3 Mayıs 2010 Pazartesi
SIDKÎ BABA’NIN BİR NEFESİ.
Ali Rıza Aydın
29 Nis. 2010. Adana
irizaaydin@hotmail.com
1865 – 1928 yılları arasında yaşamış olan ozan Sıdkî Baba, Hacıbektaş Çelebilerinden Cemalettin Çelebinin Gönüllü Mücahit Alayında Celebi Cemalettin Efendi ile Beraber onun komutasında bir yıl savaşmış olmasının yanı sıra, 12 yaşından beri Hacıbektaş’ta, Çelebilerin ocağında yetişmiş bir kişilik olduğundan dolayı sadece edebi şahsiyeti ile ilgili değil bu tarihi kişiliği ile de üzerinde önemle durulması, her sözü -her nefesi önemle incelenmesi gereken bir kişiliktir. Sıdkî Babanın nefeslerini toplayıp bir kitap halinde yayınlayan torunu Muhsin Gül dedesinin Gönüllü Mücahit Alayındaki konumunu şöyle anlatıyor: “Kendisi (Cemalettin Çelebi) Alay kumandanı olarak Erzurum şubesinin, Sıdkı Baba da Yüzbaşı rütbesi ile Erzincan şubesinin başında bulunmuşlardır.”[1]
Sıdkî Babanın dilden dile, telden tele dolaşan deyişleri bir yana bırakılırsa onun hakkında yazın alanında eser çok azdır. Bu suskunluk nedendir bilemem. Ben torunu Muhsin Gül’ün kendi çabalarıyla 1984’te yayınladığı kitaptan başka bir eserin olduğunu bilmiyordum. Geçenlerde Yol Televizyonun bir programı için İstanbul’a gittiğimde Erdoğan Çinar’ın kütüphanesinde Sıdkı Baba’yı anlatan küçük hacimli bir kitap gördüm. Yazar kısa bir önsözle bazı deyişlerini yayınlamış. Bu kısa önsözde acaba ne yazmış, bilmediğim farklı bir bilgi var mı diye merakımdan önsözün fotokopisini aldım. Bu kısa önsözü okuyunca yazarın Sıdkı Babanın bir deyişini yanlış anlayıp yanlış yorumladığını gördüm yada öyle düşündüm. Dostum Ali Karul’la telefonda bunu kısaca konuşunca hem bu konuyu hem de deyişin tümünü site için yazmayı vaat etmiştim. Bu maksadın hâsıl olması için bu deyişle beraber bu konuyu kısaca yazıp aklımdan çıkarmak istiyorum.
Söz konusu kitabın önsözünde yazar şöyle diyor:
“ O, savaş yıllarını “ç i l e” olarak tanımlamakta ve Kurtuluş Savaşı sonunda yeni Türk Devleti’nin kurulmasını “m a k s a t y e r i n i b u l d u” diye benimsemektedir. Kurtuluş savaşının sonunda yine dergaha gitmiştir.
Vakit tamam oldu çileler doldu
Gel gezelim bizim elleri şimdi
Elhamdülillah maksat yerini buldu
Seslendi muhabbet telleri şimdi.”
Sidkî Babanın ulaşa bildiği bütün nefeslerini (şiirlerini) toplayıp yayınlayan torunu Muhsin Gül ise kitabında bu nefesle ilgili babasının ağzından şu bilgileri aktarıyor:
“Çelebi Cemalettin Efendinin teşekkül ettirdiği gönüllü Mücahidin Alayı 1915 yılında Ruslarla bir yıla yakın çarpıştıktan sonra, her nasılsa İstanbul’dan gelen bir emirle bu Alay diğer Alaylara bölüştürülmüş, Çelebi Efendi de kırk kişilik maiyeti ile Sivas’a çekilip son emre kadar orada beklemesi kendisine tebliğ edilmişti.
Bu emri alan Çelebi Efendi, Yüzbaşı rütbesinde olan pederim Sıdkı Efendi ve diğer maiyetiyle Sivas’a çekilmişti. O sıra gönüllü mücahidin Alayının gerek malen gerek bedenen takviyesi hususunda beni de geride memur-ı mahsus olarak bırakmıştı.
1332 (1916) Mart iptidasında aldığım bir telgrafta Çelebi hazretleri beni de Sivas’a çağırıyordu. Biraz para tedarik ederek Sivas’a gittim. Ben Sivas’a vardıktan sonra daha bir buçuk aydan fazla Sivas’ta bekledik ve Çelebi Efendinin hizmetinde kaldım.
O sırada pederim Ermeni mahallesinde bir konakta, Çelebi Efendi de çarşıya yakın Süleyman Beyin konağında misafireten ikamet ediyordu.
O bekleme esnasında Enver Paşa birkaç Alman Paşalarıyla Sivas’a geldi ve Çelebi Hazretleriyle görüştükten sonra cepheye hareket etti.
İkinci gün sabahtan, biz pederimin ikametgâhında iken, Çelebinin hususi kâtibi Küçük Hoca İbrahim Fevzi Efendi geldi. Latife sözlerle içeri girdi, birçok latifeden sonra : (-Sıdkı Efendi sana bir müjde ile geldim. Önce bir beyit söyle, bakalım bu müjdemi keşfedebilecek misin?) dedi. Pederimde diz üstüne gelerek (- Hoca al kalemi, ben söyleyim sen yaz) dedi. O anda tulû eden aşağıdaki koşmayı pederim irticalen söyledi, Küçük Hoca yazdıktan sonra, (- Maşallah Sıdkı Baba. Akşam Enver Paşa geldiğinde Çelebi Efendimize tezkereyle birlikte bir de kılıç hediye etmiş, inşallah birkaç güne kadar memlekete hareket ediyoruz.) dedi.
On beş gün sonra Sivas’tan ayrıldık. Yeni handan Çelebi Hacıbektaş’a, biz de pederimle Amasya istikametine hareketle köyümüze geldik.
ALİ BAKİ GÜL
Vakit tamam oldu çileler doldu
Gel gezelim bizim elleri şimdi
Hamdülillah maksud yerini buldu
Seslendi muhabbet telleri şimdi
Şükür kabul olduk Hak divanında
Canımız kurbandır asitanında
Bir gece misafir Yıldız hanında
Seyredelim Çamlıbelleri şimdi
Amasya şehrinin ırmağı çağlar
Aşk odu geliptir sinemi dağlar
Muhip müntesiben ah edip ağlar
Akar gözlerimin selleri şimdi
Söyleyim gönlümün müşküllerini
Arz eder goncalar bülbüllerini
Açtı lâle nergis sümbüllerini
Bezendi Malya’nın çölleri şimdi
Sürelim dergahta devranı demi
Derdimin dermanı yaramın emi
Ziyaret edelim âb-i zemzemi
Akar Akpınar’ın balları şimdi.
Düştü aşk ateşi sinem tutuşur
Çağıranda Hızır Nebi yetişir
Bülbülleri garip garip ötüşür
Kokar Topayan’ın gülleri şimdi.
SIDKÎ’ya göründü çilehaneler
Uyku görmez ahu gözlü sunalar
Ah eder yavrular, ağlar analar
Gözler şehzadeler yolları şimdi[2]
Sidkî Baba’nın – elimizdeki kitapta toplanan- nefesleri içinde ne Kurtuluş savaşına yönelik ne de Cemalettin Çelebi ile Mustafa Kemal Paşanın ilişkilerini aydınlatacak bir nefesini bulamadım. Neden yok bilemiyorum.
Burada Cemalettin Çelebi ile ilgili kısa bir iki bilgiyi de anmak istiyorum. Ahmet Demirel “İlk Meclisin Vekilleri” adlı İletişim yayınlarından 2010 yılında yayınlanan kitabında Cemalettin Çelebi ile ilgili resmi kayıtlardaki şu bilgileri veriyor: “275- Kırşehir- Cemalettin Efendi (Çelebioğulları) (1864 Hacıbektaş (Nevşehir)-1922); TBMM sicil no: 275; TBMM: Kırşehir 1; Doğduğu ve seçildiği il aynı; Medrese; Hacıbektaş şeyhi; 56 yaşında; Mazbatası 24.04.1920’de onaylandı; TBMM’ye hiç katılmadı; vefat ettiği 26.01.1922’de TBMM’ye bildirildi; 1923-1946 arasında hiç seçilmedi; Bağımsız.”[3]
Ahmet Demirel’in resmi kayıtlardan aktardığı bu bilgiler Cemal Bardakcı’nın “KIZILBAŞLIK NEDİR” adlı kitabında verdiği bilgilerle uyuşuyor; Cemalettin Çelebi TBMM’de resmiyette başkan yardımcısı olarak görünmesine rağmen, meclis çalışmalarına hiç katılmamış. 1921 yılının Nisan ayında Dahiliye Vekaletinden olur alıp, aynı yılın Mayıs ayında Hacıbektaş’a geldiği anlaşılan Cemal Bardakcı, Cemaletin Çelebi ile görüşmesini anlatırken şöyle diyor: “… Çünkü dediğim gibi, iki yıldır evinden dışarıya ayak atmamış, yalnız kendi çoluğu çocuğu ile görüşmüş, düşmüş, kalkmış olan bu adam, elbette başkalarile de konuşmak, dertleşmek ihtiyacının baskısı altında bulunuyordu.”[4]
Cemal Bardakcı Cemaletin Celebi ile görüşmesini atmosferini şöyle anlatıyor. “Üçüncü gün de (Efendi Hazretleri) nden bir ses seda çıkmayınca telaşlanmağa başladım. Hele onun, bizden bir hafta evvel Erzurum’dan Ankara’ya giderken orada bir gece kalmış olan Büyük Millet Meclisi ikinci reisi Arif Beyide kabul etmemiş olduğunu öğrenince telâşım, endişem büsbütün arttı. Onunla görüşmeden, konuşmadan dönmek, benim için âdeta bir felaket olurdu. Oraya tek başıma gitmiş olsaydım bu hal beni pek o kadar korkutmazdı. Fakat Çoruma dönünce yanımdaki arkadaşlar Çelebinin beni kabul etmediğini, benimle görüşmeye tenezzül etmediğini Aleviler arasında yayacaklardı Tabii. … Hasılı ben, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olacaktım. … bu zatı hangi vasıtalara, çarelere başvurmak suretile benimle görüşmeye zorlaya bilirdi? Onu tehdit edemezdim. Oraya hiçbir resmi sıfat ve selâhiyetle de gelmiş değildim. O halde muradıma ermek için ne yapmalı, nasıl hareket etmeliydim?”[5]
Cemal Bardakcı türlü manevralar sonucu Cemalettin Çelebi ile görüşme umuduna kapılınca o rahatlıkla söyle diyor : “…Bu cevaptan; tam iki yıldan beri haram dairesinden dışarı ayak atmamış, kendi yakınlarından başka hiçbir kimse ile görüşmemiş olduğunu öğrendiğim Çelebinin yüzünü bana göstermek lüzumuna kanaat getirir gibi olduğunu sezdim ve sevindim. Fakat anlaşılan hâlâ tereddüt içerisindeydi ve bir gece daha düşünecekti.”[6]
Bu diplomatik satranç oyununda sergilediği cinliklerden oluşan hamleleri işe yarayıp, türlü manevralar sonucu Cemalettin Çelebi’yi görüşmeye ikna eden Cemal Bardakcı görüşme başlangıcını şöyle anlatıyor: “ –Hoş geldiniz, buyurun dedi. … Yağmur da on gündür hiç ara vermedi. Yollarda epeyce zahmet çektiniz herhalde. Yolculuk buraya kadar mı?
Dedi. Oraya gelişimin sebeplerini bir an evvel öğrenmek istediği belliydi. Fakat ben onu iyice inceleyip ruhi haletini, bilgi derecesini anlamadan açılmak istemiyor, merakını artırmayı daha uygun buluyordum. Sorgusuna:
-Efendim Hacı Bektaşı Veli hazretlerine çoktan beri kalbimde derin bir sevgi ve saygı taşırım. Hem onun kabirlerini ziyaret etmek, hem de muhterem torunları olan sizlerle görüşüp şeref bulmak istedim. Buradan Ankara yoluyla geri döneceğim.”
Diye cevap verdim. Hafifce gülümsedi. Cevabım hoşuna gitmişti. Fakat ziyaretimin sebeplerinin bundan ibaret olduğuna da kanmamıştı.”[7]
Bunları okuyan insan ister istemez , “Dahiliye Vekaletinin düşüncelerini yerinde bulup Hacıbektaş’a gitmesine müsaade ettiği” zatı muhterem Cemal Bardakcı’nın ağzında dolaştırıp, eveleyip gevelediği halde bir türlü açıkça söylemediği bu ziyaretinin gerçek nedeni neydi acaba diye düşünüyor.
Cemal Bardakcı kitabının ilerleyen sayfalarında merak uyandırdığı bu sorunun yanıtını lisanımünasiple şöyle anlatıyor. Cemalettin “(Efendi)nin bu yoldaki telkinlerinin, çalışmalarının iyi ve hayırlı tesirlerini görmekte gecikmedik: O sıralarda Koçkiride bir ayaklanma olmuştu. Merkez ordusu kumandanı Nurettin Paşa bu ayaklanmayı bastırdı. Fakat yersiz ve lüzumsuz şiddetler gösterdi. ... Nurettin Paşa bu şikâyetlerden ve töhmetlerden yakasını sıyırmak, yaptıklarını haklı ve mazur göstermek için kendini müdafaa ederken (Bu ayaklanma mahalli ve münferit bir hareket değildi. Sivas’tan Ankara’ya kadar olan havalide umumi bir isyan çıkarmak, Ankara’yı kan ve ateş içinde boğmak için tahribat alınmıştı. Fakat çorum ve civarı Alevilerinin sakin ve hareketsiz kalmaları bu tertibatı alt üst etti. Ateşin batıya doğru sıçramasına engel oldu) diyordu. Hakikat de bu merkezde idi. …
Görülüyor ki Cemalettin efendi bana verdiği sözü tutmuş, bu sözün gereğini yapmakta vakit kaybetmemişti.”[8]
Söz uzadıkça, konun farklı bir alana kaydığının farkındayım ama burada yazının edebi yanından çok anlatılan konunun özü beni içine çekiyor. Bu yüzden yazıyı bitirmeden bir konuya daha değinip ondan sonra noktayı koymak istiyorum. “Alevilerin Partilerle Muhabbeti” adlı yazımda bu konunun etrafında dolaşırken ebemin “Atatürk Cücük Kürdünü kırarken, her yöreden gelen muhipler Cemal Efendime gidip, “Mustafa Kemal Paşa Cücük Kürdünü Kırıyor ne yapacağız demişler, oda siz karışmayın onun vadesi yakın, Şahı Merdan gerekeni yapar demiş; bu söz üzerine Atatürk fazla yaşamamış ölmüş” derdi.” dediğini yazmıştım. Sanırım ebem bir tarihi gerçeği kendi diliyle anar bize böyle anlatırmış. Biz o zamanlar ebemin “Cücük Kürdü[9]” diye kimi kastettiğini tam olarak anlayamaz, bunun Dersim olacağını sanardık. Çünkü Atatürk’ün ölümü Dersim olaylarına yakındı. Cemalettin Çelebinin Dersimi görmediğini anlayınca bunun Koçkiri olduğunu anladım. Şimdi yaşıyor olsaydı yine ebeme takılır, Şahı Merdan’da anlattığın kadar peşinci değilmiş galiba ebe derdim. O özellikle Şah-ı Merdan’la Celal Apbas’ın adaletine, darda-bunda kalanların gelip carına yetişeceğine yürekten inanır, bununla içini ferahlatırdı; onun bu inancını asla sarsamazdık.
“Savaş politikanın silahlarla sürdürülmesidir” derler[10]. Bu böyleyse, Cumhuriyetin kurucu iradesini, Koçkiri kırımına götüren politikanın nasıl bir politika olduğunu anlamak için, bu politikanın nedenlerinin neler olabileceği üzerinde düşüp, konuyu araştırmak istiyorum. Bünet Tanör’in “Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920)[11]” adlı bir kitabı var. Orda övgülerle anlatılıyor. Osmanlı Devleti 1. Dünya savaşında yenilince, zaafa uğrayıp boşalan devlet otoritesinin bu boşluğundan yararlanan halkın toplanıp kendi kendini yöneterek bu boşluğu doldurması, her yerde hak görülüp övülürken, bunu Aleviler yapınca, örneğin Koçkiri’de bu niye suç olmuş? Soruna birde bu pencereden bakmak istiyorum. Bu cezanın suçu neydi nere(ler)den sürüp geliyordu?
29 Nis. 2010. Adana
irizaaydin@hotmail.com
1865 – 1928 yılları arasında yaşamış olan ozan Sıdkî Baba, Hacıbektaş Çelebilerinden Cemalettin Çelebinin Gönüllü Mücahit Alayında Celebi Cemalettin Efendi ile Beraber onun komutasında bir yıl savaşmış olmasının yanı sıra, 12 yaşından beri Hacıbektaş’ta, Çelebilerin ocağında yetişmiş bir kişilik olduğundan dolayı sadece edebi şahsiyeti ile ilgili değil bu tarihi kişiliği ile de üzerinde önemle durulması, her sözü -her nefesi önemle incelenmesi gereken bir kişiliktir. Sıdkî Babanın nefeslerini toplayıp bir kitap halinde yayınlayan torunu Muhsin Gül dedesinin Gönüllü Mücahit Alayındaki konumunu şöyle anlatıyor: “Kendisi (Cemalettin Çelebi) Alay kumandanı olarak Erzurum şubesinin, Sıdkı Baba da Yüzbaşı rütbesi ile Erzincan şubesinin başında bulunmuşlardır.”[1]
Sıdkî Babanın dilden dile, telden tele dolaşan deyişleri bir yana bırakılırsa onun hakkında yazın alanında eser çok azdır. Bu suskunluk nedendir bilemem. Ben torunu Muhsin Gül’ün kendi çabalarıyla 1984’te yayınladığı kitaptan başka bir eserin olduğunu bilmiyordum. Geçenlerde Yol Televizyonun bir programı için İstanbul’a gittiğimde Erdoğan Çinar’ın kütüphanesinde Sıdkı Baba’yı anlatan küçük hacimli bir kitap gördüm. Yazar kısa bir önsözle bazı deyişlerini yayınlamış. Bu kısa önsözde acaba ne yazmış, bilmediğim farklı bir bilgi var mı diye merakımdan önsözün fotokopisini aldım. Bu kısa önsözü okuyunca yazarın Sıdkı Babanın bir deyişini yanlış anlayıp yanlış yorumladığını gördüm yada öyle düşündüm. Dostum Ali Karul’la telefonda bunu kısaca konuşunca hem bu konuyu hem de deyişin tümünü site için yazmayı vaat etmiştim. Bu maksadın hâsıl olması için bu deyişle beraber bu konuyu kısaca yazıp aklımdan çıkarmak istiyorum.
Söz konusu kitabın önsözünde yazar şöyle diyor:
“ O, savaş yıllarını “ç i l e” olarak tanımlamakta ve Kurtuluş Savaşı sonunda yeni Türk Devleti’nin kurulmasını “m a k s a t y e r i n i b u l d u” diye benimsemektedir. Kurtuluş savaşının sonunda yine dergaha gitmiştir.
Vakit tamam oldu çileler doldu
Gel gezelim bizim elleri şimdi
Elhamdülillah maksat yerini buldu
Seslendi muhabbet telleri şimdi.”
Sidkî Babanın ulaşa bildiği bütün nefeslerini (şiirlerini) toplayıp yayınlayan torunu Muhsin Gül ise kitabında bu nefesle ilgili babasının ağzından şu bilgileri aktarıyor:
“Çelebi Cemalettin Efendinin teşekkül ettirdiği gönüllü Mücahidin Alayı 1915 yılında Ruslarla bir yıla yakın çarpıştıktan sonra, her nasılsa İstanbul’dan gelen bir emirle bu Alay diğer Alaylara bölüştürülmüş, Çelebi Efendi de kırk kişilik maiyeti ile Sivas’a çekilip son emre kadar orada beklemesi kendisine tebliğ edilmişti.
Bu emri alan Çelebi Efendi, Yüzbaşı rütbesinde olan pederim Sıdkı Efendi ve diğer maiyetiyle Sivas’a çekilmişti. O sıra gönüllü mücahidin Alayının gerek malen gerek bedenen takviyesi hususunda beni de geride memur-ı mahsus olarak bırakmıştı.
1332 (1916) Mart iptidasında aldığım bir telgrafta Çelebi hazretleri beni de Sivas’a çağırıyordu. Biraz para tedarik ederek Sivas’a gittim. Ben Sivas’a vardıktan sonra daha bir buçuk aydan fazla Sivas’ta bekledik ve Çelebi Efendinin hizmetinde kaldım.
O sırada pederim Ermeni mahallesinde bir konakta, Çelebi Efendi de çarşıya yakın Süleyman Beyin konağında misafireten ikamet ediyordu.
O bekleme esnasında Enver Paşa birkaç Alman Paşalarıyla Sivas’a geldi ve Çelebi Hazretleriyle görüştükten sonra cepheye hareket etti.
İkinci gün sabahtan, biz pederimin ikametgâhında iken, Çelebinin hususi kâtibi Küçük Hoca İbrahim Fevzi Efendi geldi. Latife sözlerle içeri girdi, birçok latifeden sonra : (-Sıdkı Efendi sana bir müjde ile geldim. Önce bir beyit söyle, bakalım bu müjdemi keşfedebilecek misin?) dedi. Pederimde diz üstüne gelerek (- Hoca al kalemi, ben söyleyim sen yaz) dedi. O anda tulû eden aşağıdaki koşmayı pederim irticalen söyledi, Küçük Hoca yazdıktan sonra, (- Maşallah Sıdkı Baba. Akşam Enver Paşa geldiğinde Çelebi Efendimize tezkereyle birlikte bir de kılıç hediye etmiş, inşallah birkaç güne kadar memlekete hareket ediyoruz.) dedi.
On beş gün sonra Sivas’tan ayrıldık. Yeni handan Çelebi Hacıbektaş’a, biz de pederimle Amasya istikametine hareketle köyümüze geldik.
ALİ BAKİ GÜL
Vakit tamam oldu çileler doldu
Gel gezelim bizim elleri şimdi
Hamdülillah maksud yerini buldu
Seslendi muhabbet telleri şimdi
Şükür kabul olduk Hak divanında
Canımız kurbandır asitanında
Bir gece misafir Yıldız hanında
Seyredelim Çamlıbelleri şimdi
Amasya şehrinin ırmağı çağlar
Aşk odu geliptir sinemi dağlar
Muhip müntesiben ah edip ağlar
Akar gözlerimin selleri şimdi
Söyleyim gönlümün müşküllerini
Arz eder goncalar bülbüllerini
Açtı lâle nergis sümbüllerini
Bezendi Malya’nın çölleri şimdi
Sürelim dergahta devranı demi
Derdimin dermanı yaramın emi
Ziyaret edelim âb-i zemzemi
Akar Akpınar’ın balları şimdi.
Düştü aşk ateşi sinem tutuşur
Çağıranda Hızır Nebi yetişir
Bülbülleri garip garip ötüşür
Kokar Topayan’ın gülleri şimdi.
SIDKÎ’ya göründü çilehaneler
Uyku görmez ahu gözlü sunalar
Ah eder yavrular, ağlar analar
Gözler şehzadeler yolları şimdi[2]
Sidkî Baba’nın – elimizdeki kitapta toplanan- nefesleri içinde ne Kurtuluş savaşına yönelik ne de Cemalettin Çelebi ile Mustafa Kemal Paşanın ilişkilerini aydınlatacak bir nefesini bulamadım. Neden yok bilemiyorum.
Burada Cemalettin Çelebi ile ilgili kısa bir iki bilgiyi de anmak istiyorum. Ahmet Demirel “İlk Meclisin Vekilleri” adlı İletişim yayınlarından 2010 yılında yayınlanan kitabında Cemalettin Çelebi ile ilgili resmi kayıtlardaki şu bilgileri veriyor: “275- Kırşehir- Cemalettin Efendi (Çelebioğulları) (1864 Hacıbektaş (Nevşehir)-1922); TBMM sicil no: 275; TBMM: Kırşehir 1; Doğduğu ve seçildiği il aynı; Medrese; Hacıbektaş şeyhi; 56 yaşında; Mazbatası 24.04.1920’de onaylandı; TBMM’ye hiç katılmadı; vefat ettiği 26.01.1922’de TBMM’ye bildirildi; 1923-1946 arasında hiç seçilmedi; Bağımsız.”[3]
Ahmet Demirel’in resmi kayıtlardan aktardığı bu bilgiler Cemal Bardakcı’nın “KIZILBAŞLIK NEDİR” adlı kitabında verdiği bilgilerle uyuşuyor; Cemalettin Çelebi TBMM’de resmiyette başkan yardımcısı olarak görünmesine rağmen, meclis çalışmalarına hiç katılmamış. 1921 yılının Nisan ayında Dahiliye Vekaletinden olur alıp, aynı yılın Mayıs ayında Hacıbektaş’a geldiği anlaşılan Cemal Bardakcı, Cemaletin Çelebi ile görüşmesini anlatırken şöyle diyor: “… Çünkü dediğim gibi, iki yıldır evinden dışarıya ayak atmamış, yalnız kendi çoluğu çocuğu ile görüşmüş, düşmüş, kalkmış olan bu adam, elbette başkalarile de konuşmak, dertleşmek ihtiyacının baskısı altında bulunuyordu.”[4]
Cemal Bardakcı Cemaletin Celebi ile görüşmesini atmosferini şöyle anlatıyor. “Üçüncü gün de (Efendi Hazretleri) nden bir ses seda çıkmayınca telaşlanmağa başladım. Hele onun, bizden bir hafta evvel Erzurum’dan Ankara’ya giderken orada bir gece kalmış olan Büyük Millet Meclisi ikinci reisi Arif Beyide kabul etmemiş olduğunu öğrenince telâşım, endişem büsbütün arttı. Onunla görüşmeden, konuşmadan dönmek, benim için âdeta bir felaket olurdu. Oraya tek başıma gitmiş olsaydım bu hal beni pek o kadar korkutmazdı. Fakat Çoruma dönünce yanımdaki arkadaşlar Çelebinin beni kabul etmediğini, benimle görüşmeye tenezzül etmediğini Aleviler arasında yayacaklardı Tabii. … Hasılı ben, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olacaktım. … bu zatı hangi vasıtalara, çarelere başvurmak suretile benimle görüşmeye zorlaya bilirdi? Onu tehdit edemezdim. Oraya hiçbir resmi sıfat ve selâhiyetle de gelmiş değildim. O halde muradıma ermek için ne yapmalı, nasıl hareket etmeliydim?”[5]
Cemal Bardakcı türlü manevralar sonucu Cemalettin Çelebi ile görüşme umuduna kapılınca o rahatlıkla söyle diyor : “…Bu cevaptan; tam iki yıldan beri haram dairesinden dışarı ayak atmamış, kendi yakınlarından başka hiçbir kimse ile görüşmemiş olduğunu öğrendiğim Çelebinin yüzünü bana göstermek lüzumuna kanaat getirir gibi olduğunu sezdim ve sevindim. Fakat anlaşılan hâlâ tereddüt içerisindeydi ve bir gece daha düşünecekti.”[6]
Bu diplomatik satranç oyununda sergilediği cinliklerden oluşan hamleleri işe yarayıp, türlü manevralar sonucu Cemalettin Çelebi’yi görüşmeye ikna eden Cemal Bardakcı görüşme başlangıcını şöyle anlatıyor: “ –Hoş geldiniz, buyurun dedi. … Yağmur da on gündür hiç ara vermedi. Yollarda epeyce zahmet çektiniz herhalde. Yolculuk buraya kadar mı?
Dedi. Oraya gelişimin sebeplerini bir an evvel öğrenmek istediği belliydi. Fakat ben onu iyice inceleyip ruhi haletini, bilgi derecesini anlamadan açılmak istemiyor, merakını artırmayı daha uygun buluyordum. Sorgusuna:
-Efendim Hacı Bektaşı Veli hazretlerine çoktan beri kalbimde derin bir sevgi ve saygı taşırım. Hem onun kabirlerini ziyaret etmek, hem de muhterem torunları olan sizlerle görüşüp şeref bulmak istedim. Buradan Ankara yoluyla geri döneceğim.”
Diye cevap verdim. Hafifce gülümsedi. Cevabım hoşuna gitmişti. Fakat ziyaretimin sebeplerinin bundan ibaret olduğuna da kanmamıştı.”[7]
Bunları okuyan insan ister istemez , “Dahiliye Vekaletinin düşüncelerini yerinde bulup Hacıbektaş’a gitmesine müsaade ettiği” zatı muhterem Cemal Bardakcı’nın ağzında dolaştırıp, eveleyip gevelediği halde bir türlü açıkça söylemediği bu ziyaretinin gerçek nedeni neydi acaba diye düşünüyor.
Cemal Bardakcı kitabının ilerleyen sayfalarında merak uyandırdığı bu sorunun yanıtını lisanımünasiple şöyle anlatıyor. Cemalettin “(Efendi)nin bu yoldaki telkinlerinin, çalışmalarının iyi ve hayırlı tesirlerini görmekte gecikmedik: O sıralarda Koçkiride bir ayaklanma olmuştu. Merkez ordusu kumandanı Nurettin Paşa bu ayaklanmayı bastırdı. Fakat yersiz ve lüzumsuz şiddetler gösterdi. ... Nurettin Paşa bu şikâyetlerden ve töhmetlerden yakasını sıyırmak, yaptıklarını haklı ve mazur göstermek için kendini müdafaa ederken (Bu ayaklanma mahalli ve münferit bir hareket değildi. Sivas’tan Ankara’ya kadar olan havalide umumi bir isyan çıkarmak, Ankara’yı kan ve ateş içinde boğmak için tahribat alınmıştı. Fakat çorum ve civarı Alevilerinin sakin ve hareketsiz kalmaları bu tertibatı alt üst etti. Ateşin batıya doğru sıçramasına engel oldu) diyordu. Hakikat de bu merkezde idi. …
Görülüyor ki Cemalettin efendi bana verdiği sözü tutmuş, bu sözün gereğini yapmakta vakit kaybetmemişti.”[8]
Söz uzadıkça, konun farklı bir alana kaydığının farkındayım ama burada yazının edebi yanından çok anlatılan konunun özü beni içine çekiyor. Bu yüzden yazıyı bitirmeden bir konuya daha değinip ondan sonra noktayı koymak istiyorum. “Alevilerin Partilerle Muhabbeti” adlı yazımda bu konunun etrafında dolaşırken ebemin “Atatürk Cücük Kürdünü kırarken, her yöreden gelen muhipler Cemal Efendime gidip, “Mustafa Kemal Paşa Cücük Kürdünü Kırıyor ne yapacağız demişler, oda siz karışmayın onun vadesi yakın, Şahı Merdan gerekeni yapar demiş; bu söz üzerine Atatürk fazla yaşamamış ölmüş” derdi.” dediğini yazmıştım. Sanırım ebem bir tarihi gerçeği kendi diliyle anar bize böyle anlatırmış. Biz o zamanlar ebemin “Cücük Kürdü[9]” diye kimi kastettiğini tam olarak anlayamaz, bunun Dersim olacağını sanardık. Çünkü Atatürk’ün ölümü Dersim olaylarına yakındı. Cemalettin Çelebinin Dersimi görmediğini anlayınca bunun Koçkiri olduğunu anladım. Şimdi yaşıyor olsaydı yine ebeme takılır, Şahı Merdan’da anlattığın kadar peşinci değilmiş galiba ebe derdim. O özellikle Şah-ı Merdan’la Celal Apbas’ın adaletine, darda-bunda kalanların gelip carına yetişeceğine yürekten inanır, bununla içini ferahlatırdı; onun bu inancını asla sarsamazdık.
“Savaş politikanın silahlarla sürdürülmesidir” derler[10]. Bu böyleyse, Cumhuriyetin kurucu iradesini, Koçkiri kırımına götüren politikanın nasıl bir politika olduğunu anlamak için, bu politikanın nedenlerinin neler olabileceği üzerinde düşüp, konuyu araştırmak istiyorum. Bünet Tanör’in “Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920)[11]” adlı bir kitabı var. Orda övgülerle anlatılıyor. Osmanlı Devleti 1. Dünya savaşında yenilince, zaafa uğrayıp boşalan devlet otoritesinin bu boşluğundan yararlanan halkın toplanıp kendi kendini yöneterek bu boşluğu doldurması, her yerde hak görülüp övülürken, bunu Aleviler yapınca, örneğin Koçkiri’de bu niye suç olmuş? Soruna birde bu pencereden bakmak istiyorum. Bu cezanın suçu neydi nere(ler)den sürüp geliyordu?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder