetin Osmanlıdan bir türlü çıkamadığının, ittihatçı zihniyeti terk edemediğinin bir göstergesidir. Osmanlı aklı Cumhuriyetin kafatasında yerli yerini almış yola devam ediyordu.
Bu akıl, bu günde ortak ülkemizin tüm demokratik şanslarını birikim ve dönüşüm eğilimlerini katletmek için yeni mizansenler oluşturmaya devam ediyor.
Hatay ilhak edildi. Ortak bir ülkede ayrı varlık olarak yaşama devam etti. Birimizin değil hepimizin orta ülkesinde artık ne bu kıyımlar için ne de mizansenler için kimse kukla olmasın, kadınlarımız demokratik haklarını özgürlükleri için elde etsin, kukla olarak kullanılmak üzere bir maşa olmasın diyoruz. Bunun için eşitler olarak farklılıklarımızın demokratik haklarını anayasal, yasal, kurumsal güvencelere oturtarak, ortak ülkemizde barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı ikame edelim.
Sabiha Gökçenler örnek değil, tarihle cesurca yüzleşmemizin binlerce figüründen biri olsun.
27 Kasım 2009
Dersimi bombaladı, insanları diri diri yaktı “döktü”, ilk savaş pilotu kadındı. İlk madalyasını da şölenvari bir ortamda, ama ne için verildiğinin söylenme cesareti olmayan, utanç gölgesinde aldı. O, Dersim katliamının edatlarından biriydi. Bir zulüm algısının aklıydı, Osmanlı aklının cumhuriyetteki tecellilerinden biriydi.
Sabiha Gökçenin marifetleri bununla da kalmadı. O, İttihatçı mantık, Teşkilatı Mahsusiye’nin, Yakup Cemil sendromunun kadın versiyonuydu. O, hasta adamın iyileşmesi halinde göstereceği reflekslerin, “ Girit bizim canımız, feda olsun kanımız !” söyleminde anlam bulan şovenizmiydi.
Sabiha Gökçen,
üç kez yapılmış ve her birinde İlhakın reddiyle sonuçlanan halk oylamasını ihlal,
23 Eylül 1923 tarihinde Miletler cemiyeti meclisince onaylanmış manda yasası ve özellikle 4. maddesindeki, “Mandaterin, koruması altındaki toprakların tümünü ya da bir parçasını başkasına kira ya da satmaya ya da ikili anlaşmalarla vermeye yetkisi yoktur” hükmüne aykırılık…
Hukuk dışı bir kurgunun II. Dünya savaşı arifesinde yeniden düzenlenen dünya güçler dengesinin yarattığı fırsatlarda gündeme gelen bir toprak ilhakı olarak Hatay davasında bir kez daha sahnedeki yerini almıştır.
Atatürk’ün talimatıyla, Ankara’nın ünlü Karpiç lokantasında Fransa Büyükelçisi M. Ponceau’a verilen diplomatik ağırlıklı yemek davetinde, silahını çekip üç kurşun sıkarak “Biz gençler gerekirse bu işi silahlarımızla da halledebiliriz Hatay bizim canımız feda olsun kanımız ” diyen de Sabiha Gökçen’di.
Cumhuriyet’in Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu söylendi. Gerçek hiçte öyle değildi. Hükümranlığı altındaki topraklarda yeniden fütuhat yapan Osmanlı mirasını, Cumhuriyet devralmıştı. Dün Türkmen Aşiretleri dahil, hükmü altındaki bölgelere etnik ve inanç farklılıklarına yapılan kıyımlar, Cumhuriyetin Teşkilat-ı Mahsusiye silahşorları eliyle ortak ülkemiz vatandaşlarına karşı yapıldı, bu da devam ediyor…
Dersim bombalamasından sonra, Ankara’nın Karpiç lokantasındaki mizansen bu aklın bir devamıydı.
Hatay ilhak edildi. Ortak bir ülkede ayrı varlık olarak yaşama devam etti.
Birimizin değil hepimizin ortak ülkesinde artık ne bu kıyımlar için ne de mizansenler için kimse kukla olmasın, kadınlarımız demokratik haklarını özgürlükleri için elde etsin, kukla olarak kullanılmak üzere bir maşa olmasın diyoruz. Bunun için eşitler olarak farklılıklarımızın demokratik haklarını anayasal, yasal, kurumsal güvencelere oturtarak, ortak ülkemizde barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı ikame edelim.
Sabiha Gökçenler örnek değil, tarihle cesurca yüzleşmemizin binlerce figüründen biri olsun.
***
Sabiha Gökçen’in Dersim mizanseni üzerine çok şey yazıldı. Bir kez daha da yazılacak ve binlerce kez de yazılmaya devam edilecektir. İnsanlığın kıyımı, Osmanlı’nın tarih içinden çıkıp gelmiş haliyle bir akıl sistemi olarak tecelli etmiştir. Bu akıl sistemi ittihatçı darbecilerin ve onun çelik çekirdeği Teşkilatı Mahsusiye’de anlamını bulan evrimi, Cumhuriyetin tüm önemli kesitlerinde kendini göstermiştir. Kürtler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, gayrimüslim azınlıklar ve bile istisna ortak ülkemizin tüm farklılıkları bu akıldan eza görmüşlerdir. Bu akıl bir Osmanlı Aklıdır. Sabiha Gökçen gibi bir figüranın piyon olarak bu serüvende ortaya çıkması, Cumhuriyette kadın haklarına ilişkin vehmedilen yalanların, gerçekte kadını kirli işlerde bir kukla olarak kullanmakta pervasız davranılabileceğine bir mesajdır.
Sabiha Gökçen’in Dersim katliamındaki yeri, insanlığa yönelik cinayetlerde sanıkların yeridir. Bu konuda yazılanları okurken, yüreklerimizin aldığı sürrealist halleri yazmak bile insanın yüreğini titretir. Bu konuda yazmak isteyenlerin elleri ise titremekle kalmaz, vurgun yer.
Bu bir Osmanlı aklı, bu aklın bilim adamları bile olanlara “kılıç hakkı” diyor. Bu aklın zıvanadan çıkmış halleri karşısında gerisi teferruat kalır.
Sabiha Gökçen’in bir aklın mağduru, bir kuklası olduğu açıktır. Suçlusudur da. Bu gün için bunun önemi tarihimizle cesurca yüzleşebilme şansını değerlendirebilmemize bağlıdır.
Dersim’de bir katliam yapılmıştır. Buna karar verenler, uygulayanlar, her boy ve soydan müşarikler inkarı mümkün olmayan bir mutlaklıkla, belgeli kanıtlı verilerle, maddi ve hissi delillerle ortaya çıkmıştır. Hukukun herkese lazım olacağı gerçeği, tarihi yüzleşmelerin ana konularında daha bir anlamlı hale gelmektedir.
Dersim halkı acımasız bir kıyımla katledildi. 9 yıllık araştırmaları ve Dersim sürecine katılanları konuşturmasıyla ünlü araştırmacı Hasan Saltık, Dersim bilançosunun resmi rakamlarını "Harekâtın başında olan bir subayın Dördüncü Umum Müfettişlik raporuna ulaştım. Bu rapora göre, 13 bin 160 sivil ölü var. Sürgüne gönderilen hane sayısı 2 bin 258. Kişi sayısı ise 11 bin 818" (Hasan Saltık, SABAH gazetesi). Gerçek rakamların bunun çok çok üstünde olduğu kesindir.
Bu rakamların resmi ağızlardan telaffuzu bile, vahşetin boyutuna yeterli bir veridir. Hava Kuvvetleri eski komutanı Muhsin Batur’un, okurundan özür dileyerek Dersim kesitine anılarında yer veremeyeceğini söylemesi bu kıyımın utancının ne kadar vahşet dolu olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu gerçeklerin verileri Sabiha Gökçen’in aldığı emirle sınırlı değil, katliama gönül rızasıyla katılışını ve bunun için biçilen ödülleri kabul edişiyle tamamlanan bir mizansen olduğunu gösteriyor. Sabiha Gökçen insanlığa karşı suç işlemiştir.
Uçağından attığı bombalarla, katlettiği insanların “yerlere dökülüşü”nü betimlerken de cürüm itirafını yapmaktadır. Bu yanıyla Sabiha Gökçen tarihimizle yüzleşmenin önemli bir figürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun ödülü olarak da göğsüne yerleştirdiği üstün hizmet madalyasıdır.
Dersim trajedisi, Cumhuriyetin Osmanlı aklı artığı konumlanışını olduğu kadar, değerlerinin merkezinde, farklılıklarını her yolla tasfiye etmeyi mubah sayan duruşu bulunmaktadır.
1938’li Cumhuriyet yılları, dünya güçler dengesiyle de çok yakından ilintili yıllardır. II. Dünya savaşı arifesidir. Fırsatların insanlık değerlerini çiğneyerek elde edildiği yıllardır. Oportünizm büyük devletlerin çıkar yöntemiydi. Nazilerin, Faşistlerin Avrupa’da, Afrika’da, Orta Doğu’da akıl almaz komploları ikame ettikleri yıllardır. Bu fırsat Osmanlı’nın hükmü altında olan ve tarihi boyunca söz geçiremediği iç güçlerine, farklılıklarına, ayrı varlıklarına karşı yeniden fetih yöneliminin Cumhuriyet döneminde de sahnelendiği yıllardır. Hasta adam, Osmanlı’yla ayağa kalktıkça iç fetih hareketiyle tedip ettiği halklar yanı sıra toprak ilhak etmekte de tereddüt etmemiştir.
Hatay davasının en çetin dönemleri de bu dönemdi ve bu dönem Atatürk’ün son dönemi olarak daha azgın bir biçim alıyor gibiydi. Yani Faşist Onur Öymen’in “anaların gözyaşlarına bakılmadığı”nı dile getirdiği bir dönem.
Bu dönem 1921 Ankara anlaşmasıyla güney sınırları Lozan onaylı olarak belirlenmiş Cumhuriyetin yeni toprak ilhakları için çırpındığı yıllardı,Hatay davası yılları…
Hatay davası Atatürk’ün algılarında bir toprak davası olmaktan çok bir güvenlik davasıdır, Irak’ın Kuveyt’e, Suriye’nin Lübnan’a baktığı gibi. Atatürk Mondros Mütarekesi’ne karşı tepkilerini, Sadrazam (başbakan) ve Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi (Başkumandanlık Genelkurmay Başkanı) Ahmed izzet Paşaya ilettiği telgraflarda açıkça dile getir ( Celal Bayar, Ben de yazdım. c:1. s: 72 ve s;165’deki Belge: 5). İngilizlerin İskenderun limanına inmesine tepkisini ifade eder. Bu adımla Anadolu’nun güvenliğinin ortadan kalkacağını dile getirir. İstifa eder ve aklında Anadolu’nun güvenliği İskenderun’dan geçer algısı takılı kalır.
“Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur.” Olarak görmesi, zaman zaman, Fransız Büyükelçisi Ponceau’a“...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” yönünde konuşması, Hatay davasını, etnik, tarihi, ya da toprak kazanımı amacıyla ele almadığını göstermesi açısından önemlidir. “ (bkz. Mihrac Ural, 7. Ordu ve Hatay davası, s:3 http://mirural.blogspot.com/ )
Ancak konu burada kalmaz. II. Dünya arifesindeki saflaşmaların yarattığı avantajları değerlendirmek İsteyen Atatürk, ısrarlı bir ilhak çabası içinde olur. Oysa 23 Eylül1923’te Milletler Cemiyeti Meclisi tarafından tasdik edilmiş Manda Yasası gereğince (25 Nisan 1920 San Remo anlaşmasıyla Suriye’nin Fransız mandası altına alınması), Fransızların mandater oldukları Lübnan ve Suriye üzerinde tasarruf hakları yoktu. Bu toprakları ya da bir kısmını hiçbir şekilde başkasına ne kiraya verebilir ne de teslim edebilirdi ( Mandater yasası 4. madde)
Bilmeyenler bu noktada da önemli yanılgılar içindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin en kutsal anlaşması sayılan Lozan Antlaşması’nda Hatay Türkiye sınırları içinde değildir. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Antlaşması’nın onayladığı ve Kesim I’de 3. Madde olarak yer alan, “ Suriye ile, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız itilafnamesinin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır; İskenderun Körfezi üzerinden Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından Meydan-ı Ekbez’e doğru gidecektir” demektedir. Uluslararası onay almış bu anlaşmaya göre Hatay’ın Suriye’ye ait olduğu tespit edilmiştir. (Bkz. Lozan Anlaşması, ya da Türkiye Cumhuriyetinin Uluslararası Temelleri, Derleyen, TC. Lefkoşe Büyükelçi Müsteşarı Reha Parla. s:2) Bu ayrıca, 30 Mayıs 1926 sözleşmesi, 22 Haziran 1929 sınırına ilişkin Protokol ile ve 3 Mayıs 1930 Son Protokol ile saptanmış sınırdır. (İsmail Soysal, adı geçen konferans s;102. Bkz. Mihrac Ural Age s;5)
Ama hasta adam, fırsatı kollamış, bir süre sessiz kaldığı Lozan Antlaşması’yla da yetindiği statüleri bozup lehine çevirmek istemiştir. Bu kesitte bir dizi anlaşma ve bağıt oluşturulmuş ama Hatay (Liva İskenderun, Antakya ve çevresi) ilhak edilememiştir. Bu süreçte yapılan seçimlerde, Halk kendi kolektif kimliğini tercih etmiş ilhaka hayır demiştir (14-15 Mayıs 1936 ve 15 Nisan 1938). Fransız Başbakan Blum, Hatay davasını tanımlayacak bir kavramla dosyasını oluşturmak üzere “Entiê distincte” (Ayrı Varlık)” tanımını yapar Sendler raporu 27 Ocak 1937)
Atatürk Hatay davasının Fransızların çıkarları için yapacakları hukuksuz davranışlarla çözüleceği gerçeğini yakalamıştır. Bu halka II. Dünya savaşı arifesinde daha iyi anlaşılabilir bir halkadır; Nazi Almanya’nın Hitleri, 15 Mart 1939’da Çekoslovakya’yı, ardından Polonya’yı (1 Eylül 1939) Faşist Musollini’nin İtalyası da Arnavutluk’u işgal etmiş (7-15 Nisan 1939) ve 22 Mayıs 1939’da da Alman-İtalyan Çelik Paktı (Patto d'Acciaio) imzalanmıştı. Bu ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Fransız Büyükelçisi Massigli’ye açıkça Hatay’ ilhak etmek istediklerini açıklamıştır (21 Ocak 1939)
23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci (Dêclaration Comun) ilhaka kapı aralayan bu hukuksuz anlaşma, böylesi gelişmelerin sonucu olarak gündeme gelmiştir. Manda anlaşmasına aykırı olmakla beraber, o günün BM’si olan Cemiyeti Akvam’ın uluslararası anlaşmalar listesine inmemiş olmasıyla -hukuksuzluğu belgeli olmasına karşın- 5 Temmuz 1938’de kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında askeri işgale girişilerek tüm dengeler bozulmuştur. Hatay ilhak edilmiştir.
Bu kanunsuzluğun hukuksal tasfirinde, Arap halkının kimlik hakları mücadelesinin bir parçası olarak tarihteki yolunu çizeceğini belirterek, bu sürecin önemli bir kesitinde Sabiha’nın yaptıklarına bakalım.
Akıl komitacı akılı, Osmanlı artığı, Teşkilatı Mahsusiye’nin aklı: her şeyi bir komutanın ekibi olma sığlığıyla algılamak, devlet ve hukuk denklemlerini ret etmek. Bu konuda ittihatçı geleneğin birçok marifeti de bulunuyordu. Ermenileri bile katlederken gösterdikleri akıllara ziyan taktikler, bir ulusun jenoside uğramasını bile, Teşkilatı Mahsusiye’nin sıradan iki silahşoruna bağlamakta bir beis görmez (Çerkez Ahmet, Mülazım Halil).
Bu mantık her adımında Hatay davasıyla ilgili aynı türden mizansenler düzenlemiştir. Bunlardan biri de Sabiha’nin Atatürk’ün talimatıyla, Atatürk’ün Fransız Büyükelçisi M. Ponceau’a karşı, Ankara’nın Karpiç lokantasında tezgahladığı “silahlı baskın” komedisi.
Fransız Elçi'yle buluşmasında kadın pilot Sabiha Gökçen'e havaya üç el ateş etme emrini Atatürk verdi. Restaurantın silahlı basılması planını Atatürk ve ilk kadın pilot Gökçen'den başkası da bilmiyordu İstenen, Fransızlara Hatay konusunda Türkiye’nin kararlılığını göstermek. Bunun için Teşkilatı Mahsusiye’nin olmazsa olmaz aracı silah kullanımıyla bunu dile getirmektir; Yakup Cemil sendromu…
“1937'de Fransa'nın, Hatay'ı Suriye'ye devretmeye hazırlandığı yolundaki haberlere tepki göstermeyi düşünen Atatürk, hemen Gökçen'i de bir parçası yapacağı gözdağı planını uygulamaya koyar. Atatürk, bir akşam Gökçen'e, “Üniformanı giy Tabancanı beline tak ve buraya gel Bu akşam çok önemli bir görev daha vereceğim Tarihi ilginç bir görev” dedi Atatürk, bunu söylerken, Gökçen'e, “Hatay konusundaki fikrin nedir?” diye de sorduğu söylenir. Gökçen “Eskiden Girit için söylenirdi Annemden dinlemiştim 'Girit bizim canımız, feda olsun kanımız!' Aynı şeyi Hatay için düşünüyorum” dedi
Girit örneği bu açıdan çok ilginçtir. Anlaşılıyor ki konu ilgili ilgisiz de olsa bir toprak işgali eğilimidir. Osmanlının kaybettiği toprakları kendi ulusal toprakları olarak algılama eğilimidir. En azından Sabiha gökçenin olayı kavradığı biçim budur. Ve bunun için “Feda olsun kanımız” diyebilmektedir. Hatay konusunun aynı algıyla ela almasından da anlaşılıyor ki, Atatürk en yakın çevresine bile, Hatay’ın Anadolu’nun güvenliği açısından oluşturduğu önemi anlatmamış ya da anlatamamıştır. Ancak anlaşılan o ki, Hatay davası Atatürk’ün de beyin labirentlerde sınır genişletme, toprak kapma olaylı olarak biçim değiştirmiştir. Bu nedenle yaklaşan II. dünya savaşı ortamında, yeniden düzenlenen dünya güçler dengesinin sağladığı fırsatları kaçırmak istememektedir.
Silahlı baskına dönecek olursak.
Sabiha gökçen aldığı talimatı yerine getirmek için kollarını sıvamıştır.
Atatürk ve beraberindekiler, akşam Ankara'nın ünlü restoranı Karpiç'e gitti Fransız Büyükelçisi M Ponceau ile elçilik erkanı da oradaydı Fransızlara hitaben bir konuşma yapan General Kasım Sevüktekin, sonunda Fransızların Hatay'ın Türkiye'nin olduğuna karar vereceklerine inandığını ifade etti Fransa Büyükelçisi, Sevüktekin'i ayakta alkışladı
Generalden sonra ortaya fırlayan Gökçen, şunları söyledi:
”Generalim, Fransız dostlarımızın bu konuşmanızı değerlendirebileceklerini sanmıyorum Fransa bir oyun içine girmiştir Oyunun sonunda bizim olan toprakları Suriye'ye vermeyi planlamıştır Fransa'nın oyununa gelerek Hatay topraklarını başkalarına bırakmayacağız Biz gençler gerekirse bu işi silahlarımızla da halledebiliriz Hatay bizim canımız feda olsun kanımız ”
Sabiha Gökçen, sözlerini tamamlar tamamlamaz, silahını çekip üç el ateş etti Aynı anda önceden hazırlıklı olan, Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule Hanım ile Semiha İnanç da silahlarını havaya boşalttılar.
Gelişmelerin tam da planladığı gibi geçtiğini gören ve sükunetinden bir şey kaybetmeden etrafındaki tedirginlikle alay edercesine izleyen Atatürk, yanındaki Fransız büyükelçisine dönüp "görüyorsunuz bu millet beni affetmez" diyerek, ülkesinin işgal ve ilhaktaki kararlılığını dile getiriyor.
Karpiç Lokantasında herkesin nutku tutulmuş, olanlara anlam vermiyordu. Sabiha’yı herkes tanıyor Makbuleyi de ama olanlar neydi? Atatürk’e karşı yapılan bir saygısızlık mıydı? Nedir. Atatürk, yerinden kıpırdamıyordu, olanları sakince izliyordu.
Korumalar Sabiha’nın üzerine yürüyor onu yaka paça tutuyorlar. Polisler müdahale ediyor, karakola götürüyorlar. Hukuk işliyor ya…
Bu olayın ardından Atatürk'ün emriyle Gökçen tutuklandı Hakim karşısına çıkan Gökçen, “milli hislerinin galeyana geldiğini ve bunun için kimseden emir almadığını” söyledi
Sorgu sırasında, Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule Hanım ile Semiha İnanç da silahlarını havaya boşalttıkları için adliyeye gelmişlerdi Yasa gereğince, üç kadın 24 saat hapis cezasına çarptırıldı Mesaj yerine ulaşmış ve Fransa, Türkiye'nin kararlılığını görmüştü
İşte devlet aklı, işte hukuk algısı, işte kadın hakları ve kadına reva görülen rol, işte dimplomaside çıkarların savunulması için yapılan mizansenler özetle budur.
Bu olay Hatay davasıyla ilgili olmaktan çok cumhuriyetin Osmanlıdan bir türlü çıkamadığının, ittihatçı zihniyeti terk edemediğinin bir göstergesidir. Osmanlı aklı Cumhuriyetin kafatasında yerli yerini almış yola devam ediyordu.
Bu akıl, bu günde ortak ülkemizin tüm demokratik şanslarını birikim ve dönüşüm eğilimlerini katletmek için yeni mizansenler oluşturmaya devam ediyor.
Hatay ilhak edildi. Ortak bir ülkede ayrı varlık olarak yaşama devam etti. Birimizin değil hepimizin orta ülkesinde artık ne bu kıyımlar için ne de mizansenler için kimse kukla olmasın, kadınlarımız demokratik haklarını özgürlükleri için elde etsin, kukla olarak kullanılmak üzere bir maşa olmasın diyoruz. Bunun için eşitler olarak farklılıklarımızın demokratik haklarını anayasal, yasal, kurumsal güvencelere oturtarak, ortak ülkemizde barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamayı ikame edelim.
Sabiha Gökçenler örnek değil, tarihle cesurca yüzleşmemizin binlerce figüründen biri olsun.
24 Kasım 2009 Salı
ÖNCE GEÇMİŞ
Zeki Bayterin
25 Kasım 2009
Tarihsel seyrin neresinde olursak olalım, geçmişi ve geleceği bir ikilem haline getirmek kafada, geçmişi bir yana geleceği öbür tarafa koymak aptallıktır. Böyle bir durum, doğrudan doğruya, bugünümüzü tanımlama güçlüğü çektiğimizin, tanımlayamadığımızın göstergesidir. Çünkü, bugünü doğru tanımlayabilmek için, önce geçmişi yerli yerine oturtabilmek ve aradaki diyalektiği sağlıklı kurabilmek gerekir. Küçük burjuva soytarıları için tarih kendileriyle başlar ve belirlenir. Böyle bir yaklaşım, doğal olarak yanlışa ve başarısızlığa gerçekçi yorumlar getirir. Dünyanın merkezi ve her şeyin egemeni olduğunu sanan güç, yıkıma uğrar, bir anda her şey biter. Dolayısıyla, değerlendirmelerimizde ve geleceğe ilişkin saptamalarımızda, tarihin neresinde olduğumuzu ve gerçek verilerimizin neler olduğunu ortaya koyarken büyük bir özen göstermek gerekir.
Ülke tarihinin en büyük provokasyonu 1970'lerin ortalarında, bir devin, işçi sınıfının uyanışı, yüzbinlerin ayağa kalkışı oligarşiyi telaşa düşürür. Korkuları, mermiye, bombaya dönüşür l Mayıs 1977 günü. Taksim alanını can pazarına dönüştürürler otel odalarından, resmi binalardan ve plakasız arabalarından açtıkları ateşle büyük bir panik içersinde onbinlerce insan kendisini önceden kapatılmış sokaklara, ölüm tuzaklarına vurur. Akşam olduğunda, işçi sınıfı 36 insanını şehit vermiştir.
Deniz, Yusuf, Hüseyin üç kızıl gül.
Bir geleneğin adı, nasıl yaşanacağını, ne için yaşanacağını göstermekle kalmadılar nasıl ölüneceğini de gösterdiler.
Üçüde sehpaya çıkarken büyük bir umutla baktılar, bir kez sendelesinler, yüzlerinde bir kez korku izi belirsin diye beklediler, ve bir kez daha yanıldılar. İşte o yanılgıları, karşılarında gördükleri kaya gibi tavır onyıllarca sürecek bir geleneği başlattı...
Devrimci hareketin saygıyla ve borçluluk duygusuyla andığı bir başka gündür 18 Mayıs 1973 Deniz’lerin sehpada yaptığını, Diyarbakır işkencehanelerinde İbrahim yapmıştır. Bir gelenek yaratmıştır, o öldüğünde henüz doğmamış olan bugünün gencecik devrimcileri işkencehanelerde doğru davranabiliyorlarsa bu duvarın temelinde, tuğlasında İbrahim vardır. Bu yüzdendir ki, İbrahim kendi geleneklerimizin, yürüdüğümüz ayrı yolların ötesinde bir yerde, bütün devrimci geleneğin tam temelinde durur. 71 Mayıs'ı, Haziran'a dönerken ilk kara haber Nurhak dağlarından geliyordu. 31 Mayıs 1971 günü dağ taş asker kaynamaktadır, birden ve hazırlıksız yakalanırlar. Sinan, Cemgil, Alparslan ÖZDOĞAN ve Kadir MANGA katledilir. Varmak için güzel yarınlara, bizim de dağlarımız vardır Che Guevara, her küçük tepeyi bir Sierra Maestra yapmak bir görevdir. Ancak o zaman güneş doğar Nurhak'a.
l Haziran 1971' Maltepe'de bir evde Mahir ve Hüseyin kuşatılırlar, İkisi de geleneğe uygun olarak sonuna kadar savaşır. Ve Mahir ağır yaralı olarak esir düşerken Hüseyin CEVAHİR şehitler arasına katılır. 1971-1972 yılları Maltepe'den Kızıldere'ye kanlı bir onur çizgisidir. Türkiye'nin mücadele tarihini zorlamış, devrimci mücadeleyi gündeme koymuştur.
Kazanan onurdur devrimin adaletini küçümsemenin ağır yanılgısıyla İhanet edenler boynunda ölüm fermanıyla bir insan müsveddesi olarak yaşamını sürdürür.
Kana doymayanlar eylül cinayetleri devam ederken gözlerini Serdara diktiler Yaralı olarak yakalanmış, Eylül'ün komedi mahkemelerinde çok hızlı ve kırk günü geçmeyen yargılamayla Serdar’ın idamına karar verirler. 25 Ekim gecesi cellatlar savcılar yargıçlar, hepsi hazırdır. Serdar da ölüme hazırdır. Son anlarına dek pişman olmadığını haykırır hepsini küçümser. Ve o bildik tavrıyla alay eder, kendi sehpasını kendisi tekmeleyerek, son sözlerini cellatların suratına haykırarak ölümü kucaklar. Gün doğduğunda, ortada onurlu bir ölüm ve cellatların ömürleri boyunca alınlarına yazılı kalacak olan utançları vardır.
25 Kasım 2009
Tarihsel seyrin neresinde olursak olalım, geçmişi ve geleceği bir ikilem haline getirmek kafada, geçmişi bir yana geleceği öbür tarafa koymak aptallıktır. Böyle bir durum, doğrudan doğruya, bugünümüzü tanımlama güçlüğü çektiğimizin, tanımlayamadığımızın göstergesidir. Çünkü, bugünü doğru tanımlayabilmek için, önce geçmişi yerli yerine oturtabilmek ve aradaki diyalektiği sağlıklı kurabilmek gerekir. Küçük burjuva soytarıları için tarih kendileriyle başlar ve belirlenir. Böyle bir yaklaşım, doğal olarak yanlışa ve başarısızlığa gerçekçi yorumlar getirir. Dünyanın merkezi ve her şeyin egemeni olduğunu sanan güç, yıkıma uğrar, bir anda her şey biter. Dolayısıyla, değerlendirmelerimizde ve geleceğe ilişkin saptamalarımızda, tarihin neresinde olduğumuzu ve gerçek verilerimizin neler olduğunu ortaya koyarken büyük bir özen göstermek gerekir.
Ülke tarihinin en büyük provokasyonu 1970'lerin ortalarında, bir devin, işçi sınıfının uyanışı, yüzbinlerin ayağa kalkışı oligarşiyi telaşa düşürür. Korkuları, mermiye, bombaya dönüşür l Mayıs 1977 günü. Taksim alanını can pazarına dönüştürürler otel odalarından, resmi binalardan ve plakasız arabalarından açtıkları ateşle büyük bir panik içersinde onbinlerce insan kendisini önceden kapatılmış sokaklara, ölüm tuzaklarına vurur. Akşam olduğunda, işçi sınıfı 36 insanını şehit vermiştir.
Deniz, Yusuf, Hüseyin üç kızıl gül.
Bir geleneğin adı, nasıl yaşanacağını, ne için yaşanacağını göstermekle kalmadılar nasıl ölüneceğini de gösterdiler.
Üçüde sehpaya çıkarken büyük bir umutla baktılar, bir kez sendelesinler, yüzlerinde bir kez korku izi belirsin diye beklediler, ve bir kez daha yanıldılar. İşte o yanılgıları, karşılarında gördükleri kaya gibi tavır onyıllarca sürecek bir geleneği başlattı...
Devrimci hareketin saygıyla ve borçluluk duygusuyla andığı bir başka gündür 18 Mayıs 1973 Deniz’lerin sehpada yaptığını, Diyarbakır işkencehanelerinde İbrahim yapmıştır. Bir gelenek yaratmıştır, o öldüğünde henüz doğmamış olan bugünün gencecik devrimcileri işkencehanelerde doğru davranabiliyorlarsa bu duvarın temelinde, tuğlasında İbrahim vardır. Bu yüzdendir ki, İbrahim kendi geleneklerimizin, yürüdüğümüz ayrı yolların ötesinde bir yerde, bütün devrimci geleneğin tam temelinde durur. 71 Mayıs'ı, Haziran'a dönerken ilk kara haber Nurhak dağlarından geliyordu. 31 Mayıs 1971 günü dağ taş asker kaynamaktadır, birden ve hazırlıksız yakalanırlar. Sinan, Cemgil, Alparslan ÖZDOĞAN ve Kadir MANGA katledilir. Varmak için güzel yarınlara, bizim de dağlarımız vardır Che Guevara, her küçük tepeyi bir Sierra Maestra yapmak bir görevdir. Ancak o zaman güneş doğar Nurhak'a.
l Haziran 1971' Maltepe'de bir evde Mahir ve Hüseyin kuşatılırlar, İkisi de geleneğe uygun olarak sonuna kadar savaşır. Ve Mahir ağır yaralı olarak esir düşerken Hüseyin CEVAHİR şehitler arasına katılır. 1971-1972 yılları Maltepe'den Kızıldere'ye kanlı bir onur çizgisidir. Türkiye'nin mücadele tarihini zorlamış, devrimci mücadeleyi gündeme koymuştur.
Kazanan onurdur devrimin adaletini küçümsemenin ağır yanılgısıyla İhanet edenler boynunda ölüm fermanıyla bir insan müsveddesi olarak yaşamını sürdürür.
Kana doymayanlar eylül cinayetleri devam ederken gözlerini Serdara diktiler Yaralı olarak yakalanmış, Eylül'ün komedi mahkemelerinde çok hızlı ve kırk günü geçmeyen yargılamayla Serdar’ın idamına karar verirler. 25 Ekim gecesi cellatlar savcılar yargıçlar, hepsi hazırdır. Serdar da ölüme hazırdır. Son anlarına dek pişman olmadığını haykırır hepsini küçümser. Ve o bildik tavrıyla alay eder, kendi sehpasını kendisi tekmeleyerek, son sözlerini cellatların suratına haykırarak ölümü kucaklar. Gün doğduğunda, ortada onurlu bir ölüm ve cellatların ömürleri boyunca alınlarına yazılı kalacak olan utançları vardır.
23 Kasım 2009 Pazartesi
TARİHTE BU GÜN THKP-C(Acilciler) 1. Kongresi ve Sayın A. Öcalan’ın konuşması
Mihrac Ural
21 Kasım 2009
21 Kasım 1 Aralık 1986. 1. Kongremizin bağlandığı yıl. THKP-C (Acilciler) bu kongreyle gerçekçi bir örgütsel yapıya kavuşarak, kurallarıyla yönetici ve sorumluluklarıyla arşivi ve etkinlikleriyle bir örgüt olarak ortak ülkemizin siyasal sahnesindeki yerini almıştır.
19 Ağustos 1977’da İstanbul’da uğradığımız polis baskını ve takibatlarında, polis işbirlikçisi, ahlaksız bir itirafçı kişi örgütümüzü istisnasız her şeyiyle polise teslim etmişti. Hayallerini bile anlatmış, olası eylemleri ve olası eylemcileri de söyleyerek, itirafçılık tarihine katkı yapacak bir darbenin örgütümüze vurulmasına yol açmıştır. Sonraki tüm gelişmeler ve bu gün yeniden yükselişe geçişimize karşı bir araya gelen itirafçı ve ortağı MİT ajanının ortaya koyduğu ihbarcı sürükleniş, dünü bu güne bağlayan halakların derin anlamını anlatmaya yeterlidir.
İtirafçının yıkımı ardından, örgütü yeniden toplamak ve ülke çapında siyasal duruşumuzu örgütsel bayrak altında yükseltmek için çok emek verildi. Bu emeklerle örgüt ülke çapında yeniden kurumlaşması, komitelerin yönettiği, kitle çizgisi açık olan bir örgüt haline gelmiştir.
Bu amaçla, fiili örgütsel yapının yükseltilmesi yanı sıra en önemli adım merkez yayın organı olarak CEPHE dergisinin çıkışıdır. Bu başarı, siyasi bir örgütün kitlelerle buluşması açısından hayatı bir önem sahiptir. Bu başarıyı gerçekleştirenler polis baskınlarıyla yakalanmalarına karşın örgütsel yapının bozulmaması, siyasi mücadelenin her yerde olduğu gibi ve yükselerek devamını getirdi. Sürecin gelişmeleri içinde esir düştük, işkencelerden geçtik. Ser verdik sır vermedik.
Bu duruş bir Acilci duruşuydu. Bizler zindandayken militan ve kadrolar, çalışmalarını ülke çalışmalarını başarıyla yürüttüler. Zindan sürecinde bizler ve tüm örgütsel etkinliklerimiz direnmelerine devam etti. Sağmalcılarda, Isparta cezaevinde, Denizli’de, Van, Niğde ve diğer zindanlarda, 12 Eylül döneminde Mamak zindanlarında ilk direniş yoldaşlarımızın emekleriyle, Sinop kalesi zindanını yıkılışı da Acilciler örgütünün katkılarıyla gerçekleşerek yürüdü; isyanlar, hak talepleri için direnişler, firar için tüneller bu sürecin içinde zindanlardan yükselen mücadeleyi temsil ediyordu. Merkezi kararla zindan gardiyanlarına ülke çapında yürüttüğümüz ihtar eylemleri küçümsenmeyecek bir katkı olarak tüm devrimcilerin yararına olmuştu.
Zindan firarı sonrası 12 Eylül rejimi gelip çatınca örgütün korunması, hataların ve eksiklerin yeniden gözden geçirilmesi içini yurt dışında güvenli bir alan yaratıldı. Bu güvenli alan siyasi ve askeri eğitim fırsatı olarak değerlendirildi. Görevler ihmal edilmeden yapılabileceklerin en azamisi yapılarak yerine getirildi. On yıllar içinde başarılan ve çok az hatayla kapatılan birçok süreç, bunu çok anlamlı bir mesaj haline getirmiştir.
Bu süreçte yurt dışı merkezin Ortadoğu olduğu tespiti ve buna karşı çıkan Avrupa kaçkınlarının tahribatlarının aşılması önemli bir dönemeçti. 1 Mayıs 1982’de ilk kez genişletilmiş Merkez Komite toplantısı çağrısı ve başarıl bir şekilde toplanıp kararlar alması bu adımı taçlandıran bir sonuçtu.
Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesinin (FKBDC) kuruluşunda etkin olarak yer alıp yeniden Cephe Merkez Yayın organının yayına başlatmak, onlarca yoldaşın eğitim sorunuyla olduğu kadar sosyal yaşamıyla imkanlar zorlanarak ilgili olmak, Avrupa’ya örgüt adına çalışmak üzere kadroları başarıyla taşımak bu sürecin başarıları arasındadır; siyasal günde aynı anda cevap veren binlerce bildiri, broşür ve kitap yazımı örgütümüzün literatürünü oluşturan veriler olarak ortaya çıktı. Örgütü örgüt yapan temel tezlerin tümü işte bu süreçte belirlenmiş oldu. THKP-C (Acilciler) adına kongrede onaylanmış tüm tezlerimiz bu süreçte belirginleşti. Önce süreçte arta kalan bir iki yazının karmaşık dokusu, Halk savaşı tezleri gibi işlevsiz önermeleri bu dönemde aşıldı.
1982 Haziranında,
İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve bu savaşta enternasyonalist dayanışmamız gereği kamplarında eğitildiğimiz Filistinlilerle birlikte savaşa katılmak ve savaş sonucunda tüm yoldaşların sağ salim merkezi kampa dönüşleri bu çalışmaların önemli bir parçasıydı. Bu mücadelenin doğal uzantısı olan Trablus savaşları İsrail ABD ve tüm Arap gericiliğine karış bir mücadele olarak belirmişti. Bu savaşta verdiğimiz şehitler bu mücadeleye olan bağlılığımızın bir ifadesiydi.
İşte 1. Kongremiz böylesi başarıların ardından bağlanmıştı.
Kongre algısı bir örgüt algısıdır, bir kurum ve kurallı çalışma algısıdır. Bunu gerçekleştirmek 12 Eylül rejiminin en karanlık kesitinde böylesi bur organizasyonu başarmak gerçekte de bir direnmeydi.
Kongremizi sabote etmeye yönelik üç MİT ajanının gönderilmesi, 12 Eylül rejiminin örgütümüze ilişkin yaklaşımını yansıtması açısından çok önemlidir. Üç MİT ajanın yakalanarak ifadelerinin alınması ise 12 Eylül rejimine sert bir şamardı. MİT ajanları Süleyman Koçak, Aydın Ocak ve İbrahim Yalçın’ın el yazılı itiraflarında örgütümüze ve PKK’ye karşı ne türden komplolar kurulduğunu açıkça ortaya çıkmıştır. Kamuoyuyla paylaştığımız bu belgelere rağmen yolumuzda kararlıca yürümekten bir an bile geri durmadık.
Kongremizi başarıyla bağladık.
1 Kongrenin şeref konukları arasında Sayın Abdullah Öcalan da bulunuyordu. Tarihte bu günün anısına bu konuşmayı sizlerle paylaşıyorum.
THKP-C Acilciler 1. Kongresinde (21 Kasım - 1 Aralık 1986) PKK Genel Sekreteri
Sayın Abdullah ÖCALAN´ın Yaptığı Konuşma.
Değerli Yoldaşlar,
Değerli THKP-C Acilciler 1. Kongre delegeleri ve değerli misafirler. Sözlerime başlamadan önce içten selamlarımı sunar, böylesine değerli ve bir çok oluşuma yol açacağına kesinlikle inandığım 1. Kongrenizde bulunma imkanına kavuştuğum için siz yoldaşlarıma şükranlarımı iletiyorum. (Alkışlar... "Yaşasın Kürt Türk Halklarının Mücadele Birliği" sloganları..)
Sizlere, partimiz PKK´nın kısmi de olsa ayağa kaldırdığı halkımızın mücadele selamlarını iletiyorum. (Alkışlar... "Biji Azadiye Kürdistan" sloganları.. ve alkışlar..) Tarihinden gelen ve günümüzde, özellikle 1980 sonrasında son derece vahşi ve barbarca bir saldırıyla üzerimize gelen, başta sizler ve bizler olmak üzere vahşi hayvanlara özgü kudurganlıkla saldırarak çoğumuzu, zindanlarda görülmemiş iğrenç işkencelerden geçiren faşist TC´nin saldırıları altında böylesine görkemli bir ortamda kavuşmamız hiçbir kişisel, ulusal, hatta sınıfsal basit çıkar endişesine kapılmadan, yeninin doğuşunu tartışmamız, yeniyi doğuracak pekçok kararlara ulaşmanız sizin gibi bizleri de son derece mutlu ediyor.
12 Eylül faşizminin yeniden biçimlendirdiği toplumsal ve onun bilinçteki yansımasına çok kararlı karşı çıkan ve asla kabul etmeyen şehitlerimiz ve zindanlardaki büyük direniş değerlerine layık olma, onları temsil etme kararlılığından asla söz etmezsek, burada ortaya çıkaracağımız kararlar halklarımız için bu sefer gerçekten nihai zafer yolunda bizi yüceltecek her türlü gelişme imkanlarına gebedir.
Birbirimize karşı derin kardeşlik bağlarıyla bağlıyız. Enternasyonalizm ilk ilkemizdir, ama benden önceki yoldaşımızın da bahsettiği gibi çok daha derin olan insani bağlarımız da vardır. Bölgemizin tarihinden ve güncel konumundan kaynaklanan bağlarımız vardır. (....)
Osmanlı devleti ve onun üzerinde inşa edilmiş Kemalist gericiliğin bugünkü saldırıları karşısında sorunlarımızı güçle, cesaretle, görülmemiş bir aydınlığa kavuşturma en azgın ve belalı rejimlerden biri olan Türkiye faşizmine karşı kongrenizin kendisini güçlü bir donanıma kavuşturarak çıkması en büyük temennimizdir.
Bu toplantıya, 1. Kongrenize gelirken gerçekten çok düşündüm. Neler yapmalıyız? Neler vermek zorundayız? Hiçbir yüzeyselliğe kapılmadan, Türkiye´de eskiden çok görülen yüzeysel sloganlarla yetirmeyerek, örgütlerimizin temellerinde yatan enternasyonalizm ruhunu sonuna kadar göstermek gereğini süratle duyuyor, rolümüzün olanca derinliğiyle şart olarak görme ve şartın gereklerini yerine getirmekten kaçınmayacağımızı belirtelim. (Alkışlar, alkışlar...)
Faşist rejimin zulmüne meydan okuyarak THKP-C Acilciler 1. Kongresine delege sıfatıyla katılan yoldaşlar, zindanları ve zulmünü yaşamış arkadaşlar, söylemeye gerek yok ama yaşadığınız dehşetin dile gelmesi, şu anda bile zindanlarda yaşayanların dehşet ortamını çalışmalarınızdan uzak tutmamanız gerekiyor. Orada direnen, insanlığın onurunu çiğnetmemek için verdiği en son mücadelesidir. Bunları asla unutmamalıyız, unutmayacağız. ("Zindandakiler Onurumuzdur", "Zindandakiler Gururumuzdur" sloganları.) (....)
Bize yapılanlar, bize yaşatılanlar, bize reva görülenler az sayıda insan topluluklarının, az sayıda ulusun başına gelmiştir. (....)
Sorumluluklarımız büyüktür. Bazı arkadaşlarımızın tecrübeleri noksan olabilir. Eksik bilgilenmemizin pek çok nedenleri vardır. Tarih bilgimiz çarpıtılmıştır. Kemalizm, eksik olmasın bunu epeyi başarmıştır. Bunlar bizleri kesinlikle umutsuzluğa, yılgınlığa düşürmemelidir. Geleceğe yönelik güçlü bir çıkıştan yoksun kalmamıza götürmemelidir. Geleceğe yönelik ikircimli yaklaşım, birazcık umutsuzluk çok kötü yerlere götürür bizi. Bizimle de kalmaz, bizim şahsımızda dalga dalga tüm toplumun hücrelerine kadar umutsuzluk dalgasına dönüşebilir. Buna fırsat tanımayalım. (....)
Bizim son çıkışlarımız belki çok çılgınca, mecnunca karşılanabilir ama, başta dehşetli bir faşizm varsa, buna karşı mutlaka bir şeyler yapmamız gerekiyorsa yapmalıydık ve bu yüzden de yaptık. (Alkışlar, alkışlar...) (....)
Yoldaşlar,
1. Kongre çalışmalarınızın çok önemli olacağına inanıyoruz, güveniyoruz. Bu toplantı ve çalışmalarınızın ülkemizin önünde duran tasfiyeci eğilimlerin iflasında da önemli bir rol oynayacağı açıktır. (....)
Anayasa, sendikalar yasası, şu son parlamento gibi daha bir çok kurum devrimcilerin yıkmakla yükümlü olduğu faşist kurumlardır. (....)
Bugün rejimi meşrulaştırma girişimlerinden başka bir şey olmayan legalizm hastalığı, yeniden diriltilmeye çalışılıyor. TKP´nin başını çektiği "Sol Birlik" sıkılmadan yeni bir legalizm savunuyor. Bütün çabası parlamentoya 1-2 milletvekili sokmak, TKP´yi meşrulaştırmak (....). 40 tane TKP kurulsa ne olur? Ne yapar? Çok açık biliniyor, Mustafa Suphi´ler Kemalizmin oyunuyla katledildiler. Ne acı ki, komünizm adına yola çıkan Mustafa Suphi´ler Kemalizme güvendiler. TKP´de bunu yapıyor. TKP neye güveniyor? Bunu biliyoruz, burada bir bel bağlama olayı var. Burjuvaziye bel bağlayarak komünistlik yapılmaz. (....)
Biz, Türkiye´li örgütlerle gerçekten son derece önemli, kardeşlik bağları kurmak istiyoruz. Biz Kürdistan adına parti şekillendirmeye karar verdiğimizde yüzlerce defa "Vatan bölünmez bir bütündür" diye azgın bir şövenizmle karşılaştık. Kendimize ulusal kimliğimizi söylemekten bile utandığımız bir durumun yaratıcıları karşısında, hergün süklüm püklüm kalıyorduk. Ne insanlığa açılıyorduk, ne sosyalizme. Bu noktada yeni bir şekillenmeye yönelmekten başka bir çare yoktu. (....)
Sizlerin, hareketinizin, soylu bir geçmişe ve başkaldırışa sahip olduğunu bilmeyen yoktur. O günkü amansız zorluklar ne olursa olsun bu soylu başkaldırışın önderlerinden bizzat konuşmalarına tanık olduğum Mahir Çayan yoldaşın, (Şiddetli alkışlar...) milliyetçilik ve ulusal sorun konusunda söyledikleri sözler çağdaş Türkiye halk hareketlerinin temeli olacak derinliktedir. Hareketinizin bu çıkışı da, zaten buna kanıtlar. Ve bizim de çıkışımız bunu kanıtlar. Evet, daha sonra yine sizlerin önder yoldaşlarınızın soylu çıkışları vardır. Belirtmek gerekir. Şahsen tanıma imkanı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın (Şiddetli alkışlar, alkışlar ve "Şehitlerimiz Ölümsüzdür" sloganları..) candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım. 12 Mart´tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi. Belki onlar görmedi ama, bazı tartışmalara sizlerden de arkadaşlar katıldı. Birçok tartışmada bazılarının tasfiyecilik eğilimlerine karşı biz, sonuna kadar bu direnişçilerin anısını dayattık. Onlar her ne kadar bugün aramızda yoksa da, onların anısının böyle oynanacak anılar olmayacağını diktik, kabul edeceksiniz dedik (....). Nitekim oralardaki ısrarlarımız, bizleri bu noktaya kadar getirdi. (....)
Yeni dönemin insani ilişkilerinin, örgüt ve dayanışma ilişkilerinin en derin temelde atılmasını istiyoruz. Buna sosyalizm densin, ne denirse densin. Bu çok gereklidir. (....) Biz mevcut yüzeysel, zayıf ilişkilerle ne kadar ayakta kalabiliriz? Bu zayıf ve yüzeysel ilişkiler kendi örgüt yapımız içinde bile bana en dehşetli anı veriyor. Hiçbir şeyden çekinip korktuğum kadar yoldaşlar arasında zayıf ikircimli, kararsız ilişkilerden korkmuyorum. Yoldaşlar birbirlerine gerçekten güven vermeliler, eğer veremezsek ölümün üzerine gidemeyiz. Ve gidildimi, ezik yürekle gidildimi en dramatik olan şey olur. (....)
Sizinle FKBDC çalışmalarında bir yığın görüşmelerimiz oldu. Program konusunda ilerlemeler kaydettik. Bilinen tasfiyeciler, biz adını "Yeni Enver´cik" koyduk (şimdi, Avrupa varoşlarında dolaşıyor). Bugün Dev-Yol´u bu hale getiren tasfiyeci Enver´cik bir çok şeye zarar verdi. (....)
Şimdi, bir taraftan "Sol Birlik" ve birlik çağrıları yapıyor. Bunlar bizi de satar sizleri de satar. Kendi deneyimlerinizi gözönüne getirin, bunu yaparlar. Bunlara karşı dikkatli olmamız gerek.
Arkadaşlar, yoldaşlar;
Ben, tüm örgütümüz adına söylüyorum. Herşeyi yaparım, yeterki tasfiyecilik bıçağının altına bizi yatırmasınlar. (Alkışlar... "Yaşasın Direniş, Kahrolsun Tasfiyecilik" sloganları...) Bize tasfiye kapıları dayatıldı, kabul etmedik, etmemeliyiz. (....)
Sizlerle birlikte, sosyalist ülkelerle gelişen, gelişmekte olan ilişkileri daha da geliştireceğimize inanıyorum. (....) Sizlerin ve bizlerin geliştirmiş olduğu kongre zirveleri yeniye çıkışın önemli aşamalarıdır. (....)
Türk faşizmi Irak´a, İran´a, Suriye´ye yöneliminde çekingen ve çok iyi biliyorsunuz ikili görüşmelerinde bunu çözümlemeye çalışıyor. Ama başarısız, çözümleyemiyor. Irak´la çözümledi, Irak gerici rejimiyle ittifakı var. İran ve Suriye´yle çözümleyemiyor. Başarısız, başarısız olduğu için yönelemiyor. (....)
Kürdistan devrimci hareketini, yalnız Türkiye´nin devrimci-demokratik hareketi için değil, Ortadoğu halklarının kurtuluş mücadelesinde oynanması gereken en özgül, en belirleyici rolü oynatmak, bu noktada Kürt hareketine Avrupa´nın dayattığı reformizmi ve gerici milliyetçiliği kesinlikle reddetmek, Kürdistan´ı Ortadoğu devriminin güçlü bir müttefiki haline getirmek görevimizdir. Biz, bu şansı yakalamışızdır. Bunu acele de yapmış olsak, biraz hazırlıksız da yapmış olsak, bugün kudurgan faşist generaller çetesi sıkışmıştır. (....)
Şunu kesinlikle belirteyim ki, biz bu çıkışlarımızı dar milliyetçi çıkarlar için kullanmayacağız ve kesinlikle salt bir ulusal kurtuluşçuluk mücadelesine dönüştürmeyeceğiz. Geçmişte çok silik bir rüya gibi olan ama şimdi gittikçe aydınlanan, gerçek olan, burada Ortadoğu emekçi halklarının kurtuluş mücadelesinin güçlü direnişine yol açabilecek, güçlü bir direniş kalesi yaratabilmek. (....)
Türkiye işçi sınıfı ve onun önderliğinde yükselecek devrimci demokratik sosyalist hareketi, onun sınıf temeli, bizim stratejik müttefikimizdir. Asla bundan kuşkumuz yok, daha doğarken esas aldığımız müttefikimiz buydu. Anlayışsızlıklarından vazgeçsin, tasfiyeciliklerinden vazgeçsinler. Ama buna rağmen, objektif olarak devrimi gerçekleştirecek, birlikte omuz omuza olacağımız güç, Türkiye işçi sınıfı ve onun önderliğinde devrimci demokratik sosyalist harekettir. (....)
Yoldaşlar,
Bundan sonra sizler, değindiğimiz meseleleri şüphesiz daha fazla tartışacaksınız ve eminimki, bizleri de mutlu kılacak, birçok veriye anlam kazandıracak devrimci kararlara dönüştüreceksiniz. Sizlerle beraber fazla gelişme kaydetmemiş, canlandırılmamışta olsa, değer verilmesi gereken resmi, siyasal bağlarımız da vardır. FKBDC´ne biz baştada Mihrac yoldaşa, bu ismin kalmasını söyledik. Çünkü, tasfiyeci şefler bu sıfatı ezmek istediler. Tasfiye etmek istediler, biz kalmasını istiyoruz. Örgütlerimizi geliştiririz, yenileriz, daha sonra canlandırırız. Türkiye halklarının ortak direnişinin resmi, somut ifadesi olan bu sloganın, öyle soyut atılan bir slogan olmadığını, eğer bundan sonra direniş gerçekleşecekse bu slogan altında gerçekleşebileceği, partimizin benzer yürüttüğü çalışmalardan da bu konuya önem vermemiz gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Sizlerin de aynı şeyleri düşündüğünüzü biliyoruz. Fazla söze gerek yok. Yüzeysel, birbirini idare etmeye yönelik ilişkilerden öteye derin, tarihsel bir temeli esas alan ve günümüzün bilimsel bir izahını yapan bu zirveler, güçlü dayanışmamızın temeli olmaktadır. (....)
Enternasyonalizm, Türkiye´nin solu, tasfiyecilik ve TC´nin olası gelişmeleri hakkında benzerliklerimiz çok yakın. İnanıyoruz ki, bu temelde bizim yoldaşlığımız güç kazanacaktır. Bu yoldaşlığımızın güç kazanmasını istiyoruz. Türkiye´de, birçok devrimci örgütle ve pekçoğunu yitirdiğimiz devrimci ile oturup kalktık, çoğu acımasız koşullarda direndi, bazıları alçakça teslim oldu. Buraya kadar geldik. Kesinlikle özümüze güvenmeliyiz. Elimizden gelen bütün desteği sizlere göstermeye çalışacağız. Sonuna kadar buna güvenmelisiniz. Sizlerin de, elinizden gelen bütün desteği bize göstereceğinize, sonuna kadar inanıyoruz.
Sözlerimi bu düşünce ve inançla tamamlarken, partimiz PKK adına kongrenizden yeni yeni başarılar bekliyorum. Hepinizin mücadelesinde ve yaşamında üstün başarılar diliyorum.
Yaşasın Kongreniz,
Yaşasın Enternasyonalizm...
(Ayakta alkışlar... "Yaşasın Enternasyonalizm", "Yaşasın Türk-Kürt Halklarının Mücadele Birliği" sloganları, alkışlar...)
21 Kasım 2009
21 Kasım 1 Aralık 1986. 1. Kongremizin bağlandığı yıl. THKP-C (Acilciler) bu kongreyle gerçekçi bir örgütsel yapıya kavuşarak, kurallarıyla yönetici ve sorumluluklarıyla arşivi ve etkinlikleriyle bir örgüt olarak ortak ülkemizin siyasal sahnesindeki yerini almıştır.
19 Ağustos 1977’da İstanbul’da uğradığımız polis baskını ve takibatlarında, polis işbirlikçisi, ahlaksız bir itirafçı kişi örgütümüzü istisnasız her şeyiyle polise teslim etmişti. Hayallerini bile anlatmış, olası eylemleri ve olası eylemcileri de söyleyerek, itirafçılık tarihine katkı yapacak bir darbenin örgütümüze vurulmasına yol açmıştır. Sonraki tüm gelişmeler ve bu gün yeniden yükselişe geçişimize karşı bir araya gelen itirafçı ve ortağı MİT ajanının ortaya koyduğu ihbarcı sürükleniş, dünü bu güne bağlayan halakların derin anlamını anlatmaya yeterlidir.
İtirafçının yıkımı ardından, örgütü yeniden toplamak ve ülke çapında siyasal duruşumuzu örgütsel bayrak altında yükseltmek için çok emek verildi. Bu emeklerle örgüt ülke çapında yeniden kurumlaşması, komitelerin yönettiği, kitle çizgisi açık olan bir örgüt haline gelmiştir.
Bu amaçla, fiili örgütsel yapının yükseltilmesi yanı sıra en önemli adım merkez yayın organı olarak CEPHE dergisinin çıkışıdır. Bu başarı, siyasi bir örgütün kitlelerle buluşması açısından hayatı bir önem sahiptir. Bu başarıyı gerçekleştirenler polis baskınlarıyla yakalanmalarına karşın örgütsel yapının bozulmaması, siyasi mücadelenin her yerde olduğu gibi ve yükselerek devamını getirdi. Sürecin gelişmeleri içinde esir düştük, işkencelerden geçtik. Ser verdik sır vermedik.
Bu duruş bir Acilci duruşuydu. Bizler zindandayken militan ve kadrolar, çalışmalarını ülke çalışmalarını başarıyla yürüttüler. Zindan sürecinde bizler ve tüm örgütsel etkinliklerimiz direnmelerine devam etti. Sağmalcılarda, Isparta cezaevinde, Denizli’de, Van, Niğde ve diğer zindanlarda, 12 Eylül döneminde Mamak zindanlarında ilk direniş yoldaşlarımızın emekleriyle, Sinop kalesi zindanını yıkılışı da Acilciler örgütünün katkılarıyla gerçekleşerek yürüdü; isyanlar, hak talepleri için direnişler, firar için tüneller bu sürecin içinde zindanlardan yükselen mücadeleyi temsil ediyordu. Merkezi kararla zindan gardiyanlarına ülke çapında yürüttüğümüz ihtar eylemleri küçümsenmeyecek bir katkı olarak tüm devrimcilerin yararına olmuştu.
Zindan firarı sonrası 12 Eylül rejimi gelip çatınca örgütün korunması, hataların ve eksiklerin yeniden gözden geçirilmesi içini yurt dışında güvenli bir alan yaratıldı. Bu güvenli alan siyasi ve askeri eğitim fırsatı olarak değerlendirildi. Görevler ihmal edilmeden yapılabileceklerin en azamisi yapılarak yerine getirildi. On yıllar içinde başarılan ve çok az hatayla kapatılan birçok süreç, bunu çok anlamlı bir mesaj haline getirmiştir.
Bu süreçte yurt dışı merkezin Ortadoğu olduğu tespiti ve buna karşı çıkan Avrupa kaçkınlarının tahribatlarının aşılması önemli bir dönemeçti. 1 Mayıs 1982’de ilk kez genişletilmiş Merkez Komite toplantısı çağrısı ve başarıl bir şekilde toplanıp kararlar alması bu adımı taçlandıran bir sonuçtu.
Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesinin (FKBDC) kuruluşunda etkin olarak yer alıp yeniden Cephe Merkez Yayın organının yayına başlatmak, onlarca yoldaşın eğitim sorunuyla olduğu kadar sosyal yaşamıyla imkanlar zorlanarak ilgili olmak, Avrupa’ya örgüt adına çalışmak üzere kadroları başarıyla taşımak bu sürecin başarıları arasındadır; siyasal günde aynı anda cevap veren binlerce bildiri, broşür ve kitap yazımı örgütümüzün literatürünü oluşturan veriler olarak ortaya çıktı. Örgütü örgüt yapan temel tezlerin tümü işte bu süreçte belirlenmiş oldu. THKP-C (Acilciler) adına kongrede onaylanmış tüm tezlerimiz bu süreçte belirginleşti. Önce süreçte arta kalan bir iki yazının karmaşık dokusu, Halk savaşı tezleri gibi işlevsiz önermeleri bu dönemde aşıldı.
1982 Haziranında,
İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve bu savaşta enternasyonalist dayanışmamız gereği kamplarında eğitildiğimiz Filistinlilerle birlikte savaşa katılmak ve savaş sonucunda tüm yoldaşların sağ salim merkezi kampa dönüşleri bu çalışmaların önemli bir parçasıydı. Bu mücadelenin doğal uzantısı olan Trablus savaşları İsrail ABD ve tüm Arap gericiliğine karış bir mücadele olarak belirmişti. Bu savaşta verdiğimiz şehitler bu mücadeleye olan bağlılığımızın bir ifadesiydi.
İşte 1. Kongremiz böylesi başarıların ardından bağlanmıştı.
Kongre algısı bir örgüt algısıdır, bir kurum ve kurallı çalışma algısıdır. Bunu gerçekleştirmek 12 Eylül rejiminin en karanlık kesitinde böylesi bur organizasyonu başarmak gerçekte de bir direnmeydi.
Kongremizi sabote etmeye yönelik üç MİT ajanının gönderilmesi, 12 Eylül rejiminin örgütümüze ilişkin yaklaşımını yansıtması açısından çok önemlidir. Üç MİT ajanın yakalanarak ifadelerinin alınması ise 12 Eylül rejimine sert bir şamardı. MİT ajanları Süleyman Koçak, Aydın Ocak ve İbrahim Yalçın’ın el yazılı itiraflarında örgütümüze ve PKK’ye karşı ne türden komplolar kurulduğunu açıkça ortaya çıkmıştır. Kamuoyuyla paylaştığımız bu belgelere rağmen yolumuzda kararlıca yürümekten bir an bile geri durmadık.
Kongremizi başarıyla bağladık.
1 Kongrenin şeref konukları arasında Sayın Abdullah Öcalan da bulunuyordu. Tarihte bu günün anısına bu konuşmayı sizlerle paylaşıyorum.
THKP-C Acilciler 1. Kongresinde (21 Kasım - 1 Aralık 1986) PKK Genel Sekreteri
Sayın Abdullah ÖCALAN´ın Yaptığı Konuşma.
Değerli Yoldaşlar,
Değerli THKP-C Acilciler 1. Kongre delegeleri ve değerli misafirler. Sözlerime başlamadan önce içten selamlarımı sunar, böylesine değerli ve bir çok oluşuma yol açacağına kesinlikle inandığım 1. Kongrenizde bulunma imkanına kavuştuğum için siz yoldaşlarıma şükranlarımı iletiyorum. (Alkışlar... "Yaşasın Kürt Türk Halklarının Mücadele Birliği" sloganları..)
Sizlere, partimiz PKK´nın kısmi de olsa ayağa kaldırdığı halkımızın mücadele selamlarını iletiyorum. (Alkışlar... "Biji Azadiye Kürdistan" sloganları.. ve alkışlar..) Tarihinden gelen ve günümüzde, özellikle 1980 sonrasında son derece vahşi ve barbarca bir saldırıyla üzerimize gelen, başta sizler ve bizler olmak üzere vahşi hayvanlara özgü kudurganlıkla saldırarak çoğumuzu, zindanlarda görülmemiş iğrenç işkencelerden geçiren faşist TC´nin saldırıları altında böylesine görkemli bir ortamda kavuşmamız hiçbir kişisel, ulusal, hatta sınıfsal basit çıkar endişesine kapılmadan, yeninin doğuşunu tartışmamız, yeniyi doğuracak pekçok kararlara ulaşmanız sizin gibi bizleri de son derece mutlu ediyor.
12 Eylül faşizminin yeniden biçimlendirdiği toplumsal ve onun bilinçteki yansımasına çok kararlı karşı çıkan ve asla kabul etmeyen şehitlerimiz ve zindanlardaki büyük direniş değerlerine layık olma, onları temsil etme kararlılığından asla söz etmezsek, burada ortaya çıkaracağımız kararlar halklarımız için bu sefer gerçekten nihai zafer yolunda bizi yüceltecek her türlü gelişme imkanlarına gebedir.
Birbirimize karşı derin kardeşlik bağlarıyla bağlıyız. Enternasyonalizm ilk ilkemizdir, ama benden önceki yoldaşımızın da bahsettiği gibi çok daha derin olan insani bağlarımız da vardır. Bölgemizin tarihinden ve güncel konumundan kaynaklanan bağlarımız vardır. (....)
Osmanlı devleti ve onun üzerinde inşa edilmiş Kemalist gericiliğin bugünkü saldırıları karşısında sorunlarımızı güçle, cesaretle, görülmemiş bir aydınlığa kavuşturma en azgın ve belalı rejimlerden biri olan Türkiye faşizmine karşı kongrenizin kendisini güçlü bir donanıma kavuşturarak çıkması en büyük temennimizdir.
Bu toplantıya, 1. Kongrenize gelirken gerçekten çok düşündüm. Neler yapmalıyız? Neler vermek zorundayız? Hiçbir yüzeyselliğe kapılmadan, Türkiye´de eskiden çok görülen yüzeysel sloganlarla yetirmeyerek, örgütlerimizin temellerinde yatan enternasyonalizm ruhunu sonuna kadar göstermek gereğini süratle duyuyor, rolümüzün olanca derinliğiyle şart olarak görme ve şartın gereklerini yerine getirmekten kaçınmayacağımızı belirtelim. (Alkışlar, alkışlar...)
Faşist rejimin zulmüne meydan okuyarak THKP-C Acilciler 1. Kongresine delege sıfatıyla katılan yoldaşlar, zindanları ve zulmünü yaşamış arkadaşlar, söylemeye gerek yok ama yaşadığınız dehşetin dile gelmesi, şu anda bile zindanlarda yaşayanların dehşet ortamını çalışmalarınızdan uzak tutmamanız gerekiyor. Orada direnen, insanlığın onurunu çiğnetmemek için verdiği en son mücadelesidir. Bunları asla unutmamalıyız, unutmayacağız. ("Zindandakiler Onurumuzdur", "Zindandakiler Gururumuzdur" sloganları.) (....)
Bize yapılanlar, bize yaşatılanlar, bize reva görülenler az sayıda insan topluluklarının, az sayıda ulusun başına gelmiştir. (....)
Sorumluluklarımız büyüktür. Bazı arkadaşlarımızın tecrübeleri noksan olabilir. Eksik bilgilenmemizin pek çok nedenleri vardır. Tarih bilgimiz çarpıtılmıştır. Kemalizm, eksik olmasın bunu epeyi başarmıştır. Bunlar bizleri kesinlikle umutsuzluğa, yılgınlığa düşürmemelidir. Geleceğe yönelik güçlü bir çıkıştan yoksun kalmamıza götürmemelidir. Geleceğe yönelik ikircimli yaklaşım, birazcık umutsuzluk çok kötü yerlere götürür bizi. Bizimle de kalmaz, bizim şahsımızda dalga dalga tüm toplumun hücrelerine kadar umutsuzluk dalgasına dönüşebilir. Buna fırsat tanımayalım. (....)
Bizim son çıkışlarımız belki çok çılgınca, mecnunca karşılanabilir ama, başta dehşetli bir faşizm varsa, buna karşı mutlaka bir şeyler yapmamız gerekiyorsa yapmalıydık ve bu yüzden de yaptık. (Alkışlar, alkışlar...) (....)
Yoldaşlar,
1. Kongre çalışmalarınızın çok önemli olacağına inanıyoruz, güveniyoruz. Bu toplantı ve çalışmalarınızın ülkemizin önünde duran tasfiyeci eğilimlerin iflasında da önemli bir rol oynayacağı açıktır. (....)
Anayasa, sendikalar yasası, şu son parlamento gibi daha bir çok kurum devrimcilerin yıkmakla yükümlü olduğu faşist kurumlardır. (....)
Bugün rejimi meşrulaştırma girişimlerinden başka bir şey olmayan legalizm hastalığı, yeniden diriltilmeye çalışılıyor. TKP´nin başını çektiği "Sol Birlik" sıkılmadan yeni bir legalizm savunuyor. Bütün çabası parlamentoya 1-2 milletvekili sokmak, TKP´yi meşrulaştırmak (....). 40 tane TKP kurulsa ne olur? Ne yapar? Çok açık biliniyor, Mustafa Suphi´ler Kemalizmin oyunuyla katledildiler. Ne acı ki, komünizm adına yola çıkan Mustafa Suphi´ler Kemalizme güvendiler. TKP´de bunu yapıyor. TKP neye güveniyor? Bunu biliyoruz, burada bir bel bağlama olayı var. Burjuvaziye bel bağlayarak komünistlik yapılmaz. (....)
Biz, Türkiye´li örgütlerle gerçekten son derece önemli, kardeşlik bağları kurmak istiyoruz. Biz Kürdistan adına parti şekillendirmeye karar verdiğimizde yüzlerce defa "Vatan bölünmez bir bütündür" diye azgın bir şövenizmle karşılaştık. Kendimize ulusal kimliğimizi söylemekten bile utandığımız bir durumun yaratıcıları karşısında, hergün süklüm püklüm kalıyorduk. Ne insanlığa açılıyorduk, ne sosyalizme. Bu noktada yeni bir şekillenmeye yönelmekten başka bir çare yoktu. (....)
Sizlerin, hareketinizin, soylu bir geçmişe ve başkaldırışa sahip olduğunu bilmeyen yoktur. O günkü amansız zorluklar ne olursa olsun bu soylu başkaldırışın önderlerinden bizzat konuşmalarına tanık olduğum Mahir Çayan yoldaşın, (Şiddetli alkışlar...) milliyetçilik ve ulusal sorun konusunda söyledikleri sözler çağdaş Türkiye halk hareketlerinin temeli olacak derinliktedir. Hareketinizin bu çıkışı da, zaten buna kanıtlar. Ve bizim de çıkışımız bunu kanıtlar. Evet, daha sonra yine sizlerin önder yoldaşlarınızın soylu çıkışları vardır. Belirtmek gerekir. Şahsen tanıma imkanı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın (Şiddetli alkışlar, alkışlar ve "Şehitlerimiz Ölümsüzdür" sloganları..) candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım. 12 Mart´tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi. Belki onlar görmedi ama, bazı tartışmalara sizlerden de arkadaşlar katıldı. Birçok tartışmada bazılarının tasfiyecilik eğilimlerine karşı biz, sonuna kadar bu direnişçilerin anısını dayattık. Onlar her ne kadar bugün aramızda yoksa da, onların anısının böyle oynanacak anılar olmayacağını diktik, kabul edeceksiniz dedik (....). Nitekim oralardaki ısrarlarımız, bizleri bu noktaya kadar getirdi. (....)
Yeni dönemin insani ilişkilerinin, örgüt ve dayanışma ilişkilerinin en derin temelde atılmasını istiyoruz. Buna sosyalizm densin, ne denirse densin. Bu çok gereklidir. (....) Biz mevcut yüzeysel, zayıf ilişkilerle ne kadar ayakta kalabiliriz? Bu zayıf ve yüzeysel ilişkiler kendi örgüt yapımız içinde bile bana en dehşetli anı veriyor. Hiçbir şeyden çekinip korktuğum kadar yoldaşlar arasında zayıf ikircimli, kararsız ilişkilerden korkmuyorum. Yoldaşlar birbirlerine gerçekten güven vermeliler, eğer veremezsek ölümün üzerine gidemeyiz. Ve gidildimi, ezik yürekle gidildimi en dramatik olan şey olur. (....)
Sizinle FKBDC çalışmalarında bir yığın görüşmelerimiz oldu. Program konusunda ilerlemeler kaydettik. Bilinen tasfiyeciler, biz adını "Yeni Enver´cik" koyduk (şimdi, Avrupa varoşlarında dolaşıyor). Bugün Dev-Yol´u bu hale getiren tasfiyeci Enver´cik bir çok şeye zarar verdi. (....)
Şimdi, bir taraftan "Sol Birlik" ve birlik çağrıları yapıyor. Bunlar bizi de satar sizleri de satar. Kendi deneyimlerinizi gözönüne getirin, bunu yaparlar. Bunlara karşı dikkatli olmamız gerek.
Arkadaşlar, yoldaşlar;
Ben, tüm örgütümüz adına söylüyorum. Herşeyi yaparım, yeterki tasfiyecilik bıçağının altına bizi yatırmasınlar. (Alkışlar... "Yaşasın Direniş, Kahrolsun Tasfiyecilik" sloganları...) Bize tasfiye kapıları dayatıldı, kabul etmedik, etmemeliyiz. (....)
Sizlerle birlikte, sosyalist ülkelerle gelişen, gelişmekte olan ilişkileri daha da geliştireceğimize inanıyorum. (....) Sizlerin ve bizlerin geliştirmiş olduğu kongre zirveleri yeniye çıkışın önemli aşamalarıdır. (....)
Türk faşizmi Irak´a, İran´a, Suriye´ye yöneliminde çekingen ve çok iyi biliyorsunuz ikili görüşmelerinde bunu çözümlemeye çalışıyor. Ama başarısız, çözümleyemiyor. Irak´la çözümledi, Irak gerici rejimiyle ittifakı var. İran ve Suriye´yle çözümleyemiyor. Başarısız, başarısız olduğu için yönelemiyor. (....)
Kürdistan devrimci hareketini, yalnız Türkiye´nin devrimci-demokratik hareketi için değil, Ortadoğu halklarının kurtuluş mücadelesinde oynanması gereken en özgül, en belirleyici rolü oynatmak, bu noktada Kürt hareketine Avrupa´nın dayattığı reformizmi ve gerici milliyetçiliği kesinlikle reddetmek, Kürdistan´ı Ortadoğu devriminin güçlü bir müttefiki haline getirmek görevimizdir. Biz, bu şansı yakalamışızdır. Bunu acele de yapmış olsak, biraz hazırlıksız da yapmış olsak, bugün kudurgan faşist generaller çetesi sıkışmıştır. (....)
Şunu kesinlikle belirteyim ki, biz bu çıkışlarımızı dar milliyetçi çıkarlar için kullanmayacağız ve kesinlikle salt bir ulusal kurtuluşçuluk mücadelesine dönüştürmeyeceğiz. Geçmişte çok silik bir rüya gibi olan ama şimdi gittikçe aydınlanan, gerçek olan, burada Ortadoğu emekçi halklarının kurtuluş mücadelesinin güçlü direnişine yol açabilecek, güçlü bir direniş kalesi yaratabilmek. (....)
Türkiye işçi sınıfı ve onun önderliğinde yükselecek devrimci demokratik sosyalist hareketi, onun sınıf temeli, bizim stratejik müttefikimizdir. Asla bundan kuşkumuz yok, daha doğarken esas aldığımız müttefikimiz buydu. Anlayışsızlıklarından vazgeçsin, tasfiyeciliklerinden vazgeçsinler. Ama buna rağmen, objektif olarak devrimi gerçekleştirecek, birlikte omuz omuza olacağımız güç, Türkiye işçi sınıfı ve onun önderliğinde devrimci demokratik sosyalist harekettir. (....)
Yoldaşlar,
Bundan sonra sizler, değindiğimiz meseleleri şüphesiz daha fazla tartışacaksınız ve eminimki, bizleri de mutlu kılacak, birçok veriye anlam kazandıracak devrimci kararlara dönüştüreceksiniz. Sizlerle beraber fazla gelişme kaydetmemiş, canlandırılmamışta olsa, değer verilmesi gereken resmi, siyasal bağlarımız da vardır. FKBDC´ne biz baştada Mihrac yoldaşa, bu ismin kalmasını söyledik. Çünkü, tasfiyeci şefler bu sıfatı ezmek istediler. Tasfiye etmek istediler, biz kalmasını istiyoruz. Örgütlerimizi geliştiririz, yenileriz, daha sonra canlandırırız. Türkiye halklarının ortak direnişinin resmi, somut ifadesi olan bu sloganın, öyle soyut atılan bir slogan olmadığını, eğer bundan sonra direniş gerçekleşecekse bu slogan altında gerçekleşebileceği, partimizin benzer yürüttüğü çalışmalardan da bu konuya önem vermemiz gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Sizlerin de aynı şeyleri düşündüğünüzü biliyoruz. Fazla söze gerek yok. Yüzeysel, birbirini idare etmeye yönelik ilişkilerden öteye derin, tarihsel bir temeli esas alan ve günümüzün bilimsel bir izahını yapan bu zirveler, güçlü dayanışmamızın temeli olmaktadır. (....)
Enternasyonalizm, Türkiye´nin solu, tasfiyecilik ve TC´nin olası gelişmeleri hakkında benzerliklerimiz çok yakın. İnanıyoruz ki, bu temelde bizim yoldaşlığımız güç kazanacaktır. Bu yoldaşlığımızın güç kazanmasını istiyoruz. Türkiye´de, birçok devrimci örgütle ve pekçoğunu yitirdiğimiz devrimci ile oturup kalktık, çoğu acımasız koşullarda direndi, bazıları alçakça teslim oldu. Buraya kadar geldik. Kesinlikle özümüze güvenmeliyiz. Elimizden gelen bütün desteği sizlere göstermeye çalışacağız. Sonuna kadar buna güvenmelisiniz. Sizlerin de, elinizden gelen bütün desteği bize göstereceğinize, sonuna kadar inanıyoruz.
Sözlerimi bu düşünce ve inançla tamamlarken, partimiz PKK adına kongrenizden yeni yeni başarılar bekliyorum. Hepinizin mücadelesinde ve yaşamında üstün başarılar diliyorum.
Yaşasın Kongreniz,
Yaşasın Enternasyonalizm...
(Ayakta alkışlar... "Yaşasın Enternasyonalizm", "Yaşasın Türk-Kürt Halklarının Mücadele Birliği" sloganları, alkışlar...)
17 Kasım 2009 Salı
DEMEMİZ O Kİ ONLAR TARİHE ADLARINI KANLARI İLE YAZDILAR
Zeki BAYTERİN
18 Kasım 2009
Hiç yüzünüz kızarmaz mı sizin? Onca yıl sonra, dile kolay, üzerine yirmi küsur yıl geçmiş.
Yirmi küsur yıl. Hiç kininiz azalmaz mı sizin? Yirmi küsur yılda yirmi gram dürüstlük girmez mi dağarcığınıza? Birazcık olsun değişmez mi o berbat ahlakınız? Ve sıkılmaz mı hiç insan bunca yıldır aynı şeyleri söyleyip durmaktan, aynı yalanları ısıtıp ısıtıp ortalığa sürmekten aynen aydınlık. Yine o diz boyu ahlaksızlığıyla o bildiğimiz aynı kötü numaralar.
Bayatladı artık ve bıktırdı. Çünkü, hiç yüzü kızarmayan, daha doğrusu kızaracak bir yüze sahip olmayan insanlarla karşı karşıya olduğunuzu eğer en baştan bilmiyorsanız, bu kadar zırvanın nasıl becerilip bir araya getirildiği sorusu karşısında aciz kalabilirsiniz. Gerçekten de herhangi bir devrimci insanın böylesi bir yalan dolan yığını içersinde bocalamaması çok zordur. Devrimcilik kavramını dürüstlük kavramıyla hep bir arada düşünmüş ve öğrenmişseniz, yandınız bütün bu akıl almaz sahtekarlıklar içersinde ne yapacağınızı şaşırırsınız.
Tarih yazım biçiminin çok belirgin temel kuralları vardır ve bunlar pek zorlanmadan görülebilir.
Örneğin PDA usulü tarih yazımının birinci ve en önemli kuralı, zayıflamış yada zayıfladığı varsayılan hafıza sakatlığı, belleğe oynamaktır.
Sözgelimi bir yazıda sözünü ettiğiniz olaylar yirmi küsur yıldan fazla zaman önce gerçekleşmişse, arada yeni kuşakların yetiştiğini ve bu kuşakların söz konusu döneme ait bilgilerinin zayıf olduğunu bilirsiniz. Yada en azından böyle bir varsayıma sahipsinizdir. Devrimci hareketin bugünkü insanlarının büyük çoğunluğu bırakınız 70'i, 80'i bile yetişkinlik dönemlerinde yaşamamışlardır. Sorun yalnızca bilgi sorunu değil, daha önemlisi bir atmosferi yaşamamıştır. 70'lı yılların sonunda Türkiye'nin manzarası nedir, yaşanan gerçeklik nasıldır, nasıl bir hava hakimdir. Bunlar uzakta kalmış şeylerdir.
Örneğin, bırakın 70’leri insanımız, 80 öncesini bile kavramakta zorlanmaktadır. Çok basit örnektir, bu insan kuşağına bir polder olayını anlatabilmek önemli bir sorundur. Devlet güçlerinin günümüzdeki sarsılmaz homojenliğini yaşayan insanın, Emniyet Müdürlüğü bahçesinde oturma eylemi yapan polisler gibi bir manzarayı kafasında hayal edebilmesi gerçekten de zordur. Seyir, bu ülke toprağında kendisi önceleyen kerte kerte gerçekleşen hesaplaşmalar kopuşlarla kendi bağımsız yolunu çizdiği bir süreçtir yürüyüştür.
Dün artık yaşanan olgu, bugün okunan bir tarih olmuş, toplumsal bellek unutkanlık ile sakatlanmıştır. Tarihsel bir olaydan söz ediliyorsa en iyi PDA’lılar bilir, bütün yazı içersinde tek bir objektif kanıt bulamazsınız. İddialar her zaman çok kalın ve nettir. Ama bunu destekleyen kanıt ve tanıklar ya hiç ortada yoktur ya da belirsizdir. Ya bulanıklık yaratacak abuk sabuk iddalar yada sorular ortaya atıp sahipsiz bırakacak, yada söyleniyor duyumdur gibi sözcüklerin arkasına saklanacak. Tipik kontra bildirisi yöntemidir ve tek bir ciddi amacı vardır, okuyanların en azından bir bölümünün zihnini bulandırmak.
Kimdir bu eski önemli şahsiyetler
Örneğin, Deniz GEZMİŞ yakalanır. Yakalanınca da hanyayı konyayı anlar ve mutlaka yaptığı yanlışları, işlediği günahları anlatacak bir güvenilir dost arar, aklına kim gelir PERİNÇEK! Başka kim olabilir ki? O dönem bütün devrimcilerin canları gibi sevdikleri, en çok görmek istedikleri dostları PERİNÇEK'tir. Hemen telgraf çeker, acele gel diye Deniz, görüşmede ne varsa döker. Tarihi hatalar yaptıklarını itiraf eder İçini döküp rahatlar. Tarihin cilvesine bakınız ki, bütün cuntacıların en tehlikeli grup olarak tanımlayıp ilk tutuklanacaklar listesine koyduğu PDA’nın şefi 12 Mart sonrasında henüz avukattır, cuntaların oyuncağı olan Deniz GEZMİŞ ise idamlık tutuklu.
Olayın iki tanığından biri artık konuşma olanağından mahrumdur, diğeri de Türkiye solunun en güvenilir kadrosu olan Perinçek'tir!
Tarih işte böyle yazılır. Siz inanırsınız ya da inanmazsınız, keyfiniz bilir, bu bir yüzde hesabıdır okuyanların kaçta kaçının bu şarlatanlığa inanacak kadar saf olduğu üzerine yapılan bir yüzde hesabı vardır ve Perinçek, çok düşük yüzdelere bile çoktan razıdır. Çünkü O, bütün devrimcileri kandıramayacağını bilecek kadar akıllıdır.
1968'in ünlü gençlik liderinin yerinde artık yanlış bir devrim stratejisinin kurbanı olmuş genç bir insan vardır.
Deniz GEZMİŞ' ten söz ediliyor !!
Darbe hazırlıkçıları Deniz'in her şeyini bilmektedirler. Elindeki silahlar yetersiz bulunur, bu silahlarla mı ihtilal yapacaksın denir yenileri sağlanır. Kaldığı bütün evleri cunta şefleri zaten bilmektedir. Deniz devletin hatta Amerikalıların bilgisi dahilinde oradan oraya gitmiş, kaçmış, yakalanmış.
Mahirlere gelince, onların zaten Deniz'lere rekabet etmekten başka bir dertleri yoktur. Deniz bütün bunları yapınca, onlarda duramazlar, daha fazla maceraya sürüklenirler.
Bugünün havasını soluyan bir devrimci kuşağa, geçmiş üzerine karmaşık karanlık bir öykü anlatılıyor. O günlerde yaşanan yoğun politik kaynaşma içersinde devrimci hareketin bu güçlerle temas noktaları olmuştur. Devrimci hareketin bizzat kendi örgütsel ağı içinde yer alan ordu mensupları bu temas noktalarında rol oynamışlardır. Herkes farkındadır, bütün bunların en çok farkında olan da kuşkusuz İbrahim KAYPAKKAYA'dır. Gevezelikle devrimciliğin karşı karşıya durduğu bir noktada KAYPAKKAYA tez elden yolunu seçip kendisi ve çevresini bu garip topluluktan kurtarmıştır. Bir tarih vardır 12 Mart günü bitip tükenmemiştir. Sonrası vardır, sonrasında savaşanlar ve yan çizenler vardır. Cuntayla dişe diş savaşan, silahını canını ortaya koyan ve bu uğurda düşenler bir yandadır, ihanetin zavallı kadroları öte yana.
Ötesi vardır, 72'lerin de 80’lerin de sonrası vardır. Ve orada, yine eğrisiyle doğrusuyla devrimci mücadeleyi yükseltmeye çalışan devrimci güçleri ve en büyük misyon olarak kendine ihaneti seçmiş olan çevresini görürüz. Ayrım yine çok nettir, Devrimciler ve herkesin lanetlediği muhbirler güruhu.
Tarih açıktır. Ve tarih bütündür. Sonrası ve daha sonrası vardır. Ve orada yine devletin itfaiyecisi rolündeki ihanetçi güruhuyla karşılaşırız.
Artık yeter ihanetçi tayfası, aslında bu kadarlık bir karşılığı bile haketmiş değildir.
Ayrıca öte yandan, AYDINLIK usulü tarih yazımı diye haksız yere paye verdiğimiz bu çerçöp yığını hakkında okurunun yeterince bilgilendiğini, hatta epey sıkıldığını biliyoruz. Kaldı ki, onların bütün safsatalarını tek tek ele almak ve onu girdiği bütün labirentlerde izleyebilmek mümkün değildir. Bunlar o denli karmaşık labirentlerdir ki, bunu kabullenebilmek, namuslu insanların harcı değildir.
Bir tek şey ise çok kesindir, devrimci düşmanlığı.
18 Kasım 2009
Hiç yüzünüz kızarmaz mı sizin? Onca yıl sonra, dile kolay, üzerine yirmi küsur yıl geçmiş.
Yirmi küsur yıl. Hiç kininiz azalmaz mı sizin? Yirmi küsur yılda yirmi gram dürüstlük girmez mi dağarcığınıza? Birazcık olsun değişmez mi o berbat ahlakınız? Ve sıkılmaz mı hiç insan bunca yıldır aynı şeyleri söyleyip durmaktan, aynı yalanları ısıtıp ısıtıp ortalığa sürmekten aynen aydınlık. Yine o diz boyu ahlaksızlığıyla o bildiğimiz aynı kötü numaralar.
Bayatladı artık ve bıktırdı. Çünkü, hiç yüzü kızarmayan, daha doğrusu kızaracak bir yüze sahip olmayan insanlarla karşı karşıya olduğunuzu eğer en baştan bilmiyorsanız, bu kadar zırvanın nasıl becerilip bir araya getirildiği sorusu karşısında aciz kalabilirsiniz. Gerçekten de herhangi bir devrimci insanın böylesi bir yalan dolan yığını içersinde bocalamaması çok zordur. Devrimcilik kavramını dürüstlük kavramıyla hep bir arada düşünmüş ve öğrenmişseniz, yandınız bütün bu akıl almaz sahtekarlıklar içersinde ne yapacağınızı şaşırırsınız.
Tarih yazım biçiminin çok belirgin temel kuralları vardır ve bunlar pek zorlanmadan görülebilir.
Örneğin PDA usulü tarih yazımının birinci ve en önemli kuralı, zayıflamış yada zayıfladığı varsayılan hafıza sakatlığı, belleğe oynamaktır.
Sözgelimi bir yazıda sözünü ettiğiniz olaylar yirmi küsur yıldan fazla zaman önce gerçekleşmişse, arada yeni kuşakların yetiştiğini ve bu kuşakların söz konusu döneme ait bilgilerinin zayıf olduğunu bilirsiniz. Yada en azından böyle bir varsayıma sahipsinizdir. Devrimci hareketin bugünkü insanlarının büyük çoğunluğu bırakınız 70'i, 80'i bile yetişkinlik dönemlerinde yaşamamışlardır. Sorun yalnızca bilgi sorunu değil, daha önemlisi bir atmosferi yaşamamıştır. 70'lı yılların sonunda Türkiye'nin manzarası nedir, yaşanan gerçeklik nasıldır, nasıl bir hava hakimdir. Bunlar uzakta kalmış şeylerdir.
Örneğin, bırakın 70’leri insanımız, 80 öncesini bile kavramakta zorlanmaktadır. Çok basit örnektir, bu insan kuşağına bir polder olayını anlatabilmek önemli bir sorundur. Devlet güçlerinin günümüzdeki sarsılmaz homojenliğini yaşayan insanın, Emniyet Müdürlüğü bahçesinde oturma eylemi yapan polisler gibi bir manzarayı kafasında hayal edebilmesi gerçekten de zordur. Seyir, bu ülke toprağında kendisi önceleyen kerte kerte gerçekleşen hesaplaşmalar kopuşlarla kendi bağımsız yolunu çizdiği bir süreçtir yürüyüştür.
Dün artık yaşanan olgu, bugün okunan bir tarih olmuş, toplumsal bellek unutkanlık ile sakatlanmıştır. Tarihsel bir olaydan söz ediliyorsa en iyi PDA’lılar bilir, bütün yazı içersinde tek bir objektif kanıt bulamazsınız. İddialar her zaman çok kalın ve nettir. Ama bunu destekleyen kanıt ve tanıklar ya hiç ortada yoktur ya da belirsizdir. Ya bulanıklık yaratacak abuk sabuk iddalar yada sorular ortaya atıp sahipsiz bırakacak, yada söyleniyor duyumdur gibi sözcüklerin arkasına saklanacak. Tipik kontra bildirisi yöntemidir ve tek bir ciddi amacı vardır, okuyanların en azından bir bölümünün zihnini bulandırmak.
Kimdir bu eski önemli şahsiyetler
Örneğin, Deniz GEZMİŞ yakalanır. Yakalanınca da hanyayı konyayı anlar ve mutlaka yaptığı yanlışları, işlediği günahları anlatacak bir güvenilir dost arar, aklına kim gelir PERİNÇEK! Başka kim olabilir ki? O dönem bütün devrimcilerin canları gibi sevdikleri, en çok görmek istedikleri dostları PERİNÇEK'tir. Hemen telgraf çeker, acele gel diye Deniz, görüşmede ne varsa döker. Tarihi hatalar yaptıklarını itiraf eder İçini döküp rahatlar. Tarihin cilvesine bakınız ki, bütün cuntacıların en tehlikeli grup olarak tanımlayıp ilk tutuklanacaklar listesine koyduğu PDA’nın şefi 12 Mart sonrasında henüz avukattır, cuntaların oyuncağı olan Deniz GEZMİŞ ise idamlık tutuklu.
Olayın iki tanığından biri artık konuşma olanağından mahrumdur, diğeri de Türkiye solunun en güvenilir kadrosu olan Perinçek'tir!
Tarih işte böyle yazılır. Siz inanırsınız ya da inanmazsınız, keyfiniz bilir, bu bir yüzde hesabıdır okuyanların kaçta kaçının bu şarlatanlığa inanacak kadar saf olduğu üzerine yapılan bir yüzde hesabı vardır ve Perinçek, çok düşük yüzdelere bile çoktan razıdır. Çünkü O, bütün devrimcileri kandıramayacağını bilecek kadar akıllıdır.
1968'in ünlü gençlik liderinin yerinde artık yanlış bir devrim stratejisinin kurbanı olmuş genç bir insan vardır.
Deniz GEZMİŞ' ten söz ediliyor !!
Darbe hazırlıkçıları Deniz'in her şeyini bilmektedirler. Elindeki silahlar yetersiz bulunur, bu silahlarla mı ihtilal yapacaksın denir yenileri sağlanır. Kaldığı bütün evleri cunta şefleri zaten bilmektedir. Deniz devletin hatta Amerikalıların bilgisi dahilinde oradan oraya gitmiş, kaçmış, yakalanmış.
Mahirlere gelince, onların zaten Deniz'lere rekabet etmekten başka bir dertleri yoktur. Deniz bütün bunları yapınca, onlarda duramazlar, daha fazla maceraya sürüklenirler.
Bugünün havasını soluyan bir devrimci kuşağa, geçmiş üzerine karmaşık karanlık bir öykü anlatılıyor. O günlerde yaşanan yoğun politik kaynaşma içersinde devrimci hareketin bu güçlerle temas noktaları olmuştur. Devrimci hareketin bizzat kendi örgütsel ağı içinde yer alan ordu mensupları bu temas noktalarında rol oynamışlardır. Herkes farkındadır, bütün bunların en çok farkında olan da kuşkusuz İbrahim KAYPAKKAYA'dır. Gevezelikle devrimciliğin karşı karşıya durduğu bir noktada KAYPAKKAYA tez elden yolunu seçip kendisi ve çevresini bu garip topluluktan kurtarmıştır. Bir tarih vardır 12 Mart günü bitip tükenmemiştir. Sonrası vardır, sonrasında savaşanlar ve yan çizenler vardır. Cuntayla dişe diş savaşan, silahını canını ortaya koyan ve bu uğurda düşenler bir yandadır, ihanetin zavallı kadroları öte yana.
Ötesi vardır, 72'lerin de 80’lerin de sonrası vardır. Ve orada, yine eğrisiyle doğrusuyla devrimci mücadeleyi yükseltmeye çalışan devrimci güçleri ve en büyük misyon olarak kendine ihaneti seçmiş olan çevresini görürüz. Ayrım yine çok nettir, Devrimciler ve herkesin lanetlediği muhbirler güruhu.
Tarih açıktır. Ve tarih bütündür. Sonrası ve daha sonrası vardır. Ve orada yine devletin itfaiyecisi rolündeki ihanetçi güruhuyla karşılaşırız.
Artık yeter ihanetçi tayfası, aslında bu kadarlık bir karşılığı bile haketmiş değildir.
Ayrıca öte yandan, AYDINLIK usulü tarih yazımı diye haksız yere paye verdiğimiz bu çerçöp yığını hakkında okurunun yeterince bilgilendiğini, hatta epey sıkıldığını biliyoruz. Kaldı ki, onların bütün safsatalarını tek tek ele almak ve onu girdiği bütün labirentlerde izleyebilmek mümkün değildir. Bunlar o denli karmaşık labirentlerdir ki, bunu kabullenebilmek, namuslu insanların harcı değildir.
Bir tek şey ise çok kesindir, devrimci düşmanlığı.
16 Kasım 2009 Pazartesi
KOCAVEZİR... KOCAVEZİR...
(Öner Ödemiş'in ÜÇ UCUBE başlıklı yazısı için)
Mihrac Ural'ın notu:
17 kasım 2009
Adana her Acilci gibi, benim de devrimci kişiliğimin oluşumunda derin izleriyle, yoldaşlıktaki tutarlılığı ve onurlu duruşuyla bu güne dek izleri olan bir dev şehir...
Bu şehrin nabzı ülkemizin kalp atışlarını verir; burada ayağa kalkan halkın sonuç almadan dindiği görülmemiştir. Burası Adana Akdenizin kalbi, Torosların bereketli ovası, yiğitlerin Harman olduğu devrimcilerin Acilci doğduğu şehir.
Bu şehrin birde Kocaveziri var...
Yürek dediğin kor olan, insan dediğin erdemli olan, örgüt dediğin dik duran, kaypaklığa geçit vermeyen, yanlışı affetmeyen Kocavezir... Mahalle olmaktan çok bir belli bir kültürün beşiği...
Adana cezaevine Adıyaman'dan geldim (Nisan 1980), doğduğum ikinci adresime gelmiştim. Akrabalarımın yarısı Adanalı...
Adana çalışmasında ilk nüveleri 1976 yıllarına kadar uzanan, o günün en özverili insanlarıyla yükseltilen çalışmalar, Cihangirler, Ahmetler, Özcanlar, Ali Çakmaklılar vardı. Bu gün aynı yerde olunmasa da hakkı yenmez insanlar...
Bu şehirde CEPHE dergisinin yayın kararını verdim ve ilk sayısının hazırlanışı yapıldı. Bu şehirde, o gün gereken tüm eylemler, bu gün hala yaşayan canlı tanıklarıyla yigit insanların girişimi olarak yapıldı. Bunu bilen bilir, bilmeyenlerin ihbarcılık amaçlı povokasyon söylemleri ise ağzımızdan laf alamayacaktır, muhatabımız olamayacaklar da; Genelkurmayın kurduğu sitelerde görevli olan, polis işbirlikçisi itirfaçılar ve MİT ajanları hedefimizdir, muhatabımız değil.
Kocavezir, koca yüreklerin dergahı. sessiz sitemsiz devrimci sorumluluk taşıyanların meydanı, er meydanı. Bu mahalenin erdemli insanları, topuklarını kırarak yürüyen, ellerini kanat gibi açan yiğitleriyle bize ait olan, örgütsel tarihiksnsi köşe taşını, tek tek dizen demokrasi savaşçıları...
Bu şehirde kuşatmadan sıyrılarak özgür oldum, bu şehirde zindan duvarlarını aşarak özgürlüğüme kavuştum; uzun süren tünel çalışmamızın açığa çıkıp, büyük ve kanlı baskın sonrası en olmaz ve ihtimal dışı bir koşulda, gece kestiğimiz demir parmaklıkların ardından, görüş kabinlerinde sabahlayarak kazandık özgürlüğü. Yanımda çıkmasına izin verdiğim, yönelimleri iki dudağım arasında olanların yalanlarına inat.
Gülay'ın koluna girip çıktım, Adana firarı sonrasında Cemal Ayhan'ın evinde güvenle korundum. O onurlu insanların evinde özgürlüğümün ilk uykusunu uyudum, o yiğit hanımın elinden yemek yedim. Bunun değerini bilmek benim boynumun borcu, buna sadık kalmak insane olmaktır, diremi...
Bizim kültür budur. Annemin vefatında taziyelerini ileten bu aile benim için ebedi dostum, yoldaşım kardeşim bacımın ailesidir. Benim için demokrasi mücadelesini anlamlı kılan algılar bura oluşuyor, sınıfsal sınırlara mahpus kalmadan. Benim için devrimci mücadelenin anlamı da budur. Bu aynı zamanda Kocavezir ruhunun, hangi yüreklerde taşındığının da adıdır.
Ne mutlu sana Öner Ödemiş ne mutlu...
Ben de geleceğim, ben de tek tek o sokakları, o güzel insanları ziyaret edeceğim... Şırdancı Kemel'den şırdan yiyecek, Kebaçı Mesut'tan kebap… Pazarda ise, çuval çuval zindana gelen fındıkları, sebzeleri, meyveleri seredeceğim... Tellevi'ye koyduğum içki yasağını kaldıralı uzun zaman olmadı, içki merakı olmayan biri olarak onunla da bir tek atacağım...
ÜÇ UCUBEYE
Öner Ödemiş
17 Kasım 2009
Kocavezir…
Adana da bir mahalle… Kocavezir’i diğer mahallelerden farklı kılan ise Acil tarihinde ki yeridir. On gündür buralardayım… Sokak sokak dolaştım… Şırdancı Kemalden şırdan yedim. Kebapçı Mesutu ziyaret ettim.. Eski karpuz pazarına, şimdi ki haliyle bit pazarına gittim.Eski dostları, yoldaşları ziyaret ettim… Geçmişi, geçmişte yaşanılanları yeniden yaşadık. Belleğimizde ki pek çok anıyı yeniden canlandırdık, konuştukça silinmeye yüz tutmuş anılarımız, yeniden bilincimiz de açığa çıktı. Ali Çakmalı’yı konuştuk, Ahmet Çolak’ı, Ahmet Yiğenler’i, Serdar Soyergin’i, Cumali’yi, Cemali.. Gülay’ı… Ve diğer yoldaşları...
Konuştukça detaylar çıktı ortaya. Konuştukça, bilincimizdeki anılar daha bir canlandı. İnsanlar, kimlikler, eylemler, olaylar. Ve tabi ki yalanlar ve gerçekler…
Çokça da Ali Çakmaklı’yı ve Nebil Rahuma’yı konuştuk.. Son günlerinde birlikte olan dostlarla birlikte, belleğimizi yeniledik.. Okuyoruz dediler yazılan yalanları ve tabi ki Kocavezir ağzı ile küfrü sallayıp, bunları hesabı yazmakla verilmez dediler. Yine Kocavezir geleneğiyle yöntemler önerdiler…
Sevindim… Hemen herkes bu tartışmalı süreci izliyor ve bir kanaat oluşturuyor. Doğruları bilen insanlara yanlışları asla kabul ettiremezsiniz. Bu insanlar, bütün bir süreci olanca canlılığıyla yaşamış insanlar ve yalana asla tahammülleri olmayan, sadakatli insanlar. Hemen her biriyle geçmişten paylaştığımız bir süreç ve eylemlilik var. Hemen hepsi yakalanmalar sonrasındaki tavırlarımızı bilirler ve kesinlikle saygı duyarlar. Hemen hepsinin yaşamlarını bir şekilde bilirim ve bir biçimde paylaşmışımdır. Sevindim, çünkü bir kez daha yalanların işe yaramadığını gözlerimle gördüm… Sevindim çünkü bu beş para etmez ihbarcılara karşı bir kin ve nefret bilenerek güçlenmiş… Bunlar, iğrenç yalanlar yazarak, kendi cellatlarını oluşturmuşlar….
Sevindim, çünkü sadakat hala bir erdem olarak canlılığını olanca şiddetiyle koruyor…
Sevindim çünkü dostluklarımız, zamanın korozyonuna asla uğramamışlar.
Sevindim, işbirlikçi hainlerin gerçek yüzleri herkes tarafından alenen biliniyor…
Bu ihbarcılar hakkımda yazmadıklarını bırakmadılar. Beni katil ilan ettiler, çek-senet tahsilatçısı, yağmacı vb. Yazdığım yazılar için önceleri o yazamaz, birileri yazıyor ve onun imzasını atıyor dediler. Beni tanımadıkları belli idi… Sadece M.Ural’ın yanında duran ve tarihsel süreci birebir yaşadım diyen bir insana tahammülleri yoktu. Saldırdılar. Belden aşağıya vurdular. İhbar ettiler. Arabam fitilleri sökülerek didik didik arandı. Antakya da yolum polis tarafından kesilerek sorgulandım. Sınır kapısında göz altına alındım… İhbarlar yerlerine bir şekilde ulaştı hep…
Bunları yeni yaşayan insanlar değiliz, asla da taviz vermeyiz… Her koşulda tavrımı koyarım. Bunu dangalaklar dışında, beni tanıyan herkes bilir. Cezaevinden çıktığım 90'lı yılından sonra, birkaç yıl öncesine kadar gazetecilik yaptım… Az kazandım, işsiz kaldım ama hep onurlu yaşadım… İyi yerlerde de çalıştım, bakanlıklar, siyasi partiler, televizyonlar… Dergilere, gazetelere yazılar da yazdım, denemeler, derlemeler, makaleler, öyküler.. Param hiç olmadı, günlük yaşamımı idame ettirecek miktarın dışında da paraya hiç ihtiyaç duymadım.
Son 2-3 yıldır, gazetecilik dışında ticaret yaparak, yaşamımı sürdürmeye çalışıyorum… Şu çok bahsedilen ve hemen hemen herkese mal edilen kiremitleri ve başka inşaat malzemelerini Suriye ye satıyorum. Şam da, Halep de ve Lazkiye de bayilerim var. Onlar aylık ihtiyaçlarını bana bildiriyorlar bende buradan, Suriye temsilciğini aldığım bir firmadan bu malları alarak gönderiyorum. Az çok, yaşamımı idame ettirecek, onurlu bir şekilde yaşayacak bir gelire sahip oluyorum… İyi de gidiyor. Sanırım bu onursuzluk değildir, ve ayıp bir şey değildir. Veya devrimciler inşaat malzemesi satamaz diye bir kural yoktur… Bu işi ben tek başıma yapıyorum… Hiçbir ortağım yok. Hele zavallı Mehmet Yavuz sattığım kiremitleri bir kez bile görmedi.. Hiçbir alakası da olmadı ve yok… Suriye de ki arkadaşlar benim işimde fiili olarak yoklar. Ama bana ihtiyaç duyduğum noktalarda yardımcı oluyorlar… Tüm ilişkileri de bu…
Bu ihbarcılar, ikide bir benim işime musallat olarak benim yaşamımı idame ettirmemi engellemeye çalışıyorlar. Bu namussuzlar beni polise ihbar ediyorlar, “bu adamı artık paketleyin” diyorlar… “Bu adamı ortalıkta dolaştırmayın” diyorlar… Yolum çevriliyor, arabam fitilleri sökülerek aranıyor, gözaltına alınıyorum yaşa dışı bir şekilde ve bu insanlar hala devrimci kavramını ağızlarına alıyorlar…
Bu döküntüler işbirlikçi, ihbarcı, satılmışlar… Tek yaptıkları iş onurlu insanlar saldırmak ve ihbar etmek…. Yalan söylemek, tarihsel gerçeklerimizi çarpıtmaya çalışmak ve yanyana duran insanların arasına nifak sokmak… İşleri bu.. İşlerini yapıyorlar…
İyi işler…
15 Kasım 2009 Pazar
DOSTLUĞUN ŞOVALYESİ "İKİ GÖZÜM" AHMET KAYA
Mihrac Ural
16 Kasım 2009
16 Kasım 2000. Henüz bir yıllık hücre cezamı yeni bitirmiş evime dönmüştüm (4 Kasım 2000).
Başkan Öcalan'dan sonra, dosyamı masaya yatırmışlar.. TC, Suriye yönetiminden ısrarla beni talep ediyor. İki devlet, tüm devletler gibi çıkarları etrafında uzun süren düşmanlık dönemlerinden çıkıp gelmiş haliyle, ilişkilerini yeniden düzenliyordu. Bir kaç kez uyarıldım, "bu ülkede mültecisin, davranışların komşularımızla sorun yaratmamalı" ihtarları geldi. Suriye'de mültecilik yıllarını geçirenler, bu uyarıların ne anlama geldiğini iyi bilir. Aleni siyasi çalışmalarımız devam ediyordu. Parti Okuluna öğrenciler gelip gidiyor, bildiriler dağıtılıyordu. Askeri eğitim olanakları sonuna kadar zorlanıyordu. Uyarılara uymayan duruşumuz bardağı da taşıran son damla oldu.
İki ülke arasında, Sayın Öcalan sonrası gelişen meşhur "Adana anlaşması" imzalanmış, iki devlet karşılıklı çıkarlarını koruma yönünde bir adım atmıştı.. Türkiye, Müslüman Kardeşler Örgütü'nün faaliyetlerini kısıtlayacak, Suriye de PKK dahil tüm Türkiyeli devrimci hareketlerin faaliyetlerini. Bizler göze batan bir konumdaydık. PKK, Kürt halkı arasında çok önemli örgütlenmelere yönelmiş, onlar arasında kendine iyi bir kamufle ortamı yaratmasına karşın, milletvekili seçimleri dahil bir çok alanda beliriyordu. Bizim açımızdan durum daha farklıydı. Dil biliyorduk ve akraba çevrelerimiz de vardı. Daha iyi kamufle olsak da çalışmalarımız belli merkezlerde dikkat çekecek ölçekteydi. İki devlet arasında olan anlaşmaları önemsemiyorduk. Bu anlaşmalar bizi bağlamayacaktı. Ölçüleri kaçıran duruşlarımız vardı. Uyarılarda sonuç almayınca, zindana atılmamız gündeme geldi. 1 yıllık tek kişilik hücrede tecrit tutukluluğu öyle başladı.
Oysa, Avurapa'da mülteciydim, BM kararları gereğince de korunma haklarım vardı. 10 yıllık ikamet almıştım. Avrupa'nın her alanında kalma olanağım bulunuyordu; şahsi bazda sorunsuz bir ortamdı benim için. Ülkeme yakın olmayı tercih ettim. Bu alanda kalmayı direttim. Bedelleri ne ise onu da ödemeye hazırdım.
Sürgünde kaçış yokmudur? Var. Fransa olmaz Almanya olur yada bir başka yer. Kişisel çıkarlar öne geçince alternatif çok olur. Şu ülke daha rahat, bu ülke daha zor diye yer tercih etmek zor değil.
Davaya sudan sebeplerle katılıp, ondan sudan sebeplere kaçanlar, sürgünde de kaçacak yer arar ve bulurlardı. İsrail'e karşı savaşta, Beyrut kuşatmasının kızılca cehenneminde yoldaşlarını yalnız bırakıp sıvışanlar az değildi; Avrupa konformizminde tatlı hayat sürmeyi her türden davanın üstünde sayan çevreler vardı. Bunları 1982-83 döneminde iliklerimize kadar acısını hissederek yaşadık. Bizim için yurt dışı merkezi bölgemiz Ortadoğu'ydu. Bu bir ilke kararıydı. Buna uyduk. Avrupa'ya iltica olmak için çırpınan kaçkınlara karşı, biz Avrupa'dan döndük; dönüşün sahte pasaport sorunlarını, sınır kontrol tehlike ve risklerini aşma pahasına.
Ülkemize yakın olmayı tercih ettik, acılara, bedel ödemeye evet dedik. Siyasi çalışmalarımızı da hiç aksatmadık. Binlerce bildiri, onlarca broşür ve kitap yazdık. Örgütümüzü örgüt yapan, siyasal tezlerini oluşturan tüm yazım etkinliklerini bu dönemde ürettik. Dünyayı takip ettik, değişimi yazılı hale getirdik, ezber bozmaktan çekinmedik.
Ülkemizin demokrasi mücadelesine bir biçimde, bulunduğumuz yerin imkanlarından da yararlanarak katılacaktık. Bunu yaptık. Buralarda; kongre, konferans, MK. taplantıları gibi, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC)'nin kuruluşu, Devrimci Birlik Patformu gibi, başta PKK olmak üzere, Türkiyeli devrimci örgütlerini kapsayan birlikler boşuna oluşmamıştı. Bu bölgede toplanmış, buradan mücadeleye dinamik katılmıştı. Bu türden hiç bir girişim, Avrupa coğrafyasında gerçekleşmemişti. O kesitte Ortadoğuda var olmak devrimci mücadele için çok gerekliydi. Bunu yaptık.
İki devlet, çıkarlarını iki ülkenin halklarını kapsayacak olumlu ilişkilere yükseltince, buna karşı çıkmadık. Tersine destekledik. Kendi siyasal çalışmalarımıza da mülteci olduğumuz ülkenin hassasiyetlerini zedelemesekte, o gergin ortamda payımıza düşen bedeli ödemekle yüz yüze kaldık.
Ben ve benimle birlikte olan yoldaşlarım siyasal mücadelemizin süreciğini, ancak misafiri olduğumuz ülkeye zarar verme gibi bir amacımızın olmadığını dile getirdik. Ama bedel vardı onu ödedik. 1 yıl, tek kişilik hücrede tecrit ortamı. Tuvaleti içinde olan 1 metreye 2 metre boyutunda, yer altında, güneş yüzü görmeden mülteciliğin bir başka çilesini çektim.
Ahmet Kaya yoldaşım durumumu yakından takip ediyordu. Zindanda yatmanın tecrübeleriyle, gizli mesaj alış verişlerinde Ahmet Kaya'nın selamlarını, destek iletilerini alıyordum. O dostunun yanında her an omuz omuza sıcak bir nefes olarak dünyanın öbür ucundan moral desteğini iletiyordu. Zindanda yatanlar bunun anlamını daya iyi bilirler, ama hücrede, sonu belli olmayan günlerin bitişini bekleyenler ise bunu daha da iyi bilirlerdi..
"Zindan, sonuna kadar kimseye kapanmamıştır" diye bir Arap atasözü var. Öyle oldu. Bir dizi uyarı, önlem ve dayatmanın basıncı altında, bulunduğum ülkede misafir olduğum hatırlatılarak, taşıdığım kimliğin basit bir kağıt olduğunu, gerçek bir vatandaşlık anlamına gelmeyeceği uyarıları arasında, 1 yıllık hücrede tecrit cezamı bitirmiştim (4 Kasım 2000). Yola çıktım şehri Şam'dan, sevenlerle...
Eve henüz varmıştım. Haber çevremde hızla yayılıyordu; "Mir özgür" diye. Herkesi özlemiştim, hanım ve çocuklarım, yoldaşlarım ve misafirlerimle bir yer sofrası kurmuş, etrafında akşam yemeğimizi yiyorduk.
Telefonum çaldı.
Uzaktan geliyordu. Bir ses belirdi. "Geçmiş olsun iki gözüm geçmiş olsun" diyordu. Evet o idi, cümleleri bunlardı "iki gözüm..." Ahmet Kaya.
Uzunca konuştuk. Dostluğu, omuz omuza olmayı, nefes olmayı. İkimiz de gurbetin acısı içindeydik. İkimiz de siyasi sürgündük. Her ikimizde kararlıca yolumuzdaydık ve yoldaştık. İsyanımız vardı baskılara, haksızlıklara. Halkımız adına gerçekleri dile getiriyorduk.
Ahmet Kaya, dostunu takip eden gerçek bir yoldaştı. Sesinin sıcaklığı, dünyanın öbür ucundan kendini hissettiriyordu. Eve yeni varmıştım, yemeğimi bile yememiştim ama, o benimle yanyanaydı, omuz omuza yürek yüreğe duruyordu. Bunu anlamak için dostlardan çok çekmiş olmak gerek. Çekmeyen, gerçek dostun kim olduğunu anlamakta güçlük çeker.
Dostluk vardı, kendinden olan, sana senden yakın bulunan, dostluk vardı kendinle bir olan. Ahmet Kaya dostluğun, yoldaşlığın adıydı. O, dostluğun şovalyesiydi.
İnsan olarak onu tanımayanlar, şarkılarını dinlesin, orada ne varsa Ahmet Kaya da odur. Hiç bir sanatçı onun kadar türküleriyle kişiliğini tanımlayamamıştır. Bunu, bu satırlarda anlatacak kadar tarafsız değilim. Bir kaç beyit yazdım şiir olmayan. Orada bu duygularımı okuyacaksınız. "NEYİNİ ANLATAYIM"
NEYİNİ ANLATAYIM
Ben Ahmet’i anlatamam
Duygularım kalem tutamayacak kadar taraflı
Yüreğim hüzünle yaralı
Şair de değilim
Nasıl anlatayım
Yalın kılıç gibi dizili mısraları
Mitralyöz ateşine dönüştüren sesini mi
Yoksa Anadolu dervişleri gibi sessiz dururken
Fütuhata atılmış uç beyi narası türkü haykırışını mı
Hangi birisini
Aranan “hükümsüz” kimliklerimize
Kod adı takışını
İşkencelerin paslı prangalarını
Zindanların zifiri karanlığında yatırılan aydını
Zulaları, martavalları, erketeleri,
Nöbet gecelerinden kalma yorgun demokratları
Kokusuna doyamadığımız anayı
Hasretlerin boğucu ızdırabını
Mustantık sorgusunda ispiyon yemiş aslanları
Sürgünde lime lime doğranmış hasretleri, vurgunları
Renksiz dostları
Arkadan vuran hançerleri
Cehennem gibi düşmanlıkları anlatmadı mı türküleri
Başka ne anlatayım
Sürgünde, hakkın başka türlü gelmeyen rahmetini mi,
Nazım'ı, Yılmaz'ı, sırada bekleyen bizi mi,
Kuşak kuşak, yaman ayrılıkta toprak olanları mı
Zindan çıkışımda uzanan ilk dost eli kimindi
Bir ucundan dünyanın
Ben daha neyini anlatayım
Hey, ayaklar altına düşürülen sanat
Artık onurunu kim kurtaracak
Unuttun mu,
O makus gecedeki haykırışı; kral çırılçıplak
Tabak, çatal, bıçak
Onuncu Yıl Marşı okunacak
Renksiz dostlar,
Size hep bir lanet borcum kalacak
Allah aşkına, daha neyi anlatayım
Ahmet Kaya’nın anısına, Mihrac Ural; içimden geldiği gibi 15 Ekim 2002
AHMET KAYA VE MARCEL KHALİFE
2009 yılı anısına Ahmet yoldaşın bir başka yanını anlatacağım.
Paris'te çat kapı yanıma geldi (27 Haziran1989). "Neredesiniz siz, insan yoldaşını aramaz sormaz mı?" dedi. O bir yoldaştı ve yoldaşlarıyla ilişkisini arıyordu. "Bunca ayrılıktan sonra buluşamamak nasıl olur" dedi. Kucaklaştık. Yoldaştık. Aynı çabanın insanlarıydık ama, bir araya gelememiştik. Birbirimizi duyardık ama, bileklerimiz kenetlenmemişti. Kırk yıl bir arada kalmış gibi, bir anda iç içe olduk. O bizi, biz onu içselleştirmiştik. Kendine olan güveni, bu medeni cesareti, Ahmet'in kişiliğinde ağır basan bir yöndü. Kaldığım evde kütüphaneme dalışı, kitapları alıp karıştırması, altı çizili satırları bir solukta okuması, rahatı, kendi evinde olduğu ruh halini yansıtıyordu. O da anlamıştı, kendi evindeydi ve bunun anlamlı bir mesajı vardı.
Ahmet'le anı ve sır ortaklığımız hızla gelişti. O, belki böylesine onlarca dosta sahipti. Fransız halkının zafer şenlikleri L'Humanite Bayramından, Yılmaz Güney'i anma hazırlıklarına, yüzme havuzundan, farklı farklı davetlere, Frankfurt şehrinin merkezi bir alanında buluştuğumuzda, piştovunu çıkarıp havaya ateş etmesinden (29 Kasım 1992), yemek ortamına, örgütümüz THKP-C (Acilciler)'in Paris'te yapılan, Avrupa konferansı istişare toplantısı ön görüşmelerine katılışına (18 Temuz 1989), Lübnan'lı ünlü komünist, ozan Marcel Khalife'nin bir türküsü nedeniyle yargılanmasına karşı desteğe kadar aldığı tutumla, ardı arkası kesilmez anılar.
Bu yıl, Ahmet'in dostluk için nasıl bir şovalye olduğunu anlatacağım.
Marcel Khalife, Hz. Yusuf'un kıssasını anlatan bir albüm yaptı; “Ena Yusuf, ya Ebi” (Baba, Ben Yusuf’um) adlı bestesi.
Yusuf’un hikayesi (kıssa’sı), bilindiği gibi tüm semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alır. Bu kıssa’da, Yusuf’un çilesi anlatılır. Kardeşin kardeşe yaptığı zulme kaynaklık eden, çıkar dünyasının insanları ve ilişkileri dile getirilir. İsrail oğullarının ihaneti ve bu gün Filistinlilere yapılan zulme mesaj iletilir. Bencil çıkarlar etrafında örülen ağların, kardeşi kardeşe nasıl düşman yaptığı, yabancılaştırdığı konu edilir.
Tevrat’taki anlatım, olduğu gibi, aynı amaçla, Kuran’da da dile gelir. Bu kıssa’yı, ünlü Filistinli şair Mahmut Derviş bir divan olarak şiirleştirir. Marcel de, bunu bir müzik şaheserine dönüştürür. Yusuf’un babası Yakub’a, “ Vahşi kurdun merhameti, beni kuyuya atıp, sana kanlı gömleğimi göstererek kurdu itham eden kardeşlerimin merhametinden çoktur, baba “ dizeleri terennüm edilir. Bu günün maddi çıkar dünyasının tüm çirkefliği, bu dizelerde Marcel’in sesi ve notalarıyla belleklere işlenir.
Bu albüm 1997 yılında üretildi. Lübnan'ın gerici şerî mahkemeleri bu nedenle Marcel'in yargılanmasını istediler. Arap halkı sanatçısına sahip çıktı. Lübnan halkıyla Marcel'i savundu. Bu dava 3 Kasım 1999'da görülecekti.
Ahmet Kaya yoldaşa durumu aktardım. Hemen bir mesaj gönderelim diye önerdi. Bunu konuştuk. Ortak bir taslak üzerinde karara vardık. Bir bildiri yazılacak, bir de Ahmet Kaya adına Marcel Khalife'ye dayanışma mesajı gönderilecekti. Bildiriyi "SANATI YARGILAYAMAZSINIZ" başlığı altında yayınladık. Mesaj Ahmet Kaya adına Marcel Khalife'ye ulaştırıldı. Mesajın bildiriyle ortak olan ve Ahmet Kaya'nın da katkısını taşıyan sözleri ise şunlardı:
"Sanatın hasmı yoktur, emeğin ürünü olarak, yalnızca değerlendireni ya da değerlendiremeyeni vardır. Bu yüzden sanatı yargılamanın hukuki hiçbir zemini olamaz. Sanatçıları yargı önüne sürükleyerek, emek ürünleri sanatlarını yargılamak, bu yolla da sanal hasım yaratmak, kendi toplumlarını karanlığa sürüklemek isteyen boş inançların, boşa sarf edilmiş çabasından başka bir şey değildir. Hiçbir toplum bu vesileyle onur kazanamaz, aksine kaybedeceği çok olur." ( Ahmet Kaya'n ın Marcel Khalife İle dayanışma mesajından. 3 Kasım 1999)
Ahmet Kaya bir dost, bir dayanışma şovalyesidir. Dünyanın en ücra köşesinde de olsa tanıdığı, dostu ya da buna ihtiyaç duyan birisi Ahmet Kaya'yı yanında bulurdu; zulme, haksızlığa, adaletsizliğe uğrayanların yanında olmak için elini uzatan bir özveri insanıydı.
Ahmet Kaya'yı herkes müziğiyle tanır, ben onu insanlığıyla da tanıdım. O'nu herkes büyük bir müzisyen olarak kaybetti. Ben O'nu aynı zaman da bir yoldaş, bir dost olarak kaybettim.
16 Kasım 2009
16 Kasım 2000. Henüz bir yıllık hücre cezamı yeni bitirmiş evime dönmüştüm (4 Kasım 2000).
Başkan Öcalan'dan sonra, dosyamı masaya yatırmışlar.. TC, Suriye yönetiminden ısrarla beni talep ediyor. İki devlet, tüm devletler gibi çıkarları etrafında uzun süren düşmanlık dönemlerinden çıkıp gelmiş haliyle, ilişkilerini yeniden düzenliyordu. Bir kaç kez uyarıldım, "bu ülkede mültecisin, davranışların komşularımızla sorun yaratmamalı" ihtarları geldi. Suriye'de mültecilik yıllarını geçirenler, bu uyarıların ne anlama geldiğini iyi bilir. Aleni siyasi çalışmalarımız devam ediyordu. Parti Okuluna öğrenciler gelip gidiyor, bildiriler dağıtılıyordu. Askeri eğitim olanakları sonuna kadar zorlanıyordu. Uyarılara uymayan duruşumuz bardağı da taşıran son damla oldu.
İki ülke arasında, Sayın Öcalan sonrası gelişen meşhur "Adana anlaşması" imzalanmış, iki devlet karşılıklı çıkarlarını koruma yönünde bir adım atmıştı.. Türkiye, Müslüman Kardeşler Örgütü'nün faaliyetlerini kısıtlayacak, Suriye de PKK dahil tüm Türkiyeli devrimci hareketlerin faaliyetlerini. Bizler göze batan bir konumdaydık. PKK, Kürt halkı arasında çok önemli örgütlenmelere yönelmiş, onlar arasında kendine iyi bir kamufle ortamı yaratmasına karşın, milletvekili seçimleri dahil bir çok alanda beliriyordu. Bizim açımızdan durum daha farklıydı. Dil biliyorduk ve akraba çevrelerimiz de vardı. Daha iyi kamufle olsak da çalışmalarımız belli merkezlerde dikkat çekecek ölçekteydi. İki devlet arasında olan anlaşmaları önemsemiyorduk. Bu anlaşmalar bizi bağlamayacaktı. Ölçüleri kaçıran duruşlarımız vardı. Uyarılarda sonuç almayınca, zindana atılmamız gündeme geldi. 1 yıllık tek kişilik hücrede tecrit tutukluluğu öyle başladı.
Oysa, Avurapa'da mülteciydim, BM kararları gereğince de korunma haklarım vardı. 10 yıllık ikamet almıştım. Avrupa'nın her alanında kalma olanağım bulunuyordu; şahsi bazda sorunsuz bir ortamdı benim için. Ülkeme yakın olmayı tercih ettim. Bu alanda kalmayı direttim. Bedelleri ne ise onu da ödemeye hazırdım.
Sürgünde kaçış yokmudur? Var. Fransa olmaz Almanya olur yada bir başka yer. Kişisel çıkarlar öne geçince alternatif çok olur. Şu ülke daha rahat, bu ülke daha zor diye yer tercih etmek zor değil.
Davaya sudan sebeplerle katılıp, ondan sudan sebeplere kaçanlar, sürgünde de kaçacak yer arar ve bulurlardı. İsrail'e karşı savaşta, Beyrut kuşatmasının kızılca cehenneminde yoldaşlarını yalnız bırakıp sıvışanlar az değildi; Avrupa konformizminde tatlı hayat sürmeyi her türden davanın üstünde sayan çevreler vardı. Bunları 1982-83 döneminde iliklerimize kadar acısını hissederek yaşadık. Bizim için yurt dışı merkezi bölgemiz Ortadoğu'ydu. Bu bir ilke kararıydı. Buna uyduk. Avrupa'ya iltica olmak için çırpınan kaçkınlara karşı, biz Avrupa'dan döndük; dönüşün sahte pasaport sorunlarını, sınır kontrol tehlike ve risklerini aşma pahasına.
Ülkemize yakın olmayı tercih ettik, acılara, bedel ödemeye evet dedik. Siyasi çalışmalarımızı da hiç aksatmadık. Binlerce bildiri, onlarca broşür ve kitap yazdık. Örgütümüzü örgüt yapan, siyasal tezlerini oluşturan tüm yazım etkinliklerini bu dönemde ürettik. Dünyayı takip ettik, değişimi yazılı hale getirdik, ezber bozmaktan çekinmedik.
Ülkemizin demokrasi mücadelesine bir biçimde, bulunduğumuz yerin imkanlarından da yararlanarak katılacaktık. Bunu yaptık. Buralarda; kongre, konferans, MK. taplantıları gibi, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC)'nin kuruluşu, Devrimci Birlik Patformu gibi, başta PKK olmak üzere, Türkiyeli devrimci örgütlerini kapsayan birlikler boşuna oluşmamıştı. Bu bölgede toplanmış, buradan mücadeleye dinamik katılmıştı. Bu türden hiç bir girişim, Avrupa coğrafyasında gerçekleşmemişti. O kesitte Ortadoğuda var olmak devrimci mücadele için çok gerekliydi. Bunu yaptık.
İki devlet, çıkarlarını iki ülkenin halklarını kapsayacak olumlu ilişkilere yükseltince, buna karşı çıkmadık. Tersine destekledik. Kendi siyasal çalışmalarımıza da mülteci olduğumuz ülkenin hassasiyetlerini zedelemesekte, o gergin ortamda payımıza düşen bedeli ödemekle yüz yüze kaldık.
Ben ve benimle birlikte olan yoldaşlarım siyasal mücadelemizin süreciğini, ancak misafiri olduğumuz ülkeye zarar verme gibi bir amacımızın olmadığını dile getirdik. Ama bedel vardı onu ödedik. 1 yıl, tek kişilik hücrede tecrit ortamı. Tuvaleti içinde olan 1 metreye 2 metre boyutunda, yer altında, güneş yüzü görmeden mülteciliğin bir başka çilesini çektim.
Ahmet Kaya yoldaşım durumumu yakından takip ediyordu. Zindanda yatmanın tecrübeleriyle, gizli mesaj alış verişlerinde Ahmet Kaya'nın selamlarını, destek iletilerini alıyordum. O dostunun yanında her an omuz omuza sıcak bir nefes olarak dünyanın öbür ucundan moral desteğini iletiyordu. Zindanda yatanlar bunun anlamını daya iyi bilirler, ama hücrede, sonu belli olmayan günlerin bitişini bekleyenler ise bunu daha da iyi bilirlerdi..
"Zindan, sonuna kadar kimseye kapanmamıştır" diye bir Arap atasözü var. Öyle oldu. Bir dizi uyarı, önlem ve dayatmanın basıncı altında, bulunduğum ülkede misafir olduğum hatırlatılarak, taşıdığım kimliğin basit bir kağıt olduğunu, gerçek bir vatandaşlık anlamına gelmeyeceği uyarıları arasında, 1 yıllık hücrede tecrit cezamı bitirmiştim (4 Kasım 2000). Yola çıktım şehri Şam'dan, sevenlerle...
Eve henüz varmıştım. Haber çevremde hızla yayılıyordu; "Mir özgür" diye. Herkesi özlemiştim, hanım ve çocuklarım, yoldaşlarım ve misafirlerimle bir yer sofrası kurmuş, etrafında akşam yemeğimizi yiyorduk.
Telefonum çaldı.
Uzaktan geliyordu. Bir ses belirdi. "Geçmiş olsun iki gözüm geçmiş olsun" diyordu. Evet o idi, cümleleri bunlardı "iki gözüm..." Ahmet Kaya.
Uzunca konuştuk. Dostluğu, omuz omuza olmayı, nefes olmayı. İkimiz de gurbetin acısı içindeydik. İkimiz de siyasi sürgündük. Her ikimizde kararlıca yolumuzdaydık ve yoldaştık. İsyanımız vardı baskılara, haksızlıklara. Halkımız adına gerçekleri dile getiriyorduk.
Ahmet Kaya, dostunu takip eden gerçek bir yoldaştı. Sesinin sıcaklığı, dünyanın öbür ucundan kendini hissettiriyordu. Eve yeni varmıştım, yemeğimi bile yememiştim ama, o benimle yanyanaydı, omuz omuza yürek yüreğe duruyordu. Bunu anlamak için dostlardan çok çekmiş olmak gerek. Çekmeyen, gerçek dostun kim olduğunu anlamakta güçlük çeker.
Dostluk vardı, kendinden olan, sana senden yakın bulunan, dostluk vardı kendinle bir olan. Ahmet Kaya dostluğun, yoldaşlığın adıydı. O, dostluğun şovalyesiydi.
İnsan olarak onu tanımayanlar, şarkılarını dinlesin, orada ne varsa Ahmet Kaya da odur. Hiç bir sanatçı onun kadar türküleriyle kişiliğini tanımlayamamıştır. Bunu, bu satırlarda anlatacak kadar tarafsız değilim. Bir kaç beyit yazdım şiir olmayan. Orada bu duygularımı okuyacaksınız. "NEYİNİ ANLATAYIM"
NEYİNİ ANLATAYIM
Ben Ahmet’i anlatamam
Duygularım kalem tutamayacak kadar taraflı
Yüreğim hüzünle yaralı
Şair de değilim
Nasıl anlatayım
Yalın kılıç gibi dizili mısraları
Mitralyöz ateşine dönüştüren sesini mi
Yoksa Anadolu dervişleri gibi sessiz dururken
Fütuhata atılmış uç beyi narası türkü haykırışını mı
Hangi birisini
Aranan “hükümsüz” kimliklerimize
Kod adı takışını
İşkencelerin paslı prangalarını
Zindanların zifiri karanlığında yatırılan aydını
Zulaları, martavalları, erketeleri,
Nöbet gecelerinden kalma yorgun demokratları
Kokusuna doyamadığımız anayı
Hasretlerin boğucu ızdırabını
Mustantık sorgusunda ispiyon yemiş aslanları
Sürgünde lime lime doğranmış hasretleri, vurgunları
Renksiz dostları
Arkadan vuran hançerleri
Cehennem gibi düşmanlıkları anlatmadı mı türküleri
Başka ne anlatayım
Sürgünde, hakkın başka türlü gelmeyen rahmetini mi,
Nazım'ı, Yılmaz'ı, sırada bekleyen bizi mi,
Kuşak kuşak, yaman ayrılıkta toprak olanları mı
Zindan çıkışımda uzanan ilk dost eli kimindi
Bir ucundan dünyanın
Ben daha neyini anlatayım
Hey, ayaklar altına düşürülen sanat
Artık onurunu kim kurtaracak
Unuttun mu,
O makus gecedeki haykırışı; kral çırılçıplak
Tabak, çatal, bıçak
Onuncu Yıl Marşı okunacak
Renksiz dostlar,
Size hep bir lanet borcum kalacak
Allah aşkına, daha neyi anlatayım
Ahmet Kaya’nın anısına, Mihrac Ural; içimden geldiği gibi 15 Ekim 2002
AHMET KAYA VE MARCEL KHALİFE
2009 yılı anısına Ahmet yoldaşın bir başka yanını anlatacağım.
Paris'te çat kapı yanıma geldi (27 Haziran1989). "Neredesiniz siz, insan yoldaşını aramaz sormaz mı?" dedi. O bir yoldaştı ve yoldaşlarıyla ilişkisini arıyordu. "Bunca ayrılıktan sonra buluşamamak nasıl olur" dedi. Kucaklaştık. Yoldaştık. Aynı çabanın insanlarıydık ama, bir araya gelememiştik. Birbirimizi duyardık ama, bileklerimiz kenetlenmemişti. Kırk yıl bir arada kalmış gibi, bir anda iç içe olduk. O bizi, biz onu içselleştirmiştik. Kendine olan güveni, bu medeni cesareti, Ahmet'in kişiliğinde ağır basan bir yöndü. Kaldığım evde kütüphaneme dalışı, kitapları alıp karıştırması, altı çizili satırları bir solukta okuması, rahatı, kendi evinde olduğu ruh halini yansıtıyordu. O da anlamıştı, kendi evindeydi ve bunun anlamlı bir mesajı vardı.
Ahmet'le anı ve sır ortaklığımız hızla gelişti. O, belki böylesine onlarca dosta sahipti. Fransız halkının zafer şenlikleri L'Humanite Bayramından, Yılmaz Güney'i anma hazırlıklarına, yüzme havuzundan, farklı farklı davetlere, Frankfurt şehrinin merkezi bir alanında buluştuğumuzda, piştovunu çıkarıp havaya ateş etmesinden (29 Kasım 1992), yemek ortamına, örgütümüz THKP-C (Acilciler)'in Paris'te yapılan, Avrupa konferansı istişare toplantısı ön görüşmelerine katılışına (18 Temuz 1989), Lübnan'lı ünlü komünist, ozan Marcel Khalife'nin bir türküsü nedeniyle yargılanmasına karşı desteğe kadar aldığı tutumla, ardı arkası kesilmez anılar.
Bu yıl, Ahmet'in dostluk için nasıl bir şovalye olduğunu anlatacağım.
Marcel Khalife, Hz. Yusuf'un kıssasını anlatan bir albüm yaptı; “Ena Yusuf, ya Ebi” (Baba, Ben Yusuf’um) adlı bestesi.
Yusuf’un hikayesi (kıssa’sı), bilindiği gibi tüm semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alır. Bu kıssa’da, Yusuf’un çilesi anlatılır. Kardeşin kardeşe yaptığı zulme kaynaklık eden, çıkar dünyasının insanları ve ilişkileri dile getirilir. İsrail oğullarının ihaneti ve bu gün Filistinlilere yapılan zulme mesaj iletilir. Bencil çıkarlar etrafında örülen ağların, kardeşi kardeşe nasıl düşman yaptığı, yabancılaştırdığı konu edilir.
Tevrat’taki anlatım, olduğu gibi, aynı amaçla, Kuran’da da dile gelir. Bu kıssa’yı, ünlü Filistinli şair Mahmut Derviş bir divan olarak şiirleştirir. Marcel de, bunu bir müzik şaheserine dönüştürür. Yusuf’un babası Yakub’a, “ Vahşi kurdun merhameti, beni kuyuya atıp, sana kanlı gömleğimi göstererek kurdu itham eden kardeşlerimin merhametinden çoktur, baba “ dizeleri terennüm edilir. Bu günün maddi çıkar dünyasının tüm çirkefliği, bu dizelerde Marcel’in sesi ve notalarıyla belleklere işlenir.
Bu albüm 1997 yılında üretildi. Lübnan'ın gerici şerî mahkemeleri bu nedenle Marcel'in yargılanmasını istediler. Arap halkı sanatçısına sahip çıktı. Lübnan halkıyla Marcel'i savundu. Bu dava 3 Kasım 1999'da görülecekti.
Ahmet Kaya yoldaşa durumu aktardım. Hemen bir mesaj gönderelim diye önerdi. Bunu konuştuk. Ortak bir taslak üzerinde karara vardık. Bir bildiri yazılacak, bir de Ahmet Kaya adına Marcel Khalife'ye dayanışma mesajı gönderilecekti. Bildiriyi "SANATI YARGILAYAMAZSINIZ" başlığı altında yayınladık. Mesaj Ahmet Kaya adına Marcel Khalife'ye ulaştırıldı. Mesajın bildiriyle ortak olan ve Ahmet Kaya'nın da katkısını taşıyan sözleri ise şunlardı:
"Sanatın hasmı yoktur, emeğin ürünü olarak, yalnızca değerlendireni ya da değerlendiremeyeni vardır. Bu yüzden sanatı yargılamanın hukuki hiçbir zemini olamaz. Sanatçıları yargı önüne sürükleyerek, emek ürünleri sanatlarını yargılamak, bu yolla da sanal hasım yaratmak, kendi toplumlarını karanlığa sürüklemek isteyen boş inançların, boşa sarf edilmiş çabasından başka bir şey değildir. Hiçbir toplum bu vesileyle onur kazanamaz, aksine kaybedeceği çok olur." ( Ahmet Kaya'n ın Marcel Khalife İle dayanışma mesajından. 3 Kasım 1999)
Ahmet Kaya bir dost, bir dayanışma şovalyesidir. Dünyanın en ücra köşesinde de olsa tanıdığı, dostu ya da buna ihtiyaç duyan birisi Ahmet Kaya'yı yanında bulurdu; zulme, haksızlığa, adaletsizliğe uğrayanların yanında olmak için elini uzatan bir özveri insanıydı.
Ahmet Kaya'yı herkes müziğiyle tanır, ben onu insanlığıyla da tanıdım. O'nu herkes büyük bir müzisyen olarak kaybetti. Ben O'nu aynı zaman da bir yoldaş, bir dost olarak kaybettim.
14 Kasım 2009 Cumartesi
"Modern Faşist" Parti, CHP
(SEYİT RIZA VE DERSİMLİ ANALARIN GÖZYAŞI)
Mihrac Ural
14 Kasım 2009
Osmanlı aklı, yeni bir yaşam planıyla kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyet'in tek partisi CHP'de derin izlere sahiptir; farklılıkların cumhuriyet döneminde başına gelen tüb baskılar, zulüm ve kımların altında CHP'nin imzası bulunmaktadır.
Cumhuriyetin Alevilere yönelik 1938 Dersim katliamı, Yavuz Sultan Selim'in 1514 Büyük Alevi Katliamının bir devamı olarak tezahurü, bu aklın çağları aşan konumlanışıyla ilgilidir. Bu aklın barbarlık yönelimi, sadece Alevilere dönük değildi. Farklı olmak bu zulmü maruz kalmak için yeterliydi. Bu ülkede azınlık olmanın zor zanaat olması da buradan geliyor. Üstelik merhameti merhum bir akıl olarak, Türkmen aşiretlerine, Kürtlere, Ermenilere, Araplara, Rumlara, Süryanilere, bununla da kalmamış saltanat kavgalarında kardeşin kardeşe kıyımı dahi meşru sayııyordu. Cumhuriyet Osmanlıdan bunu da miras aldı.
Osmanlı son kesitinde bu akıl katliamlarına, İttihat ve Terakki Partisinde, çete mantığıyla devam etti. Cumhuriyet bunların artıklarıyla kulurdu ve aynı yöntemlerle yaşama devam etti. Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim kürt ayaklanmalarında "gözü yaşlı analara" merhümet etmedin yürüdü. Cumhiriyet, ortak ülkemizin yaşama dair neyi varsa yaktı, yıktı, katletti. Bu bir Osmanlı aklıydı. Bu çağda bu aklın adı modern faşist akıldır.
SEYİT RIZA
Seyit Rıza (Dersim1862 - 15 kasım 1937), Alevi tarihinin bu dev ismi, kerbela şehitleri gibi zulme karşı dik durarak ihanete, katliamın cellatlarına "Kerbelanın evladıyız, ayıptır, zulümdür, cinayettir!" diyen kişi, gerçekte sedece Alevileri değil Anadolunun tüm ötekileştirilmiş, aldatılmış, katledilmiş insanlarını ve etnik toplulkların, halkları adına duruşunu ilan ediyordu. 72 yıl önce 15 Kasım 1937 yılında idam sehpasına götürülürken temsil ettiği değerler, cinnet halindeki Osmanlı akıl algılarının, çirkin savaş kışkırtıcısı, ırkçı-milliyetçi tehditlerine karşı bizleri birleştiren ortak değerler olarak ön plana çıkıyordu. Bu yanıyla Seyit Rıza hepimiz adına asıldı. Kurban edildi.
Bu toprakların renkleriyle oluşturduğu insanı uygarlık tabloları korku ile sindirilmek üzere emsal oluşturuldu. Bu ülkeyi kan gölüne çeviren, tek boyutlu yapmak isteyen ilkel akılların kıyımına uğradı. Kürt halkı, Aleviler ve Anadolunun tüm farklılıkları bu katliamlarla yok edilmek istendi. Ancak barbarların tarihleri boyunca dayatmak istedikleri politikaların hiç biri, istedikleri siyasal sonuca; tarihle çatışmaya düştüler, insanla, toprakla çatışmaya düştüler. Bu günkü çırpınışları, beyhude ve beis içindeki saldırıları bundandır. Kürt halkının hepimiz adına sürdürdüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesi ve taleplerine gösterilen akıllara ziyan askeri kovuşturmalara da bundandır. Tarihi böylesine bir bağlam içinde sonuna kadar götürme şansları olmadığını görenlerin son çırpınışları, böylesine insanlık dışı bir söylemde tecelli ediyor. Bu da Dersim katliamının haksız, zalim ve tarihle yüzleşmede ön sırada bir sorun olarak yaşama devam ettiğini göstermeye yeterlidir. Onur Öymen'in bilinçaltını harekete geçiren ırkçı-milliyetçi refleks, bu topraklarda bitip tükenmeyen acıların sorumlularını da ele vermektedir.
OSMANLI AKLI VE CHP
Osmanlı aklı mirasçısı Cumhuriyet ve kurucu partisi CHP'nin, Onur Öymen ağzından Dersim katliamını, Kürt halkının özgürlük talebine karşı bir altarnatif olarak sürmesi, ağlayan anaların gözünün yaşına bakılmayacağı tehditdinin savurması bu zincirin son halkasıdır.
Atatürk'ün Osmanlı için tarihi anlamı çok önemli belirlemeleri var. 7 Şubat 1923’te Cumhuriyet ilanından altı ay önce, Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde verdiği “ilk ve son hutbesinde” şöyle dile getirmiştir. “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar, sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu, öyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen ola gelmiştir.” (Aktaran Cemal Kutay,TÜRKÇE İBADET. Sayfa;154.) Osmanlı bu cümlelerde tarihteki gerçek yerine oturuyor. Biz de bu "serserilik ve talancılıkla" müptela akıldan ve bunun insan ilişkilerindeki yerinden söz ediyoruz.
CHP, bu yerden çıkıp gelmiş haliyle, bir osmanlı artığıdır. İttihat ve terakki'nin teşkilatı mahsusiye şebekesinin düşünsel ve fiili devamcısıdır. Darbecilik, kolay yoldan iktidar ele geçirme, elit olma halktan kopukluk vehalka dayatmacılık bunların temel işlevleridir. Siyaseti üstten emir ve dayatma olarak algılayan bu anlayış, tarihi boyunca Osmanlı aklının Cumhiriyetteki devamıdır. Cumhuriyet döneminde kürt özgürlük harektlerine, Alevi Kürt hak taleplerine karşı dayatılan kıyım, Hatay'ın halkının iradesine karşın ve yapılan üç halk oylamasında ret edilmerine karşı, askeri zorla ilhakı, Kilikya Ermenilerinin Amik ovası bataklıklarında sıtma ile toplu ölümlere sürülmesi, Nazi yandaşlığıyla anlamlı olan "Varlık vergisi" ve bunun mantıki sonucu olan 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıklara yönelen tehcir, kıyım ve yıkım, Kıbrıs işgali, ve çeyrek asır devam eden Kürt halkının özgürlük ve demokrasi hareketine karşı gösterilen akıl almaz kıyımlar, bu aklın ifadesidir.
Bu topraklarda, Osmanlı akılıyla, halklarımızın hak ve talepleri arasında sonuçlanmamış bir mücadele sürmektedir. Bu gün ortaya çıkan ve toplumda Onur Öymen'inin konuşmasına karşı infiale dönüşen tepkilerin kaynağında bu gerçek bunulmaktadır.
DEMOKRATİK AÇILIM VE CHP
Bu ülkede demokratik açılım süreci başlamıştır. Bu süreç üç kuşaktır örgütlü devrimci harektin özverilerinin bir ürünüdür. İktidarlar bu güçlerin özgürlük ve demokrasi taleplerini basıncı altında bu türden açılım gösterilerine yönelmiştir. TBMM'de cumhuriyetin kurumluşundan bu yana geçen 86 yıllık süreçte ilk kez böylesine kapsamlı ve derinliği olan bir konunun gündeme gelmesi, demokrasi uğrana verilen mücadlenin ve emeklerin bir sonucudur. Meclisteki tartışmalar sürece önemli katkıları olmaktadır. Çoğu kez halkın doğrundan alamadığı gerçekçi mesajları, bu alanda yakalama fırsatı bunmaktadır. Kürt halkının bu son halkada üstelendiği manivela rolü, süreci halklarımız adına ve lehine yükselten bir unsurdur.
CHP adına konuşan Onur öymen'in sözleri bu mesajlardan biridir. Osmanlı aklını on yıllardır dile getiriyoruz. Ancak bu oturumlar, sahibinin sesinden naklen taşınması dolaysıyla, halka daha doğrudan bir mesaj olarak gitmektedir.
CHP bu söylemleriyle "modern faşist bir parti" olarak belirmiştir. Bu çözümlemeyi, 1979 da iktidarı döneminde demokrasi mücadelesine karşı gösterdiği benzer tutumlarla ilgili belirlemelerde yaptık (Konya cezaevi yazılarım arasında (1979), ilk kez böyle bir belirlemeyi yapmıştım). Bu siyasal tanımlama, bu gün daha da güçlü olarak ayakları üzerine basmaktadır.
CHP, Osmanlı aklının cumhuriyet dönemindeki temsilcisidir. Milliyetçi hatta ırkçı söylemlerin sahibidir. Çok kültürlü ve farklı etnik toplulukların tarihi yaşam alanı olan Anadolu, Osmanlı aklı mirasçısı CHP'nin faşizan söylemleriyle, tek boyutlu kılmak istenmektedir. CHP, 1938 Dersim kaliamında olduğu gibi, "anaların göz yaşına bakmadan" kıyım yapılabileceğini savunmaktadır. "Demokratik Açılım" tartışmaları ve ortamı içinde bu söylemleri dile getirme cüretinde olanlar, belli bir gücü ellerine geçirdiklerinde ortaya çıkacak sonuçları düşünmek bile ürkütücüdür. CHP tas tamam budur. Sosyal demokrat maskesi, kabaca ortaya konan milliyetçiliğine örtü olamayacak kadar şefaftır.
CUMHURİYET VE CHP
Cumhuriyet kuruluşunda ayrı bir palının ürünü olacaktı. Osmanlının gaspçı ve fütuhatçı, talancı süreçleri aşılacak, kendisi de üreten, yeterlilikleriyle, "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" diyen bir yaşam kurgulanmıştı. Ama olmadı.
Cumhuriyet Osmanlı artığıydı, onun mirasının devamıydı. "Hasta Adam" kendini iyi hissettiği her an ve yerde Osmalıcılık yaptı, Cumhuriyet kendi vatandaşlarına karşı ölüm denklemleri kurdu. Kürtler, Ermeniler, Araplar, Rumlar ve Süryanileri katletti, sürgün etti, göçe zorladı. CHP bu sürecin öncüsüydü. Bu gün ülkemizin ortak hiç bir değerini temsil etme durumunda olmayan CHP darbeci, ittihattçı Osmanlı aklını yeni bir çağın demokratik açılım ortamında da göstermesi, düşünülmesi gerken bir veridir. Cumhuriyet tarihinin en insanlık dışı eylemlerini ve savaşlarını yürüten CHP yönetiminin olması tesadüf değildir. CHP, insanlık adına çirkin bir savaş kışkırtıcısı olarak bu gün kurgulamakta olduğu yönelimleri, önlem alınması gereken yönelimlerdir. Buna dikkat etmek demokrasi güçlerinin önünde duran önemli bir görevdir.
Dersim katliamını böylesi dehşet ifadelerle dile getirenler, Ortak ülkemizdeki gelecek kuşaklar için tahayyül ettiğimiz yaşamın önünü kesmek isteyenlerdir. Bölücülük de tas tamam böylesi milliyetçileklerin ürünüdür.
Bu ülke birimizin değil, hepimizindir. Ortak yaşamın barışı ve güvenliği için etnik üstünlüğün önüne geçilmelidir. Ortak bir ülkede yaşamak için kurucu eşitler olarak siyasal adeletin eşit dağılımı gerekmektedir. Birilerinin kıyımlarla diğerimizi tehdit ettiği bir ülke kaosların ülkesidir. Ülkemizi kaoslara sürükleyenlere karşı alınacak en önemli önlem, Anayasal, yasal ve kurumsal yeniden yapılanmaya gitmek olacaktır. Bu demokratik bir cumhuriyetten başka bir şey değildir.
Seyit Rızaların, bu topraklar için yaşamlarıya ortaya koydukları özveriyi bu günün bilinç algılarıyla yükseltmek böylesine kolektif hedefleri gerçekleştirme iradesiyle mümkündür
Mihrac Ural
14 Kasım 2009
Osmanlı aklı, yeni bir yaşam planıyla kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyet'in tek partisi CHP'de derin izlere sahiptir; farklılıkların cumhuriyet döneminde başına gelen tüb baskılar, zulüm ve kımların altında CHP'nin imzası bulunmaktadır.
Cumhuriyetin Alevilere yönelik 1938 Dersim katliamı, Yavuz Sultan Selim'in 1514 Büyük Alevi Katliamının bir devamı olarak tezahurü, bu aklın çağları aşan konumlanışıyla ilgilidir. Bu aklın barbarlık yönelimi, sadece Alevilere dönük değildi. Farklı olmak bu zulmü maruz kalmak için yeterliydi. Bu ülkede azınlık olmanın zor zanaat olması da buradan geliyor. Üstelik merhameti merhum bir akıl olarak, Türkmen aşiretlerine, Kürtlere, Ermenilere, Araplara, Rumlara, Süryanilere, bununla da kalmamış saltanat kavgalarında kardeşin kardeşe kıyımı dahi meşru sayııyordu. Cumhuriyet Osmanlıdan bunu da miras aldı.
Osmanlı son kesitinde bu akıl katliamlarına, İttihat ve Terakki Partisinde, çete mantığıyla devam etti. Cumhuriyet bunların artıklarıyla kulurdu ve aynı yöntemlerle yaşama devam etti. Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim kürt ayaklanmalarında "gözü yaşlı analara" merhümet etmedin yürüdü. Cumhiriyet, ortak ülkemizin yaşama dair neyi varsa yaktı, yıktı, katletti. Bu bir Osmanlı aklıydı. Bu çağda bu aklın adı modern faşist akıldır.
SEYİT RIZA
Seyit Rıza (Dersim1862 - 15 kasım 1937), Alevi tarihinin bu dev ismi, kerbela şehitleri gibi zulme karşı dik durarak ihanete, katliamın cellatlarına "Kerbelanın evladıyız, ayıptır, zulümdür, cinayettir!" diyen kişi, gerçekte sedece Alevileri değil Anadolunun tüm ötekileştirilmiş, aldatılmış, katledilmiş insanlarını ve etnik toplulkların, halkları adına duruşunu ilan ediyordu. 72 yıl önce 15 Kasım 1937 yılında idam sehpasına götürülürken temsil ettiği değerler, cinnet halindeki Osmanlı akıl algılarının, çirkin savaş kışkırtıcısı, ırkçı-milliyetçi tehditlerine karşı bizleri birleştiren ortak değerler olarak ön plana çıkıyordu. Bu yanıyla Seyit Rıza hepimiz adına asıldı. Kurban edildi.
Bu toprakların renkleriyle oluşturduğu insanı uygarlık tabloları korku ile sindirilmek üzere emsal oluşturuldu. Bu ülkeyi kan gölüne çeviren, tek boyutlu yapmak isteyen ilkel akılların kıyımına uğradı. Kürt halkı, Aleviler ve Anadolunun tüm farklılıkları bu katliamlarla yok edilmek istendi. Ancak barbarların tarihleri boyunca dayatmak istedikleri politikaların hiç biri, istedikleri siyasal sonuca; tarihle çatışmaya düştüler, insanla, toprakla çatışmaya düştüler. Bu günkü çırpınışları, beyhude ve beis içindeki saldırıları bundandır. Kürt halkının hepimiz adına sürdürdüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesi ve taleplerine gösterilen akıllara ziyan askeri kovuşturmalara da bundandır. Tarihi böylesine bir bağlam içinde sonuna kadar götürme şansları olmadığını görenlerin son çırpınışları, böylesine insanlık dışı bir söylemde tecelli ediyor. Bu da Dersim katliamının haksız, zalim ve tarihle yüzleşmede ön sırada bir sorun olarak yaşama devam ettiğini göstermeye yeterlidir. Onur Öymen'in bilinçaltını harekete geçiren ırkçı-milliyetçi refleks, bu topraklarda bitip tükenmeyen acıların sorumlularını da ele vermektedir.
OSMANLI AKLI VE CHP
Osmanlı aklı mirasçısı Cumhuriyet ve kurucu partisi CHP'nin, Onur Öymen ağzından Dersim katliamını, Kürt halkının özgürlük talebine karşı bir altarnatif olarak sürmesi, ağlayan anaların gözünün yaşına bakılmayacağı tehditdinin savurması bu zincirin son halkasıdır.
Atatürk'ün Osmanlı için tarihi anlamı çok önemli belirlemeleri var. 7 Şubat 1923’te Cumhuriyet ilanından altı ay önce, Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde verdiği “ilk ve son hutbesinde” şöyle dile getirmiştir. “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar, sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu, öyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen ola gelmiştir.” (Aktaran Cemal Kutay,TÜRKÇE İBADET. Sayfa;154.) Osmanlı bu cümlelerde tarihteki gerçek yerine oturuyor. Biz de bu "serserilik ve talancılıkla" müptela akıldan ve bunun insan ilişkilerindeki yerinden söz ediyoruz.
CHP, bu yerden çıkıp gelmiş haliyle, bir osmanlı artığıdır. İttihat ve terakki'nin teşkilatı mahsusiye şebekesinin düşünsel ve fiili devamcısıdır. Darbecilik, kolay yoldan iktidar ele geçirme, elit olma halktan kopukluk vehalka dayatmacılık bunların temel işlevleridir. Siyaseti üstten emir ve dayatma olarak algılayan bu anlayış, tarihi boyunca Osmanlı aklının Cumhiriyetteki devamıdır. Cumhuriyet döneminde kürt özgürlük harektlerine, Alevi Kürt hak taleplerine karşı dayatılan kıyım, Hatay'ın halkının iradesine karşın ve yapılan üç halk oylamasında ret edilmerine karşı, askeri zorla ilhakı, Kilikya Ermenilerinin Amik ovası bataklıklarında sıtma ile toplu ölümlere sürülmesi, Nazi yandaşlığıyla anlamlı olan "Varlık vergisi" ve bunun mantıki sonucu olan 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıklara yönelen tehcir, kıyım ve yıkım, Kıbrıs işgali, ve çeyrek asır devam eden Kürt halkının özgürlük ve demokrasi hareketine karşı gösterilen akıl almaz kıyımlar, bu aklın ifadesidir.
Bu topraklarda, Osmanlı akılıyla, halklarımızın hak ve talepleri arasında sonuçlanmamış bir mücadele sürmektedir. Bu gün ortaya çıkan ve toplumda Onur Öymen'inin konuşmasına karşı infiale dönüşen tepkilerin kaynağında bu gerçek bunulmaktadır.
DEMOKRATİK AÇILIM VE CHP
Bu ülkede demokratik açılım süreci başlamıştır. Bu süreç üç kuşaktır örgütlü devrimci harektin özverilerinin bir ürünüdür. İktidarlar bu güçlerin özgürlük ve demokrasi taleplerini basıncı altında bu türden açılım gösterilerine yönelmiştir. TBMM'de cumhuriyetin kurumluşundan bu yana geçen 86 yıllık süreçte ilk kez böylesine kapsamlı ve derinliği olan bir konunun gündeme gelmesi, demokrasi uğrana verilen mücadlenin ve emeklerin bir sonucudur. Meclisteki tartışmalar sürece önemli katkıları olmaktadır. Çoğu kez halkın doğrundan alamadığı gerçekçi mesajları, bu alanda yakalama fırsatı bunmaktadır. Kürt halkının bu son halkada üstelendiği manivela rolü, süreci halklarımız adına ve lehine yükselten bir unsurdur.
CHP adına konuşan Onur öymen'in sözleri bu mesajlardan biridir. Osmanlı aklını on yıllardır dile getiriyoruz. Ancak bu oturumlar, sahibinin sesinden naklen taşınması dolaysıyla, halka daha doğrudan bir mesaj olarak gitmektedir.
CHP bu söylemleriyle "modern faşist bir parti" olarak belirmiştir. Bu çözümlemeyi, 1979 da iktidarı döneminde demokrasi mücadelesine karşı gösterdiği benzer tutumlarla ilgili belirlemelerde yaptık (Konya cezaevi yazılarım arasında (1979), ilk kez böyle bir belirlemeyi yapmıştım). Bu siyasal tanımlama, bu gün daha da güçlü olarak ayakları üzerine basmaktadır.
CHP, Osmanlı aklının cumhuriyet dönemindeki temsilcisidir. Milliyetçi hatta ırkçı söylemlerin sahibidir. Çok kültürlü ve farklı etnik toplulukların tarihi yaşam alanı olan Anadolu, Osmanlı aklı mirasçısı CHP'nin faşizan söylemleriyle, tek boyutlu kılmak istenmektedir. CHP, 1938 Dersim kaliamında olduğu gibi, "anaların göz yaşına bakmadan" kıyım yapılabileceğini savunmaktadır. "Demokratik Açılım" tartışmaları ve ortamı içinde bu söylemleri dile getirme cüretinde olanlar, belli bir gücü ellerine geçirdiklerinde ortaya çıkacak sonuçları düşünmek bile ürkütücüdür. CHP tas tamam budur. Sosyal demokrat maskesi, kabaca ortaya konan milliyetçiliğine örtü olamayacak kadar şefaftır.
CUMHURİYET VE CHP
Cumhuriyet kuruluşunda ayrı bir palının ürünü olacaktı. Osmanlının gaspçı ve fütuhatçı, talancı süreçleri aşılacak, kendisi de üreten, yeterlilikleriyle, "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" diyen bir yaşam kurgulanmıştı. Ama olmadı.
Cumhuriyet Osmanlı artığıydı, onun mirasının devamıydı. "Hasta Adam" kendini iyi hissettiği her an ve yerde Osmalıcılık yaptı, Cumhuriyet kendi vatandaşlarına karşı ölüm denklemleri kurdu. Kürtler, Ermeniler, Araplar, Rumlar ve Süryanileri katletti, sürgün etti, göçe zorladı. CHP bu sürecin öncüsüydü. Bu gün ülkemizin ortak hiç bir değerini temsil etme durumunda olmayan CHP darbeci, ittihattçı Osmanlı aklını yeni bir çağın demokratik açılım ortamında da göstermesi, düşünülmesi gerken bir veridir. Cumhuriyet tarihinin en insanlık dışı eylemlerini ve savaşlarını yürüten CHP yönetiminin olması tesadüf değildir. CHP, insanlık adına çirkin bir savaş kışkırtıcısı olarak bu gün kurgulamakta olduğu yönelimleri, önlem alınması gereken yönelimlerdir. Buna dikkat etmek demokrasi güçlerinin önünde duran önemli bir görevdir.
Dersim katliamını böylesi dehşet ifadelerle dile getirenler, Ortak ülkemizdeki gelecek kuşaklar için tahayyül ettiğimiz yaşamın önünü kesmek isteyenlerdir. Bölücülük de tas tamam böylesi milliyetçileklerin ürünüdür.
Bu ülke birimizin değil, hepimizindir. Ortak yaşamın barışı ve güvenliği için etnik üstünlüğün önüne geçilmelidir. Ortak bir ülkede yaşamak için kurucu eşitler olarak siyasal adeletin eşit dağılımı gerekmektedir. Birilerinin kıyımlarla diğerimizi tehdit ettiği bir ülke kaosların ülkesidir. Ülkemizi kaoslara sürükleyenlere karşı alınacak en önemli önlem, Anayasal, yasal ve kurumsal yeniden yapılanmaya gitmek olacaktır. Bu demokratik bir cumhuriyetten başka bir şey değildir.
Seyit Rızaların, bu topraklar için yaşamlarıya ortaya koydukları özveriyi bu günün bilinç algılarıyla yükseltmek böylesine kolektif hedefleri gerçekleştirme iradesiyle mümkündür
13 Kasım 2009 Cuma
DİSİPLİN VE FORMASYON
Zeki Bayterin
14 kasım 2009
Sosyalist hareketin her insanı yüzünü geleceğe çevirmeli, bugünle geleceği bir bütün olarak kavramalı, kendini böyle konumlandırmalı. Ve bugün yapılan bir yanlışın yada bir gevşekliğin felaketler yaratmıyor oluşu rahatlatmamalıdır. Devrimci mücadeleyi yürütebilecek asgari Marksist formasyon nitelemesi komplike bir devrimci insan tipinin çizilişidir. Tanım, uzmanlaşmanın reddini değil, onun çerçevesinin asgari zemininin saptanmasıdır. Nitelik arayışıdır. Bu çerçeve, uzmanlaşmayı belli alanlardaki eksikliklerin değil, belli alanlardaki fazlalıkların bir tezahürü olarak algılar. Bir işi yapamamak değil, genel seviyedeki yeterliliğin artısı olarak daha iyi yapmaktır. Geleneğin mevzilendirme politikası insanların eksikliklerinin tesbiti üzerine değil, yeteneklerinin tesbiti üzerine kurulur. Devrimci insan öncelikle kendini her düzeyde yetkinleştirmekle görevlidir. Bu sürekli bitmez tükenmez bir öğrencilik sürecidir, şu yada bu zaman diliminde, şu yada bu alanda konumlanmak veya kalıcılık bu yetkinliğin ve diriliğin bir devamıdır.
Çünkü devrimci mücadele binlerce ilmeğin, çabanın, görevin bileşiminden oluşur ve onun tek bir parçasının bozuluşu genel bir dokunun bozulması anlamına gelir.
Küçük bir işi yapamayanın, büyük bir işi daha iyi yapabileceği varsayımı devrimci mücadelede yapılabilecek en isabetsiz varsayımdır. Sıradan bir açık alan çalışmasında dahi güvenilirliğini yitirmiş inandırıcılığı olmayan insanın kendini, kendince daha zor ve önemli saydığı başka alanların adayı olarak görmesi çok sağlıklı değildir. Politik alanda hal ve gidiş notu kırık inandırıcılığını tümden yitirmiş olduğu halde, nostaljik yetenek konuşturan eylemci tipi ve bu tiplemelerin dayanaksızlığı da zaman içersinde görülmüştür. Söz konusu olan çok teknik akademik bilgi değil, ama bunlarla birlikte tarihini sahiplenme taş gibi bir soğukkanlılık ve duru siyasal sağduyudur. Örneğin demokratik alanda kararları hızla verebilme sorunu vardır. Ve her durumda sağduyu, soğukkanlılık, örgütsel tecrübe ve inandırıcılık gereklidir. Yani bunlar işin zeminidir, teknik eğitim ise genelde aynı davranışların yinelenmesi yoluyla bunların refleksleştirilmesi, var olan yeteneğin sistematize edilmesidir.
Formasyon ve disiplin konusunda, her yaptığımız şeyin genel düzey ile bağlantısı kendi yaşamımızın genel yaşamsal organizmanın parçası olduğunun bilince çıkartılmasıdır. Çünkü geleneğin zaaflı yanlarından biri, dar birlikteliğe gömülmek biçiminde tezahür etmiştir. İnsan yapısı, kendi birimi, alanı, içindeki pratik görevlere öylesine gömülmüştür ki, çoğu zaman pratiğin hızı içerisinde, yaptığı işin nasıl bir genel yürüyüşün parçası olduğu konusunda bilinç bulanıklığı yaşamıştır. Fiziksel anlamda olağanüstü önemdeki görevleri gerçekleştirip çok doğru çalışmalar yaptığı halde, çoğu insan, bütün bunları genel kapsamlı bir bakış açısıyla kavrayıp kaynaştıramamış, birçok durumda salt önündeki olguları görür olmuştur. Kesinlikle durum böyle değildir ama somut pratiğin çoğu zaman ortaya çıkardığı objektivite budur. Bir yandan ufuk darlığından ötürü genel düzeyde politikalar üretme yeteneği sınırlanmış, öte yandan tek tek insanlar kendi işini iyi yapan ama politik kapasitesini artırmayan durumda kalmışlardır. Sonuçta genel ile bağlantıyı zayıflatan bu darlık, kendini kendi yaşadığı ile sınırlayan insan, yanlışların ve doğruların devrimci mücadelenin bütününe yansıyan sonuçlarını gözden kaçırmıştır. Devrimci mücadelenin disiplini, onun bütün ilmeklerine, bütün kesimlerine ilişkindir. En küçük randevudan en büyük buluşmalara böyledir. Bir randevunun aksatılmasının, bir proğramın geç iletilmesinin anlık durumda ölüm kalımlı sonuçlar yaratmıyor oluşu, bu yanlışların yarını sakatlama ihtimalini azaltmaz. Bu bir kültürdür, şekilleniştir.
Devrimci mücadelenin kendisi, akıp giden hayatta bizzat müdahalesidir, seyrinin zorlanmasıdır.Bunlar, kazanılan şeylerdir bir kültür, bir alışkanlık olarak içselleşir bizde kalır, bugün bir kesimde kazanılır, yarın yeni bir alanda bugün kazanılmayanın yarın zor durumda kendiliğinden oluşacağını beklemek hayaldir. Bugün ne yapıyorsanız, yarın da onu yaparsınız. Bugün yada yarın yaptığınız her yanlış yada gevşeklik bedeli ödenecek olumsuz sonuçlar yaratır. Güvenlikte öyledir onun risk edilmesi için iki yada daha fazla yanlış gerekmez. Bazen tek bir özensizlik, emekleri yok eden oluşumu çökertebilen bir sürecin yolunu açar.
14 kasım 2009
Sosyalist hareketin her insanı yüzünü geleceğe çevirmeli, bugünle geleceği bir bütün olarak kavramalı, kendini böyle konumlandırmalı. Ve bugün yapılan bir yanlışın yada bir gevşekliğin felaketler yaratmıyor oluşu rahatlatmamalıdır. Devrimci mücadeleyi yürütebilecek asgari Marksist formasyon nitelemesi komplike bir devrimci insan tipinin çizilişidir. Tanım, uzmanlaşmanın reddini değil, onun çerçevesinin asgari zemininin saptanmasıdır. Nitelik arayışıdır. Bu çerçeve, uzmanlaşmayı belli alanlardaki eksikliklerin değil, belli alanlardaki fazlalıkların bir tezahürü olarak algılar. Bir işi yapamamak değil, genel seviyedeki yeterliliğin artısı olarak daha iyi yapmaktır. Geleneğin mevzilendirme politikası insanların eksikliklerinin tesbiti üzerine değil, yeteneklerinin tesbiti üzerine kurulur. Devrimci insan öncelikle kendini her düzeyde yetkinleştirmekle görevlidir. Bu sürekli bitmez tükenmez bir öğrencilik sürecidir, şu yada bu zaman diliminde, şu yada bu alanda konumlanmak veya kalıcılık bu yetkinliğin ve diriliğin bir devamıdır.
Çünkü devrimci mücadele binlerce ilmeğin, çabanın, görevin bileşiminden oluşur ve onun tek bir parçasının bozuluşu genel bir dokunun bozulması anlamına gelir.
Küçük bir işi yapamayanın, büyük bir işi daha iyi yapabileceği varsayımı devrimci mücadelede yapılabilecek en isabetsiz varsayımdır. Sıradan bir açık alan çalışmasında dahi güvenilirliğini yitirmiş inandırıcılığı olmayan insanın kendini, kendince daha zor ve önemli saydığı başka alanların adayı olarak görmesi çok sağlıklı değildir. Politik alanda hal ve gidiş notu kırık inandırıcılığını tümden yitirmiş olduğu halde, nostaljik yetenek konuşturan eylemci tipi ve bu tiplemelerin dayanaksızlığı da zaman içersinde görülmüştür. Söz konusu olan çok teknik akademik bilgi değil, ama bunlarla birlikte tarihini sahiplenme taş gibi bir soğukkanlılık ve duru siyasal sağduyudur. Örneğin demokratik alanda kararları hızla verebilme sorunu vardır. Ve her durumda sağduyu, soğukkanlılık, örgütsel tecrübe ve inandırıcılık gereklidir. Yani bunlar işin zeminidir, teknik eğitim ise genelde aynı davranışların yinelenmesi yoluyla bunların refleksleştirilmesi, var olan yeteneğin sistematize edilmesidir.
Formasyon ve disiplin konusunda, her yaptığımız şeyin genel düzey ile bağlantısı kendi yaşamımızın genel yaşamsal organizmanın parçası olduğunun bilince çıkartılmasıdır. Çünkü geleneğin zaaflı yanlarından biri, dar birlikteliğe gömülmek biçiminde tezahür etmiştir. İnsan yapısı, kendi birimi, alanı, içindeki pratik görevlere öylesine gömülmüştür ki, çoğu zaman pratiğin hızı içerisinde, yaptığı işin nasıl bir genel yürüyüşün parçası olduğu konusunda bilinç bulanıklığı yaşamıştır. Fiziksel anlamda olağanüstü önemdeki görevleri gerçekleştirip çok doğru çalışmalar yaptığı halde, çoğu insan, bütün bunları genel kapsamlı bir bakış açısıyla kavrayıp kaynaştıramamış, birçok durumda salt önündeki olguları görür olmuştur. Kesinlikle durum böyle değildir ama somut pratiğin çoğu zaman ortaya çıkardığı objektivite budur. Bir yandan ufuk darlığından ötürü genel düzeyde politikalar üretme yeteneği sınırlanmış, öte yandan tek tek insanlar kendi işini iyi yapan ama politik kapasitesini artırmayan durumda kalmışlardır. Sonuçta genel ile bağlantıyı zayıflatan bu darlık, kendini kendi yaşadığı ile sınırlayan insan, yanlışların ve doğruların devrimci mücadelenin bütününe yansıyan sonuçlarını gözden kaçırmıştır. Devrimci mücadelenin disiplini, onun bütün ilmeklerine, bütün kesimlerine ilişkindir. En küçük randevudan en büyük buluşmalara böyledir. Bir randevunun aksatılmasının, bir proğramın geç iletilmesinin anlık durumda ölüm kalımlı sonuçlar yaratmıyor oluşu, bu yanlışların yarını sakatlama ihtimalini azaltmaz. Bu bir kültürdür, şekilleniştir.
Devrimci mücadelenin kendisi, akıp giden hayatta bizzat müdahalesidir, seyrinin zorlanmasıdır.Bunlar, kazanılan şeylerdir bir kültür, bir alışkanlık olarak içselleşir bizde kalır, bugün bir kesimde kazanılır, yarın yeni bir alanda bugün kazanılmayanın yarın zor durumda kendiliğinden oluşacağını beklemek hayaldir. Bugün ne yapıyorsanız, yarın da onu yaparsınız. Bugün yada yarın yaptığınız her yanlış yada gevşeklik bedeli ödenecek olumsuz sonuçlar yaratır. Güvenlikte öyledir onun risk edilmesi için iki yada daha fazla yanlış gerekmez. Bazen tek bir özensizlik, emekleri yok eden oluşumu çökertebilen bir sürecin yolunu açar.
12 Kasım 2009 Perşembe
LÜBNAN HÜKÜMETİ VE DEMOKRATİK AÇILIM
Mihrac Ural
12 Kasım 2009
Lübnan’da hükümet uzun bir aradan sonra, Saad El Hariri önderliğinde kuruldu (9 Kasım 2009). Aylardır süren sıkı pazarlıklar, görev iadesinden sonra ikinci kez hükümet kurma yönünde görevlendirilen Saad El Hariri, hükümeti kurabildi. Saad El Hariri, 14 Şubat 2005 tarihinde bir suikaste kurban giden Lübnan eski Başbakanı Refik El Hariri’nin oğludur.
Çoğulcu parlamenter sistemle yöneltilen Lübnan’da, seçimlerden çoğunluğu alarak çıkmış bir siyasal güç olmasına rağmen, hükümetin ülkedeki tüm farklılıkları göz önüne alan bir mozaik doku içinde kurulması ön görülmüştür. Bu yaklaşım, çoğunluğun kuracağı hükümetin mozaik bir yapı göstermesiyle de sınırlı değil, “Vatan Birliği Hükümeti” (Huküme vihde vataniye) adı altında, seçimlerde çoğunluğu alan kesimle, azınlıkta kalan muhalefet kesiminden oluşan hükümet kuruluşu tercih edilmektedir. Bu tercih çoğu kez dış baskılarla, ve konjonktür nedeniyle gündeme gelse de.
Lübnan bu eğilim ve statülere, uzun bir iç savaşından sonra, savaşı sona erdiren ve ülkedeki siyasal yeniden yapılanmayı gerçekleştiren Taif anlaşmasının peşisıra girmiştir (22 Ekim 1989. Suudi Arabistan’ın Taif kentinde).
Çoğulcu parlamenter sistemine rağmen, “vatan birliği hükümeti” tercihinin esas alınması Lübnan'ın toplumsal, etnik, inançsal mozaik dokusuyla da yakından ilgilidir ve bu zeminde gündeme gelmektedir.
Lübnan’ın egemen etnik dokusu Arap’tır. Ermeniler, Osmanlı sürgünleri ve 1939 Kilikya Hatay TC. sürgünleri olanlar da buralara yerleşmiştir. Sonradan gelmelerine karşın bu küçük ülkenin etnik varlığı, kültürü, dili, inancı, farklılığının her boyutu devletin resmi statüleri arasında yer almıştır. Belli bir ölçüsü olmamasına karşın, azınlık bile teşkil etmeyen tüm etkin ve inançsal farklılıklar gibi önemli sayısal varlıklarıyla Ermeniler Lübnan toplumunun belirgin bir farklılığı olarak yerini almıştır. Bu farklılığın inkarı ya da ihmali hiçbir şekilde hiçbir çevre tarafından gündem konusu bile olmamıştır. Son seçimde (7 Haziran 2009. Pazar) Ermeniler geleneksel ittifakların bileşeninden ayrılıp direniş güçlerinin oluşturduğu muhalefet saflarına geçince, Falanjist parti lideri eski Cumhurbaşkanı tarafından etnik yapılarına göndermeler yapan eleştirileri karşısında tüm ülke refleks göstererek karşı tutum almıştı.
Lübnan’da Ermeniler, etnik topluluk hakları, kollektif kimlikleri, dilleri, kültürleri ve tüm hak ve hukukları anayasal (Taif anlaşması), yasal ve siyasal olarak tanınmıştır. Her hükümette bakanları ve mecliste milletvekilleri vardır; Lübnan'lı üst kimliğiyle, Ermeni olarak kendilerini ifade ederler. Ermeniler gibi Kürt, Türk, Süryani gibi çok küçük azınlıkların da aynı yönde hakları ve kendilerini her açıdan ifade etme özgürlükleri bulunmaktadır. Lübnan tüm eksiklerine, yanlışlarına, dış güçlerin etkisi altındaki var oluşuna, hatta Suriye’den koparılarak hıristiyanlar için ayrı bir devlet olarak bölgeye dayatılmasına karşın, kendi özgünlüğüyle bölgemizde örnek alınacak önemli verilere sahiptir.
Lübnan’da farklılık daha çok dini ve mezhepsel farklılık olarak algılanır. Kuruluşundan bu yana hıristiyan egemenliği altında olan Lübnan, 1975 iç savaşıyla birlikte bozulan dengelerini, Taif anlaşmasıyla yeniden bulma şansı yakaladı. Toplumu müslümanlar ve hıristiyanlar olarak iki eşit hak sahipliğiyle devleti, siyaseti şekillendirdi. 128 milletvekilinden oluşan parlamentoları müslümanlar ve hıristiyanlar arasında eşitçe pay edildi. Milletvekili adaylarının seçiminde, her Lübnan vatandaşının oyunu alma hakkına karşın, adaylar başvurularını mensup olduğu etnik ya da inanç listesinden göstermek durumunda olup, farklılıklar arası sayısal dengeler böylece korunmaktadır.
Müslümanların Sünni, Şii, Dürzi ve Aleviler olarak ayrıldığı ve aralarındaki nüfus oranına denk düşen bir hak paylaşımı içindedirler. Hıristiyanlar da, Maroni, Protestan, Katolik, Rum Ortodoks olarak bu paylaşımda yerlerini alırlar. Cumhurbaşkanı Maroni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman ve Meclis Başkanı da Şii Müslüman olarak devletin önemli atamalarında imza sahibi olarak yer alırlar. Lübnanlılar bunu, eşitlik çağrışımı amacıyla “Üçlü Riaset” üç başkanlılık diye tanımlarlar.
Devletteki önemli görevler, bakanlıklar, genel müdürlükler vb. üçlü (üç reis) onay gerektiren tüm görevler üzerinde kıyasıya bir pazarlıkla, farklı bir demokratik denge üzerinde devlet işlerliği sağlanır. Tek boyutlu devlet algılarında anlaşılmaz gibi görünen bu mekanizma Lübnan’ı oldukça özgür ve açılımcı kıldığı gibi, sorunlarını aşamasına da özgün bir dinamik katıyor.
Aynı ulusa mensup olmalarına karşın, kültürel topluluklara bölünmüş, mezhepsel ve dini açıdan farklılaşmış Lübnan, bölgemizin farklılıkları birbirini ötekileştirmeyen bir yapı kurabilmiştir. Tarihsel çatışmalarına karşın, iç savaşlarına ve hala süren rekabetlerine rağmen, birbirini içselleştirmiş bu farklılık, bölgemizin tek boyutlu siyasal sistemlerine, alternatif bir örnek olarak duruyor.
Lübnan tarihinin yakın dönemi (I. Dünya savaşı sonrası) tek boyutlu, emperyalist destekli bir hıristiyan egemenliğiydi. Lübnan devletinin kuruluş amacı da bölgenin azınlığı olan hıristiyanlara bir devlet kurma amacını taşıyordu. Bu süreç müslümanlar için acılarla, zorluklarla dolu bir süreçti. 1958’de kısa süren, 1975’te 1991’e kadar devam eden kanlı iç savaş, kadim tarihin dış güçler müdahalesiyle böl yönet ortamı içinde geçen çatışmaların üzerinde yükseliyordu. Son iç savaş öylesine kanlı oldu ki, küçük çaplı bir dünya savaşı gibi dünyanın tüm müdahil ülkeleri ve istihbarat servisleri bu savaşta saf belirlemişti. Bir tarafta halkın direnen güçleri, diğer tarafta ABD-İsrail ve Arap gericiliği, bu çatışmanın ana tarafları olarak özellikle Lübnan’ı kırıp geçiriyordu. Bu savaş her topluluğu da içten böldü ve birbiriyle kanlı bir çatışmaya götürdü. Müslümanlar falanjist hıristiyanlarla, gerici sünniler ilericilerle, maroniler kendi aralarında, akıl almaz bir vahşetle savaştı.
Yakın döneme kadar bu türden savaşlar Lübnan’ı uçurumun ucuna kadar getirdi; böylesi bir devletin varlığı, kendi halkı tarafından tartışılır hale geldi. Buna rağmen Lübnan, farklılıkların birbirini ilga, inkar, yok sayma durumunda olmayacağı gerçeğiyle yüz yüze geldi. Kendi gerçeğini tarihiyle sık sık yüzleşerek bilince çıkarmaya çalıştı. Tarihle yüzleşmesi, bir kırılma ya da keskin bıçak gibi bir dönüşümle olmasa da zamana yayılmış dengeleriyle oturtulmaya çalışıldı. Bu süreç hala devam etmektedir. Hükümetin kuruluşu bu yönde de önemli mesafelerin alındığını gösteriyor.
Lübnan'ın, farklılıklarını bir zenginlik olarak bilince çıkaran tarihiyle yüzleşme süreci, topluluklarını yıkan savaşların aşılmasını sağladığı gibi, ucu ucuna giden tehlikeli süreçleri kolayca aşabilme olanağını da verdi. Farklılığıyla barışmak, Lübnan örneğinde, demokratik açılım dersleriyle doludur.
Bu makalenin konusu, Lübnan hükümetinin kuruluşu ve taşıdığı anlamdan daha çok ülkemizdir. Demokratik açılım algılarımızı çevremizdeki örneklerle çeşitlendirmektir. Alınabilecek derslerin alınmasına çalışmaktır. Bu yönde, Ortadoğu yazılarımda bunu işlemeye çalıştım. Lübnan örneğinin, ülkemizle bire bir benzerliği olan bir örnek olmadığını tekrarla belirtmek gerek. Bu anlamda, “Türkiyenin Lübnanlaşması” diye bir algı elbette doğru değildir. Ancak Lübnan gerçeğinden çıkartılacak kimi parametrelerin, demokrasinin ülkemiz gerçeğinde bir biçimde yaşam bulmasına önemli katkılar sağlayacağını söylemek yanlış değildir. Lübnan gerçeğinin soyutlamaları ülkemizin geleceğine önemli dersler sunabilir.
Ülkemiz, Lübnan gibi farklılıkların ülkesidir. Kendine özgü olmasına karşın bu farklılıklar Lübnan farklılıklarıyla karşılaştırılmayacak ölçekte birbirini hazmedebilecek farklılıklardır. Lübnan’daki mozaik toplumsal kültürel doku, tarihi boyunca dış güçlerin kullanımına açıktı. Osmanlının iç sorunlarında, Mısır Hidivlerinin at koşturduğu sahadır Lübnan. İngilizlerin, Amerikalıların, İsrail’in ve bila istisna tüm Arap ülkelerinin iç işlerine karıştığı, farklılıklarını kendi lehine kullandığı bir ülkedir. Oysa ülkemizde farklılıklar, dış güçlerle böylesine uzun dönemli bir ilişki içinde olunmamıştır. Bunda “Kılıç hakkı”nın rolü olsa da ülkenin %99’unun Müslüman olması önemli rol oynamıştır. Tarihle yüzleşeceğiz ama değiştiremeyeceğimiz gerçekleri olumluya dönüştürmenin yolunu bulacağız..
Kürtler ve Araplar hariç, ya katledilerek ya da sürgünlerle sayıları "kabul edilebilir" bir sayıya getirilmiş Ermeni, Rum, Süryani gibi gayri müslimler ortak ülkemizde korkulacak bir din çatışması ihtimalini de ortadan kaldırmıştır.
Bu gibi dengelerin, Lübnan’ın farklılıklarıyla oluşturduğu nispi demokratik açılım ve uyumun ülkemizde de sağlanması mümkündür.
Parlamentonun 550 milletvekili farklılıklarımız arasında paylaş paylaş bitmez niceliktedir. Bunu yeniden yapılandırılacak demokratik devletin tüm kurum ve yöneticileri için de geçerli saymak yanlış olmayacaktır. Lübnan gibi küçük bir ülkede böylesine uyumlu paylaşımın olması, ülkemiz gibi geniş potansiyelleri olan bir ülkede, devletin önemli merkezlerini ve yönetim kadrosunu paylaşmakta zor olmayacaktır; kaldı ki, ülkemizin coğrafi bölümlenmesi bunun için yeterli bir algı ortamı yaratmaktadır. Fırat’ın ötesi ve berisi Torosların güneyi ve kuzeyi bu algı için hazır bir söylem sunmaktadır.
Lübnan’da iki başkent algısı var, Beyrut ve Trablusşam. Ülkemizin potansiyeli daha geniştir; Ankara hepimiz için resmi başkent kalmak kaydıyla, İstanbul, Diyarbakır, Antakya ihtiyari (seçmeli) başkent olabilir. Bu algı, zaten halkın pratik günlük yaşamı içinde etkince yer almaktadır.
Resmi dil ortak ülkemizin her köşesinde Türkçe kalabilir. “Kılıç hakkıdır”, boynumuz da kılıçtan ince. Ancak Torosların güneyinde Arapça, Kürdistan’da Kürtçenin resmi olarak ikinci dil olmasının önünde hiçbir sorun yoktur. Halkın pratik yaşamında var olan bu gerçekliği anayasal, yasal ve kurumsal güvencelere almaktan başka bir şeye gerek bile yoktur.
Milliyetçi bölücülüğün, ırkçı düşmanlığın esiri olmamış aklıselim kuşakların yöneteceği bu ülkede, Lübnan’dan alınacak derslerle demokratik açılımımıza katkı sağlamak zor değildir. Ülkemize de bir “Taif anlaşması” gerekiyorsa, bunu bir dış ülkede, kimse bize dayatmadan, yapmamız daha demokratik değil midir?
Birimizin değil hepimizin olan bu ülkede, birlikte, barış içinde ve her farklılığımız kendi alt ve üst kimliğiyle kendi coğrafyasında, yerel yönetsel siyasal etkinlikleriyle yaşamı yeniden kurmak anlayışı, demokratik açılım algılarımız içinde neden yer almasın. Üst kimliklerimiz birimizin etnik topluluk adını alması yerine, hepimizin Anadolulu olmasından kaynaklanan konumlanışıyla bunu çözmek çok mu zordur.
Lübnan hükümeti bin bir sesin hükümetidir, Lübnan devleti en az hükümeti kadar bin bir renkli yönetim altındadır. Bu küçük ülkede çoğunluk bile azınlığa mahkumdur; inkarcılık, yok sayma hiçbir zaman kabullenilmez. Kimse kimsenin kollektif kimliğini inkar ya da ilga etmeden, demokratik bir yaşamı başarmış olan Lübnan’dan alınacak dersler az değildir.
Ülkemiz bu minvalde çok daha avantajlıdır. Demokratik açılımın bu amaçlarla ortak ülkemizde anlamlandırılması herkesin kazanacağı bir tarih sayfasının açılması anlamına gelecektir.
Türkiye Lübnan değildir, Lübnanlaştırılamaz da. Ancak küçük komşumuzun deneylerinden önemli parametreler belirlemek ve bunlardan demokratik açılımlarımız için yararlanmak komşuluk hakkı olarak algılanmalıdır. Bunun için Lübnan’ın başarmaya çalıştığı “süreç içinde tarihiyle cesurca yüzleşme” yolu takip edilebilir. Keskin bıçak gibi değil de süreç içinde olsun, yeter ki bunun için kararlı bir siyasi iradeye sahip olunsun. Bizde bunun başarılması Lübnan’dan da kolaydır; ilkel milliyetçiliğin tutsağı olan akıllarımızı değiştirmemiz esas olmalıdır. Gerçek bölücülüğün milliyetçilik olduğunu, çeyrek asırlık kan kaybıyla fazlasıyla görmüş olduk. Kendi deneylerimiz, geleceğimizi kurmada yeterli dersler vermiştir.
Demokrasi herkese gereklidir. Yeniden yapılanmak, farklılıklarımızı kurucu eşitler olarak görmek ve herkesin siyasal, sosyal, kültürel, inançsal, ekonomik haklarını teslim etmek anlamına gelecek demokratik bir cumhuriyette barış içinde yaşamak hepimizin hakkıdır.
12 Kasım 2009
Lübnan’da hükümet uzun bir aradan sonra, Saad El Hariri önderliğinde kuruldu (9 Kasım 2009). Aylardır süren sıkı pazarlıklar, görev iadesinden sonra ikinci kez hükümet kurma yönünde görevlendirilen Saad El Hariri, hükümeti kurabildi. Saad El Hariri, 14 Şubat 2005 tarihinde bir suikaste kurban giden Lübnan eski Başbakanı Refik El Hariri’nin oğludur.
Çoğulcu parlamenter sistemle yöneltilen Lübnan’da, seçimlerden çoğunluğu alarak çıkmış bir siyasal güç olmasına rağmen, hükümetin ülkedeki tüm farklılıkları göz önüne alan bir mozaik doku içinde kurulması ön görülmüştür. Bu yaklaşım, çoğunluğun kuracağı hükümetin mozaik bir yapı göstermesiyle de sınırlı değil, “Vatan Birliği Hükümeti” (Huküme vihde vataniye) adı altında, seçimlerde çoğunluğu alan kesimle, azınlıkta kalan muhalefet kesiminden oluşan hükümet kuruluşu tercih edilmektedir. Bu tercih çoğu kez dış baskılarla, ve konjonktür nedeniyle gündeme gelse de.
Lübnan bu eğilim ve statülere, uzun bir iç savaşından sonra, savaşı sona erdiren ve ülkedeki siyasal yeniden yapılanmayı gerçekleştiren Taif anlaşmasının peşisıra girmiştir (22 Ekim 1989. Suudi Arabistan’ın Taif kentinde).
Çoğulcu parlamenter sistemine rağmen, “vatan birliği hükümeti” tercihinin esas alınması Lübnan'ın toplumsal, etnik, inançsal mozaik dokusuyla da yakından ilgilidir ve bu zeminde gündeme gelmektedir.
Lübnan’ın egemen etnik dokusu Arap’tır. Ermeniler, Osmanlı sürgünleri ve 1939 Kilikya Hatay TC. sürgünleri olanlar da buralara yerleşmiştir. Sonradan gelmelerine karşın bu küçük ülkenin etnik varlığı, kültürü, dili, inancı, farklılığının her boyutu devletin resmi statüleri arasında yer almıştır. Belli bir ölçüsü olmamasına karşın, azınlık bile teşkil etmeyen tüm etkin ve inançsal farklılıklar gibi önemli sayısal varlıklarıyla Ermeniler Lübnan toplumunun belirgin bir farklılığı olarak yerini almıştır. Bu farklılığın inkarı ya da ihmali hiçbir şekilde hiçbir çevre tarafından gündem konusu bile olmamıştır. Son seçimde (7 Haziran 2009. Pazar) Ermeniler geleneksel ittifakların bileşeninden ayrılıp direniş güçlerinin oluşturduğu muhalefet saflarına geçince, Falanjist parti lideri eski Cumhurbaşkanı tarafından etnik yapılarına göndermeler yapan eleştirileri karşısında tüm ülke refleks göstererek karşı tutum almıştı.
Lübnan’da Ermeniler, etnik topluluk hakları, kollektif kimlikleri, dilleri, kültürleri ve tüm hak ve hukukları anayasal (Taif anlaşması), yasal ve siyasal olarak tanınmıştır. Her hükümette bakanları ve mecliste milletvekilleri vardır; Lübnan'lı üst kimliğiyle, Ermeni olarak kendilerini ifade ederler. Ermeniler gibi Kürt, Türk, Süryani gibi çok küçük azınlıkların da aynı yönde hakları ve kendilerini her açıdan ifade etme özgürlükleri bulunmaktadır. Lübnan tüm eksiklerine, yanlışlarına, dış güçlerin etkisi altındaki var oluşuna, hatta Suriye’den koparılarak hıristiyanlar için ayrı bir devlet olarak bölgeye dayatılmasına karşın, kendi özgünlüğüyle bölgemizde örnek alınacak önemli verilere sahiptir.
Lübnan’da farklılık daha çok dini ve mezhepsel farklılık olarak algılanır. Kuruluşundan bu yana hıristiyan egemenliği altında olan Lübnan, 1975 iç savaşıyla birlikte bozulan dengelerini, Taif anlaşmasıyla yeniden bulma şansı yakaladı. Toplumu müslümanlar ve hıristiyanlar olarak iki eşit hak sahipliğiyle devleti, siyaseti şekillendirdi. 128 milletvekilinden oluşan parlamentoları müslümanlar ve hıristiyanlar arasında eşitçe pay edildi. Milletvekili adaylarının seçiminde, her Lübnan vatandaşının oyunu alma hakkına karşın, adaylar başvurularını mensup olduğu etnik ya da inanç listesinden göstermek durumunda olup, farklılıklar arası sayısal dengeler böylece korunmaktadır.
Müslümanların Sünni, Şii, Dürzi ve Aleviler olarak ayrıldığı ve aralarındaki nüfus oranına denk düşen bir hak paylaşımı içindedirler. Hıristiyanlar da, Maroni, Protestan, Katolik, Rum Ortodoks olarak bu paylaşımda yerlerini alırlar. Cumhurbaşkanı Maroni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman ve Meclis Başkanı da Şii Müslüman olarak devletin önemli atamalarında imza sahibi olarak yer alırlar. Lübnanlılar bunu, eşitlik çağrışımı amacıyla “Üçlü Riaset” üç başkanlılık diye tanımlarlar.
Devletteki önemli görevler, bakanlıklar, genel müdürlükler vb. üçlü (üç reis) onay gerektiren tüm görevler üzerinde kıyasıya bir pazarlıkla, farklı bir demokratik denge üzerinde devlet işlerliği sağlanır. Tek boyutlu devlet algılarında anlaşılmaz gibi görünen bu mekanizma Lübnan’ı oldukça özgür ve açılımcı kıldığı gibi, sorunlarını aşamasına da özgün bir dinamik katıyor.
Aynı ulusa mensup olmalarına karşın, kültürel topluluklara bölünmüş, mezhepsel ve dini açıdan farklılaşmış Lübnan, bölgemizin farklılıkları birbirini ötekileştirmeyen bir yapı kurabilmiştir. Tarihsel çatışmalarına karşın, iç savaşlarına ve hala süren rekabetlerine rağmen, birbirini içselleştirmiş bu farklılık, bölgemizin tek boyutlu siyasal sistemlerine, alternatif bir örnek olarak duruyor.
Lübnan tarihinin yakın dönemi (I. Dünya savaşı sonrası) tek boyutlu, emperyalist destekli bir hıristiyan egemenliğiydi. Lübnan devletinin kuruluş amacı da bölgenin azınlığı olan hıristiyanlara bir devlet kurma amacını taşıyordu. Bu süreç müslümanlar için acılarla, zorluklarla dolu bir süreçti. 1958’de kısa süren, 1975’te 1991’e kadar devam eden kanlı iç savaş, kadim tarihin dış güçler müdahalesiyle böl yönet ortamı içinde geçen çatışmaların üzerinde yükseliyordu. Son iç savaş öylesine kanlı oldu ki, küçük çaplı bir dünya savaşı gibi dünyanın tüm müdahil ülkeleri ve istihbarat servisleri bu savaşta saf belirlemişti. Bir tarafta halkın direnen güçleri, diğer tarafta ABD-İsrail ve Arap gericiliği, bu çatışmanın ana tarafları olarak özellikle Lübnan’ı kırıp geçiriyordu. Bu savaş her topluluğu da içten böldü ve birbiriyle kanlı bir çatışmaya götürdü. Müslümanlar falanjist hıristiyanlarla, gerici sünniler ilericilerle, maroniler kendi aralarında, akıl almaz bir vahşetle savaştı.
Yakın döneme kadar bu türden savaşlar Lübnan’ı uçurumun ucuna kadar getirdi; böylesi bir devletin varlığı, kendi halkı tarafından tartışılır hale geldi. Buna rağmen Lübnan, farklılıkların birbirini ilga, inkar, yok sayma durumunda olmayacağı gerçeğiyle yüz yüze geldi. Kendi gerçeğini tarihiyle sık sık yüzleşerek bilince çıkarmaya çalıştı. Tarihle yüzleşmesi, bir kırılma ya da keskin bıçak gibi bir dönüşümle olmasa da zamana yayılmış dengeleriyle oturtulmaya çalışıldı. Bu süreç hala devam etmektedir. Hükümetin kuruluşu bu yönde de önemli mesafelerin alındığını gösteriyor.
Lübnan'ın, farklılıklarını bir zenginlik olarak bilince çıkaran tarihiyle yüzleşme süreci, topluluklarını yıkan savaşların aşılmasını sağladığı gibi, ucu ucuna giden tehlikeli süreçleri kolayca aşabilme olanağını da verdi. Farklılığıyla barışmak, Lübnan örneğinde, demokratik açılım dersleriyle doludur.
Bu makalenin konusu, Lübnan hükümetinin kuruluşu ve taşıdığı anlamdan daha çok ülkemizdir. Demokratik açılım algılarımızı çevremizdeki örneklerle çeşitlendirmektir. Alınabilecek derslerin alınmasına çalışmaktır. Bu yönde, Ortadoğu yazılarımda bunu işlemeye çalıştım. Lübnan örneğinin, ülkemizle bire bir benzerliği olan bir örnek olmadığını tekrarla belirtmek gerek. Bu anlamda, “Türkiyenin Lübnanlaşması” diye bir algı elbette doğru değildir. Ancak Lübnan gerçeğinden çıkartılacak kimi parametrelerin, demokrasinin ülkemiz gerçeğinde bir biçimde yaşam bulmasına önemli katkılar sağlayacağını söylemek yanlış değildir. Lübnan gerçeğinin soyutlamaları ülkemizin geleceğine önemli dersler sunabilir.
Ülkemiz, Lübnan gibi farklılıkların ülkesidir. Kendine özgü olmasına karşın bu farklılıklar Lübnan farklılıklarıyla karşılaştırılmayacak ölçekte birbirini hazmedebilecek farklılıklardır. Lübnan’daki mozaik toplumsal kültürel doku, tarihi boyunca dış güçlerin kullanımına açıktı. Osmanlının iç sorunlarında, Mısır Hidivlerinin at koşturduğu sahadır Lübnan. İngilizlerin, Amerikalıların, İsrail’in ve bila istisna tüm Arap ülkelerinin iç işlerine karıştığı, farklılıklarını kendi lehine kullandığı bir ülkedir. Oysa ülkemizde farklılıklar, dış güçlerle böylesine uzun dönemli bir ilişki içinde olunmamıştır. Bunda “Kılıç hakkı”nın rolü olsa da ülkenin %99’unun Müslüman olması önemli rol oynamıştır. Tarihle yüzleşeceğiz ama değiştiremeyeceğimiz gerçekleri olumluya dönüştürmenin yolunu bulacağız..
Kürtler ve Araplar hariç, ya katledilerek ya da sürgünlerle sayıları "kabul edilebilir" bir sayıya getirilmiş Ermeni, Rum, Süryani gibi gayri müslimler ortak ülkemizde korkulacak bir din çatışması ihtimalini de ortadan kaldırmıştır.
Bu gibi dengelerin, Lübnan’ın farklılıklarıyla oluşturduğu nispi demokratik açılım ve uyumun ülkemizde de sağlanması mümkündür.
Parlamentonun 550 milletvekili farklılıklarımız arasında paylaş paylaş bitmez niceliktedir. Bunu yeniden yapılandırılacak demokratik devletin tüm kurum ve yöneticileri için de geçerli saymak yanlış olmayacaktır. Lübnan gibi küçük bir ülkede böylesine uyumlu paylaşımın olması, ülkemiz gibi geniş potansiyelleri olan bir ülkede, devletin önemli merkezlerini ve yönetim kadrosunu paylaşmakta zor olmayacaktır; kaldı ki, ülkemizin coğrafi bölümlenmesi bunun için yeterli bir algı ortamı yaratmaktadır. Fırat’ın ötesi ve berisi Torosların güneyi ve kuzeyi bu algı için hazır bir söylem sunmaktadır.
Lübnan’da iki başkent algısı var, Beyrut ve Trablusşam. Ülkemizin potansiyeli daha geniştir; Ankara hepimiz için resmi başkent kalmak kaydıyla, İstanbul, Diyarbakır, Antakya ihtiyari (seçmeli) başkent olabilir. Bu algı, zaten halkın pratik günlük yaşamı içinde etkince yer almaktadır.
Resmi dil ortak ülkemizin her köşesinde Türkçe kalabilir. “Kılıç hakkıdır”, boynumuz da kılıçtan ince. Ancak Torosların güneyinde Arapça, Kürdistan’da Kürtçenin resmi olarak ikinci dil olmasının önünde hiçbir sorun yoktur. Halkın pratik yaşamında var olan bu gerçekliği anayasal, yasal ve kurumsal güvencelere almaktan başka bir şeye gerek bile yoktur.
Milliyetçi bölücülüğün, ırkçı düşmanlığın esiri olmamış aklıselim kuşakların yöneteceği bu ülkede, Lübnan’dan alınacak derslerle demokratik açılımımıza katkı sağlamak zor değildir. Ülkemize de bir “Taif anlaşması” gerekiyorsa, bunu bir dış ülkede, kimse bize dayatmadan, yapmamız daha demokratik değil midir?
Birimizin değil hepimizin olan bu ülkede, birlikte, barış içinde ve her farklılığımız kendi alt ve üst kimliğiyle kendi coğrafyasında, yerel yönetsel siyasal etkinlikleriyle yaşamı yeniden kurmak anlayışı, demokratik açılım algılarımız içinde neden yer almasın. Üst kimliklerimiz birimizin etnik topluluk adını alması yerine, hepimizin Anadolulu olmasından kaynaklanan konumlanışıyla bunu çözmek çok mu zordur.
Lübnan hükümeti bin bir sesin hükümetidir, Lübnan devleti en az hükümeti kadar bin bir renkli yönetim altındadır. Bu küçük ülkede çoğunluk bile azınlığa mahkumdur; inkarcılık, yok sayma hiçbir zaman kabullenilmez. Kimse kimsenin kollektif kimliğini inkar ya da ilga etmeden, demokratik bir yaşamı başarmış olan Lübnan’dan alınacak dersler az değildir.
Ülkemiz bu minvalde çok daha avantajlıdır. Demokratik açılımın bu amaçlarla ortak ülkemizde anlamlandırılması herkesin kazanacağı bir tarih sayfasının açılması anlamına gelecektir.
Türkiye Lübnan değildir, Lübnanlaştırılamaz da. Ancak küçük komşumuzun deneylerinden önemli parametreler belirlemek ve bunlardan demokratik açılımlarımız için yararlanmak komşuluk hakkı olarak algılanmalıdır. Bunun için Lübnan’ın başarmaya çalıştığı “süreç içinde tarihiyle cesurca yüzleşme” yolu takip edilebilir. Keskin bıçak gibi değil de süreç içinde olsun, yeter ki bunun için kararlı bir siyasi iradeye sahip olunsun. Bizde bunun başarılması Lübnan’dan da kolaydır; ilkel milliyetçiliğin tutsağı olan akıllarımızı değiştirmemiz esas olmalıdır. Gerçek bölücülüğün milliyetçilik olduğunu, çeyrek asırlık kan kaybıyla fazlasıyla görmüş olduk. Kendi deneylerimiz, geleceğimizi kurmada yeterli dersler vermiştir.
Demokrasi herkese gereklidir. Yeniden yapılanmak, farklılıklarımızı kurucu eşitler olarak görmek ve herkesin siyasal, sosyal, kültürel, inançsal, ekonomik haklarını teslim etmek anlamına gelecek demokratik bir cumhuriyette barış içinde yaşamak hepimizin hakkıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)