HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

17 Haziran 2010 Perşembe

KUTUPSUZ DÜNYANIN EVRENSEL RİSKLERİ

Mihrac Ural
16 Haziran 2010

İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir.
Roma’dan, daha da eski çağlardan bu güne, dünya güçler dengesinin her dalgalanması yeni güçler dengesinin doğum sancısı olarak belirmiştir.

Kimi zaman tek kutuplu, kimi zaman çok kutuplu ya da iki kutuplu dünya güçler dengesi, kaynakları yaratılamamış harcamaların, çevreleriyle rekabette geriye düşmenin sonucu, merhamet darbesi alarak çözülmüştür; her çözülme yeni bir güç dengesinin de başlangıcıdır.

Yeni güç dengesi, sihirli değnek dokunuşuyla bir anda şekillenmiyor. Kutupsuz bir dönemden geçerek kendi denge kombinezonlarını oluşturuyor. Kıssa da olsa, bir geçiş süreci olarak güç dengelerinin en tehlikeli dönemi bu dönemdir.

Güç dengesi, tarihin hiçbir kesitinde boşluğa düşmez. Ancak büyük güç gerilerken, yerine geçecek yeni büyük güçle risk noktasında ciddi çatışmalarla yüz yüze kalabilir. Bu çatışma sonun başlangıcı değil, sonu olur. Böylesi bir sürükleniş çoğu zaman macera olarak belirir ve gerileyen büyük güçten çok, onu bu maceraya sürükleyen uzantıları, kuklaları, nüfus alanlarındaki etkinlikleri olabilir.
Dünyamız, soğuk savaşın iki kutuplu güç dengesini aşarak tek kutuplu bir dünyaya girdi. Tek kutuplu süreç, Sovyet sisteminin çöküşüyle insanlığa karşı pervasız bir kıyım, yıkım, işgal ve savaş olarak dayandı. Bu süreçte ABD, Roma gibi 1000 yıllık bir dünya hegemonyası kurma sanrısına kapıldı. Yayıldıkça yayıldı, fetih ardı fetihler yaptı ancak bu yayılış hiçbir zaman gerçekçi bir mali denge üzerine yapılmadı; çöküş kısa sürede geldi. Tek kutuplu dünya, bölgemiz Ortadoğu’da ikame edilmek istenen Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşüyle birlikte çöktü. Bölgemiz halkların direnişi bu sürece son noktasını koydu.

Dönem kutupsuz bir dönemdir. Kutupsuz dünya riskler, handikaplar dünyasıdır. Devletlerin baş belası “stratejik belirsizlik” tastamam bu dönemde anlam bulur. Ancak güç dengesi, boşluk tanımaz bir biçimde dolacaktır. Veriler işareti ise, çok kutuplu dünya güçler dengesine doğru kaymaktadır.

Ancak bu kutupsuz dönemden geçerken, gerileyen ABD ya da kuklalarının dünyayı kanlı bir baskınla yüz yüze bırakma ihtimalleri az değildir. ABD kendinden çok, kuklalarının yarattığı tehlike korkusundadır. Bu tehlikenin Uzakdoğu’da Kuzey ve Güney Kore gerginliğinde bulduğu anlam, bölgemiz açısından İsrail kaynaklı pimi çekilmiş bir bomba gibidir.

İsrail’in stratejik hesapları, İran’ın nükleer santrallerine saldırıyı yaşamsal bir gereklilik olarak belirlemiştir. ABD yaşamakta olduğu gerileme döneminde böylesi bir maceraya esir düşme kaygısında ve İsrail’in her davranışından ürküntü duyar hale gelmiştir. İsrail bu yanıyla, ABD için taşınmaz bir kambur olarak beliriyor. Bu ise, evrensel bir risktir. Bölgeyi olduğu kadar dünya barışını tehdit eden bir durumdur.
Bölgemizi ve dünyamızı, kutupsuz dünyanın güçler dengesi sürecinde insanlığı kıyıma maruz bırakacak maceralardan korumak büyük önem taşımaktadır. Bu yükümlülük öncelikle bölgemiz halklarının omzundadır. Daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük bu sürecin en önemli sigortasıdır. Bunun için ülkelerimizin demokratik açılım süreçlerinin gerçekçi tarzda derinleştirilmesi gerekmektedir. Bunu başaramamış ülkeler ve halklar evrensel riskin orta yerinde ciddi zararlarla yüz yüze gelmeye mahkumdur.


***



Soğuk savaşın bitimiyle başlayan yeni güç dengesi, tek kutuplu bir dünya yaratmıştı. Tek kutuplu dünya, evrensel ilişkileri tarihinin en riskli dönemine getirmişti. Bir çöküş dönemi, baskı, savaş ve işgallerin, kanlı kıyımların dönemi tek kutuplu dünya dönemi olarak belirdi.

Ancak bu da uzun sürmedi; yükseliş ve düşüş kanununun her büyük gücün boynuna giyotin gibi inişi ABD için de geç kalmadı. Tek kutuplu dünya hızla çökmeye yöneldi.

Varlıklarını daha çok üretime değil de daha çok yayılmaya ve savaşlara akıtan güçler, maliyeti karşılanamaz stratejilerinin altında ezilerek gerilerler. Gerileme ağır da olsa etkisini zaman içinde tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu süreç gerileyen büyük güçler açısından olduğu kadar, evrensel ilişkiler açısından da büyük bir handikap olur; tek kutuplu dünya koşullarında yeryüzünde her türden dayatmayı yapabilen büyük bir gücün ahtapot gibi yayılmış ilişki ağları onu aynı rolü oynamak için maceralara da sürükleyebilir. İstemese de başaramayacağını bilse de istemediği süreçlere çekilebilir.

Tek kutuplu dünya sona ererken ABD, dünyanın değişik bölgelerinde bu türden ilişkilerinin esiri olarak altından kalkamayacağı maceralarla yüz yüze kalma tehdidi altındadır. Uzakdoğu’da Güney Kore, Ortadoğu’da İsrail ABD için böylesi bir kumpas oluşturmakta.



TARİHTE GÜÇLER DENGESİ

İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir denebilir.

Roma’ya kadar geri dönelim, daha da eskiye (Sümer, Akad, Asur, Mısır, Hitit, Persler vd). Dünya güçler dengesinin evrensel insan ilişkilerini kapsamlıca şekillendiren bir unsur olarak rol oynadığını göreceğiz. Bu roller her zaman gelir sağlama kapasiteleriyle askeri harcamaları arasındaki dengelerce” ve komşularıyla rekabet içinde yaşanan gerileme ve ilerlemelerle şekillenmiştir. Bu dengelerin başarılı örneğini veren Roma, insanlık tarihini yüzyıllar boyunca etkilemiştir; uygarlığın gücün ya da güç uygarlığı olarak Roma’nın parmak izleri o günün yeryüzünde cereyan eden tüm ilişkileri belirliyordu. Yeni şehir kuruluşlarıyla, kültür ve askeri varoluşlarıyla Roma, tek kutuplu bir dünyanın simgesiydi. Ancak o da uygarlıkların yükseliş ve düşüş kanunlarına boyun eğeceği bir kesitle yüz yüze gelmekten kurtulamadı. Yayılmacılığını, askeri maliyetlerini karşılayacak bir fetih alanı kalmayınca Roma da çöktü. Roma, karşılanması mümkün olmayan giderlerin altında Büyük İskender’in komutanlarınca parçalara ayrıldı.

Roma’nın çöküşü sancılı bir süreçti. İç dengeler bir kez bozulunca, yeniden toparlamak imkansız gibiydi. 395’de büyük Theodosius Romanın uçsuz bucaksız topraklarını iki oğlu, Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında pay ettiğinde Roma da tarih olmuştu.

Bizans bu sürecin sonucu büyük bir güç olarak insanlık tarihinde yerini aldı; Akdeniz-Karadeniz havzaları, güneyde Suriye-Mısır-Libya, kuzeybatıda Tuna, Balkanlar yarımadası, doğuda Kürdistan, yaklaşık olarak bugünkü İran sınırlarına kadar, o günün dünyasını denetim altında tutuyordu (Aguste Bailly, Bizans imparatorluğu tarihi). İnsanlık kültür tarihini Bizans kadar etkileyen bir başka büyük güç olmadığı iddia edilir. Bu doğrudur. Ancak bu güç kendi dengeleri içinde, tarihe “Bizans oyunları” olarak geçen çürümeden kendini kurtaramamıştır; bu çürüme büyük güçlerin çöküşüne neden olan genel geçerli kuralların Bizans’ı da kapsadığını göstermekteydi. Bizans da çöktü.

Bizans’ın çöküşü, kutupsuz bir dünya güçler dengesiyle sonuçlandı. Kutupsuzluk evrensel risklerin dünyasını, kaosların handikap dünyasını kaynatan önemli bir etmendi. Büyük güç gerilerken eski etkinlik psikolojisinin maceracı sürüklenişlerinden kendini alıkoyması çok güçtür. Bizans gerileyişiyle birlikte oluşan kutupsuz dünyada, maceracı girişimlerin esiri oldu. Bu ona çevresindeki küçük güçlere, parça parça yem haline getirdi. Bu süreç Arap-İslam uygarlığının büyük güç olarak ağırlığını koymasına kadar sürdü.

Büyük güçlerin çöküş kaderi bu süreçte çöken her büyük güç açısından aynıydı; yayılmacılığın yüklediği harcamalar gelir kaynaklarıyla karşılanamadı. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.

Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci gerileme sürecidir. Bu süreç bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder.

İslam uygarlığı, 7.yy dünyasının boşluğunda büyük güç olarak yeryüzüne ağırlığını ortaya koymuştur. Bizans iç sorunlarıyla olduğu kadar, gerileme döneminde de olsa korumakla yükümlü olduğunu varsaydığı ilişkilerinin sürüklediği büyük açmazlarda hızla çöktü. İstanbul fethi, 500 yıldır büyük güç olmaktan tamamen çıkmış, küçük bir alana sıkışmış olan Bizans’ın fethiydi. Ancak bu fetih bir simgesel veri olarak Osmanlıyı büyük güç olarak tarih sahnesine çıkarıyordu.

Doğanın kanunudur, hiçbir şey vardan yok edilemez. Bizans, İstanbul fethinde (1453) bir büyük güç değildi. Bu konumunu yüz yıllar önce kaybetmişti. 8.yy ve 13.yy Arap-İslam imparatorluğundan başka hiçbir güç, bir tahta parçasını bile Akdeniz’de yüzdüremezdi. Ancak Bizans bir uygarlıktı, bir kültürel birikimdi. İstanbul’un fethi, var olan bu uygarlık birikimlerini yok edemedi, olan anavatan coğrafyasından bir göçtü. Avrupa merkezli dünyanın başlangıcı da, Reform ve Rönesans’ın yükselişi de Bizans’ın göç eden uygarlık birikimlerinin eseri olmuştur. İstanbul’un fethi Osmanlı’yı bir büyük güç olarak dünya güçler dengesinin hükümranlığına getirirken, Doğu’nun karanlık dönemleri de başlamış oluyordu.

Avrupa merkezli büyük güç dengesi 16. yüzyıldan itibaren farklı bir boyut alarak gelişti. Köleci ya da feodal uygarlıkların, talan ve gasp üzerine kurulu varoluş süreçleri; anavatanda etkin üretim süreçlerine, sanayi gelişimine, ticaretin yeryüzünü bir pazar ortaklığına götüren yeniden yapılanmayla sonuçlandı. Bu yeniden yapılanma büyük güçlerin yükseliş ve düşüşlerine ait genel geçerli kıstasları değiştirmedi, ancak araçlarında farklılıklar yarattı.

Arap-İslam uygarlığı, Roma-Bizans egemenliğini sona erdiriyordu. Moğol istilaları ise Arap-İslam uygarlığının egemenliğini çökertiyordu. Osmanlı’nın doldurduğu boşluk, Reform ve Rönesans Avrupası’yla geriletilerek büyük güç sürecini farklı figüranlarla doldurdu. Bu dönemin gücü kapitalizmin şafağında doğan ulusun gücüydü.

Ulusal güç, bugünün de güç ifadesidir. Tröstlerin, uluslararası kartellerin, tekellerin varlığı bu gerçeği hiç değiştirmedi. Kapitalizm çağı ulusal güç çağıdır. Uluslararası olan, üretimin tarzı değil siyasetin boyutudur. Bu belirlemeyi kavramak güç algısı ve dengelerini algılamak kadar önemlidir.

Bugün yaygınlığına, uluslararası pazar ilişkilerine ve etkinliklerine rağmen kapitalizm bir ulusal güçtür. Belli bir ülke, ulus, coğrafya merkezlidir. Evrensellik bu yanıyla bir uzantıdır, bağlantıdır; üretimin karakteri değildir. Küresel üretim, üretimin küresel ölçekte bilgi katılımıyla, belli bir ulusal aidiyet olmaksızın ve belli bir ulusal güç için kaynak olarak işlev görmeksizin oluşan üretimdir. Bu üretim tarzı henüz egemen değildir. Kapitalizmin kanatları altında, tıpkı kapitalizmin bir dönem feodal karlıkların kanatları altında yükselişi döneminde feodal üretim olmadığı gibidir; küresel üretim tarzı, kapitalizmin kanatları altında büyüme, olgunlaşma dönemindedir. Bu dönemin sonucu yenidünya güçler dengesiyle de sonuçlanacaktır. Ancak bugün dünya güçler dengesini belirleyen, hala ulusal güç olmaya devam etmektedir.

20.yy’a girerken geçmişin birikimleri üzerinde yükselen ulusal güç, 19.yy içinde kendine özgü bir dünya güçler dengesi şekillendirmiştir.

Bu sürecin önemli bilinmesi gereken ve konumuzun ana temasını oluşturan verileri şunlardır:

Birincisi; Büyük güçlerin çöküş kaderi, çöken her büyük güç açısından aynıdır: yayılmacılığın yüklediği harcamaların gelir kaynaklarıyla karşılanamaması. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.

İkincisi; Büyük gücün çöküşü birden bire olmaz. Dünya güçler dengesi büyük gücün çöküşüyle birlikte bir kutupsuz dünya ortamına girer. Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci bu süreçtir; bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder. Bu süreç aynı zamanda insanlığa acımasız kıyımları dayatan kırılma sürecidir. Bu süreç, sıradan bir küçük gücün, gerileme sürecindeki büyük gücü yıkımlara sürükleyebileceği dengesiz ortamları yaratır.



DÜNYANIN DEMOKRATİK DENGESİ




19.yy sanayi devriminin sonuçlarınca oluşan dünya güçler dengesi, İspanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Avusturya-Macaristan, Almanya emperyalist çıkar mücadelelerinin I.Dünya Savaşı’yla sonuçlanan Mihver – Müttefik güçlerince şekillenmişti.

20.yy Sovyet devrimi, güçler dengesine yeni bir açı kazandırdı. Reform ve Rönesansın çok kutuplu dünyası, bir anlamıyla açılımın, ucu açık özgürlüklerin, bırakınız yapsınlarda anlam bulan liberalizmin öncülüydü. Ulusların gücü dünya güçler dengesini oluştururken, yerkürenin yeni alanları da üretim ve pazar sürecine etkin olarak katılıyordu.

Avrupa çok kutuplu güç dengesini sömürge ve pazar paylaşımlarında yeniden düzenlemeye yönelirken, insanlığa dayatılan akıl almaz savaşların yıkım bilançosu, ancak iki dünya savaşının ardından gergin bir dengeyle istikrar kazanıyordu. İki kutuplu dünya bunun bir sonucudur.

20 yy çok kutuplu süreçten iki kutuplu sürece, insanlık tarihinin en demokratik ve en büyük özgürlük hareketlerine zafer kapılarını açan bir yüzyıldı.

Mazlum ülkelerin, halkların insanlık tarihinde yeni bir aşamayı ifade eden yeni türden bir siyasal egemenliğin gücüyle daha çok özgür olmaya ve daha çok hak talebiyle demokratik süreçlerini kurmaya çalışan halkların ayağa kalktığı bir yüzyıldı. Küçük ve mazlum uluslar, bu yüzyılda her türden baskıya, sömürü ve sömürgeci girişimlere karşı mücadele edebilmiş, bu mücadeleyi uluslararası ölçekte ve devletler topluluğu nezdinde destekleyecek bir etkinlik bulmuştu. Sovyet devrimi bunu sağlayan en önemli faktör olarak tarih sahnesindeki yerini alıyordu.

II. Dünya Savaşı, emperyalist güçler arası bir pazar paylaşım savaşı olarak gelip dayatınca, Alman emperyalizmi savaşın ana amaçlarından biri olarak Sovyet sistemini ve egemenliğini yıkmayı amaçlamıştı (Barbarosa Harekatı 22 Haziran 1941). Savaşın müttefik güçleri ise bu süreci sonuna kadar gözleyerek Sovyetlerin yıkılmasını beklemişti. Savaşı ters yüz eden Sovyet başarıları, müttefiklerin savaşa daha çok asılmalarını tetikledi ve Nazi yayılmacılığının önünü kesmeye götürdü.

II. Dünya Savaşı bitiminde Berlin’de yüz yüze gelen ve Alman başkentini ikiye bölen ordular, aynı zamanda dünyanın iki kutuplu bir güç dengesine yönelimini de belirlemiş oldular. Yarım asırlık dünya tarihi (1945-1990) iki kutuplu bir dünya olarak, insanlığın evrensel ilişkilerini belirleyen süreci açmış oldu.

Dünyanın demokratik dengesi denebilecek süreç burada başlar; bir yanda Sovyetler, diğer yanda emperyalist güçler; bir yanda Varşova Paktı diğer yanda NATO Paktı, yeryüzündeki ilişkileri belirleyen dengeleri üretiyordu. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde herhangi bir nedenle ortaya çıkan irili ufaklı her olay ve sorunda gözü kapalı tutum alınan bir süreç böyle oluştu. Sağcılar-solcular çağı, Fransız Devrimi parlamentosundan arta kalan haliyle bu kesitte yeniden güncellenmiş oldu. 1917 Sovyet devrimiyle başlayan, yaklaşık 100 yıllık bir süreçte saflar böylesi bir güç dengesinin ürünüydü.

Dünya güçler dengesinin bu serüveni, ekonomik zemin üzerinde genel geçerli soyutlamalarla ifade edilebilir. Bu yaklaşımın üzerine oturduğu olguları ekonomik zeminde irdeleme algısı, kaba bir determinist yaklaşımın her şeyin belirlediği anlamına gelmez. Bu sonuçları etkileyen ve tetikleyen birçok unsur bulunuyor; jeo-stratejik konum, örgütlenme, özgürlük istencinde anlam bulan bir dizi siyasi haklı talebin etkisi, ulusun sorunları karşısında gösterdiği refleksler vb önemli rollere sahiptir. Sovyetlerin yükselişinin iki kutuplu dünya güçler dengesinin oluşumunda bu türden verilerin önemle rol oynadığını görmek güç değildir.

II. Dünya Savaşı’nın ardından soğuk savaş dönemi açılışını yaptı (18 Mart 1949). Yeryüzünde eşi görülmemiş bir kutuplaşma dönemi açılmış oldu. Her şey ak ve karaya büründü. Kapitalizmin pazar açılımlarıyla, nüfus alanları ve etkinlikleriyle tarihte eşine rastlanmayan lojistik destekleriyle süren amansız bir savaş; yer yer sıcak çekişmelere sahne olan (Kore Savaşı), yer yer nükleer savaşın eşiğinden dönülen (Küba olayı) bir süreç.

Bu süreci, yıllar önce yazdığım makalelerde şöyle ifade ettim “Soğuk Savaş, Amerika senatosunda 18 Mart 1949’da okunan Kuzey Atlantik anlaşması bildirgesiyle resmen başlamıştır” (Mihrac Ural,10 Haziran 1999, makale; Soğuk Savaşın Sonu )

Bir başka makalemde de “NATO, Amerikan Dışişleri Bakanlığının, 18 Mart 1949 tarihinde okuduğu Kuzey Atlantik Antlaşması’yla kurulmuştur. Kuruluş için yapılan çalışmalar sırasında önemli muhalefet şerhleriyle karşılaşmıştır. En dikkat çekici olanı, Amerikan Senatörü Robert A. Taft’ın kongredeki tartışmalarda söyledikleriydi. “Kanımca dünya barışını korumak yerine bir üçüncü dünya savaşını getirecek bir anlaşmaya oy kullanamam”. İşte bu kaygı, 50 yıl sonra her şeyin lehlerine çözüldüğü açığa çıktıktan sonra, senatörün sözleri gerçeğe dönüşüyor gibidir. Ola ki bir dünya savaşı çıkmayacaktır. Ancak büyük bir savaş tehlikesi bu gün gelip çatmış gibidir. Bugün, Sırplara yöneltilen saldırının dar boyutlu kalmayacağı açıktır.

NATO, kuruluşundan bu yana soğuk savaş üzerine kendini sistematize etmiştir. Bunu sürdürmüş ve bu psikolojik ortamın ürünleriyle beslenerek gelişmiştir. Bu teşkilatın, en büyük yalanlarından biri sosyalist bloğa karşı kurulduğu iddiasıdır. Daha sonra geliştirilen ve tüm örtüleri bu yamalı bohçadan üretilen komünizme karşı olma iddiası, öncelikle tarihle çelişkiliydi. Zira Varşova Paktı 14 Mayıs 1954’te kurulmuştur; NATO’nun kuruluşundan tam beş yıl sonra. Üstelik Varşova Paktı, NATO’nun hızla belirginleşen Sovyetleri kuşatma, sosyalist ve halk iktidarlarını kıskaca alma girişimlerine 23 Ekim 1954 tarihli Paris toplantısında NATO’nun Batı Almanya’yı da içine alma girişiminin kışkırtıcı tecavüzü sonucu kurulmuştur. Bu yanıyla NATO, baştan itibaren soğuk savaşın tek taraflı mimarı ve ilk mütecaviz taraf olarak işe koşulmuştur. Bugün, Sovyet sistemi ekonomik, sosyal ve siyasal olarak çökmüş olmasına karşın, NATO’nun yaşatılma ve yeni görevler üstlendirilme ısrarı buna yeterli bir gösterge olsa gerek.

NATO’nun başlattığı soğuk savaş, 90’lı yıllarla birlikte aşağı doğru çekilerek etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler, müttefiklerin rakiplerinden geriye kalanlara son darbeyi vurma fırsatı yaratmış oldu. Bunun ardından, Körfez Savaşı’yla kontrol ettikleri, tepkilerini ölçtükleri karşıtlarını en hassas yerlerinden vurarak, dengeyi kayıtsız şartsız lehlerine çevirmeyi hedeflediler. Soğuk savaş dönemi boyunca 90’lı yıllara kadar, NATO’nun tüm dünyayı kapsayan sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri kuşatma Sosyalist Bloğu ağır maliyetler altına alarak çökmeye kadar götürdü. Ancak bu çöküş geride dev bir askeri aparatın kalmasını engelleyemedi. Bu da NATO’nun var oluş gerekçesinin en önemli bahanesiydi.

Alt yapısı tamamıyla çökertilen sosyalist bloğun elindeki son etkinliğin de alınması gerekiyordu. Dünyanın demokratik dengesini sağlayan iki blok çekişmesi yok edilerek tekelci, tek boyutlu bir “Yeni Dünya Düzeni” oluşturulmaktaydı. ABD, bu yeni sistemin, Ortaçağların egemen imparatorluklarını aratmayacak hükümranı olarak, karşısında hala ayakta durarak direnen ve etkinlik oluşturan sosyalist blok artığı askeri güce diz çökertmeyi “son engelin aşılması” olarak değerlendirmektedir. Nitekim bunun ilk yoklamaları münferit hadiselere müdahale ederek, Liberya’dan Panama’ya, Libya’dan Lübnan’a, değişik alanlardaki irili ufaklı askeri müdahalelerle yapılmıştır. Ve sonunda Körfez Savaşı’yla nitelik bir sıçrama yapılarak son durağa gelinmiştir. Körfez Savaşı son düellonun ilk adımıydı. Bu, geçmişi sosyalist blok yanlısı olan üçüncü dünya ülkelerinin arkasındaki desteğin bittiğini dünyaya ilan etmek kadar, sosyalist sistem artığı Rus askeri varlığının ölüm döşeğinde olduğunun da bir işareti olacaktır. Buradan aralanacak kapılar, dev boyutlu karlı ekonomik yatırımlar anlamına gelecektir. Bu tür adımlar, Birleşmiş Milletler kararının meşruiyeti adı altında yapıla geldi.” (Mihrac Ural, 25 Mart 1999, Makale; Soğuk Savaşın Son düellosu NATO-SIRP Savaşı )


Bu süreç zorluklarına, insanlığı üç kuşak boyunca kaskatı hale getirmesine, tarihin en büyük silahlanma yarışının dayatılmasına karşın; mazlum halkların, ülkelerin nefes alma çağıydı. Mazlum halkların, birleşik emperyalist vahşet karşısında yalnız olmadığının ve hak alabilme şansını kullanabileceğinin bilincine vardığı bir çağdı. Geri ülkelerin ulusal kurtuluş savaşlarını yükseltebilmeleri de dünya güçler dengesinin iki kutuplu olmasıyla yakından ilgilidir. Ancak büyük güçlerin çöküşüne ait kanun burada da giyotin gibi işlemeye başladı. Kaynakları kısıtlı olanlar, kaynakları daha geniş olanlar karşısında gerilemekten kurtulamadı; İspanyol denizcilerinin söylediği gibi “zafer en son escudo kimdeyse onundur” .

Sovyetlerin çöküşüdür bu (1990).

Yugoslavya’nın parçalanmasıyla soğuk savaş son nefesini verdi. Sovyetler, nüfus alanlarına son hamlelerinde taraf olamayacak kadar takatten düşmüştü; sürecin alacağı yeni şekillenişe boyun eğmekten başka bir seçeneği de bulunmuyordu. Yeryüzünü tek kutuplu vahşetin rahmeti kaplamış oldu. Öyle ki, BM teşkilatı bile ABD’de anlam bulan tek kutuplu dünyanın kukla kurumu haline gelmiş oldu. II. Dünya Savaşı’nın bir eseri olan BM, kimsenin hakkını koruma durumunda olmayan, güçlünün dünya ölçeğindeki dayatmalarını tasdik etmekten başka işlevi olmayan bir kurum haline gelmiş oldu.



GLOBAL DEVLET TERÖRÜ



Tek kutuplu dünya güç dengesi, kalıcı bir özellik değildi. Bilginin, teknolojinin, sermaye dönüşümünün, kaynakların akıl almaz bir hızla eşitsiz ve dengesiz geliştiği bir koşulda yeryüzünde tek kutuplu oluşumu besleyebilecek bir kaynak olamazdı. Hitler Almanyası’nın, 1000 yıllık Nazi egemenliği rüyasının çöküş hızına benzer bir hızla ABD’nin tek kutuplu egemenliği çökmekten kurtulamadı.

II. Dünya Savaşı’nın ardından askeri yayılmanın, savaşların, böl yönet ve yıkımların getirip biriktirdiği kaynak sorunları 1990 sonrası tek kutuplu dünyanın yükleriyle kaldırılamaz hale geldi. 11 Eylül gerekçesiyle, yeniden fetih hareketine girişen ABD, 1000 yıllık egemenlik kurgusunu pompalayan yeni muhafazakar çevrelerin esiri olarak, karanlıkların içinde insanlığa pervasız bir ölüm dayatmıştı. Bu süreci yıllar önce yazdığım bir makalede şöyle dile getirdim:



“Global devlet terörü, dolaysız olarak dünya ölçeğinde ABD tarafından temsil edilip yürütülmektedir. Bu terör şirketinin bölgemizdeki pazarlamacısı ise İsrail devletidir. Öyle ki, İsrail bugün insanlığın ezici çoğunluğunun bilince çıkartarak açığa vurduğu gibi, dünya istikrarını tehlikeye düşüren bir numaralı ülke konumundadır. Bu iki ülke arasındaki terör üretim birliği, ABD’de yeni muhafazakarların (neo-con) Yahudi kökenli şahinler ekibiyle iktidar olmasından sonra, çok ilkel bir mistik dini kader ve değer birliği etrafında hedef birliği haline dönüşmüştür.



Cumhuriyetçisiyle, demokratıyla ABD yönetimleri, İsrail’i stratejik bir ortak olarak görür. ABD yönetiminde dizginleri eline alan şahinler ekibinin temel kadrolarının Yahudi kökenli olması, Maliye bakanı ve ABD Merkez Bankası başkanının da ayni kökenden olması ve dev medya tröstlerini elinde tutanların da bu kökten gelmesini bir arada irdelediğimizde bu ortaklığın gücü daha iyi anlaşılmış olur. 1996’da hüküm süren azılı terörist Bünyamin Netanyahu hükümetine stratejik palanlar hazırlayan D. Feith, Karanlıklar Prensi R. Perle, P. Wolfowitzz, E. Abrams gibi Afganistan ve Irak işgalinin planlayıcılarının aynı planları Bush yönetiminin 2003 ABD stratejik planları olarak kabul ettirmesi, bu dayanışmanın ne tür boyutlar aldığını anlamamıza yardımcı olacak mahiyettedir. Ayrıca, Neo Conlar bu ortaklığı tanrısal bir vahinin mutlak yasası olarak bir üst boyutta algılar. Hıristiyan olarak yeniden doğan, hidayete eren ABD başkanı Bush kendisini (bu tanımlama gençliğine her türden yanlışı yapıp tövbe eden kiliseye kendini adayanlar için kullanılır), kutsal kitabın ilkel yorumlarından bir türünün gereği ve mensup olduğu Evanjelik mezhebi inancına göre, Mesih’in zuhur edeceği çağın başlaması için gerekli olan Tevrat’ın “büyük İsrail” ütopyasını gerçekleştirecek tanrıdan vahi almış misyon adamı olarak görmektedir.



Bu ilahi hak gereği de ABD ve İsrail’in çıkarları ile Batı değerleri arasında bir çelişki kalmadığı söylenerek, insanlığa karşı işlenecek her türden suçun (siz bunu terör olarak okuyun) mubah olduğu, suçlanamayacağı belirtiliyor. Böylece Irak halkı istemese de devletleri yıkılıp toprakları işgal edilerek insanları her gün onlarca katledilerek, “demokrasi” götürülmesi hak yolunda bir çaba olarak görülür.



Aynı şey, İsrail’in Filistin Arap halkına çektirdikleri de bu kutsal hizmetin sınırlarını genişletmek anlamına gelir. İnsanı çileden çıkartacak bu iddiaları devlet terörüyle her an eyleme dönüştürenlere karşı tepki olarak beliren terör, özelikle de İslam alemindeki kimi çevreler nezdinde meşru görülüp taraftar toplaması kaçınılmaz olur. Burada soru, bu yıkım tezgahlarına karşı nasıl da daha korkunç terör türleri üretemediğine şaşılır; verilerin bu yöne işaret ettiği ise yadsınamaz. 11 Eylül 2001’de New York’ta, kısa süre önce Fas’ta, Endonezya’nın Bali adasında, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta ve bu gün İstanbul’da gündeme gelen terör eylemleri bu gelişmeye birer örnek teşkil etmektedir. Ve ne hikmetse, ABD ve İsrail nerede ve nasıl terörü yok etme adına giriştiği her adımda, ABD Afganistan ve son olarak Irak’ta, İsrail Filistin topraklarında, Cenin’de, Gazze’de, karşısında daha da acımasız bir global terör ve daha haklı ve direngen bir halk hareketiyle karşı karşıya kalmıştır.” ( Mihrac Ural, 16 Kasım 22003, makale; “Terör Bir Sonuçtur” )



Tek kutuplu dünya güç dengesi bölgemizde kırıldı. Yeni dünya düzeni adı altında Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü, Afganistan, Irak savaşları ardından Lübnan Savaşı’nda noktalandı (12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan saldırısı ve 33 günde çöken umutlar). 15 yılda çöken ve gerileyerek bugünkü kutupsuzluğa uzanan dünya güçler dengesinde riskler, geçmişten çok daha tehlikeli handikaplar yaratarak insanlığı tehdit eder hale geldi.

Soğuk savaşın gerginlik içinde barış diye özetlenebilecek süreçleri, tek kutuplu ABD hegemonyasıyla insanlığı kanlı süreçlerle yüz yüze bıraktı. Artık suni ya da gergin dengeler değil; kırılan dengeler, son düellolar, “Yaratıcı Anarşi”, “Aktif Savunma”, “Önleyici Darbe”, “Temiz Eller Operasyonu” gibi insanlığa karşı işlenen suçlarında anlam bulan önü alınmaz bir saldırı dönemi açılmıştı.

Her yükselişin düşüşü yaklaşık aynı nedenlerle ABD içinde gerçek oldu. Askeri işgal yaygınlığının emdiği sonsuz olanaklar, yanlış mali politikaların geri dönmeyen kredileri ve patlak veren ekonomik krizlerle Bush dönemi kapanırken tek kutuplu dünya; çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde kutupsuz bir güç dengesine gelip dayanmıştır.

ABD artık çekiliyor. Ağır bir hezimet alarak çekiliyor. Hiçbir askeri girişimi, istediği hiçbir siyasal sonucu yaratamadı. II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu askeri egemenlik, her uygarlığın askeri boyutta yönelimiyle birlikte, varlık kaynaklarını tüketmesi sonucuyla yüz yüze kaldı. Obama yönetiminin stratejileri, yıkılan 15 yıllık imparatorluğun geri çekilirken ayakları üzerinde nasıl döneceğinin kurgularıyla meşguller. Bu da çok riskli süreçlerden geçerek gündemdeki tedirginliği korumaktadır.

ABD gerileyen bir güç. Ancak bu bitmiş bir güç anlamında değildir. Amerikan aklı saldırgan, atak, pervasız bir okyanus ötesi güçtür. Gerilemesi, evrensel ölçekteki prestiji için bir şey yapamayacak hale geldiği anlamına gelemiyor.



İSRAİL EVRENSEL BİR RİSKTİR



İsrail devleti bir terör devleti olarak, bölgemize yapılan tarihsiz ve bir o kadar talihsiz dayatmadır. II Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın işlediği insanlık suçlarına karşılık ödenen bir kefaret fidyesidir. Üstelik, fidyeyi Avrupalılar değil, Filistinliler ödemiştir. İsrail devleti, Filistin halkının anavatan toprakları üzerine konumlandırılmış, zorunlu ve psikolojik baskıların göçleriyle belli bir nüfusa da kavuşturularak tarihte eşine ender rastlanan bir devlet olarak konumlandırılmıştır.

Bu devlet, II. Dünya Savaşı’nda eğitimli, deneyimli subay ve askerlerin Siyonist ideolojiyle kuşatılmış algılarının omzunda yükseldi. II. Dünya Savaşı’nın deneyimli pilotları, hatta generalleri savaş artığı en güçlü silahlarla Siyonist İsrail ordusunu kurdu. Toplumların tarihsel evrim süreçlerine ait bir arka plana sahip olunmadan dayatılan bu kuruluş bölgemizin olduğu kadar, dünyanın da en büyük ve en karmaşık sorununu yaratmıştır. Bu aynı zamanda evrensel barışın en zayıf halkası olarak beliren bölge sorunlarımızın da temelidir.

İsrail devleti bir savaş devleti olarak kuruldu. Bir terör devleti olarak da yaşamını sürekli savaş ortamı teorisiyle sürdürdü. Bu varoluş tarzı yayılmacı dokusuyla Siyonizm ürünüdür demek yanlış olmayacaktır.

Siyonizm emperyalist bir siyasal perspektiftir. İngiliz emperyalist sermayenin anavatanında Yahudi sermayesinin ortaklığıyla düşünsel olarak şekillenip büyümüştür; kadim Yahudi söylenceleriyle, Tevrat’ın müphem hikayeleri kaynaştırılarak, ilgisiz olduğu Yahudi halkının kutsal umut platformu haline getirilmiştir. Siyonizm bu karakteriyle yayılmacı bir düşüncedir, II. Dünya Savaşı’nın kanlı kıyım cephelerinden gelen savaşçı güç ve askeri aparatlarla soğuk savaş dönemini, bölgemizde II. Dünya Savaşı’nın devamı olarak sürdürmüştür.

Anavatan algısından yoksun, başka bir halkın toprakları üzerinde zorla dayatılmış, savaş ve yayılmacılığı Siyonizm adı altında amaç edinmiş bu devletin, bölgemizde hiçbir ortak tarihi olmaksızın konuşlanması, bölgeye kaçınılmaz olarak kesintisiz bir savaş hali içinde yaşamayı getirmiştir. Güvenlik doktrini da buna göre şekillenmiştir; “Siyonistin siyonistten başka dostu yoktur, baki kalan herkes düşmandır” tezi Yahudi halkına da dayatılmış kesintisiz savaş kefaretidir. Yahudi halkının tarih içinde çekip geldiği acıların bu tarz yöneticiler elinde bulduğu anlamın bu gün de yeni acılara doğru yelken açtığına önemli bir göstergedir.

İsrail devleti aynı zamanda ırkçı bir Nazi devletidir. Filistin halkına ve insanlığa karşı işlediği cürüm Nazileri çoktan geride bırakmıştır. Bu yöntemlerle kurgulanmış İsrail devleti varlığını kaçınılmaz olarak dış güçlere dayamaya mahkumdur. Bu da bölgemizde emperyalist güçler adına ne türden işlevler üstlendiğini göstermeye yeterlidir. Bölgemizde ikamesi başarılamayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Lübnan Savaşı’yla (12 Temmuz 2006) yıkılması ardından, daha da tehlikeli maceralar için hazırlıklara yöneldiği tespit edilmektedir.

Kutupsuz dünya güçler dengesinin benzer riskli ülkelerinden biri de Güney Kore’dir. Kore soğuk savaşın en sıcak alanı olarak bu gün de varlığını sürdüren gergin dengelerin alanıdır. Yarım asrı aşan savaş hali, hala geçerliliğini bir kıvılcım bekler haliyle sürdürmektedir. 26 Mart 2010 tarihinde batırılan Güney Kore savaş gemisiyle ilgili gündeme gelen sorunun yarattığı risk, gerilemekte olan büyük güçleri de sert tutumlar almaya sürükleyebilecek ortamları yaratabilmektedir. Bu risk bir dünya savaşı anlamına gelmese de evrensel bir kaosa yol açabilir.

Bölgemizde Siyonist İsrail, her yönüyle böylesi kaosların, risklerin maceracı sürüklenişlerin katıksız temsilcisi olarak durmaktadır. Bin kez başarsa da bir kez yenildiğinde her şeyiyle tarihe gömülecek böylesi tarihsiz ve köksüz savaş kışkırtıcısı devletlerin kaybedecekleri bir şey olmadığı düşüncesiyle, insanlığa büyük zararlar vermekten çekinmeyecekleri açıktır.

ABD’nin tarih serüveninde bir yayılmacı güç olarak insanlığa neler dayattığı ve hala bunu sürdürdüğünü göz önüne alırsak İsrail yayılmacılığının, güvenlik doktrininde anlam bulan sürekli savaş hali, bu riski yakın bir gerçek olarak dayattığından söz etmemiz abartılı olmayacaktır.

İsrail, Araplarla yaptığı tüm savaşları başlatan taraf olarak, büyük ölçüde çevresini sindirmiş bir askeri güçtür. Nükleer güç sahibidir. Bu güç nötron bombası üretebilecek teknik ilerlemeler kaydetmiş, yeryüzünün dördüncü askeri kuvveti olarak kendini konumlandırmıştır. Bunun verdiği cahil aymazlığıyla, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin sonu gelmez lojistik desteğiyle, güvenlik doktrininin her farklılığı, bölgenin yükselen her gücünü kendi stratejik varoluşuna bir tehlike olarak algılamaktadır. İran bu açıdan İsrail tarihinin kayda değer, en tehlikeli düşmanı olarak algılanmaktadır.



YÜKSELEN GÜÇLER

Makalemin konusu kutupsuz dünyada evrensel risklerdir. Ancak tek kutuplu dünyanın çöküşü ardından oluşan kutupsuzluğun sürekli olmayacağını belirttim. Bu boşluğun, çok kutuplu bir dünya güçler dengesine doğru gittiğini ifade etmek yanlış değildir.

Çin, Hindistan, Brezilya, İran yeniden Rusya gibi ülkelerin farklı kombinezonlarda oluşturacakları etkinlik dünya güçler dengesinin şekillenişini sağlayacaktır.

İran’ın orta ölçekli bir güç olarak bölgemizdeki yükselişi, dünya güçler dengesi içinde nasıl bir konumlanışı getireceği ayrı bir tartışma konusudur. İran kendi yerini yakın geleceğin güçler dengesindeki şekillenişte alacağı ise tartışma götürmez bir gerçektir.

Makalemizin konusu açısından İran’ın yükselişi, İsrail’in gerileyen ABD gibi büyük güçleri tehlikeli bir maceraya sürükleme arzusuyla ilgilidir.

İran, kararlılığıyla, yükselen gücüyle, kapsadığı etki alanı ve kaynaklarıyla bölge tarihinin en önemli gücü haline gelmiştir. İran, tarihin derinliklerinden gelen bir uygarlık gücüdür de. 2500 yılı aşkın hiçbir güç tarafından istila edilememiş bir ülke psikolojisiyle bölgede inatçı bir dik duruşla yoluna devam etmektedir. Dünyanın “orta ölçekli” denilen büyüme eğilimi içinde çevresiyle kudretli bir varlığa dönüşebilecek bir güçtür. İsrail Siyonistlerinin uykularını kaçıran bu güç, binlerce km uzakta olmasına karşın insanlığa karşı İsrail’in işlediği suçlara sessiz durmama kararlılığı da göstermektedir. Bölgemizde ne bir pakt ne de bir cephe anlamına gelmeyecek; ancak ortak paydalar, ortak ve eşit kazınım için bölge halklarını bir araya getiren bir dizi gelişmenin orta yerinde de İran durmaktadır. Bütün bu veriler İsrail için diz bağlarının çözülüşü anlamına gelmektedir.

İsrail özellikle ABD’nin bölgemizde hızla gerileyen bir güç olmasının farkındadır. Bu gerileme bir kaçışa dönüşmüştür. ABD çıkarları açısından bölgemiz birinci sırada bir bölge değildir. Daha geridedir. Bu açıdan ABD’nin bölgemizde kayıplarıyla kazançları arasında bir denge bulmak güçtür. ABD her zaman kaybeden taraf olmuştur. Direnen halklar bunu sonuna kadar da takip etmektedir. Bu tabloda, İsrail’in bölgeden askeri olarak da çekileceği açık hale gelen ABD’yi ısrarla İran’a karşı bir savaşta maceraya sürükleme şehvetiyle yanıp tutuştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır.



SONUÇ:

Bölgemiz ve dünyamızın böylesi tehlikeli bir süreçten geçtiğini belirlemek, tutumumuz açısından, yükümlülüklerimiz açısından çok büyük öneme sahiptir. Bu bir mesajdır da. Bölgemizde antidemokratik güçlerin oluşturduğu tehlike, bu güçlerin yerli olmamalarıyla da yakından ilgilidir. Egemenlik alanında halkın demokratik haklarını gasp ederek baskıyla hüküm sürme ısrarında olanlar bu riskin üreticisidirler. Bu risk evrenseldir. Dünya barışını bölge barışı kadar tehdit etmektedir.

İsrail’in insanlığa karşı oluşturduğu şer, büyük güçleri istekleri dışında da bir kaosa sürükleyebilecek cinstendir. Bu savaş ve terör devletine karşı tutum almak sadece Filistin halkının haklı davasına insanlık onuru adına destek olmak demek değildir. Bu tutum; doğamızı ve insani ilişkilerimizi korumak, adil ve eşit bir dünyada barış içinde yaşamak ve gelecek kuşaklarımızın yaşam garantisi için de zorunludur.

Hiç yorum yok: