20 Mayıs 2010 Perşembe
ŞİDDET KÜLTÜRÜ VE HIRSIZ TEDİRGİNLİĞİ SENDROMU
Mihrac Ural
21 Mayıs 2010
Anavatan edinmek, doğal toprakları ziraata, yaşama açmak ve bunu tarihin tüm zorluklarına karşı kararlıca sürdürmekle ilgilidir; bu süreçte bir kültür birikimi yapmaktır da. İşte bunu gerçekleştiremeyenler, talan ve gaspla, haraç ve soygunla hükümranlıkları altına aldıkları toprakları her defasında yeniden fethetmek zorunda kalırlar. Kesilmeden süren bu yaşam tarzı, üzerinde hüküm sürdüğü toprakları yönetmek üzere kendine özgün bir akıl üretir. Bu akıl, hükmü altında yaşayan her şeyi farklı görür ve düşman olarak algılar. Kendine ait olmayan mülk üzerinde, hırsız tedirginliğiyle yaşar. En doğal davranışları bile düşmanlık belirtisi olarak kabul eder. Gerginlik içinde her kesi ve her şeyi düşman görür, savaş psikolojisiyle imha etmeyi amaçlar.
Anadolu işte bu tedirginliğin esiri olarak, yüz yıllardır acı içinde, yerli halkın kıyım ve ölümüyle yüz yüze kalmıştır. Osmanlı aklı budur, ittihatçı darbeci akıl da, Cumhuriyetteki Osmanlı da tas tamam budur…
Ortaçağın karanlık dönemlerinden bu güne gelen bu dengesizlik, bu oturmamışlık, bu haksız inkarcılık, hakim olanı da mahkum gibi kaosa sürükler. Esir eder, tedirgin yaşam içinde kararsızlığa sürükler, başarısız ve ilk kırılmada, bir daha düzelmemek üzere çöküşe götürür. Osmanlı bu gerçekle yüz yüze kalmıştır ve tarihe gömülmüştür. Ardılı olan cumhuriyet farklı bir planla kurulduğu iddiasında olmasına karşın, içindeki Osmanlıdan kurtulamamıştır.
O da farklılıkları ötekileştirme aklıyla hüküm sürme iddiasındadır.
Ülkemizin kaosu da tas tamam budur.
***
Mustafa Elveren hocanın “Şiddet Kültürü ve Kimlik Sorunu” makalesinde, önemli belirlemeler dikkatimi çekti. (www.gomanweb.com ).
Tarihin karanlık sayfalarından çıkıp gelmiş haliyle, farklılıkların ötekileştirilmesinde şiddet kültürünün rolü üzerine verdiği mesajları kısa ve öz bir anlatımla dile getirmiş.
Her türden farklılık “tekçi sistem tarafından “bölücülük, yıkıcılık” olarak görülmüş, savunucuları ise hep cezalandırılmıştır.” Diyen Mustafa Elveren hoca, farklı olmanın ülkemizde karşı karşıya bırakıldığı çıkışsızlığa önemli göndermeler yapmıştır.
Kendi adıma, zaman süreci içinde yazdıklarımla, bu aklın arka planında yer alan temel olguları izah etmeye çalıştım. Araştırma ve çalışmalarım, haksız bir refleksle, sendromla karşı karşıya olduğumuzu gösterdi.
Özetle, ortak ülkemizde farklılıklara karşı bu derin kin ve düşmanca tavır alışın altında “hırsız tedirginliği sendromu” diye niteleyebileceğimiz bir tarihi gerçeğin olduğu ortaya çıkmıştır. Orta-Asya’dan batıya doğru sür git, talan ve istilalarla at başı giden bir sosyal yaşam düzeneğinin gelip tıkandığı yerde, önceki halkların anavatan haline getirdikleri topraklarda kendine bir tarih ve yer edinmekle yüz yüze kalışı bu sendromun ana halkasını oluşturmuştur.
II. Viyana kuşatması (1683) sonuçsuz kalıp batıya yürüyüş tıkanınca, gerisin geriye gitmek de mümkün olmayınca , “kılıç hakkı” elde edilen topraklar üzerinde yerleşik bir yaşama geçiş bu güne kadar uzanan sorunların da nedeni olarak belirmiştir.
Bu gün yaşanmakta olan kimlik bunalımından, farklılıklara adil ve eşit davranmamanın da bu konumlanışla ilgili olduğunu söylemek yanlış değildir. Başkalarına ait anavatan toprakları üzerinde gerçekleşen konumlanışın bu güne taşıdığı sorun ve sonuçlarla yüz yüzeyiz. Siyasal hükümranlığı, başkalarının anavatanı üzerinde sürenlerin yarattığı sorunlarla karşı karşıyayız.
Anadolu’nun bakir topraklarını, tarihte ilk kez tarıma açarak, insan topluluklarının ortak yaşam coğrafyası haline getirenler, bu toprakları anavatan edinmişlerdi. Anavatan haline gelen bu topraklarda insanlığın ilk uygarlıklarını da yaratmışlardı. Birden çok etnik topluluğun, irili ufaklı sorunlarına rağmen, barış içinde yaşadığı bir coğrafya olarak bu topraklar dış güçlerin istilasına kadar belli bir kimlikle var olmuştu; bu gün Anadolu denilen topraklarda bu güne kadar gelebilen Süryaniler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Araplar anavatan olarak yerli topluluklar olarak yaşamışlardı. Bu süreç dış güçlerin istilalarıyla, talanlarıyla, yıkımlarıyla alt üst oldu.
İstilacılar, bu toprakları yerlilerinden haraç alınacak bir hükümranlık alanı olarak görmekle de üzerinde kalıcı, medeni, yaşam için gerekli emekleri toprakla birleştirip sürdürecek bir çabaya da girmemiştir. Yani, anavatan edinmek için bir emek vermemiştir. Bu yüzden, tarihte ilk kez tarıma açıp, bunu sürdüren ve hala üzerinde yerli bir halk olarak yaşayan, “Kılıç hakkı” olarak elde edilmiş toprakları, askeri zorla anavatana çevirmek mümkün olmuyor; özellikle, yerli halkın ürettiği uygarlıktan, kültürel birikimlerinden daha üst bir uygarlık ve daha üst bir kültürel birikimle onları asimile etme konumunda olunmamışsa bunun mümkünü yoktur. Ülkemizin temel sorunları da bu çelişkiden üreyip duruyor.
Kanlı kılıç darbeleriyle, halkları kıyıma maruz bırakmak ve topraklarını istila etmek mümkündür. Bunun sonucu “kılıç hakkı” diye onları siyasi hükümranlık altına almak da mümkün. Ancak bu yolla, o toprakları anavatan edinmek yeterli değildir; bunun için aynı toprakları yaşamın devamı için bir üretim kaynağı olarak işlemeyi, farklı kültürlerle barış içinde bir arada yaşamayı ve hak sahibi olarak görmeyi gerektirir. Fethedilmiş toprakları üzerinde kadim yaşamlarıyla var olan topluluklara, bitip tükenmeyen acıları dayatarak, yeniden fethederek bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Bu gün yüz yüze kaldığımız, hükümranların olmazsa olmaz koşulu haline gelen ve mahkumların bir kader gibi sırtlarına binen şiddet kültürünün kaynağında da bu var. Anadolu’nun yaşadığı tüm sorunların temel kaynağı da budur.
Anavatan edinmek, doğal toprakları ziraata, yaşama açmak ve bunu tarihin tüm zorluklarına karşı kararlıca sürdürmekle ilgilidir; bu süreçte bir kültür birikimi yapmaktır da. İşte bunu gerçekleştiremeyenler, talan ve gaspla, haraç ve soygunla hükümranlıkları altına aldıkları toprakları her defasında yeniden fethetmek zorunda kalırlar. Kesilmeden süren bu yaşam tarzı, üzerinde hüküm sürdüğü toprakları yönetmek üzere kendine özgün bir akıl üretir. Bu akıl, hükmü altında yaşayan her şeyi farklı görür ve düşman olarak algılar. Kendine ait olmayan mülk üzerinde, hırsız tedirginliğiyle yaşar. En doğal davranışları bile düşmanlık belirtisi olarak kabul eder. Gerginlik içinde her kesi ve her şeyi düşman görür, savaş psikolojisiyle imha etmeyi amaçlar.
Anadolu işte bu tedirginliğin esiri olarak, yüz yıllardır acı içinde, yerli halkı kıyım ve ölümle yüz yüze kalmıştır. Osmanlı aklı budur, ittihatçı darbeci akıl da, Cumhuriyetteki Osmanlı da tas tamam budur…
Ortaçağın karanlık dönemlerinden bu güne gelen bu dengesizlik, bu oturmamışlık, bu haksız inkarcılık, hakim olanı da mahkum gibi kaosa sürükler. Esir eder, tedirgin yaşam içinde kararsızlığa sürükler, başarısız ve ilk kırılmada, bir daha düzelmemek üzere çöküşe götürür. Osmanlı bu gerçekle yüz yüze kalmıştır ve tarihe gömülmüştür. Ardılı olan cumhuriyet farklı bir planla kurulduğu iddiasında olmasına karşın, içindeki Osmanlıdan kurtulamamıştır.
O da farklılıkları ötekileştirme aklıyla hüküm sürme iddiasındadır.
Ülkemizin kaosu da tas tamam budur.
Cumhuriyet, Anadolu’yu anavatan olarak ilan ederken bu toprakları yaşama ilk kez açanların haklarını göz önüne almamıştır. Çağın tek ulusçu eğilimleri arkasında sürüklenerek, ırkçılığa varan yaptırımlara yönelmiştir. Farklılıkları tanımamış, onları ötekileştirmekle de kalmamış ölüm operasyonlarıyla özgürlük taleplerine karşı imhayı dayatmıştır. Cumhuriyet aydınlarıyla birlikte hala tek ulusçu batakta kendini esir etmiştir. Din çimentosuna sığınanların farklılıkları ortak bir vatanda barış içinde bir arada tutma çabaları ise milliyetçi tek boyutlu çıkarların son girişimi olarak ortaya sürüldüğü bilinmektedir; en kıyıcı, en acımasız toplu kıyım operasyonlarının bu süreçte hala devam ediyor olması bunu göstermeye yeterlidir. Bu nedenle, bu akıl artığı olan ve kendini aklıselim gibi gören, kültürlü, aydın hatta bilim adamı da olduğu sanısında bulunan çoğu kişi, bu dengesiz ve bir o kadar pervasız vahşetin nedenini anlamakta yetersiz kalmaktadır. Farklılıklarımızın hak ve taleplerindeki kolektif kimlik esprisini anlama yetisinde olmayan bu türlerin izah edemediği konuları, bir dış güce bağlayarak “kökü dışarıda” demagojisine sarılmaları bunun sonucudur. Oysa bütün mesele bu aklın kendisinin kökü dışarıda olmasındır. Kavranamayan da tas tamam budur.
Mustafa Elveren hoca makalesinde, anlaşılabilir bir örnekle bu akıllara empati yapın diyor. Bir an kendinizi Kuzey Irak Kürdistan Federe yönetimi altında yaşıyor diye düşünün diyerek, dilinizin, kültürünüzün, inançlarınızın, kolektif kimlik haklarınızın zorla yasaklanması nedeniyle sıkıntılarınızı bilince çıkarın diyor. Buradan da yola çıkarak, herkesi, farklılıkları anlamaya, düşmanlığı aşmaya, insan hakları denilen taleplerin doğal olduğuna ve bunun nedenleri arasında, zor araçlarıyla elde ettikleri hükümranlığı kullananların akıl sistemlerindeki yanlışa işaret ediyor. Bunu aşmak için de birliğe, karşılıklı anlayışa davet ediyor.
Bizlerde bu sözlere sözümüzü ekleyerek, farklılıkları ötekileştirmeden, ayrı varlıkları gerçeklikleriyle, üzerinde hüküm sürülen topraklarda hakim olanlardan da eski olan yerlilikleriyle ortak yaşamın ayrılmaz bir parçası olduklarını bilince çıkarmak gerek diyoruz.
Bu coğrafyada başkaları tarafından yaşama açılmış toprakları “kılıç hakkı” olarak kendine anavatan edinmek isteyenleri komşu olarak kabullenen yerli halkların haklarını görmezden gelmemek gerek. Bu halkların kültürlerini, dillerini, birikimlerini kendine ait kolektif kimlik ve etkinliklerinin özgürlüğünden yana olmak gerek.
Tek ulusçu yaklaşımın, tasfiyeci tek boyutlu ilkel akılıyla bir yere varmanın mümkünü yoktur. Tarihin tüm kasvetli süreçlerini aşarak, erimeden, kendini ve kimliğini koruyarak bu güne gelen etnik ve inanç topluluklarının ötekileştirilemez bir gerçek olduğunun teslim etmek gerek.
Hükümranlığı altına zorla aldığı topraklarda, yerli halkla komşu olarak, ortak bir anavatanda yaşamak ve gelecek kuşaklara toplumsal barışı miras olarak bırakmak için tarihle cesurca yüzleşmek gerek. Gasp ve talanın ürünü olan hırsız tedirginliği sendromunu aşmanın yolu da buradan geçer.
Farklılıkların göreli olduğunu, her farklıya göre bizlerinde farklı olduğunu bilmemiz gerek. Varlıkların, ayrı birer varlık olarak yaşam hakları, kendi varlığımızın gerekleriyle aynı haklara sahip olduğunu bilmek gerek. Bunlar bilinmeden, ne kimlik bunalımından ne de kaoslardan kurtulmanın yolu yoktur.
Gerginliği besleyen bu türden tarihi hataları aşmak için, kendimizi başkaların yerine koymayı başarmamız zorunludur.
Bu ülke birimize değil, hepimizin olduğu gerçeğini kavramak, bu açıdan bir sorumluluk, bir yükümlülüktür.
Bu noktada sol için söylenmesi gereken, milliyetçiliği aşmadan, üzerinde yaşanılan toprakları özgürleştirmenin, demokrasiyi ikame etmenin bir yolunun olmadığıdır.
Farklılıkların özgün ve özgür örgütlenmesi, bu açıdan tek boyutu örgütlenmelerden, tek boyutlu akıl ve doğrulardan daha doğru ve daha güçlüdür. Önemli olan farklılıkların uyumlu bir mücadele süreci içinde olmasıdır; omuz omuza hak ve talepler için yürümesidir. Tek çatı, tek yol, tek hedef, tek… tekçi dayatma çağ dışıdır, birleştirici değil, özgürlüğü kısıtlayıcı ve bölücüdür. Bu yaklaşım, hakim güçlerin dayatmasını sol içinde tekrar etme yaklaşımıdır. Solu mevta hallere getiren de bu yaklaşımdır.
Daha da kötüsü bu günkü konumuyla, aşılmamış temel sorunlarıyla Sol, şiddet kültürünü besleyen kaynaklardan biri olmaya mahkumdur. Bunun için ısrarla tarihimizle cesurca yüzleşmeye ihtiyacımız var diyoruz.
Mustafa Elveren hoca, bir hümanist olarak, silaha, savaşa ve şiddetle karşıdır. İnsancıldır. Yazısında bunu dile getirirken, özgürlük için mücadelenin nelere zorlandığını da bilince çıkartmıştır. Haksızlık altında inleyen insan topluluklarının, tıkanan özgürlük yollarını açmak için zorla sürüklendikleri mücadelede yöntemlerinin de aynı nedenle gündeme geldiğine işaret ediyor.
Sözlerini de hepimiz adına şöyle bağlıyor; Kavgasız, silahsız, şiddetten uzak olarak halklarımızın barış içinde dostça birlikte yaşadığı yeni bir Dünya yaratabiliriz. Bu aynı zamanda benim dileğimdir.”
Bu söze sözümü ekliyorum. Hepimiz için ortak vatan olan bu ülkede, barışa bir kez daha bin kez daha davetimizi ilan ediyoruz.
21 Mayıs 2010
Anavatan edinmek, doğal toprakları ziraata, yaşama açmak ve bunu tarihin tüm zorluklarına karşı kararlıca sürdürmekle ilgilidir; bu süreçte bir kültür birikimi yapmaktır da. İşte bunu gerçekleştiremeyenler, talan ve gaspla, haraç ve soygunla hükümranlıkları altına aldıkları toprakları her defasında yeniden fethetmek zorunda kalırlar. Kesilmeden süren bu yaşam tarzı, üzerinde hüküm sürdüğü toprakları yönetmek üzere kendine özgün bir akıl üretir. Bu akıl, hükmü altında yaşayan her şeyi farklı görür ve düşman olarak algılar. Kendine ait olmayan mülk üzerinde, hırsız tedirginliğiyle yaşar. En doğal davranışları bile düşmanlık belirtisi olarak kabul eder. Gerginlik içinde her kesi ve her şeyi düşman görür, savaş psikolojisiyle imha etmeyi amaçlar.
Anadolu işte bu tedirginliğin esiri olarak, yüz yıllardır acı içinde, yerli halkın kıyım ve ölümüyle yüz yüze kalmıştır. Osmanlı aklı budur, ittihatçı darbeci akıl da, Cumhuriyetteki Osmanlı da tas tamam budur…
Ortaçağın karanlık dönemlerinden bu güne gelen bu dengesizlik, bu oturmamışlık, bu haksız inkarcılık, hakim olanı da mahkum gibi kaosa sürükler. Esir eder, tedirgin yaşam içinde kararsızlığa sürükler, başarısız ve ilk kırılmada, bir daha düzelmemek üzere çöküşe götürür. Osmanlı bu gerçekle yüz yüze kalmıştır ve tarihe gömülmüştür. Ardılı olan cumhuriyet farklı bir planla kurulduğu iddiasında olmasına karşın, içindeki Osmanlıdan kurtulamamıştır.
O da farklılıkları ötekileştirme aklıyla hüküm sürme iddiasındadır.
Ülkemizin kaosu da tas tamam budur.
***
Mustafa Elveren hocanın “Şiddet Kültürü ve Kimlik Sorunu” makalesinde, önemli belirlemeler dikkatimi çekti. (www.gomanweb.com ).
Tarihin karanlık sayfalarından çıkıp gelmiş haliyle, farklılıkların ötekileştirilmesinde şiddet kültürünün rolü üzerine verdiği mesajları kısa ve öz bir anlatımla dile getirmiş.
Her türden farklılık “tekçi sistem tarafından “bölücülük, yıkıcılık” olarak görülmüş, savunucuları ise hep cezalandırılmıştır.” Diyen Mustafa Elveren hoca, farklı olmanın ülkemizde karşı karşıya bırakıldığı çıkışsızlığa önemli göndermeler yapmıştır.
Kendi adıma, zaman süreci içinde yazdıklarımla, bu aklın arka planında yer alan temel olguları izah etmeye çalıştım. Araştırma ve çalışmalarım, haksız bir refleksle, sendromla karşı karşıya olduğumuzu gösterdi.
Özetle, ortak ülkemizde farklılıklara karşı bu derin kin ve düşmanca tavır alışın altında “hırsız tedirginliği sendromu” diye niteleyebileceğimiz bir tarihi gerçeğin olduğu ortaya çıkmıştır. Orta-Asya’dan batıya doğru sür git, talan ve istilalarla at başı giden bir sosyal yaşam düzeneğinin gelip tıkandığı yerde, önceki halkların anavatan haline getirdikleri topraklarda kendine bir tarih ve yer edinmekle yüz yüze kalışı bu sendromun ana halkasını oluşturmuştur.
II. Viyana kuşatması (1683) sonuçsuz kalıp batıya yürüyüş tıkanınca, gerisin geriye gitmek de mümkün olmayınca , “kılıç hakkı” elde edilen topraklar üzerinde yerleşik bir yaşama geçiş bu güne kadar uzanan sorunların da nedeni olarak belirmiştir.
Bu gün yaşanmakta olan kimlik bunalımından, farklılıklara adil ve eşit davranmamanın da bu konumlanışla ilgili olduğunu söylemek yanlış değildir. Başkalarına ait anavatan toprakları üzerinde gerçekleşen konumlanışın bu güne taşıdığı sorun ve sonuçlarla yüz yüzeyiz. Siyasal hükümranlığı, başkalarının anavatanı üzerinde sürenlerin yarattığı sorunlarla karşı karşıyayız.
Anadolu’nun bakir topraklarını, tarihte ilk kez tarıma açarak, insan topluluklarının ortak yaşam coğrafyası haline getirenler, bu toprakları anavatan edinmişlerdi. Anavatan haline gelen bu topraklarda insanlığın ilk uygarlıklarını da yaratmışlardı. Birden çok etnik topluluğun, irili ufaklı sorunlarına rağmen, barış içinde yaşadığı bir coğrafya olarak bu topraklar dış güçlerin istilasına kadar belli bir kimlikle var olmuştu; bu gün Anadolu denilen topraklarda bu güne kadar gelebilen Süryaniler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Araplar anavatan olarak yerli topluluklar olarak yaşamışlardı. Bu süreç dış güçlerin istilalarıyla, talanlarıyla, yıkımlarıyla alt üst oldu.
İstilacılar, bu toprakları yerlilerinden haraç alınacak bir hükümranlık alanı olarak görmekle de üzerinde kalıcı, medeni, yaşam için gerekli emekleri toprakla birleştirip sürdürecek bir çabaya da girmemiştir. Yani, anavatan edinmek için bir emek vermemiştir. Bu yüzden, tarihte ilk kez tarıma açıp, bunu sürdüren ve hala üzerinde yerli bir halk olarak yaşayan, “Kılıç hakkı” olarak elde edilmiş toprakları, askeri zorla anavatana çevirmek mümkün olmuyor; özellikle, yerli halkın ürettiği uygarlıktan, kültürel birikimlerinden daha üst bir uygarlık ve daha üst bir kültürel birikimle onları asimile etme konumunda olunmamışsa bunun mümkünü yoktur. Ülkemizin temel sorunları da bu çelişkiden üreyip duruyor.
Kanlı kılıç darbeleriyle, halkları kıyıma maruz bırakmak ve topraklarını istila etmek mümkündür. Bunun sonucu “kılıç hakkı” diye onları siyasi hükümranlık altına almak da mümkün. Ancak bu yolla, o toprakları anavatan edinmek yeterli değildir; bunun için aynı toprakları yaşamın devamı için bir üretim kaynağı olarak işlemeyi, farklı kültürlerle barış içinde bir arada yaşamayı ve hak sahibi olarak görmeyi gerektirir. Fethedilmiş toprakları üzerinde kadim yaşamlarıyla var olan topluluklara, bitip tükenmeyen acıları dayatarak, yeniden fethederek bir sonuç elde etmek mümkün değildir. Bu gün yüz yüze kaldığımız, hükümranların olmazsa olmaz koşulu haline gelen ve mahkumların bir kader gibi sırtlarına binen şiddet kültürünün kaynağında da bu var. Anadolu’nun yaşadığı tüm sorunların temel kaynağı da budur.
Anavatan edinmek, doğal toprakları ziraata, yaşama açmak ve bunu tarihin tüm zorluklarına karşı kararlıca sürdürmekle ilgilidir; bu süreçte bir kültür birikimi yapmaktır da. İşte bunu gerçekleştiremeyenler, talan ve gaspla, haraç ve soygunla hükümranlıkları altına aldıkları toprakları her defasında yeniden fethetmek zorunda kalırlar. Kesilmeden süren bu yaşam tarzı, üzerinde hüküm sürdüğü toprakları yönetmek üzere kendine özgün bir akıl üretir. Bu akıl, hükmü altında yaşayan her şeyi farklı görür ve düşman olarak algılar. Kendine ait olmayan mülk üzerinde, hırsız tedirginliğiyle yaşar. En doğal davranışları bile düşmanlık belirtisi olarak kabul eder. Gerginlik içinde her kesi ve her şeyi düşman görür, savaş psikolojisiyle imha etmeyi amaçlar.
Anadolu işte bu tedirginliğin esiri olarak, yüz yıllardır acı içinde, yerli halkı kıyım ve ölümle yüz yüze kalmıştır. Osmanlı aklı budur, ittihatçı darbeci akıl da, Cumhuriyetteki Osmanlı da tas tamam budur…
Ortaçağın karanlık dönemlerinden bu güne gelen bu dengesizlik, bu oturmamışlık, bu haksız inkarcılık, hakim olanı da mahkum gibi kaosa sürükler. Esir eder, tedirgin yaşam içinde kararsızlığa sürükler, başarısız ve ilk kırılmada, bir daha düzelmemek üzere çöküşe götürür. Osmanlı bu gerçekle yüz yüze kalmıştır ve tarihe gömülmüştür. Ardılı olan cumhuriyet farklı bir planla kurulduğu iddiasında olmasına karşın, içindeki Osmanlıdan kurtulamamıştır.
O da farklılıkları ötekileştirme aklıyla hüküm sürme iddiasındadır.
Ülkemizin kaosu da tas tamam budur.
Cumhuriyet, Anadolu’yu anavatan olarak ilan ederken bu toprakları yaşama ilk kez açanların haklarını göz önüne almamıştır. Çağın tek ulusçu eğilimleri arkasında sürüklenerek, ırkçılığa varan yaptırımlara yönelmiştir. Farklılıkları tanımamış, onları ötekileştirmekle de kalmamış ölüm operasyonlarıyla özgürlük taleplerine karşı imhayı dayatmıştır. Cumhuriyet aydınlarıyla birlikte hala tek ulusçu batakta kendini esir etmiştir. Din çimentosuna sığınanların farklılıkları ortak bir vatanda barış içinde bir arada tutma çabaları ise milliyetçi tek boyutlu çıkarların son girişimi olarak ortaya sürüldüğü bilinmektedir; en kıyıcı, en acımasız toplu kıyım operasyonlarının bu süreçte hala devam ediyor olması bunu göstermeye yeterlidir. Bu nedenle, bu akıl artığı olan ve kendini aklıselim gibi gören, kültürlü, aydın hatta bilim adamı da olduğu sanısında bulunan çoğu kişi, bu dengesiz ve bir o kadar pervasız vahşetin nedenini anlamakta yetersiz kalmaktadır. Farklılıklarımızın hak ve taleplerindeki kolektif kimlik esprisini anlama yetisinde olmayan bu türlerin izah edemediği konuları, bir dış güce bağlayarak “kökü dışarıda” demagojisine sarılmaları bunun sonucudur. Oysa bütün mesele bu aklın kendisinin kökü dışarıda olmasındır. Kavranamayan da tas tamam budur.
Mustafa Elveren hoca makalesinde, anlaşılabilir bir örnekle bu akıllara empati yapın diyor. Bir an kendinizi Kuzey Irak Kürdistan Federe yönetimi altında yaşıyor diye düşünün diyerek, dilinizin, kültürünüzün, inançlarınızın, kolektif kimlik haklarınızın zorla yasaklanması nedeniyle sıkıntılarınızı bilince çıkarın diyor. Buradan da yola çıkarak, herkesi, farklılıkları anlamaya, düşmanlığı aşmaya, insan hakları denilen taleplerin doğal olduğuna ve bunun nedenleri arasında, zor araçlarıyla elde ettikleri hükümranlığı kullananların akıl sistemlerindeki yanlışa işaret ediyor. Bunu aşmak için de birliğe, karşılıklı anlayışa davet ediyor.
Bizlerde bu sözlere sözümüzü ekleyerek, farklılıkları ötekileştirmeden, ayrı varlıkları gerçeklikleriyle, üzerinde hüküm sürülen topraklarda hakim olanlardan da eski olan yerlilikleriyle ortak yaşamın ayrılmaz bir parçası olduklarını bilince çıkarmak gerek diyoruz.
Bu coğrafyada başkaları tarafından yaşama açılmış toprakları “kılıç hakkı” olarak kendine anavatan edinmek isteyenleri komşu olarak kabullenen yerli halkların haklarını görmezden gelmemek gerek. Bu halkların kültürlerini, dillerini, birikimlerini kendine ait kolektif kimlik ve etkinliklerinin özgürlüğünden yana olmak gerek.
Tek ulusçu yaklaşımın, tasfiyeci tek boyutlu ilkel akılıyla bir yere varmanın mümkünü yoktur. Tarihin tüm kasvetli süreçlerini aşarak, erimeden, kendini ve kimliğini koruyarak bu güne gelen etnik ve inanç topluluklarının ötekileştirilemez bir gerçek olduğunun teslim etmek gerek.
Hükümranlığı altına zorla aldığı topraklarda, yerli halkla komşu olarak, ortak bir anavatanda yaşamak ve gelecek kuşaklara toplumsal barışı miras olarak bırakmak için tarihle cesurca yüzleşmek gerek. Gasp ve talanın ürünü olan hırsız tedirginliği sendromunu aşmanın yolu da buradan geçer.
Farklılıkların göreli olduğunu, her farklıya göre bizlerinde farklı olduğunu bilmemiz gerek. Varlıkların, ayrı birer varlık olarak yaşam hakları, kendi varlığımızın gerekleriyle aynı haklara sahip olduğunu bilmek gerek. Bunlar bilinmeden, ne kimlik bunalımından ne de kaoslardan kurtulmanın yolu yoktur.
Gerginliği besleyen bu türden tarihi hataları aşmak için, kendimizi başkaların yerine koymayı başarmamız zorunludur.
Bu ülke birimize değil, hepimizin olduğu gerçeğini kavramak, bu açıdan bir sorumluluk, bir yükümlülüktür.
Bu noktada sol için söylenmesi gereken, milliyetçiliği aşmadan, üzerinde yaşanılan toprakları özgürleştirmenin, demokrasiyi ikame etmenin bir yolunun olmadığıdır.
Farklılıkların özgün ve özgür örgütlenmesi, bu açıdan tek boyutu örgütlenmelerden, tek boyutlu akıl ve doğrulardan daha doğru ve daha güçlüdür. Önemli olan farklılıkların uyumlu bir mücadele süreci içinde olmasıdır; omuz omuza hak ve talepler için yürümesidir. Tek çatı, tek yol, tek hedef, tek… tekçi dayatma çağ dışıdır, birleştirici değil, özgürlüğü kısıtlayıcı ve bölücüdür. Bu yaklaşım, hakim güçlerin dayatmasını sol içinde tekrar etme yaklaşımıdır. Solu mevta hallere getiren de bu yaklaşımdır.
Daha da kötüsü bu günkü konumuyla, aşılmamış temel sorunlarıyla Sol, şiddet kültürünü besleyen kaynaklardan biri olmaya mahkumdur. Bunun için ısrarla tarihimizle cesurca yüzleşmeye ihtiyacımız var diyoruz.
Mustafa Elveren hoca, bir hümanist olarak, silaha, savaşa ve şiddetle karşıdır. İnsancıldır. Yazısında bunu dile getirirken, özgürlük için mücadelenin nelere zorlandığını da bilince çıkartmıştır. Haksızlık altında inleyen insan topluluklarının, tıkanan özgürlük yollarını açmak için zorla sürüklendikleri mücadelede yöntemlerinin de aynı nedenle gündeme geldiğine işaret ediyor.
Sözlerini de hepimiz adına şöyle bağlıyor; Kavgasız, silahsız, şiddetten uzak olarak halklarımızın barış içinde dostça birlikte yaşadığı yeni bir Dünya yaratabiliriz. Bu aynı zamanda benim dileğimdir.”
Bu söze sözümü ekliyorum. Hepimiz için ortak vatan olan bu ülkede, barışa bir kez daha bin kez daha davetimizi ilan ediyoruz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder