31 Mayıs 2010 Pazartesi
İSRAİL İNSANLIĞA SALDIRIYOR
Mihrac Ural
31 Mayıs 2010
http://mirural.blogspot.com/
İstanbul’dan kalkan Gazze’ye yardım konvoyu, uluslararası sularda 30 Mayıs 2010 gecesi İsrail deniz komandoları tarafından saldırıya uğradı.
İnsani yardım taşıyan gemiye baskın düzenleyen İsrail ordusu, rastgele yaptığı yaylım ateşiyle, onlarca yardım severin ölümüne ve yaralanmasına yol açtı. Ölü sayısının 19, yaralıların ise 100 kişiyi aştığı ilk haberlerde, sayının çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.
İnsanlara yardım amaçlı olan bir konvoya yapılan bu saldırı akıl zorlaması bir deliliktir.
Bu saldırı, bir çılgınlık ve insanlığa meydan okumadır.
İsrail’in saldırısı askeri bir cürüm değil, bir insanlık suçudur.
İsrail bu girişimiyle bilenen çirkin Nazi suratını bir kez daha insanlığa meydan okuyarak göstermiştir. Uluslararası suları bile, korsanlık sahası olarak işgal ederek, kanlı bir hüküm altına alma girişimiyle bilinen İsrail, tüm uluslar arası hukuk kurallarını çiğnemiştir.
İsrail, bu kez insanlığın tümünü karşısına alma çılgınlığına yönelmiştir.
Terör devleti İsrail’in bu pervasızlığı, kirli tarihi ve kültürüyle yakından ilgilidir.
Tarihsel kültürlerinde Tanrıyla savaşan anlamında İsrail adını taşıyan, tarihinin tüm kesitlerinde başına gelen sürgünlerin nedeni ve diasporalarda yerleştiği topraklara gerginlik eken tutumlarıyla ağır bedeller ödeyerek bu güne gelen Siyonist akıl, kendini ve halkını çılgın tehlikelere atmaya devam etmektedir. Tarihte, Yahudilerin başına gelen olumsuzlukların da nedeni bu akıldır. Bu akıl, bölgemizdeki olumlu komşuluk ilişkilerinin gelişmesi karşısında gerginlik içinde, saldırgan reflekslerle dehşet saçmaya yöneliyor.
Bölgemizde büyük değişimler yaşanırken Siyonist akıl yalnızlaştıkça, artan saldırganlığı, bölge halklarının kardeşlik ilişkilerini tehlikeli dönemeçlere yöneltiyor. Oysa bölgemizde değişen güçler dengesi, barış ortamını, halkların kardeşliğini daha da pekiştirme potansiyeli taşıyor.
İsrail bu gelişmeleri kendine yönelik bir tehlike saymakta ve gergin bir duruş sergilemektedir. Bölgeye sonradan yerleştirilmiş bir yama olan, Avrupa’nın Yahudilere II. Dünya savaşında çektirdiklerinin bir kefareti olarak Filistin toprakları üzerinde işgalci bir güç olarak oturtulan İsrail devleti, kendini hiçbir zaman bölge barışının bir parçası olarak saymamıştır. O, bölgedeki varlığının her zaman bir savaş durumu ve savaş süreci olarak algılamıştır.
Bu nedenle hiçbir İsrail hükümeti dış politikasında barışı esas alan, bölge halklarıyla sürekli barışı kazanma üzerine kuramamıştır. Her ilişkiyi, askeri güç ve güvenlik çerçevesinde ele almış, bunun için, daha çok toprak işgali, daha çok askeri üstünlük üzerinden sağlanan geçici ikili anlaşmalara algılamıştır. Bu nedenle de yaptığı hiç bir anlaşma kalıcı olmamış, anlaşmalarının her bendi için yeni anlaşma gereği ortaya çıkmıştır. İsrail BM kararlarını ihlal eden pervasızlığıyla, kimi kararsız Arap ülkeleriyle giriştiği ikili anlaşmalarda, hiçbir yükümlülüğü yerine getirmemiştir.
İsrail, bu tarih ve konjünktürel algılarla, bölgemizin tüm savaşlarının nedeni ve başlatıcısı olmuştur. Bununla kalmamış, bölgede işlenen suikastların, provokasyonların da organizatörü olarak yer almıştır. Öyle ki, provokasyonlarında, kendi halkına karşı roket saldırısı yaparak ya da 1982 Lübnan’ı işgal eden savaşta olduğu gibi Londra büyükelçisini katlederek çılgınlık göstermekten çekinmemiştir.
Nükleer silahlarıyla birlikte İsrail’in yarattığı tehlike, sadece bölgemizin değil dünyanın da barışını tehdit eden insanlığa karşı bir duruş olarak belirmektedir.
İsrail devleti bir terör devletidir, İsrail devleti bir Nazi devletidir, tarihi boyunca insanlık suçu işleyen bir devletidir diyerek yıllardır yazıyoruz. Siyonist Nazilerin kanlı girişimlerini açığa vuruyoruz. İsrail’in bir başka açıdan sadece insanlığa değil aynı zamanda Kendi halkına, Yahudilere karşı anti –samitik bir duruş sergilediğinden söz etmek yanlış değildir.
Bu devlet, kendi halkına karşı tehlikeli bir devlettir. Bu devlet, Yahudilerin bu topraklarda bin yıllardır süren barışını, ebedi tehlikelere ve düşmanlıklara dönüştürmekte olan bir devlettir. İşgalci bir güç olarak yerleştirilen bu devletin, bölgemizin her verisiyle çatışma içinde sürdürdüğü yaşamını devam ettirmesi mümkün değildir.
Terörist İsrail devleti, bu mantıkla, kendi halkı Yahudilere karşı da gösterdiği duruşla, bölgemizde uzun süre yaşama şansı olduğunu söylemek çok güçtür. Bu tespit verilerin terörist İsrail devletine ilişkin kanaatlerin tespitidir; Yahudi halkının da kurtuluşu algısını içermektedir.
Bilinmeli ki, anti-samitik duruşlar ne kadar ırkçı ise Siyonist İsrail’in duruşu o kadar Nazidir, o kadar insanlık dışıdır.
Yahudi halkı başlarına çöreklenen bu ırkçı devletin kefaretini ödeme tehlikesiyle karşı karşıya düşmüş bulunmaktadır. Terörist İsrail devleti, insanlık düşmanı konumuyla bölgenin, dünyanın ve tüm insanlığın tepkisi altında tarihe karışmakla yüz yüze kalmaktadır.
Siyonist İsrail devletinin masum insanlara, yardımdan başka bir amacı ve hedefi olmayan insanlara saldırmakla aşılması mümkün olmayan insani sınırları da aşmıştır. Bundan sonrası insanlığın bu vahşet karşısındaki kararlı duruşuna aittir.
Bu vahşetiyle insanlığı yeneceğini sanan İsrail terörü, insanlığın haklı tepkisiyle yüz yüze kalacaktır.
Bundan sonrası, insanlığın söyleyeceği söze kalmıştır. Bu söz, her ne kadar İsrail’in koruyucusu emperyalist güçlerin sulandırmalarına maruz kalsa da, yardım konvoyuna yapılan baskın İsrail’i sonuna kadar takip edecektir.
Yardım konvoyları bundan sonra artan bir yoğunlukla ve ne pahasına olursa olsun Filistin’e ulaşma mücadelesi verecektir. İsrail insanlığı katlettikçe, yardım konvoyları da insanlığı kurtarmak için yoluna devam edecektir.
Irkçılıkta, Nazileri aşan, nükleer silahlarla bölge ve dünya barışını tehdit eden, en masum ve en barışçıl talebe ağır silahlarla ölüm kusan, uzak-yakın komşularının tümüyle savaş halinde olan Siyonist İsrail devleti insanlıkla savaş halindedir. Siyonist İsrail devleti, insanlıkla savaşında ağır bir yenilgi almaya mahkumdur.
30 Mayıs 2010 Pazar
ABD HATAY/ KİSECİK ÜSSÜ
Bedreddin Mahir
29 Mayıs 2010
29 Mayıs 2010 saat 19.30 itibariyle Hatay/Kisecik mevkiinde Amanos dağının en yüksek tepesinde yer alan ABD dinleme ve gözleme üssü, PKK gerilaları tarafından basıldı. Ölü ve yaralı olduğu belirtilen bu baskında önemli siyasi masjlar olduğu tartışma götürmez.
Bilindiği gibi, ülkemiz yarım asırdır NATO uydusu bir ülke. Soğuk savaş biteli çok oldu, ülkemiz hala NATO uydusu olmaya devam ediyor. Üstelik NATO’nun en sadık ülkesi; “Türkiyenin en ucuz ve en kaliteli malı askeridir” denilen türden bir ülke. Kullan kullanabildiğin kadar kullan, kaynak bitip tükenmez ve maliyeti bütçeyi delmez.
Bu algılarla Kore Savaşı’na atıldı bu ülke. Gençlerini, amacını bilmedikleri bir savaşta şehit ve gazi olarak verdi. Korelilerin kardeş kavgasında taraf oldu; uzak-yakın hiçbir çıkar ya da sorun olmadan kanlı kıyımlara alet olmanın yolu seçildi. Liberallerin dünyayla birleşme ve açılma hayallerinin karı, ABD ardından halkların kıyımına ortak olundu. Ordu ve kaynaklar, küresel istila politikalarının bir aleti haline geldi. Bunu Bağdat Paktı ve CENTO takip etti. Komşuluk ilişkilerinde zalimce tutumlar içinde olundu; Irak devrimi sırasında krallık lehine karışma (14 temmuz 1958), Lübnan iç savaşına müdahale ve üslerin kullanılması (1958), Arap İsrail savaşlarında İsrail yanlısı tutum ve müdahaleler yapıldı (1967-73 savaşları). Bu siyaset 2000’li yıllara kadar hesapsızca sürdürüldü. Türkün, Türkten başka dostu yok denildi, tüm komşular tarihi kinlerle düşman ilan edildi…
Görsel açıdan farklı bir dış politikanın gelişmekte olduğunu inkar etmemek gerek. Ancak bu çaba, üzeri yamalı bir bohçayla örtülmek istenen gerçeklerle yüz yüze kalıyor. Ülkemizin oligarşik yönetimi kendi güç dengesinin de esiri olarak ABD-İsrail ilişkilerini aşamıyor; geçmişten bu güne gelen ve ülkemizi komşularımızla ikircimli haline getiren, onursuzlaştıran, şaibeli hale getiren anlaşma ve konumlanışlardan özgürleştiremiyor. Bilinen ve bilinmeyenleriyle ikili kölelik anlaşmaları yanı sıra ülkemizin her köşesini ve bölgemizin her alanını denetim altında tutan ABD üsleri, bu tutsaklığın bileklere vurulmuş kelepçesi gibi duruyor.
Hatay/Antakya’daki Kisecik üssü, yüzlercesinden biri olarak yine gündemdeki yerini aldı. Bir kez daha “komşularımızla sıfır sorun” adı altında yürütülen siyasetin üzerindeki örütyü kaldırdı. Bu üs, komşuluk ilişkilerinin her düzeyine ve ahlakına aykırı bir üs olarak dinleme, gözleme görevi görüyor. Ortadoğu’daki her kıpırdanmayı otomatik olarak Pentegona aktarıyor. Komşularımızla “sıfır sorun” esprisinin komik halleri, bu üsler akla geldikçe daha iyi anlaşılıyor.
Kisecik üssü, ABD’nin ülkemizi ve bölgemizi otomatik olarak dinleme ve gözleme üssüdür; Adana İncirlik, Diyarbakır Pirinçlik üsleri gibi farklı işlevleriyle bir soğuk savaş üssüdür. Bu yanıyla, ülkemizin sıfır sorunlu hangi komşuluk ilişkisini ifade ettiği açıktır.
Ülkemiz, komşuluk ilişkilerini demogojilerle sürdürme yönünde bir medrese haline getiren Demirel’in ülkesidir; “yazın biz onlara satarız, kışın da onlar bizden alırlar”. Bu siyaset bölge halklarının ülkemize bakış açısında silinmez izlerle yer alan ABD kuklalığı damgasının da mimarıdır. Ne kadar gizlemeye çalışsak da kendini bir biçimde ele vermektedir.
Ortadoğu bir kızılca kiyamet dengesininin coğrafyasıdır. Burada dengeler suni değil, gergindir her zaman. ABD, bu dengeleri doğal seyrinden çıkaran ve bölgemizin tüm ülkelerini birbirine düşman yaparak zayıflatan en önemli nedendir. ABD, bir inanç sistemi gibi yürüttüğü İsrail yanlısı politika ve herkesi bu yönde kukla yapan eğilimleriyle bölgeye kabus gibi çökmüştür. Ülkemiz, yarım asırdır bu yönde bölgede kendini konumlandırmıştır.
Erdoğan’ın Osmanlı mirasçılığı, Nasır taklitçiliği, ABD’nin bölgemizin kara kaderine eklenmek istenen bir girişim olarak duruyor gibidir; ne İsrail’le ne de ABD’nin bölgeye yönelik karanlık emellerine en ufak bir helal getiremeyen hükümet, bölgede kazanmak istediği yeni imajı oturtabilmesi güçtür. Her günü yeni bir sınamanın olaylarıyla dolu bölgemizde hiçbir örtü gerçekleri örtebilecek kadar büyük değildir. ABD Kisecik üssünde sık sık gündeme gelen baskın olayları, bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Kisecik, Antakya’nın 15 km kuzeyinde, Amanos dağı doruklarında bir köy alanı. Yüksek bir tepede kurulu otomatik dinleme, gözleme üssü. Bu üsü, her defasında PKK gerillalarının baskınlarıyla gündeme gelmektedir. Meclis gündeminde Hatay milletvekillerinin önergeleriylede sorgulanmaktadır. Ancak bu çabaların hiç biri üsün varlığını ya da çalışmasını engelememeştir.
Üssün 5. kez basılması, özgürlük hareketinin bölgemizle ilgili haklı kaygılarının hepimiz adına ortaya koyduğu bir adımdır. Gerçekleri açığa vuran bir girişimdir. Erdoğan’ın “Kürt açılımı” iflas ederken “bölge açılımı”nın da aynı sonla karşı karşıya kalacağını kestirmek zor değildir; ülkemizin bir kambur gibi sırtında taşıdığı ABD üsleri ve ikili kölelik anlaşmaları payandaları oldukça , bundan kurtulmanın yolu da yok demektir.
Dış siyaseti yalan üzerine kurulu olan bir tarihten gelinmektedir. Bu tarihi aşmak için, nedenlerini ortadan kaldıracak bir politika geliştirmek, yani tarihle yüzleşmek gerekir. Siyasette, inandırıcılık bütünsel bir olaydır. Ülkemiz, ABD ve İsrail ilişkisiyle inandırıcılığını yitiriyor, dış siyasette gelenekten gelen topallamsını düzeltemiyor.
Ülkemizi böylesine zor durumlara sık sık düşüreceği açık olan bu gerçekleri aşmak için cesur siyasi iradelere ihtiyaç vardır. Bu siyaset, gösterilerle oturtulamaz. Fiili adımlara ihtiyacı bulunmaktadır. Bunun için, mümkün olabilen adımlarla işe koyulmak gerek. ABD Kisecik üssü, üslerin en zayıf halkasıdır, buradan başlamak hiç de zor değildir.
“Ülkemizin alnında kara bir leke olarak duran Kisecik üssü kapatılmadır” diyerek sözlerimi bağlıyorum.
29 Mayıs 2010
29 Mayıs 2010 saat 19.30 itibariyle Hatay/Kisecik mevkiinde Amanos dağının en yüksek tepesinde yer alan ABD dinleme ve gözleme üssü, PKK gerilaları tarafından basıldı. Ölü ve yaralı olduğu belirtilen bu baskında önemli siyasi masjlar olduğu tartışma götürmez.
Bilindiği gibi, ülkemiz yarım asırdır NATO uydusu bir ülke. Soğuk savaş biteli çok oldu, ülkemiz hala NATO uydusu olmaya devam ediyor. Üstelik NATO’nun en sadık ülkesi; “Türkiyenin en ucuz ve en kaliteli malı askeridir” denilen türden bir ülke. Kullan kullanabildiğin kadar kullan, kaynak bitip tükenmez ve maliyeti bütçeyi delmez.
Bu algılarla Kore Savaşı’na atıldı bu ülke. Gençlerini, amacını bilmedikleri bir savaşta şehit ve gazi olarak verdi. Korelilerin kardeş kavgasında taraf oldu; uzak-yakın hiçbir çıkar ya da sorun olmadan kanlı kıyımlara alet olmanın yolu seçildi. Liberallerin dünyayla birleşme ve açılma hayallerinin karı, ABD ardından halkların kıyımına ortak olundu. Ordu ve kaynaklar, küresel istila politikalarının bir aleti haline geldi. Bunu Bağdat Paktı ve CENTO takip etti. Komşuluk ilişkilerinde zalimce tutumlar içinde olundu; Irak devrimi sırasında krallık lehine karışma (14 temmuz 1958), Lübnan iç savaşına müdahale ve üslerin kullanılması (1958), Arap İsrail savaşlarında İsrail yanlısı tutum ve müdahaleler yapıldı (1967-73 savaşları). Bu siyaset 2000’li yıllara kadar hesapsızca sürdürüldü. Türkün, Türkten başka dostu yok denildi, tüm komşular tarihi kinlerle düşman ilan edildi…
Görsel açıdan farklı bir dış politikanın gelişmekte olduğunu inkar etmemek gerek. Ancak bu çaba, üzeri yamalı bir bohçayla örtülmek istenen gerçeklerle yüz yüze kalıyor. Ülkemizin oligarşik yönetimi kendi güç dengesinin de esiri olarak ABD-İsrail ilişkilerini aşamıyor; geçmişten bu güne gelen ve ülkemizi komşularımızla ikircimli haline getiren, onursuzlaştıran, şaibeli hale getiren anlaşma ve konumlanışlardan özgürleştiremiyor. Bilinen ve bilinmeyenleriyle ikili kölelik anlaşmaları yanı sıra ülkemizin her köşesini ve bölgemizin her alanını denetim altında tutan ABD üsleri, bu tutsaklığın bileklere vurulmuş kelepçesi gibi duruyor.
Hatay/Antakya’daki Kisecik üssü, yüzlercesinden biri olarak yine gündemdeki yerini aldı. Bir kez daha “komşularımızla sıfır sorun” adı altında yürütülen siyasetin üzerindeki örütyü kaldırdı. Bu üs, komşuluk ilişkilerinin her düzeyine ve ahlakına aykırı bir üs olarak dinleme, gözleme görevi görüyor. Ortadoğu’daki her kıpırdanmayı otomatik olarak Pentegona aktarıyor. Komşularımızla “sıfır sorun” esprisinin komik halleri, bu üsler akla geldikçe daha iyi anlaşılıyor.
Kisecik üssü, ABD’nin ülkemizi ve bölgemizi otomatik olarak dinleme ve gözleme üssüdür; Adana İncirlik, Diyarbakır Pirinçlik üsleri gibi farklı işlevleriyle bir soğuk savaş üssüdür. Bu yanıyla, ülkemizin sıfır sorunlu hangi komşuluk ilişkisini ifade ettiği açıktır.
Ülkemiz, komşuluk ilişkilerini demogojilerle sürdürme yönünde bir medrese haline getiren Demirel’in ülkesidir; “yazın biz onlara satarız, kışın da onlar bizden alırlar”. Bu siyaset bölge halklarının ülkemize bakış açısında silinmez izlerle yer alan ABD kuklalığı damgasının da mimarıdır. Ne kadar gizlemeye çalışsak da kendini bir biçimde ele vermektedir.
Ortadoğu bir kızılca kiyamet dengesininin coğrafyasıdır. Burada dengeler suni değil, gergindir her zaman. ABD, bu dengeleri doğal seyrinden çıkaran ve bölgemizin tüm ülkelerini birbirine düşman yaparak zayıflatan en önemli nedendir. ABD, bir inanç sistemi gibi yürüttüğü İsrail yanlısı politika ve herkesi bu yönde kukla yapan eğilimleriyle bölgeye kabus gibi çökmüştür. Ülkemiz, yarım asırdır bu yönde bölgede kendini konumlandırmıştır.
Erdoğan’ın Osmanlı mirasçılığı, Nasır taklitçiliği, ABD’nin bölgemizin kara kaderine eklenmek istenen bir girişim olarak duruyor gibidir; ne İsrail’le ne de ABD’nin bölgeye yönelik karanlık emellerine en ufak bir helal getiremeyen hükümet, bölgede kazanmak istediği yeni imajı oturtabilmesi güçtür. Her günü yeni bir sınamanın olaylarıyla dolu bölgemizde hiçbir örtü gerçekleri örtebilecek kadar büyük değildir. ABD Kisecik üssünde sık sık gündeme gelen baskın olayları, bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Kisecik, Antakya’nın 15 km kuzeyinde, Amanos dağı doruklarında bir köy alanı. Yüksek bir tepede kurulu otomatik dinleme, gözleme üssü. Bu üsü, her defasında PKK gerillalarının baskınlarıyla gündeme gelmektedir. Meclis gündeminde Hatay milletvekillerinin önergeleriylede sorgulanmaktadır. Ancak bu çabaların hiç biri üsün varlığını ya da çalışmasını engelememeştir.
Üssün 5. kez basılması, özgürlük hareketinin bölgemizle ilgili haklı kaygılarının hepimiz adına ortaya koyduğu bir adımdır. Gerçekleri açığa vuran bir girişimdir. Erdoğan’ın “Kürt açılımı” iflas ederken “bölge açılımı”nın da aynı sonla karşı karşıya kalacağını kestirmek zor değildir; ülkemizin bir kambur gibi sırtında taşıdığı ABD üsleri ve ikili kölelik anlaşmaları payandaları oldukça , bundan kurtulmanın yolu da yok demektir.
Dış siyaseti yalan üzerine kurulu olan bir tarihten gelinmektedir. Bu tarihi aşmak için, nedenlerini ortadan kaldıracak bir politika geliştirmek, yani tarihle yüzleşmek gerekir. Siyasette, inandırıcılık bütünsel bir olaydır. Ülkemiz, ABD ve İsrail ilişkisiyle inandırıcılığını yitiriyor, dış siyasette gelenekten gelen topallamsını düzeltemiyor.
Ülkemizi böylesine zor durumlara sık sık düşüreceği açık olan bu gerçekleri aşmak için cesur siyasi iradelere ihtiyaç vardır. Bu siyaset, gösterilerle oturtulamaz. Fiili adımlara ihtiyacı bulunmaktadır. Bunun için, mümkün olabilen adımlarla işe koyulmak gerek. ABD Kisecik üssü, üslerin en zayıf halkasıdır, buradan başlamak hiç de zor değildir.
“Ülkemizin alnında kara bir leke olarak duran Kisecik üssü kapatılmadır” diyerek sözlerimi bağlıyorum.
CHP BİR ADIM İLERİ İKİ ADIM GERİ
Bedreddin Mahir
25 Mayıs 2010
Tarihte hiçbir ekonomik atılım özgürlük ve demokrasi taleplerine çözüm olamamıştır. Teşbihte hata olmaz diyerek şunu belirteceğim; ekonomik girişimlerle özgürlük ve demokrasi talebi tatmin edilseydi, emperyalistlerin sömürgelerdeki yatırımlarının ulusal özgürlük taleplerini bastırması gerekirdi; Kurtuluş Savaşı’nı Amerikan mandasına tercih eden Atatürk’ün CHP kurucusu olduğunu hatırlamanın yeri de burasıdır.
Bu anlamda ekonomik çözüm iddiası, güvenlik çözümlerine göre bir adım ileri olsa da, çözümsüzlükte ısrarın bir biçimi olmaya mahkumdur.
CHP'de değişim ortak ülkemizin temel ihtiyaçlarından biridir. Bu beklenti uzun zamandır sürüyor. Ancak CHP bunu yapabilecek iç dinamiklere sahip mi? Bu tartışma götürür.
CHP Kılçdaroğlu'yla, bir adım ileri iki adım geri atarak yerinde sayma eğilimindedir. Arkasına aldığı iddia edilen rüzgarın, yelkensiz tekneye daha çok yalpa olarak dönme ihtimali zayıf değildir.
Ülkemizin ciddi bir muhalefet, sosyal demokrat ilkelere bağlı bir alternatif arayışı içinde olduğu kesindir. Bu ihtiyacın giderilmesi, ilkelerde ve yapılanmada önemli adımların atılmasını gerektirir. CHP bunu başarabilir mi, sözün bittiği yerde fiili olarak bu yolda nasıl bir adım atabilir birlikte göreceğiz.
Ülkemizde demokrasi sorununu "aş ve iş" diyerek çözebileceği iddiasında olan CHP yeni yönetimi, geçmişin yanılgılarını tekrar edecek gibidir. Demokrasi ve özgürlük taleplerinin karnı, “iş ve aş” söylemine toktur. Eskimiş bir yöntem olarak, siyasal sorunlara ekonomik çözüm reçeteleri, ülkenin kaoslarına yenilerini eklemekten başka bir sonuç vermez. Ekonomik önermeler de artık solculuk değildir. Bu noktadaki yanılgılar, solu toparlamak bir yana mevta hallerini daha da vahim bir noktaya getirir; musalla taşında imamın Fatiha’sını bekleyen cenaze esprisi...
Ulusalcı solculuğun, farklılıkları ötekileştiren duruşu yeterince açıktır; farklılıkların demokratik haklarını ekonomik çözüm söylemiyle örtmek, artık, kimsenin kabullenmeyeceği, çirkin bir milliyetçi demagojidir. CHP, bu kulvarların bataklığından sıyrılmayı bilmelidir.
Buna CHP'nin tarih içindeki serüvenini eklediğimizde, karşımıza daha da karmaşık bir tablonun çıkacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Yakın dönemde CHP adına Baykal, önce terör çözülsün diyordu, bunun için de güvenlik önlemleri ve askeri operasyonların arkasında duruyordu. Kılıçdaroğlu, çözümün güvenlikte değil, ekonomide olduğunu söyleyerek bir adım ileri atmış oldu. Bu doğru, ancak her doğru gibi görecelidir, Baykal’a göredir.
Kılçdaroğlu’nun bu adımı, çözüm için gerçekçi bir adım olup olmadığı sorgulanabilir.
Özgürlük isteyen Kürtlerin karnını iş bularak, kredi destekleri sunarak doyurmanın mümkün olduğu yanılgısıyla atılmış böylesi adımlar, derin yaralar bırakacak ters tepmelere yol açabilir. Kürtler demokratik haklarını arıyor ve bunun ikamesini istiyor, onlar gibi ülkemizin tüm farklılıkları ötekileştirilmeden demokratik hak taleplerini dile getiriyor. Böylesine doğal haklara, demokrasi ve özgürlük arayışlarına, ekonomik çözüm önerileriyle yönelmek, onları Allah’ın rahmeti altında bitip tükenmez bekleyişlere mahkum etmek demektir.
Tarihte hiçbir ekonomik atılım özgürlük ve demokrasi taleplerine çözüm olamamıştır. Teşbihte hata olmaz diyerek şunu belirteceğim; ekonomik girişimlerle özgürlük ve demokrasi talebi tatmin edilseydi, emperyalistlerin sömürgelerdeki yatırımlarının ulusal özgürlük taleplerini bastırması gerekirdi; Kurtuluş Savaşı’nı Amerikan mandasına tercih eden Atatürk’ün CHP kurucusu olduğunu hatırlamanın yeri de burasıdır.
Bu anlamda ekonomik çözüm iddiası, güvenlik çözümlerine göre bir adım ileri olsa da çözümsüzlükte ısrarın bir biçimi olmaya mahkumdur.
Bu geri adımların birincisi; ikamesi on yıllara yayılmış, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olmayan ekonomik yatırımlara umut bağlamadır.
İkincisi; devleti ekonomiye sürerek, yolsuzluğa, sonu iflas, hortumculuk, rüşvet, halkçılık adına şahsi çıkarlara yöneltip halkın emeğini heder etmeye götürmektir. Bu adım solcuların tükenmeyen devletçilik algılarıyla da ilgili bir yanılgıyı içermektedir.
Bilinmesi gereken çok önemli bir ekonomik ayrıntı da şudur; devletçilik ne sosyalizmdir ne de sosyallikle ilgilidir. Sosyal demokrat bir yönetimde devlet, demokratik hak ve özgürlükleri, sosyal güvenceleri ve ihtiyaçları koruma ve barış ortamını sağlamakla yükümlüdür.
Egemen sınıflar, baskı, zor ve sistemi çok yönlü koruma aracı olarak yoluna devam ederken, devletin sosyal ihtiyaçları karşılamak üzere yerine getireceği hizmetler vardır. Ancak bu hizmetler de sosyalizm değildir. Devletçilik, kapitalizmdir; sistemin krizlerine karşı geçici önlem olarak ekonomiye devletin müdahalesidir. Bu yöntem denendiği her yerde sadece iflasla sonuçlanmıştır.
Sosyalizm, yeni bir üretim tarzı, yeni bir uygarlıktır; CHP’nin böylesi kökten dönüşümlerle ilgisi olmadığını söylemeye gerek yoktur. CHP, statükocudur.
Bu statüler içinde halkımızın talepleri için yapılabilecek en gerçekçi çaba, demokrasinin sınırlarını genişletip derinleştirmektir; özgürlükleri anayasal, yasal kurum ve kuruluşlarla güvenceye almaktır; farklılıkları tanımak ve haklarını teslim etmektir. Bu alan işten de aştan da daha önemlidir. Bu alan uzun soluklu ve kalıcı yeniden yapılanmanın dinamiğini oluşturacaktır. Böylesi dinamiklerden oluşan, etkinlikleri olmayan bir ülkenin parayla pulla yapabileceği çok az şey var; bu önermeler çözüm sağlasaydı Kürt özgürlük hareketinin bastırılması için harcanan 400 milyar doların sorunları çözmüş olması gerekirdi, savaş tanrılarına inat 30 000 vatandaşın da hayatı bu ülkeye kar kalırdı.
Sonuç olarak denebilir ki, ekonomik önlemler hak taleplerini olduğu yerde pasifize ederek siyasal bir boyut kazanmasını önleme girişimidir.
CHP, Bir adım ileri, iki adım geri dans ederek ülkenin kaoslarını aşma şansı yakalayamayacaktır. CHP statülerine mahkum bir parti olarak, hala ümit verecek bir girişim içinde değildir. Bekleyip görecek olanlara, sabrın kabre kadar yolu olduğunu hatırlatmakla yetineceğim.
25 Mayıs 2010
Tarihte hiçbir ekonomik atılım özgürlük ve demokrasi taleplerine çözüm olamamıştır. Teşbihte hata olmaz diyerek şunu belirteceğim; ekonomik girişimlerle özgürlük ve demokrasi talebi tatmin edilseydi, emperyalistlerin sömürgelerdeki yatırımlarının ulusal özgürlük taleplerini bastırması gerekirdi; Kurtuluş Savaşı’nı Amerikan mandasına tercih eden Atatürk’ün CHP kurucusu olduğunu hatırlamanın yeri de burasıdır.
Bu anlamda ekonomik çözüm iddiası, güvenlik çözümlerine göre bir adım ileri olsa da, çözümsüzlükte ısrarın bir biçimi olmaya mahkumdur.
CHP'de değişim ortak ülkemizin temel ihtiyaçlarından biridir. Bu beklenti uzun zamandır sürüyor. Ancak CHP bunu yapabilecek iç dinamiklere sahip mi? Bu tartışma götürür.
CHP Kılçdaroğlu'yla, bir adım ileri iki adım geri atarak yerinde sayma eğilimindedir. Arkasına aldığı iddia edilen rüzgarın, yelkensiz tekneye daha çok yalpa olarak dönme ihtimali zayıf değildir.
Ülkemizin ciddi bir muhalefet, sosyal demokrat ilkelere bağlı bir alternatif arayışı içinde olduğu kesindir. Bu ihtiyacın giderilmesi, ilkelerde ve yapılanmada önemli adımların atılmasını gerektirir. CHP bunu başarabilir mi, sözün bittiği yerde fiili olarak bu yolda nasıl bir adım atabilir birlikte göreceğiz.
Ülkemizde demokrasi sorununu "aş ve iş" diyerek çözebileceği iddiasında olan CHP yeni yönetimi, geçmişin yanılgılarını tekrar edecek gibidir. Demokrasi ve özgürlük taleplerinin karnı, “iş ve aş” söylemine toktur. Eskimiş bir yöntem olarak, siyasal sorunlara ekonomik çözüm reçeteleri, ülkenin kaoslarına yenilerini eklemekten başka bir sonuç vermez. Ekonomik önermeler de artık solculuk değildir. Bu noktadaki yanılgılar, solu toparlamak bir yana mevta hallerini daha da vahim bir noktaya getirir; musalla taşında imamın Fatiha’sını bekleyen cenaze esprisi...
Ulusalcı solculuğun, farklılıkları ötekileştiren duruşu yeterince açıktır; farklılıkların demokratik haklarını ekonomik çözüm söylemiyle örtmek, artık, kimsenin kabullenmeyeceği, çirkin bir milliyetçi demagojidir. CHP, bu kulvarların bataklığından sıyrılmayı bilmelidir.
Buna CHP'nin tarih içindeki serüvenini eklediğimizde, karşımıza daha da karmaşık bir tablonun çıkacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Yakın dönemde CHP adına Baykal, önce terör çözülsün diyordu, bunun için de güvenlik önlemleri ve askeri operasyonların arkasında duruyordu. Kılıçdaroğlu, çözümün güvenlikte değil, ekonomide olduğunu söyleyerek bir adım ileri atmış oldu. Bu doğru, ancak her doğru gibi görecelidir, Baykal’a göredir.
Kılçdaroğlu’nun bu adımı, çözüm için gerçekçi bir adım olup olmadığı sorgulanabilir.
Özgürlük isteyen Kürtlerin karnını iş bularak, kredi destekleri sunarak doyurmanın mümkün olduğu yanılgısıyla atılmış böylesi adımlar, derin yaralar bırakacak ters tepmelere yol açabilir. Kürtler demokratik haklarını arıyor ve bunun ikamesini istiyor, onlar gibi ülkemizin tüm farklılıkları ötekileştirilmeden demokratik hak taleplerini dile getiriyor. Böylesine doğal haklara, demokrasi ve özgürlük arayışlarına, ekonomik çözüm önerileriyle yönelmek, onları Allah’ın rahmeti altında bitip tükenmez bekleyişlere mahkum etmek demektir.
Tarihte hiçbir ekonomik atılım özgürlük ve demokrasi taleplerine çözüm olamamıştır. Teşbihte hata olmaz diyerek şunu belirteceğim; ekonomik girişimlerle özgürlük ve demokrasi talebi tatmin edilseydi, emperyalistlerin sömürgelerdeki yatırımlarının ulusal özgürlük taleplerini bastırması gerekirdi; Kurtuluş Savaşı’nı Amerikan mandasına tercih eden Atatürk’ün CHP kurucusu olduğunu hatırlamanın yeri de burasıdır.
Bu anlamda ekonomik çözüm iddiası, güvenlik çözümlerine göre bir adım ileri olsa da çözümsüzlükte ısrarın bir biçimi olmaya mahkumdur.
Bu geri adımların birincisi; ikamesi on yıllara yayılmış, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olmayan ekonomik yatırımlara umut bağlamadır.
İkincisi; devleti ekonomiye sürerek, yolsuzluğa, sonu iflas, hortumculuk, rüşvet, halkçılık adına şahsi çıkarlara yöneltip halkın emeğini heder etmeye götürmektir. Bu adım solcuların tükenmeyen devletçilik algılarıyla da ilgili bir yanılgıyı içermektedir.
Bilinmesi gereken çok önemli bir ekonomik ayrıntı da şudur; devletçilik ne sosyalizmdir ne de sosyallikle ilgilidir. Sosyal demokrat bir yönetimde devlet, demokratik hak ve özgürlükleri, sosyal güvenceleri ve ihtiyaçları koruma ve barış ortamını sağlamakla yükümlüdür.
Egemen sınıflar, baskı, zor ve sistemi çok yönlü koruma aracı olarak yoluna devam ederken, devletin sosyal ihtiyaçları karşılamak üzere yerine getireceği hizmetler vardır. Ancak bu hizmetler de sosyalizm değildir. Devletçilik, kapitalizmdir; sistemin krizlerine karşı geçici önlem olarak ekonomiye devletin müdahalesidir. Bu yöntem denendiği her yerde sadece iflasla sonuçlanmıştır.
Sosyalizm, yeni bir üretim tarzı, yeni bir uygarlıktır; CHP’nin böylesi kökten dönüşümlerle ilgisi olmadığını söylemeye gerek yoktur. CHP, statükocudur.
Bu statüler içinde halkımızın talepleri için yapılabilecek en gerçekçi çaba, demokrasinin sınırlarını genişletip derinleştirmektir; özgürlükleri anayasal, yasal kurum ve kuruluşlarla güvenceye almaktır; farklılıkları tanımak ve haklarını teslim etmektir. Bu alan işten de aştan da daha önemlidir. Bu alan uzun soluklu ve kalıcı yeniden yapılanmanın dinamiğini oluşturacaktır. Böylesi dinamiklerden oluşan, etkinlikleri olmayan bir ülkenin parayla pulla yapabileceği çok az şey var; bu önermeler çözüm sağlasaydı Kürt özgürlük hareketinin bastırılması için harcanan 400 milyar doların sorunları çözmüş olması gerekirdi, savaş tanrılarına inat 30 000 vatandaşın da hayatı bu ülkeye kar kalırdı.
Sonuç olarak denebilir ki, ekonomik önlemler hak taleplerini olduğu yerde pasifize ederek siyasal bir boyut kazanmasını önleme girişimidir.
CHP, Bir adım ileri, iki adım geri dans ederek ülkenin kaoslarını aşma şansı yakalayamayacaktır. CHP statülerine mahkum bir parti olarak, hala ümit verecek bir girişim içinde değildir. Bekleyip görecek olanlara, sabrın kabre kadar yolu olduğunu hatırlatmakla yetineceğim.
29 Mayıs 2010 Cumartesi
KARDEŞLİK VE DOSTLUK ÜZERİNE
Mustafa Elveren (Em.Öğrt.)
29 Mayıs 2010
E-Posta: mustafaelveren@gmail.com
Web : www.gomanweb.com
Hiç birimiz kardeş(ler)imizi seçme özgürlüğüne sahip değiliz. Fakat, dostumuzu/dostlarımızı özgürce seçebiliriz. “Dostun attığı gül yaralar bizi”, “Dostluk başka, alışveriş başka” gibi halkların kültüründe dostlukla ilgili epeyce özlü sözler bulunmaktadır.
Dünya barışı için kardeşlik her zaman iyi sonuçlar vermeyebilir. Kardeşlikten daha önemli olan iyi dostlukların kurulması bence sağlıklı sonuçlar verecektir. Barışın sağlanabilmesi için çıkarsız ilişkiler üzerine iyi dostlukların kurulması gerekir. Kötü bir kardeşim olacağına, iyi bir dostumun olmasını tercih ederim.
Ne yazık ki, Türk(iye) eğitim sisteminin fabrikasında yetişen bir çok öğretmenin tornasından dostluk yerine düşmanlık çıkabilmektedir. O nedenle, ülkemizde sürmekte olan ”alçak yoğunluklu” ve “kirli” savaş devam etmekte olup, bir türlü barış sağlanamamaktadır. Hepimizin bundan bir parça suçu olduğunu düşünüyorum.
Barış, düşünce özgürlüğü, insan hakları savunucuları ile demokrat ve devrimci yazarların, bilim adamlarının aleyhine emniyet ve adliyelerde açılan soruşturmalar-davalar hızla artmaktadır. Bu duruşmaları izlemek için sivil toplum aktivistleri adliye binalarının önünde yaptıkları demokratik destek eylemlerinden dolayı diğer günlük işlerini yapamaz duruma geldiler.
Barış, dostluk ve kardeşlik konusunda Solun durumu ise, çok vahimdir. Bir zamanlar Birleşik Sosyalist Parti kurulduğundan çok sevinmiştim. Bu gün görüyorum ki, o partinin bazı bileşenleri birbirleriyle “kanlı-bıçaklı”dırlar. Yine geçmişte aynı örgütün çatısı altında devrim mücadelesini verdiklerini sandığımız bazı eski “devrimci”lerin de bu gün birbirleriyle “kanlı-bıçaklı” olduklarını biliyoruz. Bu tür sol örgütlerle barışı tesis etmek, kardeşlik ve dostluk kurmak mümkün görülmemektedir.
Dünya’da ve ülkemizde kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için dostluk ve kardeşliği sadece soldan beklemek zaten doğru da değildir. Dostluk ve kardeşliği halkların her alanına taşımak gerekir. Aksi takdirde başarılı da olunamaz.
Ülkemizde savaşın en önemli nedenlerinden biri Kürt sorunudur. Kürt sorununun çözülmesiyle birlikte demokrasinin de önü açılacaktır. Dolayısıyla, Alevi ve diğer etnik, inanç kimliği sahibi olan halkların veya bireylerin sorunlarını çözmek daha kolay olacaktır. Bu da iyi dostlukların ve dürüst kardeşliğin sağlanmasıyla ancak mümkün olabilir.
Artık; “Ne kardeşliği yahu! Bu barış masalı dış mihrakların işidir. Barış-marış yok… Vatan hainlerinin kökünü kazıyıncaya kadar bu mücadele devam edecektir…” diyen ve bu savaşta bi biçimde çıkarı olanlara karşı mutlaka yine barışta ısrar etmeliyiz.
Bir örnek vermek gerekirse; “Kürtler, RojTv ve PKK” başlıklı yazım TUNCELİ EMEK GAZETESİ’nde yayınlandığı için Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından adı geçen gazete hakkında soruşturma açılmıştı. Gazete’nin sorumlu yazı işleri müdürü Sayın Çiğdem Duymaz’ın ifadesi alınmış olup, dört gün önce de bağlı bulunduğum Polis Karakoluna çağrılarak talimatla benim de ifadem alınmıştır. Bu tür soruşturmalar bizi barış ve dostluk çalışmalarımızdan alıkoyamaz.
İnadına barış! İnadına dostluk! İnadına kardeşlik! Aksi halde, AKParti Hükümeti’nden barışın sağlanmasını beklemek, bizi hayal kırıklığına uğratacaktır.
29.05.2010
29 Mayıs 2010
E-Posta: mustafaelveren@gmail.com
Web : www.gomanweb.com
Hiç birimiz kardeş(ler)imizi seçme özgürlüğüne sahip değiliz. Fakat, dostumuzu/dostlarımızı özgürce seçebiliriz. “Dostun attığı gül yaralar bizi”, “Dostluk başka, alışveriş başka” gibi halkların kültüründe dostlukla ilgili epeyce özlü sözler bulunmaktadır.
Dünya barışı için kardeşlik her zaman iyi sonuçlar vermeyebilir. Kardeşlikten daha önemli olan iyi dostlukların kurulması bence sağlıklı sonuçlar verecektir. Barışın sağlanabilmesi için çıkarsız ilişkiler üzerine iyi dostlukların kurulması gerekir. Kötü bir kardeşim olacağına, iyi bir dostumun olmasını tercih ederim.
Ne yazık ki, Türk(iye) eğitim sisteminin fabrikasında yetişen bir çok öğretmenin tornasından dostluk yerine düşmanlık çıkabilmektedir. O nedenle, ülkemizde sürmekte olan ”alçak yoğunluklu” ve “kirli” savaş devam etmekte olup, bir türlü barış sağlanamamaktadır. Hepimizin bundan bir parça suçu olduğunu düşünüyorum.
Barış, düşünce özgürlüğü, insan hakları savunucuları ile demokrat ve devrimci yazarların, bilim adamlarının aleyhine emniyet ve adliyelerde açılan soruşturmalar-davalar hızla artmaktadır. Bu duruşmaları izlemek için sivil toplum aktivistleri adliye binalarının önünde yaptıkları demokratik destek eylemlerinden dolayı diğer günlük işlerini yapamaz duruma geldiler.
Barış, dostluk ve kardeşlik konusunda Solun durumu ise, çok vahimdir. Bir zamanlar Birleşik Sosyalist Parti kurulduğundan çok sevinmiştim. Bu gün görüyorum ki, o partinin bazı bileşenleri birbirleriyle “kanlı-bıçaklı”dırlar. Yine geçmişte aynı örgütün çatısı altında devrim mücadelesini verdiklerini sandığımız bazı eski “devrimci”lerin de bu gün birbirleriyle “kanlı-bıçaklı” olduklarını biliyoruz. Bu tür sol örgütlerle barışı tesis etmek, kardeşlik ve dostluk kurmak mümkün görülmemektedir.
Dünya’da ve ülkemizde kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için dostluk ve kardeşliği sadece soldan beklemek zaten doğru da değildir. Dostluk ve kardeşliği halkların her alanına taşımak gerekir. Aksi takdirde başarılı da olunamaz.
Ülkemizde savaşın en önemli nedenlerinden biri Kürt sorunudur. Kürt sorununun çözülmesiyle birlikte demokrasinin de önü açılacaktır. Dolayısıyla, Alevi ve diğer etnik, inanç kimliği sahibi olan halkların veya bireylerin sorunlarını çözmek daha kolay olacaktır. Bu da iyi dostlukların ve dürüst kardeşliğin sağlanmasıyla ancak mümkün olabilir.
Artık; “Ne kardeşliği yahu! Bu barış masalı dış mihrakların işidir. Barış-marış yok… Vatan hainlerinin kökünü kazıyıncaya kadar bu mücadele devam edecektir…” diyen ve bu savaşta bi biçimde çıkarı olanlara karşı mutlaka yine barışta ısrar etmeliyiz.
Bir örnek vermek gerekirse; “Kürtler, RojTv ve PKK” başlıklı yazım TUNCELİ EMEK GAZETESİ’nde yayınlandığı için Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından adı geçen gazete hakkında soruşturma açılmıştı. Gazete’nin sorumlu yazı işleri müdürü Sayın Çiğdem Duymaz’ın ifadesi alınmış olup, dört gün önce de bağlı bulunduğum Polis Karakoluna çağrılarak talimatla benim de ifadem alınmıştır. Bu tür soruşturmalar bizi barış ve dostluk çalışmalarımızdan alıkoyamaz.
İnadına barış! İnadına dostluk! İnadına kardeşlik! Aksi halde, AKParti Hükümeti’nden barışın sağlanmasını beklemek, bizi hayal kırıklığına uğratacaktır.
29.05.2010
28 Mayıs 2010 Cuma
Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com
LENİN 7([1])
1905 DEVRİMİ
Çarlık Rejimi, Rusya’da biriken ekonomik ve politik sorunlardan dikkati başka yönlere saptırmak için, Japonya ile aralarındaki çelişkiyi derinleştirmeye çalışıyordu. Ama Japonya, Çarlık hükümetinin savaş ilan etmesine zaman bırakmadan savaşı başlattı. Ocak 1904 yılında Arthur Kalesi’ne saldırdı. Çar, Japonya’nın saldırısının Rus halkında milliyetçiliği yükselteceğini zannediyor ve milliyetçiliğin halkın yaşadığı sıkıntıları unutturacağını düşünüyordu. Çarlık hükümetin başbakanı Plehwe şöyle diyordu: ‘Devrimin akışını durdurmak için, küçük bir zafere ihtiyacımız var.’
Rus-Japon savaşı karşısında Lenin’in tutumunu bizim ‘ulusal solcularımızın’ anlaması mümkün değildir. Çünkü Lenin, Rus-Japon savaşında, Çarlık Rusya’sının yenik düşmesinden yanaydı. Çarlık Rusya’sının yenilgisinin yararlı olacağı, Çarlığı zayıflatacağı ve devrimi güçlendireceği düşüncesindeydi.
1914 yılında Avrupa’daki işçi partilerinin çoğu her sosyalistin kendi vatanını savunmasını ileri sürüyorlardı. Lenin, ‘Vatan Savunması’ altında, emperyalist savaşı onaylayanlara karşı şunu diyordu: Ancak sosyalist devrimi gerçekleştiren bir ülkede ‘vatan savunulmasından’ bahsedilebilir. Ne var ki, Bolşevikler içinde de burjuva ideolojisinden tamamen kurtulamayan insanlar vardı. Bu tip Bolşevikler kendi hükümetlerinin yenilgisini içlerine sindiremiyorlardı.
Nihayet Rus-Japon savaşı (1904) Rusya’nın yenilgisiyle sonuçlanır. Rusya’nın yenilgisi, bir tarafta Çarlık rejiminin iç ve dıştaki prestij ve otoritesini sarsarken, diğer tarafta işçilerin ve köylülerin ekonomik durumlarının kötüleşmesi sonucunu doğurur. Bu durum ise, özellikle işçilerin protestolarına zemin hazırlar. Lenin, ‘Port Arthur kalesinin düşüşü, Çarlık rejiminin çöküşünün başlangıcıdır’ diyordu
Çar, savaşın yükselen devrimci hareketi gerileteceğini zannediyordu. Ama tersi oldu. Yenilgi devrimci hareketin yükselmesine neden oldu. Çar ordularının uğradığı yenilgi, geniş halk yığınlarının gözünde Çarlık rejiminin çürük olduğunu gösterdi. Savaş nedeniyle halkın durumu kötüleşti. Kötüleşen bu durum karşısında işçiler tepki göstermeye başladılar. Aralık 1904 yılında Petersburg kentinde bir makine fabrikasında başlayan grev kıvılcım etkisi yaptı. Şehirdeki diğer fabrikalar greve destek verdiler. Öyle ki Petersburg kentinde grev yapan işçilerin sayısı 80 bini buldu. İşçi dernekleri bir araya gelerek 22 Ocak 1905 yılında 200.000 işçiyi kapsayan bir gösteri yaptılar. İşçi derneklerini Çarlık yanlısı sendikal örgütlenme önderlerinden ve gizli polisin ajanı olan Papaz Gapon yönetti. Gapon önderliğindeki barışçıl bir işçi gösterisi düzenleyen işçiler taleplerini Çara iletmek üzere Kışlık Saray önüne geldiler. İşçilerin sorunlarını ve şikayetlerini Çarın dinleyeceği ve halledeceğini ümit ettiler. Ne var ki, Çarın askerleri barışçıl gösteride bulunan işçilere ateş açtılar. 1000’e yakın işçi öldü. Gapon bile gelişen olaylardan sonra şaşkınlık yaşadı: ‘Artık Çarımız Yok’ diye bağıracaktı. Böylece Otokratik çarlık rejimi, ilk büyük çatlağını 1905 yılında yaşadı.
Kanlı Pazar olarak adlandırılacak bu olay çok geniş bir alanda yankılandı. Tüm Rusya’da Çarlık rejimine karşı eylemler ve grevler yapıldı. Kanlı Pazar Rusya’da başlayan devrimin başlangıcı oldu. Şehirlerde kapitalizmin, köylerde ise yarı-feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu Çarlık Rusya’sında topraktan yoksun olan köylüler ve sendikal ve politik haklardan yoksun işçiler harekete geçtiler.
Kanlı Pazar olayından sonra, işçilerin mücadelesi ekonomik talepleri aşarak, politik bir nitelik almaya başladı. Devrimci hareketin yükselmesi ve işçilerin mücadelesi partinin önüne görevler koyuyordu. Örgütsel vb. gibi sorunların yanında, ivedi politik sorunlara cevap vermek için 1905 yılında Nisan ayında III. Kongre Londra’da toplandı. III Kongre, İttifaklar sorunu, Geçici Hükümet, Silahlı Ayaklanma gibi konuları ele alır. Rusya’da devrim patlak verirken, Bolşevikler ve Menşevikler arasında yaşanan tartışmalar şunu gösterir: Ayrılık sadece örgütsel konularda değil, devrimin karakteri, devrimdeki ittifaklar, vb. gibi politik konularda da görüş farklılıkları ortaya çıkar. Bu durum ise Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki ayrılığı daha da derinleştiriyordu.
III. Kongre’ye katılmayı reddeden Menşevikler bir Konferans düzenleyerek, Rusya’daki burjuva-demokratik devrimde izlenmesi gereken politik taktikler, ittifaklar, geçici hükümet vb. konuları tartışarak karara bağlarlar.
Menşevikler şu görüşü ileri sürüyorlardı: Rusya’da devrimin karakteri, burjuva-demokratik devrimdir. Böylesi bir devrimin önderi -Marx’ın da belirttiği gibi- burjuvazidir. Proletarya, burjuvaziyi şu alternatif ile karşı karşıya bırakmalı: Burjuvazi, ya geriye ve yahut da ileri doğru gidecektir; yani çarlık monarşisinin baskısı altında kalacaktır, yada işçi sınıfı ile birlikte çarlık monarşisini yıkarak, ileri doğru gidecektir. Dolayısıyla proletaryaya düşen görev, liberal burjuvaziyi desteklemek ve sosyal dönüşümleri içerecek bir şekilde burjuva anayasasını genişletmektir. .Devrim bir burjuvaziyi iktidar getirecektir. İşçi sınıfı burjuvazi hükümetinde yer almamalı.
Burjuva devrimi burjuva toplumun tümünün çıkarına olan değişiklikleri amaçlar. Çarlık hükümetinin, burjuvazi ile proletaryayı bölememesi proletaryanın çıkarınadır. Dolayısıyla, proletarya liberal burjuvazi ile ittifak kurmalı. Ama liberal burjuvaziyi ürkütmemek gerekir. Çünkü eğer liberal burjuvazi ürkerek devrime sırt çevirirse, burjuva demokratik-devrim zayıflayabilir. Karakteri itibariyle burjuva-demokratik devrimine önderlik edecek olan burjuvazidir. Burjuvazi, kapitalizmi geliştirir, demokratik bir kapitalist gelişmeye yol açar. Gelişen kapitalizm koşulları altında işçi sınıfı da Batı’da olduğu sosyalizm uğruna mücadeleyi yürütmeli. Menşevikler, burjuva devriminde proletaryanın yalnız kalmamasını istiyorlardı. Bu nedenle burjuvazi ile ittifakı savunuyorlardı. Ama onlar Lenin’in dediği gibi ‘ama bir şeyi unutuyorlar... önemsiz bir şeyi... köylülüğü!’
Lenin ve Bolşevikler ise şu görüşü savunuyorlardı: Evet, Rusya’daki burjuva-demokratik devrim, diğer burjuva devrimleri gibi kapitalizmin çerçevesini aşmayan bir devrimdir. Ama Rusya’nın burjuvazisi hem zayıftır, hem de ürkektir. Burjuva Devrimi sonuna kadar götürme yeteneğinde değildir, ayrıca işçilere karşı Çarlık rejimine bir kamçı olarak ihtiyacı vardır. Burjuvazinin burjuva devriminin tam zaferinden çıkarı yoktur. Liberal burjuvazi, anayasal bir monarşi temelinde Çarlık rejimi ile uzlaşarak devrimi satmaya hazırdır. Dolayısıyla işçi sınıfı burjuvazi ile birlikte değil, köylülükle beraber devrimi yürütmeli. Devrimdeki işçi-köylü ittifakı, ‘İşçi ve köylülerin Demokratik Diktatörlüğü’ne götürmeli.
Lenin önemli eserlerinden biri İki Taktik (Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği) adlı kitabıdır. III. Kongreden iki ay sonra yazılan bu kitap, Rusya”da yaklaşmakta olan demokratik devrim konusundaki Bolşevikler ile Menşevikler arasındaki görüş farklılıklarını içerir. Lenin bu eserinde demokratik devrimde ittifaklar konusunda alışılagelmiş ittifak anlayışlarından farklı bir anlayışı öne sürer. Lenin’in Rusya’daki burjuva demokratik devrim için önerdiği işçi-köylü ittifaklar politikası ve taktiği yeni bir düşünce idi. O zamana kadarki Marksizmin silah deposunda bulunan ittifak politikasından, taktik tezlerinden farklı bir tezdi. Daha önceleri burjuva devrimlerinde öncülük rolü burjuvazideydi. Örneğin Batı’da daha önceki burjuva devrimlerinde burjuvazi öncü güçtü. Proletarya ve köylülük de burjuvazinin yedek gücü görevini görüyordu. Kendini şablonlarla sınırlamayan Lenin, yeni tarihsel koşulların oluştuğunu ileri sürerek, burjuva devriminde proletaryanın öncü güç olmasını ve köylülükle birlikte eski düzeni yıkmasını savunur.
Lenin’e göre zafere ulaşan bir ayaklanma sonucu, işçiler ve köylüler feodal düzenin kökünü kazıyarak, tüm halkı temsil edecek bir meclis toplayarak, geçici bir hükümet kurabilir. İşçi sınıfı partisi de uygun koşullarda geçici hükümete katılmakta çekinmemeli. ‘Demokratik Diktatörlük’ Rusya’da Ortaçağ’a ve feodalizme ait olan her şeyi silip süpürmeli ve Amariken tipi bir kapitalizmi geliştirmeli. Proletarya, bu koşullarda kendini örgütleyecek ve politik bakımdan bilinçlenebilecektir. Bu durum işçi sınıfının sosyalizm uğruna mücadele yeni olanaklar sunacaktır. Şöyle diyordu Lenin:
‘Demokratik devrim, niteliği bakımından burjuvadır. (…) Ama biz Marksistler, proletarya ve köylülük için gerçek özgürlüğe giden yolun, burjuva özgürlüğü ve burjuva ilerlemesinin yolundan başka bir yol olmadığını ve olmayacağını bilmeliyiz.Unutmamalıyız ki, bugün sosyalizmi yakınlaştırmada, eksiksiz siyasal özgürlükten, demokratik bir cumhuriyetten, proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünden başka bir araç yoktur ve olamaz da.’
‘Proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik. Diktatörlüğü’ sloganına karşı itiraz ediliyordu. Bu itirazlardan biri şöyleydi: Bu diktatörlük, proletarya ve köylülük arasında tek bir iradeyi varsaymaktadır. Oysa proletarya ve küçük burjuvazinin tek bir iradesinden bahsedilemez.
Lenin’e göre bu itirazı yapanlar kafa karışıklığı içinde olanlardır. Çünkü bunlar demokratik devrim ile sosyalist devrimi birbirine karıştırıyorlar. Evet, sosyalist devrimde proletarya ve küçük burjuva arasında tek iradeden bahsedilmez, ama demokratik devrimde tek bir iradeden bahsetmek mümkündür. Lenin itiraza karşı şunları söyler:
‘Bu itiraz "bir tek irade" teriminin soyut, "metafizik" bir yorumuna dayandığından ötürü temelsizdir. "Bir tek irade" bir konu üzerinde sağlanırken bir başka konu üzerinde sağlanamayabilir. Sosyalizm sorunlarında ve sosyalizm için savaşımda birliğin bulunmayışı, demokrasi sorunlarında ve cumhuriyet için savaşımda iradenin tekliğini engellemez. Bunu unutmak, demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki mantıksal ve tarihsel farklılığı unutmak demek olur. Bunu unutmak, demokratik devrimin tüm halkın devrimi olması özelliğini unutmak demek olur: eğer bu devrim "tüm halkın" ise, bu demektir ki, bu devrimde tüm halkın gereksinmelerini ye istemlerini karşıladığı kadarıyla, kesin bir "irade birliği" vardır. Demokratçılığın sınırlarının ötesinde, proletaryanın ve köylü burjuvazisinin bir tek iradesinden söz edilemez.’
Rusya’daki burjuva demokrat devrim konusunda Troçki ve Parvus’un savunduğu ‘Sürekli Devrim’ teorisine değinmek gerekir. Troçki şu görüşü savunuyordu: Demokratik Devrimin tam başarısı, ancak Proletarya Diktatörlüğü altında mümkündür. Proletarya Diktatörlüğünü kuran işçi sınıfı ise, yalnıza demokratik devrimin görevleriyle yetinemez, aynı zamanda sosyal dönüşümleri, bir başka deyişle sosyalist tedbirler de almak zorundadır. Troçki, proletarya diktatörlüğünden, proleter rejimden, proleter hükümetten bahsediyordu. Lenin, köylülüğü ürküteceği ve onu liberal burjuvazinin kucağına iteceği kaygısıyla Troçki’nin İşçi Hükümeti önerisini doğru bulmaz. Çünkü Troçki’nın önerisi hem var olan gerçekliği dikkate almaz, hem de işçi-köylü ittifakının alacağı biçimi önceden saptamaya çalışır. Oysa Lenin, işçi-köylü ittifakının alacağı politik biçimi önceden saptamaktan ve bu politik biçimi sınırlamaktan kaçınır. Rusya gerçekliğinde işçi-köylü ittifakının çeşitli biçimler alabileceği düşüncesinden hareket eder.
Troçki yıllar sonra şunları yazacaktı: “Rus devrimi, burjuva liberalizminin politikası tüm kapsamıyla hükümet etme yeteneğini sergileme fırsatı bulmadan önce, iktidarın proletaryaya geçebileceği (ve başarılı bir devrimde geçmesi gereken) koşulları yaratıyor.’ (...) ‘Köylülüğün en temel devrimci çıkarlarının kaderi ... tüm devrimin kaderi ile, yani proletaryanın kaderi ile kenetlenmiştir. Proletarya bir kez iktidara geldiğinde köylülüğün önünde kurtarıcı sınıf olarak ortaya çıkacaktır.’ (...) “Proletarya hükümete, ulusun devrimci temsilcisi olarak, serflik barbarlığına ve mutlakiyete karşı mücadelede halkın onaylanmış önderi olarak giriyor.” (...) “Proleter rejim, daha baştan, Rusya nüfusunun muazzam kitlelerinin yazgısı sorununun bağlı olduğu tarım sorununu üstlenmek zorunda kalacaktı.’
Troçki’nin 1905 devrimi sonrası Rus Devrimi’nin gelişimi konusunda öngörüsü 1917 yılında doğrulanmıştır. 1917 Nisan Tezleri’nde Lenin, daha önceki görüşünden farklı bir anlayışa ulaşır. 1917 Nisan Tezleri, Lenin ve Troçki arasındaki iktidarın işçi sınıfına geçmesi, proletarya Diktatörlüğü konusunda hemen hemen ortak bir anlayışı savunurlar. Bazı yazarlar, ‘Troçki’nin örgütlenme konusunda Leninst, Lenin’in de devrim konusunda Troçkist olduğunu’ ileri sürerler. Bu görüşün kısmı bir doğruluk payı vardır. Ama bu Troçki’nin 1905-1917 yılları arasında izlediği ittifaklar politikasının doğru olduğu anlamına gelmez. Troçki, 1905’li yıllardaki Rusya’nın gerçekliğini dikkate alarak bir politika izlemekten ziyade, belirli bir şemadan hareket eder.
Bu şemanın üç temel unsuru şunlardı:1-) Tarihte, köylülük bağımsız bir rol oynayamamıştır. Köylülük ayaklanabilir, ama ayaklanmasına bilinçli bir ifade verme yeteneğinde değildir. Onun bir öndere ihtiyacı vardır; 2-) Burjuvazi, zayıf ve ürkek olduğundan, köylülüğün önderi proletarya olabilir. Rus Devrimi, zayıf ve ürkek burjuvaziyi iktidara getirme fırsatı bulmadan önce, proletaryayı iktidarı taşıyacaktır. Proletarya ise, kendi proleter rejimini, proletarya hükümeti kuracaktır; 3-) Ama iktidara gelen proletarya kendisini demokratik görevler ile sınırlandıramaz. Proletarya, kendi diktatörlüğünü kurar. Bu diktatörlük öncelikle demokratik devrimin görevlerini yerine getirir. Rus Devriminin diğer ülkelere yayılmasıyla eş anlı olarak sosyalist görevlerin gerçekleştirilmesine başlar.
1905 yılında Troçki’nin ittifaklar politikası, henüz ihanet etmeyen ve köylülüğü temsil eden S-D(Sosyalist Devrimciler) Partisinin varlığını görmezlikten gelen bir politikaya denk düşüyordu. Lenin, köylülüğün sosyal varlığını ve politik temsilcilerini dikkate alarak ‘İşçi ve Köylülerin Demokratik Diktatörlüğü’nden bahsediyordu.
1905 ve SOVYET DENEYİMİ[2]
1905 yılı Rusya’da devrimci mücadelenin yükseldiği bir yıldı. Rusya’da yaşanan devrim toplumun bütün sınıflarını harekete geçirir. Özellikle işçiler arasında grev hareketi yükselmeye ve politik biçimler almaya başlar. İşte 1905 yılında kurulan Sovyet tipi örgütlenme işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin araçları olarak ortaya çıktılar. Sovyet, konsey veya şura tipi örgütlenme, yükselen grev dalgasını yönetmek ve belirli amaçlara yönelik olarak kuruldular. Sovyet örgütlenmesi bütün fabrikaların temsilcilerini bir araya getiren, işçi sınıfının o zamana dek tarihte görülmemiş politik yığın örgütleri olarak ortaya çıktılar. Sovyet tipi örgütlenme Ekim 1905 yılındaki kitlesel politik grevlerin sonucu olarak şekillenmeye başladı. Bir başka deyişle, Sovyet tipi örgütlenme o güne kadarki mevcut örgütsel araçların kitlelere yetmediği toplumsal altüst oluş dönemlerinde, sömürülen ve ezilen sınıfların yığın örgütleri olarak ortaya çıktılar. Politik grevler, yeni tür bir örgütlenme ihtiyacını, yani işçi temsilcileri konseyini ortaya çıkarmıştı.
İşçi Temsilcileri Konseyi’nin (Sovyetler) ilk toplantısı 10 Ekim 1905 günü yapıldı ve toplantıya 30-40 kişi katılmıştı. Bu toplantı Menşevikler tarafından örgütlenmişti. İşçiler, ‘sekiz saatlik iş günü’, ‘basın ve toplanma özgürlüğü’, ‘kurucu meclis’ gibi politik istemleri dile getiriyorlardı.
Peki ama İşçi Temsilcileri Konseyi olarak Sovyet örgütlenmesi neydi? 1905 ve 1917 Devrimlerinde rol almış ve 1905 Devrimi sonrası ortaya çıkan Sovyet Örgütlenmesine başkanlık yapan Troçki şöyle yazıyor.
‘ Sovyet, olayların seyrinden doğan nesnel bir gereksinmeye yanıt olarak ortaya çıktı. Otorite sahibi olan ama hiçbir geleneğe dayanmayan Sovyet, gerçekte hiçbir örgütsel mekanizmaya sahip değilken, dağınık durumdaki yüz binlerce insanı hemen içine alabilen; proletarya içindeki devrimci akımları birleştiren, inisiyatif ve kendiliğinden bir-öz denetim yeteneğine sahip olan; ve hepsinden önemlisi, yirmi dört saat içinde yeraltından çıkarılabilen bir örgütlenmeydi.’ (Troçki, 1905)
Sovyet tipi örgütlenmenin, proletarya içindeki devrimci akımları birleştirebildiği, inisiyatif ve kendiliğinden bir-öz denetim yeteneğine sahip olduğu doğrudur. Ama bunlar birden bir ortaya çıkan örgütlenmeler değildir. Sovyet tipi örgütlenmenin bir geçmişi var. 1890’lı yılların ikinci yarısından sonra hızlı sanayileşmenin doğurduğu kötü koşullar sonucu, işçileri yavaş yavaş hak aramaya başlarlar. Kendi örgütlenmelerini kurmak için çeşitli yollara başvururlar. Petersburg’da 1896-1898 yılları arasında Marksist aydınlar, işçi sınıfı saflarında propaganda ve ajitasyon yürütürler. Propagandaların da etkisiyle işçiler grev komiteleri oluştururlar. Daha uzun süreli grevleri finanse edebilmek için işçi yardımlaşma sandıkları oluştururlar. Bu sandıklar ise o zaman yasa-dışı örgütlenmelerdir. Bu tip örgütlenmeler, daha sonra ortaya çıkan Sovyet tipi örgütlenmelerin ilk öncülü oldu.
Öte yandan Çarlık rejimi de, işçileri denetim altında tutmak için, İşçiler arasında Yardımlaşma Kurumları oluşturmuştu. Polis şefi Zubatov önderliğinde kurulan bu derneklere üye olan işçilerin sayısı özellikle Moskova’da 50 bin işçiyi kapsayacak kadar genişlemişti. Polis şefi Zubatov, işçilerin içinde bulunan ajanları aracılığıyla işçiler arasındaki gelişmeleri takip ediyor, işçilerin haberi olmadan patronlarla görüşüyor, yaşam koşullarında bazı iyileştirmelerin yapılmasını istiyordu. Amaç polis örgütlenmesi aracılığıyla işçilerin mücadelesini düzen içi kanallara akıtmaktı. Ne var ki, Zubatov tam denetlemeyi sağlayamayınca, görevden alınır. Yerine Papaz Gapon getirilir.Her şey karşın işçi sınıfının mücadelesi sürekli yükselir. Rusya’da 1905 Devrimi çeşitli süreçlerden geçer. Grev mücadeleleri içinde olan işçi sınıfı kendiliğinden bir şekilde İşçi Temsilcileri Konseyi (Sovyet)’ni oluştururlar. Sovyet örgütlenmesinin politik alandaki yeri nedir? Sovyet tipi örgütlenme ile parti arasında nasıl bir ilişki var? Rusya’da 1905 yılında ‘aniden’ ortaya çıkan Sovyet tipi örgütlenme üzerine Rus Marksistleri uzun dönem tartıştılar. Hem Menşevikler, hem Bolşevikler bu sorulara cevap arıyorlardı. ‘Pek çok kişi, 1905’te hiç beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan bu olguyu, işçi sınıfının devrimci iktidar organları olmaktan ziyade, ayaklanma komiteleri veya sendikal tipte yapılar olarak değerlendirdi. Fakat bütün bu tartışmalarda Paris Komünü deneyimi gözden kaçırılıyordu. Komün, işçi sınıfının devrimci iktidarıydı ve bir iktidar organı olarak Sovyetlerin öncülüydü. 1905’te Sovyetler, tüm yığınları bir araya toplayarak, onlara yön vererek, sendikalları kendine bağlayarak, Çarlık devletini felç eden politik grevleri örgütleyerek, kendine bağlı milis kuvvetleri oluşturarak, siyasal iktidarı hedef alarak ve bu yönde karalı davranarak ikili bir iktidarın temellerini atmıştı.’(Akın Erensoy, Sovetler ve Devrim, www.marksist.com)
Ortaya çıkan Sovyet örgütlenmesi önüne hedefler koymuştu: Grevin devamını veya sona erdirilmesini karar verebilecek şekilde grev hareketini yönetmek; İşçiler arasında, teknik eylemlere vb. karşı çıkacak bir şekilde disipini sağlamak.Sovyet tipi örgütlenme konusunda şöyle özetlenebilir: Sendikal mücadeleden farklı olarak Sovyet tipi örgütlenme, ekonomik mücadeleyi politik mücadele ile birleştiren bir örgütlenme olarak ortaya çıktı. Sovyet tipi örgütlenmenin yarattığı iki önemli sonuç oldu: Birincisi, ekonomik ve politik mücadeleyi birbirinden ayıran ekonomizm eğiliminin geniş işçi sınıfı kitleleri içinde politik alanda mahkum edilmesi. Esasen bu yeni olgu, ekonomik mücadeleyi sendikalara, politik mücadeleyi de partiye dayandıran düalist anlayışın aşılması demekti; İkincisi, işçi sınıfının kendiliğinden sınıf bilincine ulaşmayacağı ve politik örgütlenme kuramayacağı şeklindeki düşüncenin sorgulanması. Bu durumda Bolşevikler arasında işçi sınıfının kendiliğindenciliğini küçümseyen bakış açısının aşılması demekti.
Sovyet tipi mücadele örgütlerinin ortaya çıkışı, Lenin’in eski görüşlerinde bir takım değişiklikler yapmaya zorlar. Çünkü Lenin önceleri, işçi sınıfının kendiliğinden kurabileceği örgütlenmelerin sendikal örgütlenmeler olabileceğini, işçi sınıfının da kendiliğinden ancak sendikal bilince ulaşabileceğini savunuyordu. Lenin ve diğer Bolşevikler, işçilerin kendiliğinden politik amaçlara yönelik devrimci örgütler kurmayacağı veya kursa bile kararlı devrimci bir parti olmadan bu hareketlerin başarıya ulaşamayacağı düşüncesindeydi. Oysa şimdi öngörülemeyen yeni bir gelişme ortaya çıkmıştı: Sovyet tipi örgütlenmeler kurulmuştu. Bu yeni durum, işçilerin kendiliğindenciliği konusundaki Bolşevikler arasında yaygın düşünceleri sorgulatır hale gelmişti. Çünkü daha önceki düşüncenin tersine, Rusya’da işçi sınıfının mücadelesi politik hedeflere de yönelmeye başlar. Yani işçi sınıfı, bir parti önderliği olmadan politik mücadele de yürütebilecek kendi sınıf örgütlerini yaratırlar.
Ne var ki, Bolşeviklerin büyük çoğunluğu Sovyet tipi örgütlenmelere karşısında ilkin olumsuz bir tutum takındılar. İşçilerin kendiliğinden devrimci eyleme yönelemeyeceği şeklindeki önceleri savundukları görüş dolayısıyla Sovyet örgütlenmesine ilkin kuşkuyla yaklaştılar. Ayrıca Menşeviklerin Sovyet örgütlerinde çoğunluğu oluşturması nedeniyle Sovyet örgütlenmesine gereken önemi vermediler.
Bolşeviklerin Petersburg komitesi, Sovyet tipi örgütlenmesin ‘parti dışı’ ve ‘partiler üstü’ bir örgütlenme olarak öncü partiye zarar verebileceğini ileri sürdü. Sovyet tipi örgütlenme konusunda Bolşevik basında tartışma yürütüldü. Bu tartışma çeşitli eğilimleri ortaya çıkardı. Tartışmanın özü şuna yönelikti: Parti ile Sovyet tipi örgütlenme arasında nasıl bir ilişki olmalı. Bolşeviklerin çoğunluğu, Sovyet tipi örgütlenmenin parti-dışı ve parti-üstü bir örgütlenme olmasını eleştiriyordu. Örneğin bir eğilim, Sovyet tip örgütlenmenin sendikal örgütlenmeden farklı olmamasını ileri sürüyordu. Bir başka eğilim, Sovyetlere partinin programını dayatmaya çalışıyordu. Petersburg’daki Bolşevikler arasında yaygın bir düşünce şuydu: Parti ve Sovyet tipi örgütlenme birbirine paralel olarak uzun sürede varlıklarını sürdüremezler. Örneğin partinin ajitasyon ve propaganda grubu adına P. Mendeleyev şöyle diyordu:
‘İşçi Temsilcileri Konseyi (Sovyet) politik bir örgütlenme olarak varlığını sürdüremez. Sovyet örgütlenmesinin varlığı, Sosyal-Demokrat (Marksist y.o) hareketin gelişimine zarar verdiğinden dolayı, Marksistler bu örgütten çıkmalıdır. İşçi Temsilcileri Konseyi yalnıza sendikal bir örgütlenme olarak var olabilir.’[3]
Örneğin ‘Sovyet mi Parti mi?’ başlıklı makalesinde B. Radin İşçi Temsilcileri Konseyi (Sovyet) konusunda şu düşünceyi dile getiriyordu: ‘İşçi Temsilcileri Konseyi, proleteryanın sadece belirli eylemlerini yönetebilir. (...) ama sınıf politikasını yürütemez.(...) İşçi Temsilcileri Konseyi, partinin programını ve parti tarafında yönetilmeyi kabul etmelidir.’ [4] Radin, İşçi Temsilcileri Konseyinin (Sovyetin) parti yerine geçmemesini ve Sovyet örgütlenmesinin partiye bağlı olmasını savundu.
Bolşevikler içinde Sovyet örgütlenmesinin önemini ilk kavrayan yine Lenin olmuştur. Lenin, Bolşevik örgütlenmesi içinde partisiz sınıf örgütlenmesi olan Sovyet tipi örgütlenme karşısında olumsuz tavır takınan eğilime karşı mücadele yürütür. O, işçi sınıfının kendiliğindenliğini göklere çıkaran eğilimlere karşı durduğu gibi, kendiliğindenciliği küçümseyen eğilimlere karşı durmuştur.
Bolşeviklerin çoğunluğu Parti mi Sovyet mi diye bir ikircikli soru sorarken, Lenin, Parti mi Sovyet mi şeklindeki soruyu yanlış bulur. Lenin, tartışmalara müdahale etmek için 1905 Kasım ayında Stockholm’den ‘Görevlerimiz ve İşçi Temsilcileri Konseyi’ başlıklı yazıyı gazetenin redaksiyonuna gönderir. Lenin, ‘dışardan’ yazan biri olarak Sovyet örgütlenmesi konusundaki görüşlerini dile getirir. Lenin yazının yayınlanmasını redaksiyona bırakır. Ama redaksiyon Lenin’in yazısını basmaz. Lenin’in makalesi ilk defa 1940 yılında yayınlanır. Lenin o yazıda şöyle yazıyordu:
’Yoldaş Radin’in sorunu İşçi Temsilcileri Sovyeti mi, yoksa Parti mi biçiminde koyması yanlıştır. Soru nasıl sorulursa sorulsun, cevabın şöyle olması gerekir:: Hem İşçi Temsilcileri Sovyeti, hem Parti. İşçi Temsilcileri Sovyetinin görevleriyle, partinin görevlerini birbirinden ayırmak ve bu görevlerin birbiriyle ilişkisini kurmak en acil konudur. Sovyet’in herhangi bir partiye tümüyle bağlanmasını önermek amaca uygun ve doğru değildir.’[5]
İşçi sınıfının parti olmadan politik eylemler örgütleme yeteneğinde olduğunu bazı Bolşeviklere göstermek için Lenin şunları yazar:‘İşçi Temsilcileri Sovyeti genel grev sırasında, greve bağlı olarak ve onun amaçları içinde doğdu. Grevi yöneten ve zafere ulaştıran kimdi? Tüm (Italik Lenin) proletarya! Bunlar arasında sosyal-demokrat olmayan işçiler de vardı. İyi ki bunlar azınlıktaydılar. Grevlerin amaçları nelerdi? Bunlar hem ekonomik, hem siyasal amaçlardı. Ekonomik amaçlar tüm proletaryayı, tüm işçileri, yalnızca ücretli işçileri değil, hatta kısmen bütün emekçileri ilgilendiriyordu. Siyasal amaçlar Rusya’nın tüm halkını, daha doğrusu tüm halklarını ilgilendiriyordu. (…) Proletarya ekonomik mücadeleyi sürdürmeli midir? Mutlaka. Bu konuda bir anlaşmazlık yoktur, olamaz da. Peki ama, bu mücadele yalnızca Sosyal Demokratlar tarafından ve yalnızca sosyal demokrat bayrak altında mı yürütülmelidir? Öyle olduğuna inanmıyorum‘ [6]Lenin, parti örgütlenmesi ve işçi sınıfının kendiliğindenciliği konusunda ilk önceleri çubuğu oldukça sola bükmüştü. 1905 yılında yaşanan devrim deneylerinin ışığında iki konuda çubuğu düzeltecektir. Birincisi, partiyi geniş işçi yığınlarına açacaktır. Bu nedenle Lenin, gerçi ‘parti komite üyeleri’nin eleştiri oklarına hedef olacaktır. İkincisi, işçi sınıfının parti olmadan da siyasal amaçlar yönelik örgütler kurma yeteneğinde olduğunu teslim edecektir. Rusya’da yaşananlar şunu göstertiyor. Lenin, bir tarafta olguları bütünselliği içinde ele alarak tek-yanlı yaklaşımlara karşı dururken; öte tarafta, dogmatik tutumdan uzak durması, şemalardan hareket etmemesi, gerçekliği dikkate alarak gerektiğinde eski düşüncelerini aşabilmesidir.
-devam edecek-
[1] Hem emAlmanca bazı kitapları okumak zorunda kaldığımdan, hem bazı etkinliklerden hem de özel nedenlerden dolayı bu yazım biraz geç kaldı. Gecikme nedeniyle özür dilerim.
[2] Rusya’daki İşçi Temsilcileri Konseyleri (Sovyet)“nin ortaya çıkışı ve çeşitli partilerin Sovyetlere karşı tutumu konusunda bkz. Oskar Anweiler, Die Rätebewegung in Russland 1905-1921.
[3] Mendeleev, aktaran Oskar Anweiler, Die Rätebewegung in Russland 1905-1921, s. 95[4] B. Radin, aktaran Oskar Anweiler, Die Rätebewegung in Russland 1905-1921, s. 96[5] Lenin, Gesamt Werke X, s.4
[6] Lenin, Gesamt Werke X, s.5
SÖMÜRGECİLİK VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM
Zeki BAYTERİN
26 MAYIS 2010
Üzerinde yaşadığımız toprağın iyi bir analizini hakim sınıflar cephesinin olduğu kadar hiç şüphesiz ezilen sınıflar cephesinin de kavranmasını gerektirir. Devrimci kitle çalışmasına yönelik taktiğini kurumlaşma biçimlerini belirleyen unsur. Politik ekonomik toplumsal yapının günümüzde durumu ve devrimci çabanın hedef kitlesi olan işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin sosyal kültürel koşullarıdır. Dolayısıyla bu konudaki görüşlerimizi kendimizden başkasına açmadan önce Türkiye’nin genel tablosuna hızla bir göz atmak yararlı olacaktır bu genel tablo çeyrek asırdır hatırı sayılır değişimden geçmiştir.
20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren emperyalizmin III. Bunalım Dönemi politikalarına uygun yeni sömürgeleştirilen özellikle son elli yıllık süreçte büyük bir talan ve soyguna uğramış ekonomisinden siyasetine kültürüne her alanda emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirilmiştir. 1970’lerdeemperyalist sistemde patlak veren büyük krizin tetiklemesiyle 1980’lerde uygulamaya konulan 1990’larda olgunluk noktasına varan restorasyon süreci yeni sömürgeci ilişkinin derinleşmesi anlamına gelmiş. Türkiye’nin sosyal ekonomik çehresi bir kez daha alt üst olmuştur.
Yeni sömürge düzeninin emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıyla karakterize olmuş karlılığını yitirmiş eski sektörlerin tasfiyesi ve emperyalist iş bölümüne uygun ihracatçı spekülatif bir yapının inşasıyla gerçekleştirilen “sanayisizleştirme” operasyonu, bir yandan emperyalizme bağımlılığın olağanüstü düzeyde artışı anlamına gelirken. Diğer yandan da büyük bir ekonomik sosyal alt üst oluşu beraberinde getirmiştir. Toplumsal yapı bu süreçte bir kez daha en alttan en üste kadar her düzeyde yeniden yapılanmış. En üstte gerçekleşen sadeleşme ile oligarşi içinde emperyalizm ve tekelci burjuvazinin hegemonyası büyürken alt kesimlerde işçi sınıfı başta olmak üzere bütün sınıf ve tabakaların hayatı çok ciddi değişikliklere uğramıştır. Ülkenin ekonomisinden politik yönetim tarzına sosyal kültürel davranış kalıplarına dek her alanı sarsıntıya uğratan süreç ekonomik yapıyı tamamen emperyalist sistemin ritmine bağlamış.
Her türlü ekonomik politik kararın ayrıntılarından, tarım alanlarında neyin ekilip biçileceğine dek bir emperyalist müdahale tarzı bütün sömürgelerde olduğu gibi hakim kılınmıştır bir yandan kapitalist üretimin sektörleri ve iş örgütlenmesinin biçimleri yeniden düzenlenirken diğer yandan tarımsal alan emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılarak pratikte bir çok temel ürün ya tasfiye edilmiş ya da doğrudan uluslar arası tekellerin denetimine açılmıştır. Aynı süreç kamu işletmelerinin neredeyse tümünün özelleştirilerek sosyal hizmetlerin tamamen metalaştırılmasının yolunu açmış böylece kazanılmış haklarından yaşamsal desteklerinden mahrum kalan alt sınıflardaki yoksullaşma düzeyi tahammül edilmez boyuta ulaşmıştır. Sonuçta Türkiye’nin son yirmi yılını kapsayan bu operasyonun sosyal kültürel sonuçları tam bir yıkım olmuş üst sınıflarla emekçiler arasındaki uçurum geçmişle kıyaslanmayacak derinliğe ulaşırken bu dengesizlik eğitimden sağlığa yaşam mekanlarından kültürel zeminlere her alanda kesin bir kopuşu ortaya çıkarmıştır.
Artık sınıf atlama sınıflar arası mesafenin azaltılması gibi düşler düş olmaktan bile çıkmış sermaye gerçekleri hangi ölçüde perdelerse perdelesin ezilenlerin dünyasıyla egemen sınıfların dünyası kesin biçimde karşılıklı konumlanmıştır. Bu süreçte devrimci geleneğin emekçi kitlelerle ilişkisini en çok etkileyen olgu şüphesiz kapitalist iş örgütlenmesindeki değişikliklerdir. Bu değişikliklerin pratik sonucu işçi sınıfının bir yandan nicel olarak çoğalması diğer yandan fiziksel ve düşünsel bütünlüğünün parçalanması devrimci gelenekle kitleler arasındaki ilişki bakımından ciddi bir sorun oluşturması son derece anlaşılabilir durumdur çünkü böylece bütün sosyalist ve devrimci güçlerin “ tarihin lokomotifi ” olarak tanımladığı, devrimci faaliyetin hedef kitlesi olarak ulaşmayı amaçladığı güç ciddi bir dönüşüme uğramış bileşimi ve üretim sürecinde yer alış koşulları değişmiş eski yöntemlerle örgütlenemez duruma gelmiştir .
Solun genel güven kaybı yaşadığı zamanlara denk düşen parçalayıcı süreç sınıfla ilişkilerin zaten pek sağlam olmayan yapısını iyice törpülemiş geleneksel çalışma ve örgütlenme araçlarını (klasik sendikacılık gibi) sarsıntıya uğratmış mevcut örgütlülükleri önemli derecede zayıflatmıştır. Yeni süreçle birlikte kamu alanlarının tasfiyesi kapitalist üretim sektörlerinin yeniden yapılandırılması politikalarının en önemli ayağının iş örgütlenmesinin terk edilerek esnek üretime geçiş eğilimi oluşturmuştur, bu genel değişim kısa sürede ülkemizde’ de en vahşi biçimiyle karşılığını bulmuş. Sadece üretimin değil. İş zamanının. İşin yapılış biçiminin çalıştırılan işçi sayısının yeniden düzenlenmesi anlamına gelen esnek üretim modeli eski türden sendikal örgütlülük anlayışının mezarının kazılması anlamına gelmiştir. Esnek üretim modelinin kapitalist iş örgütlenmesi haline gelmesi ile birlikte iş yerlerinin parçalanması ve taşeronlaştırmaya paralel olarak işçi sınıfının azımsanmayacak bölümünün özellikle genç işçilerin büyük fabrikalardan çok organize sanayi sitelerindeki emekçi semtlerindeki küçük işletmelerde, atölyelerde toplanması söz konusudur. Sendikalar gerek programları ve örgütsel yapıları. Gerekse genel yönelimleri itibariyle oluşan yeni işçi kitlesinin çok uzağındadır örgütlenmelerini bu kesimleri kapsayacak tarzda düzenleme sorunlarını programlaştırma onları kapsama perspektifleri yoktur. Sendikalar yeni işçi kesimlerini neredeyse tümüyle görmezden geldiği gibi yeni işçi kesimleri içinde mevcut sendikaların yapıları ve programları hem de olumsuz imajları nedeniyle hak arama örgütlü davranışı geliştirme noktasında belirleyici olma özelliği kalmamış. Sınıfının önemli bölümünü oluşturan yeni işçi kesimleri neredeyse tümüyle örgütsüzdür, bir yandan çok parçalı üretim yapısı geçici dağınık işlerde konumlanan yeni işçi katmanları sürece eklenirken diğer yandan aynı güçlerin söz konusu yapılarından ötürü klasik örgütlülük biçimleriyle örgütlenemez olması gerçeği ortaya çıkmıştır. Toplumsal yapının çürütülmesi solun gerilemesiyle de karakterize olan koşullarda hem sendikaların gücü hem de sınıfın toplu davranış refleksleri büyük ölçüde azalmış, sınıfın tanımını sadece yoğun politik desteğini aldığı büyük işletmelerin çalışanlarıyla sınırlayan geleneksel anlayış boşa düşmüştür bütün bunlar işçi sınıfını son derece olumsuz politik koşullarda yakalamış. 12’ Eylül cuntası koşullarında zaten bütün hakları ve örgütlülükleri elinden alınmış olan sınıf solun uluslar arası gerilemesinin baskısı altında da ezilmiş ciddi alternatif üretememiştir. Toplumsal kültürel varlıklarını yok sayan dar sendikal anlayış bu anlamda sınıf hareketine onarılması zor zararlar vermiş. Sınıfın ilkesel kendiliğindenci bilinci, edindiği dayanışma duygularını, kazandığı birlikten doğan kuvvetin yakıcı gücünü öğrendiği eğitim kurumları yıpranmış, devrimci iradenin sıçrama tahtası olarak üzerine bastığı zemin zayıflamıştır. Geçmişte tamamen reformistlerin elinde bile olsa kendi isteğinin dışında, devrimci hareketin kanallarına az çok nitelikli bir gücü akıtan büyük sendikaların bugün sanal hale gelmesi içinin boşalması pratikte çalışan sosyalist düşünürün işini olağanüstü düzeyde zorlaştırmaktadır. Öyle ki çoğu durumda duygu ve sezgileri hiç gelişmemiş işçi kitlesi arasında çalışırken neredeyse sıfır derecede bir toplumsallıkla karşılaşmakta en basit en temel sınıf duyguları (dayanışma birlik vb)yeniden inşası gibi görevlerle yüz yüze kalmaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfı içindeki devrimci çalışmanın artık kültürel bir boyut da içermesi yalnızca kültürel çürümeyle değil, sınıfın manevi dünyasındaki büyük boşlukla da ilgilidir. Sonuç olarak sürecin genel tablosu artık ancak yeni bir örgütsel anlayışla aşılabilecek ölçüde derinleşmiş bir örgütsüzlük halini göstermektedir.
Son yirmi yıllık süreç boyunca geliştirilen ve büyük ölçüde başarılı olan, ideolojik kültürel saldırıdır. Kendini kalıcı yasalarla süreklileştiren 12’ Eylül cuntasıyla genel bir örgütsüzleştirme eğitiminden geçirilen toplumsal yapı restorasyonun etkisi altına girmiş, yeni ekonomik politikalar ve onun uzantısı sosyal kültürel değerlerle çürütülmüş, toplum bir bütün olarak 1950’lerden sonraki en büyük alt üst oluşu bu dönemde yaşamış, gericiliğin yoğun saldırısı altında kalan emekçilerin toplu davranış alışkanlıkları sınıf duyguları yok edilirken kültürün yozlaştırılması bizzat özendirilerek ahlaki düşkünlük kolay para kazanma hayallerinin yarattığı yozlaşma mafyatik alanlar, uyuşturucu, haraç sektörleri, toplumun olağan malzemesi haline gelmiş köşe dönmeci çapulcu kültür eski moda namusluluk biçimlerini saf dışı bırakırken ezilenlerin yaşantılarında ise tam bir yıkım yaşanmıştır. Uyuşturucunun alt sınıflara gittikçe daha küçük yaş gruplarına doğru yayılması fuhuşun en çok en alt kesimin yaşadığı yoksul mahallelerinde günlük hayatın bir parçası haline gelmesi, bir zamanlar kırdan kente göçmüş insanların avuntusu olarak yinede masum bir anlam ifade eden Anadolu arabeskinin tasfiyesiyle, en düzeysiz pop kültürüne geçiş, ve bunun uzantısı olarak tele vole sefaletinin ahmaklaştırıcı etkisi, hepsi yoksulların dünyasının keskin zehirleri olarak çeyrek asrın ürünleri arasında yer almıştır, hiçbir şey rastlantı değildir.
Tüm emperyalist kapitalist sistemde toplumsal yaşamın kültürel ve sosyal dokunun sistemin iradi olarak geliştirdiği sistematik çabalarla paramparça edilmesi toplumsal ilişkilerin bütününde sistem dışı bütünlüklü değişimleri hedefleyen her türden uzun soluklu örgütlü kolektif davranış ve çabayı etkisiz hale getiren ya da yok eden ,bunun sonucu olarak ufuksuz gelecek, perspektifi olmayan ,bencil , çaresiz , bireyci , yabancılaşmayı dorukta yaşayan bir insan tipini yaratan küçük sahte mutluluklar peşinde koşan, küçük insan adacıklarından oluşan bir toplumsal ilişkiler, (daha doğrusu ilişkisizlikler) dünyası yaratılmıştır.Kültürel , dinsel, mezhepsel, cinsel ,ulusal ,her türden parçalanmışlık ve bunun yarattığı alt kimlik ilişki zeminleri , sınıfsal evrensel sorunlar ve bunlar zemininde geliştirilen örgütlülük mücadelenin karşısına konmuştur.
Sistem emekçilerin siyasal ekonomik örgütlülüklerini dağıtırken, onların dünyayı ülkelerini yaşamlarını daha ileri düzeyde kurma bilinçlerini öğütürken, evrensel düşünmenin kolektif davranışın özgürleşmeyi engellediği sisteme karşı değil, onun genel gidişatı içinde küçük alanlarda alt kimlikler zemininde küçük mutluluklar aranması vaaz edilmiştir. Her çağda ve her toplumsal sınıf tarafından farklı anlamlar yüklenmesine karşın insani ilişkilerde olumlu bütünleştirici kriterler ve anlamlar yüklü olan onur, dürüstlük, cesaret, sadakat, dostluk, aşk, vefa, dayanışma, gibi kavramlar kendini bu kavramlar üzerinden ifade etme tutumu emperyalizm çağında genel olarak zayıflamasına karşın, özellikle son yirmi-otuz yıllık bu çürütme süreci içinde tümüyle değersizleştirilmiştir. Kavramların içi boşaltılmış ve giderek insanlık günlük yaşam ilişkilerinden adeta sökülüp atılmıştır. Bunların yerini alan, gemisini kurtaran kaptan, bükemediğin bileği öp, gelgeç günlük ilişki, aldatma, ihanet, duyarsızlık, Bütün bunların genel sonucu ise, işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin bir yandan büyük bir öfke içinde boğulurken. Diğer yandan da çaresizlik ve güvensizlik içinde sıkışması yaşadığı koşullara razı olma psikolojisinin gelişmesidir.
Öte yandan büyük bir hızla zenginleşen geçmişteki hiç bir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde sınırsız ve ölçüsüz bir zevk-ü sefa manzarası çizen burjuvazinin kaymak tabakası, yoksulların dünyasıyla kendi aralarındaki mesafeyi salt parasal servet miktarı bakımından değil hayat tarzı açısından da olağanüstü düzeyde açmış bu şımarık şatafatlı hayat, ezilenlerin kör ve geleceksiz hayatlarının çoraklığıyla kıyaslandığında büyük bir öfke kaynağı yaratmış, Artık yaşam ilköğretimden başlayarak eğitim kurumlarının, tedavi olunan hastanelerin, eğlence mekan ve biçimlerinin, kültüre ulaşma ve yararlanma imkanlarının tamamen birbirinden ayrıldığı, burjuvazi ve onların yönetici sınıflarının adeta ayrı bir dünyada yaşadığı bir tablo tamamlanmıştır. Elbette burada söz konusu olan orijinal bir keşif, hiç bilinmeyen bir örgütlülük tarzının açığa çıkarılması değil. Bilindiği gibi, şu ya da bu anlayışla kurulan politik kültürel kurumlar, kültür merkezleri dernekleşmeler, eğitim ve araştırma kurumları uzun süredir solun gündemindedir.
Son yıllarda sıradan “kafe” lere dönüşen doğal olarak “kafe kültürü” üreten örneklere rastlandığı gibi, dar içe kapalı mekanlar haline gelerek sol cemaat kültürünü üreten, kitlelere açılmaktan çok sayısal kaygı politik aylaklık biçimlerine hizmet eden kurumların varlığına da sıkça rastlanılması olağan hal olmuştur.
On yıllardır gerici partilerde dirsek çürüten geçmişinden nostalji zamanları dışında söz edilmesinden dahi korkunç rahatsızlık duyup inkarcı duruş sergileyenlerin aradan geçen onlarca yıla rağmen inatla on sekiz yaş heyecanına tanık olunmuştur bu noktada tanım ihtiyacı gerekiyorsa onlarca yıldır üzerinde cirit atılan zeminde artık dejeneri olunduğunun hissedilmesi ya da artık yağmurun yağdığı yere tarla çekmek niyetinin zamanıdır, mantığının tanımı yerine, şimdilik daha yumuşak hızlı değişim ani manevra tanımı sanırım daha uygun düşecektir. Uyan ey şehrim insanı demokratı, yurtseveri, ilerici, devrimcisi, zulüm ağırdan beter, uyanın gözlerini gözlerimizde bırakıp giden Serdarlar, Arifler, Ahmetler, Özençler, Kasımlar, görün dün mahpushane önünde sicim bugün çarşı pazar mendil satanı, siz söyleyin sapla samanı ayrıştıracak olanı.
Yöre deyimidir (KÜL BENİM BAŞIMA) Ben öleyim siye bir şey olmasın, ne saray ne de on yıllardır hizmet edilen padişah soytarısız kalmasın, kişiliksiz ruhla bütünleşmiş, tutarsız, çıkarcı, kendisine yabancılaşmış duygularla, solun dar içe kapalı sokak tanımazlığından da yararlanarak körler ülkesinde şaşıların padişah olmasının rahatlığıyla geçici pervazsız tutumda çok belirgindir. Ve hiç kuşkusuz, Popilist bohem tutuma rağmen, dernek kurum kültür merkezleri çalışmalarında kendi mantığı içerisinde az çok başarı sağlayan örneklere de rastlanmıştır. Yirmi yıla yakın pratik içerisinde güçlü ve kırılgan olan noktalarda belirginleşmiştir.
Okuru daha fazla sıkmamak adına bir kez daha hatırlayıp hafızadan çıkartılmaması gereken kırılma noktalarından bir başka yazıda özetle kısaca söz etmek dileğiyle sağlıcakla kalın.
26 MAYIS 2010
Üzerinde yaşadığımız toprağın iyi bir analizini hakim sınıflar cephesinin olduğu kadar hiç şüphesiz ezilen sınıflar cephesinin de kavranmasını gerektirir. Devrimci kitle çalışmasına yönelik taktiğini kurumlaşma biçimlerini belirleyen unsur. Politik ekonomik toplumsal yapının günümüzde durumu ve devrimci çabanın hedef kitlesi olan işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin sosyal kültürel koşullarıdır. Dolayısıyla bu konudaki görüşlerimizi kendimizden başkasına açmadan önce Türkiye’nin genel tablosuna hızla bir göz atmak yararlı olacaktır bu genel tablo çeyrek asırdır hatırı sayılır değişimden geçmiştir.
20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren emperyalizmin III. Bunalım Dönemi politikalarına uygun yeni sömürgeleştirilen özellikle son elli yıllık süreçte büyük bir talan ve soyguna uğramış ekonomisinden siyasetine kültürüne her alanda emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirilmiştir. 1970’lerdeemperyalist sistemde patlak veren büyük krizin tetiklemesiyle 1980’lerde uygulamaya konulan 1990’larda olgunluk noktasına varan restorasyon süreci yeni sömürgeci ilişkinin derinleşmesi anlamına gelmiş. Türkiye’nin sosyal ekonomik çehresi bir kez daha alt üst olmuştur.
Yeni sömürge düzeninin emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıyla karakterize olmuş karlılığını yitirmiş eski sektörlerin tasfiyesi ve emperyalist iş bölümüne uygun ihracatçı spekülatif bir yapının inşasıyla gerçekleştirilen “sanayisizleştirme” operasyonu, bir yandan emperyalizme bağımlılığın olağanüstü düzeyde artışı anlamına gelirken. Diğer yandan da büyük bir ekonomik sosyal alt üst oluşu beraberinde getirmiştir. Toplumsal yapı bu süreçte bir kez daha en alttan en üste kadar her düzeyde yeniden yapılanmış. En üstte gerçekleşen sadeleşme ile oligarşi içinde emperyalizm ve tekelci burjuvazinin hegemonyası büyürken alt kesimlerde işçi sınıfı başta olmak üzere bütün sınıf ve tabakaların hayatı çok ciddi değişikliklere uğramıştır. Ülkenin ekonomisinden politik yönetim tarzına sosyal kültürel davranış kalıplarına dek her alanı sarsıntıya uğratan süreç ekonomik yapıyı tamamen emperyalist sistemin ritmine bağlamış.
Her türlü ekonomik politik kararın ayrıntılarından, tarım alanlarında neyin ekilip biçileceğine dek bir emperyalist müdahale tarzı bütün sömürgelerde olduğu gibi hakim kılınmıştır bir yandan kapitalist üretimin sektörleri ve iş örgütlenmesinin biçimleri yeniden düzenlenirken diğer yandan tarımsal alan emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılarak pratikte bir çok temel ürün ya tasfiye edilmiş ya da doğrudan uluslar arası tekellerin denetimine açılmıştır. Aynı süreç kamu işletmelerinin neredeyse tümünün özelleştirilerek sosyal hizmetlerin tamamen metalaştırılmasının yolunu açmış böylece kazanılmış haklarından yaşamsal desteklerinden mahrum kalan alt sınıflardaki yoksullaşma düzeyi tahammül edilmez boyuta ulaşmıştır. Sonuçta Türkiye’nin son yirmi yılını kapsayan bu operasyonun sosyal kültürel sonuçları tam bir yıkım olmuş üst sınıflarla emekçiler arasındaki uçurum geçmişle kıyaslanmayacak derinliğe ulaşırken bu dengesizlik eğitimden sağlığa yaşam mekanlarından kültürel zeminlere her alanda kesin bir kopuşu ortaya çıkarmıştır.
Artık sınıf atlama sınıflar arası mesafenin azaltılması gibi düşler düş olmaktan bile çıkmış sermaye gerçekleri hangi ölçüde perdelerse perdelesin ezilenlerin dünyasıyla egemen sınıfların dünyası kesin biçimde karşılıklı konumlanmıştır. Bu süreçte devrimci geleneğin emekçi kitlelerle ilişkisini en çok etkileyen olgu şüphesiz kapitalist iş örgütlenmesindeki değişikliklerdir. Bu değişikliklerin pratik sonucu işçi sınıfının bir yandan nicel olarak çoğalması diğer yandan fiziksel ve düşünsel bütünlüğünün parçalanması devrimci gelenekle kitleler arasındaki ilişki bakımından ciddi bir sorun oluşturması son derece anlaşılabilir durumdur çünkü böylece bütün sosyalist ve devrimci güçlerin “ tarihin lokomotifi ” olarak tanımladığı, devrimci faaliyetin hedef kitlesi olarak ulaşmayı amaçladığı güç ciddi bir dönüşüme uğramış bileşimi ve üretim sürecinde yer alış koşulları değişmiş eski yöntemlerle örgütlenemez duruma gelmiştir .
Solun genel güven kaybı yaşadığı zamanlara denk düşen parçalayıcı süreç sınıfla ilişkilerin zaten pek sağlam olmayan yapısını iyice törpülemiş geleneksel çalışma ve örgütlenme araçlarını (klasik sendikacılık gibi) sarsıntıya uğratmış mevcut örgütlülükleri önemli derecede zayıflatmıştır. Yeni süreçle birlikte kamu alanlarının tasfiyesi kapitalist üretim sektörlerinin yeniden yapılandırılması politikalarının en önemli ayağının iş örgütlenmesinin terk edilerek esnek üretime geçiş eğilimi oluşturmuştur, bu genel değişim kısa sürede ülkemizde’ de en vahşi biçimiyle karşılığını bulmuş. Sadece üretimin değil. İş zamanının. İşin yapılış biçiminin çalıştırılan işçi sayısının yeniden düzenlenmesi anlamına gelen esnek üretim modeli eski türden sendikal örgütlülük anlayışının mezarının kazılması anlamına gelmiştir. Esnek üretim modelinin kapitalist iş örgütlenmesi haline gelmesi ile birlikte iş yerlerinin parçalanması ve taşeronlaştırmaya paralel olarak işçi sınıfının azımsanmayacak bölümünün özellikle genç işçilerin büyük fabrikalardan çok organize sanayi sitelerindeki emekçi semtlerindeki küçük işletmelerde, atölyelerde toplanması söz konusudur. Sendikalar gerek programları ve örgütsel yapıları. Gerekse genel yönelimleri itibariyle oluşan yeni işçi kitlesinin çok uzağındadır örgütlenmelerini bu kesimleri kapsayacak tarzda düzenleme sorunlarını programlaştırma onları kapsama perspektifleri yoktur. Sendikalar yeni işçi kesimlerini neredeyse tümüyle görmezden geldiği gibi yeni işçi kesimleri içinde mevcut sendikaların yapıları ve programları hem de olumsuz imajları nedeniyle hak arama örgütlü davranışı geliştirme noktasında belirleyici olma özelliği kalmamış. Sınıfının önemli bölümünü oluşturan yeni işçi kesimleri neredeyse tümüyle örgütsüzdür, bir yandan çok parçalı üretim yapısı geçici dağınık işlerde konumlanan yeni işçi katmanları sürece eklenirken diğer yandan aynı güçlerin söz konusu yapılarından ötürü klasik örgütlülük biçimleriyle örgütlenemez olması gerçeği ortaya çıkmıştır. Toplumsal yapının çürütülmesi solun gerilemesiyle de karakterize olan koşullarda hem sendikaların gücü hem de sınıfın toplu davranış refleksleri büyük ölçüde azalmış, sınıfın tanımını sadece yoğun politik desteğini aldığı büyük işletmelerin çalışanlarıyla sınırlayan geleneksel anlayış boşa düşmüştür bütün bunlar işçi sınıfını son derece olumsuz politik koşullarda yakalamış. 12’ Eylül cuntası koşullarında zaten bütün hakları ve örgütlülükleri elinden alınmış olan sınıf solun uluslar arası gerilemesinin baskısı altında da ezilmiş ciddi alternatif üretememiştir. Toplumsal kültürel varlıklarını yok sayan dar sendikal anlayış bu anlamda sınıf hareketine onarılması zor zararlar vermiş. Sınıfın ilkesel kendiliğindenci bilinci, edindiği dayanışma duygularını, kazandığı birlikten doğan kuvvetin yakıcı gücünü öğrendiği eğitim kurumları yıpranmış, devrimci iradenin sıçrama tahtası olarak üzerine bastığı zemin zayıflamıştır. Geçmişte tamamen reformistlerin elinde bile olsa kendi isteğinin dışında, devrimci hareketin kanallarına az çok nitelikli bir gücü akıtan büyük sendikaların bugün sanal hale gelmesi içinin boşalması pratikte çalışan sosyalist düşünürün işini olağanüstü düzeyde zorlaştırmaktadır. Öyle ki çoğu durumda duygu ve sezgileri hiç gelişmemiş işçi kitlesi arasında çalışırken neredeyse sıfır derecede bir toplumsallıkla karşılaşmakta en basit en temel sınıf duyguları (dayanışma birlik vb)yeniden inşası gibi görevlerle yüz yüze kalmaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfı içindeki devrimci çalışmanın artık kültürel bir boyut da içermesi yalnızca kültürel çürümeyle değil, sınıfın manevi dünyasındaki büyük boşlukla da ilgilidir. Sonuç olarak sürecin genel tablosu artık ancak yeni bir örgütsel anlayışla aşılabilecek ölçüde derinleşmiş bir örgütsüzlük halini göstermektedir.
Son yirmi yıllık süreç boyunca geliştirilen ve büyük ölçüde başarılı olan, ideolojik kültürel saldırıdır. Kendini kalıcı yasalarla süreklileştiren 12’ Eylül cuntasıyla genel bir örgütsüzleştirme eğitiminden geçirilen toplumsal yapı restorasyonun etkisi altına girmiş, yeni ekonomik politikalar ve onun uzantısı sosyal kültürel değerlerle çürütülmüş, toplum bir bütün olarak 1950’lerden sonraki en büyük alt üst oluşu bu dönemde yaşamış, gericiliğin yoğun saldırısı altında kalan emekçilerin toplu davranış alışkanlıkları sınıf duyguları yok edilirken kültürün yozlaştırılması bizzat özendirilerek ahlaki düşkünlük kolay para kazanma hayallerinin yarattığı yozlaşma mafyatik alanlar, uyuşturucu, haraç sektörleri, toplumun olağan malzemesi haline gelmiş köşe dönmeci çapulcu kültür eski moda namusluluk biçimlerini saf dışı bırakırken ezilenlerin yaşantılarında ise tam bir yıkım yaşanmıştır. Uyuşturucunun alt sınıflara gittikçe daha küçük yaş gruplarına doğru yayılması fuhuşun en çok en alt kesimin yaşadığı yoksul mahallelerinde günlük hayatın bir parçası haline gelmesi, bir zamanlar kırdan kente göçmüş insanların avuntusu olarak yinede masum bir anlam ifade eden Anadolu arabeskinin tasfiyesiyle, en düzeysiz pop kültürüne geçiş, ve bunun uzantısı olarak tele vole sefaletinin ahmaklaştırıcı etkisi, hepsi yoksulların dünyasının keskin zehirleri olarak çeyrek asrın ürünleri arasında yer almıştır, hiçbir şey rastlantı değildir.
Tüm emperyalist kapitalist sistemde toplumsal yaşamın kültürel ve sosyal dokunun sistemin iradi olarak geliştirdiği sistematik çabalarla paramparça edilmesi toplumsal ilişkilerin bütününde sistem dışı bütünlüklü değişimleri hedefleyen her türden uzun soluklu örgütlü kolektif davranış ve çabayı etkisiz hale getiren ya da yok eden ,bunun sonucu olarak ufuksuz gelecek, perspektifi olmayan ,bencil , çaresiz , bireyci , yabancılaşmayı dorukta yaşayan bir insan tipini yaratan küçük sahte mutluluklar peşinde koşan, küçük insan adacıklarından oluşan bir toplumsal ilişkiler, (daha doğrusu ilişkisizlikler) dünyası yaratılmıştır.Kültürel , dinsel, mezhepsel, cinsel ,ulusal ,her türden parçalanmışlık ve bunun yarattığı alt kimlik ilişki zeminleri , sınıfsal evrensel sorunlar ve bunlar zemininde geliştirilen örgütlülük mücadelenin karşısına konmuştur.
Sistem emekçilerin siyasal ekonomik örgütlülüklerini dağıtırken, onların dünyayı ülkelerini yaşamlarını daha ileri düzeyde kurma bilinçlerini öğütürken, evrensel düşünmenin kolektif davranışın özgürleşmeyi engellediği sisteme karşı değil, onun genel gidişatı içinde küçük alanlarda alt kimlikler zemininde küçük mutluluklar aranması vaaz edilmiştir. Her çağda ve her toplumsal sınıf tarafından farklı anlamlar yüklenmesine karşın insani ilişkilerde olumlu bütünleştirici kriterler ve anlamlar yüklü olan onur, dürüstlük, cesaret, sadakat, dostluk, aşk, vefa, dayanışma, gibi kavramlar kendini bu kavramlar üzerinden ifade etme tutumu emperyalizm çağında genel olarak zayıflamasına karşın, özellikle son yirmi-otuz yıllık bu çürütme süreci içinde tümüyle değersizleştirilmiştir. Kavramların içi boşaltılmış ve giderek insanlık günlük yaşam ilişkilerinden adeta sökülüp atılmıştır. Bunların yerini alan, gemisini kurtaran kaptan, bükemediğin bileği öp, gelgeç günlük ilişki, aldatma, ihanet, duyarsızlık, Bütün bunların genel sonucu ise, işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin bir yandan büyük bir öfke içinde boğulurken. Diğer yandan da çaresizlik ve güvensizlik içinde sıkışması yaşadığı koşullara razı olma psikolojisinin gelişmesidir.
Öte yandan büyük bir hızla zenginleşen geçmişteki hiç bir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde sınırsız ve ölçüsüz bir zevk-ü sefa manzarası çizen burjuvazinin kaymak tabakası, yoksulların dünyasıyla kendi aralarındaki mesafeyi salt parasal servet miktarı bakımından değil hayat tarzı açısından da olağanüstü düzeyde açmış bu şımarık şatafatlı hayat, ezilenlerin kör ve geleceksiz hayatlarının çoraklığıyla kıyaslandığında büyük bir öfke kaynağı yaratmış, Artık yaşam ilköğretimden başlayarak eğitim kurumlarının, tedavi olunan hastanelerin, eğlence mekan ve biçimlerinin, kültüre ulaşma ve yararlanma imkanlarının tamamen birbirinden ayrıldığı, burjuvazi ve onların yönetici sınıflarının adeta ayrı bir dünyada yaşadığı bir tablo tamamlanmıştır. Elbette burada söz konusu olan orijinal bir keşif, hiç bilinmeyen bir örgütlülük tarzının açığa çıkarılması değil. Bilindiği gibi, şu ya da bu anlayışla kurulan politik kültürel kurumlar, kültür merkezleri dernekleşmeler, eğitim ve araştırma kurumları uzun süredir solun gündemindedir.
Son yıllarda sıradan “kafe” lere dönüşen doğal olarak “kafe kültürü” üreten örneklere rastlandığı gibi, dar içe kapalı mekanlar haline gelerek sol cemaat kültürünü üreten, kitlelere açılmaktan çok sayısal kaygı politik aylaklık biçimlerine hizmet eden kurumların varlığına da sıkça rastlanılması olağan hal olmuştur.
On yıllardır gerici partilerde dirsek çürüten geçmişinden nostalji zamanları dışında söz edilmesinden dahi korkunç rahatsızlık duyup inkarcı duruş sergileyenlerin aradan geçen onlarca yıla rağmen inatla on sekiz yaş heyecanına tanık olunmuştur bu noktada tanım ihtiyacı gerekiyorsa onlarca yıldır üzerinde cirit atılan zeminde artık dejeneri olunduğunun hissedilmesi ya da artık yağmurun yağdığı yere tarla çekmek niyetinin zamanıdır, mantığının tanımı yerine, şimdilik daha yumuşak hızlı değişim ani manevra tanımı sanırım daha uygun düşecektir. Uyan ey şehrim insanı demokratı, yurtseveri, ilerici, devrimcisi, zulüm ağırdan beter, uyanın gözlerini gözlerimizde bırakıp giden Serdarlar, Arifler, Ahmetler, Özençler, Kasımlar, görün dün mahpushane önünde sicim bugün çarşı pazar mendil satanı, siz söyleyin sapla samanı ayrıştıracak olanı.
Yöre deyimidir (KÜL BENİM BAŞIMA) Ben öleyim siye bir şey olmasın, ne saray ne de on yıllardır hizmet edilen padişah soytarısız kalmasın, kişiliksiz ruhla bütünleşmiş, tutarsız, çıkarcı, kendisine yabancılaşmış duygularla, solun dar içe kapalı sokak tanımazlığından da yararlanarak körler ülkesinde şaşıların padişah olmasının rahatlığıyla geçici pervazsız tutumda çok belirgindir. Ve hiç kuşkusuz, Popilist bohem tutuma rağmen, dernek kurum kültür merkezleri çalışmalarında kendi mantığı içerisinde az çok başarı sağlayan örneklere de rastlanmıştır. Yirmi yıla yakın pratik içerisinde güçlü ve kırılgan olan noktalarda belirginleşmiştir.
Okuru daha fazla sıkmamak adına bir kez daha hatırlayıp hafızadan çıkartılmaması gereken kırılma noktalarından bir başka yazıda özetle kısaca söz etmek dileğiyle sağlıcakla kalın.
26 Mayıs 2010 Çarşamba
GENEL GREVDE OMUZ OMUZA
Kadim Roma kenti Antakya, demokrasi mücadelesinin, hak ve hukuk direnişinin, emekçilerin, halklarımızın talepleri yanında duran bir başkent. 26 Mayıs 2010 tarihi itibariyle bu gün, alınan genel grev kararına katılımıyla, coşkusuyla, her zaman biz buradayız diye haykırdı. Bu şehrin onurlu insanları, gelenekleriyle, direnişi ve mücadelesiyle genel grev çağrılarına gönüllü atılımla yerini aldı. Örnek oldu, örnek mesajlar iletti.
25 Mayıs 2010 Salı
GENEL GREV...
TEK SES, TEK YUMRUK OLUP 26 MAYIS'TA GENEL GREVE!
Mehmet GÜZEL
Antakya Demokratik Kültür-Sanat Derneği Başkanı
Filler tepişirken çimler eziliyor!
Egemenler, devletin yeniden yapılandırılması alanında birbirleriyle boğuşurken toplumun emek kesimi ayaklar altında ezilmeye devam ediyor.
Egemen güçler arasındaki savaşın boyutu sınır tanımıyor. Ergenekon soruşturmaları, yargı alanındaki "yargılamalar", HSYK'nın düzenlenmesi çalışmaları, Anayasa değişikliğindeki kapışmalar... Derken bu alandaki mücadele bel altı vurmalarına dayandı; Kaset ifşaatlarıyla Deniz Baykal'ın siyasal arenadan uzaklaştırılmasına kadar dayanan filler arası tepişme tüm hızıyla devam ediyor.
Ancak bu tepişmede çimler de ezilmeye devam ediyor.
Emek ve emekçilerin sorunları çığ gibi büyüyor. İşsizlik toplumsal dengeleri sarsacak bir boyut kazanıyor. Özelleştirmelerden kaynaklı işsizlik bu sorunu daha da içinden çıkılmaz hale sokuyor. Özelleştirme mağdurlarının 4/C, 4/B gibi düzenlemelerle insanlıktan uzak, kölelik statülerine sokulması emek dünyasının sorunlarını ağırlaştırıyor.
Sistemin yaşadığı ağır ekonomik krizin faturası tarih boyunca yapılageldiği üzere yine emekçilerin sırtına yıkılmaktadır. Üretimin maliyetinin azaltılması amacıyla işten çıkartmalar yapılmakta, oluşan boşluk iş yoğunluğu ile kalan işçilerin sırtına yıkılmaktadır. İş alanlarındaki yoğun sigortasız, sefalet (asgari) ücretleriyle çalıştırmalar, kamu alanlarında 4/C statüleriyle iş güvencesinin kaldırılması, 4/C ve 4/B statülerinin daha da geniş bir kamu emekçileri kesimine yayılmak istenmesi (belediye emekçilerinin güvencesiz statüye alınmak istenmesi), memur statüsünün değiştirilerek tüm kamu emekçilerinin de bu güvencesizlik kapsamına alınmak istenmesi, sağlık alanında gittikçe artan oranda (ilaç katkı payları, muayene ücretleri, döner sermaye sistemi) gibi sorunların birikmesi, ücret adaletsizliğinin sürmesi ve daha da dengesiz hale gelmesi, Toplu Sözleşme ve Grev hakları alanında yoğun sorunların yaşanması... Ve daha da devam ederek uzayan sorunlar emekçiler dünyasının sorunlar deryasını oluşturmaktadır.
Bu ekonomik sorunlarla çok yakından ilgili ve hatta bu sorunların belirleyeni niteliğindeki siyasal sorunlar ise gündemimizi işgal etmektedir. Sahte açılımlarla halklarımızın temel sorunlardaki yaralarına parmak basılıyor ve bu yaraların iyileştirilmesine yönelik hiçbir çözüm getiremeden kangrenleşmeye bırakılıyorlar. Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Roman ve bir bütün olarak halklarımızın kimlik sorunları, inançların özgürlüğü temelinde laiklik sorunları, şiddetin son bulmasını sağlayacak halkların özgür-gönüllü birlikteliğini esas alan adil, demokratik Anayasa değişikliği sorunu, halklarımızın iradesinin yansımasını sağlayacak, özgür siyasal mücadelenin önünü açacak yasal düzenlemelerin yapılması sorunları siyasal gündemin temel sorunlarıdır.
Kısacası ülkemizin demokratikleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliğinin sağlanması ve emek dünyasının adil-insanca yaşam koşullarının sağlanması için bu sorunları yaşayan, hisseden tüm kesimlerin seslerini-güçlerini birleştirmeleri gerekir.
Tekel direnişindeki kararlılık ve mücadeledeki ısrar olmasaydı egemenlerin 4/C'de değişiklik yapması mümkün olmayacaktı.
32 yıllık Taksim ısrarı ve mücadele kararlılığı olmasaydı Taksim'in emekçiler için özgürleşmesi mümkün olmayacaktı.
Görülüyor ki örgütlü ve kararlı mücadele olmasa egemenlere geri adım attırmak mümkün değildir. Örgütlü ve kararlı mücadele ise başarıyı mutlaka sağlamaktadır.
Fillerin tepişmeleri sürerken ayaklar altında ezilen çimler olmaktan çıkma zamanıdır. Çim yerine diken olup egemenlere batma zamanıdır.
Ülkemizin demokratikleşmesi, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliği, emekçilerin adil, insanca yaşam koşullarının sağlanması için tüm emekçilerimizin, ezilen halklarımızın, seslerini ve güçlerini birleştirme zamanıdır.
Tüm halklarımızın kimlik haklarının tanındığı, özgür siyasal mücadelenin koşullarının sağlandığı, şiddete yönelimin koşullarının ortadan kaldırıldığı, emek dünyasının insani normlara kavuşturulduğu bir ülke için, tüm halkımızı 26 Mayıs 2010'daki GENEL GREVDE seslerini ve güçlerini birleştirmeye davet ediyoruz.
Mehmet GÜZEL
Antakya Demokratik Kültür-Sanat Derneği Başkanı
Filler tepişirken çimler eziliyor!
Egemenler, devletin yeniden yapılandırılması alanında birbirleriyle boğuşurken toplumun emek kesimi ayaklar altında ezilmeye devam ediyor.
Egemen güçler arasındaki savaşın boyutu sınır tanımıyor. Ergenekon soruşturmaları, yargı alanındaki "yargılamalar", HSYK'nın düzenlenmesi çalışmaları, Anayasa değişikliğindeki kapışmalar... Derken bu alandaki mücadele bel altı vurmalarına dayandı; Kaset ifşaatlarıyla Deniz Baykal'ın siyasal arenadan uzaklaştırılmasına kadar dayanan filler arası tepişme tüm hızıyla devam ediyor.
Ancak bu tepişmede çimler de ezilmeye devam ediyor.
Emek ve emekçilerin sorunları çığ gibi büyüyor. İşsizlik toplumsal dengeleri sarsacak bir boyut kazanıyor. Özelleştirmelerden kaynaklı işsizlik bu sorunu daha da içinden çıkılmaz hale sokuyor. Özelleştirme mağdurlarının 4/C, 4/B gibi düzenlemelerle insanlıktan uzak, kölelik statülerine sokulması emek dünyasının sorunlarını ağırlaştırıyor.
Sistemin yaşadığı ağır ekonomik krizin faturası tarih boyunca yapılageldiği üzere yine emekçilerin sırtına yıkılmaktadır. Üretimin maliyetinin azaltılması amacıyla işten çıkartmalar yapılmakta, oluşan boşluk iş yoğunluğu ile kalan işçilerin sırtına yıkılmaktadır. İş alanlarındaki yoğun sigortasız, sefalet (asgari) ücretleriyle çalıştırmalar, kamu alanlarında 4/C statüleriyle iş güvencesinin kaldırılması, 4/C ve 4/B statülerinin daha da geniş bir kamu emekçileri kesimine yayılmak istenmesi (belediye emekçilerinin güvencesiz statüye alınmak istenmesi), memur statüsünün değiştirilerek tüm kamu emekçilerinin de bu güvencesizlik kapsamına alınmak istenmesi, sağlık alanında gittikçe artan oranda (ilaç katkı payları, muayene ücretleri, döner sermaye sistemi) gibi sorunların birikmesi, ücret adaletsizliğinin sürmesi ve daha da dengesiz hale gelmesi, Toplu Sözleşme ve Grev hakları alanında yoğun sorunların yaşanması... Ve daha da devam ederek uzayan sorunlar emekçiler dünyasının sorunlar deryasını oluşturmaktadır.
Bu ekonomik sorunlarla çok yakından ilgili ve hatta bu sorunların belirleyeni niteliğindeki siyasal sorunlar ise gündemimizi işgal etmektedir. Sahte açılımlarla halklarımızın temel sorunlardaki yaralarına parmak basılıyor ve bu yaraların iyileştirilmesine yönelik hiçbir çözüm getiremeden kangrenleşmeye bırakılıyorlar. Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Roman ve bir bütün olarak halklarımızın kimlik sorunları, inançların özgürlüğü temelinde laiklik sorunları, şiddetin son bulmasını sağlayacak halkların özgür-gönüllü birlikteliğini esas alan adil, demokratik Anayasa değişikliği sorunu, halklarımızın iradesinin yansımasını sağlayacak, özgür siyasal mücadelenin önünü açacak yasal düzenlemelerin yapılması sorunları siyasal gündemin temel sorunlarıdır.
Kısacası ülkemizin demokratikleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliğinin sağlanması ve emek dünyasının adil-insanca yaşam koşullarının sağlanması için bu sorunları yaşayan, hisseden tüm kesimlerin seslerini-güçlerini birleştirmeleri gerekir.
Tekel direnişindeki kararlılık ve mücadeledeki ısrar olmasaydı egemenlerin 4/C'de değişiklik yapması mümkün olmayacaktı.
32 yıllık Taksim ısrarı ve mücadele kararlılığı olmasaydı Taksim'in emekçiler için özgürleşmesi mümkün olmayacaktı.
Görülüyor ki örgütlü ve kararlı mücadele olmasa egemenlere geri adım attırmak mümkün değildir. Örgütlü ve kararlı mücadele ise başarıyı mutlaka sağlamaktadır.
Fillerin tepişmeleri sürerken ayaklar altında ezilen çimler olmaktan çıkma zamanıdır. Çim yerine diken olup egemenlere batma zamanıdır.
Ülkemizin demokratikleşmesi, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliği, emekçilerin adil, insanca yaşam koşullarının sağlanması için tüm emekçilerimizin, ezilen halklarımızın, seslerini ve güçlerini birleştirme zamanıdır.
Tüm halklarımızın kimlik haklarının tanındığı, özgür siyasal mücadelenin koşullarının sağlandığı, şiddete yönelimin koşullarının ortadan kaldırıldığı, emek dünyasının insani normlara kavuşturulduğu bir ülke için, tüm halkımızı 26 Mayıs 2010'daki GENEL GREVDE seslerini ve güçlerini birleştirmeye davet ediyoruz.
24 Mayıs 2010 Pazartesi
CHP SÖZÜN BİTTİĞİ YERDEDİR...
Mihrac Ural
23 Mayıs 2010
Cumhuriyet Halk Partisinin siyasal seyri, bu güne gelirken, devletçilikten ırkçı faşizanlığa, tek particilikten çoğulculukta darbe destekçiliğine, darbelere katılmaya ve hiçbir zaman ilkelerine bağlı olmadığı “sosyal demokratlığa” kadar renkten renge girip çıkmış bir siyasal sürecin adıdır. CHP, En eski parti olmasına, kurumlaşmışlığına, oturmuş gibi görünmesine karşın hiçbir zaman istikrarlı bir parti olmamıştır. CHP, gergin dengelerin partisidir; dün gibi, bu gün de aynıyla süren kararsızlık içindedir.
CHP’nin handikabı çok etnik yapılı topraklar üzerinde, tek etnik yapılı bir siyasal oluşuma önderlik etmesiyle başlar. Cumhuriyet kurulurken, oluşumunun mozaik dokusuyla, heterojen yapısıyla CHP, bu özelliğini zaman içinde, iç ve dış etkenlerin itimiyle milliyetçiliğe terk etmiştir. Burada da kalmamış ırkçılığa yönelerek üzerinde hüküm sürdüğü toprakların doğasıyla çatışmaya düşmüştür.
CHP, farklılıkları ötekileştiren yönelimleriyle Cumhuriyetteki Osmanlıyı temsil etmiştir; laiklik, cumhuriyet ve devrimleri iddiası ise patrik değeri olmayan bir elit ütopyası olarak kalmıştır. Lozan anlaşmasını Kabe diye kutsamış ama bu anlaşmanın azınlıklarla ilgili haklarını rafa kaldırmıştır. Anlaşmalarda hak verdiğini yok etmiş, vermediklerini ise köleleştirmiştir; Ermeniler, Süryaniler, Rumlar yok olmuş, Kürtler ise yüzyılların bitmeyen acılarına maruz kalmıştır. Tamamlanmamış uluslaşma sürecini, başka ulusların esareti ve kıyımı pahasına sürdürülmesi bunun en belirgini tecellisidir; Hititler, Sümerler, Güneş dilinin ırkından sayılmıştır.
CHP tarihi boyunca yaşadığı gel-gitler, ısrarla sürdürmek istediği statülerin sonucudur. Birbirini besleyen ve birbirinin nedeni haline gelen bu eğilim, yapısı itibariyle sol değildir. Bu yapının başına çok iyi niyetle gelmek hiçbir soruna çözüm değildir. Bu yapının yönetiminde ciddi değişimler bile, ülkemizin ihtiyaç duyduğu demokratik süreçler, sosyal demokrat siyasi tercihler için yeterli olamaz. Kılaçdaroğlu’nun arkasına aldığı hava, yelkensiz teknede, artan bir yalpadan ibarettir.
CHP, sırtından atmakla yükümlü olduğu bir tarihe sahiptir. Bunun için kendi tarihiyle cesurca yüzleşmesi gerekmektedir. Zira bu tarih, bu günde devlet eliyle, kim iktidar olsa sürdürmekte beis görmediği, kendi hükmü altındaki vatandaşlara zulüm yağdıran bir tarihtir, komşuluk ilişkilerine zarar veren bir tarihtir. Bu tarih, tarihte kalmayan akılla, bu gün de iktidar talibi olarak ya da iktidar olarak anti-demokratik dayatmaların yürütücü organıdır.
Yapısal değişimlerin fiili sonuçları olmaksızın, diktatörlükten faşizanlığa, oradan modern faşizme uzanan CHP’nin siyasal tarihini sosyal demokrasiye çevirmenin mümkünü yoktur. Ülkemizin demokrasi ve özgürlükleri için CHP’de bu çabaların mutlaka sonuçlanması gereklidir. Bu ülkemizin de yararınadır.
***
CHP, 22 Mayıs 2010 tarihi itibariyle 33. Olağan kurultayını yaptı. Baykal’ı istifaya götüren sürecin ardından bağlanan kurultayda 1189 oyla Kemal Kılçdaroğlu’nu başkanlığa getirildi.
CHP, Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyetin partisidir. Ancak bu farkı ne nesnel açıdan ne de öznel açıdan ikame edemeyen bir partidir. CHP’nin kurucu iradesi, CHP’yi kuşatan dünya ve ülke verileriyle doğru ilişki içinde siyasal bir süreç izleme konumunda olmayan kadroların esiri olarak siyasal yaşama atıldı. İlerleyen zaman bu gerçeği tüm çıplaklığıyla dayattı, gerçek anlamda farklı bir planını partisi haline gelemedi.
Osmanlı yıkılmıştı. Cumhuriyet “kendi üreten kendi tüketen”, “yurtta sulh cihanda sulh” diye yola koyulan bir siyasal yönelimle ortaya çıkmıştı; CHP bu farklı planın siyasal örgütüydü (9 Eylül 1923). Ancak bu yeni kurum ve kuruluş, eskinin verileri üzerinde şekilleniyordu. Osmanlının son döneminde zuhur eden onlarca siyasal parti ve grubun ve daha çok İttihat ve terakki, Hürriyet ve itilaf partilerinin temel kadroları üzerinde yükselmiştir.
Bu partiler, Osmanlıdan 20. Yy çıkışta, farklılıklarına rağmen Osmanlı aklı diye tanımlayabileceğimiz bir akıl sistemi mahkumlarıydı; üretmeyin, başkasının emek ürünü servetlerini gasp etmek için her türden talan ve barbarlık yöntemiyle yürüyen, elde olanı tutmak için entrikanın en Bizans yöntemine kendini endekslemiş bir akıl topluluğuydu.
Cumhuriyet bu aklın eseri ve esiriydi. Osmanlı tarihe karışırken bu kadrolar bu akıllarıyla, koşullar elverse Pan-İslamizm yapacaktı. Olmadı, Turancılığa yöneldiler, altın elma peşine düştüler. Olmadı, Alman’a, olmadı Rus’a, olmadı önüne gelene yamanarak tutunmaya çalıştılar. Bu gün çekilen sancılar ve ülkemizin kaosları, bu aklın esiri olduğu, değiştiremediği dengesiz sosyal-siyasal yapılanmanın ürünüdür.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin tarih serüvenine dikkatlice bakınca bu ilkesizliğin farkına varmak zor değil. Farklı bir açıdan bakınca, CHP önderliğinde uluslaşma sürecinin tamamlanması adına yürütülen zorlama duruşları anlamak mümkündür. Bu zorunluluğun Anadolu’yu anavatan haline getirme eğilimlerini, hatta Hittiler-Sümerlerin Türklüğünü bile anlamak zor değildir. Güneş dil teorisini ve ardından gelen akıl zorlamalarını bir yere oturtmak da mümkün. Ancak tarihi, hareket halindeki geçmiş ya da tarihçinin ürettiği bir uydurma saymayacaksak, geçmişi bu gün aşmanın yolunu da bulmak güç değildir; o da, tarihle cesurca yüzleşmektir.
CHP’nin tarihi bu açıdan, önümüzde aşılması gereken bir engel olarak durmaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisinin siyasal seyri, bu güne gelirken, devletçilikten ırkçı faşizanlığa, tek particilikten çoğulculukta darbe destekçiliğine, darbelere katılmaya ve hiçbir zaman ilkelerine bağlı olmadığı “sosyal demokratlığa” kadar renkten renge girip çıkmış bir siyasal sürecin adıdır. CHP, En eski parti olmasına, kurumlaşmışlığına, oturmuş gibi görünmesine karşın hiçbir zaman istikrarlı bir parti olmamıştır. CHP, gergin dengelerin partisidir; dün gibi, bu gün de aynıyla süren kararsızlık içindedir.
CHP’nin handikabı çok etnik yapılı topraklar üzerinde, tek etnik yapılı bir siyasal oluşuma önderlik etmesiyle başlar. Cumhuriyet kurulurken, oluşumunun mozaik dokusuyla, heterojen yapısıyla CHP, bu özelliğini zaman içinde, iç ve dış etkenlerin itimiyle milliyetçiliğe terk etmiştir. Burada da kalmamış ırkçılığa yönelerek üzerinde hüküm sürdüğü toprakların doğasıyla çatışmaya düşmüştür.
CHP, farklılıkları ötekileştiren yönelimleriyle Cumhuriyetteki Osmanlıyı temsil etmiştir; laiklik, cumhuriyet ve devrimleri iddiası ise patrik değeri olmayan bir elit ütopyası olarak kalmıştır. Lozan anlaşmasını Kabe diye kutsamış ama bu anlaşmanın azınlıklarla ilgili haklarını rafa kaldırmıştır. Anlaşmalarda hak verdiğini yok etmiş, vermediklerini ise köleleştirmiştir; Ermeniler, Süryaniler, Rumlar yok olmuş, Kürtler ise yüzyılların bitmeyen acılarına maruz kalmıştır. Tamamlanmamış uluslaşma sürecini, başka ulusların esareti ve kıyımı pahasına sürdürülmesi bunun en belirgini tecellisidir; Hititler, Sümerler, Güneş dilinin ırkından sayılmıştır.
CHP hiçbir zaman belli bir ilke doğrultusunda ne siyasal ne de ekonomik bir yönelim içinde olmuştur. Bu duruş cumhuriyeti kuran kadroların hükümranlık alanlarındaki tedirginlikleriyle de yakından ilgilidir; bir imparatorluk bakiyesi topraklarda farklı etnik yapılar üzerinde hüküm sürmenin hırsız tedirginliği sendromudur.
9 Eylül 1923 - 14 Mayıs 1950 sürecinde CHP’nin izlediği çizgiler, tek partili iktidar yılları olmasına karşın eğrilmeler, kırılmalarla süren bir süreçtir. İçte, geleneksel Osmanlı yöntemiyle ülke içi fetihler sürdürülmüş, dışta ise her etkiye açık olunmuştur.
İç fetihlerin muhatabı farklılıklardı; Kürtler (şeyh Sait, Dersim), Araplar (Hatay ilhakı), Kilikya Ermenileri, Süryaniler, Rumlar, Kıbrıs (1974) ve hala sürmekte olan Kürt özgürlüğünün bastırılması (1984’ten beri), askeri darbelerde etkin rol CHP’nin “sosyal demokrat” olduğu aldatmacasına tartışmasız örneklerdir.
Dış etkiler ise, Amerika’dan 1929 krizi, Avrupa’dan faşizm-Nazizm etkileri cumhuriyetin partisini şekilden şekle sokuyordu. II. Dünya savaşı ardından gelişen liberalizme de ayak uydurma çabasında olan CHP, tek parti iktidarının sona ermesiyle açılan kanaldan, liberallerin Komünizmle Mücadele, yeşil kuşak, NATO, Bağdat Paktı, CENTO gibi komşuluk ilişkileri ve dünya kamuoyuna karşı girişilen her olumsuzlukta yer alışın da zemin hazırlayıcısı olarak rol oynamıştır.
CHP’nin, Liberalizme karşı geliştirdiği milliyetçilik ise, bu partinin modern faşist bir parti olmasına kadar ilerlemiştir. Baykal önderliğinde CHP azılı bir milliyetçi çizgi izleyerek kendi iç demokrasisini ve ülkeye sunduğu modelle halka karşı duruşunu, faşizan bir tutum olarak şekillendirmiştir. Bu satırların yazarı 1979 ve 2010 da yazdığı makalelerde bu vurguyu dile getirmiş “CHP, Modern faşist bir partidir” diye yorum yapmıştır.
Anadolu’nun çok uluslu ve çok inançlı yapısına CHP’nin Baykal’la getirmek istediği örtü, Türk üst kimliğinde, anayasal vatandaşlık temelinde bir örtüdür. Bu örtü her tarafı yamalı bir bohçaydı örtü olmaktan çok elek gibiydi. Tarihi geçmiş, tutunamaması mümkün olmayan acze düşmüş bir çabaydı. AKP’nin din çimentosuyla aynı şeyi tekrar etmesi bizlere “demokratik açılım”ın neden tıkandığını da anlatmaya yeterlidir. Her iki anlayış, son tahlilde özgürlük mücadelesine karşı bir milliyetçi refleks olarak belirmiştir. Bu ise, ülkenin yüksek siyasetini, sokakların dengesiz kararlarına endekslemekti.
CHP, seçim barajının altına düşerek halkın sert uyarısını almış bir partidir. Bu çöküşten çıkış için CHP’nin bulduğu yol, aşırı milliyetçiliğin taklidi, gerici simge ve söylemlere sarılmaktı.
Böylesine statücü, böylesine ilkel bir siyasal tarihin içinden çıkıp gelmiş haliyle CHP, Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde, kendini tekrar etmekten kurtulması güç gibi duruyor. CHP hala, politika üretemeyin, halkın arkasında duracağı bir siyasal yönelim sunamayan parti konumundadır.
Baykal’ın bıraktığı CHP, Kılıçdaroğlu’yla nereye gidebilir sorusu ise tüm iyi niyetlere karşın, CHP gerçeğinin, gergin bir birlik olmaktan çıkmasına yetmeyecektir. 33. Kurultayın, bilinen pazarlıkların ürünü olarak parti yönetim kademelerini seçmesi, medyanın parıltılı sunumlarının aksine CHP’nin malum hastalığında iyileşmenin olmadığına bir işarettir.
Kılıçdaroğlu’nun farklı etnik ve farklı bir inanç kökenli olması, CHP gibi kemikleşmiş bir partide, hazmedilmesi bir içim su kadar kolaydır. Ortak ülkemizin tarihi, bu farklılıklarla gelip tek boyutlu siyasal süreçlerin sayısal bir ayrıntısı olan liderlerle doludur. Türkleşmiş Kürtlerin siyasette cirit attığı bir ülkede CHP başkanlığına gelmek, özgürlük ve demokrasi çabasına katkı olmaz. Bu tür teferruatlara esir olmuş siyasi eğilimlerin kaderi, kendini tekrar etmekten ileriye gidemez.
CHP tarihi boyunca yaşadığı gel-gitler, ısrarla sürdürmek istediği statülerin sonucudur. Birbirini besleyen ve birbirinin nedeni haline gelen bu eğilim, yapısı itibariyle sol değildir. Bu yapının başına çok iyi niyetle gelmek hiçbir soruna çözüm değildir. Bu yapının yönetiminde ciddi değişimler bile, ülkemizin ihtiyaç duyduğu demokratik süreçler, sosyal demokrat siyasi tercihler için yeterli olamaz. Kılaçdaroğlu’nun arkasına aldığı hava, yelkensiz teknede, artan bir yalpadan ibarettir.
CHP, sırtından atmakla yükümlü olduğu bir tarihe sahiptir. Bunun için kendi tarihiyle cesurca yüzleşmesi gerekmektedir. Zira bu tarih, bu günde devlet eliyle, kim iktidar olsa sürdürmekte beis görmediği, kendi hükmü altındaki vatandaşlara zulüm yağdıran bir tarihtir, komşuluk ilişkilerine zarar veren bir tarihtir. Bu tarih, tarihte kalmayan akılla, bu gün de iktidar talibi olarak ya da iktidar olarak anti-demokratik dayatmaların yürütücü organıdır.
CHP, büyük bir dönüşüm yapma ya da bitip tükenmez biçim değişikliklerinin altında ezilmekle yüz yüzedir. Cumhuriyetin kuruluş planı, İmparatorluk bakiyesi farklılıkların eşitliğini dile getirir. Çoğulculuğu içerir, farklılıkları var sayar ve haklarını korur. Her yönüyle yeterli olmasa da başlangıcın üzerinde yükseleceği bir zemindir. CHP bunu sürdürülmedi. Türkiye mozaiği, Osmanlının farklı etnik dokusunun bir uzantısı olarak CHP’de bir biçimde anlamlı bir yer bulabilirdi, ortak ülke kavramı altında Anadolu mozaiği kendi özgürlük ve demokrasi arayışlarını temsil edebilirdi. CHP bu adımı sonuna kadar götüremedi. Bitmemiş davaların, kapanmamış dosyaların çözümü için Osmanlı aklıyla çalıştı.
Cumhuriyetteki Osmanlı dediğimiz müdahalelerin gadrine uğrayan sorunların yok edilebileceği sanıldı. Bu inkarcılıkla, farklılıkların eşit olduğu bir cumhuriyete ulaşılamadı. Bu CHP’yi de gerçek bir sosyal demokrat parti olma şansından alı koydu.
Sosyo-ekonomik yapısı kadar, etnik ve inanç dokusuyla aksaklıkları olun bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülkede farklılıklarımıza tek boyutluluk dayatılmıştır. Aksaklık kuruluşla başlayınca bu güne kadar sürdü. Bu da aksak bir siyasal dokunun yerleşmesiyle sonuçlandı. En liberali bile aşırı milliyetçi olan siyasal örgütler, ortak ülkemizin temsili gerçekliğine cevap vermekten uzak kaldı. CHP, liberallere karşı, sosyal demokrasinin temel ilkelerine sarılmak yerine, onlarla milliyetçilikte boy ölçüşmenin bir aracı haline geldi. Baykal’ın milliyetçi çizgisi, tarihte, faşistlerin, Nazilerin “ulusalcı-sosyalist” olarak yola koyulduğunu hatırlatır nitelikler taşıyordu.
Karaoğlanlı CHP, en olumlu süreçlerinde, işgalci ve ilhakçıydı. CHP’nin halkçı söylemleri, ciddi bir sosyal devletin, demokratik siyasal yapının inşası için işe yaramadı. Liberallerin cesaret etmediği çağ dışı her girişim, CHP döneminin faaliyetleri arasında yer alması, sözlerle gerçeklerin farklı olduğuna bir işaretti; Kıbrıs sorununa esir bir ülke böylece yaratıldı. Bu da CHP’yi, demokratik olmanın çok ötelerine itiyordu. Bu gün esen rüzgar bu gerçeği aşacak ne nesnel ne de öznel bir etkinliğe sahiptir.
Baykal’ın istifasıyla, CHP için doğan umutların Doğan medyanın manipülasyonlarına dönüşme riski buradan kaynaklanıyor.
Bu akıl, Kemal Kılıçdaroğlu’nun 33. Kurultay konuşmasında da kendini açıkça gösterdi. Kılıçdaroğlu, ülkemizin en temel sorunu olan, demokratikleşmenin mihenk taşı Kürt sorunundan hiç söz etmemesi, sorunu yok sayması bunun ifadesiydi. Türkleşmiş Kürt tavrı tam tamam budur.
Ülkemizi ve sorunlarını doğru kavramamış, geçmişten bu güne gelen ilkel akılların esiri olmuş kurum ve yapıların aklıyla siyasette yenilik getirileceği iddiası bir aldatmaca olarak Kılıçdaroğlu’yla da karşımıza dikilmiş olmaktadır. Bu anlamda beklenip görülecek bir şey yok gibidir.
“Muhalif” basının şişirmeleri, halkın temel gereksinimlerini karşılayacak bir var oluşa işaret olamaz. CHP, 33. Kurultayını, yönetim değişikliğini gerçekten sosyal demokrat bir çizgiye yükseltme amacı taşıyorsa kendi tarihiyle fiili olarak hesaplaşabileceğini göstermesi gerekmektedir. Bunun için yapısal değişimleri yönelmek zorundadır. Bunun ilk adımı da farklılıkların özgürlüğünden yana bir yapılanma ve yönetim faaliyeti içinde, tutumunu ve programını değiştirmelidir.
Kürdistan’da varlık olamayan, miting dahi yapma takatinde olmayan bir partinin, ortak ülkemizin sosyal demokrat partisi olduğu iddiası kendini aldatmaktan öte bir anlama gelmez. Kılıçdaroğlu’nun Kürt ve Alevi olması bu aldanışa düşmemek için yeterli değildir; Türk halkını tenzih ederek denebilir ki, bu sistemin temel taşları Türkleşmiş Kürtler ve Sünnileşmiş Alevilerdir.
Ülkemiz siyasal tablosundan çıkacak önemli bir sonuç da, sol muhalefetin bir ihtiyaç olduğu gerçeğidir. Ne liberallerin sistem için avutma umutlarından müteşekkil önermelerine ne de tarihi boyunca hiçbir şeye çimento olmamış din bezirganlarına ihtiyaç yoktur. Bu ülke birimizin değil hepimizin ülkesi olarak, gerçek bir demokrasiye, demokratik bir cumhuriyete, özgürlüklere farklılıklarımızın özgün ve özgür örgütlenme haklarının tanınmasına ihtiyaç vardır. Bunun yolu Anayasasından yasalarına, kurum ve kuruluşlarına kadar bir yenilenmeden geçer.
Bunun için sosyal demokratların kendini yenilemesi kadar, solun e
tkin bir muhalefet oluşturması gerek. Gerçek bir sosyal demokrat hareket, milliyetçilikten uzak, farklılıkları ötekileştirmeyen, kucaklayan yapısıyla bu değişime katkı sunabilen bir siyasal güç olmalıdır. CHP, ne geçmişiyle ne de bu günüyle bunu ortaya koymamıştır.
Bundan sonrası sözün bittiği yerdir.
Halkımız söze değil, sonuçlara bakarak karar verecektir.
Sözün bittiği yer de burasıdır.
26 Mayıs 2010'da GENEL GREVE
Mehmet Güzel
20 Mayıs 2010
Ülkemizde emekçilerin sorunları her geçen gün daha da büyüyor.
İşsizlik toplumsal dengeleri sarsacak bir boyut kazanıyor.
Üretimin maliyetinin azaltılması amacıyla işten çıkartmalar yapılmakta, artan iş yoğunluğu daha az işçinin sırtına yıkılmaktadır.
Özelleştirme mağdurlarının 4/C, 4/B gibi düzenlemelerle insanca yaşamdan uzak, kölelik statülerine sokulması emek dünyasının sorunlarını ağırlaştırıyor.
Kapitalist sistemin yaşadığı ağır ekonomik krizin faturası, tarih boyunca yapılageldiği üzere yine emekçilerin sırtına yıkılmaktadır.
Özel sektördeki işçiler yoğun olarak sigortasız ve sefalet (asgari) ücretleriyle çalıştırılmaktadır.
Özelleştirme mağduru işçilerin 4/C statülerine alınması yetmiyormuş gibi 4/C ve 4/B statüleri daha da geniş bir kamu emekçileri kesimine yayılmak istenmektedir.
Memur statüsünde değişiklik yapılarak sözleşmeli personel uygulamasıyla tüm kamu emekçileri iş güvencesinden yoksun bırakılmak isteniyor.
Sağlık alanında (muayene ücreti, ilaç katkı payları, döner sermaye politikası gibi) gittikçe artan orandaki sorunlar çözüm bekliyor.
Ücret adaletsizliği sürüyor ve daha da dengesiz hale geliyor.
Toplu Sözleşme ve Grev hakkı noktasında hala yoğun sorunlar yaşanıyor.
Siyasal alanda halklarımızın temel sorunlarında sahte açılımlar yapılıyor ancak bu sorunların hiçbirine çözüm getirilmiyor, sorunlar kangrenleşmeye bırakılıyor.
Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Roman ve bir bütün olarak halklarımızın kimlik sorunları olduğu yerde duruyor.
İnançların özgürlüğü temelinde laiklik sorununda hiçbir ileri adım atılmıyor.
Baskı ve şiddetin bir yönetim biçimi olmaktan çıkmasını sağlayacak, halkların özgür-gönüllü birlikteliğini esas alan adil, demokratik Anayasa değişikliği yerine AKP'nin sivil diktatörlüğüne yol açan tarzda Anayasa değişikliğine gidiliyor.
Seçimlerde halklarımızın iradesini yansıtabileceği, özgür siyasal mücadelenin önünü açacak yasal düzenlemeler yapılmıyor tersine, seçim barajları olduğu gibi korunuyor, sermayenin karşıtı olan yasal parti ve oluşumlara karşı 12 Eylül dönemini aratırcasına yaygın saldırılar yapılıyor. Böylece yasal kanallar kesilerek adeta şiddete davetiye çıkarılıyor.
Kürt halkının ve özgürlük hareketinin ısrarlı barış taleplerine inatla şiddet politikasıyla karşılık veriliyor, siyasal çözüm kanalları kapatılıp savaş dayatılıyor.
Artık yeter!
Ülkemizin demokratikleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliğinin sağlanması ve emek dünyasının adil-insanca yaşam koşullarının hayata geçirilmesi için bu sorunları yaşayan, hisseden tüm kesimlerin seslerini-güçlerini birleştirme zamanıdır.
Tekel direnişinde emekçilerin ve devrimci güçlerin kararlılıkları ve mücadeledeki ısrarları egemenleri 4/C'de değişiklik yapmaya mecbur etti.
Devrimci güçlerin ve emekçilerin 32 yıllık Taksim Alanı konusundaki ısrarı ve mücadele kararlılığı Taksim'in emekçiler için özgürleşmesini sağladı.
Görülüyor ki örgütlü ve kararlı mücadele ile egemenlere geri adım attırmak mümkündür ve başarı mutlaka sağlanmaktadır.
Egemenler kendi aralarında tepişirken ayakları altında ezilmeye mahkum olmaktan çıkma zamanıdır.
Sistemin krizinin taşıyıcısı olmaktan çıkma zamanıdır.
Üretimden gelen gücümüzü birleştirip demokratik haklarımızı egemenlere dayatma zamanıdır.
Ülkemizin demokratikleşmesi, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliği, emekçilerin adil, insanca yaşam koşullarının sağlanması için tüm emekçilerimizin, ezilen halklarımızın, seslerini ve güçlerini birleştirme zamanıdır.
Tüm halklarımızın kimlik haklarının anayasal güvenceye alındığı,
Yasal, özgür siyasal mücadelenin önündeki engellerin kaldırıldığı,
Her türlü şiddet zemininin ortadan kaldırıldığı,
Emek dünyasının adil-insani koşullara kavuşturulduğu bir ülke için;
Tüm halklarımızı 26 Mayıs 2010'daki GENEL GREVDE seslerini ve güçlerini birleştirmeye çağırıyoruz!
Bu tarihi günde tüm halkımız, kadın-erkek, genç-yaşlı, işçi-memur, öğrenci-köylü demeden yaşamı durdurup alanlara dökülelim!
Adil-insanca yaşam isteklerimizi, özgür kimlik haklarımızı, demokratik Türkiye talebimizi haykıralım!
SAMANDAĞ'DA ELDEN ELE DOLAŞAN BELGE
HATAY İLİ SAMANDAĞ İLÇESİNDE
ELDEN ELE DOLAŞAN BİR "BELGE"NİN
DEHŞETE DÜŞÜREN MANTIĞI
MİT’in, Özel Harp Dairesinin ve kuklalarının oyunlarını açığa vuruyor…
Bedreddin Mahir
19 Mayıs 2010
http://mirural.blogspot.com/
Farklılıkları ötekileştirenlerin şiddet kültürü, fişleme, afişleme, deşifre etme gibi yöntem ve ırkçı-milliyetçi reflekslerle halkı düşman ilan etme çılgınlıkları sürüyor. Provokasyonlara zemin hazırlayan, kışkırtıcı, aşağılayıcı, şaibe yaratıcı bildik yöntemlerle Samandağ halkına yönelen bu ahlaksız ilgi, gerçek anlamıyla, devletin geleneksel politikası olarak karşımıza çıkıyor. Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) hitaben yazılmış belge, kendine saygısı olan bir devletin, bir devlet memurunun, vergisini aldığı halka karşı dile getireceği bir belge olamaz. Bu belge, bir Gladio belgesidir, bir Ergenekon belgesi ve Özel Harp Dairesi yöntemleriyle halka karşı kin kusan kuklaların belgesidir.
Elden ele dolaşan "belge"de yer alan ırkçı söylemler, bu toprakları tarihte ilk kez yaşama açarak onu anavatan edinmiş olan yerli halka karşı, gaspçıların hükümranların hırsız tedirginliği sendromuyla kaleme alınmıştır. "Belge"nin altındaki imza Samandağ kaymakamını işaret ediyor. O, bu belgenin yazarı ise, siyasi kimliğini ve Samandağ halkınca yakından bilinen ırkçı yönelimlerini tekrar etmiş demektir.
Devlet ve memurları, vergisini ödeyen halka hizmetle mükelleftir. Siyasi kanaatlerini kin kusarcasına devlet işlevi haline getirenler, halkın haklı reflekslerinin sonuçlarına da katlanmak zorundadır. Sonuçta, kim ve ne amaçla yazmış olursa olsun, bu "belge" kirli bir zihniyetin ürünüdür; halk düşmanlığı, inanç düşmanlığı duruşuyla ortak ülkemizi tek boyutlu bir ırk ülkesi haline getirmek isteyen beyhude çabaların abesle iştigalidir. At gözlükleriyle, eli kanlı sicilleriyle, akıl almaz kıyımlara, faili meçhullere attığı imzalarla alamet-i farika sahibi olan Milli İstihbarat teşkilatı (MİT), böylesi bir belgelerin adresi olması normaldir. Kuklalar bunun için vardır. Kuklaların devlet görevlisi olup olmamalarının da hiç bir önemi yoktur; faşizanlık amaçları için her aracı kullanmaktır, bu türler ortak yaşamın düşmanıdır, bölücüdür, hukuksuzluğu ikame etmek isteyenlerdir.
Elden ele dolaşan "belge"de Kaymakam imzasının bulunması, kaymakamın siyasal ve fiili eğilimleri hakkında bilinenlerle uyumludur; ırkçılık, ayrımcılık kaymakamı tanımlayan davranışlardır. Bu gerçekse, bir cahille karşı karşıyayız demektir. Bir cahil cüreti olan "belge", insan haklarına olduğu kadar vatandaşlık haklarına da bir tecavüzdür.
Böylesine ahlaksız, böylesine insaf ve izan yoksunu olan bu belge bir provokasyon belgesidir; farklılıkları, ayrı varlıkları düşman ilan eden bir akıl ürünüdür. Bu akıl bu coğrafyayı kanlı savaşlara mahkum eden ve bunu inatla sürdüren akıldan başkası değildir.
Samandağ halkı, ortak ülkemizin demokratik haklarını kullanan bir halkıdır; demokratik tercihleriyle, farklılığını ikame etmedeki kararlı iradesiyle, dikkat çeken bir halktır. Bu halkın ayrı bir varlık olması, etnik olarak Arap, inanç olarak alevi yoğunluklu olmasının ağırlığı altında ezilenler, onu ezmek için her çirkinliğe başvurmaktadırlar. Elden ele dolaşan "belge" bunun açık ifadesidir. Devletin haberi olmadan böylesi bir belgenin hazırlanmasının da mümkünü yoktur.
Devlet ya da kaymakamı, MİT ya da Özel Harp Dairesi ya da kuklaları buyursun bu "belge"nin ne olduğunu halkımıza açıklasın da gerçekler ortaya çıksın.
Bu "belge", sahte de olsa gerçek de olsa, bu toprakların yerli halkının hiç kimseden korkusu yoktur. Her türden ahlaksızlığı ilke edinmiş bu belgenin mantığı, korkakların mantığıdır; ırkçı ve faşisttir.
Bu mantıklara karşı geçmişte olduğu gibi bu günde boyun eğilmeyecektir. Bu toprakları yaşama ilk kez açarak anavatanı haline getirmiş yerli bir topluluk olarak, mensup olduğu etnik yapısına ve inançlarına dil uzatanlara karşı sesiz kalmayacaktır.
ELDEN ELE DOLAŞAN BİR "BELGE"NİN
DEHŞETE DÜŞÜREN MANTIĞI
MİT’in, Özel Harp Dairesinin ve kuklalarının oyunlarını açığa vuruyor…
Bedreddin Mahir
19 Mayıs 2010
http://mirural.blogspot.com/
Farklılıkları ötekileştirenlerin şiddet kültürü, fişleme, afişleme, deşifre etme gibi yöntem ve ırkçı-milliyetçi reflekslerle halkı düşman ilan etme çılgınlıkları sürüyor. Provokasyonlara zemin hazırlayan, kışkırtıcı, aşağılayıcı, şaibe yaratıcı bildik yöntemlerle Samandağ halkına yönelen bu ahlaksız ilgi, gerçek anlamıyla, devletin geleneksel politikası olarak karşımıza çıkıyor. Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) hitaben yazılmış belge, kendine saygısı olan bir devletin, bir devlet memurunun, vergisini aldığı halka karşı dile getireceği bir belge olamaz. Bu belge, bir Gladio belgesidir, bir Ergenekon belgesi ve Özel Harp Dairesi yöntemleriyle halka karşı kin kusan kuklaların belgesidir.
Elden ele dolaşan "belge"de yer alan ırkçı söylemler, bu toprakları tarihte ilk kez yaşama açarak onu anavatan edinmiş olan yerli halka karşı, gaspçıların hükümranların hırsız tedirginliği sendromuyla kaleme alınmıştır. "Belge"nin altındaki imza Samandağ kaymakamını işaret ediyor. O, bu belgenin yazarı ise, siyasi kimliğini ve Samandağ halkınca yakından bilinen ırkçı yönelimlerini tekrar etmiş demektir.
Devlet ve memurları, vergisini ödeyen halka hizmetle mükelleftir. Siyasi kanaatlerini kin kusarcasına devlet işlevi haline getirenler, halkın haklı reflekslerinin sonuçlarına da katlanmak zorundadır. Sonuçta, kim ve ne amaçla yazmış olursa olsun, bu "belge" kirli bir zihniyetin ürünüdür; halk düşmanlığı, inanç düşmanlığı duruşuyla ortak ülkemizi tek boyutlu bir ırk ülkesi haline getirmek isteyen beyhude çabaların abesle iştigalidir. At gözlükleriyle, eli kanlı sicilleriyle, akıl almaz kıyımlara, faili meçhullere attığı imzalarla alamet-i farika sahibi olan Milli İstihbarat teşkilatı (MİT), böylesi bir belgelerin adresi olması normaldir. Kuklalar bunun için vardır. Kuklaların devlet görevlisi olup olmamalarının da hiç bir önemi yoktur; faşizanlık amaçları için her aracı kullanmaktır, bu türler ortak yaşamın düşmanıdır, bölücüdür, hukuksuzluğu ikame etmek isteyenlerdir.
Elden ele dolaşan "belge"de Kaymakam imzasının bulunması, kaymakamın siyasal ve fiili eğilimleri hakkında bilinenlerle uyumludur; ırkçılık, ayrımcılık kaymakamı tanımlayan davranışlardır. Bu gerçekse, bir cahille karşı karşıyayız demektir. Bir cahil cüreti olan "belge", insan haklarına olduğu kadar vatandaşlık haklarına da bir tecavüzdür.
Böylesine ahlaksız, böylesine insaf ve izan yoksunu olan bu belge bir provokasyon belgesidir; farklılıkları, ayrı varlıkları düşman ilan eden bir akıl ürünüdür. Bu akıl bu coğrafyayı kanlı savaşlara mahkum eden ve bunu inatla sürdüren akıldan başkası değildir.
Samandağ halkı, ortak ülkemizin demokratik haklarını kullanan bir halkıdır; demokratik tercihleriyle, farklılığını ikame etmedeki kararlı iradesiyle, dikkat çeken bir halktır. Bu halkın ayrı bir varlık olması, etnik olarak Arap, inanç olarak alevi yoğunluklu olmasının ağırlığı altında ezilenler, onu ezmek için her çirkinliğe başvurmaktadırlar. Elden ele dolaşan "belge" bunun açık ifadesidir. Devletin haberi olmadan böylesi bir belgenin hazırlanmasının da mümkünü yoktur.
Devlet ya da kaymakamı, MİT ya da Özel Harp Dairesi ya da kuklaları buyursun bu "belge"nin ne olduğunu halkımıza açıklasın da gerçekler ortaya çıksın.
Bu "belge", sahte de olsa gerçek de olsa, bu toprakların yerli halkının hiç kimseden korkusu yoktur. Her türden ahlaksızlığı ilke edinmiş bu belgenin mantığı, korkakların mantığıdır; ırkçı ve faşisttir.
Bu mantıklara karşı geçmişte olduğu gibi bu günde boyun eğilmeyecektir. Bu toprakları yaşama ilk kez açarak anavatanı haline getirmiş yerli bir topluluk olarak, mensup olduğu etnik yapısına ve inançlarına dil uzatanlara karşı sesiz kalmayacaktır.
22 Mayıs 2010 Cumartesi
DEVRİMCİ KAMUOYUNA
AYRI VARLIK Blog notu:
Dürüstlüğüne devrimci kişiliğine inindağımız bir dostun gönderdiği bu açıklamayı yayınlarken, devrimciler arasında her türden sorunun diyalogla çözülmesi gerektiğini bir kez daha belirtmek isteriz. Devrimcilerin halka örnek olması gereği de bu ilkeye bağlılığımızı ifade ediyor, açıklamayı, diyalog için bir köprü olması dileğiyle yayınlıyoruz.
***
DEVRİMCİ KAMUOYUNA
Bolu’da 6 Mayıs’ta gerçekleştirilmesi planlanan Deniz Gezmişler Anması için Devrimci Komünistler, DPG, DYG, EHP, EMEP, ODAK, Öğrenci Kolektifleri, SGD ve TKP bir araya gelerek uzun süredir sağlanamayan birlikte iş yapabilme iradesini hayata geçirmeye çalışmıştır. Bunun için her kurum belli fedakarlıklar da bulunmuş, işin örgütlenmesi sürecinde üzerine düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getirmiş ve yapılan işe birlikte imza atmıştır.
Anmadan sonra EMEP’ in internet sitesinden verdiği haberde Devrimci Komünistler, DPG ve ODAK’ ın imzalarını yayınlamadığı görülmüş ve gerekçesi öğrenilmek üzerine EMEP’ e gidilmiştir. EMEP il başkanının ciddiyetsiz ve kurumsal sorumluluğa sığmayan tavırla olayı geçiştirmeye çalışması üzerine işin birlikte örgütlendiği ve aynı metne imza atıldığı kendilerine hatırlatılarak yapılan yanlışlığın gerekçesini açıklamak zorunda oldukları söylenmiştir. EMEP il başkanının “Siz bizim muhatabımız değilsiniz” cümlesi üzerine ipler iyice gerilmiştir.
Sonrasında Emek Gençliği ile yapılan –görece sakin- görüşmelerde süreç aktarılmış, EMEP il başkanının ciddiyetsiz ve kendini bilmez tavrı net bir şekilde vurgulanmıştır. Kendilerinden haberle ilgili “tekzip” il başkanının tavrı için de “özür” beklendiği söylenmiştir. Emek Gençliği, önce “o sizin il başkanımızla sorununuz” diyerek bahsedilen kişiyi kurumsal kimliğinden soyutlamaya çalışmış, haberle ilgili ise “bu olay tekzip formatında değildir.” diyerek olayı geçiştirmeye çalışmıştır. Tartışmaların sonunda Emek Gençliği “istediğiniz özür için il başkanımız ne yaptıysa doğrudur, tekzip için de iş bu kadar uzayınca tekzip yayınlamak içimizden gelmiyor” diyerek gerçekleşen sürecin tamamen arkasında durmuştur.
Bu metinde aktarıl(a)mayan olaylar da hesaba katıldığında süreç için son söz olarak şunu söylemek gerekiyor: imzaların yayınlanmaması ve sonrasında gösterilen tavır
Devrimci ahlaka sığmamaktadır,
Emek hırsızlığıdır,
Birlikte iş yapmanın önünün tıkanmasıdır….
Devrimci Komünistler, DYG, ODAK, SGD
Dürüstlüğüne devrimci kişiliğine inindağımız bir dostun gönderdiği bu açıklamayı yayınlarken, devrimciler arasında her türden sorunun diyalogla çözülmesi gerektiğini bir kez daha belirtmek isteriz. Devrimcilerin halka örnek olması gereği de bu ilkeye bağlılığımızı ifade ediyor, açıklamayı, diyalog için bir köprü olması dileğiyle yayınlıyoruz.
***
DEVRİMCİ KAMUOYUNA
Bolu’da 6 Mayıs’ta gerçekleştirilmesi planlanan Deniz Gezmişler Anması için Devrimci Komünistler, DPG, DYG, EHP, EMEP, ODAK, Öğrenci Kolektifleri, SGD ve TKP bir araya gelerek uzun süredir sağlanamayan birlikte iş yapabilme iradesini hayata geçirmeye çalışmıştır. Bunun için her kurum belli fedakarlıklar da bulunmuş, işin örgütlenmesi sürecinde üzerine düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getirmiş ve yapılan işe birlikte imza atmıştır.
Anmadan sonra EMEP’ in internet sitesinden verdiği haberde Devrimci Komünistler, DPG ve ODAK’ ın imzalarını yayınlamadığı görülmüş ve gerekçesi öğrenilmek üzerine EMEP’ e gidilmiştir. EMEP il başkanının ciddiyetsiz ve kurumsal sorumluluğa sığmayan tavırla olayı geçiştirmeye çalışması üzerine işin birlikte örgütlendiği ve aynı metne imza atıldığı kendilerine hatırlatılarak yapılan yanlışlığın gerekçesini açıklamak zorunda oldukları söylenmiştir. EMEP il başkanının “Siz bizim muhatabımız değilsiniz” cümlesi üzerine ipler iyice gerilmiştir.
Sonrasında Emek Gençliği ile yapılan –görece sakin- görüşmelerde süreç aktarılmış, EMEP il başkanının ciddiyetsiz ve kendini bilmez tavrı net bir şekilde vurgulanmıştır. Kendilerinden haberle ilgili “tekzip” il başkanının tavrı için de “özür” beklendiği söylenmiştir. Emek Gençliği, önce “o sizin il başkanımızla sorununuz” diyerek bahsedilen kişiyi kurumsal kimliğinden soyutlamaya çalışmış, haberle ilgili ise “bu olay tekzip formatında değildir.” diyerek olayı geçiştirmeye çalışmıştır. Tartışmaların sonunda Emek Gençliği “istediğiniz özür için il başkanımız ne yaptıysa doğrudur, tekzip için de iş bu kadar uzayınca tekzip yayınlamak içimizden gelmiyor” diyerek gerçekleşen sürecin tamamen arkasında durmuştur.
Bu metinde aktarıl(a)mayan olaylar da hesaba katıldığında süreç için son söz olarak şunu söylemek gerekiyor: imzaların yayınlanmaması ve sonrasında gösterilen tavır
Devrimci ahlaka sığmamaktadır,
Emek hırsızlığıdır,
Birlikte iş yapmanın önünün tıkanmasıdır….
Devrimci Komünistler, DYG, ODAK, SGD
TÜM EMEKÇİLER ve EZİLEN HALKLAR 26 MAYIS 2010'DA GENEL GREVE
(Bu yazı ATAK Mayıs Özel sayısından aktarma olarak şu linkten alınmıştır. http://groups.google.com/group/birlik_hareketi/browse_thread/thread/e16fcd632a9dc9f9?hl=tr&pli=1 )
Mehmet Güzel
Ülkemizde emekçilerin sorunları her geçen gün daha da büyüyor.
İşsizlik toplumsal dengeleri sarsacak bir boyut kazanıyor.
Üretimin maliyetinin azaltılması amacıyla işten çıkartmalar yapılmakta, artan iş yoğunluğu daha az işçinin sırtına yıkılmaktadır.
Özelleştirme mağdurlarının 4/C, 4/B gibi düzenlemelerle insanca yaşamdan uzak, kölelik statülerine sokulması emek dünyasının sorunlarını ağırlaştırıyor.
Kapitalist sistemin yaşadığı ağır ekonomik krizin faturası, tarih boyunca yapılageldiği üzere yine emekçilerin sırtına yıkılmaktadır.
Özel sektördeki işçiler yoğun olarak sigortasız ve sefalet (asgari) ücretleriyle çalıştırılmaktadır.
Özelleştirme mağduru işçilerin 4/C statülerine alınması yetmiyormuş gibi 4/C ve 4/B statüleri daha da geniş bir kamu emekçileri kesimine yayılmak istenmektedir.
Memur statüsünde değişiklik yapılarak sözleşmeli personel uygulamasıyla tüm kamu emekçileri iş güvencesinden yoksun bırakılmak isteniyor.
Sağlık alanında (muayene ücreti, ilaç katkı payları, döner sermaye politikası gibi) gittikçe artan orandaki sorunlar çözüm bekliyor.
Ücret adaletsizliği sürüyor ve daha da dengesiz hale geliyor.
Toplu Sözleşme ve Grev hakkı noktasında hala yoğun sorunlar yaşanıyor.
Siyasal alanda halklarımızın temel sorunlarında sahte açılımlar yapılıyor ancak bu sorunların hiçbirine çözüm getirilmiyor, sorunlar kangrenleşmeye bırakılıyor.
Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Roman ve bir bütün olarak halklarımızın kimlik sorunları olduğu yerde duruyor.
İnançların özgürlüğü temelinde laiklik sorununda hiçbir ileri adım atılmıyor.
Baskı ve şiddetin bir yönetim biçimi olmaktan çıkmasını sağlayacak, halkların özgür-gönüllü birlikteliğini esas alan adil, demokratik Anayasa değişikliği yerine AKP'nin sivil diktatörlüğüne yol açan tarzda Anayasa değişikliğine gidiliyor.
Seçimlerde halklarımızın iradesini yansıtabileceği, özgür siyasal mücadelenin önünü açacak yasal düzenlemeler yapılmıyor tersine, seçim barajları olduğu gibi korunuyor, sermayenin karşıtı olan yasal parti ve oluşumlara karşı 12 Eylül dönemini aratırcasına yaygın saldırılar yapılıyor. Böylece yasal kanallar kesilerek adeta şiddete davetiye çıkarılıyor.
Kürt halkının ve özgürlük hareketinin ısrarlı barış taleplerine inatla şiddet politikasıyla karşılık veriliyor, siyasal çözüm kanalları kapatılıp savaş dayatılıyor.
Artık yeter!
Ülkemizin demokratikleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliğinin sağlanması ve emek dünyasının adil-insanca yaşam koşullarının hayata geçirilmesi için bu sorunları yaşayan, hisseden tüm kesimlerin seslerini-güçlerini birleştirme zamanıdır.
Tekel direnişinde emekçilerin ve devrimci güçlerin kararlılıkları ve mücadeledeki ısrarları egemenleri 4/C'de değişiklik yapmaya mecbur etti.
Devrimci güçlerin ve emekçilerin 32 yıllık Taksim Alanı konusundaki ısrarı ve mücadele kararlılığı Taksim'in emekçiler için özgürleşmesini sağladı.
Görülüyor ki örgütlü ve kararlı mücadele ile egemenlere geri adım attırmak mümkündür ve başarı mutlaka sağlanmaktadır.
Egemenler kendi aralarında tepişirken ayakları altında ezilmeye mahkum olmaktan çıkma zamanıdır.
Sistemin krizinin taşıyıcısı olmaktan çıkma zamanıdır.
Üretimden gelen gücümüzü birleştirip demokratik haklarımızı egemenlere dayatma zamanıdır.
Ülkemizin demokratikleşmesi, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliği, emekçilerin adil, insanca yaşam koşullarının sağlanması için tüm emekçilerimizin, ezilen halklarımızın, seslerini ve güçlerini birleştirme zamanıdır.
Tüm halklarımızın kimlik haklarının anayasal güvenceye alındığı,
Yasal, özgür siyasal mücadelenin önündeki engellerin kaldırıldığı,
Her türlü şiddet zemininin ortadan kaldırıldığı,
Emek dünyasının adil-insani koşullara kavuşturulduğu bir ülke için;
Tüm halklarımızı 26 Mayıs 2010'daki GENEL GREVDE seslerini ve güçlerini birleştirmeye çağırıyoruz!
Bu tarihi günde tüm halkımız, kadın-erkek, genç-yaşlı, işçi-memur, öğrenci-köylü demeden yaşamı durdurup alanlara dökülelim!
Adil-insanca yaşam isteklerimizi, özgür kimlik haklarımızı, demokratik Türkiye talebimizi haykıralım!
Atak Dergisi -Mayıs Özel Sayı-
Mehmet Güzel
Ülkemizde emekçilerin sorunları her geçen gün daha da büyüyor.
İşsizlik toplumsal dengeleri sarsacak bir boyut kazanıyor.
Üretimin maliyetinin azaltılması amacıyla işten çıkartmalar yapılmakta, artan iş yoğunluğu daha az işçinin sırtına yıkılmaktadır.
Özelleştirme mağdurlarının 4/C, 4/B gibi düzenlemelerle insanca yaşamdan uzak, kölelik statülerine sokulması emek dünyasının sorunlarını ağırlaştırıyor.
Kapitalist sistemin yaşadığı ağır ekonomik krizin faturası, tarih boyunca yapılageldiği üzere yine emekçilerin sırtına yıkılmaktadır.
Özel sektördeki işçiler yoğun olarak sigortasız ve sefalet (asgari) ücretleriyle çalıştırılmaktadır.
Özelleştirme mağduru işçilerin 4/C statülerine alınması yetmiyormuş gibi 4/C ve 4/B statüleri daha da geniş bir kamu emekçileri kesimine yayılmak istenmektedir.
Memur statüsünde değişiklik yapılarak sözleşmeli personel uygulamasıyla tüm kamu emekçileri iş güvencesinden yoksun bırakılmak isteniyor.
Sağlık alanında (muayene ücreti, ilaç katkı payları, döner sermaye politikası gibi) gittikçe artan orandaki sorunlar çözüm bekliyor.
Ücret adaletsizliği sürüyor ve daha da dengesiz hale geliyor.
Toplu Sözleşme ve Grev hakkı noktasında hala yoğun sorunlar yaşanıyor.
Siyasal alanda halklarımızın temel sorunlarında sahte açılımlar yapılıyor ancak bu sorunların hiçbirine çözüm getirilmiyor, sorunlar kangrenleşmeye bırakılıyor.
Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Roman ve bir bütün olarak halklarımızın kimlik sorunları olduğu yerde duruyor.
İnançların özgürlüğü temelinde laiklik sorununda hiçbir ileri adım atılmıyor.
Baskı ve şiddetin bir yönetim biçimi olmaktan çıkmasını sağlayacak, halkların özgür-gönüllü birlikteliğini esas alan adil, demokratik Anayasa değişikliği yerine AKP'nin sivil diktatörlüğüne yol açan tarzda Anayasa değişikliğine gidiliyor.
Seçimlerde halklarımızın iradesini yansıtabileceği, özgür siyasal mücadelenin önünü açacak yasal düzenlemeler yapılmıyor tersine, seçim barajları olduğu gibi korunuyor, sermayenin karşıtı olan yasal parti ve oluşumlara karşı 12 Eylül dönemini aratırcasına yaygın saldırılar yapılıyor. Böylece yasal kanallar kesilerek adeta şiddete davetiye çıkarılıyor.
Kürt halkının ve özgürlük hareketinin ısrarlı barış taleplerine inatla şiddet politikasıyla karşılık veriliyor, siyasal çözüm kanalları kapatılıp savaş dayatılıyor.
Artık yeter!
Ülkemizin demokratikleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliğinin sağlanması ve emek dünyasının adil-insanca yaşam koşullarının hayata geçirilmesi için bu sorunları yaşayan, hisseden tüm kesimlerin seslerini-güçlerini birleştirme zamanıdır.
Tekel direnişinde emekçilerin ve devrimci güçlerin kararlılıkları ve mücadeledeki ısrarları egemenleri 4/C'de değişiklik yapmaya mecbur etti.
Devrimci güçlerin ve emekçilerin 32 yıllık Taksim Alanı konusundaki ısrarı ve mücadele kararlılığı Taksim'in emekçiler için özgürleşmesini sağladı.
Görülüyor ki örgütlü ve kararlı mücadele ile egemenlere geri adım attırmak mümkündür ve başarı mutlaka sağlanmaktadır.
Egemenler kendi aralarında tepişirken ayakları altında ezilmeye mahkum olmaktan çıkma zamanıdır.
Sistemin krizinin taşıyıcısı olmaktan çıkma zamanıdır.
Üretimden gelen gücümüzü birleştirip demokratik haklarımızı egemenlere dayatma zamanıdır.
Ülkemizin demokratikleşmesi, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliği, emekçilerin adil, insanca yaşam koşullarının sağlanması için tüm emekçilerimizin, ezilen halklarımızın, seslerini ve güçlerini birleştirme zamanıdır.
Tüm halklarımızın kimlik haklarının anayasal güvenceye alındığı,
Yasal, özgür siyasal mücadelenin önündeki engellerin kaldırıldığı,
Her türlü şiddet zemininin ortadan kaldırıldığı,
Emek dünyasının adil-insani koşullara kavuşturulduğu bir ülke için;
Tüm halklarımızı 26 Mayıs 2010'daki GENEL GREVDE seslerini ve güçlerini birleştirmeye çağırıyoruz!
Bu tarihi günde tüm halkımız, kadın-erkek, genç-yaşlı, işçi-memur, öğrenci-köylü demeden yaşamı durdurup alanlara dökülelim!
Adil-insanca yaşam isteklerimizi, özgür kimlik haklarımızı, demokratik Türkiye talebimizi haykıralım!
Atak Dergisi -Mayıs Özel Sayı-
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)