28 Mayıs 2010 Cuma
SÖMÜRGECİLİK VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM
Zeki BAYTERİN
26 MAYIS 2010
Üzerinde yaşadığımız toprağın iyi bir analizini hakim sınıflar cephesinin olduğu kadar hiç şüphesiz ezilen sınıflar cephesinin de kavranmasını gerektirir. Devrimci kitle çalışmasına yönelik taktiğini kurumlaşma biçimlerini belirleyen unsur. Politik ekonomik toplumsal yapının günümüzde durumu ve devrimci çabanın hedef kitlesi olan işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin sosyal kültürel koşullarıdır. Dolayısıyla bu konudaki görüşlerimizi kendimizden başkasına açmadan önce Türkiye’nin genel tablosuna hızla bir göz atmak yararlı olacaktır bu genel tablo çeyrek asırdır hatırı sayılır değişimden geçmiştir.
20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren emperyalizmin III. Bunalım Dönemi politikalarına uygun yeni sömürgeleştirilen özellikle son elli yıllık süreçte büyük bir talan ve soyguna uğramış ekonomisinden siyasetine kültürüne her alanda emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirilmiştir. 1970’lerdeemperyalist sistemde patlak veren büyük krizin tetiklemesiyle 1980’lerde uygulamaya konulan 1990’larda olgunluk noktasına varan restorasyon süreci yeni sömürgeci ilişkinin derinleşmesi anlamına gelmiş. Türkiye’nin sosyal ekonomik çehresi bir kez daha alt üst olmuştur.
Yeni sömürge düzeninin emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıyla karakterize olmuş karlılığını yitirmiş eski sektörlerin tasfiyesi ve emperyalist iş bölümüne uygun ihracatçı spekülatif bir yapının inşasıyla gerçekleştirilen “sanayisizleştirme” operasyonu, bir yandan emperyalizme bağımlılığın olağanüstü düzeyde artışı anlamına gelirken. Diğer yandan da büyük bir ekonomik sosyal alt üst oluşu beraberinde getirmiştir. Toplumsal yapı bu süreçte bir kez daha en alttan en üste kadar her düzeyde yeniden yapılanmış. En üstte gerçekleşen sadeleşme ile oligarşi içinde emperyalizm ve tekelci burjuvazinin hegemonyası büyürken alt kesimlerde işçi sınıfı başta olmak üzere bütün sınıf ve tabakaların hayatı çok ciddi değişikliklere uğramıştır. Ülkenin ekonomisinden politik yönetim tarzına sosyal kültürel davranış kalıplarına dek her alanı sarsıntıya uğratan süreç ekonomik yapıyı tamamen emperyalist sistemin ritmine bağlamış.
Her türlü ekonomik politik kararın ayrıntılarından, tarım alanlarında neyin ekilip biçileceğine dek bir emperyalist müdahale tarzı bütün sömürgelerde olduğu gibi hakim kılınmıştır bir yandan kapitalist üretimin sektörleri ve iş örgütlenmesinin biçimleri yeniden düzenlenirken diğer yandan tarımsal alan emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılarak pratikte bir çok temel ürün ya tasfiye edilmiş ya da doğrudan uluslar arası tekellerin denetimine açılmıştır. Aynı süreç kamu işletmelerinin neredeyse tümünün özelleştirilerek sosyal hizmetlerin tamamen metalaştırılmasının yolunu açmış böylece kazanılmış haklarından yaşamsal desteklerinden mahrum kalan alt sınıflardaki yoksullaşma düzeyi tahammül edilmez boyuta ulaşmıştır. Sonuçta Türkiye’nin son yirmi yılını kapsayan bu operasyonun sosyal kültürel sonuçları tam bir yıkım olmuş üst sınıflarla emekçiler arasındaki uçurum geçmişle kıyaslanmayacak derinliğe ulaşırken bu dengesizlik eğitimden sağlığa yaşam mekanlarından kültürel zeminlere her alanda kesin bir kopuşu ortaya çıkarmıştır.
Artık sınıf atlama sınıflar arası mesafenin azaltılması gibi düşler düş olmaktan bile çıkmış sermaye gerçekleri hangi ölçüde perdelerse perdelesin ezilenlerin dünyasıyla egemen sınıfların dünyası kesin biçimde karşılıklı konumlanmıştır. Bu süreçte devrimci geleneğin emekçi kitlelerle ilişkisini en çok etkileyen olgu şüphesiz kapitalist iş örgütlenmesindeki değişikliklerdir. Bu değişikliklerin pratik sonucu işçi sınıfının bir yandan nicel olarak çoğalması diğer yandan fiziksel ve düşünsel bütünlüğünün parçalanması devrimci gelenekle kitleler arasındaki ilişki bakımından ciddi bir sorun oluşturması son derece anlaşılabilir durumdur çünkü böylece bütün sosyalist ve devrimci güçlerin “ tarihin lokomotifi ” olarak tanımladığı, devrimci faaliyetin hedef kitlesi olarak ulaşmayı amaçladığı güç ciddi bir dönüşüme uğramış bileşimi ve üretim sürecinde yer alış koşulları değişmiş eski yöntemlerle örgütlenemez duruma gelmiştir .
Solun genel güven kaybı yaşadığı zamanlara denk düşen parçalayıcı süreç sınıfla ilişkilerin zaten pek sağlam olmayan yapısını iyice törpülemiş geleneksel çalışma ve örgütlenme araçlarını (klasik sendikacılık gibi) sarsıntıya uğratmış mevcut örgütlülükleri önemli derecede zayıflatmıştır. Yeni süreçle birlikte kamu alanlarının tasfiyesi kapitalist üretim sektörlerinin yeniden yapılandırılması politikalarının en önemli ayağının iş örgütlenmesinin terk edilerek esnek üretime geçiş eğilimi oluşturmuştur, bu genel değişim kısa sürede ülkemizde’ de en vahşi biçimiyle karşılığını bulmuş. Sadece üretimin değil. İş zamanının. İşin yapılış biçiminin çalıştırılan işçi sayısının yeniden düzenlenmesi anlamına gelen esnek üretim modeli eski türden sendikal örgütlülük anlayışının mezarının kazılması anlamına gelmiştir. Esnek üretim modelinin kapitalist iş örgütlenmesi haline gelmesi ile birlikte iş yerlerinin parçalanması ve taşeronlaştırmaya paralel olarak işçi sınıfının azımsanmayacak bölümünün özellikle genç işçilerin büyük fabrikalardan çok organize sanayi sitelerindeki emekçi semtlerindeki küçük işletmelerde, atölyelerde toplanması söz konusudur. Sendikalar gerek programları ve örgütsel yapıları. Gerekse genel yönelimleri itibariyle oluşan yeni işçi kitlesinin çok uzağındadır örgütlenmelerini bu kesimleri kapsayacak tarzda düzenleme sorunlarını programlaştırma onları kapsama perspektifleri yoktur. Sendikalar yeni işçi kesimlerini neredeyse tümüyle görmezden geldiği gibi yeni işçi kesimleri içinde mevcut sendikaların yapıları ve programları hem de olumsuz imajları nedeniyle hak arama örgütlü davranışı geliştirme noktasında belirleyici olma özelliği kalmamış. Sınıfının önemli bölümünü oluşturan yeni işçi kesimleri neredeyse tümüyle örgütsüzdür, bir yandan çok parçalı üretim yapısı geçici dağınık işlerde konumlanan yeni işçi katmanları sürece eklenirken diğer yandan aynı güçlerin söz konusu yapılarından ötürü klasik örgütlülük biçimleriyle örgütlenemez olması gerçeği ortaya çıkmıştır. Toplumsal yapının çürütülmesi solun gerilemesiyle de karakterize olan koşullarda hem sendikaların gücü hem de sınıfın toplu davranış refleksleri büyük ölçüde azalmış, sınıfın tanımını sadece yoğun politik desteğini aldığı büyük işletmelerin çalışanlarıyla sınırlayan geleneksel anlayış boşa düşmüştür bütün bunlar işçi sınıfını son derece olumsuz politik koşullarda yakalamış. 12’ Eylül cuntası koşullarında zaten bütün hakları ve örgütlülükleri elinden alınmış olan sınıf solun uluslar arası gerilemesinin baskısı altında da ezilmiş ciddi alternatif üretememiştir. Toplumsal kültürel varlıklarını yok sayan dar sendikal anlayış bu anlamda sınıf hareketine onarılması zor zararlar vermiş. Sınıfın ilkesel kendiliğindenci bilinci, edindiği dayanışma duygularını, kazandığı birlikten doğan kuvvetin yakıcı gücünü öğrendiği eğitim kurumları yıpranmış, devrimci iradenin sıçrama tahtası olarak üzerine bastığı zemin zayıflamıştır. Geçmişte tamamen reformistlerin elinde bile olsa kendi isteğinin dışında, devrimci hareketin kanallarına az çok nitelikli bir gücü akıtan büyük sendikaların bugün sanal hale gelmesi içinin boşalması pratikte çalışan sosyalist düşünürün işini olağanüstü düzeyde zorlaştırmaktadır. Öyle ki çoğu durumda duygu ve sezgileri hiç gelişmemiş işçi kitlesi arasında çalışırken neredeyse sıfır derecede bir toplumsallıkla karşılaşmakta en basit en temel sınıf duyguları (dayanışma birlik vb)yeniden inşası gibi görevlerle yüz yüze kalmaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfı içindeki devrimci çalışmanın artık kültürel bir boyut da içermesi yalnızca kültürel çürümeyle değil, sınıfın manevi dünyasındaki büyük boşlukla da ilgilidir. Sonuç olarak sürecin genel tablosu artık ancak yeni bir örgütsel anlayışla aşılabilecek ölçüde derinleşmiş bir örgütsüzlük halini göstermektedir.
Son yirmi yıllık süreç boyunca geliştirilen ve büyük ölçüde başarılı olan, ideolojik kültürel saldırıdır. Kendini kalıcı yasalarla süreklileştiren 12’ Eylül cuntasıyla genel bir örgütsüzleştirme eğitiminden geçirilen toplumsal yapı restorasyonun etkisi altına girmiş, yeni ekonomik politikalar ve onun uzantısı sosyal kültürel değerlerle çürütülmüş, toplum bir bütün olarak 1950’lerden sonraki en büyük alt üst oluşu bu dönemde yaşamış, gericiliğin yoğun saldırısı altında kalan emekçilerin toplu davranış alışkanlıkları sınıf duyguları yok edilirken kültürün yozlaştırılması bizzat özendirilerek ahlaki düşkünlük kolay para kazanma hayallerinin yarattığı yozlaşma mafyatik alanlar, uyuşturucu, haraç sektörleri, toplumun olağan malzemesi haline gelmiş köşe dönmeci çapulcu kültür eski moda namusluluk biçimlerini saf dışı bırakırken ezilenlerin yaşantılarında ise tam bir yıkım yaşanmıştır. Uyuşturucunun alt sınıflara gittikçe daha küçük yaş gruplarına doğru yayılması fuhuşun en çok en alt kesimin yaşadığı yoksul mahallelerinde günlük hayatın bir parçası haline gelmesi, bir zamanlar kırdan kente göçmüş insanların avuntusu olarak yinede masum bir anlam ifade eden Anadolu arabeskinin tasfiyesiyle, en düzeysiz pop kültürüne geçiş, ve bunun uzantısı olarak tele vole sefaletinin ahmaklaştırıcı etkisi, hepsi yoksulların dünyasının keskin zehirleri olarak çeyrek asrın ürünleri arasında yer almıştır, hiçbir şey rastlantı değildir.
Tüm emperyalist kapitalist sistemde toplumsal yaşamın kültürel ve sosyal dokunun sistemin iradi olarak geliştirdiği sistematik çabalarla paramparça edilmesi toplumsal ilişkilerin bütününde sistem dışı bütünlüklü değişimleri hedefleyen her türden uzun soluklu örgütlü kolektif davranış ve çabayı etkisiz hale getiren ya da yok eden ,bunun sonucu olarak ufuksuz gelecek, perspektifi olmayan ,bencil , çaresiz , bireyci , yabancılaşmayı dorukta yaşayan bir insan tipini yaratan küçük sahte mutluluklar peşinde koşan, küçük insan adacıklarından oluşan bir toplumsal ilişkiler, (daha doğrusu ilişkisizlikler) dünyası yaratılmıştır.Kültürel , dinsel, mezhepsel, cinsel ,ulusal ,her türden parçalanmışlık ve bunun yarattığı alt kimlik ilişki zeminleri , sınıfsal evrensel sorunlar ve bunlar zemininde geliştirilen örgütlülük mücadelenin karşısına konmuştur.
Sistem emekçilerin siyasal ekonomik örgütlülüklerini dağıtırken, onların dünyayı ülkelerini yaşamlarını daha ileri düzeyde kurma bilinçlerini öğütürken, evrensel düşünmenin kolektif davranışın özgürleşmeyi engellediği sisteme karşı değil, onun genel gidişatı içinde küçük alanlarda alt kimlikler zemininde küçük mutluluklar aranması vaaz edilmiştir. Her çağda ve her toplumsal sınıf tarafından farklı anlamlar yüklenmesine karşın insani ilişkilerde olumlu bütünleştirici kriterler ve anlamlar yüklü olan onur, dürüstlük, cesaret, sadakat, dostluk, aşk, vefa, dayanışma, gibi kavramlar kendini bu kavramlar üzerinden ifade etme tutumu emperyalizm çağında genel olarak zayıflamasına karşın, özellikle son yirmi-otuz yıllık bu çürütme süreci içinde tümüyle değersizleştirilmiştir. Kavramların içi boşaltılmış ve giderek insanlık günlük yaşam ilişkilerinden adeta sökülüp atılmıştır. Bunların yerini alan, gemisini kurtaran kaptan, bükemediğin bileği öp, gelgeç günlük ilişki, aldatma, ihanet, duyarsızlık, Bütün bunların genel sonucu ise, işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin bir yandan büyük bir öfke içinde boğulurken. Diğer yandan da çaresizlik ve güvensizlik içinde sıkışması yaşadığı koşullara razı olma psikolojisinin gelişmesidir.
Öte yandan büyük bir hızla zenginleşen geçmişteki hiç bir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde sınırsız ve ölçüsüz bir zevk-ü sefa manzarası çizen burjuvazinin kaymak tabakası, yoksulların dünyasıyla kendi aralarındaki mesafeyi salt parasal servet miktarı bakımından değil hayat tarzı açısından da olağanüstü düzeyde açmış bu şımarık şatafatlı hayat, ezilenlerin kör ve geleceksiz hayatlarının çoraklığıyla kıyaslandığında büyük bir öfke kaynağı yaratmış, Artık yaşam ilköğretimden başlayarak eğitim kurumlarının, tedavi olunan hastanelerin, eğlence mekan ve biçimlerinin, kültüre ulaşma ve yararlanma imkanlarının tamamen birbirinden ayrıldığı, burjuvazi ve onların yönetici sınıflarının adeta ayrı bir dünyada yaşadığı bir tablo tamamlanmıştır. Elbette burada söz konusu olan orijinal bir keşif, hiç bilinmeyen bir örgütlülük tarzının açığa çıkarılması değil. Bilindiği gibi, şu ya da bu anlayışla kurulan politik kültürel kurumlar, kültür merkezleri dernekleşmeler, eğitim ve araştırma kurumları uzun süredir solun gündemindedir.
Son yıllarda sıradan “kafe” lere dönüşen doğal olarak “kafe kültürü” üreten örneklere rastlandığı gibi, dar içe kapalı mekanlar haline gelerek sol cemaat kültürünü üreten, kitlelere açılmaktan çok sayısal kaygı politik aylaklık biçimlerine hizmet eden kurumların varlığına da sıkça rastlanılması olağan hal olmuştur.
On yıllardır gerici partilerde dirsek çürüten geçmişinden nostalji zamanları dışında söz edilmesinden dahi korkunç rahatsızlık duyup inkarcı duruş sergileyenlerin aradan geçen onlarca yıla rağmen inatla on sekiz yaş heyecanına tanık olunmuştur bu noktada tanım ihtiyacı gerekiyorsa onlarca yıldır üzerinde cirit atılan zeminde artık dejeneri olunduğunun hissedilmesi ya da artık yağmurun yağdığı yere tarla çekmek niyetinin zamanıdır, mantığının tanımı yerine, şimdilik daha yumuşak hızlı değişim ani manevra tanımı sanırım daha uygun düşecektir. Uyan ey şehrim insanı demokratı, yurtseveri, ilerici, devrimcisi, zulüm ağırdan beter, uyanın gözlerini gözlerimizde bırakıp giden Serdarlar, Arifler, Ahmetler, Özençler, Kasımlar, görün dün mahpushane önünde sicim bugün çarşı pazar mendil satanı, siz söyleyin sapla samanı ayrıştıracak olanı.
Yöre deyimidir (KÜL BENİM BAŞIMA) Ben öleyim siye bir şey olmasın, ne saray ne de on yıllardır hizmet edilen padişah soytarısız kalmasın, kişiliksiz ruhla bütünleşmiş, tutarsız, çıkarcı, kendisine yabancılaşmış duygularla, solun dar içe kapalı sokak tanımazlığından da yararlanarak körler ülkesinde şaşıların padişah olmasının rahatlığıyla geçici pervazsız tutumda çok belirgindir. Ve hiç kuşkusuz, Popilist bohem tutuma rağmen, dernek kurum kültür merkezleri çalışmalarında kendi mantığı içerisinde az çok başarı sağlayan örneklere de rastlanmıştır. Yirmi yıla yakın pratik içerisinde güçlü ve kırılgan olan noktalarda belirginleşmiştir.
Okuru daha fazla sıkmamak adına bir kez daha hatırlayıp hafızadan çıkartılmaması gereken kırılma noktalarından bir başka yazıda özetle kısaca söz etmek dileğiyle sağlıcakla kalın.
26 MAYIS 2010
Üzerinde yaşadığımız toprağın iyi bir analizini hakim sınıflar cephesinin olduğu kadar hiç şüphesiz ezilen sınıflar cephesinin de kavranmasını gerektirir. Devrimci kitle çalışmasına yönelik taktiğini kurumlaşma biçimlerini belirleyen unsur. Politik ekonomik toplumsal yapının günümüzde durumu ve devrimci çabanın hedef kitlesi olan işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin sosyal kültürel koşullarıdır. Dolayısıyla bu konudaki görüşlerimizi kendimizden başkasına açmadan önce Türkiye’nin genel tablosuna hızla bir göz atmak yararlı olacaktır bu genel tablo çeyrek asırdır hatırı sayılır değişimden geçmiştir.
20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren emperyalizmin III. Bunalım Dönemi politikalarına uygun yeni sömürgeleştirilen özellikle son elli yıllık süreçte büyük bir talan ve soyguna uğramış ekonomisinden siyasetine kültürüne her alanda emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirilmiştir. 1970’lerdeemperyalist sistemde patlak veren büyük krizin tetiklemesiyle 1980’lerde uygulamaya konulan 1990’larda olgunluk noktasına varan restorasyon süreci yeni sömürgeci ilişkinin derinleşmesi anlamına gelmiş. Türkiye’nin sosyal ekonomik çehresi bir kez daha alt üst olmuştur.
Yeni sömürge düzeninin emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıyla karakterize olmuş karlılığını yitirmiş eski sektörlerin tasfiyesi ve emperyalist iş bölümüne uygun ihracatçı spekülatif bir yapının inşasıyla gerçekleştirilen “sanayisizleştirme” operasyonu, bir yandan emperyalizme bağımlılığın olağanüstü düzeyde artışı anlamına gelirken. Diğer yandan da büyük bir ekonomik sosyal alt üst oluşu beraberinde getirmiştir. Toplumsal yapı bu süreçte bir kez daha en alttan en üste kadar her düzeyde yeniden yapılanmış. En üstte gerçekleşen sadeleşme ile oligarşi içinde emperyalizm ve tekelci burjuvazinin hegemonyası büyürken alt kesimlerde işçi sınıfı başta olmak üzere bütün sınıf ve tabakaların hayatı çok ciddi değişikliklere uğramıştır. Ülkenin ekonomisinden politik yönetim tarzına sosyal kültürel davranış kalıplarına dek her alanı sarsıntıya uğratan süreç ekonomik yapıyı tamamen emperyalist sistemin ritmine bağlamış.
Her türlü ekonomik politik kararın ayrıntılarından, tarım alanlarında neyin ekilip biçileceğine dek bir emperyalist müdahale tarzı bütün sömürgelerde olduğu gibi hakim kılınmıştır bir yandan kapitalist üretimin sektörleri ve iş örgütlenmesinin biçimleri yeniden düzenlenirken diğer yandan tarımsal alan emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılarak pratikte bir çok temel ürün ya tasfiye edilmiş ya da doğrudan uluslar arası tekellerin denetimine açılmıştır. Aynı süreç kamu işletmelerinin neredeyse tümünün özelleştirilerek sosyal hizmetlerin tamamen metalaştırılmasının yolunu açmış böylece kazanılmış haklarından yaşamsal desteklerinden mahrum kalan alt sınıflardaki yoksullaşma düzeyi tahammül edilmez boyuta ulaşmıştır. Sonuçta Türkiye’nin son yirmi yılını kapsayan bu operasyonun sosyal kültürel sonuçları tam bir yıkım olmuş üst sınıflarla emekçiler arasındaki uçurum geçmişle kıyaslanmayacak derinliğe ulaşırken bu dengesizlik eğitimden sağlığa yaşam mekanlarından kültürel zeminlere her alanda kesin bir kopuşu ortaya çıkarmıştır.
Artık sınıf atlama sınıflar arası mesafenin azaltılması gibi düşler düş olmaktan bile çıkmış sermaye gerçekleri hangi ölçüde perdelerse perdelesin ezilenlerin dünyasıyla egemen sınıfların dünyası kesin biçimde karşılıklı konumlanmıştır. Bu süreçte devrimci geleneğin emekçi kitlelerle ilişkisini en çok etkileyen olgu şüphesiz kapitalist iş örgütlenmesindeki değişikliklerdir. Bu değişikliklerin pratik sonucu işçi sınıfının bir yandan nicel olarak çoğalması diğer yandan fiziksel ve düşünsel bütünlüğünün parçalanması devrimci gelenekle kitleler arasındaki ilişki bakımından ciddi bir sorun oluşturması son derece anlaşılabilir durumdur çünkü böylece bütün sosyalist ve devrimci güçlerin “ tarihin lokomotifi ” olarak tanımladığı, devrimci faaliyetin hedef kitlesi olarak ulaşmayı amaçladığı güç ciddi bir dönüşüme uğramış bileşimi ve üretim sürecinde yer alış koşulları değişmiş eski yöntemlerle örgütlenemez duruma gelmiştir .
Solun genel güven kaybı yaşadığı zamanlara denk düşen parçalayıcı süreç sınıfla ilişkilerin zaten pek sağlam olmayan yapısını iyice törpülemiş geleneksel çalışma ve örgütlenme araçlarını (klasik sendikacılık gibi) sarsıntıya uğratmış mevcut örgütlülükleri önemli derecede zayıflatmıştır. Yeni süreçle birlikte kamu alanlarının tasfiyesi kapitalist üretim sektörlerinin yeniden yapılandırılması politikalarının en önemli ayağının iş örgütlenmesinin terk edilerek esnek üretime geçiş eğilimi oluşturmuştur, bu genel değişim kısa sürede ülkemizde’ de en vahşi biçimiyle karşılığını bulmuş. Sadece üretimin değil. İş zamanının. İşin yapılış biçiminin çalıştırılan işçi sayısının yeniden düzenlenmesi anlamına gelen esnek üretim modeli eski türden sendikal örgütlülük anlayışının mezarının kazılması anlamına gelmiştir. Esnek üretim modelinin kapitalist iş örgütlenmesi haline gelmesi ile birlikte iş yerlerinin parçalanması ve taşeronlaştırmaya paralel olarak işçi sınıfının azımsanmayacak bölümünün özellikle genç işçilerin büyük fabrikalardan çok organize sanayi sitelerindeki emekçi semtlerindeki küçük işletmelerde, atölyelerde toplanması söz konusudur. Sendikalar gerek programları ve örgütsel yapıları. Gerekse genel yönelimleri itibariyle oluşan yeni işçi kitlesinin çok uzağındadır örgütlenmelerini bu kesimleri kapsayacak tarzda düzenleme sorunlarını programlaştırma onları kapsama perspektifleri yoktur. Sendikalar yeni işçi kesimlerini neredeyse tümüyle görmezden geldiği gibi yeni işçi kesimleri içinde mevcut sendikaların yapıları ve programları hem de olumsuz imajları nedeniyle hak arama örgütlü davranışı geliştirme noktasında belirleyici olma özelliği kalmamış. Sınıfının önemli bölümünü oluşturan yeni işçi kesimleri neredeyse tümüyle örgütsüzdür, bir yandan çok parçalı üretim yapısı geçici dağınık işlerde konumlanan yeni işçi katmanları sürece eklenirken diğer yandan aynı güçlerin söz konusu yapılarından ötürü klasik örgütlülük biçimleriyle örgütlenemez olması gerçeği ortaya çıkmıştır. Toplumsal yapının çürütülmesi solun gerilemesiyle de karakterize olan koşullarda hem sendikaların gücü hem de sınıfın toplu davranış refleksleri büyük ölçüde azalmış, sınıfın tanımını sadece yoğun politik desteğini aldığı büyük işletmelerin çalışanlarıyla sınırlayan geleneksel anlayış boşa düşmüştür bütün bunlar işçi sınıfını son derece olumsuz politik koşullarda yakalamış. 12’ Eylül cuntası koşullarında zaten bütün hakları ve örgütlülükleri elinden alınmış olan sınıf solun uluslar arası gerilemesinin baskısı altında da ezilmiş ciddi alternatif üretememiştir. Toplumsal kültürel varlıklarını yok sayan dar sendikal anlayış bu anlamda sınıf hareketine onarılması zor zararlar vermiş. Sınıfın ilkesel kendiliğindenci bilinci, edindiği dayanışma duygularını, kazandığı birlikten doğan kuvvetin yakıcı gücünü öğrendiği eğitim kurumları yıpranmış, devrimci iradenin sıçrama tahtası olarak üzerine bastığı zemin zayıflamıştır. Geçmişte tamamen reformistlerin elinde bile olsa kendi isteğinin dışında, devrimci hareketin kanallarına az çok nitelikli bir gücü akıtan büyük sendikaların bugün sanal hale gelmesi içinin boşalması pratikte çalışan sosyalist düşünürün işini olağanüstü düzeyde zorlaştırmaktadır. Öyle ki çoğu durumda duygu ve sezgileri hiç gelişmemiş işçi kitlesi arasında çalışırken neredeyse sıfır derecede bir toplumsallıkla karşılaşmakta en basit en temel sınıf duyguları (dayanışma birlik vb)yeniden inşası gibi görevlerle yüz yüze kalmaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfı içindeki devrimci çalışmanın artık kültürel bir boyut da içermesi yalnızca kültürel çürümeyle değil, sınıfın manevi dünyasındaki büyük boşlukla da ilgilidir. Sonuç olarak sürecin genel tablosu artık ancak yeni bir örgütsel anlayışla aşılabilecek ölçüde derinleşmiş bir örgütsüzlük halini göstermektedir.
Son yirmi yıllık süreç boyunca geliştirilen ve büyük ölçüde başarılı olan, ideolojik kültürel saldırıdır. Kendini kalıcı yasalarla süreklileştiren 12’ Eylül cuntasıyla genel bir örgütsüzleştirme eğitiminden geçirilen toplumsal yapı restorasyonun etkisi altına girmiş, yeni ekonomik politikalar ve onun uzantısı sosyal kültürel değerlerle çürütülmüş, toplum bir bütün olarak 1950’lerden sonraki en büyük alt üst oluşu bu dönemde yaşamış, gericiliğin yoğun saldırısı altında kalan emekçilerin toplu davranış alışkanlıkları sınıf duyguları yok edilirken kültürün yozlaştırılması bizzat özendirilerek ahlaki düşkünlük kolay para kazanma hayallerinin yarattığı yozlaşma mafyatik alanlar, uyuşturucu, haraç sektörleri, toplumun olağan malzemesi haline gelmiş köşe dönmeci çapulcu kültür eski moda namusluluk biçimlerini saf dışı bırakırken ezilenlerin yaşantılarında ise tam bir yıkım yaşanmıştır. Uyuşturucunun alt sınıflara gittikçe daha küçük yaş gruplarına doğru yayılması fuhuşun en çok en alt kesimin yaşadığı yoksul mahallelerinde günlük hayatın bir parçası haline gelmesi, bir zamanlar kırdan kente göçmüş insanların avuntusu olarak yinede masum bir anlam ifade eden Anadolu arabeskinin tasfiyesiyle, en düzeysiz pop kültürüne geçiş, ve bunun uzantısı olarak tele vole sefaletinin ahmaklaştırıcı etkisi, hepsi yoksulların dünyasının keskin zehirleri olarak çeyrek asrın ürünleri arasında yer almıştır, hiçbir şey rastlantı değildir.
Tüm emperyalist kapitalist sistemde toplumsal yaşamın kültürel ve sosyal dokunun sistemin iradi olarak geliştirdiği sistematik çabalarla paramparça edilmesi toplumsal ilişkilerin bütününde sistem dışı bütünlüklü değişimleri hedefleyen her türden uzun soluklu örgütlü kolektif davranış ve çabayı etkisiz hale getiren ya da yok eden ,bunun sonucu olarak ufuksuz gelecek, perspektifi olmayan ,bencil , çaresiz , bireyci , yabancılaşmayı dorukta yaşayan bir insan tipini yaratan küçük sahte mutluluklar peşinde koşan, küçük insan adacıklarından oluşan bir toplumsal ilişkiler, (daha doğrusu ilişkisizlikler) dünyası yaratılmıştır.Kültürel , dinsel, mezhepsel, cinsel ,ulusal ,her türden parçalanmışlık ve bunun yarattığı alt kimlik ilişki zeminleri , sınıfsal evrensel sorunlar ve bunlar zemininde geliştirilen örgütlülük mücadelenin karşısına konmuştur.
Sistem emekçilerin siyasal ekonomik örgütlülüklerini dağıtırken, onların dünyayı ülkelerini yaşamlarını daha ileri düzeyde kurma bilinçlerini öğütürken, evrensel düşünmenin kolektif davranışın özgürleşmeyi engellediği sisteme karşı değil, onun genel gidişatı içinde küçük alanlarda alt kimlikler zemininde küçük mutluluklar aranması vaaz edilmiştir. Her çağda ve her toplumsal sınıf tarafından farklı anlamlar yüklenmesine karşın insani ilişkilerde olumlu bütünleştirici kriterler ve anlamlar yüklü olan onur, dürüstlük, cesaret, sadakat, dostluk, aşk, vefa, dayanışma, gibi kavramlar kendini bu kavramlar üzerinden ifade etme tutumu emperyalizm çağında genel olarak zayıflamasına karşın, özellikle son yirmi-otuz yıllık bu çürütme süreci içinde tümüyle değersizleştirilmiştir. Kavramların içi boşaltılmış ve giderek insanlık günlük yaşam ilişkilerinden adeta sökülüp atılmıştır. Bunların yerini alan, gemisini kurtaran kaptan, bükemediğin bileği öp, gelgeç günlük ilişki, aldatma, ihanet, duyarsızlık, Bütün bunların genel sonucu ise, işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin bir yandan büyük bir öfke içinde boğulurken. Diğer yandan da çaresizlik ve güvensizlik içinde sıkışması yaşadığı koşullara razı olma psikolojisinin gelişmesidir.
Öte yandan büyük bir hızla zenginleşen geçmişteki hiç bir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde sınırsız ve ölçüsüz bir zevk-ü sefa manzarası çizen burjuvazinin kaymak tabakası, yoksulların dünyasıyla kendi aralarındaki mesafeyi salt parasal servet miktarı bakımından değil hayat tarzı açısından da olağanüstü düzeyde açmış bu şımarık şatafatlı hayat, ezilenlerin kör ve geleceksiz hayatlarının çoraklığıyla kıyaslandığında büyük bir öfke kaynağı yaratmış, Artık yaşam ilköğretimden başlayarak eğitim kurumlarının, tedavi olunan hastanelerin, eğlence mekan ve biçimlerinin, kültüre ulaşma ve yararlanma imkanlarının tamamen birbirinden ayrıldığı, burjuvazi ve onların yönetici sınıflarının adeta ayrı bir dünyada yaşadığı bir tablo tamamlanmıştır. Elbette burada söz konusu olan orijinal bir keşif, hiç bilinmeyen bir örgütlülük tarzının açığa çıkarılması değil. Bilindiği gibi, şu ya da bu anlayışla kurulan politik kültürel kurumlar, kültür merkezleri dernekleşmeler, eğitim ve araştırma kurumları uzun süredir solun gündemindedir.
Son yıllarda sıradan “kafe” lere dönüşen doğal olarak “kafe kültürü” üreten örneklere rastlandığı gibi, dar içe kapalı mekanlar haline gelerek sol cemaat kültürünü üreten, kitlelere açılmaktan çok sayısal kaygı politik aylaklık biçimlerine hizmet eden kurumların varlığına da sıkça rastlanılması olağan hal olmuştur.
On yıllardır gerici partilerde dirsek çürüten geçmişinden nostalji zamanları dışında söz edilmesinden dahi korkunç rahatsızlık duyup inkarcı duruş sergileyenlerin aradan geçen onlarca yıla rağmen inatla on sekiz yaş heyecanına tanık olunmuştur bu noktada tanım ihtiyacı gerekiyorsa onlarca yıldır üzerinde cirit atılan zeminde artık dejeneri olunduğunun hissedilmesi ya da artık yağmurun yağdığı yere tarla çekmek niyetinin zamanıdır, mantığının tanımı yerine, şimdilik daha yumuşak hızlı değişim ani manevra tanımı sanırım daha uygun düşecektir. Uyan ey şehrim insanı demokratı, yurtseveri, ilerici, devrimcisi, zulüm ağırdan beter, uyanın gözlerini gözlerimizde bırakıp giden Serdarlar, Arifler, Ahmetler, Özençler, Kasımlar, görün dün mahpushane önünde sicim bugün çarşı pazar mendil satanı, siz söyleyin sapla samanı ayrıştıracak olanı.
Yöre deyimidir (KÜL BENİM BAŞIMA) Ben öleyim siye bir şey olmasın, ne saray ne de on yıllardır hizmet edilen padişah soytarısız kalmasın, kişiliksiz ruhla bütünleşmiş, tutarsız, çıkarcı, kendisine yabancılaşmış duygularla, solun dar içe kapalı sokak tanımazlığından da yararlanarak körler ülkesinde şaşıların padişah olmasının rahatlığıyla geçici pervazsız tutumda çok belirgindir. Ve hiç kuşkusuz, Popilist bohem tutuma rağmen, dernek kurum kültür merkezleri çalışmalarında kendi mantığı içerisinde az çok başarı sağlayan örneklere de rastlanmıştır. Yirmi yıla yakın pratik içerisinde güçlü ve kırılgan olan noktalarda belirginleşmiştir.
Okuru daha fazla sıkmamak adına bir kez daha hatırlayıp hafızadan çıkartılmaması gereken kırılma noktalarından bir başka yazıda özetle kısaca söz etmek dileğiyle sağlıcakla kalın.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder