8 Nisan 2009 Çarşamba
OYNAR MI?
Rıza Aydın
8 Nisan 2009
Marksizm’le tanıştığım günlerden buyana bu işten bir kuşku duyar, kendi kendime “bu işte bir bit yeniği var” derdim. Biz solcu olmuştuk ya da işte Adana tabiriyle söylersek o ayaklardan gidiyorduk; ne işçiyi nede işçi sınıfını tanıdığımız söylenemezdi ama kendimizi işçi sınıfının öncüsü ilan etmiştik. Buna inanmıştık biz. İyi hoşta işçi sınıfının da bundan haberi var mı yok mu diye de sorduğumuz yoktu. Biz kendi kendimize gelin güvey oluyorduk. Biz, işçi sınıfının öncü partilerinin, öncü kadroları olarak, bu görevi ifa eden mağrur bireyler gibi gallevi laflar ediyorduk. Ne işçi sınıfı bu konuda bizlere vekâlet vermişti nede biz buna ihtiyaç duymuştuk ama biz işçi sınıfının öncü partilerinin öncü kadroları olduğumuza yürekten inanmıştık. Gençtik, havalıydık bu da çakamıza uyuyordu. Gerçi sahici işçi sınıfıyla ya da işçiyle karşılaşınca bazı sorunlar olduğunu fark eder gibi oluyorduk ama bunda kendimize bir toz kondurmadan bunu işçi arkadaşların ya da işçi sınıfının geriliğine verip çıkıyorduk. Zamanla işçilerle bu çelişik hallerimizi Adana mavralarında anlatır bununla dalgamızı geçerdik ama sorunun nerden kaynaklandığını anlamamız zaman aldı.
Marksizm, Mark ile Engelsin daha çokta Marksın o zamana kadarki insanlığın yaratmış olduğu toplumsal gelişmeler ile felsefi, iktisadi gelişim süreçlerinin bir analizi üzerine kurulmuştu. Lenin bunu “Marksizm’in üç kaynağı, üç öğretisi” adlı yazısında açık bir biçimde anlatır. Marksın muazzam düşünsel sentezi bütün bu bilimsel olguların harmanlanmasından bunu yaratmıştı. Bunun direkmen - doğrudan emekçi sınıfla bir ilişkisi yoktu; bu onların öz yaşam deneylerinden çıkmıyordu.
Yıllar yıllar sonra, zaman içinde anladım ki, Markisizim bir aydın hareketi olarak işçi sınıfının dışında doğar gelişir. Emekçi sınıf kendi toplumsal hayatı içinde sermaye ile girdiği mücadelede karşılaştığı sorunlarda, toplumun, devletin bu konudaki rolünü anlaya bilmek için bir arayışa girerse - ki Marksa göre girecektir - o zaman sorunlarına çözüm yolları arayan işçi sınıfının öncüleri, Marksizm ile yüz yüze gelip onu anlamaya onu algılamaya başlayacaklardır. Bu öncü işçilerin ya da başka bir şekilde söylersek işçi sınıfının öncü tabakasının Marksizm’e yönelmesini sağlayacaktır. Bütün bu olgulardan dolayı, Marksist parti ya da gurup aydınlar tarafından kurulur zaman içerisinde kendine yönelen kendinin de ona yöneldiği öncü işçiler sayesinde öncü işçilerin partisi konumuna gelir. Marksist parti süreç içerisinde tecrübelerini deneylerini, öngörülerini emekçi sınıflara taşıya taşıya onları pratik içinde kazanıp partilerini öncü işçilerin partisi konumuna getirir. Yani işçi sınıfın öncü partisi değil, öncü işçilerin içinde olduğu parti haline gelirdi. Zamanla işçi sınıfının bu kaymak tabakası bazı başka sıkıntılarda yaratır.
Benim bugün algıladığım kadarıyla, Marksizm’in kurucu kadroları bu işi böyle algılayıp böyle kurgulamışlar. Ama Türkiye’de, nasıl olmuşsa artık olmuş, Marksistler işçi sınıfının öncüsüdür Marksist parti işçi sınıfının öncü partisidir diye kabul etmişiz. Yani “öncü işçilerin partisi” anlayışı her nasıl olmuşsa “öncü parti” anlayışına dönüşmüş. Dönüşmüş ama sosyal hayatta bu böyle olmamış tabi. Ne sınıf bize öncülük vekâletnamesi vermiş, nede biz bunu alışmışız, kendi kendimize gelin güveyi olmuşuz o kadar.
Bu yanlış kavrayışın, tam olarak nerden ya da nasıl çıktığını bilmiyorum; bunun bu konudaki kitapların yanlış çevirilerinden bile kaynaklanmış olabileceğini düşünürüm. Yabancı dillerden çeviri yapan çevirmenlerimiz işçi öncülerinin partisini öncü parti diye de çevirmiş olabilir. Derdim bu yazıda bunları tartışmak değil. Ben bir olguyu anlatıp meramımı anlatmaya geçeceğim. Biz genç devrimcilerken, işçiyi emekçi sınıfını tanımazdık, öyle fazla bir şeylerde bildiğimiz yoktu ama emekçi sınıfının öncüleri rolünü çok sevmiştik. Marksizm’i okuyup etüt etmesek de, onu bilen öncü akıldaneler olarak çaka satmayı, öyle dolaşmayı severdik. Bunun böyle olduğuna da kendimizi inandırmıştık bir defa. Hoş, bize de danışılırdı, bizde aklımızın erdiği kadarıyla danışanlara yanıtlar verirdik. Bilmemiz gerektiği sanılarak sorulan soruların birçoğunu bilmediğimizi bildiğimden, bunların çoğunu geçiştirirdim; şimdi hatırladıkça tatlı anılar olarak gülüp geçiyorum. Niğde Cezaevinden çıktığımda, o zamana kadarki düşündüğüm Marksizm ile gerçek Marksizm’in ayrı şeyler olduğunu anlamıştım. Bundan dolayı kendimi eskiden olduğu gibi Marksist olarak değil Marksizm’i anlamaya kavramaya, çalışan biri olarak görüyordum. Anlayıp kavramaya çalıştığım deryanın içine girdikçe yapının muazzamlığını, bizdeki aksayan yanlarını görmeye çalışıyordum. Benim bana bakışımla halkın bana bakışı farklıydı ama. Halk, daha çokta beni sevenler, bende görmek istediğini görüp öyle değerlendiriyordu. Onlara göre ben, kadiri mutla, her şeyi bilip, her şeye aklı eren biriydim, onlara göre öylede olmalıydım. Ama bende beni biliyordum. Bundan dolayı sorulan bazı sorulara kaçamak yanıtlar veriyordum, bazense bunu düşünmeliyim deyip erteliyordum. İlginç şeylerle karşılaşıyordum. Bunları zaman zaman anlatıyorum ya da yazıyorum.
Öyle ki, halk gideceği doktoru, tutacağı avukatı da bazen bana - bize soruyordu. Ne desem, ne söylesem, şaşırıp kalıyordum. Yalnız avukatlarla ilgili sorulan sorularda bir gariplik vardı; “Rıza şunu avukat tutmayı düşünüyorum da acaba oynar mı?” diyorlardı. Bende çoğunlukla bilmiyorum ya da o kadarını bilmem deyip geçiştiriyordum. Sahiden de sorulan bu kişilerle özel bir dostluğum yoktu, düğünlerde, şölenlerde bir araya gelip, oyun oynadıklarına tanık olmamıştım; ben daha çok bunlarla politik siyasi ortamlarda bulunup, muhabbetler ediyordum, tanışıklığım bu kadarla sınırlıydı.
Bir defasında, komşu köylerden biri bir avukatı sorup oynar mı dediğinde birazda şakayla gülüp “zahir oynar” demiştim. Adam öyleyse seninle konuşacağım çok mühim bir konu var doktorun orada buluşup, üçümüz konuşalım diye ısrar etti. Doktorun bürosuna vardım. Üçümüz oturuyoruz, adam meramını anlatmaya başladı. Biz köyde biriyle davalıyız, adamlar bunu (bir tanıdıktan söz ederek) avukat tutmuşlar, onunla münasip bir dille konuşalım, ben onlardan aldığının üç - beş katını vereyim, onların avukatı olsun ama benim lehime çalışsın” demez mi? Bunu duyunca, buz gibi oldum, sanki başımdan kaynar sular döküldü. Kendime hakaret edilmişçesine öyle bir tepki gösterdim ki anlatamam. Yahu insan bunu bir insana nasıl der, nasıl teklif eder, bu ne aşağılık düşünce dediğimi hatırlıyorum. Adam gayet pişkin “yahu bunda ne var, çağımızda her insanın bir fiyatı vardır” demez mi? Daha fazla orada kalamadım orayı terk ettim. Bu beni çok etkiledi, 12 Eylül sonrası bozulmanın doruğa çıkmış bir simgesi olarak göründü hep.
“Her insanın bir fiyatı vardır” sözünü, SHP nin CHP ile birleştiği dönemlerde belediyeleri elinde bulunduran guruplarca sıkça söylendiğine tanık olmuştum. Belediyeyi, yerel olanakları, gücü elinde bulunduran gurup, partilerinin içindeki egemenlik mücadelesinde bunu sıkça kullanıyordu. Kişiliklerin öğütüldüğü, hırpalandığı, ezildiği bir dönem olarak hatırlıyorum bu dönemi. Bu günkü solun dibe vuruşunda bunlarında etkisi olduğunu sanıyorum.
Hâlbuki bizim siyasi görüşümüze göre, kişi bir düşünceyi savunurken, kişisel çıkarlarına, kişisel konumuna ters olsa bile, dünya halklarının, toplumun, ülkedeki emekçi sınıfın yararına olup olmadığına bakarak bir düşünce oluşturmalıydı. Marksın bu konudaki şu sözlerini okuduğumdan beri yürekten inanarak savunmuşumdur. “… Bir kişi bilimi (ne denli yanlış olursa olsun) bilimin kendisinden değil de, dışarıdan, yabancı, dış ilgilerden kaynaklanan bir görüş açısına uydurmaya uğraştığı zaman ben o kişiye “aşağlık derim.” Bu yeni dönemde insanlar insanları küçük çıkarlar, olanaklar karşılığında yönetiyorlardı. Bu aslı bir sorundu bununla savaşılıp bu sorun aşılmalıydı.
Bizim eskidende en önemli şeyimiz siyasi düşüncelerimizdi. Onlar inançlarımızın bir göstergesiydi. Doğruluğuna inandığımız için hayatımız pahasına da olsa onu savunurduk. Bu yüzden bir konuda anlaşa bilmek için bir birimizi ikna etmek için günlerce aylarca tartıştığımız olurdu. Severdik bunu. Bunun kalkıp yerine basit çıkarların geldiği değerlere paha biçildiği ortamlardan hep uzak kaldım, uzakta kalacağım.
Kişiye kişiliğe güven, benim hayatımın temeli olmuştur. Belki bu benim yaşadığım Kızılbaş kültürel ortamının bir ürünüdür. Yola giren kişilere ya da tembihte bulunduğu canlara Dede “seni senden alıp sana verdik, kendi kendinize mukayyet olun” derdi. Kişinin sözüne, ikrarına güven, bu dünyada temel ilke olmuştu. “Öl söz verme, öl sözünden dönme” diyorlardı. Biz böyle gördük, böyle yaşadık. Bunu seviyorum. “İkrarı boynuna kement olası” diyor Pir Sultan. Direnişinin temeline ikrarından dönmemeyi koymuş, “İkrar verdim ikrarımı güderim, ikrarsız dilberi ya ben niderim diyor, İkrarımdan dönüp de ikrarsız mı kalayım,” diyor. Sözün bir kutsiyeti var, sözü için canını veriyor. Pirin sevdiği, bu yolun sürdürücülerinden biri olan Hatayi “Âdem öldürsen kan olmaz / Nefes öldürsen kan olur” diyor. Zeybekler efelerine “Yiğit kime denir” diye sorunca, efeler hep bir ağızdan “Sözünde durana” diye haykırıyorlar. Yalanın olmadığı, kimsenin kimseye yalan söyleme zorunda kalmayacağı bir hayat olsun, onun içinde yaşayım istiyorum. Aşkta da böyle, ikili ilişkilerde de. Söze, kişiliğe güven, esas olmalı, kurulacak hayatlarda diye düşünüyorum. 16 yıl bir yastığa baş koyup, beraber yaşadıktan sonra ayrılmak zorunda kalan bir çift tanıdım, “biz 16 yıl boyunca bir birimize hiç yalan söylemedik” derlerdi, tek tesellileri buydu. Severdim onların bu hallerini. Gizliliğe karşı çıkarlardı, gizlenecek neyimiz var her şeyimiz açık derlerdi. Allahın bildiğini kuldan mı esirgeyeceğiz der gibi, devletin, gizli polisin bildiğini dostlarımızın bilmesinde ne sakınca olabilir ki demişlerdi birinde; işimiz, kazancımız, hayatımız her şey açık, işte, ortada.
Bu konuyu zaman zaman dost meclislerinde konuşmuşuzdur. Muhabbetlerde sözü döndürüp dolaştırıp şu noktada bağlardık: kişi kime ne iş yaparsa yapsın, o işi yapmak için nasıl ya da kaça anlaşırsa anlaşsın, bu işi yapmayı kabul ettikten sonra artık, o işi kendine yakışır bir şekilde yapmalı, kişinin yaptığı iş kişinin aynası olmalı, orada kendini göstermelidir der sözü bağlardık. Bu düşünce şeklimizin, tekkelerde olgunlaşarak bizlere miras kalmış bir düşünce olduğunu Nihat Sâmi BANARLI’nın “Resimli Türk Edebiyatı Tarihinde” Tekke Edebiyatını incelerken yazdıklarını okuyunca gördüm.
Orada şöyle yazıyordu: “Derviş sanatkârlar, inanmış insanlardı; Yetiştikleri sanat ve vicdan terbiyesi içinde yarattıkları eşya daima sağlam, güzel, hilesiz ve maddi endişelerin üstünde yapılıyor; bu terbiye Anadolu’da asırlarca bozulmamış bir esnaf ve sanatkâr doğruluğu yaratıyor; büyük bir ahlak temeli atıyordu. Derviş sanatkârlar yaptıkları her şeyi, kullardan önce Allahın (Hak’kın -R) beğeneceği güzellikte ve sağlamlıkta yapıyor; böyle bir inançla çalışıyordu.”
“Güzel tekkeler yapmak, onları elde dokunmuş güzel nakışlı kumaşlarla süslemek, güzel giyinmek, güzel konuşmak, en güzel davranışlarla selamlaşmak çevrelerini el sanatlarının en güzel eşyası ile donatmak; yapılan ve yaratılan her türlü sanat eseri’ni kullardan ziyâde Allah (Hak-R) beğensin diye, en iyi, en güzel şekilde yapmak; nihayet şiirin, musikinin, sema’nın güzellikleri içinde coşmak Tanrıya kanatlanmış bu Hak yolcularına bir ibadet neş’esi veriyordu.”
“İslamiyet içinde yalnız bir vicdan hürriyeti olarak değil, bir medeni hamle olarak da tekke medeniyeti bu duygudan doğmuştur.”
Şimdi, mesleklerinde zaman içerisinde, insan kişiliği üzerinde etkiler ettiğini düşünüyorum. Örneğin hukukçular karşılarına gelen kişinin suçlu olup olmadığına bakıyorlar, o yüzden şüphe, kuşku bu işte esas. Sağlıkçılarsa karşılarına gelen hasta ne olursa olsun, öncelikle ona yardım edip onun yaralarını sarmaya çalışıyorlar. Bu yüzden hukukçuların daha katı, sağlıkçıların daha duyarlı olduklarını düşünüyorum. Belki politikacıların çoğunlukla hukukçulardan çıkmasının nedenlerinden biride budur diye düşünürüm. Bilimsel bir düşünce olmasa da, yapılan işin zaman içerisinde insanın kişiliğinde, insanın davranışlarında etki ettiğine inanıyorum. “Sanat insanı inceltir” sözü belki bu inançtan dolayı söylenmiştir.
8 Nisan 2009
Marksizm’le tanıştığım günlerden buyana bu işten bir kuşku duyar, kendi kendime “bu işte bir bit yeniği var” derdim. Biz solcu olmuştuk ya da işte Adana tabiriyle söylersek o ayaklardan gidiyorduk; ne işçiyi nede işçi sınıfını tanıdığımız söylenemezdi ama kendimizi işçi sınıfının öncüsü ilan etmiştik. Buna inanmıştık biz. İyi hoşta işçi sınıfının da bundan haberi var mı yok mu diye de sorduğumuz yoktu. Biz kendi kendimize gelin güvey oluyorduk. Biz, işçi sınıfının öncü partilerinin, öncü kadroları olarak, bu görevi ifa eden mağrur bireyler gibi gallevi laflar ediyorduk. Ne işçi sınıfı bu konuda bizlere vekâlet vermişti nede biz buna ihtiyaç duymuştuk ama biz işçi sınıfının öncü partilerinin öncü kadroları olduğumuza yürekten inanmıştık. Gençtik, havalıydık bu da çakamıza uyuyordu. Gerçi sahici işçi sınıfıyla ya da işçiyle karşılaşınca bazı sorunlar olduğunu fark eder gibi oluyorduk ama bunda kendimize bir toz kondurmadan bunu işçi arkadaşların ya da işçi sınıfının geriliğine verip çıkıyorduk. Zamanla işçilerle bu çelişik hallerimizi Adana mavralarında anlatır bununla dalgamızı geçerdik ama sorunun nerden kaynaklandığını anlamamız zaman aldı.
Marksizm, Mark ile Engelsin daha çokta Marksın o zamana kadarki insanlığın yaratmış olduğu toplumsal gelişmeler ile felsefi, iktisadi gelişim süreçlerinin bir analizi üzerine kurulmuştu. Lenin bunu “Marksizm’in üç kaynağı, üç öğretisi” adlı yazısında açık bir biçimde anlatır. Marksın muazzam düşünsel sentezi bütün bu bilimsel olguların harmanlanmasından bunu yaratmıştı. Bunun direkmen - doğrudan emekçi sınıfla bir ilişkisi yoktu; bu onların öz yaşam deneylerinden çıkmıyordu.
Yıllar yıllar sonra, zaman içinde anladım ki, Markisizim bir aydın hareketi olarak işçi sınıfının dışında doğar gelişir. Emekçi sınıf kendi toplumsal hayatı içinde sermaye ile girdiği mücadelede karşılaştığı sorunlarda, toplumun, devletin bu konudaki rolünü anlaya bilmek için bir arayışa girerse - ki Marksa göre girecektir - o zaman sorunlarına çözüm yolları arayan işçi sınıfının öncüleri, Marksizm ile yüz yüze gelip onu anlamaya onu algılamaya başlayacaklardır. Bu öncü işçilerin ya da başka bir şekilde söylersek işçi sınıfının öncü tabakasının Marksizm’e yönelmesini sağlayacaktır. Bütün bu olgulardan dolayı, Marksist parti ya da gurup aydınlar tarafından kurulur zaman içerisinde kendine yönelen kendinin de ona yöneldiği öncü işçiler sayesinde öncü işçilerin partisi konumuna gelir. Marksist parti süreç içerisinde tecrübelerini deneylerini, öngörülerini emekçi sınıflara taşıya taşıya onları pratik içinde kazanıp partilerini öncü işçilerin partisi konumuna getirir. Yani işçi sınıfın öncü partisi değil, öncü işçilerin içinde olduğu parti haline gelirdi. Zamanla işçi sınıfının bu kaymak tabakası bazı başka sıkıntılarda yaratır.
Benim bugün algıladığım kadarıyla, Marksizm’in kurucu kadroları bu işi böyle algılayıp böyle kurgulamışlar. Ama Türkiye’de, nasıl olmuşsa artık olmuş, Marksistler işçi sınıfının öncüsüdür Marksist parti işçi sınıfının öncü partisidir diye kabul etmişiz. Yani “öncü işçilerin partisi” anlayışı her nasıl olmuşsa “öncü parti” anlayışına dönüşmüş. Dönüşmüş ama sosyal hayatta bu böyle olmamış tabi. Ne sınıf bize öncülük vekâletnamesi vermiş, nede biz bunu alışmışız, kendi kendimize gelin güveyi olmuşuz o kadar.
Bu yanlış kavrayışın, tam olarak nerden ya da nasıl çıktığını bilmiyorum; bunun bu konudaki kitapların yanlış çevirilerinden bile kaynaklanmış olabileceğini düşünürüm. Yabancı dillerden çeviri yapan çevirmenlerimiz işçi öncülerinin partisini öncü parti diye de çevirmiş olabilir. Derdim bu yazıda bunları tartışmak değil. Ben bir olguyu anlatıp meramımı anlatmaya geçeceğim. Biz genç devrimcilerken, işçiyi emekçi sınıfını tanımazdık, öyle fazla bir şeylerde bildiğimiz yoktu ama emekçi sınıfının öncüleri rolünü çok sevmiştik. Marksizm’i okuyup etüt etmesek de, onu bilen öncü akıldaneler olarak çaka satmayı, öyle dolaşmayı severdik. Bunun böyle olduğuna da kendimizi inandırmıştık bir defa. Hoş, bize de danışılırdı, bizde aklımızın erdiği kadarıyla danışanlara yanıtlar verirdik. Bilmemiz gerektiği sanılarak sorulan soruların birçoğunu bilmediğimizi bildiğimden, bunların çoğunu geçiştirirdim; şimdi hatırladıkça tatlı anılar olarak gülüp geçiyorum. Niğde Cezaevinden çıktığımda, o zamana kadarki düşündüğüm Marksizm ile gerçek Marksizm’in ayrı şeyler olduğunu anlamıştım. Bundan dolayı kendimi eskiden olduğu gibi Marksist olarak değil Marksizm’i anlamaya kavramaya, çalışan biri olarak görüyordum. Anlayıp kavramaya çalıştığım deryanın içine girdikçe yapının muazzamlığını, bizdeki aksayan yanlarını görmeye çalışıyordum. Benim bana bakışımla halkın bana bakışı farklıydı ama. Halk, daha çokta beni sevenler, bende görmek istediğini görüp öyle değerlendiriyordu. Onlara göre ben, kadiri mutla, her şeyi bilip, her şeye aklı eren biriydim, onlara göre öylede olmalıydım. Ama bende beni biliyordum. Bundan dolayı sorulan bazı sorulara kaçamak yanıtlar veriyordum, bazense bunu düşünmeliyim deyip erteliyordum. İlginç şeylerle karşılaşıyordum. Bunları zaman zaman anlatıyorum ya da yazıyorum.
Öyle ki, halk gideceği doktoru, tutacağı avukatı da bazen bana - bize soruyordu. Ne desem, ne söylesem, şaşırıp kalıyordum. Yalnız avukatlarla ilgili sorulan sorularda bir gariplik vardı; “Rıza şunu avukat tutmayı düşünüyorum da acaba oynar mı?” diyorlardı. Bende çoğunlukla bilmiyorum ya da o kadarını bilmem deyip geçiştiriyordum. Sahiden de sorulan bu kişilerle özel bir dostluğum yoktu, düğünlerde, şölenlerde bir araya gelip, oyun oynadıklarına tanık olmamıştım; ben daha çok bunlarla politik siyasi ortamlarda bulunup, muhabbetler ediyordum, tanışıklığım bu kadarla sınırlıydı.
Bir defasında, komşu köylerden biri bir avukatı sorup oynar mı dediğinde birazda şakayla gülüp “zahir oynar” demiştim. Adam öyleyse seninle konuşacağım çok mühim bir konu var doktorun orada buluşup, üçümüz konuşalım diye ısrar etti. Doktorun bürosuna vardım. Üçümüz oturuyoruz, adam meramını anlatmaya başladı. Biz köyde biriyle davalıyız, adamlar bunu (bir tanıdıktan söz ederek) avukat tutmuşlar, onunla münasip bir dille konuşalım, ben onlardan aldığının üç - beş katını vereyim, onların avukatı olsun ama benim lehime çalışsın” demez mi? Bunu duyunca, buz gibi oldum, sanki başımdan kaynar sular döküldü. Kendime hakaret edilmişçesine öyle bir tepki gösterdim ki anlatamam. Yahu insan bunu bir insana nasıl der, nasıl teklif eder, bu ne aşağılık düşünce dediğimi hatırlıyorum. Adam gayet pişkin “yahu bunda ne var, çağımızda her insanın bir fiyatı vardır” demez mi? Daha fazla orada kalamadım orayı terk ettim. Bu beni çok etkiledi, 12 Eylül sonrası bozulmanın doruğa çıkmış bir simgesi olarak göründü hep.
“Her insanın bir fiyatı vardır” sözünü, SHP nin CHP ile birleştiği dönemlerde belediyeleri elinde bulunduran guruplarca sıkça söylendiğine tanık olmuştum. Belediyeyi, yerel olanakları, gücü elinde bulunduran gurup, partilerinin içindeki egemenlik mücadelesinde bunu sıkça kullanıyordu. Kişiliklerin öğütüldüğü, hırpalandığı, ezildiği bir dönem olarak hatırlıyorum bu dönemi. Bu günkü solun dibe vuruşunda bunlarında etkisi olduğunu sanıyorum.
Hâlbuki bizim siyasi görüşümüze göre, kişi bir düşünceyi savunurken, kişisel çıkarlarına, kişisel konumuna ters olsa bile, dünya halklarının, toplumun, ülkedeki emekçi sınıfın yararına olup olmadığına bakarak bir düşünce oluşturmalıydı. Marksın bu konudaki şu sözlerini okuduğumdan beri yürekten inanarak savunmuşumdur. “… Bir kişi bilimi (ne denli yanlış olursa olsun) bilimin kendisinden değil de, dışarıdan, yabancı, dış ilgilerden kaynaklanan bir görüş açısına uydurmaya uğraştığı zaman ben o kişiye “aşağlık derim.” Bu yeni dönemde insanlar insanları küçük çıkarlar, olanaklar karşılığında yönetiyorlardı. Bu aslı bir sorundu bununla savaşılıp bu sorun aşılmalıydı.
Bizim eskidende en önemli şeyimiz siyasi düşüncelerimizdi. Onlar inançlarımızın bir göstergesiydi. Doğruluğuna inandığımız için hayatımız pahasına da olsa onu savunurduk. Bu yüzden bir konuda anlaşa bilmek için bir birimizi ikna etmek için günlerce aylarca tartıştığımız olurdu. Severdik bunu. Bunun kalkıp yerine basit çıkarların geldiği değerlere paha biçildiği ortamlardan hep uzak kaldım, uzakta kalacağım.
Kişiye kişiliğe güven, benim hayatımın temeli olmuştur. Belki bu benim yaşadığım Kızılbaş kültürel ortamının bir ürünüdür. Yola giren kişilere ya da tembihte bulunduğu canlara Dede “seni senden alıp sana verdik, kendi kendinize mukayyet olun” derdi. Kişinin sözüne, ikrarına güven, bu dünyada temel ilke olmuştu. “Öl söz verme, öl sözünden dönme” diyorlardı. Biz böyle gördük, böyle yaşadık. Bunu seviyorum. “İkrarı boynuna kement olası” diyor Pir Sultan. Direnişinin temeline ikrarından dönmemeyi koymuş, “İkrar verdim ikrarımı güderim, ikrarsız dilberi ya ben niderim diyor, İkrarımdan dönüp de ikrarsız mı kalayım,” diyor. Sözün bir kutsiyeti var, sözü için canını veriyor. Pirin sevdiği, bu yolun sürdürücülerinden biri olan Hatayi “Âdem öldürsen kan olmaz / Nefes öldürsen kan olur” diyor. Zeybekler efelerine “Yiğit kime denir” diye sorunca, efeler hep bir ağızdan “Sözünde durana” diye haykırıyorlar. Yalanın olmadığı, kimsenin kimseye yalan söyleme zorunda kalmayacağı bir hayat olsun, onun içinde yaşayım istiyorum. Aşkta da böyle, ikili ilişkilerde de. Söze, kişiliğe güven, esas olmalı, kurulacak hayatlarda diye düşünüyorum. 16 yıl bir yastığa baş koyup, beraber yaşadıktan sonra ayrılmak zorunda kalan bir çift tanıdım, “biz 16 yıl boyunca bir birimize hiç yalan söylemedik” derlerdi, tek tesellileri buydu. Severdim onların bu hallerini. Gizliliğe karşı çıkarlardı, gizlenecek neyimiz var her şeyimiz açık derlerdi. Allahın bildiğini kuldan mı esirgeyeceğiz der gibi, devletin, gizli polisin bildiğini dostlarımızın bilmesinde ne sakınca olabilir ki demişlerdi birinde; işimiz, kazancımız, hayatımız her şey açık, işte, ortada.
Bu konuyu zaman zaman dost meclislerinde konuşmuşuzdur. Muhabbetlerde sözü döndürüp dolaştırıp şu noktada bağlardık: kişi kime ne iş yaparsa yapsın, o işi yapmak için nasıl ya da kaça anlaşırsa anlaşsın, bu işi yapmayı kabul ettikten sonra artık, o işi kendine yakışır bir şekilde yapmalı, kişinin yaptığı iş kişinin aynası olmalı, orada kendini göstermelidir der sözü bağlardık. Bu düşünce şeklimizin, tekkelerde olgunlaşarak bizlere miras kalmış bir düşünce olduğunu Nihat Sâmi BANARLI’nın “Resimli Türk Edebiyatı Tarihinde” Tekke Edebiyatını incelerken yazdıklarını okuyunca gördüm.
Orada şöyle yazıyordu: “Derviş sanatkârlar, inanmış insanlardı; Yetiştikleri sanat ve vicdan terbiyesi içinde yarattıkları eşya daima sağlam, güzel, hilesiz ve maddi endişelerin üstünde yapılıyor; bu terbiye Anadolu’da asırlarca bozulmamış bir esnaf ve sanatkâr doğruluğu yaratıyor; büyük bir ahlak temeli atıyordu. Derviş sanatkârlar yaptıkları her şeyi, kullardan önce Allahın (Hak’kın -R) beğeneceği güzellikte ve sağlamlıkta yapıyor; böyle bir inançla çalışıyordu.”
“Güzel tekkeler yapmak, onları elde dokunmuş güzel nakışlı kumaşlarla süslemek, güzel giyinmek, güzel konuşmak, en güzel davranışlarla selamlaşmak çevrelerini el sanatlarının en güzel eşyası ile donatmak; yapılan ve yaratılan her türlü sanat eseri’ni kullardan ziyâde Allah (Hak-R) beğensin diye, en iyi, en güzel şekilde yapmak; nihayet şiirin, musikinin, sema’nın güzellikleri içinde coşmak Tanrıya kanatlanmış bu Hak yolcularına bir ibadet neş’esi veriyordu.”
“İslamiyet içinde yalnız bir vicdan hürriyeti olarak değil, bir medeni hamle olarak da tekke medeniyeti bu duygudan doğmuştur.”
Şimdi, mesleklerinde zaman içerisinde, insan kişiliği üzerinde etkiler ettiğini düşünüyorum. Örneğin hukukçular karşılarına gelen kişinin suçlu olup olmadığına bakıyorlar, o yüzden şüphe, kuşku bu işte esas. Sağlıkçılarsa karşılarına gelen hasta ne olursa olsun, öncelikle ona yardım edip onun yaralarını sarmaya çalışıyorlar. Bu yüzden hukukçuların daha katı, sağlıkçıların daha duyarlı olduklarını düşünüyorum. Belki politikacıların çoğunlukla hukukçulardan çıkmasının nedenlerinden biride budur diye düşünürüm. Bilimsel bir düşünce olmasa da, yapılan işin zaman içerisinde insanın kişiliğinde, insanın davranışlarında etki ettiğine inanıyorum. “Sanat insanı inceltir” sözü belki bu inançtan dolayı söylenmiştir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder