27 Haziran 2010 Pazar
GERİLİM VE ÇATIŞMANIN ÖTESİ
Mustafa Köse
27 Haziran 2010
Mkose1955@hotmail.com
Olan oldu. Ortalık kan gölüne döndü. Bunu isteyenler yine başardı. Oysa bu, oynanan kaçıncı oluyor. Olanlar cana, mala ve geleceğe bedeldir. Bu bir çılgınlıktır bir trajedidir.
90 yıl boyunca cumhuriyetimiz nedense demokrasi üretmedi. Muasır medeniyete de ulaşamadı. Bölgesel farkları kaldıramadı. Ülkeyi yönetenler, darbe ve müdahale işleriyle uğraştığından bunları yapacak zamanı olmadı. Anlaşılan bugünde öyle. Galiba yine zamanımız olmayacak.İddiaya göre AKP şeriatı getirmek üzere Kürtler de ülkeyi bölmek üzereler. Bu haldeyken çağdaş demokrasi neyimize. Barış neyimize. Şeriat gelince veya ülke bölününce zaten demokrasi mi olacak. Huzur mu olacak. Her zaman söylendiği gibi önce vatan kurtulmalı. Sonra bakarız. Zaten toplum ikiye bölündü. Silahsız bir savaş var. Bir tarafta cumhuriyeti ve bölünmeyi koruyacak güçler öbür tarafta bilinen iç düşman. Bunun için AKP ye ve Kürtlere vurmak lazım. Ne yazık ki bu böyle. Bu uyduruk filmi daha kaç kez izleyeceğiz. Bilmiyorum ama bu yalan hikaye tutmuşa benziyor. Biraz daha kan biraz daha kaos olursa işler rayına girecek. Sonrası kolay. Önce olağan üstü hal ve akabinde sıkıyönetim.
Sonrasını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bunları hep böyle oluyor. Var olan ve sınırlı demokrasiyi ortadan kaldırmak artık çok kolay. 1960-1970 ve 1980 askeri darbeleri böyle olmadı mı? Şimdi heveslilere soralım böyle olmayacak mı? Daha önceleri gibi, komünizm veya şeriat gelecek, ya da Kürtler ülkeyi bölecek uydurmasıyla yapılmadı mı? İddialara rağmen, darbeler ülkeyi mi kurtarmıştı? İnsanlarımızın yaşam kalitesi mi yükseltmişti? Yoksa toplumsal barışı mı sağlamıştı? Batı tipi demokrasi mi oluşturulmuştu. Yoksa tersi mi oldu? Bence her şey ortada. Bu darbeler ile hep geriye gidildi. Geriye olan her gidiş eski sorunları arttırırken yeni sorunlar daha eklemiştir. Bunu dışındaki varsayımlar veya savunma yorumları sadece bir aldatmaca olarak kaldı.
Ne yazık ki aynı kulvara girilmiştir. AKP bu kulvara koşar adım girmiştir. Milliyetçi, şoven birkaç oy uğuruna barışı ve demokrasiyi tehlikeye atmıştır. Olayların tırmanmasına göz yummuştur.Olayları kontrol edeceğini bundan faydalanacağını düşünüyorsa aldanacaktır. Ok yaydan çıkınca bundan kimlerin faydalanacağı belli değil mi? Gerilim ve çatışma ortamından olağanüstü hal veya sıkıyönetim ilan edilmeden çıkılacağını sanmak saflık olmaz mı?.Ağlayacak analar yanacak canlar hariç, sıkıyönetim altında nasıl bir genel seçim olur. Seçim sonuçları şimdiden belli değimli? Veya seçim olur mu? Yaşayarak göreceğiz.
Şimdi, yakın tarihimizin ışığıyla gerçek solculara, demokratlara, inançlılara ve vicdan sahibi olanlara önemli iş düşüyor.Sivil meslek örgütleri tarafsız kalmamalı. Akacak kana, doğacak gerilime dur denmeli. Çatışma, gerilim ve kaosa hayır denmeli. Gerilim ve çatışmalara hayır demek, askeri darbelere hayır demektir. Gerilim ve çatışmalara hayır demek, Kürtlerle, Alevilerle ve diğer mağdur vatandaşlarımızla çözüm bulmak demektir.Barışa ve toplumsal huzura evet demektir. Tekrar pişirilen bu oyunu bozmak ülkemiz için hayırlı olacaktır. Bozulan bu oyun sivil ve çağdaş bir demokrasiyi yaratacaktır.
Henüz yapılacaklar var. Barış için ve darbelere karşı olacaklar küçümsenmemeli. Bilişim çağı bu olanağı fazlasıyla sunuyor. Yeter ki bu imkanlar doğru kullanılsın.
27 Haziran 2010
Mkose1955@hotmail.com
Olan oldu. Ortalık kan gölüne döndü. Bunu isteyenler yine başardı. Oysa bu, oynanan kaçıncı oluyor. Olanlar cana, mala ve geleceğe bedeldir. Bu bir çılgınlıktır bir trajedidir.
90 yıl boyunca cumhuriyetimiz nedense demokrasi üretmedi. Muasır medeniyete de ulaşamadı. Bölgesel farkları kaldıramadı. Ülkeyi yönetenler, darbe ve müdahale işleriyle uğraştığından bunları yapacak zamanı olmadı. Anlaşılan bugünde öyle. Galiba yine zamanımız olmayacak.İddiaya göre AKP şeriatı getirmek üzere Kürtler de ülkeyi bölmek üzereler. Bu haldeyken çağdaş demokrasi neyimize. Barış neyimize. Şeriat gelince veya ülke bölününce zaten demokrasi mi olacak. Huzur mu olacak. Her zaman söylendiği gibi önce vatan kurtulmalı. Sonra bakarız. Zaten toplum ikiye bölündü. Silahsız bir savaş var. Bir tarafta cumhuriyeti ve bölünmeyi koruyacak güçler öbür tarafta bilinen iç düşman. Bunun için AKP ye ve Kürtlere vurmak lazım. Ne yazık ki bu böyle. Bu uyduruk filmi daha kaç kez izleyeceğiz. Bilmiyorum ama bu yalan hikaye tutmuşa benziyor. Biraz daha kan biraz daha kaos olursa işler rayına girecek. Sonrası kolay. Önce olağan üstü hal ve akabinde sıkıyönetim.
Sonrasını tahmin etmek zor olmasa gerek. Bunları hep böyle oluyor. Var olan ve sınırlı demokrasiyi ortadan kaldırmak artık çok kolay. 1960-1970 ve 1980 askeri darbeleri böyle olmadı mı? Şimdi heveslilere soralım böyle olmayacak mı? Daha önceleri gibi, komünizm veya şeriat gelecek, ya da Kürtler ülkeyi bölecek uydurmasıyla yapılmadı mı? İddialara rağmen, darbeler ülkeyi mi kurtarmıştı? İnsanlarımızın yaşam kalitesi mi yükseltmişti? Yoksa toplumsal barışı mı sağlamıştı? Batı tipi demokrasi mi oluşturulmuştu. Yoksa tersi mi oldu? Bence her şey ortada. Bu darbeler ile hep geriye gidildi. Geriye olan her gidiş eski sorunları arttırırken yeni sorunlar daha eklemiştir. Bunu dışındaki varsayımlar veya savunma yorumları sadece bir aldatmaca olarak kaldı.
Ne yazık ki aynı kulvara girilmiştir. AKP bu kulvara koşar adım girmiştir. Milliyetçi, şoven birkaç oy uğuruna barışı ve demokrasiyi tehlikeye atmıştır. Olayların tırmanmasına göz yummuştur.Olayları kontrol edeceğini bundan faydalanacağını düşünüyorsa aldanacaktır. Ok yaydan çıkınca bundan kimlerin faydalanacağı belli değil mi? Gerilim ve çatışma ortamından olağanüstü hal veya sıkıyönetim ilan edilmeden çıkılacağını sanmak saflık olmaz mı?.Ağlayacak analar yanacak canlar hariç, sıkıyönetim altında nasıl bir genel seçim olur. Seçim sonuçları şimdiden belli değimli? Veya seçim olur mu? Yaşayarak göreceğiz.
Şimdi, yakın tarihimizin ışığıyla gerçek solculara, demokratlara, inançlılara ve vicdan sahibi olanlara önemli iş düşüyor.Sivil meslek örgütleri tarafsız kalmamalı. Akacak kana, doğacak gerilime dur denmeli. Çatışma, gerilim ve kaosa hayır denmeli. Gerilim ve çatışmalara hayır demek, askeri darbelere hayır demektir. Gerilim ve çatışmalara hayır demek, Kürtlerle, Alevilerle ve diğer mağdur vatandaşlarımızla çözüm bulmak demektir.Barışa ve toplumsal huzura evet demektir. Tekrar pişirilen bu oyunu bozmak ülkemiz için hayırlı olacaktır. Bozulan bu oyun sivil ve çağdaş bir demokrasiyi yaratacaktır.
Henüz yapılacaklar var. Barış için ve darbelere karşı olacaklar küçümsenmemeli. Bilişim çağı bu olanağı fazlasıyla sunuyor. Yeter ki bu imkanlar doğru kullanılsın.
VEDA YEMEĞİ
Devrimci dayanışmada THKP-C (Acilciler) onurlu duruşu; 30 Yıl önce devrimci dayanışmada gösterilen sorumluluğun bu güne taşıdığı mesaj...
Mihrac Ural
27 Haziran 2010
Telefonun ardındaki ses, beni tanıdın mı diyor ve ekliyor “Bassit’te, tehlikeli bir deniz yolculuğuna çıkmadan çalı-çırpıyla örtülü lokantamsı bir barakada, balık yememizi hatırlatıyor musun? Kırk yıl hatırı unutulmayacak veda yemeğiydi.” diyordu.
Bir soru, bir ipucuydu bu sözler.
Hangi birimiz bir hafta önce yediği yemeği hatırlayabilirdi?
Bu yemek öyle sıradan bir yemek değildi. Aradan bir ömür geçse de hatırlanacak, hatta ayrıntıları bile unutulmayacak anılar var. Anılar, hafıza havuzumuzun arşividir. Hafızamızın nasıl çalıştığı üzerine önemli çalışmaların olduğu bilim dünyasında -kesinleşmiş bir sonuç olmamasına karşın- DNA yapısını çözerek Nobel ödülü almış ikiliden biri olan Francis Crick (diğeri James Watson 1962) bilim ve teknik yayınlarından çıkan “Şaşırtan Varsayım” adlı çalışmasında “şaşırtan varsayım, beyin davranışının her yanıyla nöronların etkinliğinden kaynaklandığını belirtiyor” (Fracis Circk, Bilim ve teknik yayınları. Şaşırtan varsayım s: 285) diyor. Bunu da “bilinç kritik bir biçimde talamus-kabuk bağlantılarına dayanır” diye tespit ediyor. Bilim adamı ihtiyatlılığıyla, yetersiz de olsa bu tespitlerin bir kuram olarak belirtilebileceğini dile getiriyor.
Beynimizin faaliyetleri sinir hücrelerinin (nöronların) faaliyetidir. Bunlar üzerinde oluşan farklı etkilerin, beyinde oluşturduğu tepkimeler beyin faaliyetlerimizi oluşturmaktadır. Kısa ve orta görsel bellekler için önerilen “ikona belleği” ve Alan Baddeley’in önermesi “çalışma belleği”nin derin anılarımızı izahta yetersizliği, bizi bir kez daha nüronlarımız üzerinde en derin etkilerin, geçmiş anılarımızın da kıdemliğini belirlediği sonucuna varmak yanlış değildir.
Telefondaki ses, üzerinden 30 yıl geçen veda yemeğini hatırlatınca benim de nüronlarım beynimin kimyasal hafıza havuzunu tetikleyerek, aklımın ucundan geçmesi mümkün olmayan anıyı getirip önüme koydu. Evet...Evet... böylesi bir veda yemeği vuku bulmuştu ama kiminle?.. Hatta kaç veda yemeği yaşanmıştı bu 30 yıl içinde…
Telefondaki sese saygısızlık olmasın diye ayrıntılarda bir hata yapmamak adına anı üzerinde fazla üzerinde durmadan, beklediğimi ifade ettim. Sınır geçilmişti, kısa bir yol mesafesi de aşılarak yanımı ulaştı.
Saçları beyazlamış, kiloları artmış davranışları loseleşmiş haliyle, görsel belleğimi zorlayan, belli belirsiz alameti farikalarıyla, yaşını hiç göstermeyen bir kadim yoldaş karşımda duruyordu. Bir kez daha veda yemeğine döndü. Bir veda yemeği olayını bu kadar etken kılan duygular, sadece beyin nüronları üzerindeki etkiyle açıklanır mı bilemem; ancak insan yaşamının önemli dönemeçlerinde bu etkilerin kalıcı anılara dönüştüğünü hepimiz kendimizden biliyorduk.
Ortadoğu’nun en kasvetli dönemlerinde, Filistin kamplarında eğitim, her bir köşesinde savaş ve bombaların patladığı bir mayınlı tarladan çıkıp gelmiş haliyle bir insanın ülkesine dönüşünü simgeleyen veda yemeği, ülkesinde hüküm süren 12 Eylül faşizminin karabasanı altında ağır bedeller ödeme pahasına da olsa unutulmayacak bir olaydı.
O kesitte, devrimci harekette; yoklukların, zorlukların acı ve direnmenin çareleriyle birbirine sarılmış olanaklar paylaşılıyordu. Biz Acilcilerin, devrimci harekete imkanlarımızı sunduğumuz kadar hiçbir çevrenin sunmadığını burada bir kez daha belirtmem gerek. Bu tarihin ayrıntıları belgeleriyle kaleme alındığında görülecektir ki, 12 Eylül faşizmine karşı direnişin bu boyutunda Acil hareketi, belleklerde böylesine izler bırakacak etkinliklerin de sahibiydi.
Misafirim Acilci değildi. TKP-B’li bir yoldaştı. Basın-yayınla uğraşan bir devrimci aydındı. Örgütsel yükümlülüklerini, görevlerini tamamlamış, 12 Eylül karanlığına karşı mücadele etmeye gidiyordu. Farklı örgütlerden onlarca militan ve kadro bir yanıyla karadan, bir yanıyla denizden, örgütümüzün yarattığı olanakları değerlendirerek ülkeye taşınıyorlardı.
Bunlardan biri de misafirimdi. Bassit’ten deniz yoluyla Karataş’a yapılan onlarca yolculuktan biri daha yapılmıştı (1981). O günde devrimci sevgi ve dayanışmayla örgüt olanakları sunulmuştu. Acilcilerin görev bilinci; paylaşım üzerine, dayanışma üzerine kurulmuştu. Bu değerleri oluştururken, çevremizin örgütsel ilişkilerimize taşıdığı en anlamlı veriler bunlardı. Çevresi olmayanların bunu algılaması ve yaşama geçirmesinin de olanağı yoktu.
TKP-B’li yoldaşlarla farklı koşullarda buluşmalarımız az değildi. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) koşullarında, devrimci birlik platformunda yakın yoldaşlığımız da vardı. Toplantılarımızın tutanaklı örgüt arşivimizde, bu yoldaşlığın birçok enstantanesine de tanıklık yapar. Acilciler örgütü, Türkiye solu tarihinin örgüt ilişkileri konusunda kuralları en devrimci tarzda yerine getiren bir olgunluk ifadesiydi. Bu nedenle hiçbir örgütün iç işleriyle ilgili olmadık. Bunu sınır olarak belirledik. TKP-B Kongresi önce ve sonrasında olan Genel Sekreterlik değişimine karşın ilişkilerimiz aynıyla devam etmişti. O günün devrimci duygu doruklarıyla bu ilişkilerin nasıl bir yaşam bulduğunu anlamak için 30 yıl sonra, özlemle yanımıza gelen TKP-B’li yoldaşın heyecanını, sevgi ve saygıyla sarılışını resmetmek yeterli olacaktır. Bu aynı zamanda onurlu bir direnme tarihi olan örgütümüze karşı yapılan, muhatap alınmaya değmez saldırılara da yeterli bir cevaptır.
Misafirim İlker Demir.
Duygu yüklü bir buluşma. 78 Kuşağının duygusallığını tüm derinlikleriyle taşıyan bir buluşma. 78’liler Vakfı’nın başkanı Celalettin yoldaşın özel iletisinde bizi tanımlamak için dile getirdiği “güvenli liman” olmanın sorumluluğu ve bu sorumluluğun 30 yıl sonra verilen bir ödülü olarak İlker Demir yoldaşı kucakladık (24 Haziran 2010).
İlker Demir, bir kuşağın tüm özeliklerini üzerinde taşıyor. Emek veriyor, koşturuyor, okuyor, yazıyor, düşünüyor, düşüncesini bilgi paylaşım ağlarıyla paylaşıyor. Sonradan anladım ki, aynı gruplarda yayınlanan yazılarımı da takip ediyor. Ben de onu sık sık kim olduğunu bilmeden okumuş durmuşum.
On yıllar geçmiş ortak anılarımızın üzerinden, dünya birlerce kez dönmüş kendi etrafında, biyolojik evrimimizden daha da hızlı bir siyasal evrim yaşamıştı yeryüzü. Bunları konuştuk. Detaylara girmeden, temel konuların çoğunluğunda ortak sonuçlara vardığımızı gördük. Demokrasi algılarımız, sınıf mücadelesi, işçi sınıfı ve görevleri, devrim, uygarlık, teknolojik ilerlemeler ve sonuçları, etnik ve inanç olguları ve siyasal konumlanışlarıyla ilgili sohbetlerimizde hep ortak kanaatlere vardığımızı gördük.
Bu ortak evrim ve sonuçlarıyla ilgili doneleri ayrı bir yazıda, incelik göstererek ziyaretime gelen farklı örgütlerden onlarca dostum, hala misafirim olan ve iletişim halinde olduğum insanlarla paylaştığım siyasal konular üzerinde vermeye çalışacağım. Bunlar arasında eski TKP’li arkadaşlardan verebileceğim çok önemli örnekler olduğunu belirteceğim. Hala misafirim olan ve Frankfurt’ta çok uzun yıllar (35 yıl) sendikal eğitim uzmanı olarak çalışan, Türkçe öğretmeni değerli dostum Hakkı Sürmeli hoca ile sohbetlerimi sizlere ileteceğim.
Önceki yazılarımda dile getirdim. Aklın yolu bir değildir tezine inanıyordum. Benim için doğruya gidişte aklın yolu tek değildir; doğru da tek olamaz. Görelilik, algı farklılıkları aklın yolu kadar doğruların da bin bir olabileceğini gösteriyor. Bu günkü algılarım da bu eksen ayakları üzerinde sağlamca yere basıyor. Çok farklı söylemlerle dile gelmesine karşı, farklı betimlemelerle de biçimlenmiş doğrulara ortak bir yaklaşım yapılabildiğini görmek çok önemlidir. İlker Demir’le 30 yıl sonra buluşmamız bu açıdan da önem taşıyor.
Ayrılık vakti gelip çattığında, daha çok buluşma kararı aldık. Devrimci hareketimiz üzerine sorumluluklarımızı hatırlattık.
İlker Demir, tüm misafirlerimin gösterdiği incelikle, parti okulu ziyareti ve şehit yoldaşlarımın anıt mezarının bulunduğu Bassit sahil beldesine bizimle beraber yöneldi.
Onurlu direnmenin tarihi değerleri; her bir devrimcinin anılarında, vicdanlarında ve dünden bu güne süren kararlı yürüyüşümüzde tüm canlılığıyla bir doruk olarak duruyor.
Mihrac Ural
27 Haziran 2010
Telefonun ardındaki ses, beni tanıdın mı diyor ve ekliyor “Bassit’te, tehlikeli bir deniz yolculuğuna çıkmadan çalı-çırpıyla örtülü lokantamsı bir barakada, balık yememizi hatırlatıyor musun? Kırk yıl hatırı unutulmayacak veda yemeğiydi.” diyordu.
Bir soru, bir ipucuydu bu sözler.
Hangi birimiz bir hafta önce yediği yemeği hatırlayabilirdi?
Bu yemek öyle sıradan bir yemek değildi. Aradan bir ömür geçse de hatırlanacak, hatta ayrıntıları bile unutulmayacak anılar var. Anılar, hafıza havuzumuzun arşividir. Hafızamızın nasıl çalıştığı üzerine önemli çalışmaların olduğu bilim dünyasında -kesinleşmiş bir sonuç olmamasına karşın- DNA yapısını çözerek Nobel ödülü almış ikiliden biri olan Francis Crick (diğeri James Watson 1962) bilim ve teknik yayınlarından çıkan “Şaşırtan Varsayım” adlı çalışmasında “şaşırtan varsayım, beyin davranışının her yanıyla nöronların etkinliğinden kaynaklandığını belirtiyor” (Fracis Circk, Bilim ve teknik yayınları. Şaşırtan varsayım s: 285) diyor. Bunu da “bilinç kritik bir biçimde talamus-kabuk bağlantılarına dayanır” diye tespit ediyor. Bilim adamı ihtiyatlılığıyla, yetersiz de olsa bu tespitlerin bir kuram olarak belirtilebileceğini dile getiriyor.
Beynimizin faaliyetleri sinir hücrelerinin (nöronların) faaliyetidir. Bunlar üzerinde oluşan farklı etkilerin, beyinde oluşturduğu tepkimeler beyin faaliyetlerimizi oluşturmaktadır. Kısa ve orta görsel bellekler için önerilen “ikona belleği” ve Alan Baddeley’in önermesi “çalışma belleği”nin derin anılarımızı izahta yetersizliği, bizi bir kez daha nüronlarımız üzerinde en derin etkilerin, geçmiş anılarımızın da kıdemliğini belirlediği sonucuna varmak yanlış değildir.
Telefondaki ses, üzerinden 30 yıl geçen veda yemeğini hatırlatınca benim de nüronlarım beynimin kimyasal hafıza havuzunu tetikleyerek, aklımın ucundan geçmesi mümkün olmayan anıyı getirip önüme koydu. Evet...Evet... böylesi bir veda yemeği vuku bulmuştu ama kiminle?.. Hatta kaç veda yemeği yaşanmıştı bu 30 yıl içinde…
Telefondaki sese saygısızlık olmasın diye ayrıntılarda bir hata yapmamak adına anı üzerinde fazla üzerinde durmadan, beklediğimi ifade ettim. Sınır geçilmişti, kısa bir yol mesafesi de aşılarak yanımı ulaştı.
Saçları beyazlamış, kiloları artmış davranışları loseleşmiş haliyle, görsel belleğimi zorlayan, belli belirsiz alameti farikalarıyla, yaşını hiç göstermeyen bir kadim yoldaş karşımda duruyordu. Bir kez daha veda yemeğine döndü. Bir veda yemeği olayını bu kadar etken kılan duygular, sadece beyin nüronları üzerindeki etkiyle açıklanır mı bilemem; ancak insan yaşamının önemli dönemeçlerinde bu etkilerin kalıcı anılara dönüştüğünü hepimiz kendimizden biliyorduk.
Ortadoğu’nun en kasvetli dönemlerinde, Filistin kamplarında eğitim, her bir köşesinde savaş ve bombaların patladığı bir mayınlı tarladan çıkıp gelmiş haliyle bir insanın ülkesine dönüşünü simgeleyen veda yemeği, ülkesinde hüküm süren 12 Eylül faşizminin karabasanı altında ağır bedeller ödeme pahasına da olsa unutulmayacak bir olaydı.
O kesitte, devrimci harekette; yoklukların, zorlukların acı ve direnmenin çareleriyle birbirine sarılmış olanaklar paylaşılıyordu. Biz Acilcilerin, devrimci harekete imkanlarımızı sunduğumuz kadar hiçbir çevrenin sunmadığını burada bir kez daha belirtmem gerek. Bu tarihin ayrıntıları belgeleriyle kaleme alındığında görülecektir ki, 12 Eylül faşizmine karşı direnişin bu boyutunda Acil hareketi, belleklerde böylesine izler bırakacak etkinliklerin de sahibiydi.
Misafirim Acilci değildi. TKP-B’li bir yoldaştı. Basın-yayınla uğraşan bir devrimci aydındı. Örgütsel yükümlülüklerini, görevlerini tamamlamış, 12 Eylül karanlığına karşı mücadele etmeye gidiyordu. Farklı örgütlerden onlarca militan ve kadro bir yanıyla karadan, bir yanıyla denizden, örgütümüzün yarattığı olanakları değerlendirerek ülkeye taşınıyorlardı.
Bunlardan biri de misafirimdi. Bassit’ten deniz yoluyla Karataş’a yapılan onlarca yolculuktan biri daha yapılmıştı (1981). O günde devrimci sevgi ve dayanışmayla örgüt olanakları sunulmuştu. Acilcilerin görev bilinci; paylaşım üzerine, dayanışma üzerine kurulmuştu. Bu değerleri oluştururken, çevremizin örgütsel ilişkilerimize taşıdığı en anlamlı veriler bunlardı. Çevresi olmayanların bunu algılaması ve yaşama geçirmesinin de olanağı yoktu.
TKP-B’li yoldaşlarla farklı koşullarda buluşmalarımız az değildi. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) koşullarında, devrimci birlik platformunda yakın yoldaşlığımız da vardı. Toplantılarımızın tutanaklı örgüt arşivimizde, bu yoldaşlığın birçok enstantanesine de tanıklık yapar. Acilciler örgütü, Türkiye solu tarihinin örgüt ilişkileri konusunda kuralları en devrimci tarzda yerine getiren bir olgunluk ifadesiydi. Bu nedenle hiçbir örgütün iç işleriyle ilgili olmadık. Bunu sınır olarak belirledik. TKP-B Kongresi önce ve sonrasında olan Genel Sekreterlik değişimine karşın ilişkilerimiz aynıyla devam etmişti. O günün devrimci duygu doruklarıyla bu ilişkilerin nasıl bir yaşam bulduğunu anlamak için 30 yıl sonra, özlemle yanımıza gelen TKP-B’li yoldaşın heyecanını, sevgi ve saygıyla sarılışını resmetmek yeterli olacaktır. Bu aynı zamanda onurlu bir direnme tarihi olan örgütümüze karşı yapılan, muhatap alınmaya değmez saldırılara da yeterli bir cevaptır.
Misafirim İlker Demir.
Duygu yüklü bir buluşma. 78 Kuşağının duygusallığını tüm derinlikleriyle taşıyan bir buluşma. 78’liler Vakfı’nın başkanı Celalettin yoldaşın özel iletisinde bizi tanımlamak için dile getirdiği “güvenli liman” olmanın sorumluluğu ve bu sorumluluğun 30 yıl sonra verilen bir ödülü olarak İlker Demir yoldaşı kucakladık (24 Haziran 2010).
İlker Demir, bir kuşağın tüm özeliklerini üzerinde taşıyor. Emek veriyor, koşturuyor, okuyor, yazıyor, düşünüyor, düşüncesini bilgi paylaşım ağlarıyla paylaşıyor. Sonradan anladım ki, aynı gruplarda yayınlanan yazılarımı da takip ediyor. Ben de onu sık sık kim olduğunu bilmeden okumuş durmuşum.
On yıllar geçmiş ortak anılarımızın üzerinden, dünya birlerce kez dönmüş kendi etrafında, biyolojik evrimimizden daha da hızlı bir siyasal evrim yaşamıştı yeryüzü. Bunları konuştuk. Detaylara girmeden, temel konuların çoğunluğunda ortak sonuçlara vardığımızı gördük. Demokrasi algılarımız, sınıf mücadelesi, işçi sınıfı ve görevleri, devrim, uygarlık, teknolojik ilerlemeler ve sonuçları, etnik ve inanç olguları ve siyasal konumlanışlarıyla ilgili sohbetlerimizde hep ortak kanaatlere vardığımızı gördük.
Bu ortak evrim ve sonuçlarıyla ilgili doneleri ayrı bir yazıda, incelik göstererek ziyaretime gelen farklı örgütlerden onlarca dostum, hala misafirim olan ve iletişim halinde olduğum insanlarla paylaştığım siyasal konular üzerinde vermeye çalışacağım. Bunlar arasında eski TKP’li arkadaşlardan verebileceğim çok önemli örnekler olduğunu belirteceğim. Hala misafirim olan ve Frankfurt’ta çok uzun yıllar (35 yıl) sendikal eğitim uzmanı olarak çalışan, Türkçe öğretmeni değerli dostum Hakkı Sürmeli hoca ile sohbetlerimi sizlere ileteceğim.
Önceki yazılarımda dile getirdim. Aklın yolu bir değildir tezine inanıyordum. Benim için doğruya gidişte aklın yolu tek değildir; doğru da tek olamaz. Görelilik, algı farklılıkları aklın yolu kadar doğruların da bin bir olabileceğini gösteriyor. Bu günkü algılarım da bu eksen ayakları üzerinde sağlamca yere basıyor. Çok farklı söylemlerle dile gelmesine karşı, farklı betimlemelerle de biçimlenmiş doğrulara ortak bir yaklaşım yapılabildiğini görmek çok önemlidir. İlker Demir’le 30 yıl sonra buluşmamız bu açıdan da önem taşıyor.
Ayrılık vakti gelip çattığında, daha çok buluşma kararı aldık. Devrimci hareketimiz üzerine sorumluluklarımızı hatırlattık.
İlker Demir, tüm misafirlerimin gösterdiği incelikle, parti okulu ziyareti ve şehit yoldaşlarımın anıt mezarının bulunduğu Bassit sahil beldesine bizimle beraber yöneldi.
Onurlu direnmenin tarihi değerleri; her bir devrimcinin anılarında, vicdanlarında ve dünden bu güne süren kararlı yürüyüşümüzde tüm canlılığıyla bir doruk olarak duruyor.
PKK ve Yargı üzerine düşünceler
Baskın Oran
27 Haziran 2010
Son haftanın önemli iki gelişmesi: 1) PKK saldırılarının artarak kentlere inmesi; 2) Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin (4. HD), Prof. Haberal’ı tahliye etmeyen 9 yargıca 1500’er lira şahsi tazminat yüklemesi ve sonuçları.
Göründüğü kadarıyla birinci gelişme anlaşılır gibi değil, ikincisi çok iyi. Oysa biraz yakından incelerseniz, iki olay da çok farklı görülebilir. 4. HD’nin kararından başlayalım.
“Ergenekon Davalılarına Mahsustur”
Türkiye yargısı tutuklamayı cezaya çevirmiştir; kronikleştirmiştir. Özellikle, sol ve Kürt davalarında. Örneğin Ercan Kartal DHKP-C davasından 13 yıl tutuklu kaldı. Bu türden sayısız örnek var. Onun için 4. HD kararı, yargıçları insafa getirmek açısından çok yararlı bir başlangıç olarak düşünülebilir. Ama, durun biraz:
1) Bu karar, gereksiz tutuklamaları insafa getirmenin öncüsü falan değil. “Sıradan insanlar” için bu konuda çıkarılmış 1964 tarih ve 466 sayılı “Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun” var ama, beraat etmek lazım. En yakın ağır cezaya gidiliyor, iki kuruşluk tazminatı da devlet ödüyor. “Sol” veya “Kürt” kelimeleri geçen davalarda kullanılması ham hayal; yargıç yargıcı mahkum etmez. Burada nasıl etti, çünkü burada insan hakları değil, 1930 ve Soğuk Savaş değerlerinin muhafazası söz konusu. Prof. Haberal’ın avukatları Medeni Kanun’un şahsi tazminat hükümlerinden açtılar, dosyalar doğrudan Yargıtay 4. HD’ye gitti.
Ben bu dairenin encamını çok anlattım; 21.02.2010 tarihli yazım R-2 yeter. Bu Daire tarafsızlık denilen şeyden Neptün gezegeni kadar uzak. Fena halde “Ergenekon Sanıklarına Mahsustur” kokan bir karar bu. Tutuklu yargılanan garibanlarla hiçbir ilgisi yok. Sağlık ve eşitlikten bahsediliyor. Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, derhal tedavi edilmediği takdirde trombozdan her an gidebilecek durumda olduğu halde iddianame bile düzenlenmeksizin 5 ay tutuklu bırakıldı da, ancak 3. rapordan sonra dizden aşağısı mosmor kütük gibi bacakla zor tahliye edildi; şimdi İbni Sina’da tedavi görüyor. Doktorlar ameliyattan çekiniyorlar. E. Org. Hurşit Tolon gibi sağlıklı değil maalesef.
2) Bu şahsi tazminat yöntemi Türkiye’de ilk defa uygulanıyor ama, Ergenekon’da ve hatta Ergenekon öncesi Derin Devlet davalarında savcı ve yargıçlara baskı açısından epey eski bir zincirin yeni baklası. Zinciri hatırlayın:
Kenan Evren’e darbecilikten dava açmak isteyen Savcı Sacit Kayasu’nun Şubat 2003’te Yargıtay tarafından, Şemdinli davasında KKK Org. Büyükanıt’ı suçlayan bir iddianame yazan Savcı Ferhat Sarıkaya’nın da Nisan 2006’da HSYK tarafından meslekten atılışı. Şemdinli davasında 2 astsubay ile 1 itirafçıyı mahkum eden Van 3. Ağır Ceza heyetinin dağıtılması (Radikal, 29.06.07) ve davanın Yargıtay tarafından askerî mahkemeye transferi. Askerî mahkemenin bu üç sanığı ilk duruşmada tahliye edişi (NTV-MSNBC, 15.12.07). Erzincan Ergenekon davasındaki 4 savcının özel yetkilerinin HSYK tarafından kaldırılışı (Akşam, 18.02.10). Davadaki 1 numaralı sanık Org. Saldıray Berk’in ifadesinin alınamayışı. 3 numaralı sanık Albay Ali Tapan’ı dinleme kararı verdi diye üye Yargıç İsmail Şahin hakkında bizzat mahkeme tarafından suç duyurusunda bulunulması. Şimdi de Ankara 4. İdare Mahkemesi Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’e karşı yargı yolunu açmış bulunuyor (Radikal, 11.06.10).
Yargıtay 4. HD’nin Domino Etkisi
3) 4. HD kararı açıklandı (Radikal, 16.06.10), 3 gün sonra etkisi başladı: a) Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Erzincan Ergenekon davasında Savcı Cihaner’i ve diğer tutukluları CD üzerinden inceleme yaparak tahliye etti ve Erzurum 2. Ağır Ceza yargıçları hakkında suç duyurusunda bulundu; b) Aynı gün Balyoz davasında 14 kişi birden serbest bırakıldı (Radikal, 19.06.10); c) 22 Haziranda yine Balyoz’dan 12 general ve albay daha tahliye edildi. Dava delillerinde sahtecilik bulgusuna rastlanmadığının (Radikal, 22.06.10) TÜBİTAK raporunda açıklandığı gün.
Tekrar edelim: Türkiye yargısının tutuklamalar konusundaki kronik hastalığı bu davalarda da bol bol mevcut. Ama süreç çok tedirgin edici. Balyoz tahliyelerinin temel gerekçesi şu: “Planın icra edildiğine dair delil bulunamamıştır” (Radikal, 22.06.10). Lafı uzatmamak için size bir manşet: “Töre Planına Özgürlük Zırhı”. Diyarbakır’da sevgilisine kaçan kız için aile meclisi infaz kararı alıyor, anne ihbar ediyor, dava sonucu beraat! Gerekçe: “Karar düşünce aşamasındadır. Kimse düşüncelerinden sorumlu tutulamaz” (Sabah, 22.06.10). Anlatabildim mi?
4) Hrant, 301’den mahkum edildiğinde “Yargıtay onaylarsa ben ülkemi terk ederim” demiş, bunun üzerine kendisine bir de TCK 288’den (“Dava devam ederken savcıları, yargıçları etkilemek amacıyla beyan”) dava açılmıştı da, bundan ancak katledilmesi sayesinde kurtulabilmişti kardeşim benim. Şimdi, dava devam ederken verilen bu 4. HD kararı savcıları ve yargıçları etkiledi mi etkilemedi mi? ‘Sanıkları tahliye edeceksin!’ denmiş oldu mu olmadı mı? Bu, dava bitmeden davaya müdahale mi değil mi? Şimdi bunu TCK’nın hangi maddesine sokacağız?
“Cihaner dosyası 5.000 km. yaptı” diye alay eden gazete yazılarına temas edip bu bahsi kapatalım. Avukatım Oya Aydın, TİT imzasıyla 2 yıl önce Mersin’den bana yapılan ölüm tehdidi hakkında Ankara’da suç duyurusunda bulunmuştu. Ankara bekletti bekletti, yetkisizlik kararı verip (ne ilgisi varsa) dosyayı İstanbul’a gönderdi (454 km). İstanbul yetkisizlik kararı verip Adana’ya yolladı (939 km). Adana bekletti bekletti, 2 ay önce yetkisizlik kararı verip İstanbul’a gönderdi (939 km). Son olarak İstanbul geçen hafta yetkisizlik kararı verip Ankara’ya yolladı (454 km). Şimdilik eder 2.786 km. Bir yanda birisinin birkaç ay süren tutukluluğu, diğer yandan birisinin ölümle tehdidi. Bilmem anlatabildim mi.
Şimdi gelelim PKK saldırılarına
Şimdi de son PKK saldırılarını deşelim. Bu ülkedeki 12 milyon Kürt kökenlinin hiçbiri asimile edilememiş olsa bile, geriye 60 milyon nüfus kalır. Bunların nefretini kazanmak Kürtlere yaramaz. Çıkmaz sokaktır. Bu yeni durum Kürtlere bir ölçüde sempati duyanları bile yabancılaştırıyor. Sadece Türk faşistlerinin elini güçlendiriyor. Fakat bu konuda da gerçek bu kadar basit değil. Ahmet İnsel 22.06.10 tarihli Radikal’de çok güzel yazdı; üzerine gidelim:
Bir kere, insan öldürmek hiçbir ideolojiyle meşrulaştırılamaz ama, ya “öldürtmek”? 15 günlük er Mutlu Saydam’ı (Taraf, 20.06.10) Şemdinli dağ karakoluna göndererek başka ne yapıyor TSK? İkincisi, hep aklımızda tutalım ki PKK’yı 12 Eylül faşizmi yarattı. Barışçıl Kürt hareketlerini de aynen silahlılar gibi ezmek suretiyle Apo’yu da yine o rakipsiz bıraktı. Kürt halkını PKK’nın arkasına sıkıyönetimler, OHAL’ler, köy yakmalar koydu.
Üçüncüsü, bazı kişi ve kurumlar TCK md. 220’den (örgüte yardım ve yataklık) yargılansa yeridir. Sen Kandil’den adam çağır, sonra geldi diye tutukla (Radikal, 18.06.10). A. Türk’e yumruk atıp burnunu kırana 4,5 yıl iste, aynı olayda makam arabasına tekme atana 6,5 yıl (Taraf, 27.05.10). Seçimlerde Kürtçe propagandayı suç olmaktan çıkart (Radikal, 11.04.10), parti grubunda Kürtçe konuşan A. Türk’e dava aç (Radikal, 09.06.10) ve Türkçe seçim konuşmalarında Kürtçe selam veren 3 kişiyi mahkum et (Bianet, 07.06.10). Gece görüş dürbünüdür, Heron uçağıdır, bilmemnedir diye milletin vergilerini İsrail’e ve uluslararası silah şirketlerine dağıt, sonra “Sis vardı, ancak 20 m. yaklaşınca farkına vardık”, “Biz kaçakçı sanmıştık” de. Dağa çıkandan şikayet et, çıkmayanın partisini kapat. Taş atan bebelerin yıllardır içeride olmasını hiç karıştırmıyorum, utancımdan.
27 Haziran 2010
Son haftanın önemli iki gelişmesi: 1) PKK saldırılarının artarak kentlere inmesi; 2) Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin (4. HD), Prof. Haberal’ı tahliye etmeyen 9 yargıca 1500’er lira şahsi tazminat yüklemesi ve sonuçları.
Göründüğü kadarıyla birinci gelişme anlaşılır gibi değil, ikincisi çok iyi. Oysa biraz yakından incelerseniz, iki olay da çok farklı görülebilir. 4. HD’nin kararından başlayalım.
“Ergenekon Davalılarına Mahsustur”
Türkiye yargısı tutuklamayı cezaya çevirmiştir; kronikleştirmiştir. Özellikle, sol ve Kürt davalarında. Örneğin Ercan Kartal DHKP-C davasından 13 yıl tutuklu kaldı. Bu türden sayısız örnek var. Onun için 4. HD kararı, yargıçları insafa getirmek açısından çok yararlı bir başlangıç olarak düşünülebilir. Ama, durun biraz:
1) Bu karar, gereksiz tutuklamaları insafa getirmenin öncüsü falan değil. “Sıradan insanlar” için bu konuda çıkarılmış 1964 tarih ve 466 sayılı “Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun” var ama, beraat etmek lazım. En yakın ağır cezaya gidiliyor, iki kuruşluk tazminatı da devlet ödüyor. “Sol” veya “Kürt” kelimeleri geçen davalarda kullanılması ham hayal; yargıç yargıcı mahkum etmez. Burada nasıl etti, çünkü burada insan hakları değil, 1930 ve Soğuk Savaş değerlerinin muhafazası söz konusu. Prof. Haberal’ın avukatları Medeni Kanun’un şahsi tazminat hükümlerinden açtılar, dosyalar doğrudan Yargıtay 4. HD’ye gitti.
Ben bu dairenin encamını çok anlattım; 21.02.2010 tarihli yazım R-2 yeter. Bu Daire tarafsızlık denilen şeyden Neptün gezegeni kadar uzak. Fena halde “Ergenekon Sanıklarına Mahsustur” kokan bir karar bu. Tutuklu yargılanan garibanlarla hiçbir ilgisi yok. Sağlık ve eşitlikten bahsediliyor. Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, derhal tedavi edilmediği takdirde trombozdan her an gidebilecek durumda olduğu halde iddianame bile düzenlenmeksizin 5 ay tutuklu bırakıldı da, ancak 3. rapordan sonra dizden aşağısı mosmor kütük gibi bacakla zor tahliye edildi; şimdi İbni Sina’da tedavi görüyor. Doktorlar ameliyattan çekiniyorlar. E. Org. Hurşit Tolon gibi sağlıklı değil maalesef.
2) Bu şahsi tazminat yöntemi Türkiye’de ilk defa uygulanıyor ama, Ergenekon’da ve hatta Ergenekon öncesi Derin Devlet davalarında savcı ve yargıçlara baskı açısından epey eski bir zincirin yeni baklası. Zinciri hatırlayın:
Kenan Evren’e darbecilikten dava açmak isteyen Savcı Sacit Kayasu’nun Şubat 2003’te Yargıtay tarafından, Şemdinli davasında KKK Org. Büyükanıt’ı suçlayan bir iddianame yazan Savcı Ferhat Sarıkaya’nın da Nisan 2006’da HSYK tarafından meslekten atılışı. Şemdinli davasında 2 astsubay ile 1 itirafçıyı mahkum eden Van 3. Ağır Ceza heyetinin dağıtılması (Radikal, 29.06.07) ve davanın Yargıtay tarafından askerî mahkemeye transferi. Askerî mahkemenin bu üç sanığı ilk duruşmada tahliye edişi (NTV-MSNBC, 15.12.07). Erzincan Ergenekon davasındaki 4 savcının özel yetkilerinin HSYK tarafından kaldırılışı (Akşam, 18.02.10). Davadaki 1 numaralı sanık Org. Saldıray Berk’in ifadesinin alınamayışı. 3 numaralı sanık Albay Ali Tapan’ı dinleme kararı verdi diye üye Yargıç İsmail Şahin hakkında bizzat mahkeme tarafından suç duyurusunda bulunulması. Şimdi de Ankara 4. İdare Mahkemesi Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’e karşı yargı yolunu açmış bulunuyor (Radikal, 11.06.10).
Yargıtay 4. HD’nin Domino Etkisi
3) 4. HD kararı açıklandı (Radikal, 16.06.10), 3 gün sonra etkisi başladı: a) Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Erzincan Ergenekon davasında Savcı Cihaner’i ve diğer tutukluları CD üzerinden inceleme yaparak tahliye etti ve Erzurum 2. Ağır Ceza yargıçları hakkında suç duyurusunda bulundu; b) Aynı gün Balyoz davasında 14 kişi birden serbest bırakıldı (Radikal, 19.06.10); c) 22 Haziranda yine Balyoz’dan 12 general ve albay daha tahliye edildi. Dava delillerinde sahtecilik bulgusuna rastlanmadığının (Radikal, 22.06.10) TÜBİTAK raporunda açıklandığı gün.
Tekrar edelim: Türkiye yargısının tutuklamalar konusundaki kronik hastalığı bu davalarda da bol bol mevcut. Ama süreç çok tedirgin edici. Balyoz tahliyelerinin temel gerekçesi şu: “Planın icra edildiğine dair delil bulunamamıştır” (Radikal, 22.06.10). Lafı uzatmamak için size bir manşet: “Töre Planına Özgürlük Zırhı”. Diyarbakır’da sevgilisine kaçan kız için aile meclisi infaz kararı alıyor, anne ihbar ediyor, dava sonucu beraat! Gerekçe: “Karar düşünce aşamasındadır. Kimse düşüncelerinden sorumlu tutulamaz” (Sabah, 22.06.10). Anlatabildim mi?
4) Hrant, 301’den mahkum edildiğinde “Yargıtay onaylarsa ben ülkemi terk ederim” demiş, bunun üzerine kendisine bir de TCK 288’den (“Dava devam ederken savcıları, yargıçları etkilemek amacıyla beyan”) dava açılmıştı da, bundan ancak katledilmesi sayesinde kurtulabilmişti kardeşim benim. Şimdi, dava devam ederken verilen bu 4. HD kararı savcıları ve yargıçları etkiledi mi etkilemedi mi? ‘Sanıkları tahliye edeceksin!’ denmiş oldu mu olmadı mı? Bu, dava bitmeden davaya müdahale mi değil mi? Şimdi bunu TCK’nın hangi maddesine sokacağız?
“Cihaner dosyası 5.000 km. yaptı” diye alay eden gazete yazılarına temas edip bu bahsi kapatalım. Avukatım Oya Aydın, TİT imzasıyla 2 yıl önce Mersin’den bana yapılan ölüm tehdidi hakkında Ankara’da suç duyurusunda bulunmuştu. Ankara bekletti bekletti, yetkisizlik kararı verip (ne ilgisi varsa) dosyayı İstanbul’a gönderdi (454 km). İstanbul yetkisizlik kararı verip Adana’ya yolladı (939 km). Adana bekletti bekletti, 2 ay önce yetkisizlik kararı verip İstanbul’a gönderdi (939 km). Son olarak İstanbul geçen hafta yetkisizlik kararı verip Ankara’ya yolladı (454 km). Şimdilik eder 2.786 km. Bir yanda birisinin birkaç ay süren tutukluluğu, diğer yandan birisinin ölümle tehdidi. Bilmem anlatabildim mi.
Şimdi gelelim PKK saldırılarına
Şimdi de son PKK saldırılarını deşelim. Bu ülkedeki 12 milyon Kürt kökenlinin hiçbiri asimile edilememiş olsa bile, geriye 60 milyon nüfus kalır. Bunların nefretini kazanmak Kürtlere yaramaz. Çıkmaz sokaktır. Bu yeni durum Kürtlere bir ölçüde sempati duyanları bile yabancılaştırıyor. Sadece Türk faşistlerinin elini güçlendiriyor. Fakat bu konuda da gerçek bu kadar basit değil. Ahmet İnsel 22.06.10 tarihli Radikal’de çok güzel yazdı; üzerine gidelim:
Bir kere, insan öldürmek hiçbir ideolojiyle meşrulaştırılamaz ama, ya “öldürtmek”? 15 günlük er Mutlu Saydam’ı (Taraf, 20.06.10) Şemdinli dağ karakoluna göndererek başka ne yapıyor TSK? İkincisi, hep aklımızda tutalım ki PKK’yı 12 Eylül faşizmi yarattı. Barışçıl Kürt hareketlerini de aynen silahlılar gibi ezmek suretiyle Apo’yu da yine o rakipsiz bıraktı. Kürt halkını PKK’nın arkasına sıkıyönetimler, OHAL’ler, köy yakmalar koydu.
Üçüncüsü, bazı kişi ve kurumlar TCK md. 220’den (örgüte yardım ve yataklık) yargılansa yeridir. Sen Kandil’den adam çağır, sonra geldi diye tutukla (Radikal, 18.06.10). A. Türk’e yumruk atıp burnunu kırana 4,5 yıl iste, aynı olayda makam arabasına tekme atana 6,5 yıl (Taraf, 27.05.10). Seçimlerde Kürtçe propagandayı suç olmaktan çıkart (Radikal, 11.04.10), parti grubunda Kürtçe konuşan A. Türk’e dava aç (Radikal, 09.06.10) ve Türkçe seçim konuşmalarında Kürtçe selam veren 3 kişiyi mahkum et (Bianet, 07.06.10). Gece görüş dürbünüdür, Heron uçağıdır, bilmemnedir diye milletin vergilerini İsrail’e ve uluslararası silah şirketlerine dağıt, sonra “Sis vardı, ancak 20 m. yaklaşınca farkına vardık”, “Biz kaçakçı sanmıştık” de. Dağa çıkandan şikayet et, çıkmayanın partisini kapat. Taş atan bebelerin yıllardır içeride olmasını hiç karıştırmıyorum, utancımdan.
26 Haziran 2010 Cumartesi
EKSEN KİMLİĞİMİZ
Mihrac Ural
25 Haziran 2010
Eksen sorunu her ülkenin stratejik çıkarlarıyla ölçülen bir belirlemedir.
Bir ülkenin, halkın, ulusun yüksek çıkarlarının sokakların kaygı ve heyecanlarıyla belirlenmeyeceğini hesaba kattığımızda konunun önemi daha iyi anlaşılır.
Türkiye -Selçuklu’dan Osmanlı’ya uzanan tarihi boyunca- Orta Asya’dan batıya doğru kararlı yönelimine rağmen, farklı eksen sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Batıya yönelim bir eksen olsa da bu yönelim belli bir anavatan üzerinden, belli bir coğrafya üzerindeki yerleşiklik üzerinden yapılmadığı için, kimliksiz bir eksen olarak yerini almıştır.
Bunun en önemli nedeni, egemen olduğu topraklar üzerinde üretici bir güç olmaktan çok işgalci bir hükümran olmasıdır. Kendine ait olmayan topraklar, kendi emekleriyle üretilmemiş servet ve zenginliğin gaspı için kesilmeden devam eden fetih siyaseti, zaman zaman da iç isyanlara karşı iç fetih siyasetiyle tutunma çabası bu sürecin ciddi bir eksen sorunu olduğunun göstergeleridir.
Kelimenin sözlük anlamı itibariyle eksen, “1. Bir cismi iki eşit parçaya bölen gerçek ya da sanal çizgi, mihver: Yer yuvarlağının ekseni. 2. Üzerinde bir pozitif yön var sayılan sonsuz doğru” (TDK yayınları Türkçe sözlük 7. Baskı)
Bu yanıyla eksen kavramı çok boyutludur; coğrafi alan, ekonomik tarz, askeri yönelim, sanat-kültür eğilimleri gibi bir çok alanla ilgili bir yönelimi belirlemedir. Devletlerin uluslararası ilişkilerinde eksen, içinde yer alan birlik, mihver, pakt, alan, ittifak etkinliği v.b anlamlar taşır.
Buna rağmen eksende öncü olmak ya da uydu olmak gibi bir durumdan söz etmek konunun
daha iyi anlaşılması açısından önem taşıyor.
Ülkeler, devletler halk ya da uluslar stratejik çıkarlarını belirlerken var olan ürettikleri ya da elde ettikleri tüm kaynaklarıyla, bu kaynakların elde edilmesi için harcanan maliyet arasında denge oluşturmak üzere, kendilerine belli bir eksen oluştururlar.
Ülkeler arası eşitsiz gelişme kanunu gereği zaman zaman öne çıkan ve büyük güç olarak evrensel ilişkilerin güç dengesini belirleyen yönelimler bir eksen oluşturur. Bu eksen bir ya da daha çok ülkenin oluşturduğu bir hat olabilir. Bu hattın temel güçleri ve çıkarlarını buna uyumlaştıran uydu güçler bir eksen olarak ortaya çıkarlar; uzayda galaksilerin oluşturduğu hale gibi bir çekim merkezi etrafında dönerler. Tarihi uygarlıklar etki alanlarında her zaman böylesi bir çekim merkezi kurmuştur. Çağdaş dünyada Batı uygarlığının bir eksen olarak oluşturduğu çekim merkezi de bu özelliktedir.
Ülkemizin tarih serüvenindeki eğilimleriyle belirlenen konumu, hiçbir zaman etrafında çekim merkezi oluşturan bir eksen oluşturamamıştır.
En güçlü döneminde Osmanlı, çevresinde çekim merkezi oluşturacak farklı bir uygarlık kuramamıştı; yaşam planını başka halkların emekleriyle yarattığı servetlerin gaspına yönelik bir süreç olarak kurması, kendi orijinalitesini taşıyan, çevresinde çekim merkezi olan bütünsel bir eksen önünde önemli bir engeldi. Bu nedenledir ki Osmanl’ının Orta Asya’dan batıya doğru kararlıca sürdürdüğü gidiş, geride hiçbir iz bırakmadan gündeme gelmişti. Sık sık başkent değiştiren, kendine özgü bir alfabesi olmayan, kadim tarihinde var olan alfabesini canlandırma potansiyeli taşımayan, göçebeliğin şehirleşme ve bunu ait birikimlerini dışlayan haliyle Osmanlı’nın bir eksen olması da mümkün değildi.
Roma, hükmettiği her alanda gerçek bir eksen olduğunu; kültür, sanat, askeri, siyasi ve toplumsal ilişkileriyle de bu güne kadar süren izleriyle göstermiştir. Roma tarih sahnesinden dünya dengesinin büyük bir gücü ve tek kutbu olarak çekilirken, yerine geçecek uygarlıkların şekillenmesinde de önemli bir rol oynamış ve onlara katkı sunmuştu.
Roma gibi tarihin bütün uygarlıkları, bir çekim merkezi olarak anavatanda oluşan birikim ve bunun yeniden üretilmesiyle oluşan eksenin kimliğini belirlemiştir.
Osmanlı’da durum kimliksiz eksen durumudur. Üretime dayalı olmayan, çevresine ve insanlığa katkı yapacak bir birikimi olamayan göçebe kültürüyle tanımlayabileceğimiz yönelim, bu nedenle geride farklılığını ortaya koyabilecek bir iz de bırakmamıştır.
Osmanlı’nın batıya yöneliminde gösterdiği kararlı çizgi, II. Viyana Kuşatması’nın başarısız bir şekilde sona ermesiyle de noktalanmıştır (1683). Osmanlı’nın gerileme çağı, kutupsuz bir dünyanın kendi güç dengesini aradığı bir çağdır. Bu çağ, Reform ve Rönasans’ın Batı uygarlığını insanlık sahnesinde bir eksen olarak koyacağı sürecin olgunlaşma çağıydı. Osmanlı bu çağda daha çok batıya doğru yönelen kimliksiz eksen yönelimini, şekillenmekte olan yeni eksenin bir uydusu olmaya terk edecektir. O gün bu gündür ülkemiz açısından kelimenin geniş anlamıyla eksen sorunu, bir uydulaşma sorunu olarak işlev görmüştür. Bunun resmi olarak belirlendiği 19.yy Islahat ve Tanzimat girişimleri ise, bu güne kadar kararlıca içinde yer alacağımız eksenin de kimliğini belirliyordu.
Tarihte orijinal ekseni olmayan tüm güçlerin, büyük güç uydusu olma konumunda kaoslar yaşadığı bilinir. Osmanlı, Batı ekseninde karar kıldığı uydu konumunu, Batı uygarlığının iç çatışmalarında taraf olarak belirlemesiyle de riskli bir duruma düştü. Osmanlı, altından kalkamayacağı, üretilmesinde hiçbir birikim ve katkısının olmadığı eksen içi çatışmada yanlış konumlanışının kefaretini tarihe karışarak ödedi.
Üretim ve birikim üzerine kurulmamış eksenler kadar eksenlere uydu olan güçlerin tarihte iz bırakmadan göçüp gitmesi kaçınılmazdır. Osmanlı’nın içinde yer aldığı Batı ekseninin oluşumunda ne üretim ne de birikim açısından hiçbir katkıya sahip olmaması, geride bir iz bırakmamasının da nedeni budur.
ORİJİNALİTE VE EKSEN
Belli bir eksende yer almak bütünsel bir olaydır. Sosyal, siyasal, kültürel ekonomik askeri sanatsal birçok alanda ortak bir eğilim yaratmaktır. Osmanlı’nın mirasçısı olarak cumhuriyetin farklı planda kurulduğu iddiası bu anlamda eksen değişikliği yapmamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın emperyalistlere karşı verildiğinden söz edilir. Her şeyin sözde olduğu cumhuriyet sürecinde başkent değişikliği, alfabe değişikliği, giyim kuşam değişikliği dahil her şey Batı ekseninde bir yönelimde karara bağlanmıştır. Siyasal sistem de buna göre kurgulanmış; Fransız parlamenter sistemine yakın bir siyasal sistem, Faşist İtalya yasaları, Alman dil uyumuna uygun Latin alfabe, İngiliz-Alman-Fransız liberal ekonomi karmasını takip eden kültür ve sanat alanında yeniden batılılaşma atılımı olarak belirlenmiştir.
Bu eksende yapılanlar Anadolu gerçekliğinden kopuk girişimlerdi, üstten bir dayatmaydı. Kendi evrimlerinin sonucu hakim olmuş bir algı değildi. Bu yüzden, bu eğilimi ayakta tutmak her zaman baskıcı anti demokratik siyasal iktidarlarla mümkün olmuştur. Ülkemizdeki hüküm süren kimlik bunalımı ve kaos önemli oranda buradan beslenmektedir. Belli bir eksen içinde yer almak bu yanıyla kararlı bir kimlik sahibi olmayı bile getirmemiştir.
Osmanlı’nın gerileme döneminden Cumhuriyet dönemine, oradan I. Dünya Savaşı sonrası NATO sürecine kadar uzanan tarih, ülkemizin gerçekçi çıkarlarıyla ilgili bir eksende yer almamanın tarihidir. Önüne tutulmuş bir tutam ot peşinde koşan ülke konumundadır; öyle ki kendi çevresinden kopmuş, komşularına düşmanlığı reva gören bir eksenin uydusu olmaya gözü kapalı sürüklenmiştir.
Dünya güçler dengesinin önemli bir kutbu olarak Osmanlı, insanlığa uygarlık bazında bir eksen olamamanın kefaretini, son 200 yıl boyunca ardılı Cumhuriyet’le Batı uydusu olarak eksen kimliğini oluşturmuştur.
II. Dünya savaşı, Batı ekseninin Doğu ekseniyle ağır bedeller uğruna yürüyen soğuk savaşı etrafında bir eksen olmuştu. Emperyalist, anti komünist eksen olarak da tanımlayabileceğimiz bu yönelim; etrafında kukla devletlerin, tetikçi, savaş cephesinde öne sürülen, askerlerinden başka ucuz malı olmayan ülkeler topluluğunca oluşmuştur. Dünyada iki kutuplu sürecin tanımladığı bu ortamda her şey ak ve kara diye bölünmüş; insanlığın yarım yüzyılı kısır çekişmelerin, bölgesel savaşların, gergin dengeleriyle geçmiştir. İki eksenin soğuk savaşı, insanlığı imha edecek nükleer silah yarışlarıyla, tarihin en riskli dönemini insanlığa dayatmıştır. Dünya iki kutuplu olmanın demokratik dengesini yaşamasına; zayıf ülkelerin, ulusal kurtuluş hareketlerinin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde hak talep edenlerin başarılı olmasına karşın; bu dönemin insanlığın atlattığı en tehlikeli dönem olarak anılması yanlış olmayacaktır.
Ülkemiz, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e eksen kimliğini Batı olarak belirlerken, bunun maliyetini ağır bir kefaret olarak da ödemiştir. Cumhuriyet, Osmanlı’dan devralınan borçlarla gözünü dünyaya açmıştır. Olmayan üretimin, olmayan kaynakların ödemeye mahkum olduğu borç faturasını üstlenmiştir. 1929 dünya krizi gelip çatınca, daha da kasılan ve kavrulan bir ülke olmuştur. Ancak kıble haline getirdiği Batı ekseninden kurtulmanın bir fırsatı olacağı yerde, onun en çirkin etkileriyle kendini yeniden yapılandırmaya yönelmiştir; Avrupa’da yükselen faşist-Nazi sistemlerin etkisinde, hükmü altındaki farklılıklara ve kendi halkına karşı tarihinin en anti-demokratik yeniden yapılanmasına gitmiştir. Mussolini’nin faşist İtalya’sından devşirilen ırkçı yasalar, devlet kurum ve kuruluş dizaynları kadar, Kürt halkının isyanlarını en kanlı tarzda bastırmaya kadar süren amansız bir baskı rejimine, mensup olduğu eksenin mantık dokusuyla uyumlu bir yapılanmaya gidilmiştir. Bu süreçte, Anadolu’nun Türkleştirilmesi adına yapılan hokkabazlıklar ise akıl zoru işler olarak tarihe geçmiştir; yeryüzü dillerinin kökeninde Türk dilinin olduğu iddiasını taşıyan “akademik sempozyumlar”, “bilim adamı tezleri”, tarihin en kadim medeniyeti Sümer ve Hititlerin birer Türk medeniyeti olduğu iddiaları bunlardan bir kaçıdır. Anadolu’nun tek ırk politikası kıskacına alınması, ülkemizin tercih ettiği eksenin kimliğini bu kesit açısından yeterince açık hale getirmektedir.
EKSEN İÇİNDE EKSEN
Ülkemiz Batı eksenin uyduluğunu II. Dünya Savaşı sonrası, I. Dünya Savaşı öncesi gibi bir tarzda belirlemiştir. İttihatçı ekip Cumhuriyet’in başında ve Cumhuriyet’teki Osmanlı’nın temsilcileri olarak, eksen tercihlerini aynı akılla yapmaktan çekinmediler. İttihatçılar, Osmanlı’yı tarihe karıştıran emperyalist savaşların bir tarafı olarak, Alman yanlısı bir eksende yer aldılar. Bu eksen de eksendi. Batı ekseninde çatışma halinde olan iki farklı eğilimin bir tarafında yer almaktı. Maceracı akıl algılarıyla, geçmişin hayali peşinde emperyal güdülerle, kimi zaman Osmanlı, kimi zaman Pan-İslamcı, kimi zaman Turancı bir ırkçılıkla yakın dönemde kazanılacak zaferin sağlayacağı kolay kazanç peşine takıldılar. Eksen içinde eksen tercihlerini öyle yaptılar.
Aynı akıl yönelimi, ülkemizi II. Dünya Savaşı sonrası dünya güçler dengesi bölünmesinde tercihini emperyalist güçler yanında belirledi. Bunun da ötesinde, Batılı eksenin en pervasız, en istilacı savaş kışkırtıcısı, nükleer felaket tellallarının uydusu, üslerini topraklarında konuşlandıran, “en ucuz malı askeri”ni kurbanlık koyun gibi öne süren bir ülke olarak ortaya çıktı. İttihatçı akıl bir kez daha ağırlığını ortaya koymuş, eksen içinde eksen tercih ederek ülkemizi tarihinin en tehlikeli macerasına sürüklemiştir. Bu tehlikenin adı: NATO
NATO soğuk savaşın adıydı. NATO, Amerika Dışişleri Bakanlığı’nın, 18 Mart 1949 tarihinde okuduğu Kuzey Atlantik Antlaşması’yla kurulmuştur. Türkiye bu şer paktına, bu savaş eksenine katılmak için her türden onursuzluğu kabul etmiştir; Kore halkının kardeşi kardeşe kırdıran savaşlarında “Türklerin satabileceği en ucuz malları askerleridir” diyen emperyalist çıkar çevrelerinin bir maşası olarak ileri sürüldü. NATO’ya giriş şartı olarak, bu kirli savaşa katılım ön koşulu ileri sürülmüştü. Ülkemizin eksen kimliği bu tercihle belirlenirken, yeniden yapılanma dizaynı da arkasından gelmiştir.
Her uydu ülkenin kaderidir, kendini eksenine göre yeniden yapılandırmaya mahkumdur. Öyle de oldu. Komşularının tümüyle düşmanlık üzerine kurulu ilişkiler dönemi böyle başladı; komünizmin kuşatılması, yeşil kuşak kuşatması, Bağdat paktı, CENTO, 1958 Lübnan iç savaşına müdahale, 14 Temmuz 1958 Irak devrimine müdahale, Tüm Arap-İsrail savaşlarında İşgalci, savaş kışkırtıcısı, istilacı katil Siyonist İsrail yanlısı tutum. Buna ABD’nin bölgedeki kirli tüm istihbarat işleri, müdahaleleri, İran’da yurtsever Musaddık’a karşı darbe dahil bu güne Irak devletinin işgali yıkımı ve bölünmesine katkı dahil her şaibede yer almayı da katmak yanlış olmayacaktır.
1950 yıllarıyla birlikte başlayan süreç köklü bir değişim süreci olmuştur. Hesapsız liberalizm, her mahallede bir milyoner yaratma aptallığı, ekonominin cılız ayaklarına bin bir bağla uluslararası emperyalist kredi kurumlarına bağlı olan borç bataklığındaki dev cüsseyi yükledi. Bu güne kadar süren bağımlılığın ve bunun sonuçlarının mahkumiyeti böylece başlamış oldu. Siyasal- ekonomik- toplumsal ve kültürel her dokusu tercih ettiği eksenin kimliğine göre şekillenen ülkemiz kendi orijinalitesine yaşam hakkı bile tanımadı. Kendi coğrafyasının, sosyal ve tarihi oluşumunun verilerine aykırı ve onlarla savaş halinde bir süreç, bu eksen kimliğinin ülkemize yansıttığı cehennem denklemleri olarak gelip dayanmıştır.
EKSENDE DİZAYN
21.yy ortamına ülkemiz bu eksen kimliğiyle girmiştir. İslamik söylemleriyle uzun zamandır süren AKP hükümet etkinliğinin ortaya koyduğu fiili çabaları bir eksen kayması olarak değerlendirmek; bu tarihi birikimleri genlere kadar işlemiş, kurum, kuruluş yasalarıyla belirlenen yapılanmasını bilmemek ve yok saymak demektir.
Erdoğan önderliğinde AKP, ülkemizin siyasal tarihinin bir ürünüdür. Bu aynı zamanda ülkemizin eksen tercihleri tarihinin bir sonucudur. Dünya güçler dengesinin aldığı yeni biçimlenişin, bölgede ülkemize verilen rolün kaçınılmaz bir sonucudur. Bu sonuç bir kez daha hataların,yanlış başlangıç ve eksen tercihlerinin algılarıyla oluşmuş olmasına karşı böyledir.
ABD, bölgemizden çekilmektedir. 1990 yıllarıyla başlayan Sovyet sisteminin çözülüşü, soğuk savaşın bitimiyle tek kutuplu dünya düzeni çökmüştür. ABD’nin yeryüzüne yayılmış güçlerinin maliyetini kaldırabilecek kadar ne kaynak yaratımında ne de bunu sürdürmede güç sahibi olmadığı anlaşılmıştır. Dünya mali kriziyle birlikte Amerika gerileyen bir güç olarak tek kutuplu dünya sürecine nokta koymuştur; Roma İmparatorluğu’ndan devşirme, özü Siyonist bir ideolojiye kadar inen Yeni Muhafazakarların (New Con) yeryüzünü bin yıllık Amerikan egemenliğine bağlama rüyası sona ermiştir.
Amerika’nın gerilemesi, onun etkinliğini yok etmemiştir. Tersine, çekilişin tedirginliğiyle, bölgelerdeki uydu ülkelerin provokasyonlarıyla çok daha evrensel risklere yönelimini açık hale getirmiştir. Ülkemiz de mensup olduğu eksenin bir uydusu olarak bu riskin en kritik noktasında yer almaktadır. İşte böylesi bir ortamda, ülkemize biçilen yeni Osmanlı rolünün doğru kavranması ve “eksen kayması” uydurmalarının, gerçekte bu sürece muhalif bir noktadan katkı sunma anlamına geldiğinin bilince çıkarılması önem taşımaktadır.
BU EKSEN KAYMAZ
Bu günün verileri içinde, ülkemizin eksenini kaydırabilecek bir güç yoktur. Bu ne dünya güçler dengesi açısından ne de ülkemizin statüleri açısından mümkün değildir.
Dünya, kutupsuz bir kesitten geçmektedir; ancak eksen aynı eksen. 500 yıllık Batı uygarlığı gelişiminin eksenidir. Bu temel eksen içinde farklılıkların tercihi genel yönelim eksen kimliğini değiştirmemektedir. Ekseni oluşturan ana dinamikler, yeni bir uygarlık oluşum ve egemenliğiyle kırılmadıkça da ülkemizin eksen tercihleri aynı doğrultudan çıkamaz. Bin bir bağla, yüz yılların olgunlaştırıp bu güne getirdiği oluşumlarla gen atlasının temel donelerini şekillendirmiş bir ülkenin eksen değiştirmesi mümkün değildir.
Ciddi bir siyasal kırılma, dağılma, bölünme gibi olağanüstü durumlar gerçekleşse bile Türkiye’nin eksen kayması söz konusu olamaz. Böylesi bir kaymayı içselleştirecek alternatif bir eksen olmaması da bunun nedenlerinden biri olarak sayılabilir.
Bu gün, ne Ortadoğu’daki öbekleşmeler ne de uluslararası sahada oluşuma eğilim içinde olan yeni kombinezonlar, bir eksen oluşturma etkinliğinde değildir. AKP’nin İslamik söylemleriyle bölgemizde oynanmak istenen Yeni Osmanlıcılığın bile gerçekçi olmadığı, ayakları yere basmadığı, bunun için hiçbir verinin bulunmadığı koşulda eksen değişiminden söz etmek, gerçekte bu gerici hükümete verilmiş haksız bir güç payesi gibi durmaktadır; bu, “one minute” söyleminin cazibesine kapılanların hatasına düşmek demektir .
Türkiye’nin komşularıyla “sıfır sorun”da buluşması bölge haklarının lehine bir durumdur. Bu eğilim dünyadaki genel yumuşama, tek kutuplu güç dengesinin gerilemesiyle de uyumlu bir duruştur. Bölge halklarımızın ortak çıkarlar etrafında yakınlaşması, herkesin kazandığı bir bölge paylaşımına yönelim, tarihi olumsuzluklarla cesur bir yüzleşme anlamına da gelir. Ancak kendi ülkesinde demokratik bir diyalogla temel sorunlarını çözemeyen bir ülkenin komşularıyla “sıfır sorun”a ulaşması mümkün değildir. Özellikle bunu AKP‘nin başarması çok güçtür.
Kimse kimseyi aldatmasın, ülkemiz eksen değiştirmiyor, değiştiremez de. Değişen, dünya güç dengesinin geçirmekte olduğu evrimin, bölgemizdeki sonuçlarına göre ülkemizin ilişkilerini dizayn etmekten ibarettir. Bunu bir eksen değişimi olarak okumak, halkımızın bilincini bulandırmaktan ibarettir; bunun da ötesinde Batı eksenli olmayı kutsamaktır; ülkemizin 200 yıllık tarihinin her türden olumsuzluğunda temel rolü olan, çıkar dünyasının insanlığa ve ülkemize dayattığı olumsuzlukları onaylamaktır. Tarihimizle yüzleşmekten kaçmaktır.
SONUÇ:
Ülkemizin acil sorunu eksen kayması değildir. Bu, en azından şimdilik mümkün de değil. Kayması gereken demokrasi algılarımızdır. O da demokrasinin eski anlamıyla verili eksenin ve sistemlerinin bir ürünü olmadığı gerçeğini bilince çıkarmaktır; demokrasinin artık, Batı ekseninin bir unsuru olmadığı gerçeğini görmektir.
Demokrasi 19 yy Batı eksenini devrimci karakteri olarak belirmiş olsa da bu gün ona ait hiçbir şeye sahip değildir. Demokrasi gerçek anlamıyla derinleştikçe yeni ve farklı, daha adil ve eşit bir dünya ekseni, uygarlığı yaratmak için zorunlu bir gerekliliktir.
Feodal çağların bağrında kapitalizm doğarken nasıl ki demokrasiye ihtiyaç duymuş ve bunu devrimci tarzda değerlendirmişse, bu gün, emperyalizmin bağrında gelişmekte olan gelecek uygarlığın en önemli gerekliliği olarak belirmiştir. Daha çok açılım, daha çok demokrasi ve özgürlük, ülkemizin kimliğini oluşturan eksenin ve ona bağlı sistemin karşılayabileceği bir talep değildir. Yeni kimliği kazanmak için gerçek anlamda bir kayma gerekmektedir. Bunu da demokrasiye acil ihtiyacı olan güçler gerçeğe dönüştürebilir.
Dolayısıyla, ülkemizde kayması gereken yönelim demokrasi ve özgürlük yönelimi olmalıdır. Bunu ise farklılıklarımız, bölünmeden ve milliyetçi tutuculuklara esir olmadan yerine getirme şansına sahiptir.
Ülkemizin demokrasi ihtiyacı bu anlamda eksen kimliğimizi de belirleyecek temel parametredir.
Antakya Hamamları Yanıyor Külhanları...
Meydan hamamı / Antakya
Bedreddin Mahir
17 Haziran 2010
Diyarbakır grup arkadaşlarımızdan Silva Özyerli’nin Diyarbakır'ın hamamlarıyla ilgili gönderimini okuyunca; buğulu sıcaklığı ve neşesiyle, tarihi dokusundaki nostaljik atmosferiyle belleğimdeki Antakya hamamları çeşitli enstantanelerle gözümün önünden geçti...
Değerli dostum Kırmıtlı (Osmaniye) belediye eski başkanı Ali Murtaza Doğan’ın da ağıt toplama çabalarını paylaştığını okuyunca, oryantalizmin egzotik havasını yansıtan Antakya hamamlarıyla ilgili bir kaç cümle yazmak benim için kaçınılmaz oldu.
Bir Antakyalı olarak hamam kültürüyle ilgili bir şeyler okuyup da sesiz kalmam çok güç. Şehirli kültürün önemli bir köşe taşı olan hamamlar, uygar sosyal yaşamın yeniden üretilmesinde parmak izlerine sahiptir ve bizlere uygarlığın farklı bir penceresinden yaşamı kavrama olanağı tanır.
Önce siyaset yapayım. Değişik yazılarımda da dile getirdim; Diyarbakır bir başkent. Başkentleri başkent yapan, siyasi kararlar değildir; tarihi, kültürel, ekonomik, jeo-stratejik gibi onlarca unsurdur. Hamam kültürü başkentin oluşumunda da kendini gösteren önemli bir ayrıntıdır.
Başkent algılarımla ilgili olarak yazdığım makalelerde dile getirdiğim temenni, var olan gerçeğin demokratik bir talep olarak resmi hale gelmesi uğruna bir mücadeledir. Demokrasi mücadelemiz bu taleplerin bütünlüğünde anlam bulur.
Ortak ülkemizde Ankara resmi, İstanbul fiili, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari bir başkent olmalıdır diyorum. Fırat’ın ötesiyle berisi, Torosların güneyiyle kuzeyi, bu coğrafyayı tarihte yaşama, ziraata ilk kez açanlar için de kılıç hakkıyla gelip yerleşenler için de bir barış anavatanı olsun diyorum…
Yaşama açılan topraklarda yerleşmek ve medine (şehir) kurarak medenileşmek (uygarlaşmak); bu çabayı kararlı iradeyle sürekli kılmak, kültür birikimleri yaratmak, hamamların da içinde yer aldığı bir yaşam tarzı oluşturmak demektir.
Başkent olma esprisinden kısa bir giriş yapayım.
Medeni olmak, “medine”den yani şehirleşmeden gelen bir kavram. Uygarlık ifadesidir. Şehirli olmak doğal olarak şehir kültür örgüsünün işlevleriyle beslenmektir. Şehir kültürünün bin bir etkinliği gibi hamam etkinliği de sosyal yaşamın yeniden üretilmesinde önemli bir role sahiptir.
Roma’dan daha eskidir hamam kültürü. Kadim bir Antakyalı olarak, Fenikelilerden de eski olduğunu söyleyeceğim. Arkeologların son sözü ne ise o olsun.
Ortak coğrafyada Diyarbakır ve Antakya, Roma, Bizans, Arap-İslam uygarlığının önemli kentlerindendir. Her iki kentin Roma öncesi uygarlıkların durağı olduğu da bilinir. Bir şehirleşme sürecidir bu duraklar. Şehirleşmenin olduğu her yerde toplu yaşamın zorunlu kıldığı kurallar vardır. Temizlik, sağlık bunun öncelikli olanıdır. Hamam, toplu yaşamın eski çağlara ait en güvenli sağlıklı yaşamın gereğidir.
Temizliğin, sağlıklı yaşamın gerekliliğinin hamamlarda yarattığı kültür, kolektif kimliğin de yeniden üretilmesini sağlar. Bu aynı zamanda toplumsal hafızamızın köşe taşlarından biri olarak yer alır.
Hamamlar kadın erkek hepimizin anılarında bir biçimde yer alır. Özellikle bu gelenekten gelme şehirlilerin bilincinde önemli yere sahip olduğunu belirtmek gerek.
Hamam algısı, biz erkekler için iki aşamadan geçer. 0-7 yaş ve sonrası olarak bölümlemek yanlış olmayacaktır. Gerçek Antakyalı olup bu aşamadan geçmemiş kişi yoktur, tıpkı gerçek Diyarbakırlı olanlar gibi.
0-7 Yaş grubu erkekler, annesiyle, ablası ya da aile büyüklerinden bir bayanla hamama gider. Bu deneyim bayanlar kısmına aittir, onlar anlatırlar. Silva hanım çok kısa anekdotlar aktardı. Bu matinede süreç çok daha kapsamlıdır. Kadınlar kesitinde hamamlar, birer gelin arama bulma laboratuarıdır. Fiziğine güvenenlerin doğal olarak ayıklandığı mekânlardır da. Buhar tüten vücutların toksinlerden arındığı, tenlerin yenilendiği, temizlik aşamalarının ince elenip sık dokunarak yerine getirildiği bir şehir kültürüdür hamamlar.
Bunun ötesi de var; kadınlar matinesinde bohçalar, yemekler, darbukalar, tefler, ziller ince belli hanımların raksları, kına yakmalar, kısır ya da çiğköfte gibi etkinlikler bu sürecin kadınlar içinde önemli bir ilişki ağını oluşturur. Soyunma kabinleri ya da açık balkonları, ılık bölüm ve göbek taşı, yıkanma hücreleri ve peştamal kapılar gibi bin bir yanıyla dile getirilebilecek kadın matinesi, hamam kültürünün önemli özelliklerini sergiler.
Bu kültür erkeklerde farklı bir boyutuyla sürer.
Bizim başkentimizde erkeklerin hamam kültürü, akşamla başlayan sosyal bir ilişkinin önemli mekânlarındandır. İstisnaların kaideyi bozmadığı göz önüne alınırsa hamama tek gidilmez, topluca ya da en az iki üç kişilik dost muhabbeti taşıyanlarla gidilir. Hamam süreci bir kaç gün önceden hazırlıklarla başlar. Hazırlık ise çok yönlüdür. Haber vermek ve katılanların uyumlu bir topluluk olmalarını önemle tercih etmek üzerine isimler belirlenir. Haberler öyle salınır. Çok rağbet edilmeyenlere, yükleri taşıma, ayakaltında fazla dolaşmama kaydıyla onay verilir.
Hamama toplu gidişin kamberleri vardır. Olmazsa olmazıdır. Bir ya da en fazla iki kişidir. “Makaraya sarmak” bunlar üzerinde ya da bunlar aracılığıyla olur. Mutlaka olmalıdırlar, paraları ödenmek üzere de olsa getirilirler. Muzipliğin her türü ya bunlar üzerine ya da bunlar aracılığıyla şaka kaldırabilir genişlikten olanlar üzerine kurulur. Özellikle kese sırasında, kapısı peştamal olan yıkanma hücrelerinde ya da ziyafet sırasındaki şaklabanlıklarda bu tipler olmazsa olmaz unsurlardır.
Hamama ziyafetsiz gitmek pek görülen bir adet değildir bizim kültürde (kadınlar sürecinde de durum aynıdır). Kurulacak sofraların temel yemekleri ve tatlıları topluluğun önde duranları tarafından üstlenilir. Ayrıntıları ise, herkes olanakları ölçüsünde ne getirirse getirir.
Hamama topluca gidilir. Ya bir araçla ya da aynı mahalleden gelinmişse, mahallenin belli bir yerinde toplanılarak, öylece “Akdeniz üstünden Afyon’a doğru” yol alınır. Yolda gidişte hiç bir yaramazlık olmaz. Herkes hamama konsantre olur ve oraya bir fire vermeden ulaşmaya çalışır (toplulukta sürtüşmeler, başlangıç kırgınlıkları, tartışmalar nedeniyle küsmeler olmasın diye önlem alınır).
Hamama aynı anda girilir. Geride kalan kimse kalmadan hamamın dev giriş kapısının takı altında beklenir, sayı tam olunca hamama topluca girilir. Toplu girmenin de anlamı var, bunu da bir başka yazıda aktaracağım…
Hamama girişte kasa bölümü vardır. Herkes üstündeki paraları, saatleri yüzükleri, kimlikleri cüzdanları ortak bir kasa ya da birden fazla kasaya teslim eder. Yükte hafif pahada ağır olan her şey kasada güvence altına alınır. Kasa anahtarı en güvenilir, en saygın kişisinde tutulur. Ya da böyle bir kişinin önerdiği kişide emaneten durur. O da anahtarı, lastikle eline geçirerek yıkanma sürecinin sonuna kadar bileğinde, emin şekilde taşır.
Soyunma süreci, giriş salonunda tamamlanır; çıkın dahil elbiseler burada localara yerleştirilir. Locaların kapalı ve açık olanları vardır. İlk peştamallar bele burada sarılır. İnce hafif pamuklu olan bu rengarenk peştamallar, içerde değiştirilir. Buradan ikinci kısma, ılık kısma geçilir. Vücut sıcakla temasını aşama aşama yapar. Ancak bu kısımda vücudunu sıcağa hazırlamak üzere dinlendiren çok az kişi olur. Eskilerin anlatımından biliyoruz ki, hamamda her sürecin bir hakkı var, o verilerek yaşanır. Sağlıklı olanı da budur. Benim zamanımda ılık kısım ziyafet, yemek, ve eğlence salonu olarak istihdam edilirdi. İç bölüm ise, göbek taşı ve yıkanma hücrelerinden oluşur. Göbek taşında ter dökülür, bazen de kese ve liflenme bu alanda yapılır (kese ve liflenme kimi zaman ılık alanda yapılır). Göbek taşında dinlenme ve gevşeme (irtiha) hamamın en önemli hedeflerinden biridir. Yorgunluk burada atılır. İlk duş alımı bundan sonra gelir. Yıkanma ise bu aşamadan sonra başlayan ziyafet ve eğlence faslı bitince yapılır, yani en sona bırakılır.
Bu her bir aşamanın ayrıntıları vardır. Bu sürecin aralarında kese olayı vardır ki başlı başına bir konu. Hele şaka kaldırır iyi insanlar üzerinde yapılacak muzipliklerle ilgili, önceden yazılmamış kendi kendine gelişen tiyatral şakalar, herkesi aynı anda başrol ya da figüran yapar.
Bu satırları yazarken, Orta-doğuda yaşadığımız bir hamam anısı aklıma geldi. Filistin davası uğruna mücadelede, görevi başında Şehit olan örgütümüz MK üyesi yoldaş Hanna Maptunoğlu’yla Hamam El Hena’da (Lazkiye’nin Ugarit sahasındaki hamam) yaşadıklarımız bu kültürde muzipliğin nasıl da önemli olduğuna işaret eder. Yine topluca hamama yolumuz göründü, yıl 1983. Hanna yoldaş da klasik bir Antekyelidir (Antakya’nın Antakaya’lıca söylenişi). O gün, birlikte yaşanmış zorlu günlerin, nadiren elde edilmiş duygu yüklü kardeşliğin, nefes aralıkları olan komikliklerinden birini yakalamıştık. Hanna’yı böylesi bir muziplikle kesecinin eline teslim ettik ve keseciye işaretimizi verdik.
Dünyanın en mahcup insanı olarak kesecinin rahmeti altında kalan Hana yoldaş, o kadar terledi ki, göbek taşına uzanmasına gerek bile kalmadı.
Demem o ki, hamam gerçekten en sıcak dostluğun, kardeşliğin komşuluğun, şehirli uygar kültür ilişkisinin bir mübadele alanıdır.
Hamamda bütün bu süreçler aşılınca soyunulan yerde tarçın, çay, ıhlamur ya da paşa çayı içilerek son dinlenmeler yapılır. Topluca giyinilir ve topluca çıkılır. Gelirken sessiz olan bu topluluk, nedense çıkarken giderilmiş yorgunluğun rahatlığıyla daha muzip ve sesli hale gelir, mahalleye kadar kimi yüksek kimi alçak sesle türkü söylene söylene yürünür.
Çok küçük bir özetle yetindiğim hamamların sosyo-psikolojik ve sosyo-kültürel yapısı daha geniş araştırılmalı ve gerek toplumsal gerekse bireysel yararları üzerinde sıkça durulmalıdır. Geçmişe bakıldığında bireyler arasında statü farkını ortadan kaldıran, sosyal kaynaşmayı sağlayan bu hem eğlence hem ruhsal ve bedensel arınma mekanları tekrar cazip hale getirilmelidir.
İlgililer için Antakya’nın hizmet veren başlıca hamamları: En eski hamam Sakka Hamamı’dır (Uzun Çarşı, Anneplik Mahallesi arasındadır), Meydan Hamamı (Ada yakınında, eski meyve pazarının meydanında, tahıl pazarının yakınındadır), Beyseri Hamamı (Memlüklü Baybarsın kardeşi Bi’seri tarafından Bizans kalıntıları üzerinde yapılan hamam, Kurtuluş Caddesi üzerindedir), Cindi Hamamı (Roma dönemi kalıntıları üzerinde Memlüklüler tarafından yeniden inşa edilen 850 yıllık bir hamam, şehrin en merkezi yerinde, Köprü Başı, Ulu Cami civarındadır), Yeni Hamam ( Uzun çarşı ve Kurtuluş Caddesi’nin ara sokaklarda kesiştiği yerdedir). Her birinin hikayesi ve tarih serüveni içinde ürettiği kültürel değerlerle Antakya’nın kimliğini belirleyen hamamlar korunması gereken en önemli tarihi mirasımızdır.
Antakya’nın alameti farikası hamam kültürü, şehri Bağdat üzerinden türkülerle şöyle dile gelir.
Bağdat’ın hamamları yanıyor külhanları
ne acayip baş bağlar Antakya hanımları
Hamam kültürü bu ölçüde içselleşmiş bir kadim kenttir Antakya.
Bunun da ötesindedir.
Hamamın külhanı da var. Külhan, Antakya’nın yemek kültüründe ayrı bir lezzetin kaynağıdır. Antakya’nın en meşhur yerel meze-yemeklerinden biri de bakla ezmesidir. Bol tahin ve sarımsakla ezilerek yapılır. Ancak bakla geceden sabaha kadar bakır bir kümbet içinde ağzı çamurla sıkıca kapatılmış olarak (düdüklü tencerenin atası bir yöntemle) kaynatılır. Öylesine kaynatılır ki, baklanın kabuğu kendi kendine soyulur. Hamamın insanları ölü hücrelerinden arındırıp kabuklarını soyduğu gibi, hamamın külhanı da yemek lezzeti için baklayı kabuklarından soyar.
Külhanlar Antakya hamamlarında biraz da bunun için yanar. Külhanda kaynamış bakla ezmesini, Bakırcılar Çarşısı’nda lokantamsı bir yerde yemek, lezzet dünyasının kapılarını aralamak gibidir.
Hamam, kadim Roma kentinin uygarlığına, şehirli yapısına ve şehirli sosyal ilişki ağlarına verilebilecek en iyi örnektir. Hepinizi Antakya hamamlarında ter atmaya, yıkanıp dünyaya yeniden gelmeye çağırıyorum; açlığınızı da hamam külhanlarında kabuk atmış bakla ezmesiyle gidermeye davet ediyorum.
Baki selamlarımla.
25 Haziran 2010 Cuma
CHP Alternatif Oldu mu? (2)
Nurettin Kurtuluş
24 Haziran 2010
CHP’nin eksiği-yanlışı-zaafı partiyi sadece sivil toplum örgütlerine değil halka da anlatamamasıdır.
Anlatılacak ne vardı ki şimdiye dek, o da ayrı bir soru?
Bu soru CHP’nin dışındaki tüm SOL’a da sorulabilir.
Alınacak yanıtlar ise nekadar geçerlidir, lâfazanlıkla alternatif olunamadığını artık herkes öğrenmelidir, bilmelidir.
Bir partinin il ve ilçe yönetimleri “Başkan gelse de konuşsa” gibi beklentileriyle toplumla aralarını açmakta ve soğutmaktadır.
Aktif olarak halkın arasına katılmalıdırlar; çarşı-pazarda-kahvelerde O’nlara neler yapacaklarını yazılı-sözlü somut olarak anlatmalılar.
Esnaf, küçüğü-büyüğüyle toplumu etkileyen kurum ve kuruluşların başında gelir dertlerini yüzeysel değil, yüz yüze konuşularak çözüm üretilmelidir.
Yerel yönetimler-yöneticiler partinin dinamiğidir-lokomotifidir, üretken olmalıdır tepeye öneriler götürmelidir.
Yerelde sorumluluk yüklenmek ve sorunları çözmeye çalışmak tepeden gelecek ve dolayısıyla geçersiz olacak emirlerle (!) halledilemez.
Ülkemizin en önemli sorunu Barış’tır; sosyal-ekonomik dengeler, halkların kardeşliği zedelenmiştir hattâ öteye bile geçmiş teröre dönüşmüştür, Barış mı-Savaş mı dayatmaları toplumun gündemine odaklanmıştır?
Son yılların siyasi istikrarsızlığı kutuplaşmaları-kadrolaşmaları öne çıkararak bölünmelere yol açmıştır.
İşte burada yine en önemli görev, yerellere yereldeki yönetimlere ve yöneticilerine düşmektedir.
Yereller yeterli midir?
Partiye katılmalar, yönetici olmalar-olanlar samimi midir?
Yoksa çıkar uğruna mıdır, kariyer hastalığı mıdır?
Yılların deneyimleri-birikimleri partililere neler öğretmiştir, O’nların düşünceleri de alınmalı ve gelecek netleştirilmelidir.
CHP iktidar olduğu takdirde hazine “tam takır kuru bakır” olarak teslim edilecek-teslim alınacaktır.
AKePe’ye akan musluklar kapatılacaktır.
Bunun karşısında somut öneriler var mıdır?
İstihdam ve istikrar mali güçle orantılıdır.
İşsizliği önlemek istihdam yaratmakla olur, yatırımlar için kaynak var mıdır?
Topraksız köylüye toprak dağıtmak işin kolayıdır, sonra ne olacak? O’nlara çağdaş
üretim için ne gibi imkânlar sağlanacak?
Modern tarım aletleri ve karşılıksız mali destek için neler düşünülüyor? Hayvancılıkta da aynı sorunlar görülmektedir, her iki konuda dışa bağımlılık yani ithalata son verilebilmesi için somut ne gibi çalışmalar yapılacak?
CHP tüm bunları programına alacak mı?
Alacaksa somut-gerçekçi teoriler üretirken pratikte neler yapacağını anlatabilecek mi?
Türkiye bu istikrarsızlık keşmekeşinden kurtulmak için CHP’nin iktidar olmasıyla yeni kargaşalar gelecekse sadece siyasi bir değişim olacaksa buna toplumun dayanma gücü yoktur.
CHP’nin Kılıçdaroğlu ile beraber tepe kadroları da yenilendi bu değişim rüzgârı yerellere de yansımalı.
İl ve ilçelerde bilgili ve idealist kişi/ler kadrolara katılmalı, O insanlara kapılar açılmalı, bundan evvelki gibi “gelenler benim koltuğumu sallar” düşüncesiyle kariyer hastalığından vazgeçilmeli, yoksa alternatif olmak bu şartlarda hayalcilikten öteye gidemez…
Yerel basın ve yayında çıkan uyarılar-yorumlar dikkate alınıyor mu? Alınıyorsa partinin tepesinde oturanlara ulaştırılıyor mu?
HERKES YERİNE
24 Haziran 2010
CHP’nin eksiği-yanlışı-zaafı partiyi sadece sivil toplum örgütlerine değil halka da anlatamamasıdır.
Anlatılacak ne vardı ki şimdiye dek, o da ayrı bir soru?
Bu soru CHP’nin dışındaki tüm SOL’a da sorulabilir.
Alınacak yanıtlar ise nekadar geçerlidir, lâfazanlıkla alternatif olunamadığını artık herkes öğrenmelidir, bilmelidir.
Bir partinin il ve ilçe yönetimleri “Başkan gelse de konuşsa” gibi beklentileriyle toplumla aralarını açmakta ve soğutmaktadır.
Aktif olarak halkın arasına katılmalıdırlar; çarşı-pazarda-kahvelerde O’nlara neler yapacaklarını yazılı-sözlü somut olarak anlatmalılar.
Esnaf, küçüğü-büyüğüyle toplumu etkileyen kurum ve kuruluşların başında gelir dertlerini yüzeysel değil, yüz yüze konuşularak çözüm üretilmelidir.
Yerel yönetimler-yöneticiler partinin dinamiğidir-lokomotifidir, üretken olmalıdır tepeye öneriler götürmelidir.
Yerelde sorumluluk yüklenmek ve sorunları çözmeye çalışmak tepeden gelecek ve dolayısıyla geçersiz olacak emirlerle (!) halledilemez.
Ülkemizin en önemli sorunu Barış’tır; sosyal-ekonomik dengeler, halkların kardeşliği zedelenmiştir hattâ öteye bile geçmiş teröre dönüşmüştür, Barış mı-Savaş mı dayatmaları toplumun gündemine odaklanmıştır?
Son yılların siyasi istikrarsızlığı kutuplaşmaları-kadrolaşmaları öne çıkararak bölünmelere yol açmıştır.
İşte burada yine en önemli görev, yerellere yereldeki yönetimlere ve yöneticilerine düşmektedir.
Yereller yeterli midir?
Partiye katılmalar, yönetici olmalar-olanlar samimi midir?
Yoksa çıkar uğruna mıdır, kariyer hastalığı mıdır?
Yılların deneyimleri-birikimleri partililere neler öğretmiştir, O’nların düşünceleri de alınmalı ve gelecek netleştirilmelidir.
CHP iktidar olduğu takdirde hazine “tam takır kuru bakır” olarak teslim edilecek-teslim alınacaktır.
AKePe’ye akan musluklar kapatılacaktır.
Bunun karşısında somut öneriler var mıdır?
İstihdam ve istikrar mali güçle orantılıdır.
İşsizliği önlemek istihdam yaratmakla olur, yatırımlar için kaynak var mıdır?
Topraksız köylüye toprak dağıtmak işin kolayıdır, sonra ne olacak? O’nlara çağdaş
üretim için ne gibi imkânlar sağlanacak?
Modern tarım aletleri ve karşılıksız mali destek için neler düşünülüyor? Hayvancılıkta da aynı sorunlar görülmektedir, her iki konuda dışa bağımlılık yani ithalata son verilebilmesi için somut ne gibi çalışmalar yapılacak?
CHP tüm bunları programına alacak mı?
Alacaksa somut-gerçekçi teoriler üretirken pratikte neler yapacağını anlatabilecek mi?
Türkiye bu istikrarsızlık keşmekeşinden kurtulmak için CHP’nin iktidar olmasıyla yeni kargaşalar gelecekse sadece siyasi bir değişim olacaksa buna toplumun dayanma gücü yoktur.
CHP’nin Kılıçdaroğlu ile beraber tepe kadroları da yenilendi bu değişim rüzgârı yerellere de yansımalı.
İl ve ilçelerde bilgili ve idealist kişi/ler kadrolara katılmalı, O insanlara kapılar açılmalı, bundan evvelki gibi “gelenler benim koltuğumu sallar” düşüncesiyle kariyer hastalığından vazgeçilmeli, yoksa alternatif olmak bu şartlarda hayalcilikten öteye gidemez…
Yerel basın ve yayında çıkan uyarılar-yorumlar dikkate alınıyor mu? Alınıyorsa partinin tepesinde oturanlara ulaştırılıyor mu?
HERKES YERİNE
DEVRİMCİ TANIMI
Zeki BAYTERİN
25 Haziran 2010
Devrimci, her şeyden önce kendini doğru tanımlayabilmek zorundadır. Bir devrimcinin, kendini doğru tanımlayamaması, önemli bir başlangıç noktasında yanılması, onun her şeye karşı yanılgılarla örülmüş bir yaşamı sürdürmeye çalışmasını doğurur, böyle bir durum hem kendisine ve hem de yaşamını adadığını söylediği inançlarına büyük zararlar verir.
Devrimci tanımının sağlam ve sağlıklı olması, ön koşuldur. İnsanın kendini tanıma çabası, tüm yaşamı boyunca süren bir mücadeledir. Gerek sosyalist bilincin gelişmesi, gerek mücadele pratiği içinde somutlaşan verilerle kendini her gün biraz daha fazla keşfedecektir, kendini tanıma ve tanımlama mücadelesindeki başarısı, kuşkusuz kendisine ve kendisiyle ilgili olarak yoldaşlarına karşı içtenliğiyle bire bir bağlantılıdır. Kendini olduğu gibi ortaya koyamayan ya da koymayan bir insanın devrimci olabilmesi de mümkün değildir, mücadeleye katkıda bulunabilmesi de. Tam tersine, bu tür insanların sürekli zarar veren, yıpratan ve sonunda safları şu ya da bu biçimde terk eden insanlar oldukları saptanmıştır.
Devrimci saflara gelirken kendisini yaşamının en önemli kararını almaya yönlendiren duygu ve düşüncelerini çok net olarak ortaya koyabilmesi gerekir. Mücadelesinin ilerleyen yıllarında, ona ilk adımları attıran duygular ve düşünceler değişebilir ve doğal olarak aldığı bilincin, yeni kültürün etkisiyle bu duygu ve düşünceler de yeni boyutlar kazanacaktır. her aşamada bu yeni boyutların da tekrar değerlendirilmesi, analizinin yapılması gerekmektedir. Böylelikle ben neden devrimciyim, şu an toprağa basmakta olduğum noktanın önemi ve bana yüklediği sorumlulukların ne kadar bilincindeyim ve devrimcilikle, kişiliğimi ne ölçüde bütünleştirebildim tanımlamaların da doğru olmasını getirir. Bu tanımlamaların doğruluğu ise mücadele içindeki kararlılığı doğurur. Bireylerin sahip oldukları özelliklerin değil de, sahip olmayı istedikleri arzuladıkları özelliklerin yansıtılması genel bir insan gerçekliğidir, ne yazık ki saflarda da bu gerçeklikle sık karşılaşılır. Oysa sosyalist eğitimin ilk basamağı ve sosyalist teori, insanın her şeyden önce kendisine karşı açık ve dürüst olmasını gerektirir. Yeterliliklerini yetersizliklerini, bilgi sahibi olduğu konuları, bilgi boşluklarını ve endişelerini, değiştirmeyi istediği yönlerini iyi saptamak ve iyi aktarmak zorundadır.
Bu konuda sağlanan başarı, onun değişim ve gelişimi için kendisine kapıları sonuna kadar açan ve artık bundan sonra sadece doğru bir programa irade ve emeğe ihtiyaç duyulan bir dönemeci tanımlar. Öte yandan, insanın doğal değişim ve gelişim süreçlerinin de ötesinde, devrimcinin sürekli değişen gelişen buna bağlı olarak değiştiren geliştiren insan olması, ona yönelik tanımlamanın da süreç içerisinde değişmesini doğurur.
Devrimci mevcut düzenden gelen, mevcut düzen içinde yetişen, yetiştirilen insandır düzenin ilişki ve çelişkileri içinde kaçınılmaz ve doğal bir biçimde düzenin insan biçimlendirmesinden payına düşeni almıştır. Kendisinde dönüşüm ve değişim görevi, en önemli görevlerinden biri olarak belirginleşir, düzenden alınan özelliklerin devrimci olmaya karar verildiği andan itibaren bir çırpıda sökülüp atılması olası değildir. İnsan özellikleri alışkanlıkları bilinçaltına yerleşen birikimler mücadele süreci içinde bizzat mücadele edilerek değişir dönüşür.
Bunların yerine sosyalizmin ve alternatif toplum düzeninin özellikleri yerleşir, bir insanın mücadele içindeki işlevlerinin yoğunluğuna, düzen ilişkilerinden ve çelişkilerinden kopmasına, amaçlara yönelmesine bağlı olarak dönüşüm süreci uzun ya da kısa ama iyi niyetli unsurlarda genelde olumlu olur. Olumsuz, kendini gizlemeye ve farklı göstermeye çalışan unsurlara da sıkça rastlanır, bunların saptanması düzenli ve sistemli kurumsal yaşamdır. Onların en çok korktukları ve tepki gösterdikleri, çeşitli bozgunculuk yöntemleriyle, gerçekleşmesini istemedikleri tarz sistematiktir, kendilerini özel olarak çeşitli sebeplerle yakından tanıyan bazı insanların yıpranmasına yönelik çaba gösterirler. Dolayısıyla, kendileri hakkında da gereken verilere sahip olanları saf dışı bırakmak, onların bilgi birikimlerinden yararlanılmasının önüne geçmek ve onların sözlerinin değer kazanmasına, engel olmak isterler. Sınıf bilinci pekişmemiş psikoloji bilmeyen bir psikolog, matematik bilmeyen bir mühendis, anatomi bilmeyen bir doktor gibi yapay ve gelişigüzel dururlar.
Oysa sınıflar mücadelesinin hiçbir gelişi güzelliğe tahammülü yoktur. Hem bir yandan bütün çağların zorlu ve uzun erimli, en kritik sınıf savaşımının elemanı olacaksın, bir yandan da sınıf bilincinden, bu bilinçle gerektiği gibi donanmış olmaktan uzak kalacaksın. Hem söylemde bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğini, baskı ve terörünü, eşitsizliğini ve sömürüsünü yıkmak için, bunun yerine nihai amaç olarak sınıfların olmadığı bir dünyayı yaratmak için var olacaksın, öte yandan Bizanslıyı dahi kıskandıracak Bizans oyunlarıyla haşır neşir olacaksın. Sınıf bilincinden, kesinlikle soyut olarak biriktirilmiş bilgiyi anlamayınız. Söz konusu olan insanların ne kadar bilgi biriktirdiği ölçüsü değildir. Devrimciyi belirleyen kıstas öğrenilen kazanılan bilginin bilinç haline getirilebilme, tavra dönüştürülebilme ölçüsüdür, İnsanlar görürsünüz yıllar boyu çeşitli nedenlerle okuduğu, yine çeşitli nedenlerle içinde bulunduğu çevrelerden duyduğu, tartışmalardan tanık olduğu bilgiler, kafasında yolu belirsiz karıncalar gibi dolaşır. Bu tür insanlar çoğu kez bu uçuşan bilgilerini satarak politik değil ama sosyal bir konum ve saygınlık elde etme uğraşı içine girerler. Oysa sıra devrimci mücadele için üretim yapmaya, sınıflar savaşımının pratiğine geldiğinde, yine bu uçuk kaçık bilgileriyle kaçacak bin tane delik bulurlar ve yine bu uçuk kaçık bilgileriyle kaçamaklarına vakit geçirmezsizin bol yaldızlı laflarla gerekçeler yaratırlar. Teorileriyle pratikleri, özleriyle sözleri bir olmadığı için de, sözlerinin ve yaşamlarının tutarlılığı ve sistematiği yoktur.
Kuşkusuz, sınıf bilinci ile tanımladığımız birikim bu değildir, bunun tam tersidir kazanılan her bilginin, sınıf mücadelesinde bireyin bir adım daha ilerlemesini ve pratiğinin bir ölçüde daha sağlıklı, üretken olmasını sağlaması gerekir, sosyalist birikim budur. Ayrıca, bilgi satan insan tipi en lapacı olanıdır bilgi satmaktan kasıt nedir, özellikle cezaevleri, yurtdışı, legal platformlar gibi herkesin çeşitli durumlardan ve düzeylerden insanları tanıma olanaklarının olduğu ortamlarda, saygınlık elde etmek için askerlik anılarını anlatma rahatlığı, duyduğu bildiği uydurduğu, hayallerinde yarattığı bilgileri konuştuğu görülür. İnsan merakının dayanılmazlığı ile, ilkeleri bilen birçok unsurun da iyi niyetine rağmen bu tür unsurları dinlediği, Özellikle söz konusu ortamda şu bizim karganın durumunu ve geçmişini yeteri kadar bilen bir unsur yoksa, var olan da bizim bağın gereğidir.
Kırmamak adına sesini çıkarmıyorsa, karga bir anda şahin kesilir ve anlattıkça açılır, birileri ağzını açıp onu dinledikçe o çok daha yükseklerden uçmaya başlar gizlilik kurallarından söz etmek, bu tür kargalar için lüks olduğundan, daha genel çerçevede tanımlar yapıyoruz. Devrimciler ununu eleyip eleğini duvara asmış emekli askerler değil, eleği hala elinde ve unu elemek için henüz hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyor olmalı, bundan dolayı bilgileri çok daha fazla su verilmiş çelik yüreklere saklamalı. Devrim, binlerce erdemli insanın adsız imzalarının eseridir ve tarihi yazmak için orta yerde bulunmanın gerçek anlamı, işte bu imzalardan birine sahip olmaktır. Gözlerinizi sonsuza yumarken, isimlerin nerelere yazıldığı değil, sırtınızda taşıdığınız üretim torbanızı dostlarınıza ne denli doldurarak emanet ettiğiniz önemlidir. Devrimciliğin, anlamı işte budur
25 Haziran 2010
Devrimci, her şeyden önce kendini doğru tanımlayabilmek zorundadır. Bir devrimcinin, kendini doğru tanımlayamaması, önemli bir başlangıç noktasında yanılması, onun her şeye karşı yanılgılarla örülmüş bir yaşamı sürdürmeye çalışmasını doğurur, böyle bir durum hem kendisine ve hem de yaşamını adadığını söylediği inançlarına büyük zararlar verir.
Devrimci tanımının sağlam ve sağlıklı olması, ön koşuldur. İnsanın kendini tanıma çabası, tüm yaşamı boyunca süren bir mücadeledir. Gerek sosyalist bilincin gelişmesi, gerek mücadele pratiği içinde somutlaşan verilerle kendini her gün biraz daha fazla keşfedecektir, kendini tanıma ve tanımlama mücadelesindeki başarısı, kuşkusuz kendisine ve kendisiyle ilgili olarak yoldaşlarına karşı içtenliğiyle bire bir bağlantılıdır. Kendini olduğu gibi ortaya koyamayan ya da koymayan bir insanın devrimci olabilmesi de mümkün değildir, mücadeleye katkıda bulunabilmesi de. Tam tersine, bu tür insanların sürekli zarar veren, yıpratan ve sonunda safları şu ya da bu biçimde terk eden insanlar oldukları saptanmıştır.
Devrimci saflara gelirken kendisini yaşamının en önemli kararını almaya yönlendiren duygu ve düşüncelerini çok net olarak ortaya koyabilmesi gerekir. Mücadelesinin ilerleyen yıllarında, ona ilk adımları attıran duygular ve düşünceler değişebilir ve doğal olarak aldığı bilincin, yeni kültürün etkisiyle bu duygu ve düşünceler de yeni boyutlar kazanacaktır. her aşamada bu yeni boyutların da tekrar değerlendirilmesi, analizinin yapılması gerekmektedir. Böylelikle ben neden devrimciyim, şu an toprağa basmakta olduğum noktanın önemi ve bana yüklediği sorumlulukların ne kadar bilincindeyim ve devrimcilikle, kişiliğimi ne ölçüde bütünleştirebildim tanımlamaların da doğru olmasını getirir. Bu tanımlamaların doğruluğu ise mücadele içindeki kararlılığı doğurur. Bireylerin sahip oldukları özelliklerin değil de, sahip olmayı istedikleri arzuladıkları özelliklerin yansıtılması genel bir insan gerçekliğidir, ne yazık ki saflarda da bu gerçeklikle sık karşılaşılır. Oysa sosyalist eğitimin ilk basamağı ve sosyalist teori, insanın her şeyden önce kendisine karşı açık ve dürüst olmasını gerektirir. Yeterliliklerini yetersizliklerini, bilgi sahibi olduğu konuları, bilgi boşluklarını ve endişelerini, değiştirmeyi istediği yönlerini iyi saptamak ve iyi aktarmak zorundadır.
Bu konuda sağlanan başarı, onun değişim ve gelişimi için kendisine kapıları sonuna kadar açan ve artık bundan sonra sadece doğru bir programa irade ve emeğe ihtiyaç duyulan bir dönemeci tanımlar. Öte yandan, insanın doğal değişim ve gelişim süreçlerinin de ötesinde, devrimcinin sürekli değişen gelişen buna bağlı olarak değiştiren geliştiren insan olması, ona yönelik tanımlamanın da süreç içerisinde değişmesini doğurur.
Devrimci mevcut düzenden gelen, mevcut düzen içinde yetişen, yetiştirilen insandır düzenin ilişki ve çelişkileri içinde kaçınılmaz ve doğal bir biçimde düzenin insan biçimlendirmesinden payına düşeni almıştır. Kendisinde dönüşüm ve değişim görevi, en önemli görevlerinden biri olarak belirginleşir, düzenden alınan özelliklerin devrimci olmaya karar verildiği andan itibaren bir çırpıda sökülüp atılması olası değildir. İnsan özellikleri alışkanlıkları bilinçaltına yerleşen birikimler mücadele süreci içinde bizzat mücadele edilerek değişir dönüşür.
Bunların yerine sosyalizmin ve alternatif toplum düzeninin özellikleri yerleşir, bir insanın mücadele içindeki işlevlerinin yoğunluğuna, düzen ilişkilerinden ve çelişkilerinden kopmasına, amaçlara yönelmesine bağlı olarak dönüşüm süreci uzun ya da kısa ama iyi niyetli unsurlarda genelde olumlu olur. Olumsuz, kendini gizlemeye ve farklı göstermeye çalışan unsurlara da sıkça rastlanır, bunların saptanması düzenli ve sistemli kurumsal yaşamdır. Onların en çok korktukları ve tepki gösterdikleri, çeşitli bozgunculuk yöntemleriyle, gerçekleşmesini istemedikleri tarz sistematiktir, kendilerini özel olarak çeşitli sebeplerle yakından tanıyan bazı insanların yıpranmasına yönelik çaba gösterirler. Dolayısıyla, kendileri hakkında da gereken verilere sahip olanları saf dışı bırakmak, onların bilgi birikimlerinden yararlanılmasının önüne geçmek ve onların sözlerinin değer kazanmasına, engel olmak isterler. Sınıf bilinci pekişmemiş psikoloji bilmeyen bir psikolog, matematik bilmeyen bir mühendis, anatomi bilmeyen bir doktor gibi yapay ve gelişigüzel dururlar.
Oysa sınıflar mücadelesinin hiçbir gelişi güzelliğe tahammülü yoktur. Hem bir yandan bütün çağların zorlu ve uzun erimli, en kritik sınıf savaşımının elemanı olacaksın, bir yandan da sınıf bilincinden, bu bilinçle gerektiği gibi donanmış olmaktan uzak kalacaksın. Hem söylemde bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğini, baskı ve terörünü, eşitsizliğini ve sömürüsünü yıkmak için, bunun yerine nihai amaç olarak sınıfların olmadığı bir dünyayı yaratmak için var olacaksın, öte yandan Bizanslıyı dahi kıskandıracak Bizans oyunlarıyla haşır neşir olacaksın. Sınıf bilincinden, kesinlikle soyut olarak biriktirilmiş bilgiyi anlamayınız. Söz konusu olan insanların ne kadar bilgi biriktirdiği ölçüsü değildir. Devrimciyi belirleyen kıstas öğrenilen kazanılan bilginin bilinç haline getirilebilme, tavra dönüştürülebilme ölçüsüdür, İnsanlar görürsünüz yıllar boyu çeşitli nedenlerle okuduğu, yine çeşitli nedenlerle içinde bulunduğu çevrelerden duyduğu, tartışmalardan tanık olduğu bilgiler, kafasında yolu belirsiz karıncalar gibi dolaşır. Bu tür insanlar çoğu kez bu uçuşan bilgilerini satarak politik değil ama sosyal bir konum ve saygınlık elde etme uğraşı içine girerler. Oysa sıra devrimci mücadele için üretim yapmaya, sınıflar savaşımının pratiğine geldiğinde, yine bu uçuk kaçık bilgileriyle kaçacak bin tane delik bulurlar ve yine bu uçuk kaçık bilgileriyle kaçamaklarına vakit geçirmezsizin bol yaldızlı laflarla gerekçeler yaratırlar. Teorileriyle pratikleri, özleriyle sözleri bir olmadığı için de, sözlerinin ve yaşamlarının tutarlılığı ve sistematiği yoktur.
Kuşkusuz, sınıf bilinci ile tanımladığımız birikim bu değildir, bunun tam tersidir kazanılan her bilginin, sınıf mücadelesinde bireyin bir adım daha ilerlemesini ve pratiğinin bir ölçüde daha sağlıklı, üretken olmasını sağlaması gerekir, sosyalist birikim budur. Ayrıca, bilgi satan insan tipi en lapacı olanıdır bilgi satmaktan kasıt nedir, özellikle cezaevleri, yurtdışı, legal platformlar gibi herkesin çeşitli durumlardan ve düzeylerden insanları tanıma olanaklarının olduğu ortamlarda, saygınlık elde etmek için askerlik anılarını anlatma rahatlığı, duyduğu bildiği uydurduğu, hayallerinde yarattığı bilgileri konuştuğu görülür. İnsan merakının dayanılmazlığı ile, ilkeleri bilen birçok unsurun da iyi niyetine rağmen bu tür unsurları dinlediği, Özellikle söz konusu ortamda şu bizim karganın durumunu ve geçmişini yeteri kadar bilen bir unsur yoksa, var olan da bizim bağın gereğidir.
Kırmamak adına sesini çıkarmıyorsa, karga bir anda şahin kesilir ve anlattıkça açılır, birileri ağzını açıp onu dinledikçe o çok daha yükseklerden uçmaya başlar gizlilik kurallarından söz etmek, bu tür kargalar için lüks olduğundan, daha genel çerçevede tanımlar yapıyoruz. Devrimciler ununu eleyip eleğini duvara asmış emekli askerler değil, eleği hala elinde ve unu elemek için henüz hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyor olmalı, bundan dolayı bilgileri çok daha fazla su verilmiş çelik yüreklere saklamalı. Devrim, binlerce erdemli insanın adsız imzalarının eseridir ve tarihi yazmak için orta yerde bulunmanın gerçek anlamı, işte bu imzalardan birine sahip olmaktır. Gözlerinizi sonsuza yumarken, isimlerin nerelere yazıldığı değil, sırtınızda taşıdığınız üretim torbanızı dostlarınıza ne denli doldurarak emanet ettiğiniz önemlidir. Devrimciliğin, anlamı işte budur
24 Haziran 2010 Perşembe
TARİH SAYFALARINDA 25 HAZİRAN
Zeki Bayterin
24 Hazinar 2010
Koridor kapısı sürgüleri büyük bir gürültüyle açılınca, koridor onlarca postal sesleriyle doldu. Gecenin sessizliğini bozmamaya özen göstererek, garip bir telaş ve heyecanla itişip kalkışarak ilerleyen kalabalık . Sessizliği bozmamaya çalışan fısıltılar ve rutubet kokan koridorun duvarlarında yankılanan telsiz sesleri. Ve bu sesler hızla senin hücrenin önüne birikti. Hazırdın, hafif bir tebessümle "haydi gidelim" diyen sesin onları irkiltti, bunaltıcı bir yaz gecesinde yüz yıllık utanç duvarı haykırışlara yenik düşmüş inliyor. Herkes susmuş yalnız seni uğurlayanlar konuşuyordu.
Bunca telaş senin için miydi? Elleri titreyen, oradan oraya koşturan bu insanlar senin için mi toplanmışlardı? Sen ölecektin onlar korkuyorlardı. Üzerinde o ak elbise, arkadan bağlı ellerinle avlu kapısına geldiğinde gökyüzü ve idam sehpası, ikisi de karşındaydı. Bakışlarını bulutsuz gökyüzüne çevirdin. Julius Fuçik ipin ucunda bir bayrak gibi sallanma geleneğinin simgelerinden.
Hemen yanı başında Kurşuna dizilen İspanyalı devrimciler. Biraz ötende Sehpaya çıkmak için sıra bekleyen Vietnamlı özgürlük savaşçıları. Deniz' in ayakları altından çekerlerken masayı, avludan havalanan beyaz bir güvercin. Sehpaya çıkıp gökyüzüne son bir kez baktın. Sana göz kırpan yıldız tam tependeydi, Sehpana tekmeyi Savurup yıldıza ulaştın “
24 Hazinar 2010
Koridor kapısı sürgüleri büyük bir gürültüyle açılınca, koridor onlarca postal sesleriyle doldu. Gecenin sessizliğini bozmamaya özen göstererek, garip bir telaş ve heyecanla itişip kalkışarak ilerleyen kalabalık . Sessizliği bozmamaya çalışan fısıltılar ve rutubet kokan koridorun duvarlarında yankılanan telsiz sesleri. Ve bu sesler hızla senin hücrenin önüne birikti. Hazırdın, hafif bir tebessümle "haydi gidelim" diyen sesin onları irkiltti, bunaltıcı bir yaz gecesinde yüz yıllık utanç duvarı haykırışlara yenik düşmüş inliyor. Herkes susmuş yalnız seni uğurlayanlar konuşuyordu.
Bunca telaş senin için miydi? Elleri titreyen, oradan oraya koşturan bu insanlar senin için mi toplanmışlardı? Sen ölecektin onlar korkuyorlardı. Üzerinde o ak elbise, arkadan bağlı ellerinle avlu kapısına geldiğinde gökyüzü ve idam sehpası, ikisi de karşındaydı. Bakışlarını bulutsuz gökyüzüne çevirdin. Julius Fuçik ipin ucunda bir bayrak gibi sallanma geleneğinin simgelerinden.
Hemen yanı başında Kurşuna dizilen İspanyalı devrimciler. Biraz ötende Sehpaya çıkmak için sıra bekleyen Vietnamlı özgürlük savaşçıları. Deniz' in ayakları altından çekerlerken masayı, avludan havalanan beyaz bir güvercin. Sehpaya çıkıp gökyüzüne son bir kez baktın. Sana göz kırpan yıldız tam tependeydi, Sehpana tekmeyi Savurup yıldıza ulaştın “
23 Haziran 2010 Çarşamba
DEVRİM MÜCADELESİ
Zeki BAYTERİN
23 Haziran 2010
Devrim mücadelesi uzun zorlu bir süreç, ve bu yolun her adımı şehitlerinin anılarıyla doludur, pürüzsüz dümdüz bir yolda yürümeyi tek bir kayıp bile vermeksizin mutlu son pembeliğine ulaşmanın imkânsız olduğunu da biliriz.
Devrim şehitleri ölümsüzdür ama bu nasıl bir ölümsüzlüktür bu duygu nasıl yıllarca korunabilmektedir. Doğal olarak biz şimdi bu satırları okurken öncelikle yakın tarihi ve en yakın olduğumuz insanları düşünürüz, ama aslında sözünü ettiğimiz şey bundan çok daha fazlasıdır. Yani işin içine Bruno Spartaküs ve Hallacı Mansur’dan 1848 Devrimlerine, Ekim’e, İspanya İç Savaşı Vietnam oradan Kızıldere Filistin’e ve daha dün yitirdiklerimize kadar uzanan geniş bir yelpaze girer. Yani yalnızca az çok tanıdığımız, yüz yüze karşılaşma şansını yakaladığımız insanlardan değil, hiç tanışmadığımız binlerce milyonlarca insandan da söz ediyoruz.
Kuşkusuz ölüm soğuktur fiziksel bir yok oluştur netice olarak yitirdiklerimizle bizim aramızdaki bağ ve bu bağı canlı tutan şey metafizik bir halka mıdır? tersine bu bağ somut ve canlıdır onların uğruna öldükleri mücadele ile varlığımız arasında bir devamlılık ilişkisi vardır. Onlardan geriye uzak ya da yakın anılar kalır ama o anılar boşlukta bir yerde durmazlar tümü de mücadelenin içinde varlıklarını sürdürürler. Bu mücadele de salt sınıf gibi kavramlarla biçimlenen bir süreç değildir. Mücadele konusundaki ısrar sadece mevcut düzenin tarihsel olarak kötülüğünden insanlığa verdiği zararların anlaşılmasından da değil, ahlaki bir boyuttan da güç alır. Yani bu yolda şimdiye dek yaşadıklarımız, yitirdiklerimiz de bu düşüncenin ve davranışın oluşumuna katılır .
Stalingrad’ da sokak sokak çarpışan insanlar, damarlarımızda kendisine bir yer bulur. Tanya kalbimizin derin bir yerindedir. Jose Marti bugünde Latin Amerika’nın bir ucundan öteki ucuna at koşturmaktadır. Saygon zindanlarında akıl almaz koşullarda teslim olmayı reddeden insanlar, bu dünyanın içindedir. Bu insanların hiçbirini kişisel olarak tanımayız, onlarla yüz yüze bir ilişkimiz olmamıştır ama şimdi şurada, karşımızda olsalar birkaç saniye içinde kardeşlik duygusuyla kaynaşır gideriz.
Biz onlarla birlikte yürürüz. Anılar dediğimiz şey nedir Her şeyden önce onların inandıkları, inandığımız şey için ölümle yüzleşmeyi göze almış olmalarıdır. Üstelik bazıları bunu en kritik süreçlerde ve en kritik biçimler altında yapmışlardır. Bazıları bunu idam sehpasında başarmışlardır. Kuşkusuz, saniye saniye yaklaşan ölüm karşısında dik durmak basit bir iş değildir. Deniz Gezmiş, bu yüzden, Türkiye devrimci hareketinde bir kilometre taşıdır. Bu yüzden daha sonra gelen gencecik insanlar, aynı yoldan yürüyüp idam sehpasına çıktıklarında içlerinde 6 Mayıs sabahından akıp gelen güçlü rüzgarı hissetmişlerdir. Kaypakkaya, onun şu çok bilinen ifade metni adeta bir edebi eser gibi güçlüdür ben buyum fakat size bilgi vermeyi reddediyorum bu büyük meydan okuma onun hayatına da mal olsa geriye kalan şey değeri ölçülemez bir hazine gibidir Kızıldere nereye gittiklerini neden gittiklerini bilen insanlar Çatıdan meydan okuyan gelin de teslim alın diyen o güçlü ses Bazıları sabah evden çıkarken o günün riskli olduğunu bilmektedir ama yine de ayakkabı bağlarını sıkıca bağlayıp, gömleğinin yakasını düzeltip yola koyulmuşlardır. Bazıları, ihanete uğrayıp tuzağa düşürülmüşlerdir. Ama geriye kalan şey, hainin değersiz adı değil onların büyük direniş tutkusudur. Ve bazıları, hasta yatağında yoldaşları için yanıp tutuşarak, yapabilecekleri konusunda kendini kahrederek aramızdan ayrılmışlardır.
Onlardan geriye kalan şey aynı hastalıktan ölen binlerce insanın sıradan anıları değil, bir onur ve gururdur. Bütün bunların tümünde bir metafizik safsata değil özdeşleşme diyebileceğimiz bir duygu vardır. Özdeşleşmenin kaynağında aynı ufka, aynı ideallere, ortak davaya adanmışlık vardır. Çoğu durumda hiç karşılaşmadan, kişisel olarak tanışmadan, aynı inanç damarını beslemek, ondan beslenmek, tüm yaşamını o inançla kurtuluş damarına bağlamak, ona adamak ve onun içinde eriyip yeniden biçimlenerek yeni bir insan olmak bu yoldan tüm devrimcilerin yarattığı değerlerin bir parçası haline getirmektir. Kişisel olarak tanıdıklarımızda elbette durum daha farklıdır. Onunla yaşamışızdır beynimizin bir köşesinde canlı kişisel anılar da vardır. Ama hiç tanımadıklarımızla da aynı duyguları yaşarız idam sehpasına çıkarılırken iriş dede sultan diyen Börklüceler, Torlak Kemaller, Bolivya ormanlarında özgürlük için canlarını veren Che ve yoldaşları tümüyle aramızda güçlü bir özdeşlik bağı vardır. Peki evliyalardan mı söz ediyoruz Asla abartmıyoruz onlar neyseler öyledirler.
Kusursuz insanlar oldukları da söylenemez söylemeyiz. Söylersek onları ulaşılmaz kılarız ve bu doğru değildir. Tersine, bizim büyüdüğümüz sokaklarda büyüyüp bizim geçtiğimiz yollardan geçerek ve bizim yaptığımız hataları yaparak geldiler ama tarihin ortasında bir yerde uğrunda savaşılan her ne varsa onun canlı ifadesi oldular.
Devrimci hareket, kendi doğası gereği geleceğe doğru yürüyen ama bunu yaparken ayaklarını geçmişin üzerine basan bir harekettir. Kuşaklar birbirine eklenir birbirini besler tamamlar bir kuşaktan geriye kalan her şey yeni bir başka kuşağın zeminini oluşturur ve bu böyle bir zincir halkaları gibi sürer akıp giden bir ırmak olarak devrim hareketinin sürekliliğidir. Ne metafizik abartı ne de kaba materyalist ukalalıklar.
Sözünü ettiğimiz canlı bir yaşam yoludur onun içinde yürür her adımda bizden önce yürüyenlerin ayak izlerini görürüz ayak izleri onlarınkine karışır ve sonra başkaları ayak izlerimize basarak aynı yoldan yürür birinin yarım bıraktığını diğeri tamamlar birinin unuttuğunu öteki anımsar ve bu durmadan akar. Yarının sosyalist ülke toprağında durup geriye doğru bakma fırsatı bulursak eğer göreceğimiz şey bize o gün o anda durduğumuz yeri armağan edenlerin gülümseyen yüzleri olacaktır.
19 Haziran 2010 Cumartesi
FAŞİZM Mİ? BÖLÜCÜLÜK MÜ? DEVLET BAHÇELİ’Yİ DİNLEYİN...
Bedreddin Mahir
19 Haziran 2010, ülkemizde siyasi irade, sorunları kanlı yöntemlerle çözmekten başka bir yol bilmiyor. Bu yol bir kez daha askeri ölüme gönderdi.
Aynı coğrafyada barış içinde bir yaşam yerine siyasal iktidarların dayattığı kirli savaş, Türk ve Kürt gençlerinin bitip tükenmeyen ölümlerine yol açıyor. Bitip tükenmek bilmeyen ve tek çözüm yolu daha çok demokrasi ve özgürlükten başka bir yolu olmayan sorunlarımızı şiddetle çözmek isteyen akıl, iflaslar altında gençlerin cesetleri üzerinde tepinmeye devam etmektedir. Anaların gözyaşı yağmuruna merhamet göstermeyen bu akıl, ırkçı ağızlardan daha çok kan ve daha çok gözyaşı için önermelerle tehlikeli bir dönemece yöneliyor.
MHP lideri Bahçeli, Şemdinli çatışmalarıyla ilgili, Mosollini faşizmi, Hitler Nazizm döneminden kalma, tüyleri diken diken eden açıklamalar yaparak, insanlığın yenilgiye uğrattığı, tarihin çöp tenekesinde kalmış ırkçılığı bir kez daha hortlatmaya çalışıyor.
Bir kez daha, nesli tükenmiş bir aptal siyasi kişilik olarak, faşizmin olduğu kadar, bölücülüğün hangi araç ve amaçlarla dayatılacağını gösteriyor. oluyoruz.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bu gün (19 Haziran 2010) itibariyle şemdilideki çatışmalar üzerine yaptığı açıklamada, “b” savundu.
“Bölgede olağanüstü hal ilan edilmesini” isteyen Bahçeli, “ Öcalan'ın dış dünya ile irtibatının kesilmesini” önerdi. Kürt bölgelerinde “süresiz olağanüstü halin ilan edilmesini” istedi.
“Kuzey Irak'a geniş çaplı kara harekatı yapılmasını” da isteyen Bahçeli, “terör yuvası Kandil'e askeri harekat yapılması” gerektiğini dile getirdi.
Bu açıklamalar, işgalci güçlerin sömürgelerdeki özgürlük istemlerine karşı pervasız bir kinle saldırmasının ifadesi olarak dile geldi.
Bu açıklamalar, Almanya’nın 1930 yıllardaki Nazi iktidarının söylemlerini, 1920’li yıllardaki Mosollini’nin Kara Gömleklilerinin haykırışlarını hatırlattı.
Daha dün, iktidarı ve muhalefetiyle faşizmi ve siyasi liderlerden hangisinin faşizan olduğuna ilişkin tartışma ve atışmalarına tanık olmuştuk. Anlaşılan, faşizanlar iktidar ve muhalefetiyle bu ülkede ırkçılığın, milliyetçiliğin ve bölücülüğün temel dayanakları olarak yerlerini almış bulunmaktadırlar. İktidar olan silahlara verdiği emirle muhalefette bunu yetersiz görmekle kan deryasına daha da geniş kapı aralamaktadırlar. Bir ortak görev ve işlev ortaya koymaktadırlar.
Kimse uzakta aramasın, işte faşizm budur. Ortak ülkemizin sorunlarını çözmek yerine, bölücü olmak budur.
Sorunlarını demokratik yöntem ve diyalogla çözemeyen zaaflı insanların siyasal önderlik yaptığı bu ülkede, bitip tükenmeyen ölüm haberleriyle yüz yüze kalmak kaçınılmaz olmuştur.
Gersin geriye tarihe dönelim, ölüm denklemlerinin nasıl da bu türden aptallar tarafından ülkemize ve sosyal yaşantımıza dayatıldığını hatırlayalım. Cumhuriyetteki Osmanlının bu güne gelirken, yurtta sulh cihanda sulh içinde yaşamayı nasıl tahrip ettiğini hatırlayalım; bir iç fetih hareketi gibi, farklılıklarımıza ölümü, göçü, sürgünü, işkenceyi, toplu kıyımı dayatan bu akıl, bir Osmanlı aklı olarak hala yoluna devam etmektedir.
Tarihle cesurca yüzleşme sorunumuzun nedeni de bu akıldır. Gerekçe edindiği ve besleyerek bu güne getirdiği yapı, bu akılla birlikte değişmeksiniz, yaşamımızda güvenin esamisi bile anılmayacaktır.
Onlar katlediyor, onlar zulüm yapıyor, bizler de kefaret ödüyoruz. En çok da özgürlüğümüz için hepimiz adına en fedakar olanımız ödüyor. Bu da Kürt halkıdır, bu özgürlük hareketidir.
Bu gerçeği ikircimsizce algılamak ve gerçekliğini her defasında yeniden teslim etmek, yanında olmak ve böylesine ırkçı kabarmalarda açıkça “biz de özgürlük mücadelesinin saflarındayız” demek bir demokrat, bir devrimci sorumluluğudur. Bunun da ötesinde insani bir yükümlülüktür.
Kimse kimseyi aldatmasın. Bu ırkçı cehennem kabarmasının nedeni askerlerin çatışmada ölümü değildir. Şemdinli çatışmaları ise ne bir ilk ne de bir sondur. Evet, bu savaş mutlaka durmalıdır, barış gelmelidir. Ancak bunu engelleyen, devletin kendisidir; iktidarıyla muhalefetiyle, bir bütün olarak devlettir. Çünkü bu devlet statülerin esiri olarak tek boyutludur.
Ölen gençlerin anaları Türk ve Kürt’tür. Ancak gözyaşının milliyeti yoktur. Gözyaşı varlığa aittir. Varlığı tanımayanlar, ayrı varlığın gözyaşlarına bin bir vesileyle sebep olanlar, bu ülkeyi kana boyayanlardır. Gözyaşları arasında milli farklar yaratanlar, Nazilerin ırk teorisiyle insanlığı kirlettikleri gibi, ülkemizin kimyasını bozmaya çalışmaktadırlar.
Herkes bir kez daha bilmelidir ki, Kürtler ne aş ne de ekmek istiyorlar. Kürtler bunlardan çok daha değerli ve bunları içselleştirebilecekleri tek bir şey istiyorlar. O da demokratik siyasal haklarıdır. Özgürlükleridir.
Bu talep, bir iç taleptir ve bir iç sorunun da nedenidir. Bu sorunu kuzey Irak’ta ya da Kürt kamplarında aramak, çözümsüzlüğü körüklemektir. Buralarda Kürt sorunu yoktur. Bu alanlar özgürlük alanları olarak, sorunu çözmenin nefes pencereleridir. Bunun da ötesinde bu alanlar çözümsüzlüğün yarattığı sonuçlardan ibarettir. Sorunlar çözülünce, bu alanlardan söz etmeye gerek kalmayacaktır.
Sorun ortak ülkemizdedir, tarihimizdedir. Kürt özgürlük hareketi, kendi halkının tarihiyle yüzleşti ve makus kaderini yenerek özgürlük arayışını başlattı. Orada da kalmadı ortak ülkemizin tüm hak arayışlarına sözcülük etmeyi başardı; milliyetçiliğe sapmadı, bölücü olmadı. Kürtlerin seçtiği yolu seçebildiğimiz ölçüde, ortak ülkemiz barış içinde bir arada yaşamanın, demokrasinin ve özgürlüğün yolunu bulmakta zorlanmaz.
Bu gün, Irkçılar MHP Genel başkanı Devlet Bahçeli’nin sözleriyle kendilerini ifade ettiler, bölücülüğün biricik kaynağı olduklarını da açıkça tanımladılar. CHP’nin sabık başkanı Baykal’ın Bahçeli’ye katkı sunan açıklamalarıyla, CHP’nin malum modern faşist potansiyelleri kendilerini iade etmiş oldular.
Sol içinden de bu tür faşizanlar az değildir. Solun milliyetçi sürüklenişini temsil eden bu türler, sokakların dengesiz söylemlerine yaslanma gibi abesle iştigaller içindedirler Solun milliyetçi refleksleri, Kürt özgürlük hareketine olduğu kadar ülkemizin farklılıklarına da top yükün karşıdırlar. Bunlar devletin iktidar ve muhalefetiyle bir bütün oluşturan faşizanlığının yanında aktif bir saf tutmaktadırlar. Ancak zamanın hakem olduğu bu süreçlerde, arkasında halkın durduğu davalar faşistlere karşı olduğu kadar bölücülere karşı da başarıdan başarıya koşacaktır. Bu bir tarihi ilerlemedir. Önünde de hiçbir güç duramaz.
Türk, Kürt, Arap ve tüm farklılıklarımızla, ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük ihtiyacı için bu kanlı savaşa son vermeyi başarmamız gerek. Cumhuriyetteki Osmanlı akılları tarihe devretmemiz gerek.
18 Haziran 2010 Cuma
ALAİTTİN KARADAĞ CİNAYETİ AYDINLANSIN
BASINA VE KAMUOYUNA
Kardeşim, Alaattin Karadağ 19 Kasım 2009 akşamı Esenyurt-Avcılar polisi tarafından sokak ortasında infaz edilmiştir. Polisin yaptığı bu vahşet ve alçaklıktan sonra, yandaş basın bir bütün olarak biraraya gelip bir kanalizasyona dönüşerek polisin pisliklerini ve lağımlarını, yok etmeye çalışmıştır.İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, bu durumu Tv KANALİZASYONLARI'NDAN mesnet(siz) alarak cinayeti örtbas etmeye çalışmış ve olayı çatışmada ''polisin dur ihtarına, şahsın ateşle karşılık vererek polisinde ateş etmek zorunda kalması nedeniyle '', ''şahsın maalesef ölü olarak ele geçirildiğini'' söylemiştir. Bizler cenazeyi yıkamaya aldığımızda kardeşimin bedenine ondan fazla kurşun giriş çıkışı ve kardeşimin başının arka kısmında darp ve yara izi olduğunu tespit ettik. Bizim aile olarak yaptığımız suç duyurusunun
7 ay sonra işlem gömesi ve aile avukatlarımızın talep ettiği otopsi raporunun dosyaya verilmeyişi
• Bilerek ve kasden polise zaman kazandırma
• Delilleri karartma
• Tanıkları ''ikna etme''
• Mobese kayıtları ve telsizlerin kayıtlarının silinmesi
• Olayı gören tanıklarının tehdit edilmesi ve bizlerin bu kişilere ulaşamayışımız
Bu gecikmenin temel dayananağını ıspat etmektedir.
Bu POLİS VAHŞETİ'nin ardından 7 ay geçtikten sonra 16 Haziran 2010 günü, KARADAĞ Cinayeti'nin birinci duruşması gerçekleşti. Otopsi Raporunun, 25 Mart 2010 tarihinden beri dosyaya bir türlü gelmemesi üzerine aile Avukatlarımız İstanbul TTB'den Uzman 3 Profesör'ün bağımsız olarak Adli Tıp'a, eldeki bulguları ( kan, saç, Film, resim vs. testler) değerlendirip bir Otopsi Raporu hazırlamak üzere gönderilmesini istemiş fakat Mahkeme ret cevabı vermiştir. Ayrıca;
-Otopsi Raporunun üç aydır Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığında bekletilmesi ve Bakırköy'deki Mahkeme dosyasına doğal olarak intikal etmemiş olması
- II. Duruşmanın 5 ay sonraya ertelenmesi
bizlere yapılan tarifenin aslında uygulamalı bürokrasi kirliliğinden başka bir şey olmadığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kardeşimi sokak ortsında infaz eden polislerden sadece bir polis memuru Oğuzhan Vural ''kasden adam öldürme, görevi kötüye kullanma ve kişilerin malları üzerinde usulsüz tasarruf'' suçlarından yargılanmaktadır. Söz konusu olan bu polis olay yerinde yaşanan kovalamacada içerisi yolcu dolu bir dolmuşu silah zoruyla gaspeder gibi çatışma alanına sürüklemiş şoför dahil bir sürü insanın hayatını tehlikeye atmış ve olayın sonucunda kardeşime 10'dan fazla kurşun sıkmıştır.
Bir bütün olarak bu durum dikkate alındığında Oğuzhan Vural'a tutuksuz yargılama kararı verilmiş ve bizlerin tutuklama talebi reddedilerek DEMOKRASİ ve İNSAN HAKLARI'na alenen tecavüz edilmiştir.
Özellikle, adli davalarda mağdur çocukların bazı vakalarına dikkatleri çekmek istiyorum.
-Geçtiğimiz yıllarda Gaziantep'te baklava çalan çocukların 22 yıl hapis cezasına çarptırılması
-Bu olaydan iki yıl sonra Aydın'da iki çocuktan 1 milyon lira gasp ettikleri gerekçesiyle yargılanan altı çocuktan biri 22 yıl iki ay, beşi 11 yıl sekizer ay hapis cezasına mahkum oldu.(Bir milyon liranın alınması gasp ve çete suçuna sokularak 22 yıl gibi inanılmaz bir cezayla sonuçlanmıştır)
-İzmir'de iki çocuğun bir başka çocuktan tehditle 85 Ykr alması, ''nitelikli yağma '' suçundan sanıklara 1'er yıl 10'ar ay 6'şar gün hapis cezasına çarptırıldı.(Yargılama sonunda mahkeme heyeti, sanıkları önce 10'ar yıl hapis cezasıyla cezalandırdı. Gaspedilen paranın azlığını dikkate alan mahkeme heyeti, bu cezayı yarı oranında düşürdü ve sanıklara 5'er yıl hapis cezası verdi. Sanıkların pişman olması ve mahkemedeki iyi hali son ceza indirimi oldu.)
-Siirt'te taş atan göstericileri otomatik tüfekle öldüren asker serbest bırakıldı.
-2008 Ekimi'nde Güneydoğu illerinde düzenlenen eylemlerde çok sayıda çocuk ''Polislere taş attıkları'' gerekçesiyle gözaltına alınmış yaşları 13 ile 17 arasında olan çocuklar ''Örgüt üyeliği'' suçlarından yargılanmış ve haklarında 58 yıla varan hapis cezaları istenmiştir. Daha önce hukukçular tarafından yapılan açıklamalarda hakkında 20 yılın üzerinde hapis cezası istenen çocuk sayısının 100'ü aştığı vurgulanarak , '' taş atan'' onlarca çocuğun da tutuklu olduğu belirtilmişti.
Taş atan çocuklara yapılan bu insanlık dışı muameleye ek olarak, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek (Eski Adalet Bakanı): Gösterilerde polise taş atan çocuklara verilen cezaları, ''onlar aslında çocuk değil. Resmiyet'te yaşları küçük ama onlar çocuk değil'' diyerek savundu.
Alaattin Karadağ'ın infaz olayına açılan davaya baktığımızda ''kasden adam öldürme'' olmasına rağmen ve yukarıda sıraladığım çocuk vakalarına dikkat ettiğimizde çocukların en basit hırsızlık olaylarında bile 10'larca yıl hapis cezası alması, sanık polisin tutuklanmaması sonuç olarak ileride bu iki durum arasındaki fark (sanığın tutuksuz yargılanması) bir TOPLUMSAL FACİAYA dönüşebilecek,. Ve Polis Şiddeti ve Polis Terörü dizginlenemez duruma gelecek veya getirilecektir.. PVSK yasasının 2007'de çıkmasından sonra arada geçen 3 yıllık zaman zarfında 83 insanımız polis şiddetine ve polis terörüne maruz kalarak hayatını kaybetmiştir.Ülkemizde oluşan bu durum; HUKUKSAL bir Skandal olma yolunda çok ciddi mesafe katetmiştir. Biz Karadağ ailesinin yaptığı Hukuki mücadeleye destek verilmesi için duyarlılık gösterilmesi ve kamuoyu oluşturulması hususunda bir araya gelinmesi için...
İnsanlık, İnsan Hakları ve “İnsanlık Onurunu” sahiplenmeye, tüm duyarlı kesimleri, Devrimcileri, Demokratları, Aydınları, Sanatçıları, Dernekleri, Gazetecileri, İnsan Hakları Savunucularını, Vakıfları ve özellikle de Hukukçuları ...
“İnsan Yaşamının Kutsal Olduğuna İnanan” herkese (Kamuoyuna) saygıyla duyurulur.
Karadağ ailesi adına Abdullah KARADAĞ
18.06.2010
Kardeşim, Alaattin Karadağ 19 Kasım 2009 akşamı Esenyurt-Avcılar polisi tarafından sokak ortasında infaz edilmiştir. Polisin yaptığı bu vahşet ve alçaklıktan sonra, yandaş basın bir bütün olarak biraraya gelip bir kanalizasyona dönüşerek polisin pisliklerini ve lağımlarını, yok etmeye çalışmıştır.İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, bu durumu Tv KANALİZASYONLARI'NDAN mesnet(siz) alarak cinayeti örtbas etmeye çalışmış ve olayı çatışmada ''polisin dur ihtarına, şahsın ateşle karşılık vererek polisinde ateş etmek zorunda kalması nedeniyle '', ''şahsın maalesef ölü olarak ele geçirildiğini'' söylemiştir. Bizler cenazeyi yıkamaya aldığımızda kardeşimin bedenine ondan fazla kurşun giriş çıkışı ve kardeşimin başının arka kısmında darp ve yara izi olduğunu tespit ettik. Bizim aile olarak yaptığımız suç duyurusunun
7 ay sonra işlem gömesi ve aile avukatlarımızın talep ettiği otopsi raporunun dosyaya verilmeyişi
• Bilerek ve kasden polise zaman kazandırma
• Delilleri karartma
• Tanıkları ''ikna etme''
• Mobese kayıtları ve telsizlerin kayıtlarının silinmesi
• Olayı gören tanıklarının tehdit edilmesi ve bizlerin bu kişilere ulaşamayışımız
Bu gecikmenin temel dayananağını ıspat etmektedir.
Bu POLİS VAHŞETİ'nin ardından 7 ay geçtikten sonra 16 Haziran 2010 günü, KARADAĞ Cinayeti'nin birinci duruşması gerçekleşti. Otopsi Raporunun, 25 Mart 2010 tarihinden beri dosyaya bir türlü gelmemesi üzerine aile Avukatlarımız İstanbul TTB'den Uzman 3 Profesör'ün bağımsız olarak Adli Tıp'a, eldeki bulguları ( kan, saç, Film, resim vs. testler) değerlendirip bir Otopsi Raporu hazırlamak üzere gönderilmesini istemiş fakat Mahkeme ret cevabı vermiştir. Ayrıca;
-Otopsi Raporunun üç aydır Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığında bekletilmesi ve Bakırköy'deki Mahkeme dosyasına doğal olarak intikal etmemiş olması
- II. Duruşmanın 5 ay sonraya ertelenmesi
bizlere yapılan tarifenin aslında uygulamalı bürokrasi kirliliğinden başka bir şey olmadığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kardeşimi sokak ortsında infaz eden polislerden sadece bir polis memuru Oğuzhan Vural ''kasden adam öldürme, görevi kötüye kullanma ve kişilerin malları üzerinde usulsüz tasarruf'' suçlarından yargılanmaktadır. Söz konusu olan bu polis olay yerinde yaşanan kovalamacada içerisi yolcu dolu bir dolmuşu silah zoruyla gaspeder gibi çatışma alanına sürüklemiş şoför dahil bir sürü insanın hayatını tehlikeye atmış ve olayın sonucunda kardeşime 10'dan fazla kurşun sıkmıştır.
Bir bütün olarak bu durum dikkate alındığında Oğuzhan Vural'a tutuksuz yargılama kararı verilmiş ve bizlerin tutuklama talebi reddedilerek DEMOKRASİ ve İNSAN HAKLARI'na alenen tecavüz edilmiştir.
Özellikle, adli davalarda mağdur çocukların bazı vakalarına dikkatleri çekmek istiyorum.
-Geçtiğimiz yıllarda Gaziantep'te baklava çalan çocukların 22 yıl hapis cezasına çarptırılması
-Bu olaydan iki yıl sonra Aydın'da iki çocuktan 1 milyon lira gasp ettikleri gerekçesiyle yargılanan altı çocuktan biri 22 yıl iki ay, beşi 11 yıl sekizer ay hapis cezasına mahkum oldu.(Bir milyon liranın alınması gasp ve çete suçuna sokularak 22 yıl gibi inanılmaz bir cezayla sonuçlanmıştır)
-İzmir'de iki çocuğun bir başka çocuktan tehditle 85 Ykr alması, ''nitelikli yağma '' suçundan sanıklara 1'er yıl 10'ar ay 6'şar gün hapis cezasına çarptırıldı.(Yargılama sonunda mahkeme heyeti, sanıkları önce 10'ar yıl hapis cezasıyla cezalandırdı. Gaspedilen paranın azlığını dikkate alan mahkeme heyeti, bu cezayı yarı oranında düşürdü ve sanıklara 5'er yıl hapis cezası verdi. Sanıkların pişman olması ve mahkemedeki iyi hali son ceza indirimi oldu.)
-Siirt'te taş atan göstericileri otomatik tüfekle öldüren asker serbest bırakıldı.
-2008 Ekimi'nde Güneydoğu illerinde düzenlenen eylemlerde çok sayıda çocuk ''Polislere taş attıkları'' gerekçesiyle gözaltına alınmış yaşları 13 ile 17 arasında olan çocuklar ''Örgüt üyeliği'' suçlarından yargılanmış ve haklarında 58 yıla varan hapis cezaları istenmiştir. Daha önce hukukçular tarafından yapılan açıklamalarda hakkında 20 yılın üzerinde hapis cezası istenen çocuk sayısının 100'ü aştığı vurgulanarak , '' taş atan'' onlarca çocuğun da tutuklu olduğu belirtilmişti.
Taş atan çocuklara yapılan bu insanlık dışı muameleye ek olarak, Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek (Eski Adalet Bakanı): Gösterilerde polise taş atan çocuklara verilen cezaları, ''onlar aslında çocuk değil. Resmiyet'te yaşları küçük ama onlar çocuk değil'' diyerek savundu.
Alaattin Karadağ'ın infaz olayına açılan davaya baktığımızda ''kasden adam öldürme'' olmasına rağmen ve yukarıda sıraladığım çocuk vakalarına dikkat ettiğimizde çocukların en basit hırsızlık olaylarında bile 10'larca yıl hapis cezası alması, sanık polisin tutuklanmaması sonuç olarak ileride bu iki durum arasındaki fark (sanığın tutuksuz yargılanması) bir TOPLUMSAL FACİAYA dönüşebilecek,. Ve Polis Şiddeti ve Polis Terörü dizginlenemez duruma gelecek veya getirilecektir.. PVSK yasasının 2007'de çıkmasından sonra arada geçen 3 yıllık zaman zarfında 83 insanımız polis şiddetine ve polis terörüne maruz kalarak hayatını kaybetmiştir.Ülkemizde oluşan bu durum; HUKUKSAL bir Skandal olma yolunda çok ciddi mesafe katetmiştir. Biz Karadağ ailesinin yaptığı Hukuki mücadeleye destek verilmesi için duyarlılık gösterilmesi ve kamuoyu oluşturulması hususunda bir araya gelinmesi için...
İnsanlık, İnsan Hakları ve “İnsanlık Onurunu” sahiplenmeye, tüm duyarlı kesimleri, Devrimcileri, Demokratları, Aydınları, Sanatçıları, Dernekleri, Gazetecileri, İnsan Hakları Savunucularını, Vakıfları ve özellikle de Hukukçuları ...
“İnsan Yaşamının Kutsal Olduğuna İnanan” herkese (Kamuoyuna) saygıyla duyurulur.
Karadağ ailesi adına Abdullah KARADAĞ
18.06.2010
How many minutes remained, “yahu” Mr Erdoğan?
Nurettin Kurtuluş18 Haziran 2010
Unutmadığım kadarıyla İngilizcemle “daha kaç dakikan kaldı, “yahu” Mr Erdoğan?” demek istedim, yanlışım varsa ve düzeltilirse sevinirim…
“Hedefime ulaşmak için Papaz cüppesi bile giyerim” diyerek yola çıkan son cüppesi olan Başkanlık koltuğuna yürüyen ve dünyaya “one minute” postasıyla ün salan Arap Müslümanlardan ödüller alan ve kahraman, yandaşlarınca da “adeta 2.Peygamber” ilân edilen iktidarın başı BM’deki İran oylamasıyla yine can alıcı (!) bir gündemi toplumun önüne atıverdi!
Aydınlar-Kaydınlar tartışıyor şimdi.
Dingilimiz kaydımı, pardon eksenimiz kaydı mı?
Doğruya doğru, eğriye eğri konuşalım-yazışalım.
RTE’nin İran oylamasını savunması bir gerçeği ortaya koyuyor Başkanı ile yapılan yazılı sözlü “one minute” yi ne güzel açıklıyor okuma yazma bilen buyursun efendim:
“Biz, bu duruşu sergilerken, salt kendi başımıza bu adımı atmadık. Sayın Obama'nın, bana ve Sayın Lula'ya yazdığı mektuplar var. Biz, bu mektupların içeriğine de dayalı olarak Tahran Anlaşması’nı imzaladık. Buradan ifade ediyorum, teferruatına girmiyorum, Sayın Obama'ya bunu telefon görüşmesinde de söyledim. Bakın dedim, Tahran Anlaşması’nda bana ve ve Sayın Lula'ya gönderdiğiniz mektuba ters bir şey var mı?” dedi.
Ters bir şey var mı?
Yok.
Eksen kayması var mı?
Yok.
Eksen oyuncu yani oyun kurucu belli.
Kim?
Emredersiniz Başkanım?
Golü atan kim?
Sıfatı karıştırmayın şimdi!
Devamla:
“ABD ile çok boyutlu bir işbirliği var. Bugün hâlâ bu dostluğun ve işbirliğinin örneklerini birçok bölgede görüyoruz. Bugün birçok bölgedeki ABD hedefi ve vizyonuyla, Türkiye vizyonu örtüşmektedir.”
Bir arkadaşımla araba parkına giriş çıkışta karşılaştık sözde şaka yapacak.
“Arabanın tekerlekleri dönüyor” dedi.
Nerden geldi aklıma birden bilmem ki.
“O dingil sana girse sen de dönersin” deyiverdim.
Arkadaşımın yanında eşi vardı ikisi de kızarıverdi!
Cumhuriyet arabamızın tekerleklerinin merkezinden geçen ve taşıtın altına enlemesine yerleştirilmiş mil, eksen, aks denilen o şey bir tane değil!
USA İmparatorluğu.
NATO.
IMF.
AB İmparatorluğu.
DB.
Ve daha birçok eksenler.
Direksiyonun başına geçenler işte böyle arada kontrolü kaydırıveriyor.
Böylelikle diğer dingiller yan yan bakıp basıyor yaygarayı.
“Eksen kayması” mı oluyor?
Yok, “yahu” yok “one minute” kardeşim “Şüphesiz ki kadim dostumuz ve Sayın Obama'nın ifadesiyle, model ortaklığı kurduğumuz Amerika Birleşik Devletleri”…
Bekleyelim bakalım daha kaç “one minute”’si kaldı Mr Erdoğan’ın, nereye Başkanlık Koltuğu Çankaya’ya mı, yoksa açılımlara oradan mı devam? “Ne açılımı yahu”?
HERKES YERİNE
Unutmadığım kadarıyla İngilizcemle “daha kaç dakikan kaldı, “yahu” Mr Erdoğan?” demek istedim, yanlışım varsa ve düzeltilirse sevinirim…
“Hedefime ulaşmak için Papaz cüppesi bile giyerim” diyerek yola çıkan son cüppesi olan Başkanlık koltuğuna yürüyen ve dünyaya “one minute” postasıyla ün salan Arap Müslümanlardan ödüller alan ve kahraman, yandaşlarınca da “adeta 2.Peygamber” ilân edilen iktidarın başı BM’deki İran oylamasıyla yine can alıcı (!) bir gündemi toplumun önüne atıverdi!
Aydınlar-Kaydınlar tartışıyor şimdi.
Dingilimiz kaydımı, pardon eksenimiz kaydı mı?
Doğruya doğru, eğriye eğri konuşalım-yazışalım.
RTE’nin İran oylamasını savunması bir gerçeği ortaya koyuyor Başkanı ile yapılan yazılı sözlü “one minute” yi ne güzel açıklıyor okuma yazma bilen buyursun efendim:
“Biz, bu duruşu sergilerken, salt kendi başımıza bu adımı atmadık. Sayın Obama'nın, bana ve Sayın Lula'ya yazdığı mektuplar var. Biz, bu mektupların içeriğine de dayalı olarak Tahran Anlaşması’nı imzaladık. Buradan ifade ediyorum, teferruatına girmiyorum, Sayın Obama'ya bunu telefon görüşmesinde de söyledim. Bakın dedim, Tahran Anlaşması’nda bana ve ve Sayın Lula'ya gönderdiğiniz mektuba ters bir şey var mı?” dedi.
Ters bir şey var mı?
Yok.
Eksen kayması var mı?
Yok.
Eksen oyuncu yani oyun kurucu belli.
Kim?
Emredersiniz Başkanım?
Golü atan kim?
Sıfatı karıştırmayın şimdi!
Devamla:
“ABD ile çok boyutlu bir işbirliği var. Bugün hâlâ bu dostluğun ve işbirliğinin örneklerini birçok bölgede görüyoruz. Bugün birçok bölgedeki ABD hedefi ve vizyonuyla, Türkiye vizyonu örtüşmektedir.”
Bir arkadaşımla araba parkına giriş çıkışta karşılaştık sözde şaka yapacak.
“Arabanın tekerlekleri dönüyor” dedi.
Nerden geldi aklıma birden bilmem ki.
“O dingil sana girse sen de dönersin” deyiverdim.
Arkadaşımın yanında eşi vardı ikisi de kızarıverdi!
Cumhuriyet arabamızın tekerleklerinin merkezinden geçen ve taşıtın altına enlemesine yerleştirilmiş mil, eksen, aks denilen o şey bir tane değil!
USA İmparatorluğu.
NATO.
IMF.
AB İmparatorluğu.
DB.
Ve daha birçok eksenler.
Direksiyonun başına geçenler işte böyle arada kontrolü kaydırıveriyor.
Böylelikle diğer dingiller yan yan bakıp basıyor yaygarayı.
“Eksen kayması” mı oluyor?
Yok, “yahu” yok “one minute” kardeşim “Şüphesiz ki kadim dostumuz ve Sayın Obama'nın ifadesiyle, model ortaklığı kurduğumuz Amerika Birleşik Devletleri”…
Bekleyelim bakalım daha kaç “one minute”’si kaldı Mr Erdoğan’ın, nereye Başkanlık Koltuğu Çankaya’ya mı, yoksa açılımlara oradan mı devam? “Ne açılımı yahu”?
HERKES YERİNE
17 Haziran 2010 Perşembe
Güçlerimizi Birleştirme Zamanı
Mehmet Güzel-Nazlı Güzel
16 Haziran 2010
Filler tepişirken çimler eziliyor!
Egemenler, devletin yeniden yapılandırılması noktasında birbirleriyle çatışırken toplumun bütün kesimleri ayaklar altında ezilmeye devam ediyor.
Değişim yanlısı ve statükocu güçler arasındaki iktidar savaşının boyutu sınır tanımıyor. Ergenekon soruşturmaları, yargı alanındaki "yargılamalar", HSYK'nın düzenlenmesi çalışmaları, Anayasa değişikliğindeki kapışmalar... Derken bu alandaki mücadele özel yaşamlara gizli kameralar yoluyla tecavüz etmelere kadar uzandı; internet ortamında yayınlanan kaset görüntüleri neticesinde Deniz Baykal'ın siyasal arenadan uzaklaştırılmasına kadar dayanan filler arası tepişme tüm hızıyla devam ediyor.
Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu tepişmede çimler de ezilmeye devam ediyor.
Emekçilerin sosyal-ekonomik sorunları çığ gibi büyümekte. İşsizlik toplumsal dengeleri sarsacak bir boyut kazanmış durumda. Özelleştirmeler sonucu işten çıkarmalar işsizlik ordusuna yenilerini eklemekte. Özelleştirme mağdurlarına 4/C, 4/B gibi düzenlemelerle insanca yaşamdan uzak, kölelik çalışma koşullarının dayatılması emek dünyasının sorunlarını daha da ağırlaştırmakta. Kısacası, genel olarak kapitalist sistemin yaşadığı ağır ekonomik krizin faturası tarih boyunca yapılageldiği üzere yine emekçilere ödetilmek istenmektedir.
Ülkemizin tek sorunu ekonomik değil elbette. Ekonomik sorunları da tetikleyen hatta bu sorunların belirleyeni niteliğindeki siyasal sorunların ise gündemimizdeki yakıcılığı sürmektedir. AKP hükümetinin “Demokratik Açılım” adı altında başlattığı sürecin başta Kürt sorunu gelmek üzere toplumun hiçbir temel sorununu çözemeyeceği ve bu açılımların göstermelik olduğu kısa bir sürede anlaşılmıştır. İlk etapta halklarımızın temel sorunlarına parmak basılmakla birlikte sonrasında bu yaraların iyileştirilmesine yönelik hiçbir çözüm getirilemeden kangrenleşmeye bırakılmıştır. Son günlerde ise tekrar şiddet diliyle konuşmaya başlayan egemenler Kürt sorununda bir kez daha çözümsüzlüğü dayatmaktadır.
Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Roman ve tüm halklarımızın kimlik sorunları, inançların özgürlüğü temelinde çözüm bekleyen laiklik sorunu, her türlü şiddetin son bulmasını sağlayacak, halkların özgür-gönüllü birlikteliğini esas alan eşitlikçi, demokratik anayasa değişikliği sorunu, halklarımızın iradesinin yansımasını sağlayacak, özgür siyasal mücadelenin önünü açacak yasal düzenlemelerin yapılması sorunları siyasal gündemin başlıca maddeleridir.
Kısacası ülkemizin demokratikleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliğinin sağlanması ve emek dünyasının adil-insanca yaşam koşullarının hayata geçirilebilmesi için bu problemlerle karşı karşıya olan tüm kesimlerin seslerini-güçlerini birleştirmeleri gerekir.
Tekel direnişindeki kararlılık ve mücadeledeki ısrar olmasaydı egemenlerin 4/C'de geri adım atması mümkün olmayacaktı.
32 yıllık Taksim ısrarı ve mücadele kararlılığı olmasaydı Taksim'in emekçiler için özgürleşmesi mümkün olmayacaktı.
Kürt halkının ve devrimci demokratik muhalefetin on yıllardır süren ısrarlı mücadelesi olmasaydı bugün hiçbir halk kendi etnik kimliğiyle anılıyor olmayacaktı. Görülüyor ki, egemenler üzerinde baskı unsuru oluşturup toplumun temel sorunları noktasında çözüme yöneltmenin yegane yolu örgütlü ve kararlı mücadeledir.
Şimdi, fillerin tepişmeleri sürerken ayaklar altında ezilen çimler olmaktan çıkma zamanıdır. Çim yerine diken olup egemenlere batma zamanıdır.
Ülkemizin demokratikleşmesi, halklarımızın kimlik haklarının tanınması ve özgür-gönüllü birliktelik temelinde adil barışın yaşamsallaşması, KCK operasyonu adı altında tutuklanan onlarca Kürt belediye başkanı ve siyasetçinin serbest bırakılıp, demokratik siyasal mücadelenin önündeki engellerin ve yasakların kaldırılıp her örgütlenmenin kendini özgürce ifade edebileceği ülke koşullarının sağlanması için tüm ezilen halklarımızın seslerini ve güçlerini birleştirme zamanıdır.
16 Haziran 2010
Filler tepişirken çimler eziliyor!
Egemenler, devletin yeniden yapılandırılması noktasında birbirleriyle çatışırken toplumun bütün kesimleri ayaklar altında ezilmeye devam ediyor.
Değişim yanlısı ve statükocu güçler arasındaki iktidar savaşının boyutu sınır tanımıyor. Ergenekon soruşturmaları, yargı alanındaki "yargılamalar", HSYK'nın düzenlenmesi çalışmaları, Anayasa değişikliğindeki kapışmalar... Derken bu alandaki mücadele özel yaşamlara gizli kameralar yoluyla tecavüz etmelere kadar uzandı; internet ortamında yayınlanan kaset görüntüleri neticesinde Deniz Baykal'ın siyasal arenadan uzaklaştırılmasına kadar dayanan filler arası tepişme tüm hızıyla devam ediyor.
Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu tepişmede çimler de ezilmeye devam ediyor.
Emekçilerin sosyal-ekonomik sorunları çığ gibi büyümekte. İşsizlik toplumsal dengeleri sarsacak bir boyut kazanmış durumda. Özelleştirmeler sonucu işten çıkarmalar işsizlik ordusuna yenilerini eklemekte. Özelleştirme mağdurlarına 4/C, 4/B gibi düzenlemelerle insanca yaşamdan uzak, kölelik çalışma koşullarının dayatılması emek dünyasının sorunlarını daha da ağırlaştırmakta. Kısacası, genel olarak kapitalist sistemin yaşadığı ağır ekonomik krizin faturası tarih boyunca yapılageldiği üzere yine emekçilere ödetilmek istenmektedir.
Ülkemizin tek sorunu ekonomik değil elbette. Ekonomik sorunları da tetikleyen hatta bu sorunların belirleyeni niteliğindeki siyasal sorunların ise gündemimizdeki yakıcılığı sürmektedir. AKP hükümetinin “Demokratik Açılım” adı altında başlattığı sürecin başta Kürt sorunu gelmek üzere toplumun hiçbir temel sorununu çözemeyeceği ve bu açılımların göstermelik olduğu kısa bir sürede anlaşılmıştır. İlk etapta halklarımızın temel sorunlarına parmak basılmakla birlikte sonrasında bu yaraların iyileştirilmesine yönelik hiçbir çözüm getirilemeden kangrenleşmeye bırakılmıştır. Son günlerde ise tekrar şiddet diliyle konuşmaya başlayan egemenler Kürt sorununda bir kez daha çözümsüzlüğü dayatmaktadır.
Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Roman ve tüm halklarımızın kimlik sorunları, inançların özgürlüğü temelinde çözüm bekleyen laiklik sorunu, her türlü şiddetin son bulmasını sağlayacak, halkların özgür-gönüllü birlikteliğini esas alan eşitlikçi, demokratik anayasa değişikliği sorunu, halklarımızın iradesinin yansımasını sağlayacak, özgür siyasal mücadelenin önünü açacak yasal düzenlemelerin yapılması sorunları siyasal gündemin başlıca maddeleridir.
Kısacası ülkemizin demokratikleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, halklarımızın özgür-gönüllü birlikteliğinin sağlanması ve emek dünyasının adil-insanca yaşam koşullarının hayata geçirilebilmesi için bu problemlerle karşı karşıya olan tüm kesimlerin seslerini-güçlerini birleştirmeleri gerekir.
Tekel direnişindeki kararlılık ve mücadeledeki ısrar olmasaydı egemenlerin 4/C'de geri adım atması mümkün olmayacaktı.
32 yıllık Taksim ısrarı ve mücadele kararlılığı olmasaydı Taksim'in emekçiler için özgürleşmesi mümkün olmayacaktı.
Kürt halkının ve devrimci demokratik muhalefetin on yıllardır süren ısrarlı mücadelesi olmasaydı bugün hiçbir halk kendi etnik kimliğiyle anılıyor olmayacaktı. Görülüyor ki, egemenler üzerinde baskı unsuru oluşturup toplumun temel sorunları noktasında çözüme yöneltmenin yegane yolu örgütlü ve kararlı mücadeledir.
Şimdi, fillerin tepişmeleri sürerken ayaklar altında ezilen çimler olmaktan çıkma zamanıdır. Çim yerine diken olup egemenlere batma zamanıdır.
Ülkemizin demokratikleşmesi, halklarımızın kimlik haklarının tanınması ve özgür-gönüllü birliktelik temelinde adil barışın yaşamsallaşması, KCK operasyonu adı altında tutuklanan onlarca Kürt belediye başkanı ve siyasetçinin serbest bırakılıp, demokratik siyasal mücadelenin önündeki engellerin ve yasakların kaldırılıp her örgütlenmenin kendini özgürce ifade edebileceği ülke koşullarının sağlanması için tüm ezilen halklarımızın seslerini ve güçlerini birleştirme zamanıdır.
KUTUPSUZ DÜNYANIN EVRENSEL RİSKLERİ
Mihrac Ural
16 Haziran 2010
İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir.
Roma’dan, daha da eski çağlardan bu güne, dünya güçler dengesinin her dalgalanması yeni güçler dengesinin doğum sancısı olarak belirmiştir.
Kimi zaman tek kutuplu, kimi zaman çok kutuplu ya da iki kutuplu dünya güçler dengesi, kaynakları yaratılamamış harcamaların, çevreleriyle rekabette geriye düşmenin sonucu, merhamet darbesi alarak çözülmüştür; her çözülme yeni bir güç dengesinin de başlangıcıdır.
Yeni güç dengesi, sihirli değnek dokunuşuyla bir anda şekillenmiyor. Kutupsuz bir dönemden geçerek kendi denge kombinezonlarını oluşturuyor. Kıssa da olsa, bir geçiş süreci olarak güç dengelerinin en tehlikeli dönemi bu dönemdir.
Güç dengesi, tarihin hiçbir kesitinde boşluğa düşmez. Ancak büyük güç gerilerken, yerine geçecek yeni büyük güçle risk noktasında ciddi çatışmalarla yüz yüze kalabilir. Bu çatışma sonun başlangıcı değil, sonu olur. Böylesi bir sürükleniş çoğu zaman macera olarak belirir ve gerileyen büyük güçten çok, onu bu maceraya sürükleyen uzantıları, kuklaları, nüfus alanlarındaki etkinlikleri olabilir.
Dünyamız, soğuk savaşın iki kutuplu güç dengesini aşarak tek kutuplu bir dünyaya girdi. Tek kutuplu süreç, Sovyet sisteminin çöküşüyle insanlığa karşı pervasız bir kıyım, yıkım, işgal ve savaş olarak dayandı. Bu süreçte ABD, Roma gibi 1000 yıllık bir dünya hegemonyası kurma sanrısına kapıldı. Yayıldıkça yayıldı, fetih ardı fetihler yaptı ancak bu yayılış hiçbir zaman gerçekçi bir mali denge üzerine yapılmadı; çöküş kısa sürede geldi. Tek kutuplu dünya, bölgemiz Ortadoğu’da ikame edilmek istenen Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşüyle birlikte çöktü. Bölgemiz halkların direnişi bu sürece son noktasını koydu.
Dönem kutupsuz bir dönemdir. Kutupsuz dünya riskler, handikaplar dünyasıdır. Devletlerin baş belası “stratejik belirsizlik” tastamam bu dönemde anlam bulur. Ancak güç dengesi, boşluk tanımaz bir biçimde dolacaktır. Veriler işareti ise, çok kutuplu dünya güçler dengesine doğru kaymaktadır.
Ancak bu kutupsuz dönemden geçerken, gerileyen ABD ya da kuklalarının dünyayı kanlı bir baskınla yüz yüze bırakma ihtimalleri az değildir. ABD kendinden çok, kuklalarının yarattığı tehlike korkusundadır. Bu tehlikenin Uzakdoğu’da Kuzey ve Güney Kore gerginliğinde bulduğu anlam, bölgemiz açısından İsrail kaynaklı pimi çekilmiş bir bomba gibidir.
İsrail’in stratejik hesapları, İran’ın nükleer santrallerine saldırıyı yaşamsal bir gereklilik olarak belirlemiştir. ABD yaşamakta olduğu gerileme döneminde böylesi bir maceraya esir düşme kaygısında ve İsrail’in her davranışından ürküntü duyar hale gelmiştir. İsrail bu yanıyla, ABD için taşınmaz bir kambur olarak beliriyor. Bu ise, evrensel bir risktir. Bölgeyi olduğu kadar dünya barışını tehdit eden bir durumdur.
Bölgemizi ve dünyamızı, kutupsuz dünyanın güçler dengesi sürecinde insanlığı kıyıma maruz bırakacak maceralardan korumak büyük önem taşımaktadır. Bu yükümlülük öncelikle bölgemiz halklarının omzundadır. Daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük bu sürecin en önemli sigortasıdır. Bunun için ülkelerimizin demokratik açılım süreçlerinin gerçekçi tarzda derinleştirilmesi gerekmektedir. Bunu başaramamış ülkeler ve halklar evrensel riskin orta yerinde ciddi zararlarla yüz yüze gelmeye mahkumdur.
***
Soğuk savaşın bitimiyle başlayan yeni güç dengesi, tek kutuplu bir dünya yaratmıştı. Tek kutuplu dünya, evrensel ilişkileri tarihinin en riskli dönemine getirmişti. Bir çöküş dönemi, baskı, savaş ve işgallerin, kanlı kıyımların dönemi tek kutuplu dünya dönemi olarak belirdi.
Ancak bu da uzun sürmedi; yükseliş ve düşüş kanununun her büyük gücün boynuna giyotin gibi inişi ABD için de geç kalmadı. Tek kutuplu dünya hızla çökmeye yöneldi.
Varlıklarını daha çok üretime değil de daha çok yayılmaya ve savaşlara akıtan güçler, maliyeti karşılanamaz stratejilerinin altında ezilerek gerilerler. Gerileme ağır da olsa etkisini zaman içinde tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu süreç gerileyen büyük güçler açısından olduğu kadar, evrensel ilişkiler açısından da büyük bir handikap olur; tek kutuplu dünya koşullarında yeryüzünde her türden dayatmayı yapabilen büyük bir gücün ahtapot gibi yayılmış ilişki ağları onu aynı rolü oynamak için maceralara da sürükleyebilir. İstemese de başaramayacağını bilse de istemediği süreçlere çekilebilir.
Tek kutuplu dünya sona ererken ABD, dünyanın değişik bölgelerinde bu türden ilişkilerinin esiri olarak altından kalkamayacağı maceralarla yüz yüze kalma tehdidi altındadır. Uzakdoğu’da Güney Kore, Ortadoğu’da İsrail ABD için böylesi bir kumpas oluşturmakta.
TARİHTE GÜÇLER DENGESİ
İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir denebilir.
Roma’ya kadar geri dönelim, daha da eskiye (Sümer, Akad, Asur, Mısır, Hitit, Persler vd). Dünya güçler dengesinin evrensel insan ilişkilerini kapsamlıca şekillendiren bir unsur olarak rol oynadığını göreceğiz. Bu roller her zaman gelir sağlama kapasiteleriyle askeri harcamaları arasındaki dengelerce” ve komşularıyla rekabet içinde yaşanan gerileme ve ilerlemelerle şekillenmiştir. Bu dengelerin başarılı örneğini veren Roma, insanlık tarihini yüzyıllar boyunca etkilemiştir; uygarlığın gücün ya da güç uygarlığı olarak Roma’nın parmak izleri o günün yeryüzünde cereyan eden tüm ilişkileri belirliyordu. Yeni şehir kuruluşlarıyla, kültür ve askeri varoluşlarıyla Roma, tek kutuplu bir dünyanın simgesiydi. Ancak o da uygarlıkların yükseliş ve düşüş kanunlarına boyun eğeceği bir kesitle yüz yüze gelmekten kurtulamadı. Yayılmacılığını, askeri maliyetlerini karşılayacak bir fetih alanı kalmayınca Roma da çöktü. Roma, karşılanması mümkün olmayan giderlerin altında Büyük İskender’in komutanlarınca parçalara ayrıldı.
Roma’nın çöküşü sancılı bir süreçti. İç dengeler bir kez bozulunca, yeniden toparlamak imkansız gibiydi. 395’de büyük Theodosius Romanın uçsuz bucaksız topraklarını iki oğlu, Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında pay ettiğinde Roma da tarih olmuştu.
Bizans bu sürecin sonucu büyük bir güç olarak insanlık tarihinde yerini aldı; Akdeniz-Karadeniz havzaları, güneyde Suriye-Mısır-Libya, kuzeybatıda Tuna, Balkanlar yarımadası, doğuda Kürdistan, yaklaşık olarak bugünkü İran sınırlarına kadar, o günün dünyasını denetim altında tutuyordu (Aguste Bailly, Bizans imparatorluğu tarihi). İnsanlık kültür tarihini Bizans kadar etkileyen bir başka büyük güç olmadığı iddia edilir. Bu doğrudur. Ancak bu güç kendi dengeleri içinde, tarihe “Bizans oyunları” olarak geçen çürümeden kendini kurtaramamıştır; bu çürüme büyük güçlerin çöküşüne neden olan genel geçerli kuralların Bizans’ı da kapsadığını göstermekteydi. Bizans da çöktü.
Bizans’ın çöküşü, kutupsuz bir dünya güçler dengesiyle sonuçlandı. Kutupsuzluk evrensel risklerin dünyasını, kaosların handikap dünyasını kaynatan önemli bir etmendi. Büyük güç gerilerken eski etkinlik psikolojisinin maceracı sürüklenişlerinden kendini alıkoyması çok güçtür. Bizans gerileyişiyle birlikte oluşan kutupsuz dünyada, maceracı girişimlerin esiri oldu. Bu ona çevresindeki küçük güçlere, parça parça yem haline getirdi. Bu süreç Arap-İslam uygarlığının büyük güç olarak ağırlığını koymasına kadar sürdü.
Büyük güçlerin çöküş kaderi bu süreçte çöken her büyük güç açısından aynıydı; yayılmacılığın yüklediği harcamalar gelir kaynaklarıyla karşılanamadı. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.
Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci gerileme sürecidir. Bu süreç bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder.
İslam uygarlığı, 7.yy dünyasının boşluğunda büyük güç olarak yeryüzüne ağırlığını ortaya koymuştur. Bizans iç sorunlarıyla olduğu kadar, gerileme döneminde de olsa korumakla yükümlü olduğunu varsaydığı ilişkilerinin sürüklediği büyük açmazlarda hızla çöktü. İstanbul fethi, 500 yıldır büyük güç olmaktan tamamen çıkmış, küçük bir alana sıkışmış olan Bizans’ın fethiydi. Ancak bu fetih bir simgesel veri olarak Osmanlıyı büyük güç olarak tarih sahnesine çıkarıyordu.
Doğanın kanunudur, hiçbir şey vardan yok edilemez. Bizans, İstanbul fethinde (1453) bir büyük güç değildi. Bu konumunu yüz yıllar önce kaybetmişti. 8.yy ve 13.yy Arap-İslam imparatorluğundan başka hiçbir güç, bir tahta parçasını bile Akdeniz’de yüzdüremezdi. Ancak Bizans bir uygarlıktı, bir kültürel birikimdi. İstanbul’un fethi, var olan bu uygarlık birikimlerini yok edemedi, olan anavatan coğrafyasından bir göçtü. Avrupa merkezli dünyanın başlangıcı da, Reform ve Rönesans’ın yükselişi de Bizans’ın göç eden uygarlık birikimlerinin eseri olmuştur. İstanbul’un fethi Osmanlı’yı bir büyük güç olarak dünya güçler dengesinin hükümranlığına getirirken, Doğu’nun karanlık dönemleri de başlamış oluyordu.
Avrupa merkezli büyük güç dengesi 16. yüzyıldan itibaren farklı bir boyut alarak gelişti. Köleci ya da feodal uygarlıkların, talan ve gasp üzerine kurulu varoluş süreçleri; anavatanda etkin üretim süreçlerine, sanayi gelişimine, ticaretin yeryüzünü bir pazar ortaklığına götüren yeniden yapılanmayla sonuçlandı. Bu yeniden yapılanma büyük güçlerin yükseliş ve düşüşlerine ait genel geçerli kıstasları değiştirmedi, ancak araçlarında farklılıklar yarattı.
Arap-İslam uygarlığı, Roma-Bizans egemenliğini sona erdiriyordu. Moğol istilaları ise Arap-İslam uygarlığının egemenliğini çökertiyordu. Osmanlı’nın doldurduğu boşluk, Reform ve Rönesans Avrupası’yla geriletilerek büyük güç sürecini farklı figüranlarla doldurdu. Bu dönemin gücü kapitalizmin şafağında doğan ulusun gücüydü.
Ulusal güç, bugünün de güç ifadesidir. Tröstlerin, uluslararası kartellerin, tekellerin varlığı bu gerçeği hiç değiştirmedi. Kapitalizm çağı ulusal güç çağıdır. Uluslararası olan, üretimin tarzı değil siyasetin boyutudur. Bu belirlemeyi kavramak güç algısı ve dengelerini algılamak kadar önemlidir.
Bugün yaygınlığına, uluslararası pazar ilişkilerine ve etkinliklerine rağmen kapitalizm bir ulusal güçtür. Belli bir ülke, ulus, coğrafya merkezlidir. Evrensellik bu yanıyla bir uzantıdır, bağlantıdır; üretimin karakteri değildir. Küresel üretim, üretimin küresel ölçekte bilgi katılımıyla, belli bir ulusal aidiyet olmaksızın ve belli bir ulusal güç için kaynak olarak işlev görmeksizin oluşan üretimdir. Bu üretim tarzı henüz egemen değildir. Kapitalizmin kanatları altında, tıpkı kapitalizmin bir dönem feodal karlıkların kanatları altında yükselişi döneminde feodal üretim olmadığı gibidir; küresel üretim tarzı, kapitalizmin kanatları altında büyüme, olgunlaşma dönemindedir. Bu dönemin sonucu yenidünya güçler dengesiyle de sonuçlanacaktır. Ancak bugün dünya güçler dengesini belirleyen, hala ulusal güç olmaya devam etmektedir.
20.yy’a girerken geçmişin birikimleri üzerinde yükselen ulusal güç, 19.yy içinde kendine özgü bir dünya güçler dengesi şekillendirmiştir.
Bu sürecin önemli bilinmesi gereken ve konumuzun ana temasını oluşturan verileri şunlardır:
Birincisi; Büyük güçlerin çöküş kaderi, çöken her büyük güç açısından aynıdır: yayılmacılığın yüklediği harcamaların gelir kaynaklarıyla karşılanamaması. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.
İkincisi; Büyük gücün çöküşü birden bire olmaz. Dünya güçler dengesi büyük gücün çöküşüyle birlikte bir kutupsuz dünya ortamına girer. Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci bu süreçtir; bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder. Bu süreç aynı zamanda insanlığa acımasız kıyımları dayatan kırılma sürecidir. Bu süreç, sıradan bir küçük gücün, gerileme sürecindeki büyük gücü yıkımlara sürükleyebileceği dengesiz ortamları yaratır.
DÜNYANIN DEMOKRATİK DENGESİ
19.yy sanayi devriminin sonuçlarınca oluşan dünya güçler dengesi, İspanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Avusturya-Macaristan, Almanya emperyalist çıkar mücadelelerinin I.Dünya Savaşı’yla sonuçlanan Mihver – Müttefik güçlerince şekillenmişti.
20.yy Sovyet devrimi, güçler dengesine yeni bir açı kazandırdı. Reform ve Rönesansın çok kutuplu dünyası, bir anlamıyla açılımın, ucu açık özgürlüklerin, bırakınız yapsınlarda anlam bulan liberalizmin öncülüydü. Ulusların gücü dünya güçler dengesini oluştururken, yerkürenin yeni alanları da üretim ve pazar sürecine etkin olarak katılıyordu.
Avrupa çok kutuplu güç dengesini sömürge ve pazar paylaşımlarında yeniden düzenlemeye yönelirken, insanlığa dayatılan akıl almaz savaşların yıkım bilançosu, ancak iki dünya savaşının ardından gergin bir dengeyle istikrar kazanıyordu. İki kutuplu dünya bunun bir sonucudur.
20 yy çok kutuplu süreçten iki kutuplu sürece, insanlık tarihinin en demokratik ve en büyük özgürlük hareketlerine zafer kapılarını açan bir yüzyıldı.
Mazlum ülkelerin, halkların insanlık tarihinde yeni bir aşamayı ifade eden yeni türden bir siyasal egemenliğin gücüyle daha çok özgür olmaya ve daha çok hak talebiyle demokratik süreçlerini kurmaya çalışan halkların ayağa kalktığı bir yüzyıldı. Küçük ve mazlum uluslar, bu yüzyılda her türden baskıya, sömürü ve sömürgeci girişimlere karşı mücadele edebilmiş, bu mücadeleyi uluslararası ölçekte ve devletler topluluğu nezdinde destekleyecek bir etkinlik bulmuştu. Sovyet devrimi bunu sağlayan en önemli faktör olarak tarih sahnesindeki yerini alıyordu.
II. Dünya Savaşı, emperyalist güçler arası bir pazar paylaşım savaşı olarak gelip dayatınca, Alman emperyalizmi savaşın ana amaçlarından biri olarak Sovyet sistemini ve egemenliğini yıkmayı amaçlamıştı (Barbarosa Harekatı 22 Haziran 1941). Savaşın müttefik güçleri ise bu süreci sonuna kadar gözleyerek Sovyetlerin yıkılmasını beklemişti. Savaşı ters yüz eden Sovyet başarıları, müttefiklerin savaşa daha çok asılmalarını tetikledi ve Nazi yayılmacılığının önünü kesmeye götürdü.
II. Dünya Savaşı bitiminde Berlin’de yüz yüze gelen ve Alman başkentini ikiye bölen ordular, aynı zamanda dünyanın iki kutuplu bir güç dengesine yönelimini de belirlemiş oldular. Yarım asırlık dünya tarihi (1945-1990) iki kutuplu bir dünya olarak, insanlığın evrensel ilişkilerini belirleyen süreci açmış oldu.
Dünyanın demokratik dengesi denebilecek süreç burada başlar; bir yanda Sovyetler, diğer yanda emperyalist güçler; bir yanda Varşova Paktı diğer yanda NATO Paktı, yeryüzündeki ilişkileri belirleyen dengeleri üretiyordu. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde herhangi bir nedenle ortaya çıkan irili ufaklı her olay ve sorunda gözü kapalı tutum alınan bir süreç böyle oluştu. Sağcılar-solcular çağı, Fransız Devrimi parlamentosundan arta kalan haliyle bu kesitte yeniden güncellenmiş oldu. 1917 Sovyet devrimiyle başlayan, yaklaşık 100 yıllık bir süreçte saflar böylesi bir güç dengesinin ürünüydü.
Dünya güçler dengesinin bu serüveni, ekonomik zemin üzerinde genel geçerli soyutlamalarla ifade edilebilir. Bu yaklaşımın üzerine oturduğu olguları ekonomik zeminde irdeleme algısı, kaba bir determinist yaklaşımın her şeyin belirlediği anlamına gelmez. Bu sonuçları etkileyen ve tetikleyen birçok unsur bulunuyor; jeo-stratejik konum, örgütlenme, özgürlük istencinde anlam bulan bir dizi siyasi haklı talebin etkisi, ulusun sorunları karşısında gösterdiği refleksler vb önemli rollere sahiptir. Sovyetlerin yükselişinin iki kutuplu dünya güçler dengesinin oluşumunda bu türden verilerin önemle rol oynadığını görmek güç değildir.
II. Dünya Savaşı’nın ardından soğuk savaş dönemi açılışını yaptı (18 Mart 1949). Yeryüzünde eşi görülmemiş bir kutuplaşma dönemi açılmış oldu. Her şey ak ve karaya büründü. Kapitalizmin pazar açılımlarıyla, nüfus alanları ve etkinlikleriyle tarihte eşine rastlanmayan lojistik destekleriyle süren amansız bir savaş; yer yer sıcak çekişmelere sahne olan (Kore Savaşı), yer yer nükleer savaşın eşiğinden dönülen (Küba olayı) bir süreç.
Bu süreci, yıllar önce yazdığım makalelerde şöyle ifade ettim “Soğuk Savaş, Amerika senatosunda 18 Mart 1949’da okunan Kuzey Atlantik anlaşması bildirgesiyle resmen başlamıştır” (Mihrac Ural,10 Haziran 1999, makale; Soğuk Savaşın Sonu )
Bir başka makalemde de “NATO, Amerikan Dışişleri Bakanlığının, 18 Mart 1949 tarihinde okuduğu Kuzey Atlantik Antlaşması’yla kurulmuştur. Kuruluş için yapılan çalışmalar sırasında önemli muhalefet şerhleriyle karşılaşmıştır. En dikkat çekici olanı, Amerikan Senatörü Robert A. Taft’ın kongredeki tartışmalarda söyledikleriydi. “Kanımca dünya barışını korumak yerine bir üçüncü dünya savaşını getirecek bir anlaşmaya oy kullanamam”. İşte bu kaygı, 50 yıl sonra her şeyin lehlerine çözüldüğü açığa çıktıktan sonra, senatörün sözleri gerçeğe dönüşüyor gibidir. Ola ki bir dünya savaşı çıkmayacaktır. Ancak büyük bir savaş tehlikesi bu gün gelip çatmış gibidir. Bugün, Sırplara yöneltilen saldırının dar boyutlu kalmayacağı açıktır.
NATO, kuruluşundan bu yana soğuk savaş üzerine kendini sistematize etmiştir. Bunu sürdürmüş ve bu psikolojik ortamın ürünleriyle beslenerek gelişmiştir. Bu teşkilatın, en büyük yalanlarından biri sosyalist bloğa karşı kurulduğu iddiasıdır. Daha sonra geliştirilen ve tüm örtüleri bu yamalı bohçadan üretilen komünizme karşı olma iddiası, öncelikle tarihle çelişkiliydi. Zira Varşova Paktı 14 Mayıs 1954’te kurulmuştur; NATO’nun kuruluşundan tam beş yıl sonra. Üstelik Varşova Paktı, NATO’nun hızla belirginleşen Sovyetleri kuşatma, sosyalist ve halk iktidarlarını kıskaca alma girişimlerine 23 Ekim 1954 tarihli Paris toplantısında NATO’nun Batı Almanya’yı da içine alma girişiminin kışkırtıcı tecavüzü sonucu kurulmuştur. Bu yanıyla NATO, baştan itibaren soğuk savaşın tek taraflı mimarı ve ilk mütecaviz taraf olarak işe koşulmuştur. Bugün, Sovyet sistemi ekonomik, sosyal ve siyasal olarak çökmüş olmasına karşın, NATO’nun yaşatılma ve yeni görevler üstlendirilme ısrarı buna yeterli bir gösterge olsa gerek.
NATO’nun başlattığı soğuk savaş, 90’lı yıllarla birlikte aşağı doğru çekilerek etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler, müttefiklerin rakiplerinden geriye kalanlara son darbeyi vurma fırsatı yaratmış oldu. Bunun ardından, Körfez Savaşı’yla kontrol ettikleri, tepkilerini ölçtükleri karşıtlarını en hassas yerlerinden vurarak, dengeyi kayıtsız şartsız lehlerine çevirmeyi hedeflediler. Soğuk savaş dönemi boyunca 90’lı yıllara kadar, NATO’nun tüm dünyayı kapsayan sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri kuşatma Sosyalist Bloğu ağır maliyetler altına alarak çökmeye kadar götürdü. Ancak bu çöküş geride dev bir askeri aparatın kalmasını engelleyemedi. Bu da NATO’nun var oluş gerekçesinin en önemli bahanesiydi.
Alt yapısı tamamıyla çökertilen sosyalist bloğun elindeki son etkinliğin de alınması gerekiyordu. Dünyanın demokratik dengesini sağlayan iki blok çekişmesi yok edilerek tekelci, tek boyutlu bir “Yeni Dünya Düzeni” oluşturulmaktaydı. ABD, bu yeni sistemin, Ortaçağların egemen imparatorluklarını aratmayacak hükümranı olarak, karşısında hala ayakta durarak direnen ve etkinlik oluşturan sosyalist blok artığı askeri güce diz çökertmeyi “son engelin aşılması” olarak değerlendirmektedir. Nitekim bunun ilk yoklamaları münferit hadiselere müdahale ederek, Liberya’dan Panama’ya, Libya’dan Lübnan’a, değişik alanlardaki irili ufaklı askeri müdahalelerle yapılmıştır. Ve sonunda Körfez Savaşı’yla nitelik bir sıçrama yapılarak son durağa gelinmiştir. Körfez Savaşı son düellonun ilk adımıydı. Bu, geçmişi sosyalist blok yanlısı olan üçüncü dünya ülkelerinin arkasındaki desteğin bittiğini dünyaya ilan etmek kadar, sosyalist sistem artığı Rus askeri varlığının ölüm döşeğinde olduğunun da bir işareti olacaktır. Buradan aralanacak kapılar, dev boyutlu karlı ekonomik yatırımlar anlamına gelecektir. Bu tür adımlar, Birleşmiş Milletler kararının meşruiyeti adı altında yapıla geldi.” (Mihrac Ural, 25 Mart 1999, Makale; Soğuk Savaşın Son düellosu NATO-SIRP Savaşı )
Bu süreç zorluklarına, insanlığı üç kuşak boyunca kaskatı hale getirmesine, tarihin en büyük silahlanma yarışının dayatılmasına karşın; mazlum halkların, ülkelerin nefes alma çağıydı. Mazlum halkların, birleşik emperyalist vahşet karşısında yalnız olmadığının ve hak alabilme şansını kullanabileceğinin bilincine vardığı bir çağdı. Geri ülkelerin ulusal kurtuluş savaşlarını yükseltebilmeleri de dünya güçler dengesinin iki kutuplu olmasıyla yakından ilgilidir. Ancak büyük güçlerin çöküşüne ait kanun burada da giyotin gibi işlemeye başladı. Kaynakları kısıtlı olanlar, kaynakları daha geniş olanlar karşısında gerilemekten kurtulamadı; İspanyol denizcilerinin söylediği gibi “zafer en son escudo kimdeyse onundur” .
Sovyetlerin çöküşüdür bu (1990).
Yugoslavya’nın parçalanmasıyla soğuk savaş son nefesini verdi. Sovyetler, nüfus alanlarına son hamlelerinde taraf olamayacak kadar takatten düşmüştü; sürecin alacağı yeni şekillenişe boyun eğmekten başka bir seçeneği de bulunmuyordu. Yeryüzünü tek kutuplu vahşetin rahmeti kaplamış oldu. Öyle ki, BM teşkilatı bile ABD’de anlam bulan tek kutuplu dünyanın kukla kurumu haline gelmiş oldu. II. Dünya Savaşı’nın bir eseri olan BM, kimsenin hakkını koruma durumunda olmayan, güçlünün dünya ölçeğindeki dayatmalarını tasdik etmekten başka işlevi olmayan bir kurum haline gelmiş oldu.
GLOBAL DEVLET TERÖRÜ
Tek kutuplu dünya güç dengesi, kalıcı bir özellik değildi. Bilginin, teknolojinin, sermaye dönüşümünün, kaynakların akıl almaz bir hızla eşitsiz ve dengesiz geliştiği bir koşulda yeryüzünde tek kutuplu oluşumu besleyebilecek bir kaynak olamazdı. Hitler Almanyası’nın, 1000 yıllık Nazi egemenliği rüyasının çöküş hızına benzer bir hızla ABD’nin tek kutuplu egemenliği çökmekten kurtulamadı.
II. Dünya Savaşı’nın ardından askeri yayılmanın, savaşların, böl yönet ve yıkımların getirip biriktirdiği kaynak sorunları 1990 sonrası tek kutuplu dünyanın yükleriyle kaldırılamaz hale geldi. 11 Eylül gerekçesiyle, yeniden fetih hareketine girişen ABD, 1000 yıllık egemenlik kurgusunu pompalayan yeni muhafazakar çevrelerin esiri olarak, karanlıkların içinde insanlığa pervasız bir ölüm dayatmıştı. Bu süreci yıllar önce yazdığım bir makalede şöyle dile getirdim:
“Global devlet terörü, dolaysız olarak dünya ölçeğinde ABD tarafından temsil edilip yürütülmektedir. Bu terör şirketinin bölgemizdeki pazarlamacısı ise İsrail devletidir. Öyle ki, İsrail bugün insanlığın ezici çoğunluğunun bilince çıkartarak açığa vurduğu gibi, dünya istikrarını tehlikeye düşüren bir numaralı ülke konumundadır. Bu iki ülke arasındaki terör üretim birliği, ABD’de yeni muhafazakarların (neo-con) Yahudi kökenli şahinler ekibiyle iktidar olmasından sonra, çok ilkel bir mistik dini kader ve değer birliği etrafında hedef birliği haline dönüşmüştür.
Cumhuriyetçisiyle, demokratıyla ABD yönetimleri, İsrail’i stratejik bir ortak olarak görür. ABD yönetiminde dizginleri eline alan şahinler ekibinin temel kadrolarının Yahudi kökenli olması, Maliye bakanı ve ABD Merkez Bankası başkanının da ayni kökenden olması ve dev medya tröstlerini elinde tutanların da bu kökten gelmesini bir arada irdelediğimizde bu ortaklığın gücü daha iyi anlaşılmış olur. 1996’da hüküm süren azılı terörist Bünyamin Netanyahu hükümetine stratejik palanlar hazırlayan D. Feith, Karanlıklar Prensi R. Perle, P. Wolfowitzz, E. Abrams gibi Afganistan ve Irak işgalinin planlayıcılarının aynı planları Bush yönetiminin 2003 ABD stratejik planları olarak kabul ettirmesi, bu dayanışmanın ne tür boyutlar aldığını anlamamıza yardımcı olacak mahiyettedir. Ayrıca, Neo Conlar bu ortaklığı tanrısal bir vahinin mutlak yasası olarak bir üst boyutta algılar. Hıristiyan olarak yeniden doğan, hidayete eren ABD başkanı Bush kendisini (bu tanımlama gençliğine her türden yanlışı yapıp tövbe eden kiliseye kendini adayanlar için kullanılır), kutsal kitabın ilkel yorumlarından bir türünün gereği ve mensup olduğu Evanjelik mezhebi inancına göre, Mesih’in zuhur edeceği çağın başlaması için gerekli olan Tevrat’ın “büyük İsrail” ütopyasını gerçekleştirecek tanrıdan vahi almış misyon adamı olarak görmektedir.
Bu ilahi hak gereği de ABD ve İsrail’in çıkarları ile Batı değerleri arasında bir çelişki kalmadığı söylenerek, insanlığa karşı işlenecek her türden suçun (siz bunu terör olarak okuyun) mubah olduğu, suçlanamayacağı belirtiliyor. Böylece Irak halkı istemese de devletleri yıkılıp toprakları işgal edilerek insanları her gün onlarca katledilerek, “demokrasi” götürülmesi hak yolunda bir çaba olarak görülür.
Aynı şey, İsrail’in Filistin Arap halkına çektirdikleri de bu kutsal hizmetin sınırlarını genişletmek anlamına gelir. İnsanı çileden çıkartacak bu iddiaları devlet terörüyle her an eyleme dönüştürenlere karşı tepki olarak beliren terör, özelikle de İslam alemindeki kimi çevreler nezdinde meşru görülüp taraftar toplaması kaçınılmaz olur. Burada soru, bu yıkım tezgahlarına karşı nasıl da daha korkunç terör türleri üretemediğine şaşılır; verilerin bu yöne işaret ettiği ise yadsınamaz. 11 Eylül 2001’de New York’ta, kısa süre önce Fas’ta, Endonezya’nın Bali adasında, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta ve bu gün İstanbul’da gündeme gelen terör eylemleri bu gelişmeye birer örnek teşkil etmektedir. Ve ne hikmetse, ABD ve İsrail nerede ve nasıl terörü yok etme adına giriştiği her adımda, ABD Afganistan ve son olarak Irak’ta, İsrail Filistin topraklarında, Cenin’de, Gazze’de, karşısında daha da acımasız bir global terör ve daha haklı ve direngen bir halk hareketiyle karşı karşıya kalmıştır.” ( Mihrac Ural, 16 Kasım 22003, makale; “Terör Bir Sonuçtur” )
Tek kutuplu dünya güç dengesi bölgemizde kırıldı. Yeni dünya düzeni adı altında Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü, Afganistan, Irak savaşları ardından Lübnan Savaşı’nda noktalandı (12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan saldırısı ve 33 günde çöken umutlar). 15 yılda çöken ve gerileyerek bugünkü kutupsuzluğa uzanan dünya güçler dengesinde riskler, geçmişten çok daha tehlikeli handikaplar yaratarak insanlığı tehdit eder hale geldi.
Soğuk savaşın gerginlik içinde barış diye özetlenebilecek süreçleri, tek kutuplu ABD hegemonyasıyla insanlığı kanlı süreçlerle yüz yüze bıraktı. Artık suni ya da gergin dengeler değil; kırılan dengeler, son düellolar, “Yaratıcı Anarşi”, “Aktif Savunma”, “Önleyici Darbe”, “Temiz Eller Operasyonu” gibi insanlığa karşı işlenen suçlarında anlam bulan önü alınmaz bir saldırı dönemi açılmıştı.
Her yükselişin düşüşü yaklaşık aynı nedenlerle ABD içinde gerçek oldu. Askeri işgal yaygınlığının emdiği sonsuz olanaklar, yanlış mali politikaların geri dönmeyen kredileri ve patlak veren ekonomik krizlerle Bush dönemi kapanırken tek kutuplu dünya; çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde kutupsuz bir güç dengesine gelip dayanmıştır.
ABD artık çekiliyor. Ağır bir hezimet alarak çekiliyor. Hiçbir askeri girişimi, istediği hiçbir siyasal sonucu yaratamadı. II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu askeri egemenlik, her uygarlığın askeri boyutta yönelimiyle birlikte, varlık kaynaklarını tüketmesi sonucuyla yüz yüze kaldı. Obama yönetiminin stratejileri, yıkılan 15 yıllık imparatorluğun geri çekilirken ayakları üzerinde nasıl döneceğinin kurgularıyla meşguller. Bu da çok riskli süreçlerden geçerek gündemdeki tedirginliği korumaktadır.
ABD gerileyen bir güç. Ancak bu bitmiş bir güç anlamında değildir. Amerikan aklı saldırgan, atak, pervasız bir okyanus ötesi güçtür. Gerilemesi, evrensel ölçekteki prestiji için bir şey yapamayacak hale geldiği anlamına gelemiyor.
İSRAİL EVRENSEL BİR RİSKTİR
İsrail devleti bir terör devleti olarak, bölgemize yapılan tarihsiz ve bir o kadar talihsiz dayatmadır. II Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın işlediği insanlık suçlarına karşılık ödenen bir kefaret fidyesidir. Üstelik, fidyeyi Avrupalılar değil, Filistinliler ödemiştir. İsrail devleti, Filistin halkının anavatan toprakları üzerine konumlandırılmış, zorunlu ve psikolojik baskıların göçleriyle belli bir nüfusa da kavuşturularak tarihte eşine ender rastlanan bir devlet olarak konumlandırılmıştır.
Bu devlet, II. Dünya Savaşı’nda eğitimli, deneyimli subay ve askerlerin Siyonist ideolojiyle kuşatılmış algılarının omzunda yükseldi. II. Dünya Savaşı’nın deneyimli pilotları, hatta generalleri savaş artığı en güçlü silahlarla Siyonist İsrail ordusunu kurdu. Toplumların tarihsel evrim süreçlerine ait bir arka plana sahip olunmadan dayatılan bu kuruluş bölgemizin olduğu kadar, dünyanın da en büyük ve en karmaşık sorununu yaratmıştır. Bu aynı zamanda evrensel barışın en zayıf halkası olarak beliren bölge sorunlarımızın da temelidir.
İsrail devleti bir savaş devleti olarak kuruldu. Bir terör devleti olarak da yaşamını sürekli savaş ortamı teorisiyle sürdürdü. Bu varoluş tarzı yayılmacı dokusuyla Siyonizm ürünüdür demek yanlış olmayacaktır.
Siyonizm emperyalist bir siyasal perspektiftir. İngiliz emperyalist sermayenin anavatanında Yahudi sermayesinin ortaklığıyla düşünsel olarak şekillenip büyümüştür; kadim Yahudi söylenceleriyle, Tevrat’ın müphem hikayeleri kaynaştırılarak, ilgisiz olduğu Yahudi halkının kutsal umut platformu haline getirilmiştir. Siyonizm bu karakteriyle yayılmacı bir düşüncedir, II. Dünya Savaşı’nın kanlı kıyım cephelerinden gelen savaşçı güç ve askeri aparatlarla soğuk savaş dönemini, bölgemizde II. Dünya Savaşı’nın devamı olarak sürdürmüştür.
Anavatan algısından yoksun, başka bir halkın toprakları üzerinde zorla dayatılmış, savaş ve yayılmacılığı Siyonizm adı altında amaç edinmiş bu devletin, bölgemizde hiçbir ortak tarihi olmaksızın konuşlanması, bölgeye kaçınılmaz olarak kesintisiz bir savaş hali içinde yaşamayı getirmiştir. Güvenlik doktrini da buna göre şekillenmiştir; “Siyonistin siyonistten başka dostu yoktur, baki kalan herkes düşmandır” tezi Yahudi halkına da dayatılmış kesintisiz savaş kefaretidir. Yahudi halkının tarih içinde çekip geldiği acıların bu tarz yöneticiler elinde bulduğu anlamın bu gün de yeni acılara doğru yelken açtığına önemli bir göstergedir.
İsrail devleti aynı zamanda ırkçı bir Nazi devletidir. Filistin halkına ve insanlığa karşı işlediği cürüm Nazileri çoktan geride bırakmıştır. Bu yöntemlerle kurgulanmış İsrail devleti varlığını kaçınılmaz olarak dış güçlere dayamaya mahkumdur. Bu da bölgemizde emperyalist güçler adına ne türden işlevler üstlendiğini göstermeye yeterlidir. Bölgemizde ikamesi başarılamayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Lübnan Savaşı’yla (12 Temmuz 2006) yıkılması ardından, daha da tehlikeli maceralar için hazırlıklara yöneldiği tespit edilmektedir.
Kutupsuz dünya güçler dengesinin benzer riskli ülkelerinden biri de Güney Kore’dir. Kore soğuk savaşın en sıcak alanı olarak bu gün de varlığını sürdüren gergin dengelerin alanıdır. Yarım asrı aşan savaş hali, hala geçerliliğini bir kıvılcım bekler haliyle sürdürmektedir. 26 Mart 2010 tarihinde batırılan Güney Kore savaş gemisiyle ilgili gündeme gelen sorunun yarattığı risk, gerilemekte olan büyük güçleri de sert tutumlar almaya sürükleyebilecek ortamları yaratabilmektedir. Bu risk bir dünya savaşı anlamına gelmese de evrensel bir kaosa yol açabilir.
Bölgemizde Siyonist İsrail, her yönüyle böylesi kaosların, risklerin maceracı sürüklenişlerin katıksız temsilcisi olarak durmaktadır. Bin kez başarsa da bir kez yenildiğinde her şeyiyle tarihe gömülecek böylesi tarihsiz ve köksüz savaş kışkırtıcısı devletlerin kaybedecekleri bir şey olmadığı düşüncesiyle, insanlığa büyük zararlar vermekten çekinmeyecekleri açıktır.
ABD’nin tarih serüveninde bir yayılmacı güç olarak insanlığa neler dayattığı ve hala bunu sürdürdüğünü göz önüne alırsak İsrail yayılmacılığının, güvenlik doktrininde anlam bulan sürekli savaş hali, bu riski yakın bir gerçek olarak dayattığından söz etmemiz abartılı olmayacaktır.
İsrail, Araplarla yaptığı tüm savaşları başlatan taraf olarak, büyük ölçüde çevresini sindirmiş bir askeri güçtür. Nükleer güç sahibidir. Bu güç nötron bombası üretebilecek teknik ilerlemeler kaydetmiş, yeryüzünün dördüncü askeri kuvveti olarak kendini konumlandırmıştır. Bunun verdiği cahil aymazlığıyla, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin sonu gelmez lojistik desteğiyle, güvenlik doktrininin her farklılığı, bölgenin yükselen her gücünü kendi stratejik varoluşuna bir tehlike olarak algılamaktadır. İran bu açıdan İsrail tarihinin kayda değer, en tehlikeli düşmanı olarak algılanmaktadır.
YÜKSELEN GÜÇLER
Makalemin konusu kutupsuz dünyada evrensel risklerdir. Ancak tek kutuplu dünyanın çöküşü ardından oluşan kutupsuzluğun sürekli olmayacağını belirttim. Bu boşluğun, çok kutuplu bir dünya güçler dengesine doğru gittiğini ifade etmek yanlış değildir.
Çin, Hindistan, Brezilya, İran yeniden Rusya gibi ülkelerin farklı kombinezonlarda oluşturacakları etkinlik dünya güçler dengesinin şekillenişini sağlayacaktır.
İran’ın orta ölçekli bir güç olarak bölgemizdeki yükselişi, dünya güçler dengesi içinde nasıl bir konumlanışı getireceği ayrı bir tartışma konusudur. İran kendi yerini yakın geleceğin güçler dengesindeki şekillenişte alacağı ise tartışma götürmez bir gerçektir.
Makalemizin konusu açısından İran’ın yükselişi, İsrail’in gerileyen ABD gibi büyük güçleri tehlikeli bir maceraya sürükleme arzusuyla ilgilidir.
İran, kararlılığıyla, yükselen gücüyle, kapsadığı etki alanı ve kaynaklarıyla bölge tarihinin en önemli gücü haline gelmiştir. İran, tarihin derinliklerinden gelen bir uygarlık gücüdür de. 2500 yılı aşkın hiçbir güç tarafından istila edilememiş bir ülke psikolojisiyle bölgede inatçı bir dik duruşla yoluna devam etmektedir. Dünyanın “orta ölçekli” denilen büyüme eğilimi içinde çevresiyle kudretli bir varlığa dönüşebilecek bir güçtür. İsrail Siyonistlerinin uykularını kaçıran bu güç, binlerce km uzakta olmasına karşın insanlığa karşı İsrail’in işlediği suçlara sessiz durmama kararlılığı da göstermektedir. Bölgemizde ne bir pakt ne de bir cephe anlamına gelmeyecek; ancak ortak paydalar, ortak ve eşit kazınım için bölge halklarını bir araya getiren bir dizi gelişmenin orta yerinde de İran durmaktadır. Bütün bu veriler İsrail için diz bağlarının çözülüşü anlamına gelmektedir.
İsrail özellikle ABD’nin bölgemizde hızla gerileyen bir güç olmasının farkındadır. Bu gerileme bir kaçışa dönüşmüştür. ABD çıkarları açısından bölgemiz birinci sırada bir bölge değildir. Daha geridedir. Bu açıdan ABD’nin bölgemizde kayıplarıyla kazançları arasında bir denge bulmak güçtür. ABD her zaman kaybeden taraf olmuştur. Direnen halklar bunu sonuna kadar da takip etmektedir. Bu tabloda, İsrail’in bölgeden askeri olarak da çekileceği açık hale gelen ABD’yi ısrarla İran’a karşı bir savaşta maceraya sürükleme şehvetiyle yanıp tutuştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
SONUÇ:
Bölgemiz ve dünyamızın böylesi tehlikeli bir süreçten geçtiğini belirlemek, tutumumuz açısından, yükümlülüklerimiz açısından çok büyük öneme sahiptir. Bu bir mesajdır da. Bölgemizde antidemokratik güçlerin oluşturduğu tehlike, bu güçlerin yerli olmamalarıyla da yakından ilgilidir. Egemenlik alanında halkın demokratik haklarını gasp ederek baskıyla hüküm sürme ısrarında olanlar bu riskin üreticisidirler. Bu risk evrenseldir. Dünya barışını bölge barışı kadar tehdit etmektedir.
İsrail’in insanlığa karşı oluşturduğu şer, büyük güçleri istekleri dışında da bir kaosa sürükleyebilecek cinstendir. Bu savaş ve terör devletine karşı tutum almak sadece Filistin halkının haklı davasına insanlık onuru adına destek olmak demek değildir. Bu tutum; doğamızı ve insani ilişkilerimizi korumak, adil ve eşit bir dünyada barış içinde yaşamak ve gelecek kuşaklarımızın yaşam garantisi için de zorunludur.
16 Haziran 2010
İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir.
Roma’dan, daha da eski çağlardan bu güne, dünya güçler dengesinin her dalgalanması yeni güçler dengesinin doğum sancısı olarak belirmiştir.
Kimi zaman tek kutuplu, kimi zaman çok kutuplu ya da iki kutuplu dünya güçler dengesi, kaynakları yaratılamamış harcamaların, çevreleriyle rekabette geriye düşmenin sonucu, merhamet darbesi alarak çözülmüştür; her çözülme yeni bir güç dengesinin de başlangıcıdır.
Yeni güç dengesi, sihirli değnek dokunuşuyla bir anda şekillenmiyor. Kutupsuz bir dönemden geçerek kendi denge kombinezonlarını oluşturuyor. Kıssa da olsa, bir geçiş süreci olarak güç dengelerinin en tehlikeli dönemi bu dönemdir.
Güç dengesi, tarihin hiçbir kesitinde boşluğa düşmez. Ancak büyük güç gerilerken, yerine geçecek yeni büyük güçle risk noktasında ciddi çatışmalarla yüz yüze kalabilir. Bu çatışma sonun başlangıcı değil, sonu olur. Böylesi bir sürükleniş çoğu zaman macera olarak belirir ve gerileyen büyük güçten çok, onu bu maceraya sürükleyen uzantıları, kuklaları, nüfus alanlarındaki etkinlikleri olabilir.
Dünyamız, soğuk savaşın iki kutuplu güç dengesini aşarak tek kutuplu bir dünyaya girdi. Tek kutuplu süreç, Sovyet sisteminin çöküşüyle insanlığa karşı pervasız bir kıyım, yıkım, işgal ve savaş olarak dayandı. Bu süreçte ABD, Roma gibi 1000 yıllık bir dünya hegemonyası kurma sanrısına kapıldı. Yayıldıkça yayıldı, fetih ardı fetihler yaptı ancak bu yayılış hiçbir zaman gerçekçi bir mali denge üzerine yapılmadı; çöküş kısa sürede geldi. Tek kutuplu dünya, bölgemiz Ortadoğu’da ikame edilmek istenen Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşüyle birlikte çöktü. Bölgemiz halkların direnişi bu sürece son noktasını koydu.
Dönem kutupsuz bir dönemdir. Kutupsuz dünya riskler, handikaplar dünyasıdır. Devletlerin baş belası “stratejik belirsizlik” tastamam bu dönemde anlam bulur. Ancak güç dengesi, boşluk tanımaz bir biçimde dolacaktır. Veriler işareti ise, çok kutuplu dünya güçler dengesine doğru kaymaktadır.
Ancak bu kutupsuz dönemden geçerken, gerileyen ABD ya da kuklalarının dünyayı kanlı bir baskınla yüz yüze bırakma ihtimalleri az değildir. ABD kendinden çok, kuklalarının yarattığı tehlike korkusundadır. Bu tehlikenin Uzakdoğu’da Kuzey ve Güney Kore gerginliğinde bulduğu anlam, bölgemiz açısından İsrail kaynaklı pimi çekilmiş bir bomba gibidir.
İsrail’in stratejik hesapları, İran’ın nükleer santrallerine saldırıyı yaşamsal bir gereklilik olarak belirlemiştir. ABD yaşamakta olduğu gerileme döneminde böylesi bir maceraya esir düşme kaygısında ve İsrail’in her davranışından ürküntü duyar hale gelmiştir. İsrail bu yanıyla, ABD için taşınmaz bir kambur olarak beliriyor. Bu ise, evrensel bir risktir. Bölgeyi olduğu kadar dünya barışını tehdit eden bir durumdur.
Bölgemizi ve dünyamızı, kutupsuz dünyanın güçler dengesi sürecinde insanlığı kıyıma maruz bırakacak maceralardan korumak büyük önem taşımaktadır. Bu yükümlülük öncelikle bölgemiz halklarının omzundadır. Daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük bu sürecin en önemli sigortasıdır. Bunun için ülkelerimizin demokratik açılım süreçlerinin gerçekçi tarzda derinleştirilmesi gerekmektedir. Bunu başaramamış ülkeler ve halklar evrensel riskin orta yerinde ciddi zararlarla yüz yüze gelmeye mahkumdur.
***
Soğuk savaşın bitimiyle başlayan yeni güç dengesi, tek kutuplu bir dünya yaratmıştı. Tek kutuplu dünya, evrensel ilişkileri tarihinin en riskli dönemine getirmişti. Bir çöküş dönemi, baskı, savaş ve işgallerin, kanlı kıyımların dönemi tek kutuplu dünya dönemi olarak belirdi.
Ancak bu da uzun sürmedi; yükseliş ve düşüş kanununun her büyük gücün boynuna giyotin gibi inişi ABD için de geç kalmadı. Tek kutuplu dünya hızla çökmeye yöneldi.
Varlıklarını daha çok üretime değil de daha çok yayılmaya ve savaşlara akıtan güçler, maliyeti karşılanamaz stratejilerinin altında ezilerek gerilerler. Gerileme ağır da olsa etkisini zaman içinde tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu süreç gerileyen büyük güçler açısından olduğu kadar, evrensel ilişkiler açısından da büyük bir handikap olur; tek kutuplu dünya koşullarında yeryüzünde her türden dayatmayı yapabilen büyük bir gücün ahtapot gibi yayılmış ilişki ağları onu aynı rolü oynamak için maceralara da sürükleyebilir. İstemese de başaramayacağını bilse de istemediği süreçlere çekilebilir.
Tek kutuplu dünya sona ererken ABD, dünyanın değişik bölgelerinde bu türden ilişkilerinin esiri olarak altından kalkamayacağı maceralarla yüz yüze kalma tehdidi altındadır. Uzakdoğu’da Güney Kore, Ortadoğu’da İsrail ABD için böylesi bir kumpas oluşturmakta.
TARİHTE GÜÇLER DENGESİ
İnsan topluluklarının evrensel tarihi güçler dengesinin tarihidir denebilir.
Roma’ya kadar geri dönelim, daha da eskiye (Sümer, Akad, Asur, Mısır, Hitit, Persler vd). Dünya güçler dengesinin evrensel insan ilişkilerini kapsamlıca şekillendiren bir unsur olarak rol oynadığını göreceğiz. Bu roller her zaman gelir sağlama kapasiteleriyle askeri harcamaları arasındaki dengelerce” ve komşularıyla rekabet içinde yaşanan gerileme ve ilerlemelerle şekillenmiştir. Bu dengelerin başarılı örneğini veren Roma, insanlık tarihini yüzyıllar boyunca etkilemiştir; uygarlığın gücün ya da güç uygarlığı olarak Roma’nın parmak izleri o günün yeryüzünde cereyan eden tüm ilişkileri belirliyordu. Yeni şehir kuruluşlarıyla, kültür ve askeri varoluşlarıyla Roma, tek kutuplu bir dünyanın simgesiydi. Ancak o da uygarlıkların yükseliş ve düşüş kanunlarına boyun eğeceği bir kesitle yüz yüze gelmekten kurtulamadı. Yayılmacılığını, askeri maliyetlerini karşılayacak bir fetih alanı kalmayınca Roma da çöktü. Roma, karşılanması mümkün olmayan giderlerin altında Büyük İskender’in komutanlarınca parçalara ayrıldı.
Roma’nın çöküşü sancılı bir süreçti. İç dengeler bir kez bozulunca, yeniden toparlamak imkansız gibiydi. 395’de büyük Theodosius Romanın uçsuz bucaksız topraklarını iki oğlu, Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında pay ettiğinde Roma da tarih olmuştu.
Bizans bu sürecin sonucu büyük bir güç olarak insanlık tarihinde yerini aldı; Akdeniz-Karadeniz havzaları, güneyde Suriye-Mısır-Libya, kuzeybatıda Tuna, Balkanlar yarımadası, doğuda Kürdistan, yaklaşık olarak bugünkü İran sınırlarına kadar, o günün dünyasını denetim altında tutuyordu (Aguste Bailly, Bizans imparatorluğu tarihi). İnsanlık kültür tarihini Bizans kadar etkileyen bir başka büyük güç olmadığı iddia edilir. Bu doğrudur. Ancak bu güç kendi dengeleri içinde, tarihe “Bizans oyunları” olarak geçen çürümeden kendini kurtaramamıştır; bu çürüme büyük güçlerin çöküşüne neden olan genel geçerli kuralların Bizans’ı da kapsadığını göstermekteydi. Bizans da çöktü.
Bizans’ın çöküşü, kutupsuz bir dünya güçler dengesiyle sonuçlandı. Kutupsuzluk evrensel risklerin dünyasını, kaosların handikap dünyasını kaynatan önemli bir etmendi. Büyük güç gerilerken eski etkinlik psikolojisinin maceracı sürüklenişlerinden kendini alıkoyması çok güçtür. Bizans gerileyişiyle birlikte oluşan kutupsuz dünyada, maceracı girişimlerin esiri oldu. Bu ona çevresindeki küçük güçlere, parça parça yem haline getirdi. Bu süreç Arap-İslam uygarlığının büyük güç olarak ağırlığını koymasına kadar sürdü.
Büyük güçlerin çöküş kaderi bu süreçte çöken her büyük güç açısından aynıydı; yayılmacılığın yüklediği harcamalar gelir kaynaklarıyla karşılanamadı. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.
Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci gerileme sürecidir. Bu süreç bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder.
İslam uygarlığı, 7.yy dünyasının boşluğunda büyük güç olarak yeryüzüne ağırlığını ortaya koymuştur. Bizans iç sorunlarıyla olduğu kadar, gerileme döneminde de olsa korumakla yükümlü olduğunu varsaydığı ilişkilerinin sürüklediği büyük açmazlarda hızla çöktü. İstanbul fethi, 500 yıldır büyük güç olmaktan tamamen çıkmış, küçük bir alana sıkışmış olan Bizans’ın fethiydi. Ancak bu fetih bir simgesel veri olarak Osmanlıyı büyük güç olarak tarih sahnesine çıkarıyordu.
Doğanın kanunudur, hiçbir şey vardan yok edilemez. Bizans, İstanbul fethinde (1453) bir büyük güç değildi. Bu konumunu yüz yıllar önce kaybetmişti. 8.yy ve 13.yy Arap-İslam imparatorluğundan başka hiçbir güç, bir tahta parçasını bile Akdeniz’de yüzdüremezdi. Ancak Bizans bir uygarlıktı, bir kültürel birikimdi. İstanbul’un fethi, var olan bu uygarlık birikimlerini yok edemedi, olan anavatan coğrafyasından bir göçtü. Avrupa merkezli dünyanın başlangıcı da, Reform ve Rönesans’ın yükselişi de Bizans’ın göç eden uygarlık birikimlerinin eseri olmuştur. İstanbul’un fethi Osmanlı’yı bir büyük güç olarak dünya güçler dengesinin hükümranlığına getirirken, Doğu’nun karanlık dönemleri de başlamış oluyordu.
Avrupa merkezli büyük güç dengesi 16. yüzyıldan itibaren farklı bir boyut alarak gelişti. Köleci ya da feodal uygarlıkların, talan ve gasp üzerine kurulu varoluş süreçleri; anavatanda etkin üretim süreçlerine, sanayi gelişimine, ticaretin yeryüzünü bir pazar ortaklığına götüren yeniden yapılanmayla sonuçlandı. Bu yeniden yapılanma büyük güçlerin yükseliş ve düşüşlerine ait genel geçerli kıstasları değiştirmedi, ancak araçlarında farklılıklar yarattı.
Arap-İslam uygarlığı, Roma-Bizans egemenliğini sona erdiriyordu. Moğol istilaları ise Arap-İslam uygarlığının egemenliğini çökertiyordu. Osmanlı’nın doldurduğu boşluk, Reform ve Rönesans Avrupası’yla geriletilerek büyük güç sürecini farklı figüranlarla doldurdu. Bu dönemin gücü kapitalizmin şafağında doğan ulusun gücüydü.
Ulusal güç, bugünün de güç ifadesidir. Tröstlerin, uluslararası kartellerin, tekellerin varlığı bu gerçeği hiç değiştirmedi. Kapitalizm çağı ulusal güç çağıdır. Uluslararası olan, üretimin tarzı değil siyasetin boyutudur. Bu belirlemeyi kavramak güç algısı ve dengelerini algılamak kadar önemlidir.
Bugün yaygınlığına, uluslararası pazar ilişkilerine ve etkinliklerine rağmen kapitalizm bir ulusal güçtür. Belli bir ülke, ulus, coğrafya merkezlidir. Evrensellik bu yanıyla bir uzantıdır, bağlantıdır; üretimin karakteri değildir. Küresel üretim, üretimin küresel ölçekte bilgi katılımıyla, belli bir ulusal aidiyet olmaksızın ve belli bir ulusal güç için kaynak olarak işlev görmeksizin oluşan üretimdir. Bu üretim tarzı henüz egemen değildir. Kapitalizmin kanatları altında, tıpkı kapitalizmin bir dönem feodal karlıkların kanatları altında yükselişi döneminde feodal üretim olmadığı gibidir; küresel üretim tarzı, kapitalizmin kanatları altında büyüme, olgunlaşma dönemindedir. Bu dönemin sonucu yenidünya güçler dengesiyle de sonuçlanacaktır. Ancak bugün dünya güçler dengesini belirleyen, hala ulusal güç olmaya devam etmektedir.
20.yy’a girerken geçmişin birikimleri üzerinde yükselen ulusal güç, 19.yy içinde kendine özgü bir dünya güçler dengesi şekillendirmiştir.
Bu sürecin önemli bilinmesi gereken ve konumuzun ana temasını oluşturan verileri şunlardır:
Birincisi; Büyük güçlerin çöküş kaderi, çöken her büyük güç açısından aynıdır: yayılmacılığın yüklediği harcamaların gelir kaynaklarıyla karşılanamaması. Bu denklem bir merhamet darbesi gibi büyük gücün son nefesini keser.
İkincisi; Büyük gücün çöküşü birden bire olmaz. Dünya güçler dengesi büyük gücün çöküşüyle birlikte bir kutupsuz dünya ortamına girer. Kutupsuz dünya riskler dünyasıdır. Büyük güçler için de risk ve kaos dünyasıdır. Çöküşün en riskli süreci bu süreçtir; bir sürüklenme sürecidir, yönelim ve kimlik bunalımı sürecidir. “Devletlerin baş belası stratejik belirsizlik” (Paul Kennedy Büyük Güçlerin Yükselişi Ve Çöküşleri s:110) söylemi bunu anlatmaya yeter. Çöküşün en önemli belirtisi strateji kaybıdır. Büyük güçlerin çöküş tarihi bununla kendini ifade eder. Bu süreç aynı zamanda insanlığa acımasız kıyımları dayatan kırılma sürecidir. Bu süreç, sıradan bir küçük gücün, gerileme sürecindeki büyük gücü yıkımlara sürükleyebileceği dengesiz ortamları yaratır.
DÜNYANIN DEMOKRATİK DENGESİ
19.yy sanayi devriminin sonuçlarınca oluşan dünya güçler dengesi, İspanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Avusturya-Macaristan, Almanya emperyalist çıkar mücadelelerinin I.Dünya Savaşı’yla sonuçlanan Mihver – Müttefik güçlerince şekillenmişti.
20.yy Sovyet devrimi, güçler dengesine yeni bir açı kazandırdı. Reform ve Rönesansın çok kutuplu dünyası, bir anlamıyla açılımın, ucu açık özgürlüklerin, bırakınız yapsınlarda anlam bulan liberalizmin öncülüydü. Ulusların gücü dünya güçler dengesini oluştururken, yerkürenin yeni alanları da üretim ve pazar sürecine etkin olarak katılıyordu.
Avrupa çok kutuplu güç dengesini sömürge ve pazar paylaşımlarında yeniden düzenlemeye yönelirken, insanlığa dayatılan akıl almaz savaşların yıkım bilançosu, ancak iki dünya savaşının ardından gergin bir dengeyle istikrar kazanıyordu. İki kutuplu dünya bunun bir sonucudur.
20 yy çok kutuplu süreçten iki kutuplu sürece, insanlık tarihinin en demokratik ve en büyük özgürlük hareketlerine zafer kapılarını açan bir yüzyıldı.
Mazlum ülkelerin, halkların insanlık tarihinde yeni bir aşamayı ifade eden yeni türden bir siyasal egemenliğin gücüyle daha çok özgür olmaya ve daha çok hak talebiyle demokratik süreçlerini kurmaya çalışan halkların ayağa kalktığı bir yüzyıldı. Küçük ve mazlum uluslar, bu yüzyılda her türden baskıya, sömürü ve sömürgeci girişimlere karşı mücadele edebilmiş, bu mücadeleyi uluslararası ölçekte ve devletler topluluğu nezdinde destekleyecek bir etkinlik bulmuştu. Sovyet devrimi bunu sağlayan en önemli faktör olarak tarih sahnesindeki yerini alıyordu.
II. Dünya Savaşı, emperyalist güçler arası bir pazar paylaşım savaşı olarak gelip dayatınca, Alman emperyalizmi savaşın ana amaçlarından biri olarak Sovyet sistemini ve egemenliğini yıkmayı amaçlamıştı (Barbarosa Harekatı 22 Haziran 1941). Savaşın müttefik güçleri ise bu süreci sonuna kadar gözleyerek Sovyetlerin yıkılmasını beklemişti. Savaşı ters yüz eden Sovyet başarıları, müttefiklerin savaşa daha çok asılmalarını tetikledi ve Nazi yayılmacılığının önünü kesmeye götürdü.
II. Dünya Savaşı bitiminde Berlin’de yüz yüze gelen ve Alman başkentini ikiye bölen ordular, aynı zamanda dünyanın iki kutuplu bir güç dengesine yönelimini de belirlemiş oldular. Yarım asırlık dünya tarihi (1945-1990) iki kutuplu bir dünya olarak, insanlığın evrensel ilişkilerini belirleyen süreci açmış oldu.
Dünyanın demokratik dengesi denebilecek süreç burada başlar; bir yanda Sovyetler, diğer yanda emperyalist güçler; bir yanda Varşova Paktı diğer yanda NATO Paktı, yeryüzündeki ilişkileri belirleyen dengeleri üretiyordu. Yeryüzünün herhangi bir köşesinde herhangi bir nedenle ortaya çıkan irili ufaklı her olay ve sorunda gözü kapalı tutum alınan bir süreç böyle oluştu. Sağcılar-solcular çağı, Fransız Devrimi parlamentosundan arta kalan haliyle bu kesitte yeniden güncellenmiş oldu. 1917 Sovyet devrimiyle başlayan, yaklaşık 100 yıllık bir süreçte saflar böylesi bir güç dengesinin ürünüydü.
Dünya güçler dengesinin bu serüveni, ekonomik zemin üzerinde genel geçerli soyutlamalarla ifade edilebilir. Bu yaklaşımın üzerine oturduğu olguları ekonomik zeminde irdeleme algısı, kaba bir determinist yaklaşımın her şeyin belirlediği anlamına gelmez. Bu sonuçları etkileyen ve tetikleyen birçok unsur bulunuyor; jeo-stratejik konum, örgütlenme, özgürlük istencinde anlam bulan bir dizi siyasi haklı talebin etkisi, ulusun sorunları karşısında gösterdiği refleksler vb önemli rollere sahiptir. Sovyetlerin yükselişinin iki kutuplu dünya güçler dengesinin oluşumunda bu türden verilerin önemle rol oynadığını görmek güç değildir.
II. Dünya Savaşı’nın ardından soğuk savaş dönemi açılışını yaptı (18 Mart 1949). Yeryüzünde eşi görülmemiş bir kutuplaşma dönemi açılmış oldu. Her şey ak ve karaya büründü. Kapitalizmin pazar açılımlarıyla, nüfus alanları ve etkinlikleriyle tarihte eşine rastlanmayan lojistik destekleriyle süren amansız bir savaş; yer yer sıcak çekişmelere sahne olan (Kore Savaşı), yer yer nükleer savaşın eşiğinden dönülen (Küba olayı) bir süreç.
Bu süreci, yıllar önce yazdığım makalelerde şöyle ifade ettim “Soğuk Savaş, Amerika senatosunda 18 Mart 1949’da okunan Kuzey Atlantik anlaşması bildirgesiyle resmen başlamıştır” (Mihrac Ural,10 Haziran 1999, makale; Soğuk Savaşın Sonu )
Bir başka makalemde de “NATO, Amerikan Dışişleri Bakanlığının, 18 Mart 1949 tarihinde okuduğu Kuzey Atlantik Antlaşması’yla kurulmuştur. Kuruluş için yapılan çalışmalar sırasında önemli muhalefet şerhleriyle karşılaşmıştır. En dikkat çekici olanı, Amerikan Senatörü Robert A. Taft’ın kongredeki tartışmalarda söyledikleriydi. “Kanımca dünya barışını korumak yerine bir üçüncü dünya savaşını getirecek bir anlaşmaya oy kullanamam”. İşte bu kaygı, 50 yıl sonra her şeyin lehlerine çözüldüğü açığa çıktıktan sonra, senatörün sözleri gerçeğe dönüşüyor gibidir. Ola ki bir dünya savaşı çıkmayacaktır. Ancak büyük bir savaş tehlikesi bu gün gelip çatmış gibidir. Bugün, Sırplara yöneltilen saldırının dar boyutlu kalmayacağı açıktır.
NATO, kuruluşundan bu yana soğuk savaş üzerine kendini sistematize etmiştir. Bunu sürdürmüş ve bu psikolojik ortamın ürünleriyle beslenerek gelişmiştir. Bu teşkilatın, en büyük yalanlarından biri sosyalist bloğa karşı kurulduğu iddiasıdır. Daha sonra geliştirilen ve tüm örtüleri bu yamalı bohçadan üretilen komünizme karşı olma iddiası, öncelikle tarihle çelişkiliydi. Zira Varşova Paktı 14 Mayıs 1954’te kurulmuştur; NATO’nun kuruluşundan tam beş yıl sonra. Üstelik Varşova Paktı, NATO’nun hızla belirginleşen Sovyetleri kuşatma, sosyalist ve halk iktidarlarını kıskaca alma girişimlerine 23 Ekim 1954 tarihli Paris toplantısında NATO’nun Batı Almanya’yı da içine alma girişiminin kışkırtıcı tecavüzü sonucu kurulmuştur. Bu yanıyla NATO, baştan itibaren soğuk savaşın tek taraflı mimarı ve ilk mütecaviz taraf olarak işe koşulmuştur. Bugün, Sovyet sistemi ekonomik, sosyal ve siyasal olarak çökmüş olmasına karşın, NATO’nun yaşatılma ve yeni görevler üstlendirilme ısrarı buna yeterli bir gösterge olsa gerek.
NATO’nun başlattığı soğuk savaş, 90’lı yıllarla birlikte aşağı doğru çekilerek etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler, müttefiklerin rakiplerinden geriye kalanlara son darbeyi vurma fırsatı yaratmış oldu. Bunun ardından, Körfez Savaşı’yla kontrol ettikleri, tepkilerini ölçtükleri karşıtlarını en hassas yerlerinden vurarak, dengeyi kayıtsız şartsız lehlerine çevirmeyi hedeflediler. Soğuk savaş dönemi boyunca 90’lı yıllara kadar, NATO’nun tüm dünyayı kapsayan sosyal, ekonomik, siyasal ve askeri kuşatma Sosyalist Bloğu ağır maliyetler altına alarak çökmeye kadar götürdü. Ancak bu çöküş geride dev bir askeri aparatın kalmasını engelleyemedi. Bu da NATO’nun var oluş gerekçesinin en önemli bahanesiydi.
Alt yapısı tamamıyla çökertilen sosyalist bloğun elindeki son etkinliğin de alınması gerekiyordu. Dünyanın demokratik dengesini sağlayan iki blok çekişmesi yok edilerek tekelci, tek boyutlu bir “Yeni Dünya Düzeni” oluşturulmaktaydı. ABD, bu yeni sistemin, Ortaçağların egemen imparatorluklarını aratmayacak hükümranı olarak, karşısında hala ayakta durarak direnen ve etkinlik oluşturan sosyalist blok artığı askeri güce diz çökertmeyi “son engelin aşılması” olarak değerlendirmektedir. Nitekim bunun ilk yoklamaları münferit hadiselere müdahale ederek, Liberya’dan Panama’ya, Libya’dan Lübnan’a, değişik alanlardaki irili ufaklı askeri müdahalelerle yapılmıştır. Ve sonunda Körfez Savaşı’yla nitelik bir sıçrama yapılarak son durağa gelinmiştir. Körfez Savaşı son düellonun ilk adımıydı. Bu, geçmişi sosyalist blok yanlısı olan üçüncü dünya ülkelerinin arkasındaki desteğin bittiğini dünyaya ilan etmek kadar, sosyalist sistem artığı Rus askeri varlığının ölüm döşeğinde olduğunun da bir işareti olacaktır. Buradan aralanacak kapılar, dev boyutlu karlı ekonomik yatırımlar anlamına gelecektir. Bu tür adımlar, Birleşmiş Milletler kararının meşruiyeti adı altında yapıla geldi.” (Mihrac Ural, 25 Mart 1999, Makale; Soğuk Savaşın Son düellosu NATO-SIRP Savaşı )
Bu süreç zorluklarına, insanlığı üç kuşak boyunca kaskatı hale getirmesine, tarihin en büyük silahlanma yarışının dayatılmasına karşın; mazlum halkların, ülkelerin nefes alma çağıydı. Mazlum halkların, birleşik emperyalist vahşet karşısında yalnız olmadığının ve hak alabilme şansını kullanabileceğinin bilincine vardığı bir çağdı. Geri ülkelerin ulusal kurtuluş savaşlarını yükseltebilmeleri de dünya güçler dengesinin iki kutuplu olmasıyla yakından ilgilidir. Ancak büyük güçlerin çöküşüne ait kanun burada da giyotin gibi işlemeye başladı. Kaynakları kısıtlı olanlar, kaynakları daha geniş olanlar karşısında gerilemekten kurtulamadı; İspanyol denizcilerinin söylediği gibi “zafer en son escudo kimdeyse onundur” .
Sovyetlerin çöküşüdür bu (1990).
Yugoslavya’nın parçalanmasıyla soğuk savaş son nefesini verdi. Sovyetler, nüfus alanlarına son hamlelerinde taraf olamayacak kadar takatten düşmüştü; sürecin alacağı yeni şekillenişe boyun eğmekten başka bir seçeneği de bulunmuyordu. Yeryüzünü tek kutuplu vahşetin rahmeti kaplamış oldu. Öyle ki, BM teşkilatı bile ABD’de anlam bulan tek kutuplu dünyanın kukla kurumu haline gelmiş oldu. II. Dünya Savaşı’nın bir eseri olan BM, kimsenin hakkını koruma durumunda olmayan, güçlünün dünya ölçeğindeki dayatmalarını tasdik etmekten başka işlevi olmayan bir kurum haline gelmiş oldu.
GLOBAL DEVLET TERÖRÜ
Tek kutuplu dünya güç dengesi, kalıcı bir özellik değildi. Bilginin, teknolojinin, sermaye dönüşümünün, kaynakların akıl almaz bir hızla eşitsiz ve dengesiz geliştiği bir koşulda yeryüzünde tek kutuplu oluşumu besleyebilecek bir kaynak olamazdı. Hitler Almanyası’nın, 1000 yıllık Nazi egemenliği rüyasının çöküş hızına benzer bir hızla ABD’nin tek kutuplu egemenliği çökmekten kurtulamadı.
II. Dünya Savaşı’nın ardından askeri yayılmanın, savaşların, böl yönet ve yıkımların getirip biriktirdiği kaynak sorunları 1990 sonrası tek kutuplu dünyanın yükleriyle kaldırılamaz hale geldi. 11 Eylül gerekçesiyle, yeniden fetih hareketine girişen ABD, 1000 yıllık egemenlik kurgusunu pompalayan yeni muhafazakar çevrelerin esiri olarak, karanlıkların içinde insanlığa pervasız bir ölüm dayatmıştı. Bu süreci yıllar önce yazdığım bir makalede şöyle dile getirdim:
“Global devlet terörü, dolaysız olarak dünya ölçeğinde ABD tarafından temsil edilip yürütülmektedir. Bu terör şirketinin bölgemizdeki pazarlamacısı ise İsrail devletidir. Öyle ki, İsrail bugün insanlığın ezici çoğunluğunun bilince çıkartarak açığa vurduğu gibi, dünya istikrarını tehlikeye düşüren bir numaralı ülke konumundadır. Bu iki ülke arasındaki terör üretim birliği, ABD’de yeni muhafazakarların (neo-con) Yahudi kökenli şahinler ekibiyle iktidar olmasından sonra, çok ilkel bir mistik dini kader ve değer birliği etrafında hedef birliği haline dönüşmüştür.
Cumhuriyetçisiyle, demokratıyla ABD yönetimleri, İsrail’i stratejik bir ortak olarak görür. ABD yönetiminde dizginleri eline alan şahinler ekibinin temel kadrolarının Yahudi kökenli olması, Maliye bakanı ve ABD Merkez Bankası başkanının da ayni kökenden olması ve dev medya tröstlerini elinde tutanların da bu kökten gelmesini bir arada irdelediğimizde bu ortaklığın gücü daha iyi anlaşılmış olur. 1996’da hüküm süren azılı terörist Bünyamin Netanyahu hükümetine stratejik palanlar hazırlayan D. Feith, Karanlıklar Prensi R. Perle, P. Wolfowitzz, E. Abrams gibi Afganistan ve Irak işgalinin planlayıcılarının aynı planları Bush yönetiminin 2003 ABD stratejik planları olarak kabul ettirmesi, bu dayanışmanın ne tür boyutlar aldığını anlamamıza yardımcı olacak mahiyettedir. Ayrıca, Neo Conlar bu ortaklığı tanrısal bir vahinin mutlak yasası olarak bir üst boyutta algılar. Hıristiyan olarak yeniden doğan, hidayete eren ABD başkanı Bush kendisini (bu tanımlama gençliğine her türden yanlışı yapıp tövbe eden kiliseye kendini adayanlar için kullanılır), kutsal kitabın ilkel yorumlarından bir türünün gereği ve mensup olduğu Evanjelik mezhebi inancına göre, Mesih’in zuhur edeceği çağın başlaması için gerekli olan Tevrat’ın “büyük İsrail” ütopyasını gerçekleştirecek tanrıdan vahi almış misyon adamı olarak görmektedir.
Bu ilahi hak gereği de ABD ve İsrail’in çıkarları ile Batı değerleri arasında bir çelişki kalmadığı söylenerek, insanlığa karşı işlenecek her türden suçun (siz bunu terör olarak okuyun) mubah olduğu, suçlanamayacağı belirtiliyor. Böylece Irak halkı istemese de devletleri yıkılıp toprakları işgal edilerek insanları her gün onlarca katledilerek, “demokrasi” götürülmesi hak yolunda bir çaba olarak görülür.
Aynı şey, İsrail’in Filistin Arap halkına çektirdikleri de bu kutsal hizmetin sınırlarını genişletmek anlamına gelir. İnsanı çileden çıkartacak bu iddiaları devlet terörüyle her an eyleme dönüştürenlere karşı tepki olarak beliren terör, özelikle de İslam alemindeki kimi çevreler nezdinde meşru görülüp taraftar toplaması kaçınılmaz olur. Burada soru, bu yıkım tezgahlarına karşı nasıl da daha korkunç terör türleri üretemediğine şaşılır; verilerin bu yöne işaret ettiği ise yadsınamaz. 11 Eylül 2001’de New York’ta, kısa süre önce Fas’ta, Endonezya’nın Bali adasında, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta ve bu gün İstanbul’da gündeme gelen terör eylemleri bu gelişmeye birer örnek teşkil etmektedir. Ve ne hikmetse, ABD ve İsrail nerede ve nasıl terörü yok etme adına giriştiği her adımda, ABD Afganistan ve son olarak Irak’ta, İsrail Filistin topraklarında, Cenin’de, Gazze’de, karşısında daha da acımasız bir global terör ve daha haklı ve direngen bir halk hareketiyle karşı karşıya kalmıştır.” ( Mihrac Ural, 16 Kasım 22003, makale; “Terör Bir Sonuçtur” )
Tek kutuplu dünya güç dengesi bölgemizde kırıldı. Yeni dünya düzeni adı altında Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çöküşü, Afganistan, Irak savaşları ardından Lübnan Savaşı’nda noktalandı (12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan saldırısı ve 33 günde çöken umutlar). 15 yılda çöken ve gerileyerek bugünkü kutupsuzluğa uzanan dünya güçler dengesinde riskler, geçmişten çok daha tehlikeli handikaplar yaratarak insanlığı tehdit eder hale geldi.
Soğuk savaşın gerginlik içinde barış diye özetlenebilecek süreçleri, tek kutuplu ABD hegemonyasıyla insanlığı kanlı süreçlerle yüz yüze bıraktı. Artık suni ya da gergin dengeler değil; kırılan dengeler, son düellolar, “Yaratıcı Anarşi”, “Aktif Savunma”, “Önleyici Darbe”, “Temiz Eller Operasyonu” gibi insanlığa karşı işlenen suçlarında anlam bulan önü alınmaz bir saldırı dönemi açılmıştı.
Her yükselişin düşüşü yaklaşık aynı nedenlerle ABD içinde gerçek oldu. Askeri işgal yaygınlığının emdiği sonsuz olanaklar, yanlış mali politikaların geri dönmeyen kredileri ve patlak veren ekonomik krizlerle Bush dönemi kapanırken tek kutuplu dünya; çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde kutupsuz bir güç dengesine gelip dayanmıştır.
ABD artık çekiliyor. Ağır bir hezimet alarak çekiliyor. Hiçbir askeri girişimi, istediği hiçbir siyasal sonucu yaratamadı. II. Dünya Savaşı sonrası kurduğu askeri egemenlik, her uygarlığın askeri boyutta yönelimiyle birlikte, varlık kaynaklarını tüketmesi sonucuyla yüz yüze kaldı. Obama yönetiminin stratejileri, yıkılan 15 yıllık imparatorluğun geri çekilirken ayakları üzerinde nasıl döneceğinin kurgularıyla meşguller. Bu da çok riskli süreçlerden geçerek gündemdeki tedirginliği korumaktadır.
ABD gerileyen bir güç. Ancak bu bitmiş bir güç anlamında değildir. Amerikan aklı saldırgan, atak, pervasız bir okyanus ötesi güçtür. Gerilemesi, evrensel ölçekteki prestiji için bir şey yapamayacak hale geldiği anlamına gelemiyor.
İSRAİL EVRENSEL BİR RİSKTİR
İsrail devleti bir terör devleti olarak, bölgemize yapılan tarihsiz ve bir o kadar talihsiz dayatmadır. II Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın işlediği insanlık suçlarına karşılık ödenen bir kefaret fidyesidir. Üstelik, fidyeyi Avrupalılar değil, Filistinliler ödemiştir. İsrail devleti, Filistin halkının anavatan toprakları üzerine konumlandırılmış, zorunlu ve psikolojik baskıların göçleriyle belli bir nüfusa da kavuşturularak tarihte eşine ender rastlanan bir devlet olarak konumlandırılmıştır.
Bu devlet, II. Dünya Savaşı’nda eğitimli, deneyimli subay ve askerlerin Siyonist ideolojiyle kuşatılmış algılarının omzunda yükseldi. II. Dünya Savaşı’nın deneyimli pilotları, hatta generalleri savaş artığı en güçlü silahlarla Siyonist İsrail ordusunu kurdu. Toplumların tarihsel evrim süreçlerine ait bir arka plana sahip olunmadan dayatılan bu kuruluş bölgemizin olduğu kadar, dünyanın da en büyük ve en karmaşık sorununu yaratmıştır. Bu aynı zamanda evrensel barışın en zayıf halkası olarak beliren bölge sorunlarımızın da temelidir.
İsrail devleti bir savaş devleti olarak kuruldu. Bir terör devleti olarak da yaşamını sürekli savaş ortamı teorisiyle sürdürdü. Bu varoluş tarzı yayılmacı dokusuyla Siyonizm ürünüdür demek yanlış olmayacaktır.
Siyonizm emperyalist bir siyasal perspektiftir. İngiliz emperyalist sermayenin anavatanında Yahudi sermayesinin ortaklığıyla düşünsel olarak şekillenip büyümüştür; kadim Yahudi söylenceleriyle, Tevrat’ın müphem hikayeleri kaynaştırılarak, ilgisiz olduğu Yahudi halkının kutsal umut platformu haline getirilmiştir. Siyonizm bu karakteriyle yayılmacı bir düşüncedir, II. Dünya Savaşı’nın kanlı kıyım cephelerinden gelen savaşçı güç ve askeri aparatlarla soğuk savaş dönemini, bölgemizde II. Dünya Savaşı’nın devamı olarak sürdürmüştür.
Anavatan algısından yoksun, başka bir halkın toprakları üzerinde zorla dayatılmış, savaş ve yayılmacılığı Siyonizm adı altında amaç edinmiş bu devletin, bölgemizde hiçbir ortak tarihi olmaksızın konuşlanması, bölgeye kaçınılmaz olarak kesintisiz bir savaş hali içinde yaşamayı getirmiştir. Güvenlik doktrini da buna göre şekillenmiştir; “Siyonistin siyonistten başka dostu yoktur, baki kalan herkes düşmandır” tezi Yahudi halkına da dayatılmış kesintisiz savaş kefaretidir. Yahudi halkının tarih içinde çekip geldiği acıların bu tarz yöneticiler elinde bulduğu anlamın bu gün de yeni acılara doğru yelken açtığına önemli bir göstergedir.
İsrail devleti aynı zamanda ırkçı bir Nazi devletidir. Filistin halkına ve insanlığa karşı işlediği cürüm Nazileri çoktan geride bırakmıştır. Bu yöntemlerle kurgulanmış İsrail devleti varlığını kaçınılmaz olarak dış güçlere dayamaya mahkumdur. Bu da bölgemizde emperyalist güçler adına ne türden işlevler üstlendiğini göstermeye yeterlidir. Bölgemizde ikamesi başarılamayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Lübnan Savaşı’yla (12 Temmuz 2006) yıkılması ardından, daha da tehlikeli maceralar için hazırlıklara yöneldiği tespit edilmektedir.
Kutupsuz dünya güçler dengesinin benzer riskli ülkelerinden biri de Güney Kore’dir. Kore soğuk savaşın en sıcak alanı olarak bu gün de varlığını sürdüren gergin dengelerin alanıdır. Yarım asrı aşan savaş hali, hala geçerliliğini bir kıvılcım bekler haliyle sürdürmektedir. 26 Mart 2010 tarihinde batırılan Güney Kore savaş gemisiyle ilgili gündeme gelen sorunun yarattığı risk, gerilemekte olan büyük güçleri de sert tutumlar almaya sürükleyebilecek ortamları yaratabilmektedir. Bu risk bir dünya savaşı anlamına gelmese de evrensel bir kaosa yol açabilir.
Bölgemizde Siyonist İsrail, her yönüyle böylesi kaosların, risklerin maceracı sürüklenişlerin katıksız temsilcisi olarak durmaktadır. Bin kez başarsa da bir kez yenildiğinde her şeyiyle tarihe gömülecek böylesi tarihsiz ve köksüz savaş kışkırtıcısı devletlerin kaybedecekleri bir şey olmadığı düşüncesiyle, insanlığa büyük zararlar vermekten çekinmeyecekleri açıktır.
ABD’nin tarih serüveninde bir yayılmacı güç olarak insanlığa neler dayattığı ve hala bunu sürdürdüğünü göz önüne alırsak İsrail yayılmacılığının, güvenlik doktrininde anlam bulan sürekli savaş hali, bu riski yakın bir gerçek olarak dayattığından söz etmemiz abartılı olmayacaktır.
İsrail, Araplarla yaptığı tüm savaşları başlatan taraf olarak, büyük ölçüde çevresini sindirmiş bir askeri güçtür. Nükleer güç sahibidir. Bu güç nötron bombası üretebilecek teknik ilerlemeler kaydetmiş, yeryüzünün dördüncü askeri kuvveti olarak kendini konumlandırmıştır. Bunun verdiği cahil aymazlığıyla, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin sonu gelmez lojistik desteğiyle, güvenlik doktrininin her farklılığı, bölgenin yükselen her gücünü kendi stratejik varoluşuna bir tehlike olarak algılamaktadır. İran bu açıdan İsrail tarihinin kayda değer, en tehlikeli düşmanı olarak algılanmaktadır.
YÜKSELEN GÜÇLER
Makalemin konusu kutupsuz dünyada evrensel risklerdir. Ancak tek kutuplu dünyanın çöküşü ardından oluşan kutupsuzluğun sürekli olmayacağını belirttim. Bu boşluğun, çok kutuplu bir dünya güçler dengesine doğru gittiğini ifade etmek yanlış değildir.
Çin, Hindistan, Brezilya, İran yeniden Rusya gibi ülkelerin farklı kombinezonlarda oluşturacakları etkinlik dünya güçler dengesinin şekillenişini sağlayacaktır.
İran’ın orta ölçekli bir güç olarak bölgemizdeki yükselişi, dünya güçler dengesi içinde nasıl bir konumlanışı getireceği ayrı bir tartışma konusudur. İran kendi yerini yakın geleceğin güçler dengesindeki şekillenişte alacağı ise tartışma götürmez bir gerçektir.
Makalemizin konusu açısından İran’ın yükselişi, İsrail’in gerileyen ABD gibi büyük güçleri tehlikeli bir maceraya sürükleme arzusuyla ilgilidir.
İran, kararlılığıyla, yükselen gücüyle, kapsadığı etki alanı ve kaynaklarıyla bölge tarihinin en önemli gücü haline gelmiştir. İran, tarihin derinliklerinden gelen bir uygarlık gücüdür de. 2500 yılı aşkın hiçbir güç tarafından istila edilememiş bir ülke psikolojisiyle bölgede inatçı bir dik duruşla yoluna devam etmektedir. Dünyanın “orta ölçekli” denilen büyüme eğilimi içinde çevresiyle kudretli bir varlığa dönüşebilecek bir güçtür. İsrail Siyonistlerinin uykularını kaçıran bu güç, binlerce km uzakta olmasına karşın insanlığa karşı İsrail’in işlediği suçlara sessiz durmama kararlılığı da göstermektedir. Bölgemizde ne bir pakt ne de bir cephe anlamına gelmeyecek; ancak ortak paydalar, ortak ve eşit kazınım için bölge halklarını bir araya getiren bir dizi gelişmenin orta yerinde de İran durmaktadır. Bütün bu veriler İsrail için diz bağlarının çözülüşü anlamına gelmektedir.
İsrail özellikle ABD’nin bölgemizde hızla gerileyen bir güç olmasının farkındadır. Bu gerileme bir kaçışa dönüşmüştür. ABD çıkarları açısından bölgemiz birinci sırada bir bölge değildir. Daha geridedir. Bu açıdan ABD’nin bölgemizde kayıplarıyla kazançları arasında bir denge bulmak güçtür. ABD her zaman kaybeden taraf olmuştur. Direnen halklar bunu sonuna kadar da takip etmektedir. Bu tabloda, İsrail’in bölgeden askeri olarak da çekileceği açık hale gelen ABD’yi ısrarla İran’a karşı bir savaşta maceraya sürükleme şehvetiyle yanıp tutuştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
SONUÇ:
Bölgemiz ve dünyamızın böylesi tehlikeli bir süreçten geçtiğini belirlemek, tutumumuz açısından, yükümlülüklerimiz açısından çok büyük öneme sahiptir. Bu bir mesajdır da. Bölgemizde antidemokratik güçlerin oluşturduğu tehlike, bu güçlerin yerli olmamalarıyla da yakından ilgilidir. Egemenlik alanında halkın demokratik haklarını gasp ederek baskıyla hüküm sürme ısrarında olanlar bu riskin üreticisidirler. Bu risk evrenseldir. Dünya barışını bölge barışı kadar tehdit etmektedir.
İsrail’in insanlığa karşı oluşturduğu şer, büyük güçleri istekleri dışında da bir kaosa sürükleyebilecek cinstendir. Bu savaş ve terör devletine karşı tutum almak sadece Filistin halkının haklı davasına insanlık onuru adına destek olmak demek değildir. Bu tutum; doğamızı ve insani ilişkilerimizi korumak, adil ve eşit bir dünyada barış içinde yaşamak ve gelecek kuşaklarımızın yaşam garantisi için de zorunludur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)