17 Haziran 2010 Perşembe
KUTUPSUZ DÜNYANIN EVRENSEL RİSKLERİ
Mihrac Ural
16 Haziran 2010
İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir.
Roma’dan, daha da eski çağlardan bu güne, dünya güçler dengesinin her dalgalanması yeni güçler dengesinin doğum sancısı olarak belirmiştir.
Kimi zaman tek kutuplu, kimi zaman çok kutuplu ya da iki kutuplu dünya güçler dengesi, kaynakları yaratılamamış harcamaların, çevreleriyle rekabette geriye düşmenin sonucu, merhamet darbesi alarak çözülmüştür; her çözülme yeni bir güç dengesinin de başlangıcıdır.
Yeni güç dengesi, sihirli değnek dokunuşuyla bir anda şekillenmiyor. Kutupsuz bir dönemden geçerek kendi denge kombinezonlarını oluşturuyor. Kıssa da olsa, bir geçiş süreci olarak güç dengelerinin en tehlikeli dönemi bu dönemdir.
Güç dengesi, tarihin hiçbir kesitinde boşluğa düşmez. Ancak büyük güç gerilerken, yerine geçecek yeni büyük güçle risk noktasında ciddi çatışmalarla yüz yüze kalabilir. Bu çatışma sonun başlangıcı değil, sonu olur. Böylesi bir sürükleniş çoğu zaman macera olarak belirir ve gerileyen büyük güçten çok, onu bu maceraya sürükleyen uzantıları, kuklaları, nüfus alanlarındaki etkinlikleri olabilir.
Dünyamız, soğuk savaşın iki kutuplu güç dengesini aşarak tek kutuplu bir dünyaya girdi. Tek kutuplu süreç, Sovyet sisteminin çöküşüyle insanlığa karşı pervasız bir kıyım, yıkım, işgal ve savaş olarak dayandı. Bu süreçte ABD, Roma gibi 1000 yıllık bir dünya hegemonyası kurma sanrısına kapıldı. Yayıldıkça yayıldı, fetih ardı fetihler yaptı ancak bu yayılış hiçbir zaman gerçekçi bir mali denge üzerine yapılmadı; çöküş kısa sürede geldi. Tek kutuplu dünya, bölgemiz Ortadoğu’da ikame edilmek istenen Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşüyle birlikte çöktü. Bölgemiz halkların direnişi bu sürece son noktasını koydu.
Dönem kutupsuz bir dönemdir. Kutupsuz dünya riskler, handikaplar dünyasıdır. Devletlerin baş belası “stratejik belirsizlik” tastamam bu dönemde anlam bulur. Ancak güç dengesi, boşluk tanımaz bir biçimde dolacaktır. Veriler işareti ise, çok kutuplu dünya güçler dengesine doğru kaymaktadır.
Ancak bu kutupsuz dönemden geçerken, gerileyen ABD ya da kuklalarının dünyayı kanlı bir baskınla yüz yüze bırakma ihtimalleri az değildir. ABD kendinden çok, kuklalarının yarattığı tehlike korkusundadır. Bu tehlikenin Uzakdoğu’da Kuzey ve Güney Kore gerginliğinde bulduğu anlam, bölgemiz açısından İsrail kaynaklı pimi çekilmiş bir bomba gibidir.
İsrail’in stratejik hesapları, İran’ın nükleer santrallerine saldırıyı yaşamsal bir gereklilik olarak belirlemiştir. ABD yaşamakta olduğu gerileme döneminde böylesi bir maceraya esir düşme kaygısında ve İsrail’in her davranışından ürküntü duyar hale gelmiştir. İsrail bu yanıyla, ABD için taşınmaz bir kambur olarak beliriyor. Bu ise, evrensel bir risktir. Bölgeyi olduğu kadar dünya barışını tehdit eden bir durumdur.
Bölgemizi ve dünyamızı, kutupsuz dünyanın güçler dengesi sürecinde insanlığı kıyıma maruz bırakacak maceralardan korumak büyük önem taşımaktadır. Bu yükümlülük öncelikle bölgemiz halklarının omzundadır. Daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük bu sürecin en önemli sigortasıdır. Bunun için ülkelerimizin demokratik açılım süreçlerinin gerçekçi tarzda derinleştirilmesi gerekmektedir. Bunu başaramamış ülkeler ve halklar evrensel riskin orta yerinde ciddi zararlarla yüz yüze gelmeye mahkumdur.
***
Soğuk savaşın bitimiyle başlayan yeni güç dengesi, tek kutuplu bir dünya yaratmıştı. Tek kutuplu dünya, evrensel ilişkileri tarihinin en riskli dönemine getirmişti. Bir çöküş dönemi, baskı, savaş ve işgallerin, kanlı kıyımların dönemi tek kutuplu dünya dönemi olarak belirdi.
Ancak bu da uzun sürmedi; yükseliş ve düşüş kanununun her büyük gücün boynuna giyotin gibi inişi ABD için de geç kalmadı. Tek kutuplu dünya hızla çökmeye yöneldi.
Varlıklarını daha çok üretime değil de daha çok yayılmaya ve savaşlara akıtan güçler, maliyeti karşılanamaz stratejilerinin altında ezilerek gerilerler. Gerileme ağır da olsa etkisini zaman içinde tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu süreç gerileyen büyük güçler açısından olduğu kadar, evrensel ilişkiler açısından da büyük bir handikap olur; tek kutuplu dünya koşullarında yeryüzünde her türden dayatmayı yapabilen büyük bir gücün ahtapot gibi yayılmış ilişki ağları onu aynı rolü oynamak için maceralara da sürükleyebilir. İstemese de başaramayacağını bilse de istemediği süreçlere çekilebilir.
Tek kutuplu dünya sona ererken ABD, dünyanın değişik bölgelerinde bu türden ilişkilerinin esiri olarak altından kalkamayacağı maceralarla yüz yüze kalma tehdidi altındadır. Uzakdoğu’da Güney Kore, Ortadoğu’da İsrail ABD için böylesi bir kumpas oluşturmakta.
TARİHTE GÜÇLER DENGESİ
İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir denebilir.
Roma’ya kadar geri dönelim, daha da eskiye (Sümer, Akad, Asur, Mısır, Hitit, Persler vd). Dünya güçler dengesinin evrensel insan ilişkilerini kapsamlıca şekillendiren bir unsur olarak rol oynadığını göreceğiz. Bu roller her zaman gelir sağlama kapasiteleriyle askeri harcamaları arasındaki dengelerce” ve komşularıyla rekabet içinde yaşanan gerileme ve ilerlemelerle şekillenmiştir. Bu dengelerin başarılı örneğini veren Roma, insanlık tarihini yüzyıllar boyunca etkilemiştir; uygarlığın gücün ya da güç uygarlığı olarak Roma’nın parmak izleri o günün yeryüzünde cereyan eden tüm ilişkileri belirliyordu. Yeni şehir kuruluşlarıyla, kültür ve askeri varoluşlarıyla Roma, tek kutuplu bir dünyanın simgesiydi. Ancak o da uygarlıkların yükseliş ve düşüş kanunlarına boyun eğeceği bir kesitle yüz yüze gelmekten kurtulamadı. Yayılmacılığını, askeri maliyetlerini karşılayacak bir fetih alanı kalmayınca Roma da çöktü. Roma, karşılanması mümkün olmayan giderlerin altında Büyük İskender’in komutanlarınca parçalara ayrıldı.
Roma’nın çöküşü sancılı bir süreçti. İç dengeler bir kez bozulunca, yeniden toparlamak imkansız gibiydi. 395’de büyük Theodosius Romanın uçsuz bucaksız topraklarını iki oğlu, Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında pay ettiğinde Roma da tarih olmuştu.
Bizans bu sürecin sonucu büyük bir güç olarak insanlık tarihinde yerini aldı; Akdeniz-Karadeniz havzaları, güneyde Suriye-Mısır-Libya, kuzeybatıda Tuna, Balkanlar yarımadası, doğuda Kürdistan, yaklaşık olarak bugünkü İran sınırlarına kadar, o günün dünyasını denetim altında tutuyordu (Aguste Bailly, Bizans imparatorluğu tarihi). İnsanlık kültür tarihini Bizans kadar etkileyen bir başka büyük güç olmadığı iddia edilir. Bu doğrudur. Ancak bu güç kendi dengeleri içinde, tarihe “Bizans oyunları” olarak geçen çürümeden kendini kurtaramamıştır; bu çürüme büyük güçlerin çöküşüne neden olan genel geçerli kuralların Bizans’ı da kapsadığını göstermekteydi. Bizans da çöktü.
Bizans’ın çöküşü, kutupsuz bir dünya güçler dengesiyle sonuçlandı. Kutupsuzluk evrensel risklerin dünyasını, kaosların handikap dünyasını kaynatan önemli bir etmendi. Büyük güç gerilerken eski etkinlik psikolojisinin maceracı sürüklenişlerinden kendini alıkoyması çok güçtür. Bizans gerileyişiyle birlikte oluşan kutupsuz dünyada, maceracı girişimlerin esiri oldu. Bu ona çevresindeki küçük güçlere, parça parça yem haline getirdi. Bu süreç Arap-İslam uygarlığının büyük güç olarak ağırlığını koymasına kadar sürdü.
Büyük güçlerin çöküş kaderi bu süreçte çöken her büyük güç açısından aynıydı; yayılmacılığın yüklediği harcamalar gelir kaynaklarıyla karşılanamadı. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.
Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci gerileme sürecidir. Bu süreç bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder.
İslam uygarlığı, 7.yy dünyasının boşluğunda büyük güç olarak yeryüzüne ağırlığını ortaya koymuştur. Bizans iç sorunlarıyla olduğu kadar, gerileme döneminde de olsa korumakla yükümlü olduğunu varsaydığı ilişkilerinin sürüklediği büyük açmazlarda hızla çöktü. İstanbul fethi, 500 yıldır büyük güç olmaktan tamamen çıkmış, küçük bir alana sıkışmış olan Bizans’ın fethiydi. Ancak bu fetih bir simgesel veri olarak Osmanlıyı büyük güç olarak tarih sahnesine çıkarıyordu.
Doğanın kanunudur, hiçbir şey vardan yok edilemez. Bizans, İstanbul fethinde (1453) bir büyük güç değildi. Bu konumunu yüz yıllar önce kaybetmişti. 8.yy ve 13.yy Arap-İslam imparatorluğundan başka hiçbir güç, bir tahta parçasını bile Akdeniz’de yüzdüremezdi. Ancak Bizans bir uygarlıktı, bir kültürel birikimdi. İstanbul’un fethi, var olan bu uygarlık birikimlerini yok edemedi, olan anavatan coğrafyasından bir göçtü. Avrupa merkezli dünyanın başlangıcı da, Reform ve Rönesans’ın yükselişi de Bizans’ın göç eden uygarlık birikimlerinin eseri olmuştur. İstanbul’un fethi Osmanlı’yı bir büyük güç olarak dünya güçler dengesinin hükümranlığına getirirken, Doğu’nun karanlık dönemleri de başlamış oluyordu.
Avrupa merkezli büyük güç dengesi 16. yüzyıldan itibaren farklı bir boyut alarak gelişti. Köleci ya da feodal uygarlıkların, talan ve gasp üzerine kurulu varoluş süreçleri; anavatanda etkin üretim süreçlerine, sanayi gelişimine, ticaretin yeryüzünü bir pazar ortaklığına götüren yeniden yapılanmayla sonuçlandı. Bu yeniden yapılanma büyük güçlerin yükseliş ve düşüşlerine ait genel geçerli kıstasları değiştirmedi, ancak araçlarında farklılıklar yarattı.
Arap-İslam uygarlığı, Roma-Bizans egemenliğini sona erdiriyordu. Moğol istilaları ise Arap-İslam uygarlığının egemenliğini çökertiyordu. Osmanlı’nın doldurduğu boşluk, Reform ve Rönesans Avrupası’yla geriletilerek büyük güç sürecini farklı figüranlarla doldurdu. Bu dönemin gücü kapitalizmin şafağında doğan ulusun gücüydü.
Ulusal güç, bugünün de güç ifadesidir. Tröstlerin, uluslararası kartellerin, tekellerin varlığı bu gerçeği hiç değiştirmedi. Kapitalizm çağı ulusal güç çağıdır. Uluslararası olan, üretimin tarzı değil siyasetin boyutudur. Bu belirlemeyi kavramak güç algısı ve dengelerini algılamak kadar önemlidir.
Bugün yaygınlığına, uluslararası pazar ilişkilerine ve etkinliklerine rağmen kapitalizm bir ulusal güçtür. Belli bir ülke, ulus, coğrafya merkezlidir. Evrensellik bu yanıyla bir uzantıdır, bağlantıdır; üretimin karakteri değildir. Küresel üretim, üretimin küresel ölçekte bilgi katılımıyla, belli bir ulusal aidiyet olmaksızın ve belli bir ulusal güç için kaynak olarak işlev görmeksizin oluşan üretimdir. Bu üretim tarzı henüz egemen değildir. Kapitalizmin kanatları altında, tıpkı kapitalizmin bir dönem feodal karlıkların kanatları altında yükselişi döneminde feodal üretim olmadığı gibidir; küresel üretim tarzı, kapitalizmin kanatları altında büyüme, olgunlaşma dönemindedir. Bu dönemin sonucu yenidünya güçler dengesiyle de sonuçlanacaktır. Ancak bugün dünya güçler dengesini belirleyen, hala ulusal güç olmaya devam etmektedir.
20.yy’a girerken geçmişin birikimleri üzerinde yükselen ulusal güç, 19.yy içinde kendine özgü bir dünya güçler dengesi şekillendirmiştir.
Bu sürecin önemli bilinmesi gereken ve konumuzun ana temasını oluşturan verileri şunlardır:
Birincisi; Büyük güçlerin çöküş kaderi, çöken her büyük güç açısından aynıdır: yayılmacılığın yüklediği harcamaların gelir kaynaklarıyla karşılanamaması. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.
İkincisi; Büyük gücün çöküşü birden bire olmaz. Dünya güçler dengesi büyük gücün çöküşüyle birlikte bir kutupsuz dünya ortamına girer. Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci bu süreçtir; bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder. Bu süreç aynı zamanda insanlığa acımasız kıyımları dayatan kırılma sürecidir. Bu süreç, sıradan bir küçük gücün, gerileme sürecindeki büyük gücü yıkımlara sürükleyebileceği dengesiz ortamları yaratır.
DÜNYANIN DEMOKRATİK DENGESİ
19.yy sanayi devriminin sonuçlarınca oluşan dünya güçler dengesi, İspanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Avusturya-Macaristan, Almanya emperyalist çıkar mücadelelerinin I.Dünya Savaşı’yla sonuçlanan Mihver – Müttefik güçlerince şekillenmişti.
20.yy Sovyet devrimi, güçler dengesine yeni bir açı kazandırdı. Reform ve Rönesansın çok kutuplu dünyası, bir anlamıyla açılımın, ucu açık özgürlüklerin, bırakınız yapsınlarda anlam bulan liberalizmin öncülüydü. Ulusların gücü dünya güçler dengesini oluştururken, yerkürenin yeni alanları da üretim ve pazar sürecine etkin olarak katılıyordu.
Avrupa çok kutuplu güç dengesini sömürge ve pazar paylaşımlarında yeniden düzenlemeye yönelirken, insanlığa dayatılan akıl almaz savaşların yıkım bilançosu, ancak iki dünya savaşının ardından gergin bir dengeyle istikrar kazanıyordu. İki kutuplu dünya bunun bir sonucudur.
20 yy çok kutuplu süreçten iki kutuplu sürece, insanlık tarihinin en demokratik ve en büyük özgürlük hareketlerine zafer kapılarını açan bir yüzyıldı.
Mazlum ülkelerin, halkların insanlık tarihinde yeni bir aşamayı ifade eden yeni türden bir siyasal egemenliğin gücüyle daha çok özgür olmaya ve daha çok hak talebiyle demokratik süreçlerini kurmaya çalışan halkların ayağa kalktığı bir yüzyıldı. Küçük ve mazlum uluslar, bu yüzyılda her türden baskıya, sömürü ve sömürgeci girişimlere karşı mücadele edebilmiş, bu mücadeleyi uluslararası ölçekte ve devletler topluluğu nezdinde destekleyecek bir etkinlik bulmuştu. Sovyet devrimi bunu sağlayan en önemli faktör olarak tarih sahnesindeki yerini alıyordu.
II. Dünya Savaşı, emperyalist güçler arası bir pazar paylaşım savaşı olarak gelip dayatınca, Alman emperyalizmi savaşın ana amaçlarından biri olarak Sovyet sistemini ve egemenliğini yıkmayı amaçlamıştı (Barbarosa Harekatı 22 Haziran 1941). Savaşın müttefik güçleri ise bu süreci sonuna kadar gözleyerek Sovyetlerin yıkılmasını beklemişti. Savaşı ters yüz eden Sovyet başarıları, müttefiklerin savaşa daha çok asılmalarını tetikledi ve Nazi yayılmacılığının önünü kesmeye götürdü.
II. Dünya Savaşı bitiminde Berlin’de yüz yüze gelen ve Alman başkentini ikiye bölen ordular, aynı zamanda dünyanın iki kutuplu bir güç dengesine yönelimini de belirlemiş oldular. Yarım asırlık dünya tarihi (1945-1990) iki kutuplu bir dünya olarak, insanlığın evrensel ilişkilerini belirleyen süreci açmış oldu.
Dünyanın demokratik dengesi denebilecek süreç burada başlar; bir yanda Sovyetler, diğer yanda emperyalist güçler; bir yanda Varşova Paktı diğer yanda NATO Paktı, yeryüzündeki ilişkileri belirleyen dengeleri üretiyordu. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde herhangi bir nedenle ortaya çıkan irili ufaklı her olay ve sorunda gözü kapalı tutum alınan bir süreç böyle oluştu. Sağcılar-solcular çağı, Fransız Devrimi parlamentosundan arta kalan haliyle bu kesitte yeniden güncellenmiş oldu. 1917 Sovyet devrimiyle başlayan, yaklaşık 100 yıllık bir süreçte saflar böylesi bir güç dengesinin ürünüydü.
Dünya güçler dengesinin bu serüveni, ekonomik zemin üzerinde genel geçerli soyutlamalarla ifade edilebilir. Bu yaklaşımın üzerine oturduğu olguları ekonomik zeminde irdeleme algısı, kaba bir determinist yaklaşımın her şeyin belirlediği anlamına gelmez. Bu sonuçları etkileyen ve tetikleyen birçok unsur bulunuyor; jeo-stratejik konum, örgütlenme, özgürlük istencinde anlam bulan bir dizi siyasi haklı talebin etkisi, ulusun sorunları karşısında gösterdiği refleksler vb önemli rollere sahiptir. Sovyetlerin yükselişinin iki kutuplu dünya güçler dengesinin oluşumunda bu türden verilerin önemle rol oynadığını görmek güç değildir.
II. Dünya Savaşı’nın ardından soğuk savaş dönemi açılışını yaptı (18 Mart 1949). Yeryüzünde eşi görülmemiş bir kutuplaşma dönemi açılmış oldu. Her şey ak ve karaya büründü. Kapitalizmin pazar açılımlarıyla, nüfus alanları ve etkinlikleriyle tarihte eşine rastlanmayan lojistik destekleriyle süren amansız bir savaş; yer yer sıcak çekişmelere sahne olan (Kore Savaşı), yer yer nükleer savaşın eşiğinden dönülen (Küba olayı) bir süreç.
Bu süreci, yıllar önce yazdığım makalelerde şöyle ifade ettim “Soğuk Savaş, Amerika senatosunda 18 Mart 1949’da okunan Kuzey Atlantik anlaşması bildirgesiyle resmen başlamıştır” (Mihrac Ural,10 Haziran 1999, makale; Soğuk Savaşın Sonu )
Bir başka makalemde de “NATO, Amerikan Dışişleri Bakanlığının, 18 Mart 1949 tarihinde okuduğu Kuzey Atlantik Antlaşması’yla kurulmuştur. Kuruluş için yapılan çalışmalar sırasında önemli muhalefet şerhleriyle karşılaşmıştır. En dikkat çekici olanı, Amerikan Senatörü Robert A. Taft’ın kongredeki tartışmalarda söyledikleriydi. “Kanımca dünya barışını korumak yerine bir üçüncü dünya savaşını getirecek bir anlaşmaya oy kullanamam”. İşte bu kaygı, 50 yıl sonra her şeyin lehlerine çözüldüğü açığa çıktıktan sonra, senatörün sözleri gerçeğe dönüşüyor gibidir. Ola ki bir dünya savaşı çıkmayacaktır. Ancak büyük bir savaş tehlikesi bu gün gelip çatmış gibidir. Bugün, Sırplara yöneltilen saldırının dar boyutlu kalmayacağı açıktır.
NATO, kuruluşundan bu yana soğuk savaş üzerine kendini sistematize etmiştir. Bunu sürdürmüş ve bu psikolojik ortamın ürünleriyle beslenerek gelişmiştir. Bu teşkilatın, en büyük yalanlarından biri sosyalist bloğa karşı kurulduğu iddiasıdır. Daha sonra geliştirilen ve tüm örtüleri bu yamalı bohçadan üretilen komünizme karşı olma iddiası, öncelikle tarihle çelişkiliydi. Zira Varşova Paktı 14 Mayıs 1954’te kurulmuştur; NATO’nun kuruluşundan tam beş yıl sonra. Üstelik Varşova Paktı, NATO’nun hızla belirginleşen Sovyetleri kuşatma, sosyalist ve halk iktidarlarını kıskaca alma girişimlerine 23 Ekim 1954 tarihli Paris toplantısında NATO’nun Batı Almanya’yı da içine alma girişiminin kışkırtıcı tecavüzü sonucu kurulmuştur. Bu yanıyla NATO, baştan itibaren soğuk savaşın tek taraflı mimarı ve ilk mütecaviz taraf olarak işe koşulmuştur. Bugün, Sovyet sistemi ekonomik, sosyal ve siyasal olarak çökmüş olmasına karşın, NATO’nun yaşatılma ve yeni görevler üstlendirilme ısrarı buna yeterli bir gösterge olsa gerek.
NATO’nun başlattığı soğuk savaş, 90’lı yıllarla birlikte aşağı doğru çekilerek etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler, müttefiklerin rakiplerinden geriye kalanlara son darbeyi vurma fırsatı yaratmış oldu. Bunun ardından, Körfez Savaşı’yla kontrol ettikleri, tepkilerini ölçtükleri karşıtlarını en hassas yerlerinden vurarak, dengeyi kayıtsız şartsız lehlerine çevirmeyi hedeflediler. Soğuk savaş dönemi boyunca 90’lı yıllara kadar, NATO’nun tüm dünyayı kapsayan sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri kuşatma Sosyalist Bloğu ağır maliyetler altına alarak çökmeye kadar götürdü. Ancak bu çöküş geride dev bir askeri aparatın kalmasını engelleyemedi. Bu da NATO’nun var oluş gerekçesinin en önemli bahanesiydi.
Alt yapısı tamamıyla çökertilen sosyalist bloğun elindeki son etkinliğin de alınması gerekiyordu. Dünyanın demokratik dengesini sağlayan iki blok çekişmesi yok edilerek tekelci, tek boyutlu bir “Yeni Dünya Düzeni” oluşturulmaktaydı. ABD, bu yeni sistemin, Ortaçağların egemen imparatorluklarını aratmayacak hükümranı olarak, karşısında hala ayakta durarak direnen ve etkinlik oluşturan sosyalist blok artığı askeri güce diz çökertmeyi “son engelin aşılması” olarak değerlendirmektedir. Nitekim bunun ilk yoklamaları münferit hadiselere müdahale ederek, Liberya’dan Panama’ya, Libya’dan Lübnan’a, değişik alanlardaki irili ufaklı askeri müdahalelerle yapılmıştır. Ve sonunda Körfez Savaşı’yla nitelik bir sıçrama yapılarak son durağa gelinmiştir. Körfez Savaşı son düellonun ilk adımıydı. Bu, geçmişi sosyalist blok yanlısı olan üçüncü dünya ülkelerinin arkasındaki desteğin bittiğini dünyaya ilan etmek kadar, sosyalist sistem artığı Rus askeri varlığının ölüm döşeğinde olduğunun da bir işareti olacaktır. Buradan aralanacak kapılar, dev boyutlu karlı ekonomik yatırımlar anlamına gelecektir. Bu tür adımlar, Birleşmiş Milletler kararının meşruiyeti adı altında yapıla geldi.” (Mihrac Ural, 25 Mart 1999, Makale; Soğuk Savaşın Son düellosu NATO-SIRP Savaşı )
Bu süreç zorluklarına, insanlığı üç kuşak boyunca kaskatı hale getirmesine, tarihin en büyük silahlanma yarışının dayatılmasına karşın; mazlum halkların, ülkelerin nefes alma çağıydı. Mazlum halkların, birleşik emperyalist vahşet karşısında yalnız olmadığının ve hak alabilme şansını kullanabileceğinin bilincine vardığı bir çağdı. Geri ülkelerin ulusal kurtuluş savaşlarını yükseltebilmeleri de dünya güçler dengesinin iki kutuplu olmasıyla yakından ilgilidir. Ancak büyük güçlerin çöküşüne ait kanun burada da giyotin gibi işlemeye başladı. Kaynakları kısıtlı olanlar, kaynakları daha geniş olanlar karşısında gerilemekten kurtulamadı; İspanyol denizcilerinin söylediği gibi “zafer en son escudo kimdeyse onundur” .
Sovyetlerin çöküşüdür bu (1990).
Yugoslavya’nın parçalanmasıyla soğuk savaş son nefesini verdi. Sovyetler, nüfus alanlarına son hamlelerinde taraf olamayacak kadar takatten düşmüştü; sürecin alacağı yeni şekillenişe boyun eğmekten başka bir seçeneği de bulunmuyordu. Yeryüzünü tek kutuplu vahşetin rahmeti kaplamış oldu. Öyle ki, BM teşkilatı bile ABD’de anlam bulan tek kutuplu dünyanın kukla kurumu haline gelmiş oldu. II. Dünya Savaşı’nın bir eseri olan BM, kimsenin hakkını koruma durumunda olmayan, güçlünün dünya ölçeğindeki dayatmalarını tasdik etmekten başka işlevi olmayan bir kurum haline gelmiş oldu.
GLOBAL DEVLET TERÖRÜ
Tek kutuplu dünya güç dengesi, kalıcı bir özellik değildi. Bilginin, teknolojinin, sermaye dönüşümünün, kaynakların akıl almaz bir hızla eşitsiz ve dengesiz geliştiği bir koşulda yeryüzünde tek kutuplu oluşumu besleyebilecek bir kaynak olamazdı. Hitler Almanyası’nın, 1000 yıllık Nazi egemenliği rüyasının çöküş hızına benzer bir hızla ABD’nin tek kutuplu egemenliği çökmekten kurtulamadı.
II. Dünya Savaşı’nın ardından askeri yayılmanın, savaşların, böl yönet ve yıkımların getirip biriktirdiği kaynak sorunları 1990 sonrası tek kutuplu dünyanın yükleriyle kaldırılamaz hale geldi. 11 Eylül gerekçesiyle, yeniden fetih hareketine girişen ABD, 1000 yıllık egemenlik kurgusunu pompalayan yeni muhafazakar çevrelerin esiri olarak, karanlıkların içinde insanlığa pervasız bir ölüm dayatmıştı. Bu süreci yıllar önce yazdığım bir makalede şöyle dile getirdim:
“Global devlet terörü, dolaysız olarak dünya ölçeğinde ABD tarafından temsil edilip yürütülmektedir. Bu terör şirketinin bölgemizdeki pazarlamacısı ise İsrail devletidir. Öyle ki, İsrail bugün insanlığın ezici çoğunluğunun bilince çıkartarak açığa vurduğu gibi, dünya istikrarını tehlikeye düşüren bir numaralı ülke konumundadır. Bu iki ülke arasındaki terör üretim birliği, ABD’de yeni muhafazakarların (neo-con) Yahudi kökenli şahinler ekibiyle iktidar olmasından sonra, çok ilkel bir mistik dini kader ve değer birliği etrafında hedef birliği haline dönüşmüştür.
Cumhuriyetçisiyle, demokratıyla ABD yönetimleri, İsrail’i stratejik bir ortak olarak görür. ABD yönetiminde dizginleri eline alan şahinler ekibinin temel kadrolarının Yahudi kökenli olması, Maliye bakanı ve ABD Merkez Bankası başkanının da ayni kökenden olması ve dev medya tröstlerini elinde tutanların da bu kökten gelmesini bir arada irdelediğimizde bu ortaklığın gücü daha iyi anlaşılmış olur. 1996’da hüküm süren azılı terörist Bünyamin Netanyahu hükümetine stratejik palanlar hazırlayan D. Feith, Karanlıklar Prensi R. Perle, P. Wolfowitzz, E. Abrams gibi Afganistan ve Irak işgalinin planlayıcılarının aynı planları Bush yönetiminin 2003 ABD stratejik planları olarak kabul ettirmesi, bu dayanışmanın ne tür boyutlar aldığını anlamamıza yardımcı olacak mahiyettedir. Ayrıca, Neo Conlar bu ortaklığı tanrısal bir vahinin mutlak yasası olarak bir üst boyutta algılar. Hıristiyan olarak yeniden doğan, hidayete eren ABD başkanı Bush kendisini (bu tanımlama gençliğine her türden yanlışı yapıp tövbe eden kiliseye kendini adayanlar için kullanılır), kutsal kitabın ilkel yorumlarından bir türünün gereği ve mensup olduğu Evanjelik mezhebi inancına göre, Mesih’in zuhur edeceği çağın başlaması için gerekli olan Tevrat’ın “büyük İsrail” ütopyasını gerçekleştirecek tanrıdan vahi almış misyon adamı olarak görmektedir.
Bu ilahi hak gereği de ABD ve İsrail’in çıkarları ile Batı değerleri arasında bir çelişki kalmadığı söylenerek, insanlığa karşı işlenecek her türden suçun (siz bunu terör olarak okuyun) mubah olduğu, suçlanamayacağı belirtiliyor. Böylece Irak halkı istemese de devletleri yıkılıp toprakları işgal edilerek insanları her gün onlarca katledilerek, “demokrasi” götürülmesi hak yolunda bir çaba olarak görülür.
Aynı şey, İsrail’in Filistin Arap halkına çektirdikleri de bu kutsal hizmetin sınırlarını genişletmek anlamına gelir. İnsanı çileden çıkartacak bu iddiaları devlet terörüyle her an eyleme dönüştürenlere karşı tepki olarak beliren terör, özelikle de İslam alemindeki kimi çevreler nezdinde meşru görülüp taraftar toplaması kaçınılmaz olur. Burada soru, bu yıkım tezgahlarına karşı nasıl da daha korkunç terör türleri üretemediğine şaşılır; verilerin bu yöne işaret ettiği ise yadsınamaz. 11 Eylül 2001’de New York’ta, kısa süre önce Fas’ta, Endonezya’nın Bali adasında, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta ve bu gün İstanbul’da gündeme gelen terör eylemleri bu gelişmeye birer örnek teşkil etmektedir. Ve ne hikmetse, ABD ve İsrail nerede ve nasıl terörü yok etme adına giriştiği her adımda, ABD Afganistan ve son olarak Irak’ta, İsrail Filistin topraklarında, Cenin’de, Gazze’de, karşısında daha da acımasız bir global terör ve daha haklı ve direngen bir halk hareketiyle karşı karşıya kalmıştır.” ( Mihrac Ural, 16 Kasım 22003, makale; “Terör Bir Sonuçtur” )
Tek kutuplu dünya güç dengesi bölgemizde kırıldı. Yeni dünya düzeni adı altında Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü, Afganistan, Irak savaşları ardından Lübnan Savaşı’nda noktalandı (12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan saldırısı ve 33 günde çöken umutlar). 15 yılda çöken ve gerileyerek bugünkü kutupsuzluğa uzanan dünya güçler dengesinde riskler, geçmişten çok daha tehlikeli handikaplar yaratarak insanlığı tehdit eder hale geldi.
Soğuk savaşın gerginlik içinde barış diye özetlenebilecek süreçleri, tek kutuplu ABD hegemonyasıyla insanlığı kanlı süreçlerle yüz yüze bıraktı. Artık suni ya da gergin dengeler değil; kırılan dengeler, son düellolar, “Yaratıcı Anarşi”, “Aktif Savunma”, “Önleyici Darbe”, “Temiz Eller Operasyonu” gibi insanlığa karşı işlenen suçlarında anlam bulan önü alınmaz bir saldırı dönemi açılmıştı.
Her yükselişin düşüşü yaklaşık aynı nedenlerle ABD içinde gerçek oldu. Askeri işgal yaygınlığının emdiği sonsuz olanaklar, yanlış mali politikaların geri dönmeyen kredileri ve patlak veren ekonomik krizlerle Bush dönemi kapanırken tek kutuplu dünya; çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde kutupsuz bir güç dengesine gelip dayanmıştır.
ABD artık çekiliyor. Ağır bir hezimet alarak çekiliyor. Hiçbir askeri girişimi, istediği hiçbir siyasal sonucu yaratamadı. II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu askeri egemenlik, her uygarlığın askeri boyutta yönelimiyle birlikte, varlık kaynaklarını tüketmesi sonucuyla yüz yüze kaldı. Obama yönetiminin stratejileri, yıkılan 15 yıllık imparatorluğun geri çekilirken ayakları üzerinde nasıl döneceğinin kurgularıyla meşguller. Bu da çok riskli süreçlerden geçerek gündemdeki tedirginliği korumaktadır.
ABD gerileyen bir güç. Ancak bu bitmiş bir güç anlamında değildir. Amerikan aklı saldırgan, atak, pervasız bir okyanus ötesi güçtür. Gerilemesi, evrensel ölçekteki prestiji için bir şey yapamayacak hale geldiği anlamına gelemiyor.
İSRAİL EVRENSEL BİR RİSKTİR
İsrail devleti bir terör devleti olarak, bölgemize yapılan tarihsiz ve bir o kadar talihsiz dayatmadır. II Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın işlediği insanlık suçlarına karşılık ödenen bir kefaret fidyesidir. Üstelik, fidyeyi Avrupalılar değil, Filistinliler ödemiştir. İsrail devleti, Filistin halkının anavatan toprakları üzerine konumlandırılmış, zorunlu ve psikolojik baskıların göçleriyle belli bir nüfusa da kavuşturularak tarihte eşine ender rastlanan bir devlet olarak konumlandırılmıştır.
Bu devlet, II. Dünya Savaşı’nda eğitimli, deneyimli subay ve askerlerin Siyonist ideolojiyle kuşatılmış algılarının omzunda yükseldi. II. Dünya Savaşı’nın deneyimli pilotları, hatta generalleri savaş artığı en güçlü silahlarla Siyonist İsrail ordusunu kurdu. Toplumların tarihsel evrim süreçlerine ait bir arka plana sahip olunmadan dayatılan bu kuruluş bölgemizin olduğu kadar, dünyanın da en büyük ve en karmaşık sorununu yaratmıştır. Bu aynı zamanda evrensel barışın en zayıf halkası olarak beliren bölge sorunlarımızın da temelidir.
İsrail devleti bir savaş devleti olarak kuruldu. Bir terör devleti olarak da yaşamını sürekli savaş ortamı teorisiyle sürdürdü. Bu varoluş tarzı yayılmacı dokusuyla Siyonizm ürünüdür demek yanlış olmayacaktır.
Siyonizm emperyalist bir siyasal perspektiftir. İngiliz emperyalist sermayenin anavatanında Yahudi sermayesinin ortaklığıyla düşünsel olarak şekillenip büyümüştür; kadim Yahudi söylenceleriyle, Tevrat’ın müphem hikayeleri kaynaştırılarak, ilgisiz olduğu Yahudi halkının kutsal umut platformu haline getirilmiştir. Siyonizm bu karakteriyle yayılmacı bir düşüncedir, II. Dünya Savaşı’nın kanlı kıyım cephelerinden gelen savaşçı güç ve askeri aparatlarla soğuk savaş dönemini, bölgemizde II. Dünya Savaşı’nın devamı olarak sürdürmüştür.
Anavatan algısından yoksun, başka bir halkın toprakları üzerinde zorla dayatılmış, savaş ve yayılmacılığı Siyonizm adı altında amaç edinmiş bu devletin, bölgemizde hiçbir ortak tarihi olmaksızın konuşlanması, bölgeye kaçınılmaz olarak kesintisiz bir savaş hali içinde yaşamayı getirmiştir. Güvenlik doktrini da buna göre şekillenmiştir; “Siyonistin siyonistten başka dostu yoktur, baki kalan herkes düşmandır” tezi Yahudi halkına da dayatılmış kesintisiz savaş kefaretidir. Yahudi halkının tarih içinde çekip geldiği acıların bu tarz yöneticiler elinde bulduğu anlamın bu gün de yeni acılara doğru yelken açtığına önemli bir göstergedir.
İsrail devleti aynı zamanda ırkçı bir Nazi devletidir. Filistin halkına ve insanlığa karşı işlediği cürüm Nazileri çoktan geride bırakmıştır. Bu yöntemlerle kurgulanmış İsrail devleti varlığını kaçınılmaz olarak dış güçlere dayamaya mahkumdur. Bu da bölgemizde emperyalist güçler adına ne türden işlevler üstlendiğini göstermeye yeterlidir. Bölgemizde ikamesi başarılamayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Lübnan Savaşı’yla (12 Temmuz 2006) yıkılması ardından, daha da tehlikeli maceralar için hazırlıklara yöneldiği tespit edilmektedir.
Kutupsuz dünya güçler dengesinin benzer riskli ülkelerinden biri de Güney Kore’dir. Kore soğuk savaşın en sıcak alanı olarak bu gün de varlığını sürdüren gergin dengelerin alanıdır. Yarım asrı aşan savaş hali, hala geçerliliğini bir kıvılcım bekler haliyle sürdürmektedir. 26 Mart 2010 tarihinde batırılan Güney Kore savaş gemisiyle ilgili gündeme gelen sorunun yarattığı risk, gerilemekte olan büyük güçleri de sert tutumlar almaya sürükleyebilecek ortamları yaratabilmektedir. Bu risk bir dünya savaşı anlamına gelmese de evrensel bir kaosa yol açabilir.
Bölgemizde Siyonist İsrail, her yönüyle böylesi kaosların, risklerin maceracı sürüklenişlerin katıksız temsilcisi olarak durmaktadır. Bin kez başarsa da bir kez yenildiğinde her şeyiyle tarihe gömülecek böylesi tarihsiz ve köksüz savaş kışkırtıcısı devletlerin kaybedecekleri bir şey olmadığı düşüncesiyle, insanlığa büyük zararlar vermekten çekinmeyecekleri açıktır.
ABD’nin tarih serüveninde bir yayılmacı güç olarak insanlığa neler dayattığı ve hala bunu sürdürdüğünü göz önüne alırsak İsrail yayılmacılığının, güvenlik doktrininde anlam bulan sürekli savaş hali, bu riski yakın bir gerçek olarak dayattığından söz etmemiz abartılı olmayacaktır.
İsrail, Araplarla yaptığı tüm savaşları başlatan taraf olarak, büyük ölçüde çevresini sindirmiş bir askeri güçtür. Nükleer güç sahibidir. Bu güç nötron bombası üretebilecek teknik ilerlemeler kaydetmiş, yeryüzünün dördüncü askeri kuvveti olarak kendini konumlandırmıştır. Bunun verdiği cahil aymazlığıyla, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin sonu gelmez lojistik desteğiyle, güvenlik doktrininin her farklılığı, bölgenin yükselen her gücünü kendi stratejik varoluşuna bir tehlike olarak algılamaktadır. İran bu açıdan İsrail tarihinin kayda değer, en tehlikeli düşmanı olarak algılanmaktadır.
YÜKSELEN GÜÇLER
Makalemin konusu kutupsuz dünyada evrensel risklerdir. Ancak tek kutuplu dünyanın çöküşü ardından oluşan kutupsuzluğun sürekli olmayacağını belirttim. Bu boşluğun, çok kutuplu bir dünya güçler dengesine doğru gittiğini ifade etmek yanlış değildir.
Çin, Hindistan, Brezilya, İran yeniden Rusya gibi ülkelerin farklı kombinezonlarda oluşturacakları etkinlik dünya güçler dengesinin şekillenişini sağlayacaktır.
İran’ın orta ölçekli bir güç olarak bölgemizdeki yükselişi, dünya güçler dengesi içinde nasıl bir konumlanışı getireceği ayrı bir tartışma konusudur. İran kendi yerini yakın geleceğin güçler dengesindeki şekillenişte alacağı ise tartışma götürmez bir gerçektir.
Makalemizin konusu açısından İran’ın yükselişi, İsrail’in gerileyen ABD gibi büyük güçleri tehlikeli bir maceraya sürükleme arzusuyla ilgilidir.
İran, kararlılığıyla, yükselen gücüyle, kapsadığı etki alanı ve kaynaklarıyla bölge tarihinin en önemli gücü haline gelmiştir. İran, tarihin derinliklerinden gelen bir uygarlık gücüdür de. 2500 yılı aşkın hiçbir güç tarafından istila edilememiş bir ülke psikolojisiyle bölgede inatçı bir dik duruşla yoluna devam etmektedir. Dünyanın “orta ölçekli” denilen büyüme eğilimi içinde çevresiyle kudretli bir varlığa dönüşebilecek bir güçtür. İsrail Siyonistlerinin uykularını kaçıran bu güç, binlerce km uzakta olmasına karşın insanlığa karşı İsrail’in işlediği suçlara sessiz durmama kararlılığı da göstermektedir. Bölgemizde ne bir pakt ne de bir cephe anlamına gelmeyecek; ancak ortak paydalar, ortak ve eşit kazınım için bölge halklarını bir araya getiren bir dizi gelişmenin orta yerinde de İran durmaktadır. Bütün bu veriler İsrail için diz bağlarının çözülüşü anlamına gelmektedir.
İsrail özellikle ABD’nin bölgemizde hızla gerileyen bir güç olmasının farkındadır. Bu gerileme bir kaçışa dönüşmüştür. ABD çıkarları açısından bölgemiz birinci sırada bir bölge değildir. Daha geridedir. Bu açıdan ABD’nin bölgemizde kayıplarıyla kazançları arasında bir denge bulmak güçtür. ABD her zaman kaybeden taraf olmuştur. Direnen halklar bunu sonuna kadar da takip etmektedir. Bu tabloda, İsrail’in bölgeden askeri olarak da çekileceği açık hale gelen ABD’yi ısrarla İran’a karşı bir savaşta maceraya sürükleme şehvetiyle yanıp tutuştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
SONUÇ:
Bölgemiz ve dünyamızın böylesi tehlikeli bir süreçten geçtiğini belirlemek, tutumumuz açısından, yükümlülüklerimiz açısından çok büyük öneme sahiptir. Bu bir mesajdır da. Bölgemizde antidemokratik güçlerin oluşturduğu tehlike, bu güçlerin yerli olmamalarıyla da yakından ilgilidir. Egemenlik alanında halkın demokratik haklarını gasp ederek baskıyla hüküm sürme ısrarında olanlar bu riskin üreticisidirler. Bu risk evrenseldir. Dünya barışını bölge barışı kadar tehdit etmektedir.
İsrail’in insanlığa karşı oluşturduğu şer, büyük güçleri istekleri dışında da bir kaosa sürükleyebilecek cinstendir. Bu savaş ve terör devletine karşı tutum almak sadece Filistin halkının haklı davasına insanlık onuru adına destek olmak demek değildir. Bu tutum; doğamızı ve insani ilişkilerimizi korumak, adil ve eşit bir dünyada barış içinde yaşamak ve gelecek kuşaklarımızın yaşam garantisi için de zorunludur.
16 Haziran 2010
İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir.
Roma’dan, daha da eski çağlardan bu güne, dünya güçler dengesinin her dalgalanması yeni güçler dengesinin doğum sancısı olarak belirmiştir.
Kimi zaman tek kutuplu, kimi zaman çok kutuplu ya da iki kutuplu dünya güçler dengesi, kaynakları yaratılamamış harcamaların, çevreleriyle rekabette geriye düşmenin sonucu, merhamet darbesi alarak çözülmüştür; her çözülme yeni bir güç dengesinin de başlangıcıdır.
Yeni güç dengesi, sihirli değnek dokunuşuyla bir anda şekillenmiyor. Kutupsuz bir dönemden geçerek kendi denge kombinezonlarını oluşturuyor. Kıssa da olsa, bir geçiş süreci olarak güç dengelerinin en tehlikeli dönemi bu dönemdir.
Güç dengesi, tarihin hiçbir kesitinde boşluğa düşmez. Ancak büyük güç gerilerken, yerine geçecek yeni büyük güçle risk noktasında ciddi çatışmalarla yüz yüze kalabilir. Bu çatışma sonun başlangıcı değil, sonu olur. Böylesi bir sürükleniş çoğu zaman macera olarak belirir ve gerileyen büyük güçten çok, onu bu maceraya sürükleyen uzantıları, kuklaları, nüfus alanlarındaki etkinlikleri olabilir.
Dünyamız, soğuk savaşın iki kutuplu güç dengesini aşarak tek kutuplu bir dünyaya girdi. Tek kutuplu süreç, Sovyet sisteminin çöküşüyle insanlığa karşı pervasız bir kıyım, yıkım, işgal ve savaş olarak dayandı. Bu süreçte ABD, Roma gibi 1000 yıllık bir dünya hegemonyası kurma sanrısına kapıldı. Yayıldıkça yayıldı, fetih ardı fetihler yaptı ancak bu yayılış hiçbir zaman gerçekçi bir mali denge üzerine yapılmadı; çöküş kısa sürede geldi. Tek kutuplu dünya, bölgemiz Ortadoğu’da ikame edilmek istenen Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşüyle birlikte çöktü. Bölgemiz halkların direnişi bu sürece son noktasını koydu.
Dönem kutupsuz bir dönemdir. Kutupsuz dünya riskler, handikaplar dünyasıdır. Devletlerin baş belası “stratejik belirsizlik” tastamam bu dönemde anlam bulur. Ancak güç dengesi, boşluk tanımaz bir biçimde dolacaktır. Veriler işareti ise, çok kutuplu dünya güçler dengesine doğru kaymaktadır.
Ancak bu kutupsuz dönemden geçerken, gerileyen ABD ya da kuklalarının dünyayı kanlı bir baskınla yüz yüze bırakma ihtimalleri az değildir. ABD kendinden çok, kuklalarının yarattığı tehlike korkusundadır. Bu tehlikenin Uzakdoğu’da Kuzey ve Güney Kore gerginliğinde bulduğu anlam, bölgemiz açısından İsrail kaynaklı pimi çekilmiş bir bomba gibidir.
İsrail’in stratejik hesapları, İran’ın nükleer santrallerine saldırıyı yaşamsal bir gereklilik olarak belirlemiştir. ABD yaşamakta olduğu gerileme döneminde böylesi bir maceraya esir düşme kaygısında ve İsrail’in her davranışından ürküntü duyar hale gelmiştir. İsrail bu yanıyla, ABD için taşınmaz bir kambur olarak beliriyor. Bu ise, evrensel bir risktir. Bölgeyi olduğu kadar dünya barışını tehdit eden bir durumdur.
Bölgemizi ve dünyamızı, kutupsuz dünyanın güçler dengesi sürecinde insanlığı kıyıma maruz bırakacak maceralardan korumak büyük önem taşımaktadır. Bu yükümlülük öncelikle bölgemiz halklarının omzundadır. Daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük bu sürecin en önemli sigortasıdır. Bunun için ülkelerimizin demokratik açılım süreçlerinin gerçekçi tarzda derinleştirilmesi gerekmektedir. Bunu başaramamış ülkeler ve halklar evrensel riskin orta yerinde ciddi zararlarla yüz yüze gelmeye mahkumdur.
***
Soğuk savaşın bitimiyle başlayan yeni güç dengesi, tek kutuplu bir dünya yaratmıştı. Tek kutuplu dünya, evrensel ilişkileri tarihinin en riskli dönemine getirmişti. Bir çöküş dönemi, baskı, savaş ve işgallerin, kanlı kıyımların dönemi tek kutuplu dünya dönemi olarak belirdi.
Ancak bu da uzun sürmedi; yükseliş ve düşüş kanununun her büyük gücün boynuna giyotin gibi inişi ABD için de geç kalmadı. Tek kutuplu dünya hızla çökmeye yöneldi.
Varlıklarını daha çok üretime değil de daha çok yayılmaya ve savaşlara akıtan güçler, maliyeti karşılanamaz stratejilerinin altında ezilerek gerilerler. Gerileme ağır da olsa etkisini zaman içinde tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu süreç gerileyen büyük güçler açısından olduğu kadar, evrensel ilişkiler açısından da büyük bir handikap olur; tek kutuplu dünya koşullarında yeryüzünde her türden dayatmayı yapabilen büyük bir gücün ahtapot gibi yayılmış ilişki ağları onu aynı rolü oynamak için maceralara da sürükleyebilir. İstemese de başaramayacağını bilse de istemediği süreçlere çekilebilir.
Tek kutuplu dünya sona ererken ABD, dünyanın değişik bölgelerinde bu türden ilişkilerinin esiri olarak altından kalkamayacağı maceralarla yüz yüze kalma tehdidi altındadır. Uzakdoğu’da Güney Kore, Ortadoğu’da İsrail ABD için böylesi bir kumpas oluşturmakta.
TARİHTE GÜÇLER DENGESİ
İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir denebilir.
Roma’ya kadar geri dönelim, daha da eskiye (Sümer, Akad, Asur, Mısır, Hitit, Persler vd). Dünya güçler dengesinin evrensel insan ilişkilerini kapsamlıca şekillendiren bir unsur olarak rol oynadığını göreceğiz. Bu roller her zaman gelir sağlama kapasiteleriyle askeri harcamaları arasındaki dengelerce” ve komşularıyla rekabet içinde yaşanan gerileme ve ilerlemelerle şekillenmiştir. Bu dengelerin başarılı örneğini veren Roma, insanlık tarihini yüzyıllar boyunca etkilemiştir; uygarlığın gücün ya da güç uygarlığı olarak Roma’nın parmak izleri o günün yeryüzünde cereyan eden tüm ilişkileri belirliyordu. Yeni şehir kuruluşlarıyla, kültür ve askeri varoluşlarıyla Roma, tek kutuplu bir dünyanın simgesiydi. Ancak o da uygarlıkların yükseliş ve düşüş kanunlarına boyun eğeceği bir kesitle yüz yüze gelmekten kurtulamadı. Yayılmacılığını, askeri maliyetlerini karşılayacak bir fetih alanı kalmayınca Roma da çöktü. Roma, karşılanması mümkün olmayan giderlerin altında Büyük İskender’in komutanlarınca parçalara ayrıldı.
Roma’nın çöküşü sancılı bir süreçti. İç dengeler bir kez bozulunca, yeniden toparlamak imkansız gibiydi. 395’de büyük Theodosius Romanın uçsuz bucaksız topraklarını iki oğlu, Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında pay ettiğinde Roma da tarih olmuştu.
Bizans bu sürecin sonucu büyük bir güç olarak insanlık tarihinde yerini aldı; Akdeniz-Karadeniz havzaları, güneyde Suriye-Mısır-Libya, kuzeybatıda Tuna, Balkanlar yarımadası, doğuda Kürdistan, yaklaşık olarak bugünkü İran sınırlarına kadar, o günün dünyasını denetim altında tutuyordu (Aguste Bailly, Bizans imparatorluğu tarihi). İnsanlık kültür tarihini Bizans kadar etkileyen bir başka büyük güç olmadığı iddia edilir. Bu doğrudur. Ancak bu güç kendi dengeleri içinde, tarihe “Bizans oyunları” olarak geçen çürümeden kendini kurtaramamıştır; bu çürüme büyük güçlerin çöküşüne neden olan genel geçerli kuralların Bizans’ı da kapsadığını göstermekteydi. Bizans da çöktü.
Bizans’ın çöküşü, kutupsuz bir dünya güçler dengesiyle sonuçlandı. Kutupsuzluk evrensel risklerin dünyasını, kaosların handikap dünyasını kaynatan önemli bir etmendi. Büyük güç gerilerken eski etkinlik psikolojisinin maceracı sürüklenişlerinden kendini alıkoyması çok güçtür. Bizans gerileyişiyle birlikte oluşan kutupsuz dünyada, maceracı girişimlerin esiri oldu. Bu ona çevresindeki küçük güçlere, parça parça yem haline getirdi. Bu süreç Arap-İslam uygarlığının büyük güç olarak ağırlığını koymasına kadar sürdü.
Büyük güçlerin çöküş kaderi bu süreçte çöken her büyük güç açısından aynıydı; yayılmacılığın yüklediği harcamalar gelir kaynaklarıyla karşılanamadı. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.
Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci gerileme sürecidir. Bu süreç bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder.
İslam uygarlığı, 7.yy dünyasının boşluğunda büyük güç olarak yeryüzüne ağırlığını ortaya koymuştur. Bizans iç sorunlarıyla olduğu kadar, gerileme döneminde de olsa korumakla yükümlü olduğunu varsaydığı ilişkilerinin sürüklediği büyük açmazlarda hızla çöktü. İstanbul fethi, 500 yıldır büyük güç olmaktan tamamen çıkmış, küçük bir alana sıkışmış olan Bizans’ın fethiydi. Ancak bu fetih bir simgesel veri olarak Osmanlıyı büyük güç olarak tarih sahnesine çıkarıyordu.
Doğanın kanunudur, hiçbir şey vardan yok edilemez. Bizans, İstanbul fethinde (1453) bir büyük güç değildi. Bu konumunu yüz yıllar önce kaybetmişti. 8.yy ve 13.yy Arap-İslam imparatorluğundan başka hiçbir güç, bir tahta parçasını bile Akdeniz’de yüzdüremezdi. Ancak Bizans bir uygarlıktı, bir kültürel birikimdi. İstanbul’un fethi, var olan bu uygarlık birikimlerini yok edemedi, olan anavatan coğrafyasından bir göçtü. Avrupa merkezli dünyanın başlangıcı da, Reform ve Rönesans’ın yükselişi de Bizans’ın göç eden uygarlık birikimlerinin eseri olmuştur. İstanbul’un fethi Osmanlı’yı bir büyük güç olarak dünya güçler dengesinin hükümranlığına getirirken, Doğu’nun karanlık dönemleri de başlamış oluyordu.
Avrupa merkezli büyük güç dengesi 16. yüzyıldan itibaren farklı bir boyut alarak gelişti. Köleci ya da feodal uygarlıkların, talan ve gasp üzerine kurulu varoluş süreçleri; anavatanda etkin üretim süreçlerine, sanayi gelişimine, ticaretin yeryüzünü bir pazar ortaklığına götüren yeniden yapılanmayla sonuçlandı. Bu yeniden yapılanma büyük güçlerin yükseliş ve düşüşlerine ait genel geçerli kıstasları değiştirmedi, ancak araçlarında farklılıklar yarattı.
Arap-İslam uygarlığı, Roma-Bizans egemenliğini sona erdiriyordu. Moğol istilaları ise Arap-İslam uygarlığının egemenliğini çökertiyordu. Osmanlı’nın doldurduğu boşluk, Reform ve Rönesans Avrupası’yla geriletilerek büyük güç sürecini farklı figüranlarla doldurdu. Bu dönemin gücü kapitalizmin şafağında doğan ulusun gücüydü.
Ulusal güç, bugünün de güç ifadesidir. Tröstlerin, uluslararası kartellerin, tekellerin varlığı bu gerçeği hiç değiştirmedi. Kapitalizm çağı ulusal güç çağıdır. Uluslararası olan, üretimin tarzı değil siyasetin boyutudur. Bu belirlemeyi kavramak güç algısı ve dengelerini algılamak kadar önemlidir.
Bugün yaygınlığına, uluslararası pazar ilişkilerine ve etkinliklerine rağmen kapitalizm bir ulusal güçtür. Belli bir ülke, ulus, coğrafya merkezlidir. Evrensellik bu yanıyla bir uzantıdır, bağlantıdır; üretimin karakteri değildir. Küresel üretim, üretimin küresel ölçekte bilgi katılımıyla, belli bir ulusal aidiyet olmaksızın ve belli bir ulusal güç için kaynak olarak işlev görmeksizin oluşan üretimdir. Bu üretim tarzı henüz egemen değildir. Kapitalizmin kanatları altında, tıpkı kapitalizmin bir dönem feodal karlıkların kanatları altında yükselişi döneminde feodal üretim olmadığı gibidir; küresel üretim tarzı, kapitalizmin kanatları altında büyüme, olgunlaşma dönemindedir. Bu dönemin sonucu yenidünya güçler dengesiyle de sonuçlanacaktır. Ancak bugün dünya güçler dengesini belirleyen, hala ulusal güç olmaya devam etmektedir.
20.yy’a girerken geçmişin birikimleri üzerinde yükselen ulusal güç, 19.yy içinde kendine özgü bir dünya güçler dengesi şekillendirmiştir.
Bu sürecin önemli bilinmesi gereken ve konumuzun ana temasını oluşturan verileri şunlardır:
Birincisi; Büyük güçlerin çöküş kaderi, çöken her büyük güç açısından aynıdır: yayılmacılığın yüklediği harcamaların gelir kaynaklarıyla karşılanamaması. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.
İkincisi; Büyük gücün çöküşü birden bire olmaz. Dünya güçler dengesi büyük gücün çöküşüyle birlikte bir kutupsuz dünya ortamına girer. Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci bu süreçtir; bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder. Bu süreç aynı zamanda insanlığa acımasız kıyımları dayatan kırılma sürecidir. Bu süreç, sıradan bir küçük gücün, gerileme sürecindeki büyük gücü yıkımlara sürükleyebileceği dengesiz ortamları yaratır.
DÜNYANIN DEMOKRATİK DENGESİ
19.yy sanayi devriminin sonuçlarınca oluşan dünya güçler dengesi, İspanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Avusturya-Macaristan, Almanya emperyalist çıkar mücadelelerinin I.Dünya Savaşı’yla sonuçlanan Mihver – Müttefik güçlerince şekillenmişti.
20.yy Sovyet devrimi, güçler dengesine yeni bir açı kazandırdı. Reform ve Rönesansın çok kutuplu dünyası, bir anlamıyla açılımın, ucu açık özgürlüklerin, bırakınız yapsınlarda anlam bulan liberalizmin öncülüydü. Ulusların gücü dünya güçler dengesini oluştururken, yerkürenin yeni alanları da üretim ve pazar sürecine etkin olarak katılıyordu.
Avrupa çok kutuplu güç dengesini sömürge ve pazar paylaşımlarında yeniden düzenlemeye yönelirken, insanlığa dayatılan akıl almaz savaşların yıkım bilançosu, ancak iki dünya savaşının ardından gergin bir dengeyle istikrar kazanıyordu. İki kutuplu dünya bunun bir sonucudur.
20 yy çok kutuplu süreçten iki kutuplu sürece, insanlık tarihinin en demokratik ve en büyük özgürlük hareketlerine zafer kapılarını açan bir yüzyıldı.
Mazlum ülkelerin, halkların insanlık tarihinde yeni bir aşamayı ifade eden yeni türden bir siyasal egemenliğin gücüyle daha çok özgür olmaya ve daha çok hak talebiyle demokratik süreçlerini kurmaya çalışan halkların ayağa kalktığı bir yüzyıldı. Küçük ve mazlum uluslar, bu yüzyılda her türden baskıya, sömürü ve sömürgeci girişimlere karşı mücadele edebilmiş, bu mücadeleyi uluslararası ölçekte ve devletler topluluğu nezdinde destekleyecek bir etkinlik bulmuştu. Sovyet devrimi bunu sağlayan en önemli faktör olarak tarih sahnesindeki yerini alıyordu.
II. Dünya Savaşı, emperyalist güçler arası bir pazar paylaşım savaşı olarak gelip dayatınca, Alman emperyalizmi savaşın ana amaçlarından biri olarak Sovyet sistemini ve egemenliğini yıkmayı amaçlamıştı (Barbarosa Harekatı 22 Haziran 1941). Savaşın müttefik güçleri ise bu süreci sonuna kadar gözleyerek Sovyetlerin yıkılmasını beklemişti. Savaşı ters yüz eden Sovyet başarıları, müttefiklerin savaşa daha çok asılmalarını tetikledi ve Nazi yayılmacılığının önünü kesmeye götürdü.
II. Dünya Savaşı bitiminde Berlin’de yüz yüze gelen ve Alman başkentini ikiye bölen ordular, aynı zamanda dünyanın iki kutuplu bir güç dengesine yönelimini de belirlemiş oldular. Yarım asırlık dünya tarihi (1945-1990) iki kutuplu bir dünya olarak, insanlığın evrensel ilişkilerini belirleyen süreci açmış oldu.
Dünyanın demokratik dengesi denebilecek süreç burada başlar; bir yanda Sovyetler, diğer yanda emperyalist güçler; bir yanda Varşova Paktı diğer yanda NATO Paktı, yeryüzündeki ilişkileri belirleyen dengeleri üretiyordu. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde herhangi bir nedenle ortaya çıkan irili ufaklı her olay ve sorunda gözü kapalı tutum alınan bir süreç böyle oluştu. Sağcılar-solcular çağı, Fransız Devrimi parlamentosundan arta kalan haliyle bu kesitte yeniden güncellenmiş oldu. 1917 Sovyet devrimiyle başlayan, yaklaşık 100 yıllık bir süreçte saflar böylesi bir güç dengesinin ürünüydü.
Dünya güçler dengesinin bu serüveni, ekonomik zemin üzerinde genel geçerli soyutlamalarla ifade edilebilir. Bu yaklaşımın üzerine oturduğu olguları ekonomik zeminde irdeleme algısı, kaba bir determinist yaklaşımın her şeyin belirlediği anlamına gelmez. Bu sonuçları etkileyen ve tetikleyen birçok unsur bulunuyor; jeo-stratejik konum, örgütlenme, özgürlük istencinde anlam bulan bir dizi siyasi haklı talebin etkisi, ulusun sorunları karşısında gösterdiği refleksler vb önemli rollere sahiptir. Sovyetlerin yükselişinin iki kutuplu dünya güçler dengesinin oluşumunda bu türden verilerin önemle rol oynadığını görmek güç değildir.
II. Dünya Savaşı’nın ardından soğuk savaş dönemi açılışını yaptı (18 Mart 1949). Yeryüzünde eşi görülmemiş bir kutuplaşma dönemi açılmış oldu. Her şey ak ve karaya büründü. Kapitalizmin pazar açılımlarıyla, nüfus alanları ve etkinlikleriyle tarihte eşine rastlanmayan lojistik destekleriyle süren amansız bir savaş; yer yer sıcak çekişmelere sahne olan (Kore Savaşı), yer yer nükleer savaşın eşiğinden dönülen (Küba olayı) bir süreç.
Bu süreci, yıllar önce yazdığım makalelerde şöyle ifade ettim “Soğuk Savaş, Amerika senatosunda 18 Mart 1949’da okunan Kuzey Atlantik anlaşması bildirgesiyle resmen başlamıştır” (Mihrac Ural,10 Haziran 1999, makale; Soğuk Savaşın Sonu )
Bir başka makalemde de “NATO, Amerikan Dışişleri Bakanlığının, 18 Mart 1949 tarihinde okuduğu Kuzey Atlantik Antlaşması’yla kurulmuştur. Kuruluş için yapılan çalışmalar sırasında önemli muhalefet şerhleriyle karşılaşmıştır. En dikkat çekici olanı, Amerikan Senatörü Robert A. Taft’ın kongredeki tartışmalarda söyledikleriydi. “Kanımca dünya barışını korumak yerine bir üçüncü dünya savaşını getirecek bir anlaşmaya oy kullanamam”. İşte bu kaygı, 50 yıl sonra her şeyin lehlerine çözüldüğü açığa çıktıktan sonra, senatörün sözleri gerçeğe dönüşüyor gibidir. Ola ki bir dünya savaşı çıkmayacaktır. Ancak büyük bir savaş tehlikesi bu gün gelip çatmış gibidir. Bugün, Sırplara yöneltilen saldırının dar boyutlu kalmayacağı açıktır.
NATO, kuruluşundan bu yana soğuk savaş üzerine kendini sistematize etmiştir. Bunu sürdürmüş ve bu psikolojik ortamın ürünleriyle beslenerek gelişmiştir. Bu teşkilatın, en büyük yalanlarından biri sosyalist bloğa karşı kurulduğu iddiasıdır. Daha sonra geliştirilen ve tüm örtüleri bu yamalı bohçadan üretilen komünizme karşı olma iddiası, öncelikle tarihle çelişkiliydi. Zira Varşova Paktı 14 Mayıs 1954’te kurulmuştur; NATO’nun kuruluşundan tam beş yıl sonra. Üstelik Varşova Paktı, NATO’nun hızla belirginleşen Sovyetleri kuşatma, sosyalist ve halk iktidarlarını kıskaca alma girişimlerine 23 Ekim 1954 tarihli Paris toplantısında NATO’nun Batı Almanya’yı da içine alma girişiminin kışkırtıcı tecavüzü sonucu kurulmuştur. Bu yanıyla NATO, baştan itibaren soğuk savaşın tek taraflı mimarı ve ilk mütecaviz taraf olarak işe koşulmuştur. Bugün, Sovyet sistemi ekonomik, sosyal ve siyasal olarak çökmüş olmasına karşın, NATO’nun yaşatılma ve yeni görevler üstlendirilme ısrarı buna yeterli bir gösterge olsa gerek.
NATO’nun başlattığı soğuk savaş, 90’lı yıllarla birlikte aşağı doğru çekilerek etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler, müttefiklerin rakiplerinden geriye kalanlara son darbeyi vurma fırsatı yaratmış oldu. Bunun ardından, Körfez Savaşı’yla kontrol ettikleri, tepkilerini ölçtükleri karşıtlarını en hassas yerlerinden vurarak, dengeyi kayıtsız şartsız lehlerine çevirmeyi hedeflediler. Soğuk savaş dönemi boyunca 90’lı yıllara kadar, NATO’nun tüm dünyayı kapsayan sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri kuşatma Sosyalist Bloğu ağır maliyetler altına alarak çökmeye kadar götürdü. Ancak bu çöküş geride dev bir askeri aparatın kalmasını engelleyemedi. Bu da NATO’nun var oluş gerekçesinin en önemli bahanesiydi.
Alt yapısı tamamıyla çökertilen sosyalist bloğun elindeki son etkinliğin de alınması gerekiyordu. Dünyanın demokratik dengesini sağlayan iki blok çekişmesi yok edilerek tekelci, tek boyutlu bir “Yeni Dünya Düzeni” oluşturulmaktaydı. ABD, bu yeni sistemin, Ortaçağların egemen imparatorluklarını aratmayacak hükümranı olarak, karşısında hala ayakta durarak direnen ve etkinlik oluşturan sosyalist blok artığı askeri güce diz çökertmeyi “son engelin aşılması” olarak değerlendirmektedir. Nitekim bunun ilk yoklamaları münferit hadiselere müdahale ederek, Liberya’dan Panama’ya, Libya’dan Lübnan’a, değişik alanlardaki irili ufaklı askeri müdahalelerle yapılmıştır. Ve sonunda Körfez Savaşı’yla nitelik bir sıçrama yapılarak son durağa gelinmiştir. Körfez Savaşı son düellonun ilk adımıydı. Bu, geçmişi sosyalist blok yanlısı olan üçüncü dünya ülkelerinin arkasındaki desteğin bittiğini dünyaya ilan etmek kadar, sosyalist sistem artığı Rus askeri varlığının ölüm döşeğinde olduğunun da bir işareti olacaktır. Buradan aralanacak kapılar, dev boyutlu karlı ekonomik yatırımlar anlamına gelecektir. Bu tür adımlar, Birleşmiş Milletler kararının meşruiyeti adı altında yapıla geldi.” (Mihrac Ural, 25 Mart 1999, Makale; Soğuk Savaşın Son düellosu NATO-SIRP Savaşı )
Bu süreç zorluklarına, insanlığı üç kuşak boyunca kaskatı hale getirmesine, tarihin en büyük silahlanma yarışının dayatılmasına karşın; mazlum halkların, ülkelerin nefes alma çağıydı. Mazlum halkların, birleşik emperyalist vahşet karşısında yalnız olmadığının ve hak alabilme şansını kullanabileceğinin bilincine vardığı bir çağdı. Geri ülkelerin ulusal kurtuluş savaşlarını yükseltebilmeleri de dünya güçler dengesinin iki kutuplu olmasıyla yakından ilgilidir. Ancak büyük güçlerin çöküşüne ait kanun burada da giyotin gibi işlemeye başladı. Kaynakları kısıtlı olanlar, kaynakları daha geniş olanlar karşısında gerilemekten kurtulamadı; İspanyol denizcilerinin söylediği gibi “zafer en son escudo kimdeyse onundur” .
Sovyetlerin çöküşüdür bu (1990).
Yugoslavya’nın parçalanmasıyla soğuk savaş son nefesini verdi. Sovyetler, nüfus alanlarına son hamlelerinde taraf olamayacak kadar takatten düşmüştü; sürecin alacağı yeni şekillenişe boyun eğmekten başka bir seçeneği de bulunmuyordu. Yeryüzünü tek kutuplu vahşetin rahmeti kaplamış oldu. Öyle ki, BM teşkilatı bile ABD’de anlam bulan tek kutuplu dünyanın kukla kurumu haline gelmiş oldu. II. Dünya Savaşı’nın bir eseri olan BM, kimsenin hakkını koruma durumunda olmayan, güçlünün dünya ölçeğindeki dayatmalarını tasdik etmekten başka işlevi olmayan bir kurum haline gelmiş oldu.
GLOBAL DEVLET TERÖRÜ
Tek kutuplu dünya güç dengesi, kalıcı bir özellik değildi. Bilginin, teknolojinin, sermaye dönüşümünün, kaynakların akıl almaz bir hızla eşitsiz ve dengesiz geliştiği bir koşulda yeryüzünde tek kutuplu oluşumu besleyebilecek bir kaynak olamazdı. Hitler Almanyası’nın, 1000 yıllık Nazi egemenliği rüyasının çöküş hızına benzer bir hızla ABD’nin tek kutuplu egemenliği çökmekten kurtulamadı.
II. Dünya Savaşı’nın ardından askeri yayılmanın, savaşların, böl yönet ve yıkımların getirip biriktirdiği kaynak sorunları 1990 sonrası tek kutuplu dünyanın yükleriyle kaldırılamaz hale geldi. 11 Eylül gerekçesiyle, yeniden fetih hareketine girişen ABD, 1000 yıllık egemenlik kurgusunu pompalayan yeni muhafazakar çevrelerin esiri olarak, karanlıkların içinde insanlığa pervasız bir ölüm dayatmıştı. Bu süreci yıllar önce yazdığım bir makalede şöyle dile getirdim:
“Global devlet terörü, dolaysız olarak dünya ölçeğinde ABD tarafından temsil edilip yürütülmektedir. Bu terör şirketinin bölgemizdeki pazarlamacısı ise İsrail devletidir. Öyle ki, İsrail bugün insanlığın ezici çoğunluğunun bilince çıkartarak açığa vurduğu gibi, dünya istikrarını tehlikeye düşüren bir numaralı ülke konumundadır. Bu iki ülke arasındaki terör üretim birliği, ABD’de yeni muhafazakarların (neo-con) Yahudi kökenli şahinler ekibiyle iktidar olmasından sonra, çok ilkel bir mistik dini kader ve değer birliği etrafında hedef birliği haline dönüşmüştür.
Cumhuriyetçisiyle, demokratıyla ABD yönetimleri, İsrail’i stratejik bir ortak olarak görür. ABD yönetiminde dizginleri eline alan şahinler ekibinin temel kadrolarının Yahudi kökenli olması, Maliye bakanı ve ABD Merkez Bankası başkanının da ayni kökenden olması ve dev medya tröstlerini elinde tutanların da bu kökten gelmesini bir arada irdelediğimizde bu ortaklığın gücü daha iyi anlaşılmış olur. 1996’da hüküm süren azılı terörist Bünyamin Netanyahu hükümetine stratejik palanlar hazırlayan D. Feith, Karanlıklar Prensi R. Perle, P. Wolfowitzz, E. Abrams gibi Afganistan ve Irak işgalinin planlayıcılarının aynı planları Bush yönetiminin 2003 ABD stratejik planları olarak kabul ettirmesi, bu dayanışmanın ne tür boyutlar aldığını anlamamıza yardımcı olacak mahiyettedir. Ayrıca, Neo Conlar bu ortaklığı tanrısal bir vahinin mutlak yasası olarak bir üst boyutta algılar. Hıristiyan olarak yeniden doğan, hidayete eren ABD başkanı Bush kendisini (bu tanımlama gençliğine her türden yanlışı yapıp tövbe eden kiliseye kendini adayanlar için kullanılır), kutsal kitabın ilkel yorumlarından bir türünün gereği ve mensup olduğu Evanjelik mezhebi inancına göre, Mesih’in zuhur edeceği çağın başlaması için gerekli olan Tevrat’ın “büyük İsrail” ütopyasını gerçekleştirecek tanrıdan vahi almış misyon adamı olarak görmektedir.
Bu ilahi hak gereği de ABD ve İsrail’in çıkarları ile Batı değerleri arasında bir çelişki kalmadığı söylenerek, insanlığa karşı işlenecek her türden suçun (siz bunu terör olarak okuyun) mubah olduğu, suçlanamayacağı belirtiliyor. Böylece Irak halkı istemese de devletleri yıkılıp toprakları işgal edilerek insanları her gün onlarca katledilerek, “demokrasi” götürülmesi hak yolunda bir çaba olarak görülür.
Aynı şey, İsrail’in Filistin Arap halkına çektirdikleri de bu kutsal hizmetin sınırlarını genişletmek anlamına gelir. İnsanı çileden çıkartacak bu iddiaları devlet terörüyle her an eyleme dönüştürenlere karşı tepki olarak beliren terör, özelikle de İslam alemindeki kimi çevreler nezdinde meşru görülüp taraftar toplaması kaçınılmaz olur. Burada soru, bu yıkım tezgahlarına karşı nasıl da daha korkunç terör türleri üretemediğine şaşılır; verilerin bu yöne işaret ettiği ise yadsınamaz. 11 Eylül 2001’de New York’ta, kısa süre önce Fas’ta, Endonezya’nın Bali adasında, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta ve bu gün İstanbul’da gündeme gelen terör eylemleri bu gelişmeye birer örnek teşkil etmektedir. Ve ne hikmetse, ABD ve İsrail nerede ve nasıl terörü yok etme adına giriştiği her adımda, ABD Afganistan ve son olarak Irak’ta, İsrail Filistin topraklarında, Cenin’de, Gazze’de, karşısında daha da acımasız bir global terör ve daha haklı ve direngen bir halk hareketiyle karşı karşıya kalmıştır.” ( Mihrac Ural, 16 Kasım 22003, makale; “Terör Bir Sonuçtur” )
Tek kutuplu dünya güç dengesi bölgemizde kırıldı. Yeni dünya düzeni adı altında Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü, Afganistan, Irak savaşları ardından Lübnan Savaşı’nda noktalandı (12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan saldırısı ve 33 günde çöken umutlar). 15 yılda çöken ve gerileyerek bugünkü kutupsuzluğa uzanan dünya güçler dengesinde riskler, geçmişten çok daha tehlikeli handikaplar yaratarak insanlığı tehdit eder hale geldi.
Soğuk savaşın gerginlik içinde barış diye özetlenebilecek süreçleri, tek kutuplu ABD hegemonyasıyla insanlığı kanlı süreçlerle yüz yüze bıraktı. Artık suni ya da gergin dengeler değil; kırılan dengeler, son düellolar, “Yaratıcı Anarşi”, “Aktif Savunma”, “Önleyici Darbe”, “Temiz Eller Operasyonu” gibi insanlığa karşı işlenen suçlarında anlam bulan önü alınmaz bir saldırı dönemi açılmıştı.
Her yükselişin düşüşü yaklaşık aynı nedenlerle ABD içinde gerçek oldu. Askeri işgal yaygınlığının emdiği sonsuz olanaklar, yanlış mali politikaların geri dönmeyen kredileri ve patlak veren ekonomik krizlerle Bush dönemi kapanırken tek kutuplu dünya; çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde kutupsuz bir güç dengesine gelip dayanmıştır.
ABD artık çekiliyor. Ağır bir hezimet alarak çekiliyor. Hiçbir askeri girişimi, istediği hiçbir siyasal sonucu yaratamadı. II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu askeri egemenlik, her uygarlığın askeri boyutta yönelimiyle birlikte, varlık kaynaklarını tüketmesi sonucuyla yüz yüze kaldı. Obama yönetiminin stratejileri, yıkılan 15 yıllık imparatorluğun geri çekilirken ayakları üzerinde nasıl döneceğinin kurgularıyla meşguller. Bu da çok riskli süreçlerden geçerek gündemdeki tedirginliği korumaktadır.
ABD gerileyen bir güç. Ancak bu bitmiş bir güç anlamında değildir. Amerikan aklı saldırgan, atak, pervasız bir okyanus ötesi güçtür. Gerilemesi, evrensel ölçekteki prestiji için bir şey yapamayacak hale geldiği anlamına gelemiyor.
İSRAİL EVRENSEL BİR RİSKTİR
İsrail devleti bir terör devleti olarak, bölgemize yapılan tarihsiz ve bir o kadar talihsiz dayatmadır. II Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın işlediği insanlık suçlarına karşılık ödenen bir kefaret fidyesidir. Üstelik, fidyeyi Avrupalılar değil, Filistinliler ödemiştir. İsrail devleti, Filistin halkının anavatan toprakları üzerine konumlandırılmış, zorunlu ve psikolojik baskıların göçleriyle belli bir nüfusa da kavuşturularak tarihte eşine ender rastlanan bir devlet olarak konumlandırılmıştır.
Bu devlet, II. Dünya Savaşı’nda eğitimli, deneyimli subay ve askerlerin Siyonist ideolojiyle kuşatılmış algılarının omzunda yükseldi. II. Dünya Savaşı’nın deneyimli pilotları, hatta generalleri savaş artığı en güçlü silahlarla Siyonist İsrail ordusunu kurdu. Toplumların tarihsel evrim süreçlerine ait bir arka plana sahip olunmadan dayatılan bu kuruluş bölgemizin olduğu kadar, dünyanın da en büyük ve en karmaşık sorununu yaratmıştır. Bu aynı zamanda evrensel barışın en zayıf halkası olarak beliren bölge sorunlarımızın da temelidir.
İsrail devleti bir savaş devleti olarak kuruldu. Bir terör devleti olarak da yaşamını sürekli savaş ortamı teorisiyle sürdürdü. Bu varoluş tarzı yayılmacı dokusuyla Siyonizm ürünüdür demek yanlış olmayacaktır.
Siyonizm emperyalist bir siyasal perspektiftir. İngiliz emperyalist sermayenin anavatanında Yahudi sermayesinin ortaklığıyla düşünsel olarak şekillenip büyümüştür; kadim Yahudi söylenceleriyle, Tevrat’ın müphem hikayeleri kaynaştırılarak, ilgisiz olduğu Yahudi halkının kutsal umut platformu haline getirilmiştir. Siyonizm bu karakteriyle yayılmacı bir düşüncedir, II. Dünya Savaşı’nın kanlı kıyım cephelerinden gelen savaşçı güç ve askeri aparatlarla soğuk savaş dönemini, bölgemizde II. Dünya Savaşı’nın devamı olarak sürdürmüştür.
Anavatan algısından yoksun, başka bir halkın toprakları üzerinde zorla dayatılmış, savaş ve yayılmacılığı Siyonizm adı altında amaç edinmiş bu devletin, bölgemizde hiçbir ortak tarihi olmaksızın konuşlanması, bölgeye kaçınılmaz olarak kesintisiz bir savaş hali içinde yaşamayı getirmiştir. Güvenlik doktrini da buna göre şekillenmiştir; “Siyonistin siyonistten başka dostu yoktur, baki kalan herkes düşmandır” tezi Yahudi halkına da dayatılmış kesintisiz savaş kefaretidir. Yahudi halkının tarih içinde çekip geldiği acıların bu tarz yöneticiler elinde bulduğu anlamın bu gün de yeni acılara doğru yelken açtığına önemli bir göstergedir.
İsrail devleti aynı zamanda ırkçı bir Nazi devletidir. Filistin halkına ve insanlığa karşı işlediği cürüm Nazileri çoktan geride bırakmıştır. Bu yöntemlerle kurgulanmış İsrail devleti varlığını kaçınılmaz olarak dış güçlere dayamaya mahkumdur. Bu da bölgemizde emperyalist güçler adına ne türden işlevler üstlendiğini göstermeye yeterlidir. Bölgemizde ikamesi başarılamayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Lübnan Savaşı’yla (12 Temmuz 2006) yıkılması ardından, daha da tehlikeli maceralar için hazırlıklara yöneldiği tespit edilmektedir.
Kutupsuz dünya güçler dengesinin benzer riskli ülkelerinden biri de Güney Kore’dir. Kore soğuk savaşın en sıcak alanı olarak bu gün de varlığını sürdüren gergin dengelerin alanıdır. Yarım asrı aşan savaş hali, hala geçerliliğini bir kıvılcım bekler haliyle sürdürmektedir. 26 Mart 2010 tarihinde batırılan Güney Kore savaş gemisiyle ilgili gündeme gelen sorunun yarattığı risk, gerilemekte olan büyük güçleri de sert tutumlar almaya sürükleyebilecek ortamları yaratabilmektedir. Bu risk bir dünya savaşı anlamına gelmese de evrensel bir kaosa yol açabilir.
Bölgemizde Siyonist İsrail, her yönüyle böylesi kaosların, risklerin maceracı sürüklenişlerin katıksız temsilcisi olarak durmaktadır. Bin kez başarsa da bir kez yenildiğinde her şeyiyle tarihe gömülecek böylesi tarihsiz ve köksüz savaş kışkırtıcısı devletlerin kaybedecekleri bir şey olmadığı düşüncesiyle, insanlığa büyük zararlar vermekten çekinmeyecekleri açıktır.
ABD’nin tarih serüveninde bir yayılmacı güç olarak insanlığa neler dayattığı ve hala bunu sürdürdüğünü göz önüne alırsak İsrail yayılmacılığının, güvenlik doktrininde anlam bulan sürekli savaş hali, bu riski yakın bir gerçek olarak dayattığından söz etmemiz abartılı olmayacaktır.
İsrail, Araplarla yaptığı tüm savaşları başlatan taraf olarak, büyük ölçüde çevresini sindirmiş bir askeri güçtür. Nükleer güç sahibidir. Bu güç nötron bombası üretebilecek teknik ilerlemeler kaydetmiş, yeryüzünün dördüncü askeri kuvveti olarak kendini konumlandırmıştır. Bunun verdiği cahil aymazlığıyla, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin sonu gelmez lojistik desteğiyle, güvenlik doktrininin her farklılığı, bölgenin yükselen her gücünü kendi stratejik varoluşuna bir tehlike olarak algılamaktadır. İran bu açıdan İsrail tarihinin kayda değer, en tehlikeli düşmanı olarak algılanmaktadır.
YÜKSELEN GÜÇLER
Makalemin konusu kutupsuz dünyada evrensel risklerdir. Ancak tek kutuplu dünyanın çöküşü ardından oluşan kutupsuzluğun sürekli olmayacağını belirttim. Bu boşluğun, çok kutuplu bir dünya güçler dengesine doğru gittiğini ifade etmek yanlış değildir.
Çin, Hindistan, Brezilya, İran yeniden Rusya gibi ülkelerin farklı kombinezonlarda oluşturacakları etkinlik dünya güçler dengesinin şekillenişini sağlayacaktır.
İran’ın orta ölçekli bir güç olarak bölgemizdeki yükselişi, dünya güçler dengesi içinde nasıl bir konumlanışı getireceği ayrı bir tartışma konusudur. İran kendi yerini yakın geleceğin güçler dengesindeki şekillenişte alacağı ise tartışma götürmez bir gerçektir.
Makalemizin konusu açısından İran’ın yükselişi, İsrail’in gerileyen ABD gibi büyük güçleri tehlikeli bir maceraya sürükleme arzusuyla ilgilidir.
İran, kararlılığıyla, yükselen gücüyle, kapsadığı etki alanı ve kaynaklarıyla bölge tarihinin en önemli gücü haline gelmiştir. İran, tarihin derinliklerinden gelen bir uygarlık gücüdür de. 2500 yılı aşkın hiçbir güç tarafından istila edilememiş bir ülke psikolojisiyle bölgede inatçı bir dik duruşla yoluna devam etmektedir. Dünyanın “orta ölçekli” denilen büyüme eğilimi içinde çevresiyle kudretli bir varlığa dönüşebilecek bir güçtür. İsrail Siyonistlerinin uykularını kaçıran bu güç, binlerce km uzakta olmasına karşın insanlığa karşı İsrail’in işlediği suçlara sessiz durmama kararlılığı da göstermektedir. Bölgemizde ne bir pakt ne de bir cephe anlamına gelmeyecek; ancak ortak paydalar, ortak ve eşit kazınım için bölge halklarını bir araya getiren bir dizi gelişmenin orta yerinde de İran durmaktadır. Bütün bu veriler İsrail için diz bağlarının çözülüşü anlamına gelmektedir.
İsrail özellikle ABD’nin bölgemizde hızla gerileyen bir güç olmasının farkındadır. Bu gerileme bir kaçışa dönüşmüştür. ABD çıkarları açısından bölgemiz birinci sırada bir bölge değildir. Daha geridedir. Bu açıdan ABD’nin bölgemizde kayıplarıyla kazançları arasında bir denge bulmak güçtür. ABD her zaman kaybeden taraf olmuştur. Direnen halklar bunu sonuna kadar da takip etmektedir. Bu tabloda, İsrail’in bölgeden askeri olarak da çekileceği açık hale gelen ABD’yi ısrarla İran’a karşı bir savaşta maceraya sürükleme şehvetiyle yanıp tutuştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
SONUÇ:
Bölgemiz ve dünyamızın böylesi tehlikeli bir süreçten geçtiğini belirlemek, tutumumuz açısından, yükümlülüklerimiz açısından çok büyük öneme sahiptir. Bu bir mesajdır da. Bölgemizde antidemokratik güçlerin oluşturduğu tehlike, bu güçlerin yerli olmamalarıyla da yakından ilgilidir. Egemenlik alanında halkın demokratik haklarını gasp ederek baskıyla hüküm sürme ısrarında olanlar bu riskin üreticisidirler. Bu risk evrenseldir. Dünya barışını bölge barışı kadar tehdit etmektedir.
İsrail’in insanlığa karşı oluşturduğu şer, büyük güçleri istekleri dışında da bir kaosa sürükleyebilecek cinstendir. Bu savaş ve terör devletine karşı tutum almak sadece Filistin halkının haklı davasına insanlık onuru adına destek olmak demek değildir. Bu tutum; doğamızı ve insani ilişkilerimizi korumak, adil ve eşit bir dünyada barış içinde yaşamak ve gelecek kuşaklarımızın yaşam garantisi için de zorunludur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder