9 Haziran 2010 Çarşamba
ALMANYA’DA İNSPEAK KANALIYLA CANLI YAYIN YAPAN HALKLARIN DEMOKRATİK PLATFORMU’NDA MİHRAC URAL’IN 1 Haziran 2010 TARİHİNDE YAPTIĞI KONUŞMA (I. BÖLÜM)
ALMANYA’DA İNSPEAK KANALIYLA CANLI YAYIN YAPAN
HALKLARIN DEMOKRATİK PLATFORMU’NDA
MİHRAC URAL’LA
1 Haziran 2010 TARİHİNDE YAPILAN KONUŞMA
( I.BÖLÜM )
http://mirural.blogspot.com
1 Haziran 2010
Değerli yayıncı arkadaşlar,
Değerli dinleyici arkadaşlar,
Sizlerle bu günkü buluşmamız, bir ilk buluşma olacak. Bu buluşmada sizlere kendi görüşlerimi, tarih süreci içindeki gelişme ve değişmeleri çerçevesinde sunma durumunda olmayacağım. Binlerce yazının cümle cümle kelime kelime evriminin bu güne getirdiği soyutlamaları bütünsel olarak da aktarma şansımız olmayacak. Ancak güncelin son gelişmeleri üzerinden bölgemizdeki durumu ve Haziran ayı içinde başlayan özgürlük hareketinin atılımını yorumlamaya çalışacağım.
Beni daha iyi algılamanız için, bu günkü gelişmelerin kaynaklarında nelerin olduğuna dair tespitlerimi aktarmak isterim. Sohbetimizi derin teorik anlatımlara boğmamak için beli başlı analizlerimin vardığı soyutlamalarla başlamak isterim. Bunları da yer yer açıklayarak bu günkü sohbetimizi olgunlaştırmaya yöneleceğim.
Bölgemizin bitip tükenmeyen sorunları, Hittilerle Mısır firavunları arasında (3. Hattuşili ile 2. Ramses) geçen Kadeş savaşı ve bunun sonucu bağlanan tel Amrana barış anlaşmasından bu yana (MÖ:1283 ya da 1299) devam eden ortak bir çizgiye sahiptir. Bu bölgenin makus kaderi dış güçlerin müdahalesinin bitip tükenmez gasp ve talan süreçlerinin ürünüdür; Pers istilaları, Roma istilaları, Bizans, Selçuklu, Moğol, Osmanlı, İngiliz, Fransız ve son olarak ABD istilaları ve geride bıraktığı yıkımın ürünü olarak sorunlarıyla kuşaklar boyu boğuşarak bu güne gelmiştir.
İstilacılar için, dün olduğu gibi bu günde tek amaç talandı. Servet talanı, yer altı yer üstü kaynakların talanı, insan ve kültür talanıydı. Dış güçler bölgemizi talan ederek kendi ilkel sermaye birikimlerini katlarken, bölgemize bıraktıkları şey yanık topraklar olmuştu. Her dış istilacı güç bölgede yerleşmek ve bu alanı yeni anavatan yapmak için çabalamıştı. Bunun için koloni kurmaktan tutun, ülkeleri, coğrafyaları bir bütün olarak hükümleri altına almaya uzanan bin bir yol ve yöntemle girişimlerde bulunmuşlardı.
Bu girişimler dün olduğu gibi bu günde çok kanlı süreçlerle at başı gitti.
Binlerce yıl içinde değişmeden bütün bu tecavüze karşı bu coğrafyanın halkları büyük direnme örnekleri sergileyerek dış güçlerin zalim dayatmaları karşısında yaşam savaşı verdi. Tarihin güçler dengesinde saldırganların eriştikleri güç uygarlıkları akıl almaz boyutlardaydı. Her tarihi kesitin kendi güç düzlemi itibariyle yapılan değerlendirmeler bölgemizde bu gün nükleer güçle ölçülecek insan ve doğa kıyımı araçları kullanıla gelmişti. Ancak zorlu koşulda ezmek istedikleri yerli halkların dik duruşu, direnme yönündeki kararlı iradeleri işgalciye, istilacıya, halkların uygarlıktan gelen güçleriyle, güç uygarlığını durdurmuştur. Öyle ki, bölgemize gelip yüz yıllar boyu hüküm süren hiçbir istilacı gücün bu gün tutunamamış olması, bu toprakları anavatan haline getiren değerleri ikame edememesi ve sonuçta bir biçimde göç etmeye mecbur kalması yerli halkın direnme gerçekliğinin sonuçlarına açık bir gösterge oluşturmaktadır.
Bu gün bölgemizde ne Roma, ne Bizans, ne haçlı seferleri ne de Osmanlılar, ne Fransızlar ne de İngilizler bu toprağı anavatan edinmiş yerli halkın topraklarını hükümleri altında tutmamaya devam edememişlerdir. Bu gün bu bölgede eskinin devamı yöntemlerle bulunanlar ise tarihin olaylarla gösterdiği gibi geleceklerine ilişkin önemli mesajlar vermektedir. Bu gün bölgemizin yerlisi olmayıp işgalci, istilacı güç olarak gelenler bölgemizin yüz yıllık tarihi içinde yaptıkları ve hala sürmekte olman tahripleriyle konumuzun ana temasını oluşturmaktadırlar.
Bu kısa girişte önemle vurgulamak istediğim Anavatan kavramı üzerinde durmak istiyorum. Tarih okumalarım, bölge üzerinde on yıllardır yapmakta olduğum değerlendirmeler bu kavramda anlamlı soyutlamaları yapmama ve buradan hareketle bölgemizin içinde bulunduğu bir dizi durumu izah etme olanağı yakaladığımı ifade edeceğim.
Değerli arkadaşlar,
Anavatan ya da bir coğrafyada bir ülkede yerli olma esprisi bölgemizin en can alıcı sorunu olarak karşımızdadır. Bunu doğru ve bilimsel olarak algılamak için, şunu belirmemiz gerek. İnsan toplulukları belli bir toprağı hangi nedenle ve hangi verilerle anavatan edinebiliyorlar.
Bu sorunun cevabı, insanı insan haline getiren sosyal ilişki olgusuyla yakından ilgili bir temel ekonomik zemine dayanır. O da, doğal, bakir coğrafyaların, toprakların yaşama açılmasıdır. Ziraata açılarak belli insan topluluğunun yaşamı için ekonomik faaliyet sürecine katılmasıdır.
İnsan toplulukları tarih süreci içinde kendilerine özgün kültür faaliyetlerini olgunlaştırıp, birikimlerle ilerletirken belli bir toprak parçasında istikrarlı bir yaşama sahip olmaları gerekmektedir. Bu da toprağı yaşama açmak ziraata açmaktır. Medeniyet kavramı da burada doğar ve buradan yolunu açarak bu güne gelebilirse gelir. Medeni olmak, uygar olmak bu yanıyla yerleşmiş olmak demektir. Göçebe olmayan, yaşamını belli bir toprak parçası, ülke coğrafya üzerinde sürdürürken yerleşik olmanın gerektirdiği sosyal yaşam ve bunun araçlarını üretirken olgunlaşarak tarih içindeki seyrini devam ettiren topluluklar aynı zamanda bu toprakları anavatan halen getirmiş olurlar.
Anavatan böyle oluşur. Ancak bu ilk adım son adım değildir. Anavatan ancak bu faaliyeti kesilmeden aynı topraklar üzerinde tarihin her türden cefasına karşı sürdürebilme olayıdır da. Toprağın kutsanmasından üzerinde kültlerin doğmasına kadar uzanan bin bir süreç bu konuyla ilgilidir. Bu nedenle karanlık çağların akıl ama zulüm ve zorbalıklarına karşın direnebilerek bu güne kendi anavatan topraklarında gelmiş olan halkların istilacı, talancı güçlerle yaşadıkları serüven esasında bir anavatan serüveni olarak da değerlendirilebilir.
Yerli olmak bu coğrafyanın temel sorunlarının şifresidir. DNA atlasında olduğu gibi bizi her bir hücrede ( siz bunu olay, sorun, dava diye okuyunuz) şekillendiren temel yaşam birimidir. Dolaysıyla bu tarih alt yapısından bu güne geldiğimizde yüz yüze kaldığımız sorunların ezici bir çoğunluğunun bu noktada anlam bulduğunu göreceğiz.
Bu noktada bu gün için çok yararlı bir kesişmeyi tespit etmek bu günün olaylarına yapılan yorumlara bir yandan katkı diğer yandan yanlış tespitlere, şaibe ve karanlık bilgi dönüşümüne karşıda bir cevap olarak ele alınabilir.
Bölgemizi ele alalım. Bu bölgede anavatan tanımlamamızla uyumlu olanlar kim bir dış güç olarak bölgemize zorla gelip kendini dayatan ya da bize dayatılanlar kimdir. Bunu tespit etmek zor değil. Hikayemizin iki konusu var Türkiye ve İsrail.
Türkiye ve İsrail bir hukuki statüdür. Bunun için sözlerim Türk halkını ve Yahudi halkını özelikle tenzih eder.
Sözü uzatmadan konunun somut yanlarına girmek istiyorum. Tarih 1071 Malazgirt savaşıyla, toplu olarak, aşiret, kabile ve kolları olarak Orta-Asya’dan Ak-denize bir kısrak başı gibi uzanan akınlarla Anadolu istila edildi. Karanlık çağın, uygar olmayan, barbarlık, göçebelikle yaşayan toplumlarının o gün için geçerli yaşam biçimiyle Anadolu’ya girildi. Anadolu insan topluluklarıyla kaynıyordu. Onlarca uygarlık o tarihi kesitlerin uygarlık anlayışına uygun birbiriyle yakın temas içinde, farklılıklarıyla yaşıyordu. Sorunları olsa da kendi aralarında, her bir topluluk, etnik yapısının coğrafi yerleşim alanını bilen bir yerli olarak uzun, kalıcı barışla yaşamını sürdürüyorlardı. Bir dış güç istilası olmadıkça hiçbir sorun olmamış halleriyle yaşıyorlardı. Bu topluluklar, yaşam alanının yerlisi olarak, yukarıda anavatan tanımını yaptığım ekonomik işlevlerin sürdürücüleri olarak, medenileşmiş, insanlığa ışık saçan kütür etkinliklerini yaratıyorlardı.
Kılıç hakkı gelip boyunlarına dayanınca uygarlıkları yıkıldı yaşamları istila edildi. Tecavüz öylesine acımasız ve büyüktü ki, eski kültlerini bile yaşamak için terk etmekle yüz yüze kalıyorlardı. %100 bu günün inanç yelpazesinden farklı olan topluluklar bu gün kılıç hakkının dayattığı zorbalıkla %99’u aynılaşmış bir inanç türüne dönüştürülmüştür ( bu dönüşümde farklı mezhepsel duruşların olması ve bunun bu güne kadar farklı inanç kategorisinde yer alışı ise, büyük dönüşümün dramını örtme durumunda değildir)
Anadolu istilası, kılıç hakkı ve sonuçları dünyanın benzer alanlarında, karanlık çağların aynı türden işlevlerinden farklı olarak cereyan etmiştir. Bu fark bu günün temel sorunlarının da üreticisidir.
İstilacılar öncelikle batıya doğru bir akın içindeydiler. Daha ileri ve daha batıya. Ancak bu gidiş 1683 II. Viyana kuşatmasının iflasıyla durdurulunca, gerisin geriye Anadolu’ya dönüş ve Anadolulu olma çabası ister istemez kendini göstermiştir. Daha da doğuya gitme şansının olmadığı yani gelinen yere, anavatan olarak görülen ilk yere Orta-Asya’ya dönüş imkanının da olmaması Anadolu’nun doğudan ve batıdan gelen sıkıştırmalarla yerleşilecek bir alan haline gelmesi, kolların bu yönde bilinçli bilinçsiz sıyrılarak işe koyulmasını getirdi. Ancak bu süreçte, kılıç hakkı toprak üzerinde ve insan üzerinde hüküm sürmesine rağmen, düşünce, kültür, dil uygarlık gibi insan emeğinin ürünü olarak, çalışma ve çabalarının ürünü olarak şekillenen ve kolektif kimliği yaratan değerler üzerinde bir türlü hüküm süremedi. Tersine var olana boyun eğdi.
Tarihin tüm uygarlıklarında şöyle bir ortak süreç bulunur. O da barbarların yıktığı uygarlık üzerinde, eski uygarlıktan alınan ve barbarların gücünü içine koyan yerleşik hale gelerek medenileşen yeni bir uygarlık yükselişine tanık olunur. Bu yüzden bu gün var olan uluslar bu süreçlerin birer bakiyesi olarak varlıklarını sürdürmüş olurlar. Bakarsınız Fransa’da 24 farklı etkin yapı olmasına karşın herkes Fransız’dır. İngiltere, İtalya hep öyledir. Bu kolektif kimlikler etrafında birleşen farklılıklar, alt kimliklerini özgün alanlarda sürdürme gibi insanlık emek birikim ve kültür korumaları arasındaki faaliyetlerle ifade ederler. Çünkü eski uygarlıklarından daha güçlü bir uygarlık gelip onları özümsemiş tarih etmiştir. Bu anlamda tarihin her olayının, her yok oluşun, her asimilasyonun hesabının sorulması diye bir aşırılık anlamsız ve zorlama olacaktır. Bunun sınırları bellidir ve ona göre işlev görür.
Anadolu’da durum çok farklıdır. Anadolu istilası, Anadolu’da yerleşme amacını hiçbir zaman taşımamıştır. Hep batıya gidiş umutlarıyla yaşanmış, daha ilerde var olan milletlerin servetlerine el koyma hedefi seçilmiş, yaşam böylesi bir yolla elde edilir hesabı yapılmıştır. Bu nedenle önceki uygarlıklar yıkılmakla kalmış üzerlerini yeni bir uygarlık inşa edilerek eskileri asimile edip ortak bir kimliğe kavuşturma mümkün olmamıştır. Batıya sürükleniş Viyana kapıları önünde durunca gerisin geriye dönüşleri, bir uygarlığın dönüşü olarak gerçekleşmemiştir. Persler Yunanlılarla MÖ. 480’li yıllarda savaşmış, Atina’yı, Akropolisi yakarak ellerine geçirmişlerdir ancak, Selamis deniz savaşında, ve Maraton’da kara savaşında yenilerek, kendi anavatanlarına dönmüşlerdir. Perslerin dönüşü bir uygarlığın dönüşüydü, anavatanı vardı ve o toprakları tarihte yaşama ilk kez açanlar olarak, üzerinde yükselttikleri uygarlıkla yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Nitekim öyle de oldu. 2500 yıllık persler İran olarak bu gün de iç farklılıklarının kimi sorunlarına rağmen varlıklarını sürdürmektedirler.
Bu konuyu yıllar önce yazdığım “Kürtler ve Ulusal devlet” makalemde şöyle dile getirdim:
Bu gün Avrupa’nın tüm ulus ve ulus devletleri geçmişte üstünde oldukça farklı etnik yapıların bulunduğu topraklar üzerinde şekillendiler. Galya, Fransa olana kadar gel gitler şeklinde değişik etnik toplulukların istilalarıyla yüz yüze gelmiş, bir zaman birileri galebe çalarak bu topraklarda hakimiyet sürdürmüştür. Franclar ancak III. Yüzyıldan itibaren ağırlıklarını hissettirmeye başlarlar. Franc kabileleri dışında onlarca farklı topluluklar bu topraklarda bulunuyordu ve hala varlıklarını mahalli bir renk olarak sürdürmektedirler. Ancak Franc kabileleri Galya’ya ve çevresine egemen olmalarının tarihiyle birlikte başlayan, karşılıklı özümsenme, asimile modern ulusların doğuş çağına gelindiğinde artık, merkantilistlerin ihtiyaç duyduğu tüm merkezileşme de son hazırlıklarına varmıştı. Savoya, Bretonca, Ocitan, Bask, Alsas-Loren, Hollandaca gibi farklı etnik unsurlar, Galya toprakları Fransız ulus bütünlüğü içinde aşılarak, bir potada eriyerek geçmişin izleri olarak bu günde yaşamlarını sürdürmektedirler. Etnik asılları ne olursa olusun tarihin kaynaşma süreçlerinde oluşan özgün dengeleriyle içselleşmiş tüm unsurlar, oluşan tek ulus örgütlenmesinde kendini ifade edebilen ortak değerler bütününe kavuşabilmiş olmaktadırlar. Bu konumdaki Alman asıllı Alsas-Loren halkı Fransız olarak, alman istilasına karşı direnebilmekte, kahramanlıklar yaratabilmektedir. Diğer taraftan Fransızlarla ortak dil ve etnik akrabalıkları olmalarına karşın Savoyalıların İtalyan ulusunun ortak değerleri içinde birleşmiş olmaları aynı anlama gelmektedir. Modern uluslar bu aşamaları tarihleri içinde başarıyla çözümlemiştirler. İspanya’da, tarih yine aynı kaideye uygun ilerler. Eski dönemlerin Vadeller, Süetler, Alenler (409), Vizgotlar (412) Roma hakimiyeti, Araplar (711) ‘ yüz yıllar süren hakimiyetleri ve bu güne kadar, Bask, Katalan, Galisyan, Valensyanlar gibi etnik sorunlara rağmen, İspanyol ulusunun oluşumu söz konusu dengelerin özümsemelerinin bir sonucu olarak şekillenmiştir. İtalya ulusu içinde aşılmış olan Alman, Arnavut, Ladino, Yunan, Fransız Savoyalılar gibi etnik unsurlar buna işaret eder. İngiltere’de, Galler’i, Saksonları, Angılları, Jütleri ve bir kısım İrlandalı etnik varlıkları bu anlamda anmak gerek.
Belli bir toprak parçası üzerinde, tüm lehçe ve mahalli ağızları aşarak, etnik baskı altında kalmadan standartlaşabilen, yeniliği getiren, kapsayıcı öğeleri bulunan, bir potada herkesin ortak olarak özümseyeceği değerleri yaratan ana etnik unsur, modern ulusun doğuşuna bayraktarlık yapmıştır. Bu ara çoğu kimsenin adını dahi anmaktan çekindiği Stalin’in yaptığı ulus tanımı diğerleri arasında en kapsamlı ve en dikkate değer olanıdır. Bu tanım geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir; “Ulus, tarihsel süreç içinde, dil ortaklığı, toprak ortaklığı, ekonomik yaşam ortaklığı ve kendini ortak kültürde belli eden psikolojik yapı ortaklığı temeline dayalı olarak oluşmuş, istikrarlı bir insan topluluğudur.”
Avrupa’da modern uluslar böylesi bir ortaklığın, ortak değerlerin birileştirici potasında, iktisadın gelip dayandığı birikimlerin alt yapısı üzerinde şekillenmiştir. Modern ulus ve devleti kurulurken, tarihin çok gerilerinde kalmış farklılıkların temel unsurları bir potada birleşerek söz konusu topraklar üzerinde her kese ait bir ortak ulus değeri haline gelmiştir.”
Ancak Anadolu’yu istila edenlerin durumu bu değildi. Ne bir uygarlık sahibiydiler nede bir anavatan için gerekli emek çabası sarf etmişlerdi. Bunu en özlü deyişle Atatürk dile getirir: ““Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s;154)
Olay budur.
Bir toprağı anavatan edememiş olanların o topraklar üzerindeki siyasal hükümranlığı, tarihsel olarak geç kalmış uluslaşma süreciyle birleşince sorun gelip kendini dayatmaya başlar, farklılıkları sindirmenin hiçbir yolu kalmayınca da, bu gün ülkemizin yüz yüze kaldığı güvenlik konsepti ile bölgemizdeki benzerlerinin yüz yüze kaldığı güvenlik konsepti tam bir kesişme içinde olur. Bunu birazdan daha ayrıntılı izah etmeye çalışacağım.
Osmanlı Anadolu’daki konumuyla, bir yerli değildi. Göçebeydi ve yerli olmak için hiçbir çaba içinde emek vermiyordu. Bunu çok iyi anlatan bir tarihi olayı önceki yazılarımdan aktaracağım. O da Yavuz Sultan Selim’in, İstanbul’a yerleştirmek istediği Arebesk üzerinedir.
“Yavuz Sultan Selim Memlükleri, Halep'in kuzeyinde yer alan Mercidabık Ovasında yenilgiye uğrattı (24 Ağustos 1516). Halep büyük camiinde adına hutbe okunarak İslam aleminin halifesi ilan edilmiştir (29 Ağustos 1516, hilafet son Abbasi halifesi III. Mütevikil’den alındı). 22 Ocak 1517'de son Memlük ordusunu da Rıdaniye'de yenerek Mısırı zapt etti.
Ayrıntıları veriyorum, anlatmak istediğim Osmanlı hiç bir yerin yerlisi değildi. Kendi topraklarında yaşayan ve orijinal olan milletler üzerinde hüküm sürüyordu. Bu Anadolu için de hiç farklı değildi.
Yavuz, Kahire'ye girdiğinde gözleri dehşet içinde ağaç oymacılığıyla işlenmiş konakları görür Arabesk; ağaç oymacılığı, süsçülüğü. Bu görsel şölen karşısında Yavuz da payıtahtı İstanbul'u süslemek ister. Mısırda akıl almaz bir Arebesk usta ve işçi kovuşturması başlar. Tüm zanaatkarlar İstanbul'a.
İstanbul mermer yatakları ve ocaklarının şehri. Arabesk ağaç işçiliğidir. Kuşaklar boyu yerli hammadde olan ağaçlar üzerinde gelişmiş, olgunlaşmış, doruklaşmış bir sanattır. Bu sanat ve sanatçıyı hammadde kaynağından kesince, tıkanacaktır. Öyle de oldu. İstanbul, Bizans'tan sonra mermer yapılardaki kısırlığı da buradandır. Yerli olunmayan bir alandaki hüküm gerçek bir kimlik oluşturamıyor. Bu eklektik bir dokuya yol açtığı kadar, büyük kaygı ve korkuları da üretiyor. Göçebe bir egemenliğin, birden çok başkent değiştiren yapısıyla, yerleşik olma bilincinin oturtulamadığı bir tarih sürecinde, yayılmacılık tıkandığı yerde darbeciliğin baş göstermesi kaçınılmaz olmaktadır.”
Bu bir Osmanlı algısıdır. Ben tarihte bu algıya Osmanlı aklı diyorum. Bu akıl bizi bu gün de Cumhuriyette takip eden bir akıldır. Bu akılın üst evrimi ittihatçıdır. Pan-İslamizmden Turancılığa oradan tek ulusçu cumhuriyete kadar bu akıl bizi takip etmekte makus kaderimizin yeniden üretilmesine yol açmaktadır.
“. Farklı bir akıl türü. Bu aklı oluşturan Osmanlı gerçeği, talanda, yayılmacılıkta ifadesini bulur. Talan ve yayılmacılık yüz yılların içinde bir akıl algısına dönüşmüştür; başka milletlerin, halkların emekleriyle ürettikleri değerleri ve uygarlıkları gasp etmektir. Bu yönelimin tıkandığı yerde, sık sık tekrar eden padişah halleri, sadrazam kıyımları, paşa kellesi koparmaları gündeme gelmiştir. Tıkanma bir darbeyle sonuçlanmıştır. Tıkanmanın çapı ve hacmi darbenin kime kadar uzanacağına hangi egemenlik alanını kapsayacağını belirlemiştir. Bir cephe savaşında tıkanma paşa kellesini, bir büyük meyden savaşı sadrazamı, bir hatt-ı hümayun tıkanıklığı ise padişahı halletmiştir. Yayılmacılığın sorunsuz işlemediği yerde uzun hüküm yılları sürmüştür (Osmanlının 36 padişahından 14. tahttan darbeyle indirilmiştir. Bu sayının üçte ikisi "Gerileme Devri" denilen devirde olmuştur. Osmanlı talan ve yayılmada tıkandıkça darbelerle yüz yüze gelmiştir”
“Osmanlı geriledikçe, fetihler içe dönük yoğunluk kazandı. Türkmen aşiretleri, Kürt beyleri isyanları, balkan milletlerinin uyanışının bastırılması devreye girdi. Süreç aynıyla işlemeye devam etmiştir. Ancak Osmanlının en uzun yüz yılı diye anılan 19.yy ve ardılı 20.yy kendi özgünlüğü içinde içe bükey sorunlarla darbeci algılara devam etmiştir. Tıkanmanın olduğu yerde darbe öne çıkmıştır. Osmanlı yayılmacılığının tarihsel olarak belirlediği bu süreç cumhuriyetinde miras olarak aldığı bir süreçtir. Öznel değil, nesnel veriler üzerinde oturan bir akıl sistematiği böylece oluşmuştur. Osmanlıda 1836-1839 yılları arasında muvazzaf bir subay olarak hizmet gören geleceğin Alman Genel Kurmay Başkanı Feld Meraşal H.von Moltke bu gerçeği çok yalın olarak şöyle dile getirir "bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, aslında üzerinde babı-ali'nin hiç bir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır" (Moltke, Türkiye mektupları s:187)
Bu çizgi Osmanlının bir devamı olarak Cumhuriyet'te de kendini tüm ağırlığıyla gösterdi. Cumhuriyette Osmanlı aklı, bir öznel miras olarak yürümedi. Nesnel koşulları ortadan kalkmış hiç bir akıl miras olarak taşınamaz. Akıl, mal mülk değil, nesnel veriler üzerinde var olan bir davranıştır, bir düşünce, bir yönelimdir, bir algıdır. Onu besleyen koşullara gereksinim duyar. Akıl genetik yollarla geçmez; kolayına kaçarak kurulan bu tür cümleler, onları anlamlandıran nesnel verilere bir işaret olarak dile getirilmiyorsa, sorunların anlaşılmasına ve çözümüne katkı olamaz.
Cumhuriyetteki Osmanlıyı doğru tespit etmek gerek. Bu yapılmadan, "Darbeci gelenek" demek," ittihatçı militarizmin devamı" demek hiç bir şeyi açıklamaz. Osmanlı'nın başka milletlerin toprakları üzerine kurulu egemenliği ve talan sisteminin yarattığı siyasal korku ve kaygıları, aidiyetsizliğinin yol açtığı, herkesi ve her şeyi düşman gören algılarını doğru tespit etmek gerek. Bunun sonuçları olan Padişah Halleri, sadrazam tasfiyeleri ve sonuçta ulaştığı ittihatçı militarizmi, darbeciliği belirlemek gerek. Osmanlı aklını yaratan bu veriler çözümlenmeden Cumhuriyetteki askeri darbeleri kavramak güçtür. Cumhuriyet içindeki Osmanlıdan kurtulmadan darbeciliğin askeri ya da sivil biçimindeki maceralarından kurtulmak çok zor olacaktır. Çözüm, sorunun doğru konmasını gerektiriyor.
Cumhuriyetteki Osmanlı, öncelikle Cumhuriyetin hükümranlığı altındaki topraklarda, farklı etnik yapıların bu coğrafyada yerli olmalarıyla ilgili bir durumdur. Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı gibi başka halkların üzerinde yaşadığı topraklarda, tek boyutlu bir uluslaşma süreci dayatarak yapılanmıştır. Bu atılım, farklılıkları ötelemiştir, onları yeniden fethedilmesi gereken tehlike olarak görmüştür; tek dil, tek ırk, tek millet, tek dil, tek bayrak esprisi. Üstelik bu girişim milyonlarca Km karelik bir alanda gerileyerek, yaşanan büyük korku ve kaygıların basıncı altında, elde kalan nispiten dar topraklar üzerinde, bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan, uygarlıklar kuran yerlileri asimile etmeden, Osmanlıdan devraldığı haliyle üstlerine çökmüştür. Bu farklılıklar ise, 200 yılın birikimlerine dayanarak siyasal hareketlere de girişmiş bulunmaktaydı. Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren yüz yüze kaldığı Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim isyanları bunun ifadesidir (Koçgiri isyanından şeyh Sait isyanına oradan Dersim isyanına kadar uzanan süreçte, irili ufaklı 25 Kürt isyan bulunuyor. Kürt halkının diriliğine bir işaret olan bu ayaklanmalar, iç fetihle kanlı bir şekilde bastırılıyor. İç fetih darbeleri önlüyor ancak onun yerine geçiyor, militarizmi tanımlıyor. Bu da bize Osmanlı'dan Cumhuriyete mitarizmin dayandığı nesnel verileri işaret eder.)
Cumhuriyet'in Osmanlıdan aldığı darbeci mantığın kıymeti kendinden menkul gerekçelerinden biri "iç düşman", "iç tehlike" söylemidir. Kendi reasına, vatandaşına karşı savaş, bu söylemlerle yürütüldü. Militarizmin bu boyutu, her zaman dış ve iç fetihler tıkandıkça darbelere dönüştü. İttihatçı darbeciliği, II. Abdülhamit dönemi çözümlemeleriyle birlikte ele aldığımızda bu tablo tüm çıplaklığıyla belirginleşir; bu işleyiş Osmanlı'da olduğu gibi Cumhuriyet'te de sürmüştür. Buradan bir espri çıkaracak olursak, İç fetihler olmasıydı, Atatürk bile askeri darbeden kurtulamazdı, Kürt isyanları Atatürk'ü askeri bir darbeden korumuştur. Yanlış anlama yer vermemek için cümleyi şöyle kurmak daha doğrudur, Atatürk Kürt isyanlarına yönelik askeri kıyımların gölgesinde iktidarını sürdürmüştür.; buna Osmanlı yayılmacılığının çok açık bir biçimi olan Hatay'ın ilhakını eklemek hiçte yanlış olmayacaktır.
Bu noktadan gerisin geriye, darbeciliğe kaynak oluşturan nesnel verileri ele alarak bu güne geldiğimizde tablo çok daha belirgin hale gelir.
DARBECİ KÖKLER
OSMANLININ YAPISAL DERİNLİKLERİNDE
Cumhuriyet 87 yılında. 21.yy dayız ve hala darbelerden söz ediyoruz. Kimi ulusalcı aydınlar, Kemalistler, milliyetçi laikler, ulusalcılar ve özellikle milliyetçi-ırkçı saflarda darbe arzusu taşımayan çok az kişi var. Darbenin dayanılmaz cazibesini sağlayan gerçekler birilerinin Kemalist olması, laik ya da ulusalcı olmasıyla ilgili bir öznel eğilimden kaynaklanmıyor. Bu konuda ciddi araştırmalar var, olayın tarihsel ve nesnel boyutları üzerinde duran aklı başında yazılarda bulunmaktadır. Ancak darbe geleneği ve darbe tapınmasını ne cumhuriyet dönemine ne de bu dönümle ortaya çıkan ulusalcı akımların dünya algılarına bağlanamaz. Siyasal iktidarın kırılmasıyla, dünya güçler dengesinin değişimiyle, sosyalist sistemin çözülüp solcuların milliyetçileşmesiyle izah edilemez. "23 zindeliği" tabiriyle kendini Cumhuriyetle sınırlamaya çalışanların algılarıyla da izah edilemez.
Darbecilikte anlam bulan militarizmi ittihat ve terakkiye kadar götürenlerin bilgi sınırı da buraya kadardır. Bu siyasal algı belirlemeleri bir sonuçtur. İttihatçılığı, Kemalizmi militarizmle harmanlayan gerçekler başka yerdedir, birbirinin ürünü ya da halef-selef ilişkisiyle izah edilecek bir algı değildir. Bunun gerçeklerini Osmanlının yapısında aramak gerek; bu yapının objektif verilerinden beslenen, nesnel verileri üzerinden şekillen akıl bir sonuçtur. Sonuçları bilmek onları çözümlemeye yetmiyor, kaoslardan çıkışı sağlayamıyor. Eflatun'un da Şeyh Bedreddin’in de hayalleri müthişti.”
Darbeciliği irdeleyen bu satırlar gerçekte, ülkemizde tek boyutlu, tek dilli, tek kitaplı tek liderli dayatmanın tarihsizliği kadar talihsizliğini de irdeleme olayıdır.
Osmanlıdan geride kalan topraklarda, kadim uygarlıkları asimile edecek her türden kanlı girişimin mubah olduğu kesitlerde, bunu başaramamış olanlar 20 yy ulusların uyanışında buna girişmeleri artık mümkün olmayanı, mümkün kılma girişimiydi. Evrim, iç içe erime özelliğini sağlayacak koşulları çoktan aşmıştı. 1000 yıllık etkileşim ulusları ulus yapan, kültürleri, dilleri, gelenek görenekleri yaratan etkinlikler iktisadın çarkları arasında birleştirilmemişken bunu 20.yy da gerçekleştirmenin hiçbir yolu kalmamıştı.
Kürt ulusu modern bir ulus olarak, son 200 yıl içinde bin bir biçimde kendini ifade eden çabalarıyla 20.yy ortalarına kadar isyanlarla, ben bu çağın gereklerini uluslaşma sürecimin lehine kullanacağım diyerek getirdi. Cumhuriyet Osmanlı gibi iç fetihlerle kürdü kart kurt ederek akıl zoru yöntemlerle, güneş dil teorisi, Hitit Sümer Türkleri gibi çağ dışı söylemlerle var olanı, ayrı varlığı bastırmaya çalıştı. Ancak tarih bir dönemecin eşiğindeydi ve yer yüzünün hiçbir kudreti bu gelişmeyi tersine çeviremezdi.
PKK bu sürecin sonucudur. Ve en anlamlı Kürt siyasal bileşkesinin koordinasyonunun kolektif bir kimlik etrafında kendini ortaya koyuşuydu.
Kürt özgürlük hareketi, tarihin değişik ulusal kurtuluş hareketiyle bir çok ortak yanı olmasına karşı ayrı yanları olduğunu da dile getirmek yanlış değildir. Tespitlerime göre tarihin en az milliyetçi etkiler altında an az kalan hareketi bu harekettir demek yanlış değildir. Bu gün ülkede bir iç savaş yok ise bunun tek nedeni Kürt özgürlük hareketi ve önün önderliğidir. İkinci nedeni tarih, üçüncü nedeni bölgemizin özgün koşullarıdır, Kürdistan coğrafyasının karasal alanlarla kaplı olmasıdır. Bu gerçeklikte Türkiye egemen güçlerin katkısını aramak, sınır dışı operasyonları izahı mümkün olmaz hale getirir.
Konumuz çok uzadı.
Bu günü izah için bu ölçekte bir tarih irdelemesi yeterlidir. Cumhuriyetteki Osmanlı aklı iç fetih siyasetinin esiri yaptığı bu ortak ülkeyi barış içinde yaşanmaz hallere maceralara sürükleyerek inkarı dayatmakta ve bu inkar savaşın tek nedeni olarak ortada durmaktadır.
Özgürlük hareketinin birçok kez benim de orta-doğuda şahsi olarak tanık olduğum ve katıldığım basın açıklamalarına, barış eli uzatmalarına verilen kanlı kıyım cevaplarının yol açtığı kaoslar, bu güne kadar, bu aklın ürünü olarak gelmiştir.
Kürt açılımı, hepimizin desteklediği bir açılım olarak ortaya atıldı. Kaygılarımıza rağmen bu sürece tüm demokratik güçlerin omuz vermesi gerektiğini dile getirdik. İktidar bu açılımı ilan ederken açık ve net olarak en iyi Kürt ölü Kürt diyordu. Kürt ulusunun uyanışını siyasal bir önderlik etrafında sözünü ve gücünü birleştirdiğini tanımak istemiyordu. Esasında karşısında hiçbir şey istemiyordu. Açılım, kendi kendine, Kürdistan kapılarını açmaktı. Kürtler, siyasi iradesi olmayan Türkleşmiş Kürt olarak kabul sınırları içindeydiler, en ideal Kürt böylesine mevta hallerdeki Kürt’tü. Dayatılan buydu. Ancak kürdün kolektif kimliğiyle bir varlık olarak ortaya çıkıp düşüncesini iletmesi, bunu örgütlemesi bunun için bir yapılanmaya yönelmesi asla kabul edilemezdi. Açılım böylesi bir Osmanlı aklı algısıyla sürdürülmek istendi. Anadolu’nun makus kaderi böylesine makus bir aklın idaresi altında olası tüm şansların önünü tıkıyordu.
Bu koşullarda 29 Mart 2009 mahalli seçimlerine gidildi. Bu seçimlerde iktidarın içine girdiği kepazelik, buzdolabı dağıtımından kömüre, mobilyadan para kadar her türden anti-demokratik yolu alet olarak kullanıyordu. Bu ülkenin ordusu laiklik konusunda iktidarla içine düştüğü sahte çekişme kürdün iradesiz kılınması için, mahalli seçimlerde son düelloyle yere serilmesi için bir dayanışmaya dönüyordu.
Bu sürecin sonucunu ele alan 21 Mayıs 2009 tarihli yazımda özetle şunları dile getirdim
”Son düello da sonuçlandı. Kendini 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde galip sananların mağlubiyeti, 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle, açığa çıktı. Bu topraklar özgürlük istiyordu ve bu talebin arkasında halkın kararlı iradesi duruyordu. Akıl almaz engellere rağmen Kürt özgürlük hareketi açıkça söylendiği gibi Kürdistan’ın sınırlarını çizecek mahiyette bir sonuç alıyordu. On yılların mücadelesini taçlandıran bu sonuç, kaçınılmaz olarak kendi mantıki süreçlerinin ifadesini de dile getirecekti.
Kürt özerkliği bu noktada haklı bir talep olarak tarihin tüm evrimi içinde olan güçler dengesi çatışmalarının son sözü olarak beliriyordu.
Kürt özerkliği, bütünsel anlamda Anadolu halkları özerkliği projesinin bir parçası olarak algılanmadan bir ayağı aksak kalır. Bu gelecek anayasa tartışmaları için olduğu kadar, halkın bilince çıkartacağı demokratikleşmenin yol haritası içinde çok büyük öneme sahiptir. Bunun da yolu, özerklik talebinde bulunacak her farklılığımızın, ayrı varlığın özgün örgütlenmesi ve mücadelesiyle fiili olarak siyasetin sahnesinde yer almasını gerekli kılar. Kürt halkı bu yolu büyük bedeller ödeyerek hepimiz adına açtı. Bu yoldan yürümek için herkesin üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Son tahlilde özgürlük, ona sahip olmak isteyene aittir. Kimse kimsenin adına özgürlüğü kullanamaz.
Yazılarımda milliyetçileri çılgına çeviren, Fırat’ın ötesinden yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesine Torosların güneyini de bir manivela olarak katalım çağrısı gerçekte, Fırat’ın ötesini ve berisini, Torosların güneyini ve kuzeyini kapsayan bir ortak ülke algısının özgürlük projesidir. Bunun mantıki sonuçları, ortak ülkemizin çok başkentli olması gerektiğine işaret eder. Bunu da açıkça ilan etmemiz gerekiyor. Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, Ankara resmi, İstanbul filli başkent olduğu gibi, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari başkent olmalıdır diyorum. Bu önerme bu gün her zamandan daha gerçekçidir; Kürt özerklik talebinin de doğal sonucudur. Anadolu halklarının tarihsel özleminin en açık şekilde demokrasi ilkeleriyle, bölücülüğe, milliyetçiliğe yer vermeden dile gelişidir.
Bir milliyetçi komünist softa, bu söylemim üzerine; “bölün daha ne kadar bölecekseniz bu ülkeyi” diye havladı. Kullanım tarihi bitmiş bu akılsızlıkları muhatap almayacağımız açık.
Gerçekte, ülkemizin en birleştirici söylem buydu. Anadolu halklar gerçekliğinin en birleştirici söylemi her ayrı varlığın, her farklılığın kendi özgün mücadele zenginliğiyle, kendini ifade ederek örgütlenmesi ve siyasal taleplerini bu ortak paydaya dökmesini gerektiriyordu. Birleştirici tek yol budur. Bu yolu özveriyle açan Kürt halkına omuz vermek, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin kendisidir. Bu açıdan Kürt özerkliği tüm halkların özgürlüğüdür diyorum.”
Kürt özgürlük hareketinin haziran atılımını bu tarihin çekilmez acıları, öz verili barış çağrılarının bir sonucu olarak görüyorum.
Mücadelede çok hassas davranmak gerektiğini önemli belirlerken, şu yanılgıya kapılmamak gerektiğine de işaret edeceğim. Bir savaş dayatılmıştır, bir ulusun yok edilmesini amaçlayan. Lozan’da tanınan haklarını bile vermekten kaçınan bir aklın dayattığı savaş esasında Kürtler kadar Türkleri de tüm Anadolu farklılıklarını da esir almıştır. Bu savaşta, haksız olan egemen güçlerdir haklı olan özgürlük hareketidir. Bu tespit bize her olayın nasıl yorumlanacağını yeterince açık hale getirir.
Kimse kimseyi aldatmasın, katleden, dış destek alarak kendi vatandaşına sınır dışı operasyon düzenleyen Devletin kendisidir. Bu devlet gerçekte Türk halkının da barışını ve güvenliğini katletmektedir.
Tam bu noktada bir kez daha ve çok açık olarak bölgemizde kimlerin güvenlik doktrinleri birbiriyle kesişmektedir açık hale gelmiştir. İsrail ve Türkiye, aynı tarihi neden ve gerekçelerin esiri olarak hükümranlık alanlarındaki halklara bir istilacının davranışını sergilemektedir.
Kestirmeden söyleyeyim, 30 mayıs 2010 tarihinde PKK gerillalarının İskenderun deniz komutanlığına bağlı askeri bir bölgeye yönelik saldırısını, İsrail’in, Gazze’ye insani yardım taşıyan Marmara gemisine yönelik insanlık dışı operasyonunu birbiriyle ilişkili görmek sadece aptalcadır. Bunu kışkırtan söylemler gerçekte İsrail’in insanlık dışı eylemini aklamaya çalışan içimizdeki Siyonistlerden başkası değildir. Bunlar iyi İsrail yönetimi kötü İsrail yönetimi diye halkımızın Siyonizme karşı gelişen tepkisini sindirme gibi bir amaç taşımaktadır.
Bu noktadan bölgemizdeki duruma göz atmak daha kolay olacaktır.
İsrail bölgemizde bir işgal gücü olarak konumlandırılmıştır. II. Dünya savaşının kefaretini Avrupalı Emperyalist güçler o kesitin dengeleri içinde bölgemize kuşaklar boyu ödetecek bir planla, Filistin topraklarına İsrail devletini konumlandırarak ödediler. Tarihi Filistin halkının anavatanı, binlerce yıl önce yaşama açıp, bunu sürekli kılarak bu güne geldikleri topraklar üstünde, kendi kültürel gelişimlerini oluşturdukları kolektif kimlikleri yok sayılarak başka toraklara emeklerini vermiş Yahudileri sürgün ettiler. Bitmiş bir savaşın ardından tazminatlarını da ödeyerek, kendi öz topraklarında, binlerce yıldır yaşamlarını sürdürdükleri topraklarda bırakacaklarına Nazilerin tamamlamadıkları görevi, Yahudi korkularını da kullanarak Filistin’e taşıdılar. Yahudilerin yerleşimi için yer tercihleri yapılırken, Çad ve Arjantin gibi önermelerinde zaman zaman öne çıktığı olmuştur. Ancak o dönemin İngiliz çıkarları petrol alanı bölgemizdeki çıkarlarıyla uyumlu bir ileri karakol konumlandırmak için Kıbrıs’tan daha önemli gördüğü Filistin topraklarında ısrarlı oldular. Siyonist kongrenin bu ısrarı dini etkenlerinde devreye sokularak ikame edilmesi gündeme geldi. Dediler ki,” iki bin yıldır yemek yerken her Yahudi Kudüs’e dönme hayali kurarak dua ederken bir başka yere gitmesini asla düşünemez.”
Siyonizm, bir emperyalist yayılmacı ideolojidir. Batılıdır. Yahudi emperyalist sermayenin, gerçek anavatanı olan Avrupa’da özellikle İngiltere ve ABD de doğan orada gelişip büyüyen sermeyenin tüm ideolojik algılarını temsil eden bir siyasi duruştur. Yayılmacı karakteriyle, II. Dünya savaşı öncesi ve sonrası, uluslar arası yayılmanın temsilcilerinden ve destekçilerindendi. Bu karakteri Yahudileri yeni bir yurt kazandırma yönündeki tercihleri de etkilemiştir.
Bu gelişmenin tarihi arka planı I. Dünya savaşı öncesine kadar gider ve tamamıyla Kapitalist dünyanın meta ihracından sermaye ihracına geçiyle temsil edilen emperyalist evresiyle kesişir.
I.Dünya savaşı ardından artan bir yayılmacılıkla at başı giden Siyonist çabalar, bölgemizde Yahudi yerleşimi yönünde, demografik yapıları alt üst edecek sonuçlarıyla kendini gösterir. Bu dönemin ayırıcı özelliklerinden biri olarak tarihe düşülen notlardan biri, Sultan II. Abdülhamit’in Siyonistlerce önerilen Filistin topraklarının satın alınmasına karşı duruşu ve İttihatçılar tarafından hal edilişi arasındaki bağ konumuz dışında önemli bir belge gibidir. Bu konuda yakın zamanda Şam’da açığa çıkan ve Şazelli Şeyh Mahmut Ebu Şamat’a Selanik’ten gönderilen mektupta aynen şunlar yazılmaktadır “İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrarlarında devam ettiler.”
I.Dünya savaşı bitmişti. Osmanlı tarihe karışmış, sultası altında kalan topraklar, iki temel emperyalist güç arasında 1925 San-Remo anlaşması gereği mandaterlik altına alınmışı. Bölge A ve B alanlarına ayrılarak Fransızlara ve İngilizlere verilmişti.
7. Ordu ve Hatay davası yazımda bu noktayı şu cümlelerle ifade ettim. “Olayları ciddi bir araştırmayla, tarafsızca sergilediğinde görülecek olan gerçekler, I. dünya savaşı ardından, galip devletlerin Ortadoğu’yu, 16 Mayıs 1916’da Seykes-Picot Anlaşması, Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Bildirgesi ve Milletler Cemiyeti Yasası’nın 22. Maddesiyle öngörülen ve 28 Haziran 1919’da kurulan “Mandat” sistemi gereğince, Fransızlarla İngilizler arasında, iki bölgeye bölünüp (Fransızlara, Suriye, Kilikya ve Lübnan A bölgesi ve İngilizlere Filistin, Ürdün ve Irak B bölgesi olarak) 25 Nisan 1920 San Remo Anlaşmasıyla karar bağlanan manda altına almasıyla başlar. Bu başlangıç, bölgemizde bu güne kadar süren, bitip tükenmeyen sorunların, kapanmamış dosyaların da başlangıcıdır. Bölgemiz manda altına, manda yasalarıyla girmiş, ancak emperyalist çıkarlar, hiçbir hukuk kuralına bağlı olmaksızın manda altına alınan ülke toprakları üzerinde insanlığa ve kaynaklara karşı insafsızca, pervasızca ve zalimce davranarak tasarruflarda bulunmuştur.” ( sayfa 4)
Bu süreç en çok Filistin halkının zararına sonuç verdi. İngiliz etkisi ve buna eklenen Siyonist kongrenin yönlendirmeleri, Filistin halkının bu güne kadarki acısını oluşturdu. Bunu da “Terörist İsrail devleti” başlıklı makalemde şöyle dile getirdim
“I. dünya savaşı ardından, İngiliz emperyalizmi dünyayı diğer emperyalistlerle fiili olarak yeniden paylaşmıştı. Denizlerin bittiği yerde, Ortadoğu ve doğu Asya’ya açılan önemli bir kara parçası olan Filistin toprakları da askeri güçlerle işgal edilmiştir. Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına, Asya’nın ticaret kervanı yollarına, Hindistan’daki egemenliğin lojistik ihtiyaçlarına stratejik bir üs olarak Filistin işgali, aynı zamanda Siyonistlerin istilasıyla at başı gitmişti. Bu iki işgalci güç biri birini tamamlayan ortak amaçlar etrafında katliam ve gasplarla işe koyulmuştu. Bu süreç, tarihlerinin hiçbir döneminde bu toprakları bilmemiş, bu toprakların tarihsel kültürüyle hiçbir ortak yanı olamamış Yahudi dini mensubu insanlar binlerce yıldır yaşamakta oldukları vatanlarından, kimisi Rusya’dan kimisi, Amerika’dan kimsi, orta Avrupa’dan sökülerek, hayali ve hurafe dini çağrılar peşine, “tanrının vaddettiği topraklar” adı altında, sürüler halinde getirilip, Filistin Arap halkının binlerce yıldır yaşadığı, medeniyete açtığı topraklara bir işgalci güç olarak yerleştirildiler.
Dünyayı sarsan ve hala meşgul eden Ortadoğu surunu böylesine haksız bir girişimle başlatılmış oldu. Bu adım İngiliz emperyalizminin bölgemize ilişki geliştirdiği böl-yönet siyasetinin bir ürünü olarak gündeme gelen ve I. Dünya savaşı ardından 1916 Mayısında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ve 1917 Kasımında ilan edilen Balfour Bildirisi’ ile atıldı. 1919 Versay Anlaşmasıyla Filistin Mandası’nın İngilizlerin eline geçmesi, Siyonist emellerin bölgemizde cirit atması için yeterli zemini oluşturdu. Bilindiği gibi, tarih boyunca sömürgeciler bu fırsatları yerli halkların aleyhine, yüz yıllar boyu sürecek yıkımları yönünde istismar edeceklerdi. Nitekim olan da, bu güne kadar süren de Filistin topraklarının yerli halkı olan Arapların toprakları, dıştan getirilen Siyonistlerce gasp edilişi oldu. Filistin’de, I. Dünya savaşı bitiminde 40.000 civarında olan Yahudi nüfusunun, 1931’de 175.000’e, 1935’lerde 200.000’e ve 1939’da 430.000 kişiye yükselişi, sömürgeci politikaların, Siyonist işgalcilerle el ele planlıca yürütüldüğünü göstermeye yeterlidir. Binlerce yıldır üstünde yaşadıkları toprakları adım adım kaybeden Filistin Arap halkı, çok doğal ve çok haklı olarak bu gidişe dur diyecek direncini ortaya koyarak, dev bir coğrafyaya yayılmış Arap kardeşlerinden, Arap devlet ve etkinliklerinden yardım isteyecekti. Nitekim bu gelişmelere duyarlı olan Araplar, 1931 Aralığında, 22 Müslüman ülke delegelerinin katıldığı Kudüs konferansını bağladılar. Bölgeyi sarmakta olan tehlikeye dikkat çekip tepkilerini ve uyarılarını yaptılar. Bu dönem Arap halkları ve yönetimlerinin barış yanlısı eğilimleri, Siyonist gaspçıların örgütledikleri Stern, Argon gibi terör örgütleri tarafından silahlarla karşılık buluyordu. İsrail devletinin kuruluşundan bu yana yer alan tüm yetkililer bu terör örgütlerinin eli kanlı katilleriydiler. Arap halkı 400 yılı aşkın süren Osmanlı egemenliğinden kurtularak bağımsızlığa doğru el yordamıyla yürürken, özgürlüğü için kendini toparlarken, İngiliz sömürgecileri ve Siyonist askeri gaspların karşısında tüm barışçıl yolları deneyerek hak arayışını sürdürüyordu. Buna karşılık olarak o günden bu güne sürekli Siyonist katliamlarla, yeni işgal ve gasplarla cevap verildi. Bu gün, Filistin Arap halkı evlatlarının taşlarla direnişten, İntihar eylemlerine kadar uzanan haklı mücadelesi, işte o günlerden itibaren başlayan ve bu gün tüm acımasızlığıyla süren Siyonist terörün dayanılmaz ağırlığıyla dayatılmış oldu. Bu günü irdelerken kaçırılmaması gerek temel halka budur; ilk zulüm, ilk işgaller, ilk gasplar ve bunu sürekli kılanlar ve bölgemizin bu güne kadar kana bulanmasına yol açanlar yalnızca Yahudi Nazileri Siyonistler olmuştur.
Arap halkları ve yönetimleri, Kudüs Konferansı (1931) ardından, değişmeyen İngiliz-Siyonist teröre ve işgale karşı yine barışçıl direnişle cevap vermeyi, uygar olmanın bir göstergesi sayarak, Tüm Arap ve İslam alemini İngiliz-Siyonist malları almamaya, boykota çağırdı (1933). Bu boykot İngiliz sömürgecilerinin artan baskısıyla karşılaştı. Filistin Arap halkı 1929 ağustos ayaklanmasından yeni çıkmıştı. Ağustos ayaklanmasında Sömürge valisinin Yahudilere gösterdiği toleransın dini ve toprak işgalinde yarattığı sonuçlardan patlak vermesi, 1933 ayaklanmasının daha yoğun ve kapsamlı olacağını gösteriyordu. Nitekim Filistin Arap halkı bu kez, Siyonist yayılmacılığın temelinde İngiliz sömürgeciliğinin açıkça yer almasına karşı tüm Filistin’e yayılan ayaklanmaya başladı. “Sami temsilcisi Wagop sömürgeler bakanına Ekim 1933 ayaklanması, hükümete ve İngilizlere karşı bir damga taşıdığını bildirdi. Ki, Yahudilere karşı saldırılar olmadı. Sami temsilcisi ayaklanmanın doğrudan olan nedenlerini Yahudi göçüne karşı olan protesto arzusuna bağladı.” ( Filistin İşçi Hareketi. Esat Sakar s:151 ) Bu gelişmeler artarak devam etti ve 1936 ayaklanmasına kadar sürdü.
1936-1939 yılları boyunca süren Filistin halk ayaklanması, çetin ancak kararlı bir tutum olarak tarihe geçti. Filistin halkı sömürgecilere ve Siyonistlere karşı, bu güne kadar sürmekte olan kararlı mücadelesine başlamış oldu. Bu mücadele, adı bu güne kadar destan olan ve Terörist İsrail devletine karşı en büyük direnişleri yürüten örgütlerin ilham kaynağı olan Şeyh İzzedin El Kassam’ın İngilizlere karşı açtığı özgürlük mücadelesiyle başladı. Şeyh İzzedin El Kassam Suriye’nin Ceble kasabasından olup, Fransızlara karşı mücadele saflarından gelmiş, büyük bir vatansever olarak Filistin halkının davasına önderlik etmiştir. Şeyh 12-19. Kasım. 1935’inda İngiliz askeri birlikleri tarafından 25 arkadaşıyla ağır bir çatışmanın ardından şehit edilmiştir. Ancak Şeyh’in Ölümü Filistin’in dağınık güçlerini ve liderlerini toplamak ve 36 devrimini ayağa kıldırmak için bir kıvılcım görevi görmüştü” (Sayfa 10)
Bu süreç çatışmalı bir biçimde II. Dünya savaşının ardından İsrail’in kuruluşuna kadar devam etti. İsrail o gün bu gün bölgenin temel sorunu haline gelmiştir.
Bundan sonrası kesintisiz kıyım ve istilalarla geçen İsrail genişlemesi ABD emperyalistlerinin bölge politikalarına uygun bir çimin altında ilerlemişti.
İsrail, bölgenin en köksüz devletidir. Devlettir ama yerli değildir. İstilacıdır, işgalci ve yayılmacıdır. Bu onun bu topraklarda anavatan oluşturan emekler sunmamasının bir sonucu olarak gerginlik içinde, güvenlik doktrinlerini de şekillendirerek savaş ortamı içinde yaşamasına yol açmıştır.
İsrail tipik bir Türkiye cumhuriyetidir. Filistinlileri ya ölü ya da köle istemektedir. Filistin halkı diye bir halkı tanımamaktadır. Hükümranlığa altındaki topraklarda yaşayan Filistinlileri İsrail üst kimliği adı altında tek ulusa mahkum etmektedir. Bu baskının sonuna kadar gidemeyeceğini gördüğü yerde ise, Filistin özerk bölgesi yaratarak Oslo anlaşması ardından, İsrail’i tek ırklı bir devlete dönüştürmek için ırkçı duvar örgüsünü yönelmiştir. Filistin topraklarını küçük parçalara ayırıp birbirinden yalıtarak, en verimli toprakları en stratejik tepeleri alarak, Filistin topraklarını yaşanmaz adalar halinde bölmektedir. Bu yönde tarihe geçecek birden çok programlı katliama serisiyle direnen halkı yok etmeye girişmiştir. Der Yasin’den (1948), Filistinlileri Lübnan işgali sırasında (1982), Sabra ve Şatilla kamplarında katlederek sürmüştür. Bunu 29 Nisan 2020 de cenin kampı katliamı takip etmiştir. Burada da kalmayan İsrail insanlığa meydan okuyarak, Filistinli liderleri tek tek başka ülke sınırlarını ihlal ederek suikastle öldürmüştür. Bunun için devlet üst kademesinin oylama usulü karar verdikleri açığa çıkmıştır; Gassan kanafani, Ebu İyad, Ebu Cihad, Rentisi, Şeyh Ahmet Yasin, Ebu Ali Mustafa, Lübnanlı Hizbullah lideri İmad Muğniyi gibi binlerce lider bir devlet politikası ile yok edilmiştir.
İsrail her adımda insanlığa meydan okuyarak, arkasında batı desteğiyle bu vahşeti sürdürmüştür. Batının kahredici sessizliği her türden çıkar hesaplarının dışında bur duruşu göstermektedir. İsrail kendine ait olmayan topraklarda hırsız tedirginliğiyle var olmasının kaçınılmaz sonucu her şeyi düşman olarak algılamakta ve böylelikle kendi halkının yaşamını savaşa endeksli hale getirmektedir. Yahudi’nin Yahudi’den başka dostu yoktur söylemi ise bu bölgede kimlerin güvenlik doktrinlerinin kesişme halinde olduğunu yeterince göstermektedir diyeceğim.
21.yy girerken bölgemizde üç önemli savaş vuku buldu. Bu savaşlar de öncekiler gibi İsrail tarafından başlatıldı. Dördüncüsüne da hazırlanıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu savaşların ayrıca ortaya koyduğu gerçek İsrail’in güvenlik doktrini ile Türkiye’nin güvenlik önemli oranda kesişme halinde olduğudur. Her iki ülke de, iç düşman diye ilan ettiği yerli halkla savaş halinde yaşayarak sürdürmektedir. Her iki ülkede bu savaşı içte olduğu kadar, sınır ötesi operasyonlarla da acımasız ve orantısız silahlı güç kullanımıyla sürdürme çabasındadır. Etnik sorunlarını farklılıkların hak taleplerini demokrasiyi derinleştirip genişleterek çözmek yerine, silahlı güç kullanarak çözme üzerine kurulu olan güvenlik doktrinlerini esas almaları, bu iki ülkenin siyasal hükümranlığını kendine ait olmayan coğrafyaları yerli halkından gasp ederek hükümranlığa altına almasındandır. Tarihte yaşama ilk kez açmadığı topraklar üzerinde siyasi ve askeri hükmün sağladığı kılıç hakkıyla sorunları çözüme girişimi, bu doktrinin temel taşlarını oluşturur.
Türkiye, İsrail’den farklı olarak, ortak coğrafyada 1000 yıllık birlikte yaşamanın yarattığı ortak tarih, gelenek, görenek ve sosyal ilişkilerde anlamını bulan veriler, 20 yy ın kitlesel kanlı kıyımını nispeten dizginlemiş sayılır. Son yüz yıla yakın zamandır Cumhuriyetle başlayan tek ulusçu süreç bu tarihsel birliği ciddi şekilde zedelemiştir.
II. BÖLÜM
BÖLGEMİZDE DURUM
(Özet aktarım)
Bölgemizde durum ve terör örgütü olarak yapılandırılmış Siyonist İsrail devletinin bu bölümün ana temasıdır. Bunu sağlıklı kavramak için çok gerilere gitmeyeceğim. 21. Yy da İsrail’in başlattığı üç savaş üzerinde durarak bu güne nasıl gelindiğini izah etmeye çalışacağım.
Bu üç savaş sağlıklı olarak kavranmaksızın bölgemiz hakkında söylenecek her söz ayakları havada kalır.
Her üç savaş üzerinde blogumda geniş makaleler yazdım. Yorumları en geniş haliyle okumak isteyenler bu makaleleri okumalıdırlar.
Birincisi Irak savaşı 20 Mart – 9 Nisan 2003
Bölgemiz sorunlarının küresel boyutu, bir yanıyla Enerji kaynaklarının en önemli coğrafi kuşaklarından birini oluşturmasından ileri gelmektedir. Bu ABD’nin bölgedeki çıkarlarına ve müdahalelerine de temel gerekçe oluşturmaktadır. ABD, Ak deniz, Ortadoğu ve Kafkaslardan oluşan paralelde yakın ve uzak geleceğin iktisadi faaliyetlerine temel unsur olan enerji kaynakları için büyük önem vermektedir. Körfez savaşıyla başlayan bölge üzerinde açık fiili askeri istila, Afganistan savaşıyla ikinci adımı atmıştır. Ancak bu adımlar tatmin edici olmaktan uzaktı. Söz konusu paralelde kopuk halkaları en azından elli yıllık bir kıskaç altına almak için atılması gereken çok önemli adımlar vardı. Bunların başında Irak rejimini değiştirme adına tüm Araplara ve özellikle ABD çıkarlarını değişik yollarla zedeleme konumunda olan ülkelere ve bu arada İran’a sert bir ders vermek gerektiği inancı bulunmaktadır.
İkincisi 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşı ve BOP kırılışıBu
savaş için söylenecek çok şey var. En önemlisi bölgemizin kaderini değiştiren savaş olmasıdır. İsrail ilk kez bu savaşta yenilgiyi tattı. Bundan sonrası bir çorap söküğü gibi geldi. Bölgemize tasallut olan güçleri gerin geriye dönmeye başladı. İsrail savaş mekanizmasının işe yaramaz olduğu da açığa çıkmış oldu. Bu ise, İsrail içinde şaşkınlık ve kaos içinde sürüklenerek pervasız maceracı girişimlere yönelmesine yol açtı.
Bölgemiz için değil tüm insanlık için de bir risk haline gelen İsrail, ABD için de taşınması güç bir yüktür. Lübnan savaşı bu gerçeği gözler önüne serdi.
Üçüncüsü Gazze savaşı. 27 Aralık 2008- 18 Ocak 2009
Bu savaş Lübnan yenilgisi sendromunun, içte küçük bir zaferle aşılması amacını taşıyordu.
“Varılması istenen hedef,
1. Gazze'nin istilası
2. Tüm direniş güçlerinin mutlak olarak tasfiyesi
3. İsrailli esir asker Cilat Şalit'in kurtarılması
4. Gazze'nin El Fetih'li teslimiyetçilere (Mahmut Abbas- Muhammed Dehlan) sunulması.
5. Sınır kapıları denetiminin uluslar arası güce bırakılması.
6. Silah girişini sağlayan tünellerin yok edilmesi.
İsrail Siyonistlerinin bu hedef için Gazze'de yıkmadığı ev, dağıtmadığı tarımsal alan, kazmadığı yol kalmadı. Beyaz fosfor bombalarıyla da yakmadığı bir canlı türü kalmadı. %90 sivil olan 1300'den fazla şehit (410 çocuk, 103 kadın) ve 5340'tan fazla yaralılarla (enkaz altındakiler hariç) bir cehennemi tablo oluştu. Sonuç; hiçbir hedefin gerçekleşmemesiydi.”
Zafer yeniden direnenlerin oldu Filistin halkı artık dünyanın en büyük askeri tersanesi karşısında yenilmeden bir savaş ortamından çıkabileceğini göstermişti. Süreç tersten işlemeye yöneldi.
İsrail gerçek anlamda, bölgede bir yabancı, dünyada da bir irin haline gelmiş bölge ve dünya barışını tehdit eden ülke konumundadır. Savaş üzerine kurgulanmış sosyal yaşamı, tüm çevresiyle uzak-yakın komşularıyla savaş halinde olması, dünyaya açıldığı tek kapı olan denizlerin sayesinde bir nefes kapısına sahiptir. Bu da daralmakta ve kapanma işaretleri göstermektedir.
Iran üzerine kurguladığı yalan makinesinin hala bir sonuç üretememesi, Irak’ın başını yıkarak ondan kurtulma senaryosunu Iran için tekrar edememesi ve bu arada bölgede güçler dengesinin hızla değişmesi ABD’nin ırak sendromundan kurtulamamış olması İsrail’i taşınmaz bir kambur haline getirmiştir.
ABD’nin hiçbir çıkarına cevap vermeyen, gerici Arap yönetimlerini, halkları nezdinde akıl almaz bir tecride götürerek sonuçsuz kalan İsrail artık dünyanın tepkisini üzerine çekmeye başlamıştır. Bu bir yuvarlanma halidir, kar topu gibi büyüyen bir kirliliktir. Kimse bulaşmak da istememektedir.
30 Mayıs 2010 akşamı Gazze’ye insani yardım götüren deniz konvoyu gemilerine yaptığı saldırılarla da artık geri dönülmez bir noktaya gelmiştir. İsrail şaşkındır, yaptığı her işi yüzüne gözüne bulayan savaş bunağı konumundadır. İnsanlığa meydan okuyan pervasızlığı önüne gelene ateş ederek çevresini de boşaltmıştır.
Bölgemizdeki güçler dengesi İsrail’in boynunu geçmekte olan idam ipi gibi gittikçe daraldığını gösteren gelişmeler, Filistin halkının direnişini güçlendirmektedir.
Bu noktada, Türkiye İsrail benzerliğinin önem taşıdığını dile getireceğim, Bu aynı zamanda Filistin davasıyla Kürt halkının davasının farklılıklarına rağmen temel kriterlerde büyük bir örtüşme içinde tarihin son ulusal kurtuluş hareketleri olarak ilerlediğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
Bu açıdan PKK’nın haziran atılımı ile Filistin halkının kazanımları arasında oluşan paralellik bölgemizin kader birliğinde, nasıl bir uyumluluk içinde olduğunu da göstermektedir.
Sözlerimi bitirirken, binlerce ayrıntı ve açıklamadan kaçınarak dile getirdiklerim uzun olmasına karşın özetle, bölgemizde yürüyen savaş, yerli halklarla istilacılar arasındaki savaştır dersem abartmış olmayacağım.
Türkiye’de egemen güçler kendilerini İsrail konumuna düşürmek istemiyorlarsa, 1000 yıldır yaşadığı bu topraklarda gerçek anlamda bir anavatan sahibi olmak istiyorlarsa, kendi halklarının ve gelecek kuşaklarının güvenliğini kazanmak istiyorlarsa, en az onlardan daha da kadim ve yerli olan halklara demokratik bir cumhuriyet içinde kurucu eşitler olarak anayasal ve yasal, kurum ve kuruluş düzeyinde tüm siyasal haklarını tanımakla yükümlüdür.
Bölgemizin haritası bir askeri haritadır. Belli kesitler arasında da sık sık değiştiği bilinmektedir. Kim askerini nereye kadar getirmişse orasını istila ederek ne bur ulusal sınır ne de bir ana vatan oluşturabilir. Bunun için gerçeklere dönmek tarihle cesurca yüzleşerek farklılıkların hakkını teslim etmek gerekmektedir. İsrail’in bu konudaki şansı olağan üstü zayıfken Türkiye’nin çok daha büyük şansa sahip olduğunu belirtmek gerek.
Bu ülke ve bu bölge birimizin değil hepimizindir diyorum. Bunun için eşitler olarak haklarımızı kullanabilmeliyiz.
HALKLARIN DEMOKRATİK PLATFORMU’NDA
MİHRAC URAL’LA
1 Haziran 2010 TARİHİNDE YAPILAN KONUŞMA
( I.BÖLÜM )
http://mirural.blogspot.com
1 Haziran 2010
Değerli yayıncı arkadaşlar,
Değerli dinleyici arkadaşlar,
Sizlerle bu günkü buluşmamız, bir ilk buluşma olacak. Bu buluşmada sizlere kendi görüşlerimi, tarih süreci içindeki gelişme ve değişmeleri çerçevesinde sunma durumunda olmayacağım. Binlerce yazının cümle cümle kelime kelime evriminin bu güne getirdiği soyutlamaları bütünsel olarak da aktarma şansımız olmayacak. Ancak güncelin son gelişmeleri üzerinden bölgemizdeki durumu ve Haziran ayı içinde başlayan özgürlük hareketinin atılımını yorumlamaya çalışacağım.
Beni daha iyi algılamanız için, bu günkü gelişmelerin kaynaklarında nelerin olduğuna dair tespitlerimi aktarmak isterim. Sohbetimizi derin teorik anlatımlara boğmamak için beli başlı analizlerimin vardığı soyutlamalarla başlamak isterim. Bunları da yer yer açıklayarak bu günkü sohbetimizi olgunlaştırmaya yöneleceğim.
Bölgemizin bitip tükenmeyen sorunları, Hittilerle Mısır firavunları arasında (3. Hattuşili ile 2. Ramses) geçen Kadeş savaşı ve bunun sonucu bağlanan tel Amrana barış anlaşmasından bu yana (MÖ:1283 ya da 1299) devam eden ortak bir çizgiye sahiptir. Bu bölgenin makus kaderi dış güçlerin müdahalesinin bitip tükenmez gasp ve talan süreçlerinin ürünüdür; Pers istilaları, Roma istilaları, Bizans, Selçuklu, Moğol, Osmanlı, İngiliz, Fransız ve son olarak ABD istilaları ve geride bıraktığı yıkımın ürünü olarak sorunlarıyla kuşaklar boyu boğuşarak bu güne gelmiştir.
İstilacılar için, dün olduğu gibi bu günde tek amaç talandı. Servet talanı, yer altı yer üstü kaynakların talanı, insan ve kültür talanıydı. Dış güçler bölgemizi talan ederek kendi ilkel sermaye birikimlerini katlarken, bölgemize bıraktıkları şey yanık topraklar olmuştu. Her dış istilacı güç bölgede yerleşmek ve bu alanı yeni anavatan yapmak için çabalamıştı. Bunun için koloni kurmaktan tutun, ülkeleri, coğrafyaları bir bütün olarak hükümleri altına almaya uzanan bin bir yol ve yöntemle girişimlerde bulunmuşlardı.
Bu girişimler dün olduğu gibi bu günde çok kanlı süreçlerle at başı gitti.
Binlerce yıl içinde değişmeden bütün bu tecavüze karşı bu coğrafyanın halkları büyük direnme örnekleri sergileyerek dış güçlerin zalim dayatmaları karşısında yaşam savaşı verdi. Tarihin güçler dengesinde saldırganların eriştikleri güç uygarlıkları akıl almaz boyutlardaydı. Her tarihi kesitin kendi güç düzlemi itibariyle yapılan değerlendirmeler bölgemizde bu gün nükleer güçle ölçülecek insan ve doğa kıyımı araçları kullanıla gelmişti. Ancak zorlu koşulda ezmek istedikleri yerli halkların dik duruşu, direnme yönündeki kararlı iradeleri işgalciye, istilacıya, halkların uygarlıktan gelen güçleriyle, güç uygarlığını durdurmuştur. Öyle ki, bölgemize gelip yüz yıllar boyu hüküm süren hiçbir istilacı gücün bu gün tutunamamış olması, bu toprakları anavatan haline getiren değerleri ikame edememesi ve sonuçta bir biçimde göç etmeye mecbur kalması yerli halkın direnme gerçekliğinin sonuçlarına açık bir gösterge oluşturmaktadır.
Bu gün bölgemizde ne Roma, ne Bizans, ne haçlı seferleri ne de Osmanlılar, ne Fransızlar ne de İngilizler bu toprağı anavatan edinmiş yerli halkın topraklarını hükümleri altında tutmamaya devam edememişlerdir. Bu gün bu bölgede eskinin devamı yöntemlerle bulunanlar ise tarihin olaylarla gösterdiği gibi geleceklerine ilişkin önemli mesajlar vermektedir. Bu gün bölgemizin yerlisi olmayıp işgalci, istilacı güç olarak gelenler bölgemizin yüz yıllık tarihi içinde yaptıkları ve hala sürmekte olman tahripleriyle konumuzun ana temasını oluşturmaktadırlar.
Bu kısa girişte önemle vurgulamak istediğim Anavatan kavramı üzerinde durmak istiyorum. Tarih okumalarım, bölge üzerinde on yıllardır yapmakta olduğum değerlendirmeler bu kavramda anlamlı soyutlamaları yapmama ve buradan hareketle bölgemizin içinde bulunduğu bir dizi durumu izah etme olanağı yakaladığımı ifade edeceğim.
Değerli arkadaşlar,
Anavatan ya da bir coğrafyada bir ülkede yerli olma esprisi bölgemizin en can alıcı sorunu olarak karşımızdadır. Bunu doğru ve bilimsel olarak algılamak için, şunu belirmemiz gerek. İnsan toplulukları belli bir toprağı hangi nedenle ve hangi verilerle anavatan edinebiliyorlar.
Bu sorunun cevabı, insanı insan haline getiren sosyal ilişki olgusuyla yakından ilgili bir temel ekonomik zemine dayanır. O da, doğal, bakir coğrafyaların, toprakların yaşama açılmasıdır. Ziraata açılarak belli insan topluluğunun yaşamı için ekonomik faaliyet sürecine katılmasıdır.
İnsan toplulukları tarih süreci içinde kendilerine özgün kültür faaliyetlerini olgunlaştırıp, birikimlerle ilerletirken belli bir toprak parçasında istikrarlı bir yaşama sahip olmaları gerekmektedir. Bu da toprağı yaşama açmak ziraata açmaktır. Medeniyet kavramı da burada doğar ve buradan yolunu açarak bu güne gelebilirse gelir. Medeni olmak, uygar olmak bu yanıyla yerleşmiş olmak demektir. Göçebe olmayan, yaşamını belli bir toprak parçası, ülke coğrafya üzerinde sürdürürken yerleşik olmanın gerektirdiği sosyal yaşam ve bunun araçlarını üretirken olgunlaşarak tarih içindeki seyrini devam ettiren topluluklar aynı zamanda bu toprakları anavatan halen getirmiş olurlar.
Anavatan böyle oluşur. Ancak bu ilk adım son adım değildir. Anavatan ancak bu faaliyeti kesilmeden aynı topraklar üzerinde tarihin her türden cefasına karşı sürdürebilme olayıdır da. Toprağın kutsanmasından üzerinde kültlerin doğmasına kadar uzanan bin bir süreç bu konuyla ilgilidir. Bu nedenle karanlık çağların akıl ama zulüm ve zorbalıklarına karşın direnebilerek bu güne kendi anavatan topraklarında gelmiş olan halkların istilacı, talancı güçlerle yaşadıkları serüven esasında bir anavatan serüveni olarak da değerlendirilebilir.
Yerli olmak bu coğrafyanın temel sorunlarının şifresidir. DNA atlasında olduğu gibi bizi her bir hücrede ( siz bunu olay, sorun, dava diye okuyunuz) şekillendiren temel yaşam birimidir. Dolaysıyla bu tarih alt yapısından bu güne geldiğimizde yüz yüze kaldığımız sorunların ezici bir çoğunluğunun bu noktada anlam bulduğunu göreceğiz.
Bu noktada bu gün için çok yararlı bir kesişmeyi tespit etmek bu günün olaylarına yapılan yorumlara bir yandan katkı diğer yandan yanlış tespitlere, şaibe ve karanlık bilgi dönüşümüne karşıda bir cevap olarak ele alınabilir.
Bölgemizi ele alalım. Bu bölgede anavatan tanımlamamızla uyumlu olanlar kim bir dış güç olarak bölgemize zorla gelip kendini dayatan ya da bize dayatılanlar kimdir. Bunu tespit etmek zor değil. Hikayemizin iki konusu var Türkiye ve İsrail.
Türkiye ve İsrail bir hukuki statüdür. Bunun için sözlerim Türk halkını ve Yahudi halkını özelikle tenzih eder.
Sözü uzatmadan konunun somut yanlarına girmek istiyorum. Tarih 1071 Malazgirt savaşıyla, toplu olarak, aşiret, kabile ve kolları olarak Orta-Asya’dan Ak-denize bir kısrak başı gibi uzanan akınlarla Anadolu istila edildi. Karanlık çağın, uygar olmayan, barbarlık, göçebelikle yaşayan toplumlarının o gün için geçerli yaşam biçimiyle Anadolu’ya girildi. Anadolu insan topluluklarıyla kaynıyordu. Onlarca uygarlık o tarihi kesitlerin uygarlık anlayışına uygun birbiriyle yakın temas içinde, farklılıklarıyla yaşıyordu. Sorunları olsa da kendi aralarında, her bir topluluk, etnik yapısının coğrafi yerleşim alanını bilen bir yerli olarak uzun, kalıcı barışla yaşamını sürdürüyorlardı. Bir dış güç istilası olmadıkça hiçbir sorun olmamış halleriyle yaşıyorlardı. Bu topluluklar, yaşam alanının yerlisi olarak, yukarıda anavatan tanımını yaptığım ekonomik işlevlerin sürdürücüleri olarak, medenileşmiş, insanlığa ışık saçan kütür etkinliklerini yaratıyorlardı.
Kılıç hakkı gelip boyunlarına dayanınca uygarlıkları yıkıldı yaşamları istila edildi. Tecavüz öylesine acımasız ve büyüktü ki, eski kültlerini bile yaşamak için terk etmekle yüz yüze kalıyorlardı. %100 bu günün inanç yelpazesinden farklı olan topluluklar bu gün kılıç hakkının dayattığı zorbalıkla %99’u aynılaşmış bir inanç türüne dönüştürülmüştür ( bu dönüşümde farklı mezhepsel duruşların olması ve bunun bu güne kadar farklı inanç kategorisinde yer alışı ise, büyük dönüşümün dramını örtme durumunda değildir)
Anadolu istilası, kılıç hakkı ve sonuçları dünyanın benzer alanlarında, karanlık çağların aynı türden işlevlerinden farklı olarak cereyan etmiştir. Bu fark bu günün temel sorunlarının da üreticisidir.
İstilacılar öncelikle batıya doğru bir akın içindeydiler. Daha ileri ve daha batıya. Ancak bu gidiş 1683 II. Viyana kuşatmasının iflasıyla durdurulunca, gerisin geriye Anadolu’ya dönüş ve Anadolulu olma çabası ister istemez kendini göstermiştir. Daha da doğuya gitme şansının olmadığı yani gelinen yere, anavatan olarak görülen ilk yere Orta-Asya’ya dönüş imkanının da olmaması Anadolu’nun doğudan ve batıdan gelen sıkıştırmalarla yerleşilecek bir alan haline gelmesi, kolların bu yönde bilinçli bilinçsiz sıyrılarak işe koyulmasını getirdi. Ancak bu süreçte, kılıç hakkı toprak üzerinde ve insan üzerinde hüküm sürmesine rağmen, düşünce, kültür, dil uygarlık gibi insan emeğinin ürünü olarak, çalışma ve çabalarının ürünü olarak şekillenen ve kolektif kimliği yaratan değerler üzerinde bir türlü hüküm süremedi. Tersine var olana boyun eğdi.
Tarihin tüm uygarlıklarında şöyle bir ortak süreç bulunur. O da barbarların yıktığı uygarlık üzerinde, eski uygarlıktan alınan ve barbarların gücünü içine koyan yerleşik hale gelerek medenileşen yeni bir uygarlık yükselişine tanık olunur. Bu yüzden bu gün var olan uluslar bu süreçlerin birer bakiyesi olarak varlıklarını sürdürmüş olurlar. Bakarsınız Fransa’da 24 farklı etkin yapı olmasına karşın herkes Fransız’dır. İngiltere, İtalya hep öyledir. Bu kolektif kimlikler etrafında birleşen farklılıklar, alt kimliklerini özgün alanlarda sürdürme gibi insanlık emek birikim ve kültür korumaları arasındaki faaliyetlerle ifade ederler. Çünkü eski uygarlıklarından daha güçlü bir uygarlık gelip onları özümsemiş tarih etmiştir. Bu anlamda tarihin her olayının, her yok oluşun, her asimilasyonun hesabının sorulması diye bir aşırılık anlamsız ve zorlama olacaktır. Bunun sınırları bellidir ve ona göre işlev görür.
Anadolu’da durum çok farklıdır. Anadolu istilası, Anadolu’da yerleşme amacını hiçbir zaman taşımamıştır. Hep batıya gidiş umutlarıyla yaşanmış, daha ilerde var olan milletlerin servetlerine el koyma hedefi seçilmiş, yaşam böylesi bir yolla elde edilir hesabı yapılmıştır. Bu nedenle önceki uygarlıklar yıkılmakla kalmış üzerlerini yeni bir uygarlık inşa edilerek eskileri asimile edip ortak bir kimliğe kavuşturma mümkün olmamıştır. Batıya sürükleniş Viyana kapıları önünde durunca gerisin geriye dönüşleri, bir uygarlığın dönüşü olarak gerçekleşmemiştir. Persler Yunanlılarla MÖ. 480’li yıllarda savaşmış, Atina’yı, Akropolisi yakarak ellerine geçirmişlerdir ancak, Selamis deniz savaşında, ve Maraton’da kara savaşında yenilerek, kendi anavatanlarına dönmüşlerdir. Perslerin dönüşü bir uygarlığın dönüşüydü, anavatanı vardı ve o toprakları tarihte yaşama ilk kez açanlar olarak, üzerinde yükselttikleri uygarlıkla yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Nitekim öyle de oldu. 2500 yıllık persler İran olarak bu gün de iç farklılıklarının kimi sorunlarına rağmen varlıklarını sürdürmektedirler.
Bu konuyu yıllar önce yazdığım “Kürtler ve Ulusal devlet” makalemde şöyle dile getirdim:
Bu gün Avrupa’nın tüm ulus ve ulus devletleri geçmişte üstünde oldukça farklı etnik yapıların bulunduğu topraklar üzerinde şekillendiler. Galya, Fransa olana kadar gel gitler şeklinde değişik etnik toplulukların istilalarıyla yüz yüze gelmiş, bir zaman birileri galebe çalarak bu topraklarda hakimiyet sürdürmüştür. Franclar ancak III. Yüzyıldan itibaren ağırlıklarını hissettirmeye başlarlar. Franc kabileleri dışında onlarca farklı topluluklar bu topraklarda bulunuyordu ve hala varlıklarını mahalli bir renk olarak sürdürmektedirler. Ancak Franc kabileleri Galya’ya ve çevresine egemen olmalarının tarihiyle birlikte başlayan, karşılıklı özümsenme, asimile modern ulusların doğuş çağına gelindiğinde artık, merkantilistlerin ihtiyaç duyduğu tüm merkezileşme de son hazırlıklarına varmıştı. Savoya, Bretonca, Ocitan, Bask, Alsas-Loren, Hollandaca gibi farklı etnik unsurlar, Galya toprakları Fransız ulus bütünlüğü içinde aşılarak, bir potada eriyerek geçmişin izleri olarak bu günde yaşamlarını sürdürmektedirler. Etnik asılları ne olursa olusun tarihin kaynaşma süreçlerinde oluşan özgün dengeleriyle içselleşmiş tüm unsurlar, oluşan tek ulus örgütlenmesinde kendini ifade edebilen ortak değerler bütününe kavuşabilmiş olmaktadırlar. Bu konumdaki Alman asıllı Alsas-Loren halkı Fransız olarak, alman istilasına karşı direnebilmekte, kahramanlıklar yaratabilmektedir. Diğer taraftan Fransızlarla ortak dil ve etnik akrabalıkları olmalarına karşın Savoyalıların İtalyan ulusunun ortak değerleri içinde birleşmiş olmaları aynı anlama gelmektedir. Modern uluslar bu aşamaları tarihleri içinde başarıyla çözümlemiştirler. İspanya’da, tarih yine aynı kaideye uygun ilerler. Eski dönemlerin Vadeller, Süetler, Alenler (409), Vizgotlar (412) Roma hakimiyeti, Araplar (711) ‘ yüz yıllar süren hakimiyetleri ve bu güne kadar, Bask, Katalan, Galisyan, Valensyanlar gibi etnik sorunlara rağmen, İspanyol ulusunun oluşumu söz konusu dengelerin özümsemelerinin bir sonucu olarak şekillenmiştir. İtalya ulusu içinde aşılmış olan Alman, Arnavut, Ladino, Yunan, Fransız Savoyalılar gibi etnik unsurlar buna işaret eder. İngiltere’de, Galler’i, Saksonları, Angılları, Jütleri ve bir kısım İrlandalı etnik varlıkları bu anlamda anmak gerek.
Belli bir toprak parçası üzerinde, tüm lehçe ve mahalli ağızları aşarak, etnik baskı altında kalmadan standartlaşabilen, yeniliği getiren, kapsayıcı öğeleri bulunan, bir potada herkesin ortak olarak özümseyeceği değerleri yaratan ana etnik unsur, modern ulusun doğuşuna bayraktarlık yapmıştır. Bu ara çoğu kimsenin adını dahi anmaktan çekindiği Stalin’in yaptığı ulus tanımı diğerleri arasında en kapsamlı ve en dikkate değer olanıdır. Bu tanım geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir; “Ulus, tarihsel süreç içinde, dil ortaklığı, toprak ortaklığı, ekonomik yaşam ortaklığı ve kendini ortak kültürde belli eden psikolojik yapı ortaklığı temeline dayalı olarak oluşmuş, istikrarlı bir insan topluluğudur.”
Avrupa’da modern uluslar böylesi bir ortaklığın, ortak değerlerin birileştirici potasında, iktisadın gelip dayandığı birikimlerin alt yapısı üzerinde şekillenmiştir. Modern ulus ve devleti kurulurken, tarihin çok gerilerinde kalmış farklılıkların temel unsurları bir potada birleşerek söz konusu topraklar üzerinde her kese ait bir ortak ulus değeri haline gelmiştir.”
Ancak Anadolu’yu istila edenlerin durumu bu değildi. Ne bir uygarlık sahibiydiler nede bir anavatan için gerekli emek çabası sarf etmişlerdi. Bunu en özlü deyişle Atatürk dile getirir: ““Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s;154)
Olay budur.
Bir toprağı anavatan edememiş olanların o topraklar üzerindeki siyasal hükümranlığı, tarihsel olarak geç kalmış uluslaşma süreciyle birleşince sorun gelip kendini dayatmaya başlar, farklılıkları sindirmenin hiçbir yolu kalmayınca da, bu gün ülkemizin yüz yüze kaldığı güvenlik konsepti ile bölgemizdeki benzerlerinin yüz yüze kaldığı güvenlik konsepti tam bir kesişme içinde olur. Bunu birazdan daha ayrıntılı izah etmeye çalışacağım.
Osmanlı Anadolu’daki konumuyla, bir yerli değildi. Göçebeydi ve yerli olmak için hiçbir çaba içinde emek vermiyordu. Bunu çok iyi anlatan bir tarihi olayı önceki yazılarımdan aktaracağım. O da Yavuz Sultan Selim’in, İstanbul’a yerleştirmek istediği Arebesk üzerinedir.
“Yavuz Sultan Selim Memlükleri, Halep'in kuzeyinde yer alan Mercidabık Ovasında yenilgiye uğrattı (24 Ağustos 1516). Halep büyük camiinde adına hutbe okunarak İslam aleminin halifesi ilan edilmiştir (29 Ağustos 1516, hilafet son Abbasi halifesi III. Mütevikil’den alındı). 22 Ocak 1517'de son Memlük ordusunu da Rıdaniye'de yenerek Mısırı zapt etti.
Ayrıntıları veriyorum, anlatmak istediğim Osmanlı hiç bir yerin yerlisi değildi. Kendi topraklarında yaşayan ve orijinal olan milletler üzerinde hüküm sürüyordu. Bu Anadolu için de hiç farklı değildi.
Yavuz, Kahire'ye girdiğinde gözleri dehşet içinde ağaç oymacılığıyla işlenmiş konakları görür Arabesk; ağaç oymacılığı, süsçülüğü. Bu görsel şölen karşısında Yavuz da payıtahtı İstanbul'u süslemek ister. Mısırda akıl almaz bir Arebesk usta ve işçi kovuşturması başlar. Tüm zanaatkarlar İstanbul'a.
İstanbul mermer yatakları ve ocaklarının şehri. Arabesk ağaç işçiliğidir. Kuşaklar boyu yerli hammadde olan ağaçlar üzerinde gelişmiş, olgunlaşmış, doruklaşmış bir sanattır. Bu sanat ve sanatçıyı hammadde kaynağından kesince, tıkanacaktır. Öyle de oldu. İstanbul, Bizans'tan sonra mermer yapılardaki kısırlığı da buradandır. Yerli olunmayan bir alandaki hüküm gerçek bir kimlik oluşturamıyor. Bu eklektik bir dokuya yol açtığı kadar, büyük kaygı ve korkuları da üretiyor. Göçebe bir egemenliğin, birden çok başkent değiştiren yapısıyla, yerleşik olma bilincinin oturtulamadığı bir tarih sürecinde, yayılmacılık tıkandığı yerde darbeciliğin baş göstermesi kaçınılmaz olmaktadır.”
Bu bir Osmanlı algısıdır. Ben tarihte bu algıya Osmanlı aklı diyorum. Bu akıl bizi bu gün de Cumhuriyette takip eden bir akıldır. Bu akılın üst evrimi ittihatçıdır. Pan-İslamizmden Turancılığa oradan tek ulusçu cumhuriyete kadar bu akıl bizi takip etmekte makus kaderimizin yeniden üretilmesine yol açmaktadır.
“. Farklı bir akıl türü. Bu aklı oluşturan Osmanlı gerçeği, talanda, yayılmacılıkta ifadesini bulur. Talan ve yayılmacılık yüz yılların içinde bir akıl algısına dönüşmüştür; başka milletlerin, halkların emekleriyle ürettikleri değerleri ve uygarlıkları gasp etmektir. Bu yönelimin tıkandığı yerde, sık sık tekrar eden padişah halleri, sadrazam kıyımları, paşa kellesi koparmaları gündeme gelmiştir. Tıkanma bir darbeyle sonuçlanmıştır. Tıkanmanın çapı ve hacmi darbenin kime kadar uzanacağına hangi egemenlik alanını kapsayacağını belirlemiştir. Bir cephe savaşında tıkanma paşa kellesini, bir büyük meyden savaşı sadrazamı, bir hatt-ı hümayun tıkanıklığı ise padişahı halletmiştir. Yayılmacılığın sorunsuz işlemediği yerde uzun hüküm yılları sürmüştür (Osmanlının 36 padişahından 14. tahttan darbeyle indirilmiştir. Bu sayının üçte ikisi "Gerileme Devri" denilen devirde olmuştur. Osmanlı talan ve yayılmada tıkandıkça darbelerle yüz yüze gelmiştir”
“Osmanlı geriledikçe, fetihler içe dönük yoğunluk kazandı. Türkmen aşiretleri, Kürt beyleri isyanları, balkan milletlerinin uyanışının bastırılması devreye girdi. Süreç aynıyla işlemeye devam etmiştir. Ancak Osmanlının en uzun yüz yılı diye anılan 19.yy ve ardılı 20.yy kendi özgünlüğü içinde içe bükey sorunlarla darbeci algılara devam etmiştir. Tıkanmanın olduğu yerde darbe öne çıkmıştır. Osmanlı yayılmacılığının tarihsel olarak belirlediği bu süreç cumhuriyetinde miras olarak aldığı bir süreçtir. Öznel değil, nesnel veriler üzerinde oturan bir akıl sistematiği böylece oluşmuştur. Osmanlıda 1836-1839 yılları arasında muvazzaf bir subay olarak hizmet gören geleceğin Alman Genel Kurmay Başkanı Feld Meraşal H.von Moltke bu gerçeği çok yalın olarak şöyle dile getirir "bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, aslında üzerinde babı-ali'nin hiç bir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır" (Moltke, Türkiye mektupları s:187)
Bu çizgi Osmanlının bir devamı olarak Cumhuriyet'te de kendini tüm ağırlığıyla gösterdi. Cumhuriyette Osmanlı aklı, bir öznel miras olarak yürümedi. Nesnel koşulları ortadan kalkmış hiç bir akıl miras olarak taşınamaz. Akıl, mal mülk değil, nesnel veriler üzerinde var olan bir davranıştır, bir düşünce, bir yönelimdir, bir algıdır. Onu besleyen koşullara gereksinim duyar. Akıl genetik yollarla geçmez; kolayına kaçarak kurulan bu tür cümleler, onları anlamlandıran nesnel verilere bir işaret olarak dile getirilmiyorsa, sorunların anlaşılmasına ve çözümüne katkı olamaz.
Cumhuriyetteki Osmanlıyı doğru tespit etmek gerek. Bu yapılmadan, "Darbeci gelenek" demek," ittihatçı militarizmin devamı" demek hiç bir şeyi açıklamaz. Osmanlı'nın başka milletlerin toprakları üzerine kurulu egemenliği ve talan sisteminin yarattığı siyasal korku ve kaygıları, aidiyetsizliğinin yol açtığı, herkesi ve her şeyi düşman gören algılarını doğru tespit etmek gerek. Bunun sonuçları olan Padişah Halleri, sadrazam tasfiyeleri ve sonuçta ulaştığı ittihatçı militarizmi, darbeciliği belirlemek gerek. Osmanlı aklını yaratan bu veriler çözümlenmeden Cumhuriyetteki askeri darbeleri kavramak güçtür. Cumhuriyet içindeki Osmanlıdan kurtulmadan darbeciliğin askeri ya da sivil biçimindeki maceralarından kurtulmak çok zor olacaktır. Çözüm, sorunun doğru konmasını gerektiriyor.
Cumhuriyetteki Osmanlı, öncelikle Cumhuriyetin hükümranlığı altındaki topraklarda, farklı etnik yapıların bu coğrafyada yerli olmalarıyla ilgili bir durumdur. Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı gibi başka halkların üzerinde yaşadığı topraklarda, tek boyutlu bir uluslaşma süreci dayatarak yapılanmıştır. Bu atılım, farklılıkları ötelemiştir, onları yeniden fethedilmesi gereken tehlike olarak görmüştür; tek dil, tek ırk, tek millet, tek dil, tek bayrak esprisi. Üstelik bu girişim milyonlarca Km karelik bir alanda gerileyerek, yaşanan büyük korku ve kaygıların basıncı altında, elde kalan nispiten dar topraklar üzerinde, bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan, uygarlıklar kuran yerlileri asimile etmeden, Osmanlıdan devraldığı haliyle üstlerine çökmüştür. Bu farklılıklar ise, 200 yılın birikimlerine dayanarak siyasal hareketlere de girişmiş bulunmaktaydı. Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren yüz yüze kaldığı Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim isyanları bunun ifadesidir (Koçgiri isyanından şeyh Sait isyanına oradan Dersim isyanına kadar uzanan süreçte, irili ufaklı 25 Kürt isyan bulunuyor. Kürt halkının diriliğine bir işaret olan bu ayaklanmalar, iç fetihle kanlı bir şekilde bastırılıyor. İç fetih darbeleri önlüyor ancak onun yerine geçiyor, militarizmi tanımlıyor. Bu da bize Osmanlı'dan Cumhuriyete mitarizmin dayandığı nesnel verileri işaret eder.)
Cumhuriyet'in Osmanlıdan aldığı darbeci mantığın kıymeti kendinden menkul gerekçelerinden biri "iç düşman", "iç tehlike" söylemidir. Kendi reasına, vatandaşına karşı savaş, bu söylemlerle yürütüldü. Militarizmin bu boyutu, her zaman dış ve iç fetihler tıkandıkça darbelere dönüştü. İttihatçı darbeciliği, II. Abdülhamit dönemi çözümlemeleriyle birlikte ele aldığımızda bu tablo tüm çıplaklığıyla belirginleşir; bu işleyiş Osmanlı'da olduğu gibi Cumhuriyet'te de sürmüştür. Buradan bir espri çıkaracak olursak, İç fetihler olmasıydı, Atatürk bile askeri darbeden kurtulamazdı, Kürt isyanları Atatürk'ü askeri bir darbeden korumuştur. Yanlış anlama yer vermemek için cümleyi şöyle kurmak daha doğrudur, Atatürk Kürt isyanlarına yönelik askeri kıyımların gölgesinde iktidarını sürdürmüştür.; buna Osmanlı yayılmacılığının çok açık bir biçimi olan Hatay'ın ilhakını eklemek hiçte yanlış olmayacaktır.
Bu noktadan gerisin geriye, darbeciliğe kaynak oluşturan nesnel verileri ele alarak bu güne geldiğimizde tablo çok daha belirgin hale gelir.
DARBECİ KÖKLER
OSMANLININ YAPISAL DERİNLİKLERİNDE
Cumhuriyet 87 yılında. 21.yy dayız ve hala darbelerden söz ediyoruz. Kimi ulusalcı aydınlar, Kemalistler, milliyetçi laikler, ulusalcılar ve özellikle milliyetçi-ırkçı saflarda darbe arzusu taşımayan çok az kişi var. Darbenin dayanılmaz cazibesini sağlayan gerçekler birilerinin Kemalist olması, laik ya da ulusalcı olmasıyla ilgili bir öznel eğilimden kaynaklanmıyor. Bu konuda ciddi araştırmalar var, olayın tarihsel ve nesnel boyutları üzerinde duran aklı başında yazılarda bulunmaktadır. Ancak darbe geleneği ve darbe tapınmasını ne cumhuriyet dönemine ne de bu dönümle ortaya çıkan ulusalcı akımların dünya algılarına bağlanamaz. Siyasal iktidarın kırılmasıyla, dünya güçler dengesinin değişimiyle, sosyalist sistemin çözülüp solcuların milliyetçileşmesiyle izah edilemez. "23 zindeliği" tabiriyle kendini Cumhuriyetle sınırlamaya çalışanların algılarıyla da izah edilemez.
Darbecilikte anlam bulan militarizmi ittihat ve terakkiye kadar götürenlerin bilgi sınırı da buraya kadardır. Bu siyasal algı belirlemeleri bir sonuçtur. İttihatçılığı, Kemalizmi militarizmle harmanlayan gerçekler başka yerdedir, birbirinin ürünü ya da halef-selef ilişkisiyle izah edilecek bir algı değildir. Bunun gerçeklerini Osmanlının yapısında aramak gerek; bu yapının objektif verilerinden beslenen, nesnel verileri üzerinden şekillen akıl bir sonuçtur. Sonuçları bilmek onları çözümlemeye yetmiyor, kaoslardan çıkışı sağlayamıyor. Eflatun'un da Şeyh Bedreddin’in de hayalleri müthişti.”
Darbeciliği irdeleyen bu satırlar gerçekte, ülkemizde tek boyutlu, tek dilli, tek kitaplı tek liderli dayatmanın tarihsizliği kadar talihsizliğini de irdeleme olayıdır.
Osmanlıdan geride kalan topraklarda, kadim uygarlıkları asimile edecek her türden kanlı girişimin mubah olduğu kesitlerde, bunu başaramamış olanlar 20 yy ulusların uyanışında buna girişmeleri artık mümkün olmayanı, mümkün kılma girişimiydi. Evrim, iç içe erime özelliğini sağlayacak koşulları çoktan aşmıştı. 1000 yıllık etkileşim ulusları ulus yapan, kültürleri, dilleri, gelenek görenekleri yaratan etkinlikler iktisadın çarkları arasında birleştirilmemişken bunu 20.yy da gerçekleştirmenin hiçbir yolu kalmamıştı.
Kürt ulusu modern bir ulus olarak, son 200 yıl içinde bin bir biçimde kendini ifade eden çabalarıyla 20.yy ortalarına kadar isyanlarla, ben bu çağın gereklerini uluslaşma sürecimin lehine kullanacağım diyerek getirdi. Cumhuriyet Osmanlı gibi iç fetihlerle kürdü kart kurt ederek akıl zoru yöntemlerle, güneş dil teorisi, Hitit Sümer Türkleri gibi çağ dışı söylemlerle var olanı, ayrı varlığı bastırmaya çalıştı. Ancak tarih bir dönemecin eşiğindeydi ve yer yüzünün hiçbir kudreti bu gelişmeyi tersine çeviremezdi.
PKK bu sürecin sonucudur. Ve en anlamlı Kürt siyasal bileşkesinin koordinasyonunun kolektif bir kimlik etrafında kendini ortaya koyuşuydu.
Kürt özgürlük hareketi, tarihin değişik ulusal kurtuluş hareketiyle bir çok ortak yanı olmasına karşı ayrı yanları olduğunu da dile getirmek yanlış değildir. Tespitlerime göre tarihin en az milliyetçi etkiler altında an az kalan hareketi bu harekettir demek yanlış değildir. Bu gün ülkede bir iç savaş yok ise bunun tek nedeni Kürt özgürlük hareketi ve önün önderliğidir. İkinci nedeni tarih, üçüncü nedeni bölgemizin özgün koşullarıdır, Kürdistan coğrafyasının karasal alanlarla kaplı olmasıdır. Bu gerçeklikte Türkiye egemen güçlerin katkısını aramak, sınır dışı operasyonları izahı mümkün olmaz hale getirir.
Konumuz çok uzadı.
Bu günü izah için bu ölçekte bir tarih irdelemesi yeterlidir. Cumhuriyetteki Osmanlı aklı iç fetih siyasetinin esiri yaptığı bu ortak ülkeyi barış içinde yaşanmaz hallere maceralara sürükleyerek inkarı dayatmakta ve bu inkar savaşın tek nedeni olarak ortada durmaktadır.
Özgürlük hareketinin birçok kez benim de orta-doğuda şahsi olarak tanık olduğum ve katıldığım basın açıklamalarına, barış eli uzatmalarına verilen kanlı kıyım cevaplarının yol açtığı kaoslar, bu güne kadar, bu aklın ürünü olarak gelmiştir.
Kürt açılımı, hepimizin desteklediği bir açılım olarak ortaya atıldı. Kaygılarımıza rağmen bu sürece tüm demokratik güçlerin omuz vermesi gerektiğini dile getirdik. İktidar bu açılımı ilan ederken açık ve net olarak en iyi Kürt ölü Kürt diyordu. Kürt ulusunun uyanışını siyasal bir önderlik etrafında sözünü ve gücünü birleştirdiğini tanımak istemiyordu. Esasında karşısında hiçbir şey istemiyordu. Açılım, kendi kendine, Kürdistan kapılarını açmaktı. Kürtler, siyasi iradesi olmayan Türkleşmiş Kürt olarak kabul sınırları içindeydiler, en ideal Kürt böylesine mevta hallerdeki Kürt’tü. Dayatılan buydu. Ancak kürdün kolektif kimliğiyle bir varlık olarak ortaya çıkıp düşüncesini iletmesi, bunu örgütlemesi bunun için bir yapılanmaya yönelmesi asla kabul edilemezdi. Açılım böylesi bir Osmanlı aklı algısıyla sürdürülmek istendi. Anadolu’nun makus kaderi böylesine makus bir aklın idaresi altında olası tüm şansların önünü tıkıyordu.
Bu koşullarda 29 Mart 2009 mahalli seçimlerine gidildi. Bu seçimlerde iktidarın içine girdiği kepazelik, buzdolabı dağıtımından kömüre, mobilyadan para kadar her türden anti-demokratik yolu alet olarak kullanıyordu. Bu ülkenin ordusu laiklik konusunda iktidarla içine düştüğü sahte çekişme kürdün iradesiz kılınması için, mahalli seçimlerde son düelloyle yere serilmesi için bir dayanışmaya dönüyordu.
Bu sürecin sonucunu ele alan 21 Mayıs 2009 tarihli yazımda özetle şunları dile getirdim
”Son düello da sonuçlandı. Kendini 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde galip sananların mağlubiyeti, 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle, açığa çıktı. Bu topraklar özgürlük istiyordu ve bu talebin arkasında halkın kararlı iradesi duruyordu. Akıl almaz engellere rağmen Kürt özgürlük hareketi açıkça söylendiği gibi Kürdistan’ın sınırlarını çizecek mahiyette bir sonuç alıyordu. On yılların mücadelesini taçlandıran bu sonuç, kaçınılmaz olarak kendi mantıki süreçlerinin ifadesini de dile getirecekti.
Kürt özerkliği bu noktada haklı bir talep olarak tarihin tüm evrimi içinde olan güçler dengesi çatışmalarının son sözü olarak beliriyordu.
Kürt özerkliği, bütünsel anlamda Anadolu halkları özerkliği projesinin bir parçası olarak algılanmadan bir ayağı aksak kalır. Bu gelecek anayasa tartışmaları için olduğu kadar, halkın bilince çıkartacağı demokratikleşmenin yol haritası içinde çok büyük öneme sahiptir. Bunun da yolu, özerklik talebinde bulunacak her farklılığımızın, ayrı varlığın özgün örgütlenmesi ve mücadelesiyle fiili olarak siyasetin sahnesinde yer almasını gerekli kılar. Kürt halkı bu yolu büyük bedeller ödeyerek hepimiz adına açtı. Bu yoldan yürümek için herkesin üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Son tahlilde özgürlük, ona sahip olmak isteyene aittir. Kimse kimsenin adına özgürlüğü kullanamaz.
Yazılarımda milliyetçileri çılgına çeviren, Fırat’ın ötesinden yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesine Torosların güneyini de bir manivela olarak katalım çağrısı gerçekte, Fırat’ın ötesini ve berisini, Torosların güneyini ve kuzeyini kapsayan bir ortak ülke algısının özgürlük projesidir. Bunun mantıki sonuçları, ortak ülkemizin çok başkentli olması gerektiğine işaret eder. Bunu da açıkça ilan etmemiz gerekiyor. Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, Ankara resmi, İstanbul filli başkent olduğu gibi, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari başkent olmalıdır diyorum. Bu önerme bu gün her zamandan daha gerçekçidir; Kürt özerklik talebinin de doğal sonucudur. Anadolu halklarının tarihsel özleminin en açık şekilde demokrasi ilkeleriyle, bölücülüğe, milliyetçiliğe yer vermeden dile gelişidir.
Bir milliyetçi komünist softa, bu söylemim üzerine; “bölün daha ne kadar bölecekseniz bu ülkeyi” diye havladı. Kullanım tarihi bitmiş bu akılsızlıkları muhatap almayacağımız açık.
Gerçekte, ülkemizin en birleştirici söylem buydu. Anadolu halklar gerçekliğinin en birleştirici söylemi her ayrı varlığın, her farklılığın kendi özgün mücadele zenginliğiyle, kendini ifade ederek örgütlenmesi ve siyasal taleplerini bu ortak paydaya dökmesini gerektiriyordu. Birleştirici tek yol budur. Bu yolu özveriyle açan Kürt halkına omuz vermek, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin kendisidir. Bu açıdan Kürt özerkliği tüm halkların özgürlüğüdür diyorum.”
Kürt özgürlük hareketinin haziran atılımını bu tarihin çekilmez acıları, öz verili barış çağrılarının bir sonucu olarak görüyorum.
Mücadelede çok hassas davranmak gerektiğini önemli belirlerken, şu yanılgıya kapılmamak gerektiğine de işaret edeceğim. Bir savaş dayatılmıştır, bir ulusun yok edilmesini amaçlayan. Lozan’da tanınan haklarını bile vermekten kaçınan bir aklın dayattığı savaş esasında Kürtler kadar Türkleri de tüm Anadolu farklılıklarını da esir almıştır. Bu savaşta, haksız olan egemen güçlerdir haklı olan özgürlük hareketidir. Bu tespit bize her olayın nasıl yorumlanacağını yeterince açık hale getirir.
Kimse kimseyi aldatmasın, katleden, dış destek alarak kendi vatandaşına sınır dışı operasyon düzenleyen Devletin kendisidir. Bu devlet gerçekte Türk halkının da barışını ve güvenliğini katletmektedir.
Tam bu noktada bir kez daha ve çok açık olarak bölgemizde kimlerin güvenlik doktrinleri birbiriyle kesişmektedir açık hale gelmiştir. İsrail ve Türkiye, aynı tarihi neden ve gerekçelerin esiri olarak hükümranlık alanlarındaki halklara bir istilacının davranışını sergilemektedir.
Kestirmeden söyleyeyim, 30 mayıs 2010 tarihinde PKK gerillalarının İskenderun deniz komutanlığına bağlı askeri bir bölgeye yönelik saldırısını, İsrail’in, Gazze’ye insani yardım taşıyan Marmara gemisine yönelik insanlık dışı operasyonunu birbiriyle ilişkili görmek sadece aptalcadır. Bunu kışkırtan söylemler gerçekte İsrail’in insanlık dışı eylemini aklamaya çalışan içimizdeki Siyonistlerden başkası değildir. Bunlar iyi İsrail yönetimi kötü İsrail yönetimi diye halkımızın Siyonizme karşı gelişen tepkisini sindirme gibi bir amaç taşımaktadır.
Bu noktadan bölgemizdeki duruma göz atmak daha kolay olacaktır.
İsrail bölgemizde bir işgal gücü olarak konumlandırılmıştır. II. Dünya savaşının kefaretini Avrupalı Emperyalist güçler o kesitin dengeleri içinde bölgemize kuşaklar boyu ödetecek bir planla, Filistin topraklarına İsrail devletini konumlandırarak ödediler. Tarihi Filistin halkının anavatanı, binlerce yıl önce yaşama açıp, bunu sürekli kılarak bu güne geldikleri topraklar üstünde, kendi kültürel gelişimlerini oluşturdukları kolektif kimlikleri yok sayılarak başka toraklara emeklerini vermiş Yahudileri sürgün ettiler. Bitmiş bir savaşın ardından tazminatlarını da ödeyerek, kendi öz topraklarında, binlerce yıldır yaşamlarını sürdürdükleri topraklarda bırakacaklarına Nazilerin tamamlamadıkları görevi, Yahudi korkularını da kullanarak Filistin’e taşıdılar. Yahudilerin yerleşimi için yer tercihleri yapılırken, Çad ve Arjantin gibi önermelerinde zaman zaman öne çıktığı olmuştur. Ancak o dönemin İngiliz çıkarları petrol alanı bölgemizdeki çıkarlarıyla uyumlu bir ileri karakol konumlandırmak için Kıbrıs’tan daha önemli gördüğü Filistin topraklarında ısrarlı oldular. Siyonist kongrenin bu ısrarı dini etkenlerinde devreye sokularak ikame edilmesi gündeme geldi. Dediler ki,” iki bin yıldır yemek yerken her Yahudi Kudüs’e dönme hayali kurarak dua ederken bir başka yere gitmesini asla düşünemez.”
Siyonizm, bir emperyalist yayılmacı ideolojidir. Batılıdır. Yahudi emperyalist sermayenin, gerçek anavatanı olan Avrupa’da özellikle İngiltere ve ABD de doğan orada gelişip büyüyen sermeyenin tüm ideolojik algılarını temsil eden bir siyasi duruştur. Yayılmacı karakteriyle, II. Dünya savaşı öncesi ve sonrası, uluslar arası yayılmanın temsilcilerinden ve destekçilerindendi. Bu karakteri Yahudileri yeni bir yurt kazandırma yönündeki tercihleri de etkilemiştir.
Bu gelişmenin tarihi arka planı I. Dünya savaşı öncesine kadar gider ve tamamıyla Kapitalist dünyanın meta ihracından sermaye ihracına geçiyle temsil edilen emperyalist evresiyle kesişir.
I.Dünya savaşı ardından artan bir yayılmacılıkla at başı giden Siyonist çabalar, bölgemizde Yahudi yerleşimi yönünde, demografik yapıları alt üst edecek sonuçlarıyla kendini gösterir. Bu dönemin ayırıcı özelliklerinden biri olarak tarihe düşülen notlardan biri, Sultan II. Abdülhamit’in Siyonistlerce önerilen Filistin topraklarının satın alınmasına karşı duruşu ve İttihatçılar tarafından hal edilişi arasındaki bağ konumuz dışında önemli bir belge gibidir. Bu konuda yakın zamanda Şam’da açığa çıkan ve Şazelli Şeyh Mahmut Ebu Şamat’a Selanik’ten gönderilen mektupta aynen şunlar yazılmaktadır “İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrarlarında devam ettiler.”
I.Dünya savaşı bitmişti. Osmanlı tarihe karışmış, sultası altında kalan topraklar, iki temel emperyalist güç arasında 1925 San-Remo anlaşması gereği mandaterlik altına alınmışı. Bölge A ve B alanlarına ayrılarak Fransızlara ve İngilizlere verilmişti.
7. Ordu ve Hatay davası yazımda bu noktayı şu cümlelerle ifade ettim. “Olayları ciddi bir araştırmayla, tarafsızca sergilediğinde görülecek olan gerçekler, I. dünya savaşı ardından, galip devletlerin Ortadoğu’yu, 16 Mayıs 1916’da Seykes-Picot Anlaşması, Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Bildirgesi ve Milletler Cemiyeti Yasası’nın 22. Maddesiyle öngörülen ve 28 Haziran 1919’da kurulan “Mandat” sistemi gereğince, Fransızlarla İngilizler arasında, iki bölgeye bölünüp (Fransızlara, Suriye, Kilikya ve Lübnan A bölgesi ve İngilizlere Filistin, Ürdün ve Irak B bölgesi olarak) 25 Nisan 1920 San Remo Anlaşmasıyla karar bağlanan manda altına almasıyla başlar. Bu başlangıç, bölgemizde bu güne kadar süren, bitip tükenmeyen sorunların, kapanmamış dosyaların da başlangıcıdır. Bölgemiz manda altına, manda yasalarıyla girmiş, ancak emperyalist çıkarlar, hiçbir hukuk kuralına bağlı olmaksızın manda altına alınan ülke toprakları üzerinde insanlığa ve kaynaklara karşı insafsızca, pervasızca ve zalimce davranarak tasarruflarda bulunmuştur.” ( sayfa 4)
Bu süreç en çok Filistin halkının zararına sonuç verdi. İngiliz etkisi ve buna eklenen Siyonist kongrenin yönlendirmeleri, Filistin halkının bu güne kadarki acısını oluşturdu. Bunu da “Terörist İsrail devleti” başlıklı makalemde şöyle dile getirdim
“I. dünya savaşı ardından, İngiliz emperyalizmi dünyayı diğer emperyalistlerle fiili olarak yeniden paylaşmıştı. Denizlerin bittiği yerde, Ortadoğu ve doğu Asya’ya açılan önemli bir kara parçası olan Filistin toprakları da askeri güçlerle işgal edilmiştir. Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına, Asya’nın ticaret kervanı yollarına, Hindistan’daki egemenliğin lojistik ihtiyaçlarına stratejik bir üs olarak Filistin işgali, aynı zamanda Siyonistlerin istilasıyla at başı gitmişti. Bu iki işgalci güç biri birini tamamlayan ortak amaçlar etrafında katliam ve gasplarla işe koyulmuştu. Bu süreç, tarihlerinin hiçbir döneminde bu toprakları bilmemiş, bu toprakların tarihsel kültürüyle hiçbir ortak yanı olamamış Yahudi dini mensubu insanlar binlerce yıldır yaşamakta oldukları vatanlarından, kimisi Rusya’dan kimisi, Amerika’dan kimsi, orta Avrupa’dan sökülerek, hayali ve hurafe dini çağrılar peşine, “tanrının vaddettiği topraklar” adı altında, sürüler halinde getirilip, Filistin Arap halkının binlerce yıldır yaşadığı, medeniyete açtığı topraklara bir işgalci güç olarak yerleştirildiler.
Dünyayı sarsan ve hala meşgul eden Ortadoğu surunu böylesine haksız bir girişimle başlatılmış oldu. Bu adım İngiliz emperyalizminin bölgemize ilişki geliştirdiği böl-yönet siyasetinin bir ürünü olarak gündeme gelen ve I. Dünya savaşı ardından 1916 Mayısında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ve 1917 Kasımında ilan edilen Balfour Bildirisi’ ile atıldı. 1919 Versay Anlaşmasıyla Filistin Mandası’nın İngilizlerin eline geçmesi, Siyonist emellerin bölgemizde cirit atması için yeterli zemini oluşturdu. Bilindiği gibi, tarih boyunca sömürgeciler bu fırsatları yerli halkların aleyhine, yüz yıllar boyu sürecek yıkımları yönünde istismar edeceklerdi. Nitekim olan da, bu güne kadar süren de Filistin topraklarının yerli halkı olan Arapların toprakları, dıştan getirilen Siyonistlerce gasp edilişi oldu. Filistin’de, I. Dünya savaşı bitiminde 40.000 civarında olan Yahudi nüfusunun, 1931’de 175.000’e, 1935’lerde 200.000’e ve 1939’da 430.000 kişiye yükselişi, sömürgeci politikaların, Siyonist işgalcilerle el ele planlıca yürütüldüğünü göstermeye yeterlidir. Binlerce yıldır üstünde yaşadıkları toprakları adım adım kaybeden Filistin Arap halkı, çok doğal ve çok haklı olarak bu gidişe dur diyecek direncini ortaya koyarak, dev bir coğrafyaya yayılmış Arap kardeşlerinden, Arap devlet ve etkinliklerinden yardım isteyecekti. Nitekim bu gelişmelere duyarlı olan Araplar, 1931 Aralığında, 22 Müslüman ülke delegelerinin katıldığı Kudüs konferansını bağladılar. Bölgeyi sarmakta olan tehlikeye dikkat çekip tepkilerini ve uyarılarını yaptılar. Bu dönem Arap halkları ve yönetimlerinin barış yanlısı eğilimleri, Siyonist gaspçıların örgütledikleri Stern, Argon gibi terör örgütleri tarafından silahlarla karşılık buluyordu. İsrail devletinin kuruluşundan bu yana yer alan tüm yetkililer bu terör örgütlerinin eli kanlı katilleriydiler. Arap halkı 400 yılı aşkın süren Osmanlı egemenliğinden kurtularak bağımsızlığa doğru el yordamıyla yürürken, özgürlüğü için kendini toparlarken, İngiliz sömürgecileri ve Siyonist askeri gaspların karşısında tüm barışçıl yolları deneyerek hak arayışını sürdürüyordu. Buna karşılık olarak o günden bu güne sürekli Siyonist katliamlarla, yeni işgal ve gasplarla cevap verildi. Bu gün, Filistin Arap halkı evlatlarının taşlarla direnişten, İntihar eylemlerine kadar uzanan haklı mücadelesi, işte o günlerden itibaren başlayan ve bu gün tüm acımasızlığıyla süren Siyonist terörün dayanılmaz ağırlığıyla dayatılmış oldu. Bu günü irdelerken kaçırılmaması gerek temel halka budur; ilk zulüm, ilk işgaller, ilk gasplar ve bunu sürekli kılanlar ve bölgemizin bu güne kadar kana bulanmasına yol açanlar yalnızca Yahudi Nazileri Siyonistler olmuştur.
Arap halkları ve yönetimleri, Kudüs Konferansı (1931) ardından, değişmeyen İngiliz-Siyonist teröre ve işgale karşı yine barışçıl direnişle cevap vermeyi, uygar olmanın bir göstergesi sayarak, Tüm Arap ve İslam alemini İngiliz-Siyonist malları almamaya, boykota çağırdı (1933). Bu boykot İngiliz sömürgecilerinin artan baskısıyla karşılaştı. Filistin Arap halkı 1929 ağustos ayaklanmasından yeni çıkmıştı. Ağustos ayaklanmasında Sömürge valisinin Yahudilere gösterdiği toleransın dini ve toprak işgalinde yarattığı sonuçlardan patlak vermesi, 1933 ayaklanmasının daha yoğun ve kapsamlı olacağını gösteriyordu. Nitekim Filistin Arap halkı bu kez, Siyonist yayılmacılığın temelinde İngiliz sömürgeciliğinin açıkça yer almasına karşı tüm Filistin’e yayılan ayaklanmaya başladı. “Sami temsilcisi Wagop sömürgeler bakanına Ekim 1933 ayaklanması, hükümete ve İngilizlere karşı bir damga taşıdığını bildirdi. Ki, Yahudilere karşı saldırılar olmadı. Sami temsilcisi ayaklanmanın doğrudan olan nedenlerini Yahudi göçüne karşı olan protesto arzusuna bağladı.” ( Filistin İşçi Hareketi. Esat Sakar s:151 ) Bu gelişmeler artarak devam etti ve 1936 ayaklanmasına kadar sürdü.
1936-1939 yılları boyunca süren Filistin halk ayaklanması, çetin ancak kararlı bir tutum olarak tarihe geçti. Filistin halkı sömürgecilere ve Siyonistlere karşı, bu güne kadar sürmekte olan kararlı mücadelesine başlamış oldu. Bu mücadele, adı bu güne kadar destan olan ve Terörist İsrail devletine karşı en büyük direnişleri yürüten örgütlerin ilham kaynağı olan Şeyh İzzedin El Kassam’ın İngilizlere karşı açtığı özgürlük mücadelesiyle başladı. Şeyh İzzedin El Kassam Suriye’nin Ceble kasabasından olup, Fransızlara karşı mücadele saflarından gelmiş, büyük bir vatansever olarak Filistin halkının davasına önderlik etmiştir. Şeyh 12-19. Kasım. 1935’inda İngiliz askeri birlikleri tarafından 25 arkadaşıyla ağır bir çatışmanın ardından şehit edilmiştir. Ancak Şeyh’in Ölümü Filistin’in dağınık güçlerini ve liderlerini toplamak ve 36 devrimini ayağa kıldırmak için bir kıvılcım görevi görmüştü” (Sayfa 10)
Bu süreç çatışmalı bir biçimde II. Dünya savaşının ardından İsrail’in kuruluşuna kadar devam etti. İsrail o gün bu gün bölgenin temel sorunu haline gelmiştir.
Bundan sonrası kesintisiz kıyım ve istilalarla geçen İsrail genişlemesi ABD emperyalistlerinin bölge politikalarına uygun bir çimin altında ilerlemişti.
İsrail, bölgenin en köksüz devletidir. Devlettir ama yerli değildir. İstilacıdır, işgalci ve yayılmacıdır. Bu onun bu topraklarda anavatan oluşturan emekler sunmamasının bir sonucu olarak gerginlik içinde, güvenlik doktrinlerini de şekillendirerek savaş ortamı içinde yaşamasına yol açmıştır.
İsrail tipik bir Türkiye cumhuriyetidir. Filistinlileri ya ölü ya da köle istemektedir. Filistin halkı diye bir halkı tanımamaktadır. Hükümranlığa altındaki topraklarda yaşayan Filistinlileri İsrail üst kimliği adı altında tek ulusa mahkum etmektedir. Bu baskının sonuna kadar gidemeyeceğini gördüğü yerde ise, Filistin özerk bölgesi yaratarak Oslo anlaşması ardından, İsrail’i tek ırklı bir devlete dönüştürmek için ırkçı duvar örgüsünü yönelmiştir. Filistin topraklarını küçük parçalara ayırıp birbirinden yalıtarak, en verimli toprakları en stratejik tepeleri alarak, Filistin topraklarını yaşanmaz adalar halinde bölmektedir. Bu yönde tarihe geçecek birden çok programlı katliama serisiyle direnen halkı yok etmeye girişmiştir. Der Yasin’den (1948), Filistinlileri Lübnan işgali sırasında (1982), Sabra ve Şatilla kamplarında katlederek sürmüştür. Bunu 29 Nisan 2020 de cenin kampı katliamı takip etmiştir. Burada da kalmayan İsrail insanlığa meydan okuyarak, Filistinli liderleri tek tek başka ülke sınırlarını ihlal ederek suikastle öldürmüştür. Bunun için devlet üst kademesinin oylama usulü karar verdikleri açığa çıkmıştır; Gassan kanafani, Ebu İyad, Ebu Cihad, Rentisi, Şeyh Ahmet Yasin, Ebu Ali Mustafa, Lübnanlı Hizbullah lideri İmad Muğniyi gibi binlerce lider bir devlet politikası ile yok edilmiştir.
İsrail her adımda insanlığa meydan okuyarak, arkasında batı desteğiyle bu vahşeti sürdürmüştür. Batının kahredici sessizliği her türden çıkar hesaplarının dışında bur duruşu göstermektedir. İsrail kendine ait olmayan topraklarda hırsız tedirginliğiyle var olmasının kaçınılmaz sonucu her şeyi düşman olarak algılamakta ve böylelikle kendi halkının yaşamını savaşa endeksli hale getirmektedir. Yahudi’nin Yahudi’den başka dostu yoktur söylemi ise bu bölgede kimlerin güvenlik doktrinlerinin kesişme halinde olduğunu yeterince göstermektedir diyeceğim.
21.yy girerken bölgemizde üç önemli savaş vuku buldu. Bu savaşlar de öncekiler gibi İsrail tarafından başlatıldı. Dördüncüsüne da hazırlanıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu savaşların ayrıca ortaya koyduğu gerçek İsrail’in güvenlik doktrini ile Türkiye’nin güvenlik önemli oranda kesişme halinde olduğudur. Her iki ülke de, iç düşman diye ilan ettiği yerli halkla savaş halinde yaşayarak sürdürmektedir. Her iki ülkede bu savaşı içte olduğu kadar, sınır ötesi operasyonlarla da acımasız ve orantısız silahlı güç kullanımıyla sürdürme çabasındadır. Etnik sorunlarını farklılıkların hak taleplerini demokrasiyi derinleştirip genişleterek çözmek yerine, silahlı güç kullanarak çözme üzerine kurulu olan güvenlik doktrinlerini esas almaları, bu iki ülkenin siyasal hükümranlığını kendine ait olmayan coğrafyaları yerli halkından gasp ederek hükümranlığa altına almasındandır. Tarihte yaşama ilk kez açmadığı topraklar üzerinde siyasi ve askeri hükmün sağladığı kılıç hakkıyla sorunları çözüme girişimi, bu doktrinin temel taşlarını oluşturur.
Türkiye, İsrail’den farklı olarak, ortak coğrafyada 1000 yıllık birlikte yaşamanın yarattığı ortak tarih, gelenek, görenek ve sosyal ilişkilerde anlamını bulan veriler, 20 yy ın kitlesel kanlı kıyımını nispeten dizginlemiş sayılır. Son yüz yıla yakın zamandır Cumhuriyetle başlayan tek ulusçu süreç bu tarihsel birliği ciddi şekilde zedelemiştir.
II. BÖLÜM
BÖLGEMİZDE DURUM
(Özet aktarım)
Bölgemizde durum ve terör örgütü olarak yapılandırılmış Siyonist İsrail devletinin bu bölümün ana temasıdır. Bunu sağlıklı kavramak için çok gerilere gitmeyeceğim. 21. Yy da İsrail’in başlattığı üç savaş üzerinde durarak bu güne nasıl gelindiğini izah etmeye çalışacağım.
Bu üç savaş sağlıklı olarak kavranmaksızın bölgemiz hakkında söylenecek her söz ayakları havada kalır.
Her üç savaş üzerinde blogumda geniş makaleler yazdım. Yorumları en geniş haliyle okumak isteyenler bu makaleleri okumalıdırlar.
Birincisi Irak savaşı 20 Mart – 9 Nisan 2003
Bölgemiz sorunlarının küresel boyutu, bir yanıyla Enerji kaynaklarının en önemli coğrafi kuşaklarından birini oluşturmasından ileri gelmektedir. Bu ABD’nin bölgedeki çıkarlarına ve müdahalelerine de temel gerekçe oluşturmaktadır. ABD, Ak deniz, Ortadoğu ve Kafkaslardan oluşan paralelde yakın ve uzak geleceğin iktisadi faaliyetlerine temel unsur olan enerji kaynakları için büyük önem vermektedir. Körfez savaşıyla başlayan bölge üzerinde açık fiili askeri istila, Afganistan savaşıyla ikinci adımı atmıştır. Ancak bu adımlar tatmin edici olmaktan uzaktı. Söz konusu paralelde kopuk halkaları en azından elli yıllık bir kıskaç altına almak için atılması gereken çok önemli adımlar vardı. Bunların başında Irak rejimini değiştirme adına tüm Araplara ve özellikle ABD çıkarlarını değişik yollarla zedeleme konumunda olan ülkelere ve bu arada İran’a sert bir ders vermek gerektiği inancı bulunmaktadır.
İkincisi 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşı ve BOP kırılışıBu
savaş için söylenecek çok şey var. En önemlisi bölgemizin kaderini değiştiren savaş olmasıdır. İsrail ilk kez bu savaşta yenilgiyi tattı. Bundan sonrası bir çorap söküğü gibi geldi. Bölgemize tasallut olan güçleri gerin geriye dönmeye başladı. İsrail savaş mekanizmasının işe yaramaz olduğu da açığa çıkmış oldu. Bu ise, İsrail içinde şaşkınlık ve kaos içinde sürüklenerek pervasız maceracı girişimlere yönelmesine yol açtı.
Bölgemiz için değil tüm insanlık için de bir risk haline gelen İsrail, ABD için de taşınması güç bir yüktür. Lübnan savaşı bu gerçeği gözler önüne serdi.
Üçüncüsü Gazze savaşı. 27 Aralık 2008- 18 Ocak 2009
Bu savaş Lübnan yenilgisi sendromunun, içte küçük bir zaferle aşılması amacını taşıyordu.
“Varılması istenen hedef,
1. Gazze'nin istilası
2. Tüm direniş güçlerinin mutlak olarak tasfiyesi
3. İsrailli esir asker Cilat Şalit'in kurtarılması
4. Gazze'nin El Fetih'li teslimiyetçilere (Mahmut Abbas- Muhammed Dehlan) sunulması.
5. Sınır kapıları denetiminin uluslar arası güce bırakılması.
6. Silah girişini sağlayan tünellerin yok edilmesi.
İsrail Siyonistlerinin bu hedef için Gazze'de yıkmadığı ev, dağıtmadığı tarımsal alan, kazmadığı yol kalmadı. Beyaz fosfor bombalarıyla da yakmadığı bir canlı türü kalmadı. %90 sivil olan 1300'den fazla şehit (410 çocuk, 103 kadın) ve 5340'tan fazla yaralılarla (enkaz altındakiler hariç) bir cehennemi tablo oluştu. Sonuç; hiçbir hedefin gerçekleşmemesiydi.”
Zafer yeniden direnenlerin oldu Filistin halkı artık dünyanın en büyük askeri tersanesi karşısında yenilmeden bir savaş ortamından çıkabileceğini göstermişti. Süreç tersten işlemeye yöneldi.
İsrail gerçek anlamda, bölgede bir yabancı, dünyada da bir irin haline gelmiş bölge ve dünya barışını tehdit eden ülke konumundadır. Savaş üzerine kurgulanmış sosyal yaşamı, tüm çevresiyle uzak-yakın komşularıyla savaş halinde olması, dünyaya açıldığı tek kapı olan denizlerin sayesinde bir nefes kapısına sahiptir. Bu da daralmakta ve kapanma işaretleri göstermektedir.
Iran üzerine kurguladığı yalan makinesinin hala bir sonuç üretememesi, Irak’ın başını yıkarak ondan kurtulma senaryosunu Iran için tekrar edememesi ve bu arada bölgede güçler dengesinin hızla değişmesi ABD’nin ırak sendromundan kurtulamamış olması İsrail’i taşınmaz bir kambur haline getirmiştir.
ABD’nin hiçbir çıkarına cevap vermeyen, gerici Arap yönetimlerini, halkları nezdinde akıl almaz bir tecride götürerek sonuçsuz kalan İsrail artık dünyanın tepkisini üzerine çekmeye başlamıştır. Bu bir yuvarlanma halidir, kar topu gibi büyüyen bir kirliliktir. Kimse bulaşmak da istememektedir.
30 Mayıs 2010 akşamı Gazze’ye insani yardım götüren deniz konvoyu gemilerine yaptığı saldırılarla da artık geri dönülmez bir noktaya gelmiştir. İsrail şaşkındır, yaptığı her işi yüzüne gözüne bulayan savaş bunağı konumundadır. İnsanlığa meydan okuyan pervasızlığı önüne gelene ateş ederek çevresini de boşaltmıştır.
Bölgemizdeki güçler dengesi İsrail’in boynunu geçmekte olan idam ipi gibi gittikçe daraldığını gösteren gelişmeler, Filistin halkının direnişini güçlendirmektedir.
Bu noktada, Türkiye İsrail benzerliğinin önem taşıdığını dile getireceğim, Bu aynı zamanda Filistin davasıyla Kürt halkının davasının farklılıklarına rağmen temel kriterlerde büyük bir örtüşme içinde tarihin son ulusal kurtuluş hareketleri olarak ilerlediğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
Bu açıdan PKK’nın haziran atılımı ile Filistin halkının kazanımları arasında oluşan paralellik bölgemizin kader birliğinde, nasıl bir uyumluluk içinde olduğunu da göstermektedir.
Sözlerimi bitirirken, binlerce ayrıntı ve açıklamadan kaçınarak dile getirdiklerim uzun olmasına karşın özetle, bölgemizde yürüyen savaş, yerli halklarla istilacılar arasındaki savaştır dersem abartmış olmayacağım.
Türkiye’de egemen güçler kendilerini İsrail konumuna düşürmek istemiyorlarsa, 1000 yıldır yaşadığı bu topraklarda gerçek anlamda bir anavatan sahibi olmak istiyorlarsa, kendi halklarının ve gelecek kuşaklarının güvenliğini kazanmak istiyorlarsa, en az onlardan daha da kadim ve yerli olan halklara demokratik bir cumhuriyet içinde kurucu eşitler olarak anayasal ve yasal, kurum ve kuruluş düzeyinde tüm siyasal haklarını tanımakla yükümlüdür.
Bölgemizin haritası bir askeri haritadır. Belli kesitler arasında da sık sık değiştiği bilinmektedir. Kim askerini nereye kadar getirmişse orasını istila ederek ne bur ulusal sınır ne de bir ana vatan oluşturabilir. Bunun için gerçeklere dönmek tarihle cesurca yüzleşerek farklılıkların hakkını teslim etmek gerekmektedir. İsrail’in bu konudaki şansı olağan üstü zayıfken Türkiye’nin çok daha büyük şansa sahip olduğunu belirtmek gerek.
Bu ülke ve bu bölge birimizin değil hepimizindir diyorum. Bunun için eşitler olarak haklarımızı kullanabilmeliyiz.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder