HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

5 Haziran 2010 Cumartesi

TÜRKİYE - İSRAİL GÜVENLİK DOKTRİNİ

Mihrac Ural
5 Haziran 2010

Bütün mesele yerli olmamaktır. Yerli olmak için emek ve çaba sarf etmemektir; yanlış konumlanışı, tarihle yüzleşerek doğru bir konumlanışa çevirememektir, farklılıklarla demokratik ve adil bir ilişkiye girmeyi reddetmektir.

Güvenlik doktrinini şiddet üzerine inşa etmek, çözülebilir sorunlara kendini esir etmektir. Üzerinde hüküm sürülen toprakları tanımayanların, bu toprakları tarihte ilk kez yaşama açıp onu anavatan eden, medeniyet kurup, bu güne kadar her türden asimilasyona karşı direnerek gelenlerin demokratik haklarını tanımama hatası üzerinden oluşan güvenlik doktrinleri iflasa mahkumdur. İsrail tas tamam böylesi bir algıyla güvenlik doktrini oluşturmuştur ve bu nedenle onun için her farklılık basit bir davranış olsa da düşmandır. Ülkemizdeki egemen güvenlik algıları da bundan hiç de farklı değildir.

Bölge ve insanlık vicdanını büyük muhasebelere sevk eden İsrail barbarlığı, Türkiye halklarını da derinden etkiledi. Birikimler ve yönelimlerdeki arayışlar Türkiye’yi zorunlu olarak İsrail çemberinden uzak durmaya yöneltti. Bu gün ABD’nin, İran’a karşı, İsrail’in olası bir provokasyonu ardından sürüklenmek durumunda olacağı bir savaş kaygısıyla İsrail’i sırtında yük olarak gördüğünü göz önüne getirdiğimizde, Türkiye’nin bölgede bir varlık olma yolunun, İsrail’e karşı alacağı tutumlardan geçtiğini daha iyi anlamış oluruz.

Tam bu noktada Türkiye İsrail ilişkisinin, yarım asırlık uyumunun bozulduğunu görmek yerinde bir gözlemdir. 31 Mayıs 2010 “Mavi Marmara” insani yardım konvoyu gemisine İsrail’in yaptığı silahlı baskın ve katledilen çoğunluğu Türkiye vatandaşı 9 kişinin yarattığı özgün durum ise, bu sürecin son halkasıdır. Bütün bunlara karşın, iki ülkenin devam eden güvenlik doktrini paydasındaki ortak algılarının değiştiği anlamına gelmiyor.

İki ülke aynı güvenlik yönelimleriyle içte ve dışta düşman diye gördüğü vehimlerin tedirginliğiyle yaşamaktadır. Tüm sorunlarını bu akılla çözmeye, güvenlik sorunu adı altında silahlı şiddet yöntemiyle yok edebileceği sanısına kapılmaktadır. Ülkemizde de egemen algılar bundan farklı değildir; İsrail’le Türkiye’yi yarım asırdır ortak kirli amaç etrafında tutan ilişkiler, kaosların, handikapların, macera ve düşmanlıkların üreticisi olan aynı güvenlik doktrininin ürünüdür.

İsrail güvenlik doktrini algılarınca da çok iyi bilinir ki, Siyonist İsrail devleti, bin kez zafer kazansa da bir kez kaybedince her şeyi kaybedecek, bölgemizin en tarihsiz, en yapay devletidir.

Ülkemizi bu algılardan uzak tutarak, demokratik haklarımızı kazanarak, barış içinde birlikte yaşamımıza güç vermeliyiz.

***

Her ülkenin kendine özgü bir güvenlik doktrini bulunur.

Bunu şekillendiren tarihi, sosyal ekonomik jeo-stratejik birçok nedenden söz edilebilir.

Örneğin ABD, düşman ilan ettiği gücü yerinde tasfiye etmek üzerine, her türden şiddet aracını mubah gören ve bunu tüm dünyaya dayatan bir anlayışla güvenlik sorununu çözmeye yönelir. ABD’nin güvenlik doktrininde, düşman uzakta, olduğu yerde tutulmalı ve mücadele sahası dış alanlarda olmalıdır. Bu nedenle iç alanlara kadar gelmiş olan düşmana karşı akıl almaz risklerle mücadele pervasızlığı gösterir; 11 Eylül saldırılarına karşı, Afganistan, Irak işgalleri, Lübnan savaşı ve bir çok ülkenin başkentlerinin bombalanması dahil işgal, suikast (Lübnan Başbakanı Refik El Hariri’nin öldürülmesi) vb. “yaratıcı anarşi” diye tanımladıkları yöntemlere baş vurulur.

ABD, bu güvenlik doktrinini, Amerika’nın yerli halkı Kızılderilileri yok ettikten sonra yani iç düşman ilan ettiği yerli halkı tasfiye ettikten sonra, dıştan gelebilecek tehlikeleri engelleme adına oluşturduğu iddiasındadır.

Güvenlik doktrinlerini genel olarak iki farklı algıya dayandırmak mümkündür. Birincisi; iç ve dış sorunların çözümünde diyalogu, hak eşitliğini, barışı temel alan güvenlik doktrinleri. İkincisi; iç ve dış sorunları güç üstünlüğüyle, silahlı şiddet, orantısız güç kullanımı, kesintisiz baskı uygulamalarıyla, düşman ilan edilen kesimlere nefes aldırmaksızın saldırıyı temel alan güvenlik doktrini.

Birincisi; Ekonomik açıdan olduğu kadar, üzerinde yaşanan ve hüküm sürülen topraklarda köklü olmaya, yerli ve orijinal olmaya bağlı olarak şekillenen güvenlik doktrinini ifade eder. Bu aynı zamanda, siyasi tarih serüveninde, demokrasinin dengeli gelişmiş olmasına, içte kendi vatandaşlarıyla, dışta komşularıyla temel sorunlarını çözmüş olmasına da bağlıdır. Farklılıklarına ve bundan kaynaklanan sorunlarına demokratik yol ve diyalogla yaklaşarak, barışçıl temelde çözüm arayan yaklaşımlar bu türdendir.

İkincisi; ekonomik açıdan güçlü olunsa da olunmasa da bulunduğu hükümranlık alanında orijinal olmayan, gelişmelerini dengeleriyle olgunlaştırmayan, iç sorunlarını içselleştirme gücünde olmayan, dış sorunlarını her boyutta yaşamsal bir tehlike olarak algılama durumuna düşenler, güvenlik doktrinlerini şiddet ve daha çok silahlı şiddet üzerinden kurgularlar. Bu algıda şiddet, gayri meşru yöntemler, saldırganlık, istila, işgal, darbe, suikast, vb. yöntemler, güvenlik doktrinin de temel araçları olurlar.

Bölgemizde gündeme gelen gelişmeler dikkatleri bir kez daha, güvenlik doktrinleri üzerine çekerken Türkiye-İsrail ilişkilerinde güvenlik algısı karşılaştırması da önem kazanmış bulunmaktadır.

İki ülkenin tarih serüveni, makalemizin konusu açısından önemli bir referanstır.



ÜLKEMİZİN GÜVENLİK DOKTRİNİ



Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti devleti oluşturulurken, Osmanlıdan farklı bir planla kurulduğu iddiasındaydı. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesiyle yola koyulmuştu. Zira Osmanlının tarihi kanlı bir istila, tekrar ede duran bir iç ve dış fetih süreciydi. Hükmü altındaki topraklara emek vermeden, onu geçici vatan kabul ederek, başka milletlerin emekleriyle ürettiği değerleri, servetleri, toprakları gasp süreci idi. Bu yönelim kendine özgü bir akıl sistemi yaratmıştı; Osmanlı aklı.

Osmanlı aklı, yaşamın üretilmesini bitip tükenmez iç ve dış fetihler üzerine kılıç hakkıyla kazanma adı altında bir kanlı şiddete dayalı olarak görüyordu. Cumhuriyet farklı bir planla kurulduğu iddiasında olmasına karşın bu aklın hükmü altından kurtulamamıştı. Kuruluş sırasında, yani en güçsüz olduğu bir kesitte bile, iç fetih politikasından vazgeçmemişti. Kürtlerin hak taleplerini acımasızca ve kanlı biçimde bastırmıştı; Koçgiri isyanı ve sonuçları bunu gösteriyor (1921). Ardından Şeyh Sait ve Dersim gelmiştir. Bunları; Kilikya Ermenilerinin sürgünü, Hatay’ın ilhakı, azınlıklara karşı 6-7 Eylül 1955 olayları, 27 Mayıs darbesinin ardından dayatılan Kürt sürgünleri takip etmiştir.

Cumhuriyet, en zayıf kesitlerinde farklılıklarını, iç sorunlarını şiddet, silahlı şiddet dışında bir yöntem kullanma gereği görmeden bastırmaya, yok etmeye çalışmıştır. Hasta adam, kendini nispeten iyi hissedince de, sınır dışı operasyonlarda en anlamlı ifadesini bulan, Kıbrıs işgaliyle de sıçrama yapan güvenlik algılarının tüm yönleriyle şiddet üzerine şekillenmiş olduğunu göstermiştir.

Cumhuriyeti tedirgin dengelerin esiri olarak böylesi yönelimlere sevk eden, elbette ki yönetimlerin kötü niyeti olarak tek başına ele alınacak konular değildir. Tersine bu bilinci şekillendiren dengesiz konumlanış ve sürdürülme çabası verilen nesnel yapıdır.

Cumhuriyet, Osmanlının devamıdır. Bu devamlılık kılıç hakkıyla elde edilmiş topraklarda yerli olmamanın, orijinal olmak için bin yılı aşkın süreye rağmen, emek vermemenin hakim ile mahkum arasında açtığı onarılmaz uçurumları ifade eder. Bu ise, yaşamı sürdürme tarzında da üretime dayalı olmaktan çok; gaspa, istilaya, içte ve dışta her farklılığı düşman görmeye kadar götürür. Nitekim Osmanlı ve onun ardısı Cumhuriyet bu algıların üzerinde şekillenmiştir. Cumhuriyetteki Osmanlı tas tamam budur; “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” söyleminin bilinçaltında böylesi bir zorlama bulunmaktadır.

Bu algı gerçekçi bir anavatan üzerinde yerli olmamanın tetiklediği bir algıdır. Fetih topraklarıdır bunlar. Üzerinde emek vermiş, doğal alanları yaşama ilk kez açarak, anavatan haline getirmiş halkların yaşadığı topraklardır bunlar. Böylesine medenileşmiş, üzerinde yaşam süren toprakları istila ederek ve bununla yetinmeyip emek katmadan sür git talanlarla gasp ederek hüküm altında tutmanın sonucu budur; hırsız tedirginliği sendromudur bu.

Cumhuriyet, kuruluşuyla birlikte içine düştüğü bir handikapla tek uluslu bir örgütlenmeye gitmiştir. Çok etnik yapılı, tarihi uygarlıklar kurmuş ve yaşamını kararlılıkla bu güne getirmiş halkların yaşadığı topraklarda tek boyutlu dayatma kaçınılmaz olarak gerginlik nedenidir. Osmanlıdan farklı bir yapıyla kurulduğu iddiasına karşın, Osmanlıdan devraldığı yapıyı aynıyla devam ettirmekle kalmayıp bunun üzerine tek ulusçu bir devlet kuruluşuna girişmek, Osmanlı kadar ve daha fazla iç ve dış sorunların kaosunda boğulmak demektir. Nitekim Cumhuriyet içte farklılıklarıyla, dışta tüm komşularıyla sorunlu bir devlet olarak yaşam sürdürmüştür. Bu nedenle de kendini zayıf görmüş, emperyalist devletlerin bölge ve dünya siyasetlerinde kullanılan bir maşa haline dönüşmüştür; NATO üyesi olmak için Kore kardeş savaşında taraf olmak, Sovyetlerin kuşatılmasında, ABD üslerini topraklarında konuşlandırmasında, bölgedeki savaşlarda taraf olma da ülkemizin makus bir kaderi haline gelmiştir.

Yaşadığı topraklar üzerinde yanlış konuşlanan her siyasal kurum (buna devletler de dahil) o toprağın gerçek değerleriyle (buna halklar da dahil), çatışma içinde olacaktır. Bu çatışma kaçınılmaz olarak, bir refleksle kendi yanlışları üzerine kurgulanan güvenlik doktrini oluşturacaktır. Cumhuriyetin güvenlik doktrini de böyle şekillenmiştir. Bu yüzden “yurtta sulh cihanda sulh” söylemi, güzel bir veciz söz olmaktan öteye gitmemiştir.

Anadolu birimizin değil hepimizin anavatanı olması gerekirken, bu coğrafyayı farklılıkların adil, eşit ve kurucu ortaklığıyla demokratik olarak yapılandırmak yerine, tek millet, tek dil, tek bayrak adı altında haksız ve gaspçı edayla, kılıç hakkı dayatmasıyla hükümranlık altında tutmanın kaçınılmaz sonucu, her soruna güvenlik sorunu gözüyle yaklaşmayı getirmiştir. Bu da bitip tükenmez sorunların, kaos ve çatışmaların nedeni haline gelmiştir. Böylesi bir sonucun güvenlik algısı, iç ve dış düşmanla sür git savaş hali üzerinden biçimlenir. 200 yıldır süren Kürt isyanlarını, yok edilen Ermeni, Rum ve Süryani varlığını, üzerine ölü toprağı serili Türkiyeli Arap halkının acısını başka türlü izah etmek mümkün değildir.





İSRAİL’İN GÜVENLİK DOKTRİNİ



İsrail’e gelince; durumu hiçte bundan farklı değildir. İsrail’in “köksüz” bir devlet olmasıyla, Cumhuriyetin köklü bir devlet geleneğinden gelmiş olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Kaldı ki, unutmayın Cumhuriyet ile İsrail devleti arasında yalnızca 25 yıl fark var; İsrail 1948’de kuruldu, Cumhuriyet 1923’te. Devletler tarihinde bu fark bir hiçtir; her iki devletin de birer dünya savaşı sonrası oluştuğunu unutmamak gerek.

Cumhuriyeti Osmanlı’nın birebir devamı olarak algılayıp, köklü - köksüz olma iddialarında bulunmak ise ayrı bir handikap. Buna özürü kabahatinden büyük derler. Osmanlı çok etnik yapılı otokritik, teolojik, monarşik bir devlettir, Cumhuriyet ise tek uluslu bir vakıadır. Cumhuriyet, içindeki Osmanlıyla bir Osmanlı devamıdır, o da yanlış konuşlanmayı mutlak bir statü olarak sürdürme inadıdır, Osmanlı akıl egemenliğidir. Bu nedenle güvenlik algılarının benzer olması pek şaşırtıcı değildir.

İsrail, gaspçıdır. Avrupa’nın II. Dünya savaşındaki kefaretinin Filistin halkına ödetilmesinin bir ürünüdür. Siyonizm Nazi’dir, tas tamam bir emperyalist ideolojidir. Emperyalizmin ana yurdunda, bir siyasal yönelim, Yahudi emperyalist sermayenin ideolojik aracı olarak doğmuştur. Siyonizm, emperyalist kanlı pazar savaşında bir taraftır. Nazi ırkçılığı karşısında farklı bir ırkçılık olarak önce hezimete, sonra müttefik kuvvetlerle galibiyete ulaşmıştır. Bunun ödülünü de, devlet olarak bölgemizde konumlanarak almıştır; Avrupalı da bunu, bir kefaret ödemesi olarak desteklemiştir.

Siyonist İsrail devleti, Cumhuriyetten hiçte farklı olmayan bir yol ve yöntemle, iç düşman ilan ettiği yerli halkı, kitlesel imhaya girişmiştir, katletmiş, yakıp, yıkmıştır. Kan döke döke Filistin topraklarının % 78’ini ele geçirmiş ve ardından sınır dışı operasyonlara başlamıştır. Kürt isyanlarını ülke içinde kitlesel imhayla yok eden ülkemiz yönetiminin, son 25 yıldır sınır ötesi operasyonlarını da İsrail gibi kirli bir savaşla sürdürmesi, iki ülke arasındaki güvenlik algılarının benzerliğine önemli bir gönderme gibi durmaktadır.

Siyonist İsrail devleti, Filistin halkının anavatanı üzerinde, sonradan konumlandırılmıştır. Varlığını korumada daha çok demokrasi ve paylaşımcı olmak yerine; istilacı ve gaspçı olmanın kaçınılmaz yolu, her sorunu güvenlik gözüyle görmeye ve bunun sonucu olarak tüm sorunlarını silahlı şiddet gücüyle çözme anlayışı gündeme gelmektedir. Güvenlik doktrini böylece şekillenen Siyonist İsrail’in insanlığa meydan okuyan girişimleri, emperyalist çevrelerden aldığı destekle sürmüştür.

İsrail, BM’in almış olduğu 100’ü aşkın kararı elinin tersiyle iterek, içte ve dışta Filistinlileri katletmeye yönelme pervasızlığı, hırsız tedirginliği sendromu olarak belirmektedir. Kendine ait olmayan topraklarda gasp ettiğiyle yetinmeyip, yeni istilalar peşinde kanlı kıyım dayatmaları, Filistin halkını olduğu kadar, kendi halkını da savaş ortamına esir etmiştir. Savaşın İsrail açısından yaşamın yeniden üretilmesinde temel araç olması, bu anlayışın bir sonucudur.

Türkiye-İsrail ilişkilerini yarım asırdır uyumlu bir zeminde tutan da bu ortak güvenlik algısıdır. Düne kadar, ortak askeri tatbikatlar, hava sahalarında eğitim uçuşları, teknolojik alış veriş, askeri ihaleler, istihbarat paylaşımı, İran’a karşı olası askeri saldırı tatbikatları, 2007’de Türkiye’nin komşularıyla sorunlu hale gelmesini hedefleyen, İsrail savaş uçaklarının yakıt tankerlerinin ülkemiz toprakları üzerine bilinçli olarak terk edilmesi gibi, ciddi askeri sorun yaratma provokasyonları da bu sürece dahildir. İsrail ve Türkiye, bölgemizde yarım asırdır emperyalistlerin ileri iki karakolu olarak konumlanmıştır. Halklarına zulüm yapmış, komşularına ve doğaya acımasızca saldırmıştır.

İsrail sürekli olarak ipin ucunu kaçırıp insanlığa ve insanlık değerlerine saldırmaktan da çekinmemiştir. Kuruluşundan bu yana, bölgemizdeki tüm savaşları İsrail başlatmış ve provokasyonlarıyla çeşitli katliam ve suikastları organize etmiştir. İsrail, her şeyi kendine düşman ilan eden algılarıyla, güvenlik doktrinlerini de şekillendirmiştir.



YOL AYRIMI MI?


Buna rağmen dünya ve bölge değişiklikleri, Türkiye-İsrail arasında devam eden böylesine kirli ilişkiyi etkileyerek değiştirmeye başlamıştır. Derin devlet mantığı içinde şekillenen ilişkilerin çözülme sürecine girdiği gözlenmektedir. Çözülme, Gazze’ye giden yardım konvoyuna yapılan askeri baskın ve çoğunluğu Türkiye vatandaşı 9 kişinin ölmesiyle başlamadı. Bunun öncesi bir dizi gelişme daha olmuştu. Dawos’taki “One minute” tartışmasından da önce ortaya çıkan gelişmeler bulunmaktadır. Avrupa kapılarında sancılı bekleyişin altına ezilen Türkiye, yüz yıldır bölgeye kapalı ya da düşman siyasetle sürdürdüğü yanlışını, ulusal çıkarlarına daha uygun gördüğü bölge açılımıyla nispeten değiştirme eğilimi gösterdi. İslam Ülkeleri Konferansı Başkanlığına Suriye’nin katkısıyla, Türkiye vatandaşı İhsan Ekmeleddinoğlu getirildi. Karşılıklı ziyaretlerle, ekonomik anlaşma ve yakınlaşmalar, ardından vizelerin kaldırılmasıyla, Suriye Türkiye ilişkileri iyileşti. Mısır’ın bölgede oluşturduğu boşluğu Suriye’nin çabasıyla Türkiye’nin doldurması için ortaya konan çabalarla bölgede örnek bir komşuluk ilişki süreci açıldı. Ticari mübadele katlanarak arttı, gümrük tarifesi tavizleri karşılıklı olarak verildi, ekonomik hareketlenme sağlandı. Bu süreç, bölgede barış görüşmelerinde Türkiye’ye ilk kez rol oynama şansını getirdi. Kültürel, sanatsal, mübadeleler yoğunlaştı.

Tarihi boyunca Filistin davasına duyarlı olan Türkiye halkları, devletin etkinliğini de aşan sivil inisiyatiflerin doğuşuna yol açtı. Sivil kuruluşların aktivistleri, Filistin halkı için büyük çabalar vererek iki ülke arasındaki ilişkiye köprü oluşturdu. Dipten gelen bu dalga, halkın eğilimleri karşısında devletin politikasında yönlendirici etkiler yarattı.

Türkiye, bölgenin gerçek bir unsuru olma yönünde beliren politikalarla göründükçe, bölge halklarının talepleriyle uyumlu bir yöne döndükçe, İsrail; kuşkuculuğu, gerginliği, gaspçı ve istilacılığından kaynaklanan düşmanlık ve savaş üzerine kurulu güvenlik algılarıyla yüz yüze gelmektedir.

Bölgemizde İsrail’in başlattığı haksız savaşlar, kanlı operasyonlar ve suikastlar dünyada nefretle izlenmesine yol açmıştır. Bu girişimlerin son halkasında Lübnan ve Gazze savaşları bardağı taşıran son damla niteliğindeydi. İsrail’in Lübnan savaşı (12 Temmuz 2006), bölgemize ABD destekli Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) amacıyla dayatılmıştı. Bu savaş barışçıl ve ordusuz Lübnan’a karşı bir yıkım ve kıyım savaşıydı.

Afganistan’dan Irak’a, Kafkaslardan Akdeniz’e uzanan tüm bölgeyi denetim altına alacak “yeni bir çağın başlangıcı” olarak dayatılan Lübnan savaşı, İsrail’in ve tüm emperyalist güçlerin ağır bir yenilgi almasıyla noktalanmıştı.

Bölgemizin çağdaş tarihinin en önemli kırılması, emperyalist güçlerin ve onun maşası İsrail’in, bölgemizde ilk kez ağır bir yenilgiyle, hezimete uğraması, bu savaşta gerçekleşmişti. ABD ve İsrail planları ters yüz edildi. ABD, bu tarih itibariyle bölgemizden gerisin geriye dönen etkinlik çarkları altında ezilerek, bu güne gelindi.

Lübnan savaşındaki ağır hezimetiyle İsrail, içte ciddi sarsıntılar yaşadı, kaygı ve gerginlikleri arttı. Bu sendromdan çıkmak üzere, rahat lokma bir zafer kazanmak adına acımasızca Gazze’de Filistin halkına savaş açtı (27 Aralık 2008-18 Nisan 2009); fosfor bombaları dahil, her türden insanlık dışı yöntemle, orantısız silahlı şiddet uygulayarak, kendini tatmin edecek, içe dönük mesaj olacak bir sonuç almak istedi. Ancak bunu da başaramadı. Gazze direndi ve başardı. Gazze ambargosu bu ağır yenilgi zincirinin karşısında bir İsrail refleksi olarak gündeme geldi.

İsrail güvenlik doktrini algılarınca da çok iyi bilinir ki, Siyonist İsrail devleti, bin kez zafer kazansa da bir kez kaybedince her şeyi kaybedecek, bölgemizin en tarihsiz, en yapay devletidir.

Bölge ve insanlık vicdanını büyük muhasebelere sevk eden İsrail barbarlığı, Türkiye halklarını da derinden etkiledi. Birikimler ve yönelimlerdeki arayışlar Türkiye’yi zorunlu olarak İsrail çemberinden uzak durmaya yöneltti Bu gün ABD’nin, İran’a karşı, İsrail’in olası bir provokasyonu ardından sürüklenmek durumunda olacağı bir savaş kaygısıyla İsrail’i sırtında yük olarak gördüğünü göz önüne getirdiğimizde, Türkiye’nin bölgede bir varlık olma yolunun, İsrail’e karşı alacağı tutumlardan geçtiğini daha iyi anlamış oluruz.

Tam bu noktada Türkiye İsrail ilişkisinin, yarım asırlık uyumunun bozulduğunu görmek yerinde bir gözlemdir. 31 Mayıs 2010 “Mavi Marmara” insani yardım konvoyu gemisine İsrail’in yaptığı silahlı baskın ve katlettiği çoğunluğu Türkiye vatandaşı 9 kişinin yarattığı özgün durum ise, bu sürecin son halkasıdır. Bütün bunlara karşın, iki ülkenin devam eden güvenlik doktrini paydasındaki ortak algılarının değiştiği anlamına gelmiyor.

İki ülke aynı güvenlik yönelimleriyle içte ve dışta düşman diye gördüğü vehimlerin tedirginliğiyle yaşamaktadır. Tüm sorunlarını bu akılla çözmeye, güvenlik sorunu adı altında silahlı şiddet yöntemiyle yok edebileceği sanısına kapılmaktadır. Ülkemizde de algılar bundan hiçte farklı değildir.

İsrail’in, Gazze’ye giden insani yardım konvoyuna karşı uluslar arası sularda gerçekleştirdiği operasyon ne ise; Şırnak’ın Cizre ilçesindeki BDP’nin barışçıl gösterilerinde, Türk Ordusunun sürdürdüğü kıyım ve operasyonların durdurulması talebiyle yaptığı eyleme karşı, gerçekleştirilen saldırı da aynı meşreptendir. Her farklı duruş bir düşmandır tezi İsrail için ne ise, Türkiye için de o olmaya devam ediyor.



SONUÇ:

Ülkemizde önemli değişim ve gelişmeler yaşanmaktadır. Bu değişimin ana halkası Kürt özgürlük hareketidir. Demokrasi mücadelesinde hepimiz adına gelişen bu süreç aynı zamanda halkımızın da etkin duruşlar sergilemesini gündeme getirmektedir. Bu süreç tarihi gerici siyasal iktidarın artık başıboş davranışlarına, darbeci faşist girişimlerine de önemli engeller oluşturmuştur. Bu bir kırılmadır.

Kırılma, Kürt özgürlük hareketinin başarılı çıkışıyla pekişme eğilimi göstermiştir. 29 Mart 2009 mahalli seçimlerinin ortaya koyduğu tabloda önemli mesafelerin kat edildiği görülmüştür. Geri dönüşü mümkün olmayan, demokrasi ve özgürlük süreci açıldıkça ortak ülkemizin güvenlik doktrininde de önemli değişimler gündeme gelecektir. Bu da Türkiye’nin İsrail’le farklılaşmasının zemini olacaktır. Irkçılığı, tekçi zihniyeti aşan Türkiye, ırkçılık batağında daha da dibe vuran İsrail’le yollarını ayırma durumunda olacaktır. Bu süreç başlamıştır ve geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde de ilerleyerek, halklarımızın mücadelesiyle derinleşecektir.

Bu gün, farklı bir sürecin eşiğinde olmamız ve bunu kalıcı hale getirmemiz buna bağlıdır. Bu gelişmelerin yoğunluğu altında, devletinde gerilemesi gerçekleştikçe, Türkiye’nin İsrail’le bir biçimde yüz yüze gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

Ortak güvenlik doktrininin on yıllardır her iki ülkeyi emperyalistlerin bir uydusu haline getirmesi artık bir gerileme içindedir. Bu gerileme gerçekçi boyutlarıyla halkın talepleri yönünde ağırlığını koydukça, ülkemiz demokratikleşme yönünde gerçekçi dönüşümlere uğradıkça İsrail’le yüz yüze gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

Bölgeyle bütünleşen, bölge halklarının çıkar birliğiyle barışa hizmet sunan bir Türkiye’nin, İsrail engeliyle karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. İktidarlar buna hazır olmasalar da, görsel duruşlarla zevahiri kurtarmaya çalışsalar da bu gidişin artık geri dönüşü yoktur. Bu da kendini farklılaşan güvenlik doktrinlerinde ifade edecektir.

Halkıyla barışık olan, farklılıklarının demokratik haklarını anayasal, yasal ve kurumsal olarak sağlayan demokratik bir ülke, sorunlarını güvenlik gözlükleriyle çözmeyi tarihe gömen bir ülkedir. Bunun için tarihle cesurca yüzleşmeye, güvenlik doktrinlerimizi değiştirmeye bölgemizle bütünleşerek dış güçlerin, yerli halklara karşı kıyım politikalarının önüne geçmeye çalışmalıyız.

Bu ülke birimizin değil, hepimizin olduğunu birbirimize yeniden kanıtladıkça ortak yaşamın barışçıl doktrinlerini de oluşturmak zor olmayacaktır. Bunun için, ülkemizin gerçek anlamda bir eksen değişikliğine ihtiyaç var. Bunu, devletin içinde bulunduğu statü bataklığında hiç bir iktidar elde edemese de, halklarımız ve gelecek nesiller bu süreci başarmaya muktedirdir.

Hiç yorum yok: