7 Nisan 2009 Salı
OBOMA GEZİSİ -II-
Mihrac Ural
6 Nisan 2009
Bölgemizde Bush yönetiminin komplo –dayatma ve BOP gibi kurgu tezlerinin yıkıntıları altında kalmış bir ABD siyaseti bulunmaktadır. Obama bunun onarılması için buradadır.
Obama, bu gerçeklerin algılarıyla bölgede ABD çıkarlarının yeniden örgüsü için gelmiştir.
Birinci bölümün son cümleleri bu yönde olmuştu. Bu noktadan devamla, ABD’nin Obama yönetimiyle ülkemizden oynaması istenen rol bölge dengesinde ortaya çıkan çok önemli değişimlerle ilgilidir.
Bush yönetiminin çöken dış politikası, bölgemizde “ılımlılar” diye lanse edilen ABD yanlısı tüm gerici Arap ülkelerinin etkinliğine son vermiştir. Bu ülkelerin Irak işgaliyle başlayan yeni süreçte, bölgemizin ebede kadar ABD lehine, büyük bir dönüşüme uğrayacağı sanısı ardından sürüklenişi gündeme gelmişti. Ancak bu serseri sürükleniş, kendi halkları açısında da büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
ABD’nin, temeli böl yönet üzerine kurulu, demagojik “demokrasinin yaygınlaştırılması” söylemlerinin örtüsüyle dayatılan Büyük Ortadoğu Projesi’nin ( BOP) çöküşü bu ülkelerin bölgedeki rollerini de çökertmiştir. İsrail etkinliğinin artık gerileyen savaş mekanizmasından öte bir anlamı kalmaması, gerici Arap ülkelerinin tüm etkinlikleriyle İsrail’i destekleyip, direnme güçlerini teslim almak için yürüttükleri çabaların sonuçsuz kalması bölgemizde güçler dengesini de alt üst etmiştir. Direnme güçlerinin İsrail’e karşı askeri alanda, Gazze’de ve Lübnan’da kazandıkları zaferler, ABD’nin Irakta düştüğü çıkmaz, Suriye’ye dayatılan akıl almaz baskı ve ambargolar, İran’a yönelen tehditler ve yaptırımların bölgemizde yeni bir dönemin açıldığınada bir işaret olmuştur. ABD yönetimi bu açılama baş eğmiş bir yönetim olarak, toparlama telaşıyla bölgede yeniden konumlanış arayışlarına başlamıştır. Türkiye’nin artan önemi bu konjonktürün verileriyle ilgilidir.
Obama yönetimi, bunun bilincinde bölgede Türkiye’nin oynayabileceği rollerin belirlenmesini yoklamaktadır. Türkiye’nin bölgemizde önemli roller oynanabilmesi için yetersizlikleri olduğu, rolünü daha çok bağımlı tarzda ortaya koyabileceği (bu bağımlılık bölge ülkelerinin onayı anlamındadır) ABD’nin eski oloduğu yeni yönetimince de kabul gören bir yaklaşımdır. I. Dünya savaşı ardından ve özellikle II: dünya savaşıyla birlikte “yeşil Kuşak” projesi, Bağdat paktı, Cento gibi tüm girişimlerde ülkemizi çirkin bir emperyalist kukla, bölge halkların düşmanı siyasetlerin maşası olarak kullanılması, bu güne kadar izleri olan bir algı oluşturmuştur.
Türkiye’nin bölgedeki her rolünü kısırlaştıran bu algı, Mısır ve Suudi etkinliğince de körüklenmekte ve yasaklarla etrafı örülüp, kuşatma altına alınmaktadır. Türkiye Mısır ve Türkiye sudu Arabistan arasında tarihi ilişkiler bu olumsuzluğun derinleşmesinde önemli roller oynamıştır. “Mısırın etkin olduğu bir Ortadoğu’da Türkiye’ye asla rol verilemez” kuralı bu gün içinde geçerlidir. Türkiye’nin bölgede yükselen İran’ın rolünü oynamasının imkansız olduğu gerçeği (İran’ın inanç açısından, maddi ve manevi etkinlik açısından, mali ilişki askeri ilişki ve bölge direnme güçlerinin yanında aldığı tutumun zafer kazanan sonuçları açısından) bu rol Suriye kapısı olmaksızın oynamasının imkanı bulunmamaktadır.
Suriye Türkiye ilişkilerinin tırmanışı karşılıklı olarak bu iki ülkenin böylesi bir konjonktürden geçmesiyle ilgilidir. Suriye ise bölgede barışın da savaşın da merkezinde olan bir ülkedir. Bu ülke, siyasal yönelim ve tercihlerini, güçler dengesi ve gereklerine bağlı olarak belirleyecektir. Böylesi bir belirleme ister istemez, bölgedeki gelişmelerin bir ürünü olacaktır. Suriye, ABD’ye karar bölgede en kararlı siyaseti gösteren bir ülkedir bunun bedelini de ağır faturalarla ödemiştir; direnme güçlerine destek vermekten her şey pahasına bir adım geri durmamıştır, Filistin örgütlerine güvenilir liman olmuştur, Lübnan direnme hareketinin İsrail’e karşı zaferinde en etkin yere sahiptir, gerici Arap ülkelerine tavizsiz tavır almış Iranla ilişkilerini her şeye karşın kararlıca sürdürmüştür. Bu yanıyla bölgemizde ABD dayatmalarının çöktüğü yerde en çok kazanan taraf direnme güçlerini temsilen Suriye olduğu bölge uzmanı stratejistlerin hemfikir olduğu bir sonuç olarak belirmektedir.
Bu açıdan, Türkiye’ye bölgede verilecek rolün kaderinde Suriye’nin belirleyiciliğinden söz etmek yanlış değildir. Bölgeyi doğru okumak bu sonuçlara götürür. Türkiye’nin kendini dev aynasında görüp görmemesinin bölgenin bu madde verileri karşısında hiçbir anlamı yoktur. Suriye’nin vereceği avans kadar bölgede rolü olan bir Türkiye’nin ABD politikalarıyla ilgili bölgede oynayacağı rolde o kadar olacaktır.
ABD’nin, Türkiye’ye vereceği İran ve Suriye merkezli roller “Yeni Osmanlıcılık” çerçevesinde bir Ortadoğululaştırma siyaseti olarak belirginleşmiştir. Yani Osmanlıcılığın yeni bir versiyonu olarak, “bölgenin tüm ulusal ve etnik topluluklarının çıkarlarını gözeten gevşek bir siyasal oluşuma, siyasal ilişki koordinasyonuna yönelimi” oturtmak istemektedirler. Bu Obama yönetiminin bölgede beklediği uzun bir barış dönemiyle ilgili algılarının da ifadesi gibi durmaktadır. Ancak bu hesapların hiçbir çarşıda sonuç alıcı gibi durmamaktadır.
ABD’nin derin siyasetinde, İsrail’in her ne pahasına olursa olsun korunması içgüdüsü ve gerici Arap ülkelerinin “ılımlılar” olarak bölgede onamaları istenen rollerin yeniden canlandırılma arzularıyla birleşecek olan yeni İsrail hükümetinin savaş tamtamları çalan gelişi, bir kez daha bölgede örülmekte olan yapılan hesapsız politikalarla yüz yüze kalmamızı getirecek gibidir.
Bölgemizde Mısır ve Suudi merkezli kombinezonlar artık ağır bir yenilgi alarak gerilemiş durumdadır. Bu durum Türkiye için açılmış bir boşluk gibidir. İran Suriye ilişkisinin stratejik özgünlüklerine benze özgünlükler olmaksızın Bu boşluğu Türkiye’nin doldurması mümkün değildir. Türkiye’nin böylesi bir dönüşüme yönelmesinin ise mümkünü yoktur. Yani Türkiye’nin hiçbir resmi, tarihi, statüsel eğilimi bölgede halkaların ABD ve gerici güçlere karşı direniş güçlerinin yanında yer almasını olanaklı kılmamaktadır. Kendi ülkesinde, kendi vatandaşsı olan Kürt halkının özgürlük ve demokrasi taleplerine, dış güçlerden destek alarak sınır dışı operasyon yapacak kadar çılgın bir siyasal sürükleniş içinde iç savaşı zorlayan bir algının bunu yapması mümkün değildir.
İslam adına ise Türkiye’den kimsenin hiçbir beklentisi yoktur. Türkiye ne İslam zemini üzerinde ne de İslam’a ilişkin bir öncülüğü söz konusu değildir. Zira, bölgemizin tüm ülkeleri İslami ülkelerdir. Bu ülkelerin çoğunluğunda da İslam şeriatı egemendir. İslam hukuku en laik Suriye ve Lübnan’da bile etkindir. 1400 yılın birikimleriyle bu ülkelerin Türkiye gibi, zorla aldığı hilafeti gerilerde bırakmış cumhuriyeti laik bir ülkeden alacakları bir İslami algı yoktur. Zaten en kabadayı İslam bilimcisinin Arap ülkelerinde öğrenci sayıldığını biliyoruz. Türkiye İslam adına ne birikim ne de potansiyel açıdan hiçbir öncülüğe sahip olamaz. Ayrıca bin yıllık bir gelenek üzerinde kurumlaşmış El Ezher, Kum, Necef, Kerbela gibi merkezlerle boy ölçüşecek durumda hiç değildir.
Bir İslam ülkesi olması itibariyle siyasal yapılanmasının örnek alınması, medeni kanun ilişkisinin örnek olması ise Arapların yüz yıl önceden bu güne mücadelesini verdikleri bir süreçtir ve bunu Türkiye’de olduğundan çok daha dengeli bir tarzda yürütmektedirler; bu gün serbest bırakılsa şeriata bile onay verecek bir ilkel algı hükmünün, mahalle baskısı şeklinde ülkemizi kuşattığından söz etmek yanlış olmayacaktır.
Bölgemizde, Türkiye’de egemen mezhep Sünniliğe karşı, Şii mezhep topluluğu çok önemli bir potansiyeldir; İran %80, Irak %60, Suriye (Aleviler) %30, Lübnan (Şii+ Aleviler) %40 gibi oranlardadır. Türkiye’de Aleviliğin %20 civarında olduğu bilinmektedir. Bu açıdan Türkiye’nin bölgemizde İslami roller oynamasına yol açacak kapıların sonuna kadar açık olduğu söylenemez.
Ayrıca, bölgemizdeki son gelişmeler Müslüman kardeşler örgütünün gerilediğini, yurtsever söylemleri öne çıkararak örneğin Suriye’de yönetimle barışmak için her türlü tavizi vermekte olduğu gözlemlenmektedir (Müslüman kardeşler sözcüsü, Beyanuni’nin Londra’dan, 4 Nisan 2009’da basına yansıyan açıklaması). Lübnan’da Nehri el Barid Filistin kampı baskınıyla, FETİH EL İSLAM’ın tasfiyesi, Irak’ta el Kaidenin önemli oranda güç kaybetmesi ve bunlar yerine daha gerçekçi, daha çok halka dayanan ve emperyalizme karşı direnebilen siyasal yönelimlerin öne çıkması önemli işaretlerdir. Bu durum İslam’a endeksli bir projenin doğarken ölü olacağını göstermeye yeterlidir.
Bu verileri ABD yönetimi on binlerce uzmanın, stratejistin çok aşamalı planları şemsiyesi altında bu gerçekleri bilmediği iddia edilemez. Bilerek ülkemizi zorladıkları bu rollerin ise ne komşuluk ilişkisi açısından nede halkların barış içinde yaşaması açısından onurlu olması düşünülemez. Bu ise geçen yüz yılda ülkemizin sürüklendiği maceracı kukla konumlara düşmesi demektir. İsrail, “Yeni Osmanlıcılık” tezini Ortadoğululaşma olarak ısrarla öne çıkarttığını göz önüne alınırsa, bu hengame içinde Türkiye bir kez daha bölge halklarına karşı emperyalistlerin ve siyonizmin yanında saf tutan ülke konumunda kalacaktır (ülkemizin bu konudaki sabıkaları, İsrail’le sürmekte olan askeri anlaşma ve istihbarat ilişkileri bu kanıları güçlendiren verilerdir).
Sonuç olarak Ülkemiz dün Bush bu gün Obama yarın bir başkasının çıkar örgülerinin bir maşası olarak kendi yaşam bölgesinde istihdam edilmek istendiği açıktır. Bu güne kadar da istihdam edilmiştir.
Oysa ülkemizin ve halklarımızın bu bölgenin bir temel unsuru olarak kendi orijinalitesine uygun siyasetler üretme yükümlülüğü altındadır. Bu siyasetlerin merkezinde bölge halklarının dayanışması, emperyalist ve Siyonistlere karşı çıkarlarının savunulmasından geçmektedir. Bölge halklarına karşı dış güçlerin organize ettikleri hiçbir çıkar planında yer almamak ise bu işin ilk adımıdır. Türkiye bu adımı atmaktan hala çok uzakta durmaktadır.
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde demokrasi güçlerinin gösterdiği yükseliş performansı, bölgenin direnme güçleri lehine olan gelişmelerle kesişme içinde olduğu görülmektedir. Bu kesişme, demokrasi güçlerinin halkımız adına bölgenin halklarıyla çıkar birliğini sağlayacak önermeleri de gündeme getirmelidir. Bu ülkemiz demokrasi güçlerinin bölgenin gelişmeleriyle uyumu ve birlikteliği için olduğu kadar kendi halkı için daha etkin olmasının da bir fırsatı olarak algılanmalıdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder