29 Nisan 2009 Çarşamba
1MAYIS
Farklılığımızın mücadele zenginliğiyle
ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ İÇİN YÜRÜYELİM.
Ortak ülkemizin tüm meydanlarında, özellikle tüm başkentlerinde; İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Antakya’da etkin katılımlarla, farklılığımızın mücadele zenginliğiyle
özgürlük ve demokrasi taleplerimizi
haykıralım.
Mihrac Ural
28 Nisan 2009
Ülkemizde özgürlük ve demokrasi sorunu var. Bu sorunu, resmi hiçbir statü, verili Osmanlı aklıyla çözemez. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinin de gösterdiği gerçek çözüm yolu, özgürlük mücadelesinin yükseltilmesinden, Anadolu mozaiğinin her bir renginin kendi özgün örgütlenmesiyle, demokrasi mücadelesine bir manivela olarak katılmasından geçmektedir. Özgürlüğümüzün geleceği farklılığımızın mücadele zenginliğindedir. Bunu örgütlü bir güç olarak meydanlara yansıtmak, Kürt halkının gösterdiği başarıyı kendi yerelimizde de ortaya koyup desteklemek, 1 Mayıs bayramının öncelikli görevi olarak karşımızda durmaktadır.
Gericiliğin ülke sathında gösterdiği yayılma karşısında ne ulusalcılar, ne liberaller ne de “Sol” ciddi bir duruş sergileyebilmiştir. Siyaset sahnesinde bu eğilimler marjinal bile olamamıştır. Tüm Türkiye solunun hali pür meali, seçmenin değil, seçimlere katılanların %1’i bile olamamıştır. Bu güçlerin musalla taşındaki mevta halleri, halkımız üzerine örülen karanlık bir sürecin kökleşmesini güçlendirmiştir.
Buna rağmen; ortak ülkemizin toprakları, özgürlük ve demokrasi taleplerini hepimiz adına yükselten Kürt halkının mücadelesine tanık olmuştur. Bu topraklar aynı zamanda yüzyılların baskısı altında olan inanç farklılıklarımızın mücadele zenginliklerini de hepimiz adına ortaya koymuştur. Bu süreçte Alevilerin gösterdiği demokratik örgütleniş ve büyük kitlesel eylemler, gericiliğin pervasızlığına dur demiştir.
Gerici egemenlik karşısında ortaya konan başarılı duruşlar aynı zamanda demokrasi taleplerimizin hangi zemin üzerinde gerçekleşebilecek talepler olduğunu göstermiştir. Bu zemin, ülkemizde tüm farklılıkların kendi özgün örgütlenmeleriyle mücadele sürecine katılması gerektiğini işaret etmektedir. Özgürlük ve demokrasi talebinde bulunan her bir farklımız; Kürdü, Türk’ü, Arap’ı, Ermeni’si, Alevi’si Sünni’si, Hıristiyan’ı ve diğerleri özgün örgütlenmeleriyle meydanlarda gericiliğe karşı demokrasi mücadelesini sürdürmelidir.
Anadolu bir halklar mozaiğidir. Bu halklar bin yıllık bir karabasan altında yaşamaktadır. Kendi anavatanlarında mülteci konumunda her türlü siyasi haklarından mahrum edilmişlerdir. Bu halkların hak ve hukuk mücadelesi aynı zamanda bir emek ve insan hakları mücadelesidir. Bu hakların kazanımı, kurum ve kuruluşlarıyla yasa ve anayasalarıyla bir demokratik yeniden yapımlaşmayı gerekli kılıyor. Demokratik bir devlet olmaksızın bunun kalıcı olması da mümkün değildir. Ortak ülkemizin eşitleri olarak, farklılığımızın tüm etkinliklerini bu amaca yöneltmeliyiz. Fırat’ın ötesini berisine, Toroslar’ın güneyini kuzeyine bağlamanın yolu buradan geçiyor. Bu, birlik ve toplumsal barışın da temelidir. 1 Mayıs kutlamalarına ülkemiz gerçekliğinde anlam verecek algılar bu zemin üzerinde yükselmelidir. Bu yanıyla 1 Mayıs kutlamalarında işçi sınıfı daha çok halklaşmalı, kapsayıcı olmakla kalmayıp halkın bir parçası olmasını gerektirmektedir diyorum; mücadele alanını fabrikanın dar çitlerinden çıkartıp ülkemizin orijinal değerleri ve hepimizi temsil eden siyasal taleplerinin savunulmasına yönelmeliyiz.
Anadolu gerçeği bunu gerekli kılmaktadır. Ortak ülkemizde 1 Mayıs bayramının gerçekçi anlamı da burada yatmaktadır. Tek boyutlu algılar, ithal malı siyasal yönelimler her ne ad altında olursa olsun bu gerçekten uzakta kalmaktadır. Bu anlamıyla İşçi sınıfı halklaşmalıdır diyoruz. Bu anlamıyla 1 Mayıs farklılıklarımızın tekleşerek zayıflatılmasına artık yer yoktur diyoruz. Her bir farkımız kendi özgün güç ve örgütlenmesiyle mücadelede omuz omuza olmalıdır. Birlik olmak, tek olmak değildir, farklılığımızın eşitliğini, tek olma adı altında eşitsiz kılacak önermelerle mağdur etmek demokratik bir önerme değildir. Bundan çıkmayan sol, son tahlilde milliyetçi bir sol olmuş ve vefat etmiştir.
Bu gün siyasal hedeflerimiz için gerekli olan, her alandan farklılıklarımızın özgün örgütlenmelerini oluşturmak ve bunu mücadele sürecine bir manivela olarak katmaktır. Her kim özgürlük istiyorsa, kendi bağımsız örgütüyle aynı mücadele yoluna koyulmalıdır. Kimse kimsenin omzuna taşıyamayacağı yükleri bindirerek demokrasi ve özgürlüğü kazanacağını sanmasın. Bu önerme daha çok bölünme değil, daha çok sonuç alıcı mücadele sürecine daha çok ve etkin katılım önermesidir. 1 Mayıs bayramı kutlamalarını bu açıdan ülkemiz gerçeğine uyumlu olarak algılamak birleşmenin, dayanışmayla ortaya konmasıdır. Bu mücadele sürecinde farklılıklarımızın eşitliği kuracağımız demokratik toplumunda belirtisi olmalıdır. Farklılığımızın dayanışması birimizin öncü olup kaldıramayacağı sorumluluklar altına girmesi hiç olmayacaktır. Demokrasi ihtiyacı olan her etkinliğimiz kendi gücüyle öncü olmaya çalışmalıdır. Ayrı varlığımızın kendini bağımsızca ortaya koyması bu sürece dinamik katacak tek yoldur.
Kürt halkı, mücadele sürecinde farklılığıyla, ortaya koyduğu bağımsız örgütlenme ve etkinliğiyle bu kararı verdi. Bu karar bölünme değil, hepimiz adına daha çok sorumluluk üstlenmekti. Nitekim bu gün, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinde Kürt özgürlük hareketi en önemli güvence olarak ortaya çıkmış oldu. Bunu desteklemek ve demokrasi mücadelesine ivme katmak için farklılıklarımızın daha çok ve etkin olarak özgün örgütlenmeleriyle sürece katılmasını gerekli kılıyor; ülkemiz mozaiğinin tüm etkinlikleri Kürtleriyle, Türkleri, Araplarıyla, Ermenileri, Alevileriyle, gayri Müslimleri, özgürlük ihtiyacı olan her kesim bu sürece özgün örgüt ve etkinliğiyle katılmalıdır. Bu yönelim dağılma değil, binlerce kez denenmiş ve her defasında yalan olduğu ortaya çıkıp iflas etmiş olan sahte birliklerden bin kat daha birleştirici ve sonuç alıcıdır. Yerel seçim sonuçları, bu gerçeği Kürt halkının mücadelesi ve sonuçlarıyla bunu tartışmasız ortaya koymuştur. 1 Mayıs’a bu bilinçle gidebildiğimiz ölçüde, ortak ülkemizin her alanında demokrasi mücadelesi sürecine güç katabiliriz.
Ortak ülkemizin siyasal süreci böylesi bir yönelimi zorunlu kılmaktadır. Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, bu ülkenin bir tek alanı 1 Mayıs için yetersiz demektir. 1 Mayıs İstanbul’da Taksim’de kutlanmalıdır, ancak ortak ülkemiz sadece İstanbul değildir. Fiili başkent İstanbul olsa da.
Ortak ülkemizin tek başkentli olması bile anti demokratiktir. Anadolu, mozaik yapısına uygun birden çok başkenti kapsayacak bir coğrafi-kültürel özelliktedir. Ankara resmi başkent. Bu kalsın, bir sorun değildir. İstanbul’da fiili başkent. Ancak bu ülkenin tek boyutlu dayatmalarını aşmak ve gerçek bir özgürlükçü düşünceyle demokrasi yönelimlerimizi ortaya koymak için Diyarbakır’ı ve Antakya’yı da ihtiyari başkentler olarak algılamaya alışmalıyız. Bu gerçeği içselleştirmedikçe, ortak ülkemizde eşitler olarak demokratik bir yaşam şansı mümkün olamaz. Bu yanıyla 1 Mayıs’ın Anadolu’nun tüm başkentlerinde, merkezi meydanlarında kutlanmasını hedef olarak önümüze koymalıyız. 1 Mayıs bayramının İstanbul’da Taksim meydanında kutlanmasına en büyük desteği de bu algı sağlayabilir. Bu hakkı kazanmak için farklılığımızın mücadele zenginliğiyle direnmeli, on yıllardır sürdürdüğümüz mücadeleyi, bir gece ansızın verdikleri siyasi kararla 1 Mayıs’ı bayram ilan etmek isteyenlerin eline bırakmamalıyız.
Her 1 Mayıs bayramını korku ve gerginlik ortamına sürükleyen bu devletin, bu günü resmi tatil ilan ederek yapmaya çalıştığı hamle, seçimlerde Kürt oylarını beyaz eşya rüşvetiyle kazanma çabasından başka bir şey değildir. Bu çabanın beyhude olduğu seçim sonuçlarında açığa çıktı. 1 Mayıs’ı tatil günü yapma çabaları da aynı amaçla ele alınmaktadır. Oysa resmi kararlar olsa da, olmasa da, 1 Mayıs halkların demokrasi mücadelesini yükselttiği bir bayram günüdür. Böyle olmaya da devam edecektir.
Çağrımız:
Anadolu haklarının özgürlüğü ve demokratik talepleri için ortak ülkemizin tüm meydanlarında, özellikle de başkentlerinde; İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Antakya’da daha etkin olarak kutlamalara yönelmeliyiz.
AK PARTİ POLİTİHARİKASI
Slogan İsyancı
25 Nisan 2009
Ak Parti iktidara geldikten sonra ülkemizde özelleştirme, işsizlik, ithalatta ve döviz kurundaki artış ve en önemlileri, gericilik, yozlaşma, laiklikten kopuş bununla beraber dinci bir siyaset güdülmeye başlandı. İslam dinine mensup olan bir ülke olarak Türkiye, Ak Partinin bu eğilimini doğru kabul etti. Halkımız oy verirken dini inançlarının sömürüldüğünü ve laikliği unutmuş olarak seçim sandıklarına gitmiştir. İkinci seçimde yüzde 47 gibi bir oranla tek basına iktidar olmuştur. Türkiye de yaşayan milletleri işsizliğe, açlığa, sefalete sürüklemesinin yanı sıra devlet olarak, emperyalizm patağına, Amerika ve İsrail ile birlikte diğer dış güçlerin işbirlikçiliğine itti. İşte bunların hepsi ikinci seçimle beraber, Tayyip Erdoğan’ın kendine olan güveninin artmasıyla dini ve işbirlikçi yüzünü yaptığı faallerle ortaya koydu. Biraz geriye gidelim ve Türkiye başbakanı olarak, 2009 da olduğunu bilmeden padişahlık devri sürdürmeye çalışan Tayyip Erdoğan’a bakalım.
Laiklik:
Laiklik elden gidiyor! Söylentilerine karşın verilen cevap, millet istedikten sonra gidecek.
Hem laik hem de Müslüman olunmaz, ikisi bir arada yürümez…
Bu şekilde bir laiklik acılımı olamaz, yanlıştır. Laiklik, devletin dinler karşısında tarafsız olması gerektiğini savunur. Din ile Devlet işlerinin birbiri ile bağımlı değil, bilakis ayrı yürütülmesi gerektiğini savunur. İnançlar ve duygusal bağlamda bir yönetim şekli, devletin gerilemesi ve dış güçler tarafından daha kolay kullanılmasına davetiye çıkarmaktır. Laikliği bilmeyen birinin Türkiye’de başbakan olması gerçekten ilginç ve bir o kadarda üzücüdür. Felakete sürüklendiğimize beyanattır.
Ya Müslüman ya Laik olacaksın.
İnsanların inançlarını sömürmekle kalmadı kişisel seçimlerine de el attı. Bu söz çoklarının kafasında kargaşaya sebebiyet verebilir. İnançları, mantık ve siyasi görüşüne nazaran ağır basan kişiler tarafından sapma, laikliği kabullenmeme durumuna eğebilir. Bu vahim eğilim, muhafazakâr baskısı olarak karşımıza çıkar ve iktidarın hayali olan Osmanlı’ya dönüş, durduran olmadığı takdirde gerçekleşebilir. İslam medeniyetinin yönetim sekli olarak Türkiye’de hâkimiyeti söz konusu değildir. Ama iktidarın ve yandaşlarının şahsi menfaatlerine uygun olan bu yönetim şekli yani şeriat, insanlığa zulüm, azınlıklara ölüm, adaletsizliğe başlangıç olacaktır. Bu yönetimin önüne geçilemeyeceğini ve kim desteklerse refah içinde yaşayacağını, desteklemeyenlerin ise zulme maruz kalacağını alenen itiraf eden Erdoğan, iç savaşı meşrulaştırdığının farkında değildir. Devlet dairelerine sıçrayan Türban olayı, Erdoğan’a verilen “Yahudi düşünce kuruluşundan ‘üstün cesaret ödülü’ ile bağlantılı mı? Ya da bu ödülü getiren, Yahudi geleneklerini (türban) Türkiye’de yaymaya çalışmak mıydı?
Demokrasi:
Bu demokrasi araç mı olacak, amaç mı olacak?
Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz.
Demokrasi, ancak ilmi açıdan ele aldığımız zaman bir araç olduğunu göreceğiz!
Erdoğan’dan yanlış bir betimleme daha…
Demokrasiyi gerçek anlamda ele aldığımız takdirde, halkın iktidar ve devlet politikasını seçmesi, şekillendirmesini sağlayan yönetim biçimidir. Bu yönetim biçimi diktatörlüğün sonu, bir bakıma halkın iktidarlığıdır. Bu gün Türkiye’de demokrasiden bahsedilmesinin sebebi TBMM’dir. Demokrasi açısından atılan en büyük adım görülse dahi, yapı içerisinde oyunlar hep iktidar kurallarına göre oynanıyor. Tayyip Erdoğan’a göre araç olan demokrasi, bizler için her zaman hedef olmuştur. Kendi yönetimimizi, yaşamımızı kendimiz yönlendirmek istiyoruz fakat bu hakka sahip olduğumuz söylenemez. Erdoğan, demokrasiyi kullandığını, sömürdüğünü kendi ağzı ile söylemiştir. Sonrasında ise kendi bildiğini okuyup, cebini doldurmaktan başka bir şey yapmamıştır. Her şey tahta geçene kadar yalan, sonrasında izlediği politikanın bütün çirkinliği gerçektir. Bana göre; demokrasiyi sindirmek, aristokrasiyi sistemleştirmeye çalışmak ve oligarşinin sefasını sürmek istiyor.
Yasin El Kadı Kefilliği, Fethullah Gülen Uşaklığı ve Taliban Şeyhleri Karşısında Diz Çöküş:
Yasin El Kadı, Suudi Arabistanlı bu iş adamı gayrimenkul alım satımı ile kara para aklıyor bununla beraber İslamcı terör örgütlerine finans sağlıyor. Tayyip Erdoğan ise bu adama kefil ve destekçi olduğunu itiraf ediyor. Basit bir teori geliştirmek gerekirse, devletin topladığı vergiler, sağlanan bütün kazançlar, halkın yararına değil de şeriat için çalışan örgütlenmelerin kasasına giriyor. Gemicikler, uçaklar, lüks otomobiller, 7 yıldızlı oteller aynanın görünen yüzüdür. Fethullah Gülen’de aynı şekilde örgütlenme ve kitleselleşme heyecanı ile din derslerinin ağırlıklı olduğu okullar yaptırıp tarikatçılık, şeyhlik budalası ve ABD’nin piyonu olarak evrimini tamamlamış bir projedir. İslam’da şeyhlik, tarikatçılık yoktur ve şeriat yasalarına göre ‘cami duvarına işeyen köpek’ konumundadır. Bu iki isimle aynı kulvarda koşmaya çalışanlar ve yandaş kitle faşizm içerisinde yoğunlaşarak reformist hareketlenmelerle dini saptırmayı, kendi çıkarlarına göre kullanmayı hedefleyenlerdir. Bir başka fiyasko, Taliban şeyhleri karşısında ‘dizlerimin üzerinde yaşamayı tercih ediyorum’ der gibi pozlar veren, şimdi ise halkı çiğneyerek ‘kendi ayaklarım üzerinde duruyorum’ havasında bir hayalperest.
İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkalığında Tayyip Erdoğan;
Ak Partinin Alevilik açılımı ve vaat edilen enstitüler bir yana, Karacaahmet’i 7 Eylül 1994’de kaçak yapılaşma gerekçesiyle yıktırma girişiminde bulunması bir yana! Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu…
Anlaşılan o ki, günah çıkarmaya benzeyen bu manevra CHP’nin çarşaf hatasına benziyor. Oy toplayabilmek için dini ve kültürel değerlerden medet umanlar, riyakâr olduklarını gözler önüne seriyor.
Başkanlık sürecinde gelişen bir başka olay, sanatçı Sevim Tanürek’in yaşamını yitirmesi;
Tayyip Erdoğan’ın oğlu Burak Erdoğan, 11 Mayıs 1998 de yaya geçidinde karşıdan karşıya geçmekte olan Tanürek’e çarpıyor. Bu kaza sonucunda ağır yaralanan Tanürek, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitiriyor. Ehliyetsiz olduğu ve yaya geçidindeki birine çarptığı halde kusursuz bulunan Burak Erdoğan, 8 de 8 kusurlu bulunan Sevim Tanürek oluyor. Kısaca, sistem çarkı parası olandan yana dönüyor.
Başka bir konu askerlik;
‘Askerlik yan gelip yatma yeri değildir’ dedi. Ama ne hikmetse, esas oğlan Burak Erdoğan yan gelip yatanlardan! Çürük raporu ile beraber babasının destekleri ve halkımızın sırtından çıkan sermaye, Burak Erdoğan’ı büyük bir iş adamı yapmıştır. ‘senin çocuğunda işsiz kalsın! otur… otur…’ deme hakkını nereden alıyor acaba? Oy verenler bir düşünsün…
Ananı da Al Git!
Bir çiftçiye ananı da al git dedi. Burada ima edilen hakaret, Erdoğan’ın ne denli bir aile yapısı ile yetiştiğini, bir başbakana ne kadar yakıştığını, halka, çiftçiye ya da işçiye ne kadar değer verdiğini tartışmaya açar. Bana göre, etik değerleri olmayan, vicdansız, (sözde) güçlü olduğunu düşünerek insanları küçük düşüren, ‘karını da al git’ sözünün çıkmasına ve ‘ortaya düşen yıldızların’ artmasına neden olan, Ergenekon ile başlayan sürecin son dönemlerinde ‘devrik lider’ durumuna düşecek bir yüksek uçan!
Son söz olarak, halkımız artık güneş gözlüklerini çıkarmalı soğuk kış geceleri geliyor. Erdoğan’ın aksine egemenliğin hala ellerimizde olduğunu görmeliyiz. Bütün bu oyunların sona ermesini, analarımızın siyasete alet edilmesinin engellenmesi bizlerin elindedir. O taş bir çiftçiye değil, bütün işçi ve çiftçi kardeşlerimize atılmıştır. Bir torba kömüre, bir kilo pirince, kuru soğana muhtaç edildiysek, bu bağlamda hem elimizdekiler kepçeyle alınıp kaşıkla veriliyorsa ve biz hala bunu göremiyorsak hep bu şekilde yaşayacağımızdan kuşkunuz olmasın. Bizler dilenci değiliz, istihdam sağlansa çalışmayı da biliyoruz, kömür almayı da. Bizim istediğimiz balık değil balık tutmayı öğrenmek, olta yoksa ıslanalım ama yinede kendimiz kazanalım. Başarı elimizde, çözüm ise belli, doğru olan tek yol! Bilmem anlatabildim mi?
25 Nisan 2009
Ak Parti iktidara geldikten sonra ülkemizde özelleştirme, işsizlik, ithalatta ve döviz kurundaki artış ve en önemlileri, gericilik, yozlaşma, laiklikten kopuş bununla beraber dinci bir siyaset güdülmeye başlandı. İslam dinine mensup olan bir ülke olarak Türkiye, Ak Partinin bu eğilimini doğru kabul etti. Halkımız oy verirken dini inançlarının sömürüldüğünü ve laikliği unutmuş olarak seçim sandıklarına gitmiştir. İkinci seçimde yüzde 47 gibi bir oranla tek basına iktidar olmuştur. Türkiye de yaşayan milletleri işsizliğe, açlığa, sefalete sürüklemesinin yanı sıra devlet olarak, emperyalizm patağına, Amerika ve İsrail ile birlikte diğer dış güçlerin işbirlikçiliğine itti. İşte bunların hepsi ikinci seçimle beraber, Tayyip Erdoğan’ın kendine olan güveninin artmasıyla dini ve işbirlikçi yüzünü yaptığı faallerle ortaya koydu. Biraz geriye gidelim ve Türkiye başbakanı olarak, 2009 da olduğunu bilmeden padişahlık devri sürdürmeye çalışan Tayyip Erdoğan’a bakalım.
Laiklik:
Laiklik elden gidiyor! Söylentilerine karşın verilen cevap, millet istedikten sonra gidecek.
Hem laik hem de Müslüman olunmaz, ikisi bir arada yürümez…
Bu şekilde bir laiklik acılımı olamaz, yanlıştır. Laiklik, devletin dinler karşısında tarafsız olması gerektiğini savunur. Din ile Devlet işlerinin birbiri ile bağımlı değil, bilakis ayrı yürütülmesi gerektiğini savunur. İnançlar ve duygusal bağlamda bir yönetim şekli, devletin gerilemesi ve dış güçler tarafından daha kolay kullanılmasına davetiye çıkarmaktır. Laikliği bilmeyen birinin Türkiye’de başbakan olması gerçekten ilginç ve bir o kadarda üzücüdür. Felakete sürüklendiğimize beyanattır.
Ya Müslüman ya Laik olacaksın.
İnsanların inançlarını sömürmekle kalmadı kişisel seçimlerine de el attı. Bu söz çoklarının kafasında kargaşaya sebebiyet verebilir. İnançları, mantık ve siyasi görüşüne nazaran ağır basan kişiler tarafından sapma, laikliği kabullenmeme durumuna eğebilir. Bu vahim eğilim, muhafazakâr baskısı olarak karşımıza çıkar ve iktidarın hayali olan Osmanlı’ya dönüş, durduran olmadığı takdirde gerçekleşebilir. İslam medeniyetinin yönetim sekli olarak Türkiye’de hâkimiyeti söz konusu değildir. Ama iktidarın ve yandaşlarının şahsi menfaatlerine uygun olan bu yönetim şekli yani şeriat, insanlığa zulüm, azınlıklara ölüm, adaletsizliğe başlangıç olacaktır. Bu yönetimin önüne geçilemeyeceğini ve kim desteklerse refah içinde yaşayacağını, desteklemeyenlerin ise zulme maruz kalacağını alenen itiraf eden Erdoğan, iç savaşı meşrulaştırdığının farkında değildir. Devlet dairelerine sıçrayan Türban olayı, Erdoğan’a verilen “Yahudi düşünce kuruluşundan ‘üstün cesaret ödülü’ ile bağlantılı mı? Ya da bu ödülü getiren, Yahudi geleneklerini (türban) Türkiye’de yaymaya çalışmak mıydı?
Demokrasi:
Bu demokrasi araç mı olacak, amaç mı olacak?
Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz.
Demokrasi, ancak ilmi açıdan ele aldığımız zaman bir araç olduğunu göreceğiz!
Erdoğan’dan yanlış bir betimleme daha…
Demokrasiyi gerçek anlamda ele aldığımız takdirde, halkın iktidar ve devlet politikasını seçmesi, şekillendirmesini sağlayan yönetim biçimidir. Bu yönetim biçimi diktatörlüğün sonu, bir bakıma halkın iktidarlığıdır. Bu gün Türkiye’de demokrasiden bahsedilmesinin sebebi TBMM’dir. Demokrasi açısından atılan en büyük adım görülse dahi, yapı içerisinde oyunlar hep iktidar kurallarına göre oynanıyor. Tayyip Erdoğan’a göre araç olan demokrasi, bizler için her zaman hedef olmuştur. Kendi yönetimimizi, yaşamımızı kendimiz yönlendirmek istiyoruz fakat bu hakka sahip olduğumuz söylenemez. Erdoğan, demokrasiyi kullandığını, sömürdüğünü kendi ağzı ile söylemiştir. Sonrasında ise kendi bildiğini okuyup, cebini doldurmaktan başka bir şey yapmamıştır. Her şey tahta geçene kadar yalan, sonrasında izlediği politikanın bütün çirkinliği gerçektir. Bana göre; demokrasiyi sindirmek, aristokrasiyi sistemleştirmeye çalışmak ve oligarşinin sefasını sürmek istiyor.
Yasin El Kadı Kefilliği, Fethullah Gülen Uşaklığı ve Taliban Şeyhleri Karşısında Diz Çöküş:
Yasin El Kadı, Suudi Arabistanlı bu iş adamı gayrimenkul alım satımı ile kara para aklıyor bununla beraber İslamcı terör örgütlerine finans sağlıyor. Tayyip Erdoğan ise bu adama kefil ve destekçi olduğunu itiraf ediyor. Basit bir teori geliştirmek gerekirse, devletin topladığı vergiler, sağlanan bütün kazançlar, halkın yararına değil de şeriat için çalışan örgütlenmelerin kasasına giriyor. Gemicikler, uçaklar, lüks otomobiller, 7 yıldızlı oteller aynanın görünen yüzüdür. Fethullah Gülen’de aynı şekilde örgütlenme ve kitleselleşme heyecanı ile din derslerinin ağırlıklı olduğu okullar yaptırıp tarikatçılık, şeyhlik budalası ve ABD’nin piyonu olarak evrimini tamamlamış bir projedir. İslam’da şeyhlik, tarikatçılık yoktur ve şeriat yasalarına göre ‘cami duvarına işeyen köpek’ konumundadır. Bu iki isimle aynı kulvarda koşmaya çalışanlar ve yandaş kitle faşizm içerisinde yoğunlaşarak reformist hareketlenmelerle dini saptırmayı, kendi çıkarlarına göre kullanmayı hedefleyenlerdir. Bir başka fiyasko, Taliban şeyhleri karşısında ‘dizlerimin üzerinde yaşamayı tercih ediyorum’ der gibi pozlar veren, şimdi ise halkı çiğneyerek ‘kendi ayaklarım üzerinde duruyorum’ havasında bir hayalperest.
İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkalığında Tayyip Erdoğan;
Ak Partinin Alevilik açılımı ve vaat edilen enstitüler bir yana, Karacaahmet’i 7 Eylül 1994’de kaçak yapılaşma gerekçesiyle yıktırma girişiminde bulunması bir yana! Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu…
Anlaşılan o ki, günah çıkarmaya benzeyen bu manevra CHP’nin çarşaf hatasına benziyor. Oy toplayabilmek için dini ve kültürel değerlerden medet umanlar, riyakâr olduklarını gözler önüne seriyor.
Başkanlık sürecinde gelişen bir başka olay, sanatçı Sevim Tanürek’in yaşamını yitirmesi;
Tayyip Erdoğan’ın oğlu Burak Erdoğan, 11 Mayıs 1998 de yaya geçidinde karşıdan karşıya geçmekte olan Tanürek’e çarpıyor. Bu kaza sonucunda ağır yaralanan Tanürek, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitiriyor. Ehliyetsiz olduğu ve yaya geçidindeki birine çarptığı halde kusursuz bulunan Burak Erdoğan, 8 de 8 kusurlu bulunan Sevim Tanürek oluyor. Kısaca, sistem çarkı parası olandan yana dönüyor.
Başka bir konu askerlik;
‘Askerlik yan gelip yatma yeri değildir’ dedi. Ama ne hikmetse, esas oğlan Burak Erdoğan yan gelip yatanlardan! Çürük raporu ile beraber babasının destekleri ve halkımızın sırtından çıkan sermaye, Burak Erdoğan’ı büyük bir iş adamı yapmıştır. ‘senin çocuğunda işsiz kalsın! otur… otur…’ deme hakkını nereden alıyor acaba? Oy verenler bir düşünsün…
Ananı da Al Git!
Bir çiftçiye ananı da al git dedi. Burada ima edilen hakaret, Erdoğan’ın ne denli bir aile yapısı ile yetiştiğini, bir başbakana ne kadar yakıştığını, halka, çiftçiye ya da işçiye ne kadar değer verdiğini tartışmaya açar. Bana göre, etik değerleri olmayan, vicdansız, (sözde) güçlü olduğunu düşünerek insanları küçük düşüren, ‘karını da al git’ sözünün çıkmasına ve ‘ortaya düşen yıldızların’ artmasına neden olan, Ergenekon ile başlayan sürecin son dönemlerinde ‘devrik lider’ durumuna düşecek bir yüksek uçan!
Son söz olarak, halkımız artık güneş gözlüklerini çıkarmalı soğuk kış geceleri geliyor. Erdoğan’ın aksine egemenliğin hala ellerimizde olduğunu görmeliyiz. Bütün bu oyunların sona ermesini, analarımızın siyasete alet edilmesinin engellenmesi bizlerin elindedir. O taş bir çiftçiye değil, bütün işçi ve çiftçi kardeşlerimize atılmıştır. Bir torba kömüre, bir kilo pirince, kuru soğana muhtaç edildiysek, bu bağlamda hem elimizdekiler kepçeyle alınıp kaşıkla veriliyorsa ve biz hala bunu göremiyorsak hep bu şekilde yaşayacağımızdan kuşkunuz olmasın. Bizler dilenci değiliz, istihdam sağlansa çalışmayı da biliyoruz, kömür almayı da. Bizim istediğimiz balık değil balık tutmayı öğrenmek, olta yoksa ıslanalım ama yinede kendimiz kazanalım. Başarı elimizde, çözüm ise belli, doğru olan tek yol! Bilmem anlatabildim mi?
28 Nisan 2009 Salı
HALKLARIN ÖZGÜR BİRİLKTELİĞİ İLE 1MAYIS'A
Antakya demokratik Kürlüt Sanat Derneği
Husamiddin ÇALIŞ
Ergenekon operasyonlarının, işsizliğin çığ gibi arttığı, küresel ekonomik kriz, Kürt sorunu ile beraber halkların özgürlük sorunu gibi sorunlar yumağı içerisinde yeni 1 Mayıs sürecine giriyoruz.
Ülkemiz tarihi boyunca sorunlar yumağının içerisinde yuvarlana gelmiştir. Bunun temel nedeni de demokrasi sorununu çözememiş olmasıdır. Bütün sorunların ana kaynağı budur. Bu sorunun çözümsüzlüğü kaynağından beslenen hiçbir sorun, kalıcı çözüme ulaşamaz.
Halkların özgürlüğü ve gönüllü birliğine, emeğin ve emekçilerin siyasal iradesinin belirleyici yönetimine dayanan demokrasinin ikamesi olmadan ülkemizin bu yapısal sorunlardan kurtulması mümkün değildir. Tam tersine demokrasi sorununa sağlıklı bir yaklaşım sergilenmeden sorunlar üretilmeye ve biriktirilmeye devam edilmiş olur. Siyasal iktidarın yaptığı da budur.
Bir yandan on yıllardır süren mücadelenin ürünü olarak kimi demokratik kazanımları tanımak zorunda kalan ve bu doğrultuda 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan eden, Kürtçe yayın yasağını kaldıran siyasal iktidar, diğer yandan Kürt halkına ve siyasal temsilcilerine yönelik baskı ve operasyonlarına yenilerini ekliyor.
Bir yandan Ergenekon adıyla örgütlenen illegal çeteciliğe karşı operasyonlar yürütülürken diğer yandan toplumun demokratik muhalefetini susturmaya, baskılamaya yönelik operasyonlara devam ediliyor.
Siyasal iktidar acizlik içerisindedir. Demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla, halkların özgürlüğü temelinde gönüllü birlikteliği ile toplumsal tüm dinamiklerin iradelerinin yansıtıldığı bir demokratik devlet yapılanması olarak hedeflemeden atacağı tüm adımlar topal kalmaya mahkumdur. Siyasal iktidarın çıkmazı da tam burada yatmaktadır. Kürtçe TV kanalı, 1 Mayıs’ın resmi tatil edilmesi gibi şekli birkaç adım ile toplumun ve halkların özgürlük mücadelesini denetimine alacağını zannetmektir. Bu yolla devlet yapılanması asırlar öncesinden devralınan ilkellikle devam ettirilmeğe çalışılmaktadır.
Bu yaklaşım ülkemizin hiçbir sorununu çözemez. Tam tersine, sorunlar üretmeye devam eder.
Bizler özgürlük taleplerimizle 1 Mayıs’ta alanlarda olacağız. Demokrasi hedefimizi bayraklaştıracağız. Anadilimize, etnik kimliğimize konulan yasaklara karşı direncimizi ortaya koyacağız. Bu ülkenin eşit vatandaşı olarak eşitliğimizi dilimizle, kültürümüzle, özgür-gönüllü yan yana duruşumuzla sağlamanın mücadelesini haykıracağız. Halkımızın her türlü dinamiğini ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi ile kaynaştırarak “Özgürlük” diyeceğiz.
Özgür halkların Anadolu’sunu yaratmak için, “derin devlet”in, kontr-gerillanın, Ergenekon’un dağıtılması için, darbecilerin yargılanması, yeni darbecilere geçit vermemek için, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması ve yeni cinayetlerin önüne geçilmesi için, Torosların Güneyinin demokrasi dinamiklerini İstanbul’a, Diyarbakır’a taşımak için, erkek egemen iktidarlara son vermek için, özgür insanlığın özgür kadınını, özgür gençliğini yaratmak için, ekolojik dengeye dayanan bir gelecek için, işsizliğin, ekonomik krizlerin, sefaletin kaynağı kapitalizmden kurtulmak için, genel af ve demokratik barış için, Antakya’nın şanlı “Uruba Direnişi”ni Arap halkının çağdaş demokrasi mücadelesine bağlamak için, 1 Mayıs’ta alanlarda olacağız.
Özgürlüğün doyumsuz tadında Türk’ün Türklüğü ile, Kürt’ün Kürtlüğü ile, Arap’ın Araplığı ile, Rum’un Rumluğu ile kısacası tüm halk topluluklarının kendi kültürel değerleriyle mutlu olduğu, halkların gönüllü birlikteliğinin zenginliğini yaratmak için sesimizi, gücümüzü birleştirelim.
Yaşasın Halklaşan İşçi Sınıfı!
Yaşasın 1 Mayıs!
Yaşasın Bağımsız-demokratik Türkiye!
Ortadoğu Halkları Sıklaştırın Safları!
Özgür Halkların Küresel Dünyası İçin İleri!
Antakya Demokratik Kültür Sanat Derneği Başkanı
Hisamiddin ÇALIŞ
Husamiddin ÇALIŞ
Ergenekon operasyonlarının, işsizliğin çığ gibi arttığı, küresel ekonomik kriz, Kürt sorunu ile beraber halkların özgürlük sorunu gibi sorunlar yumağı içerisinde yeni 1 Mayıs sürecine giriyoruz.
Ülkemiz tarihi boyunca sorunlar yumağının içerisinde yuvarlana gelmiştir. Bunun temel nedeni de demokrasi sorununu çözememiş olmasıdır. Bütün sorunların ana kaynağı budur. Bu sorunun çözümsüzlüğü kaynağından beslenen hiçbir sorun, kalıcı çözüme ulaşamaz.
Halkların özgürlüğü ve gönüllü birliğine, emeğin ve emekçilerin siyasal iradesinin belirleyici yönetimine dayanan demokrasinin ikamesi olmadan ülkemizin bu yapısal sorunlardan kurtulması mümkün değildir. Tam tersine demokrasi sorununa sağlıklı bir yaklaşım sergilenmeden sorunlar üretilmeye ve biriktirilmeye devam edilmiş olur. Siyasal iktidarın yaptığı da budur.
Bir yandan on yıllardır süren mücadelenin ürünü olarak kimi demokratik kazanımları tanımak zorunda kalan ve bu doğrultuda 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan eden, Kürtçe yayın yasağını kaldıran siyasal iktidar, diğer yandan Kürt halkına ve siyasal temsilcilerine yönelik baskı ve operasyonlarına yenilerini ekliyor.
Bir yandan Ergenekon adıyla örgütlenen illegal çeteciliğe karşı operasyonlar yürütülürken diğer yandan toplumun demokratik muhalefetini susturmaya, baskılamaya yönelik operasyonlara devam ediliyor.
Siyasal iktidar acizlik içerisindedir. Demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla, halkların özgürlüğü temelinde gönüllü birlikteliği ile toplumsal tüm dinamiklerin iradelerinin yansıtıldığı bir demokratik devlet yapılanması olarak hedeflemeden atacağı tüm adımlar topal kalmaya mahkumdur. Siyasal iktidarın çıkmazı da tam burada yatmaktadır. Kürtçe TV kanalı, 1 Mayıs’ın resmi tatil edilmesi gibi şekli birkaç adım ile toplumun ve halkların özgürlük mücadelesini denetimine alacağını zannetmektir. Bu yolla devlet yapılanması asırlar öncesinden devralınan ilkellikle devam ettirilmeğe çalışılmaktadır.
Bu yaklaşım ülkemizin hiçbir sorununu çözemez. Tam tersine, sorunlar üretmeye devam eder.
Bizler özgürlük taleplerimizle 1 Mayıs’ta alanlarda olacağız. Demokrasi hedefimizi bayraklaştıracağız. Anadilimize, etnik kimliğimize konulan yasaklara karşı direncimizi ortaya koyacağız. Bu ülkenin eşit vatandaşı olarak eşitliğimizi dilimizle, kültürümüzle, özgür-gönüllü yan yana duruşumuzla sağlamanın mücadelesini haykıracağız. Halkımızın her türlü dinamiğini ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi ile kaynaştırarak “Özgürlük” diyeceğiz.
Özgür halkların Anadolu’sunu yaratmak için, “derin devlet”in, kontr-gerillanın, Ergenekon’un dağıtılması için, darbecilerin yargılanması, yeni darbecilere geçit vermemek için, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması ve yeni cinayetlerin önüne geçilmesi için, Torosların Güneyinin demokrasi dinamiklerini İstanbul’a, Diyarbakır’a taşımak için, erkek egemen iktidarlara son vermek için, özgür insanlığın özgür kadınını, özgür gençliğini yaratmak için, ekolojik dengeye dayanan bir gelecek için, işsizliğin, ekonomik krizlerin, sefaletin kaynağı kapitalizmden kurtulmak için, genel af ve demokratik barış için, Antakya’nın şanlı “Uruba Direnişi”ni Arap halkının çağdaş demokrasi mücadelesine bağlamak için, 1 Mayıs’ta alanlarda olacağız.
Özgürlüğün doyumsuz tadında Türk’ün Türklüğü ile, Kürt’ün Kürtlüğü ile, Arap’ın Araplığı ile, Rum’un Rumluğu ile kısacası tüm halk topluluklarının kendi kültürel değerleriyle mutlu olduğu, halkların gönüllü birlikteliğinin zenginliğini yaratmak için sesimizi, gücümüzü birleştirelim.
Yaşasın Halklaşan İşçi Sınıfı!
Yaşasın 1 Mayıs!
Yaşasın Bağımsız-demokratik Türkiye!
Ortadoğu Halkları Sıklaştırın Safları!
Özgür Halkların Küresel Dünyası İçin İleri!
Antakya Demokratik Kültür Sanat Derneği Başkanı
Hisamiddin ÇALIŞ
27 Nisan 2009 Pazartesi
"TÜRKİYELİ", SON DEFA OLARAK İNŞALLAH
Baskın Oran
Bugüne kadar anlatmayı başaramadıysam, son bir defa da şöyle deneyeyim:
Hayattaki en saygıdeğer insanlardan Ahmet İsvan’ın telefonda anlattığı öykü: “Annemin amcası Sâtı El Husrî, o zamanın en önemli eğitimcisi imiş. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal çağırmış, milli eğitim bakanlığı önermiş. Sâtı Bey şöyle demiş: “Efendim, ben Arap’ım. Biz Osmanlı iken bana yer vardı. Şimdi siz bir Türk Devleti kurdunuz. Bana yer kalmadı. Müsaade ederseniz ben kendi memleketime gideceğim”. Ve gitmiş. Bunun “grup” halinde ve toprağını da
bohçasına alarak yapıldığını düşünün, anlarsınız.
Benimle ilişkiyi 30 yıldır hiç kesmemiş ve her gittiği yerden yazmış öğrencim Fikret’in Cezayir’den gönderdiği eposta: “1975’te Kıbrıs’a 16 yaşında ilk gittiğimde bana ‘Sen Türkiyeli misin?’ diye sormuşlardı. İlk defa orada duymuştum. Bir de, 30 yıl sonra burada. Cezayir’de Arap, Berber, Tuareg, Mozabit vs. değişik gruplar yaşıyor. Bir Berber ‘Ben Arap’ım’ demiyor ama ‘Cezayirliyim’ diyebiliyor. O zaman tabii ki bir Kürt ‘Ben Türk’üm’ diyemez; Türk bir ırkın adı. ‘Türkiyeliyim’ diyebilir gururunu incitmeden. Zaten dedirtmedik de ne oldu? Adamlar dalga geçerek ‘TeeeCeee’liyim’ demeye başladı (...)”
Üst kimlik etnik/dinsel oldu mu, parçalayıcıdır
Acaba bu sefer anlatabildim mi? Ne olur ne olmaz, bir de teorik açıdan yazayım. Ulus denen şey iki türlü inşa edilir: Kan yöntemi, toprak yöntemi. Eğer ülkede çok sayıda etnik/dinsel grup varsa, ki Türkiye böyledir, ikincisi mecburidir. Bu durumda, ülkenin üst-kimliğinin (devlet tarafından vatandaşa biçilen kimliğin) adı, bütün bu alt-kimlikleri (vatandaşın kendine biçtiği kimliği) kucaklayabilmek için, bütün bunların adlarından farklı bir ad olarak seçilir. Yoksa, bunlardan üstün olanının adı üst-kimlik ilan edilip, sonra da “Bu herkesi temsil ediyor” denemez.
İran, Fransa, B.Britanya, İspanya... Bunlarda, sırayla: İran, Frank, Breton, İspanyol diye bir alt-kimlik yoktur. Birincisinde Farslar, Azeriler, Kürtler, Beluciler vs. vardır. İkincisinde Korsikalılar, Bretonlar; Oksitanlar, vs. vardır. Üçüncüsünde İskoçlar, İngilizler, Galliler, İrlandalılar vardır. Dördüncüsünde Katalanlar, Basklar, Andaluzyalılar, Kastilyalılar vs. vardır. Yani, bütün bu ülkelerde üst-kimliğin adı bütün alt-kimliklerden tamamen bağımsızdır.
Son olarak, Org. Başbuğ’un 14 Nisan konuşmasından sonra Genelkurmay açıklama yapıyor: Türkiye Halkı nitelemesinden Türkiyelilik çıkartmak saptırmadır, çünkü Atamız “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demiştir. Kanıtını da fotokopi olarak yayınlıyor: Prof. Dr. Afet İnan tarafından yazılan ‘Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları’ kitabından.
Atatürk’ün bir yazısı daha var
İyi de, bendenizin elindeki fotokopiyi ne yapacağız:
“Madde 12: Türkiye’de ahval-i fevkalade müstesna olmak üzere, Türkiyeliler için seyr-ü sefer serbesttir”.
“Madde 13: Emr-i tedris serbesttir. Kanun dairesinde her Türkiyeli umumi ve hususi tedrise mezundur”.
“Madde 14: Mektepler ve bilumum irfan müesseseleri devletin taht-ı nezaret ve murakabesindedir. Türkiyelilerin talim ve terbiyesi bir siyak-ı ittihat ve intizam üzere olmak mecburidir”.
“Madde 15: Türkiyeliler nizam ve kanun dairesinde ticaret ve sınaat ve felahat için her nevi şirketler teşekkülüne mezundurlar”. (Türkiye Cumhuriyeti İlk Anayasa Taslağı, tıpkıbasım, İstanbul, Kentbank Yayını, 1998)
Bu da bizzat M. Kemal’in yazısı. Öyle manevi kızına yazdırılmış da değil, kendi eliyle Temmuz 1923’te hazırladığı ilk anayasa taslağı. Bazı maddeleri eliyle düzeltmiş ama, bu maddeleri bastırırken düzeltme bile yapmamış. Lozan ve Cumhuriyet’ten önce; Çerkesleri, Lazları, Kürtleri vs. dışlamamak için Türk Halkı değil Türkiye Halkı, Türk Ordusu değil Türkiye Ordusu vb. dediği dönemden. “Atatürk Milliyetçiliği” kitabımın 343a sayılı dipnotuna bir göz atınız.
Kemalizm din midir?
Şimdi ne olacak? Olacağı söyleyeyim; “Kemalist” kardeşlerim şöyle
diyecekler: “Efendim, önce böyle yazmış olabilir, sonradan fikir değiştirerek doğrusunu yazmıştır”. Ama o zaman Atatürk’ün yanılmazlığına halel gelmez mi? Veya: “O şartlar altında öyle icap etmiştir” diyebilirler, o zaman da Atatürk’ü oportünist ilan etmiş olmazlar mı? İki ucu sakıncalı bir durum.
Hepsini bırakın, yukarıda Genelkurmay’ın kanıt gösterdiği Medeni Bilgiler kitabında ulusun unsurlarını sayarken Atatürk “Irk ve köken birliği” diyor. Madem kendisinin her dediği Kitab-ı Mukaddes gibidir, tartışılmaz gerçeğin kanıtıdır, şimdi ne olacak? Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, ötekini hallettik, bunu ne yapacağız?
Ama asıl vahim olan durum başka: Bu vaziyette Kemalizm’in dinden ne farkı kalıyor? Koşup ziyaret edilen Anıtkabir’in kurban kesilen Eyüp Sultan’dan, kanıt gösterilen Nutuk’un mehaz gösterilen Kuran’dan ne farkı var Ulusalcı müminler açısından?
“Türkiyeli” terimi kimleri rahatsız ediyor?
“Türk”, kesinlikle etnik bir terim. Bunu da bin defa anlattım ve “Türkiye’de Azınlıklar” kitabımda örnekleri sayfalarca var ama, insanların bunu anlamamak için nasıl cansiperane direndiklerine ilişkin bir örnekolay daha vereyim ve artık geçeyim:
Geçen hafta “Bugün tek bir gayrimüslim subay veya astsubay yok” yazmışım ve başka devlet daireleri de aynıdır demişim, efendiden bir okur diyor ki: “Ordunun içinde gayrimüslim ve ateistler olduğu gibi Müslüman olanlar da var. Eminim diğer bahsettiğiniz yerlerde de vardır”.
Olmayan vaktimi kullanarak cevap veriyorum; ama bu sefer de: “Aslında beni ordu içinde gm subay astsubay olup olmaması hiç etkilemiyor, çünkü onların [gayrimüslimlerin-B.O.] seçimidir diye düşünüyorum”. Ezber olağanüstü. Ama böylesine can kurban, çünkü bunun bir de hem cahil hem küstah türü var.
İlk olarak Atatürk’ün kullandığı bu “Türkiyeli” terimi Türk-İslam Sentezi’nden gelenleri özellikle rahatsız ediyor. Çünkü en fazla ezilmiş ve dışlanmış etnik/dinsel grupları, yani Kürtleri ve gayrimüslimleri ulus’a dahil ediyor. Etmesiyle birlikte, LAHASÜMÜT’leri (laik olmak şartıyla Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk’leri) yani “Beyaz Türk”leri tepemizdeki tahttan indirip biz normal insanların arasına katıyor.
İyi ki katıyor. Yoksa, şimdiye kadar bin defa anlattığım gibi “Türk” üst kimliği bal gibi etnik ve hatta dinsel anlamda kullanılıyor. Kürtleri ve gayrimüslimleri dışlıyor.
Siz gidi bölücüler sizi! Böyle dışlayarak bu memleketi tek parça halinde götürebileceğinizi sanıyorsanız aklınızı karış karış karışlarım sizin.
__._,_.___
Bugüne kadar anlatmayı başaramadıysam, son bir defa da şöyle deneyeyim:
Hayattaki en saygıdeğer insanlardan Ahmet İsvan’ın telefonda anlattığı öykü: “Annemin amcası Sâtı El Husrî, o zamanın en önemli eğitimcisi imiş. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal çağırmış, milli eğitim bakanlığı önermiş. Sâtı Bey şöyle demiş: “Efendim, ben Arap’ım. Biz Osmanlı iken bana yer vardı. Şimdi siz bir Türk Devleti kurdunuz. Bana yer kalmadı. Müsaade ederseniz ben kendi memleketime gideceğim”. Ve gitmiş. Bunun “grup” halinde ve toprağını da
bohçasına alarak yapıldığını düşünün, anlarsınız.
Benimle ilişkiyi 30 yıldır hiç kesmemiş ve her gittiği yerden yazmış öğrencim Fikret’in Cezayir’den gönderdiği eposta: “1975’te Kıbrıs’a 16 yaşında ilk gittiğimde bana ‘Sen Türkiyeli misin?’ diye sormuşlardı. İlk defa orada duymuştum. Bir de, 30 yıl sonra burada. Cezayir’de Arap, Berber, Tuareg, Mozabit vs. değişik gruplar yaşıyor. Bir Berber ‘Ben Arap’ım’ demiyor ama ‘Cezayirliyim’ diyebiliyor. O zaman tabii ki bir Kürt ‘Ben Türk’üm’ diyemez; Türk bir ırkın adı. ‘Türkiyeliyim’ diyebilir gururunu incitmeden. Zaten dedirtmedik de ne oldu? Adamlar dalga geçerek ‘TeeeCeee’liyim’ demeye başladı (...)”
Üst kimlik etnik/dinsel oldu mu, parçalayıcıdır
Acaba bu sefer anlatabildim mi? Ne olur ne olmaz, bir de teorik açıdan yazayım. Ulus denen şey iki türlü inşa edilir: Kan yöntemi, toprak yöntemi. Eğer ülkede çok sayıda etnik/dinsel grup varsa, ki Türkiye böyledir, ikincisi mecburidir. Bu durumda, ülkenin üst-kimliğinin (devlet tarafından vatandaşa biçilen kimliğin) adı, bütün bu alt-kimlikleri (vatandaşın kendine biçtiği kimliği) kucaklayabilmek için, bütün bunların adlarından farklı bir ad olarak seçilir. Yoksa, bunlardan üstün olanının adı üst-kimlik ilan edilip, sonra da “Bu herkesi temsil ediyor” denemez.
İran, Fransa, B.Britanya, İspanya... Bunlarda, sırayla: İran, Frank, Breton, İspanyol diye bir alt-kimlik yoktur. Birincisinde Farslar, Azeriler, Kürtler, Beluciler vs. vardır. İkincisinde Korsikalılar, Bretonlar; Oksitanlar, vs. vardır. Üçüncüsünde İskoçlar, İngilizler, Galliler, İrlandalılar vardır. Dördüncüsünde Katalanlar, Basklar, Andaluzyalılar, Kastilyalılar vs. vardır. Yani, bütün bu ülkelerde üst-kimliğin adı bütün alt-kimliklerden tamamen bağımsızdır.
Son olarak, Org. Başbuğ’un 14 Nisan konuşmasından sonra Genelkurmay açıklama yapıyor: Türkiye Halkı nitelemesinden Türkiyelilik çıkartmak saptırmadır, çünkü Atamız “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” demiştir. Kanıtını da fotokopi olarak yayınlıyor: Prof. Dr. Afet İnan tarafından yazılan ‘Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları’ kitabından.
Atatürk’ün bir yazısı daha var
İyi de, bendenizin elindeki fotokopiyi ne yapacağız:
“Madde 12: Türkiye’de ahval-i fevkalade müstesna olmak üzere, Türkiyeliler için seyr-ü sefer serbesttir”.
“Madde 13: Emr-i tedris serbesttir. Kanun dairesinde her Türkiyeli umumi ve hususi tedrise mezundur”.
“Madde 14: Mektepler ve bilumum irfan müesseseleri devletin taht-ı nezaret ve murakabesindedir. Türkiyelilerin talim ve terbiyesi bir siyak-ı ittihat ve intizam üzere olmak mecburidir”.
“Madde 15: Türkiyeliler nizam ve kanun dairesinde ticaret ve sınaat ve felahat için her nevi şirketler teşekkülüne mezundurlar”. (Türkiye Cumhuriyeti İlk Anayasa Taslağı, tıpkıbasım, İstanbul, Kentbank Yayını, 1998)
Bu da bizzat M. Kemal’in yazısı. Öyle manevi kızına yazdırılmış da değil, kendi eliyle Temmuz 1923’te hazırladığı ilk anayasa taslağı. Bazı maddeleri eliyle düzeltmiş ama, bu maddeleri bastırırken düzeltme bile yapmamış. Lozan ve Cumhuriyet’ten önce; Çerkesleri, Lazları, Kürtleri vs. dışlamamak için Türk Halkı değil Türkiye Halkı, Türk Ordusu değil Türkiye Ordusu vb. dediği dönemden. “Atatürk Milliyetçiliği” kitabımın 343a sayılı dipnotuna bir göz atınız.
Kemalizm din midir?
Şimdi ne olacak? Olacağı söyleyeyim; “Kemalist” kardeşlerim şöyle
diyecekler: “Efendim, önce böyle yazmış olabilir, sonradan fikir değiştirerek doğrusunu yazmıştır”. Ama o zaman Atatürk’ün yanılmazlığına halel gelmez mi? Veya: “O şartlar altında öyle icap etmiştir” diyebilirler, o zaman da Atatürk’ü oportünist ilan etmiş olmazlar mı? İki ucu sakıncalı bir durum.
Hepsini bırakın, yukarıda Genelkurmay’ın kanıt gösterdiği Medeni Bilgiler kitabında ulusun unsurlarını sayarken Atatürk “Irk ve köken birliği” diyor. Madem kendisinin her dediği Kitab-ı Mukaddes gibidir, tartışılmaz gerçeğin kanıtıdır, şimdi ne olacak? Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, ötekini hallettik, bunu ne yapacağız?
Ama asıl vahim olan durum başka: Bu vaziyette Kemalizm’in dinden ne farkı kalıyor? Koşup ziyaret edilen Anıtkabir’in kurban kesilen Eyüp Sultan’dan, kanıt gösterilen Nutuk’un mehaz gösterilen Kuran’dan ne farkı var Ulusalcı müminler açısından?
“Türkiyeli” terimi kimleri rahatsız ediyor?
“Türk”, kesinlikle etnik bir terim. Bunu da bin defa anlattım ve “Türkiye’de Azınlıklar” kitabımda örnekleri sayfalarca var ama, insanların bunu anlamamak için nasıl cansiperane direndiklerine ilişkin bir örnekolay daha vereyim ve artık geçeyim:
Geçen hafta “Bugün tek bir gayrimüslim subay veya astsubay yok” yazmışım ve başka devlet daireleri de aynıdır demişim, efendiden bir okur diyor ki: “Ordunun içinde gayrimüslim ve ateistler olduğu gibi Müslüman olanlar da var. Eminim diğer bahsettiğiniz yerlerde de vardır”.
Olmayan vaktimi kullanarak cevap veriyorum; ama bu sefer de: “Aslında beni ordu içinde gm subay astsubay olup olmaması hiç etkilemiyor, çünkü onların [gayrimüslimlerin-B.O.] seçimidir diye düşünüyorum”. Ezber olağanüstü. Ama böylesine can kurban, çünkü bunun bir de hem cahil hem küstah türü var.
İlk olarak Atatürk’ün kullandığı bu “Türkiyeli” terimi Türk-İslam Sentezi’nden gelenleri özellikle rahatsız ediyor. Çünkü en fazla ezilmiş ve dışlanmış etnik/dinsel grupları, yani Kürtleri ve gayrimüslimleri ulus’a dahil ediyor. Etmesiyle birlikte, LAHASÜMÜT’leri (laik olmak şartıyla Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk’leri) yani “Beyaz Türk”leri tepemizdeki tahttan indirip biz normal insanların arasına katıyor.
İyi ki katıyor. Yoksa, şimdiye kadar bin defa anlattığım gibi “Türk” üst kimliği bal gibi etnik ve hatta dinsel anlamda kullanılıyor. Kürtleri ve gayrimüslimleri dışlıyor.
Siz gidi bölücüler sizi! Böyle dışlayarak bu memleketi tek parça halinde götürebileceğinizi sanıyorsanız aklınızı karış karış karışlarım sizin.
__._,_.___
26 Nisan 2009 Pazar
(81.DOSYA) NEBİL RAHUMA YOLDAŞI POLİSE VEREN İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER'İN POLİS İFADESİ
Mihrac Ural
25 Nisan 2009
Nebil yoldaşı, öldürüldüğü tarihten bu yana, aralıksız anan gerçek yoldaşları tüm devrim şehitleri anısına Antakya “Şehitler Haftası” etkinliği yaptı. Birileri, şehitler haftası etkinliğinin hazırlıkları sürerken, bir yerlerden emir alınmış gibi saldırıya başladılar. Çamur atma, karalama, şaibe, kurgu ve yalanlar saldırdılar. Şehitleri bile şaibe altında bırakmak istediler. Bunu yapan iki kişiydi. Biri itirafçı Engin Erkiner, diğeri MİT’e satılmış bir ajan İbrahim Yalçın (polisteki kod adı Şahin).
Bu ikilinin yolları ne zaman örgütümüze karşı bir yıkım hareketi varsa orada kesişmiştir. Ama dün olduğu gibi, bu gün de yalan ve kurgularla iştigal ettikleri açığa çıkarak gerçek kimlikleriyle göründüler. Acilciler tartışmasını takip eden herkes ortaya koyduğumuz belgeler, el yazıları, mektuplar ve üçüncü kişilerce doğrulanan belirlemelerle bu çirkin insanların amaçlarını yeterince kavramış oldu. Devrimci hareket nezdinde bunlara hayatlarında silemeyecekleri izler bırakıldı. Artık bu izlerle dolaşacak tahriplerine karşı önlemler alınacaktır.
1977 Ağustosta yakalanan Engin Erkiner, örgütümüzü tümden polise teslim etmiş bir itirafçıdır. Bu itirafçı, 1982 de örgütten kaçarak TKEP ‘li olmuştu. Sonra TKEP’ten de ayrılıp örgüt, örgüt dolaşarak bilmediğimiz işler ifa etmiştir. Bu işler şimdi daha belirgin olmaya başladı; özel harp dairesi, derin devlet işi…
İtirafçı, Doğu Perinçek’in yolundan yürüyerek, poliste yaptığı tahribatla yetinmemiş, ihbarcılığa da yönelmiştir. Son üç ay içerisinde yaptığı ihbarlar, bir çok yoldaş için yıkıcı etkiler yaratmıştır. Zira, ihbarlar artık en ince şahsi ayrıntıları bile polise gammazlama yoluna girmiştir.
Oysa bu dönem, devrimci mücadelenin olduğu kadar örgütümüzün de toparlanma ve geniş diyalog sürecinin yükseldiği bir dönemdir. THKP-C (Acilciler) örgütü etkinliklerini, gösterilerini, yayın faaliyetlerini hızla yaymaya başlamıştır. Bu durum, örgütümüzle bağını on yıllardır koparmış olanları bir araya getirirken, itirafçı ve çevresini paniğe yöneltmiştir.
Polis ifadesi yayınlanmadan önce, İfadesi yayınlanması halinde ona “ön söz” bile yazacağını belirten İtirafçı Engin, İki tokat yemeden, bir saat bile direnmeden örgütü polise teslim ettiği açığa çıkınca ifadesi etrafındaki böbürlenmeleri sona ermişti. Ancak sırtında büyük bir kambur olarak duran bu ifadenin baskısı altına girmiş olması onu korkunç bir ruh haline sokmuş oldu. Bu kamburu öretmek için akıl almaz cambazlıklar, karalamalar, kurgularla suçlamalara yöneldi. Tam bir hasta ruh haliyle çırpınmaya başladı.
Bu zavallı itirafçının polis ifadesi iğrençti. Polisle bu ölçüde işbirliği yapan bir başka kişi az bulunurdu. Doğu Perinçek’in de aynı şekilde bir itirafçı olduğu biliniyor. Doğu Perinçek kendi kamburunu örtmek için Türkiye devrimci hareketine dayattığı ihbarcılığı ve en sonunda derin devlet adamı Ergenekon davasında yer alışı her şeyi çok açık olarak ortaya koymaktadır. Engin Erkiner de tas tamam bu yolda yürümektedir.
İtirafçı Engin Erkiner, örgütümüzü kendi deyimiyle “kronolojik sıra içinde” (Polis ifadesi, s:12) polise teslim etmiş. Tüm eylemler, tüm adresler, evler, kişiler, tanıdıkları selamlaştığı, ceza evinde olup haberleştiği, olmamış ancak olası eylemleri ve kimlerin bunu yapabileceğini tek tek itiraf etmiştir. Hani derler ya hayallerini anlattı diye işte tas tamam öyle, örgütü teslim etmiş. İtirafçı,Nebil Rahuma yoldaşı da polise teslim eden ilk ve tek kişiydi. İfadesinde ilgili ilgisiz her şeye Nebil yoldaşın adını katarak poliste deşifre olması ve aranmasına yol açmıştır: bu süreç Nebil yoldaşın Ölümüne kadar süren kovuşturmaların tek nedenidir.
İtirafçının 20 sayfalık polis ifadesini okuyan herkes inanılmaz bir şok geçirmekte ve “bu hainin cezasının neden verilmediğini” sorup durmaktadır. O günde bu günde verdiğimiz cevap aynıydı. İnsan katletmek devrimci bir tutum değildi. İtirafçı da olsa, onu kuşatmak, etkisiz ve denetim altında tutmak daha zararsız olmasını sağlardı. Zaten zindanlardaydık, kaçar kaçmaz 12 Eylül darbesi geldi. Yurt dışına yoldaşları güvenli bir şekilde ve örgüt içi sorun yaratmadan çıkarmak gerekiyordu. Bu gelişmeler bizi daha sakin bir kafayla düşünmeye götürdü. Nitekim kestirme yoldan gidip şiddeti değil zamanı esas alarak sürecin sağlıklı yürümesi için çalıştık. Bunu da başardık. Bu gün patlayan lağımlardan bu tiplerin çıkması çok normal. Ancak bunların geçmişte olası zararlarının önüne geçilmiş oldu.
İtirafçı Engin, Nebil yoldaşı polise afişe eden ilk ve tek kişidir dedim, Nebil adı ifadesinde o kadar çok geçmekte ve tekrar etmektedir ki, Nebil yoldaşa duyduğu kini de yansıtması açısından dikkatlice okunmayı gerektiriyor. Ama o kendi kamburunu başkasının sırtına yıkmak, spekülatif söylemlerle kafaları bulandırmak için kurgular yapıyor. Ama tutmuyor, ne tarihler ne de olaylar yalanı gerçek yapamıyor.
Benim yakalanma tarihim 10 Mart 1978 Ankara. Ankara’da sorguya alındığımda aynı evde yakalanan yoldaşlarımda vardı. Polise direndim, aynı evde yakalananların tanımadığımı söyledim. Tümünü inkar ettim. Öğrenci olduğumu dergi satarak yaşamımı kazandığımı söyledim. Ser verdim sır vermedim. İtirafçı Engin’in polis ifadesinde sırtıma yıktığı tonlarca itirafı reddettim. Merkezi davam İstanbul’da olduğu için beni İstanbul emniyetine götürdüler orda da işkencelerden geçtim. Falaka ipinin ayaklarımda bıraktığı kesik izleri bu güne kadar kara birer leke olarak taşırım. Elektrik işkencesi ve kaba dayak ise, falaka nezdinde çok kolay şeylerdi; bilenler bilir. İstanbul faslını da ser verip sır vermeyerek tamamlayınca, sağmalcılar cezaevine sevk edildim. Emniyet müdürlüğünde Hacı Demirkaya, Nadir Nadi Çelik ve Uğur Gür’e suikast girişiminde bulunan TİKKO’cu arkadaşları gördüm, Hacı yarılı ve kan içindeydi. Sonra sağmalcılarda birlikte olduk.
İtirafçı Engin, yana yana ifademi aradı. Buldu ve gerçeği görüce utancından yerin dibine girdi. Elinde Mihrac Ural’ın polise direnişinin belgesi beyaz bir sayfa vardı. Bu durum İtirafçıyı yeni çamurlara yöneltti. İfademi kendisi gibi şaibeli göstermeye yöneldi. Ama başaramadı. Yalanlarla, tarih bilgisi gerçekliğiyle bu oyunu da tutmadı. Nebil yoldaşın yakalanması üzerine ortaya attığı yalan kurgu, bir başka yalandan besleniyordu. Duyumu kanıt göstermenin sonu buydu. Utanma ve ar duygusu bitmiş olanlar, ifademin altında ezilmişlerdi.
Sağmalcılara gittiğimde benden önce İstanbul’da yakalanmış olan Nebil yoldaş beni ilk karşılayan oldu. Derhal yatağını bana verdi. Nebil başında olduğum ekibin bir militanıydı. Çocukluktan beri de birlikte olduğum can yoldaşımdı. Kısa süre birlikte kaldık. Onu, üniversite öğrenci kavgalarından gelen, bir öğrenci gurubunun kısa sürede tahliye olmasını fırsat bilerek ve rahmetli Bedri Yağan’ın yerine koyarak özgürlüğe kavuşturdum (Bu öğrencilerden birini daha alıkoyarak, Hacı Demirkaya’nın da firarını sağlanmıştı).
Önce, Nebil benim çıkmamı istedi. Ona, benim ifadem temiz, senin durumun zorda, sen çıkacaksın dedim; sıra değil akıl hükmünü verdim ve özgür oldu. Ayrıntıları 68. Dosya Nebil… Nebil… dE anlattım.
Bu kısa sürede Nebil’le sohbetler yaptık. Bu sohbetlerimizde üçüncü kişiler de bulunuyordu. Ancak O şu an aramızda değil. Üçüncü kişilerin onayı bile olmadan ölüleri konuşturup şaibeler yaratanların olduğu bir ortamda ölüler adına konuşmak çok kolay ama gerçek olsa bile dikkat gerektiriyor. Ancak böylesi bir ahlak algısı olmayanlar bu işi ya vesveseyle, fısıldamalarla ya da MİT’e satılmış İbrahim Yalçın gibi pervasızlıkla yapmakta zorlanmazlar; bu rezil adam ölüyü de diriyi de hayaleti de kirli amacı için konuşturur. Bu satılmış adamın tarihlere bile bakmadan, düşeceği utanılmaz halleri düşünmeden Nebil yoldaşı ölümünden sonra konuşturduğu gibi. Ki, ortaya çıkan son bilgiler, Bu soytarının Nebil’le, Ali Çakmaklı’nın ölümü sonrası bir araya gelip konuşmasının mümkünü olmadığını gösteriyor. Ama kirli amaç, ekibimin bir militanı olan, emir ve talimatlarımla çalışan bir can yoldaşımı bana karşı konuşturmak, bunlar için hiçte zor olmaz.
Şu tarihlere dikkat edin ve ölü nasıl konuşturuluyor onu bilin:
23 Eylül 1980 Ali Çakmaklı’nın ölüm tarihi. Gazeteler 24 Eylülde haberi geçiyor. Nebil, Ali çakmaklı öldürüldüğünde Adana’da olduğu belirtiliyor. Nebil 29 Eylül 1980’de katlediliyor. Yani arada sadece 6 gün var. Adana’dan dönüşünün ikinci günü tutuklanmış olsa bile MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın Nebil’le görüşüp uzun uzun konuştuğu kocaman bir yalandan ibarettir. Bu yalan, tipik bir İbrahim Yalçın üretimidir. MİT’e satılmış birinin ölüleri konuşturmasından bekleyeceği şey ne olabilir diye düşünenler, İbrahim yalçın’ın el yazılı itiraflarını yorumsuz olarak http://tarihselhainler.blogspot.com/ linkine bir göz atarak okusunlar.
Nebil yoldaşın öldürülmesinde, Acilcilere yaptığı belirtilen maddi kaynak transferinde İbrahim Yalçın’ın örgüt bilgisi olmadan oynadığı rol, her zamandan daha çok ön plana çıkıyor. Buna dikkat çekmek istiyorum.
HDÖ davası “GEREKÇELİ HÜKÜM” 252 sahifedir. Çok detaylı ifade ve bilgilerle tümü çözülmüş olan bu örgütün açıklamalarında Nebil öldürülmesi, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesiyle ilgili bir misilleme den çok, Acile aktarıldığı iddia edilen altınlarla ilgilidir; yani İbrahim Yalçın’ın örgüt kararı olmadan aldığı ve ne yaptığı belli olmayan altınlarla ilgili olarak, HDÖ’ye “ihanetle” suçlandığı görülmektedir. Şimdi, itirafçı Engin’in, Nebilin ölümünden Ali Çakmaklı olayını esas alan ve bunun için bana yönelen suçlamalarını nereye koymak gerektiğini soracağım? MİT’e üç beş kuruşa satılmış İbrahim yalçın’ın herkesçe bilenen ve bu güne kadar süren para tutkusunun bu işte, örgüt haberi olmadan nasıl rol oynadığı artık açığa çıkmış bulunmaktadır. Nebil yoldaşımızın katlinde İbrahim Yalçın adli MİT ajanının dolaysız parmağı bulunmakta ve bu gerçeği örtmek için, saptırma kurguları, ortağı itirafçı Engin’le tezgahlamaktadırlar. Bu ikilinin bir araya gelmesinin altındaki gerçekleri de böylece açığa çıkmaktadır.
Ali Çakmaklı’nın ölüm haberini bile okumadan önce Nebili tutuklayanların, Ali Çakmaklı sorunu üzerine Acilcilere misilleme yapacaklarını düşünmek çok aptalcadır: böyle bir şey yoktur olamaz da. Ali Çakmaklı'yı kim ve nasıl öldürdü henüz bilinmezken, Öldürülme olayının gazetede yayınlandığı gün olan 24 Eylül 1980’de ya da en geç ertesi gün arkadaşları tarafından tutuklanan Nebil yoldaşın bu konuyla ilgili bir misillemeye muhatap olduğunu düşünmek çok safçadır. Ama Nebil, bizimde bilmediğimiz çok önemli bir başka bilgiyi kendisi vermişse ve bu bilgi onun tutuklanmasına ve katline yol açmışsa çok ayrı bir şeydir (Bu konuda araştırmacı arkadaşlar, farklı yönden ve çok önemli bilgiler aktarıyorlar: Ali Çakmaklı’ınn öldürüldüğü gün, Nebil’in Adana’da olması gibi yoruma çok açık bilgiler). Her halükarda, Nebil’in öldürülmesinde İbrahim Yalçı’nın örgütümüz haberi olmadan almaya tenezzül ettiğini ve kendi hırsızlığı için Nebil’in ölümüne bahane yarattığının bilinmesi gerekmektedir. Bu konuyu daha sonra etraflıca işleyeceğim.
Nebil 1977 Ağustos yakalanmaları ardından İtirafçı Engin’e dolup dolup taşmış bir militandı. Bu konu ekibimin içinde olduğu kadar, örgütün önemli kadrolarınca da biliyordu. Ama zindanda olana saldırmak anlamsızdı ve siyasi açıdan doğru değildi. Bu konuyu Isparta cezaevinde çözdüm. İtirafçı ve onun itiraflarını poliste reddetmeyenler her şeyi üstlenecekti. Dava bu zemin üzerinde yürüyecek, poliste direnenler en kısa yoldan özgür olmalarına olanak sağlanacaktı. İtirafçının yapacak bir şeyi yoktu teslim olmuştu ve kararlarıma uymak zorundaydı. Bu oldu. Isparta’da başlayan merkezi davamız bu çerçevede yol haritasına sahipti.
Nebil yoldaş, itirafçıya karşı her zaman soğuktu. Bu adamdan tedirgindi. 1977 Ağustos yakalanmalarından öncede durum buydu. Bunu gözlemleyen kimileri yazılarına da konu etiler. Bu günkü tartışmalarda ses çıkarmayanların tümü İtirafçının polisteki rezil tutumunu bilir. İtirafçı örgütü yıkmıştı ve tek tek her birimizi polise afişletmişti. Acil hareketinde olup o denem itirafçıdan zarar görmeyen tek bir kişi ve bölge kalmamıştı. İtirafçı Engin Erkiner, Nebil yoldaşı polise veren ilk ve tek kişidir.
Deşifre edilen Engin adam, acınası hallere düştü. Polis ifadesi, boğazını sıkan bir idam ipine dönüştü. Bunun kabusları altına girdi. Bu nedenle yazdığı her satırda Mihrac Ural’a saldırma ihtiyacı duydu. Bu refleks bir hasta refleksidir. Ruhunu hafakanlar basıyor. Bu onu geriyor ve ayıbını örtmek için başkasını suçlamaya, şaibe yaratmaya yöneltiyor. Yer yüzünde, İtirafçının kamburunu örtecek bir örtü de yok.
İtirafçı ayıbını örtmek için kendi kurgularıyla yarattığı senaryolara bir de asıp kesip cezai hayaller üretiyor. Kendisine uygulanması gereken cezaları, uydurma suçlularına yöneltiyor. Buradan ona sözüm var, Engin sana acıyorum, seni her yerde ve zamanda ezebileceğimi biliyorsun. Ama ben asla şiddeti siyasi hasımlarım için bir çözüm yolu olarak düşünmedim. Seni ciddiye almadığım için de zararlarını kuşatmakla yetindim. Bunu örgütümle, yoldaşlarımla başardım. Senin gibi bir ufak kişiye bu kadarı yeter de artar.
Bu ön bilgiler ışığında İtirafçı Engin Erkiner’in Nebil Rahuma yoldaşı polise nasıl ihbar ettiğini, onu nasıl afişe edip firari duruma düşürdüğünü kendi ağzından, resmi belge ve imzasıyla, polis ifadesinden aktaracağım.
Bu belge ne hasım iddiası, nede üçüncü kişilerin onayını bekleyin bir duyumdur. Bu belge iddialarımızda ne kadar tutarlı olduğumuzu gösteren açık bir kanıttır. Bu belge Nebil’i ilk ve tek olarak polise teslim edenin kim olduğunu göstermektedir.
Bu belge çamur atma değil tarihe sunulmuş bir kanıttır. Nebil Rahuma yoldaşı, örgütü ve bizleri polise ispiyonlayanın kim olduğunu gösteren hukuki bir kanıttır.
Okur olarak bunu değerlendirin ve ona göre bu çirkin insanı algılayın.
İşte Halep işte arşın.
İtirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesinin özeti şudur:
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
İfadesini polise yardımla açarak işe koyulan itirafçı Engin, Nebil yoldaşı polise gammazlarken, akla hayale gelmeyecek ayrıntılarıyla birlikte adını 17 kez tekrar ederek şunları itiraf ediyor.
Buyurun birlikte okuyalım:
“Nisan ayı sonlarında benim evimde yapılan toplantı sonunda MİHRAÇ giderken mayıs ayı başlarında İstanbul’a 2 insan göndereceğini söylemiş ve bunlarla buluşabilmem için de Taksim civarında şimdi hatırlayamadığım bir yerde randevu kararlaştırmıştık. Verilen randevu günü kararlaştırılan mahalle gittim, orada ALİ SÖNMEZ ve NEBİL ile karşılaştım ve tanıştım ALİ’nin soyadının SÖNMEZ olduğunu Emniyet müdürlüğünde öğrendim. ALİ ve NEBİL Antakya’dan talimatlı olarak geldiklerinden bunlara ayrıca eyleme girip girmeme konusunda herhangi bir sual tevcih etmedim.” ( Engin Erkiner’in polis İfadesi sayfa:10 )
“SORULDU: ALİ ve NEBİL Antakya’dan gelirken bir adet Fransız yapısı gerilla tipi İmsa otomatik makinalı tabanca (Baskın sırasında yakalanmıştır.), bir adet 14 lü tabanca (Baskında yakalandı.), bir adet 7,65 mm. Çapında tabanca (Baskında yakalanmıştır. Uzun brovningi olanı.) ve şarjörü iki defa doldurabilecek miktarda mermi getirmişlerdir.” (Engin Erkiner’in polis ifadesi,s:10)
“SORULDU: bir banka soyma eylemini gerçekleştirmek üzere ben, MUHARREM, ALİ ve NEBİL karar aldıktan sonra bankayı tespit etmek ve istihbarat toplamak maksadıyla teker teker İstanbul’un muhtelif semtlerindeki müsait bankaları dolaşmaya başladık. Bu arada Merter İş bankasının müsait durumda olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti…
“…Ben soygundan sonra akşamleyin Cihangir’deki eve gelecektim. Belirtilen gün ve saatte yaptığımız plan gereğince Merter İş Bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…
“... Yukarıda da belirttiğim gibi soygun planlanan günde yapıldı, ben de akşamleyin kararlaştırıldığı gibi Cihangir’deki eve giderek paraları bir kere de beraber saydık. Bir kere de diyorum, zira daha önce MUHARREM, ALİ, NEBİL ve MUSTAFA paraları saymışlardı. Eve geldiğim vakit miktarını 200.000 TL. olduğunu söylemişlerdi. Paraları ve silahları Cihangir’deki eve bırakıp ben o gece kendi evime döndüm. Birkaç gün sonra da ALİ ile birlikte Antakya’ya hareket ettik. Antakya’ya giderken bankadan gasp ettiğimiz paranın 170.000 TL. civarında bir meblağı yanımıza aldık. ALİ ile birlikte MİHRAÇ’ın evine gittik. 4-5 gece burada kaldık. MİHRAÇ’ın evinde kaldığımız müddetçe örgütü, durumu ve Türkiye’deki genel siyasi ortam üzerinde konuştuk… Yukarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL. civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal funye, 10 kutu 7,65mm. Çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9 mm. lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek, tahminen 200 adet civarında Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “Sosyal-Emperyalizm” (iki kelime çizildi) “ SOVYET SOSYAL EMPERYALİZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti. Bütün bu malzemeleri 2 bavul ve bir el çantasına koyarak yukarıda da söylediğim gibi BEN, ALİ ve NEBİL ile birlikte İstanbul’a getirdim… 1 Mayıs hadiselerinde İnterkontinental Otelinden ateş edildiğine dair gazetelerde çıkan haberleri okumuştum. Bu sebepten eylem hedefi olarak İnterkontinental’i seçtim. Eylem şekli olarak ta bu otelin kurşunlanmasına karar verdim. Eylem kadrosu olarak şoför MUSTAFA, NEBİL, MUİHARREM’i seçtim ve kendilerine böyle bir eylemi gerçekleştireceğimizi söyledim… saat 22.00 civarında eylemi yukarıda saydığım kadro gerçekleştirdi. Eylem planı şu…şekildeydi; Araba Bosfor Turizminin bulunduğu caddede bulunacak, MUHARREM ve NEBİL eylem günü kendilerine verdiğim iki adet kalaşinkov ve 4 adet dolu şarjörle İnönü Gezisinin Taksim tarafına bakan yüzündeki parmaklıkların hemin arkasında yer alan fundalıklar içinde otele ateş edeceklerdi. Eylem planlandığımız şekilde gerçekleştirildi, ben hadiseden sonra Taksim’e gittim, Taksim’e vardığım zaman saat 22,30 civarıydı, otelde fazla anormal bir durum göremedim. Buradan eve döndüm, ertesi gün gazetelerde otelin kurşunlanma olayını okudum. Sonra cihangir’deki eve giderek silah ve şarjörleri aldım, NEBİL ve MUHARREM eylem gecesi adam başına birer şarjörden biraz fazla mermiyi otele sıkmışlardı.” ( Engin Erkiner’in polis ifadesi s:10-11)
“ Bundan sonra yeni bir eylem gerçekleştirmek suretiyle para temin etmeyi düşündüm. ALİ, MUHARREM, NEBİL’i yanıma alarak Yusufpaşa Ak Bank’ı kontrol ettik, ancak orada gördüğümüz şahıslardan şüphelendik, bunların polis olabileceğini düşündük ve bu yüzden bu bankayı soymaktan vazgeçtik. Bu banka yerine Harbiye Ak Bank şubesini seçtik. Soygun planını şu şekilde yapmıştık; şoför MUSTAFA yukarıda da bahsettiğim gibi İnterkontinental eylemine katılan ve bu eylem için yeniden plakası değiştirilen beyaz renkli Reno ile Rayoevinin yanındaki sokakta istikameti Spor ve Sergi Sarayına doğru duracaktı. Eylemi BEN, NEBİL, ALİ, İBRAHİM YALÇIN gerçekleştirecektik. 18 Ağustos gecesi ben Cihangir’deki evde kaldım ve soygunun son planları üzerinde tartıştık, ertesi sabah saat 08,30 civarında topluca evden çıkarak Reno’ya bindik ve Spor Sergi Sarayına giden ve Rayo evinin yanında bulunan caddenin köşesinde arabadan indik. MUSTAFA DA arabayı caddenin içine çekerek arabada kaldı. Biz topluca bankaya girdik. Banka içinde şu şekilde ( daha önce yapılan plan çerçevesinde) yer aldı. İBRAHİM YALÇIN elinde 7,65 mm. çapında bir tabanca idi kapıyı tuttu. ALİ SÖNMEZ ceketinin içene sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezne gitti. Yanlış oldu ALİ elinde 14 lü tabanca ile vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. tabanca ile etrafı kontrol ettim. ALİ paraları aldıktan sonra elindeki naylon torbaya koydu.”( Engin Erkiner’in polis ifadesi s: 11-12)
“SORULDU: TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri görevleri ile birlikte şu şekilde sıralayabiliriz.
MİHRAÇ : Orta boylu,165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, Güney Bölge sorumlusu.
HAKKI: Uzun boylu,175 boyunda, zayıf, beyaz tenli,kısa saçlı. Ankara Bölge Sorumlusu. Üst komite üyesi, ( Bu isim takma addır)
EŞBER (BİNBAŞI), (Takma isim): 175 boyunda, zayıf,hafif sarışın. İzmir Bölge sorumlusu.
MİHRAÇ, HAKKI, EŞBER üst komite üyeleridir.
İSTANBUL:
CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞLU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi üniversitesinde örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan durumundadır.
BENGÜ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
İMAM KILIÇ: Sempatizan durumundadır.
ALİ SÖNMEZ : Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: (Soyadını bilmiyorum), örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM : (Soyadını bilmiyorum) örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: (Soyadını bilmiyorum) Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRIM: Sempatizan durumundadır.
HAYDAR YILMAZ: örgütün eylem kadrosundadır. ( takma ismi AHMET’tir)
NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır.
FİLİZ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT: ( Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ORHAN: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
ZUHAL: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ’te çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI: Sempatizan durumundadır.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır…” (Engin Erkiner’in polis ifadesi, s: 15-16)
Bu ifadeyle birlikte İtirafçı Engin Erkiner’in Nebil yoldaşı polise ilk ve tek teslim eden kişi olmasına rağmen, yoldaşın mütevazi isminden nemalanmak, kendisi ve MİT’e satılmış ortağının yaptıkları çirkinlikleri lanetliyor bunlara sesiz kalanları da ayıplıyorum.
Bunlarla aramızda zamanı hakem koymakla yetiniyorum.
25 Nisan 2009
Nebil yoldaşı, öldürüldüğü tarihten bu yana, aralıksız anan gerçek yoldaşları tüm devrim şehitleri anısına Antakya “Şehitler Haftası” etkinliği yaptı. Birileri, şehitler haftası etkinliğinin hazırlıkları sürerken, bir yerlerden emir alınmış gibi saldırıya başladılar. Çamur atma, karalama, şaibe, kurgu ve yalanlar saldırdılar. Şehitleri bile şaibe altında bırakmak istediler. Bunu yapan iki kişiydi. Biri itirafçı Engin Erkiner, diğeri MİT’e satılmış bir ajan İbrahim Yalçın (polisteki kod adı Şahin).
Bu ikilinin yolları ne zaman örgütümüze karşı bir yıkım hareketi varsa orada kesişmiştir. Ama dün olduğu gibi, bu gün de yalan ve kurgularla iştigal ettikleri açığa çıkarak gerçek kimlikleriyle göründüler. Acilciler tartışmasını takip eden herkes ortaya koyduğumuz belgeler, el yazıları, mektuplar ve üçüncü kişilerce doğrulanan belirlemelerle bu çirkin insanların amaçlarını yeterince kavramış oldu. Devrimci hareket nezdinde bunlara hayatlarında silemeyecekleri izler bırakıldı. Artık bu izlerle dolaşacak tahriplerine karşı önlemler alınacaktır.
1977 Ağustosta yakalanan Engin Erkiner, örgütümüzü tümden polise teslim etmiş bir itirafçıdır. Bu itirafçı, 1982 de örgütten kaçarak TKEP ‘li olmuştu. Sonra TKEP’ten de ayrılıp örgüt, örgüt dolaşarak bilmediğimiz işler ifa etmiştir. Bu işler şimdi daha belirgin olmaya başladı; özel harp dairesi, derin devlet işi…
İtirafçı, Doğu Perinçek’in yolundan yürüyerek, poliste yaptığı tahribatla yetinmemiş, ihbarcılığa da yönelmiştir. Son üç ay içerisinde yaptığı ihbarlar, bir çok yoldaş için yıkıcı etkiler yaratmıştır. Zira, ihbarlar artık en ince şahsi ayrıntıları bile polise gammazlama yoluna girmiştir.
Oysa bu dönem, devrimci mücadelenin olduğu kadar örgütümüzün de toparlanma ve geniş diyalog sürecinin yükseldiği bir dönemdir. THKP-C (Acilciler) örgütü etkinliklerini, gösterilerini, yayın faaliyetlerini hızla yaymaya başlamıştır. Bu durum, örgütümüzle bağını on yıllardır koparmış olanları bir araya getirirken, itirafçı ve çevresini paniğe yöneltmiştir.
Polis ifadesi yayınlanmadan önce, İfadesi yayınlanması halinde ona “ön söz” bile yazacağını belirten İtirafçı Engin, İki tokat yemeden, bir saat bile direnmeden örgütü polise teslim ettiği açığa çıkınca ifadesi etrafındaki böbürlenmeleri sona ermişti. Ancak sırtında büyük bir kambur olarak duran bu ifadenin baskısı altına girmiş olması onu korkunç bir ruh haline sokmuş oldu. Bu kamburu öretmek için akıl almaz cambazlıklar, karalamalar, kurgularla suçlamalara yöneldi. Tam bir hasta ruh haliyle çırpınmaya başladı.
Bu zavallı itirafçının polis ifadesi iğrençti. Polisle bu ölçüde işbirliği yapan bir başka kişi az bulunurdu. Doğu Perinçek’in de aynı şekilde bir itirafçı olduğu biliniyor. Doğu Perinçek kendi kamburunu örtmek için Türkiye devrimci hareketine dayattığı ihbarcılığı ve en sonunda derin devlet adamı Ergenekon davasında yer alışı her şeyi çok açık olarak ortaya koymaktadır. Engin Erkiner de tas tamam bu yolda yürümektedir.
İtirafçı Engin Erkiner, örgütümüzü kendi deyimiyle “kronolojik sıra içinde” (Polis ifadesi, s:12) polise teslim etmiş. Tüm eylemler, tüm adresler, evler, kişiler, tanıdıkları selamlaştığı, ceza evinde olup haberleştiği, olmamış ancak olası eylemleri ve kimlerin bunu yapabileceğini tek tek itiraf etmiştir. Hani derler ya hayallerini anlattı diye işte tas tamam öyle, örgütü teslim etmiş. İtirafçı,Nebil Rahuma yoldaşı da polise teslim eden ilk ve tek kişiydi. İfadesinde ilgili ilgisiz her şeye Nebil yoldaşın adını katarak poliste deşifre olması ve aranmasına yol açmıştır: bu süreç Nebil yoldaşın Ölümüne kadar süren kovuşturmaların tek nedenidir.
İtirafçının 20 sayfalık polis ifadesini okuyan herkes inanılmaz bir şok geçirmekte ve “bu hainin cezasının neden verilmediğini” sorup durmaktadır. O günde bu günde verdiğimiz cevap aynıydı. İnsan katletmek devrimci bir tutum değildi. İtirafçı da olsa, onu kuşatmak, etkisiz ve denetim altında tutmak daha zararsız olmasını sağlardı. Zaten zindanlardaydık, kaçar kaçmaz 12 Eylül darbesi geldi. Yurt dışına yoldaşları güvenli bir şekilde ve örgüt içi sorun yaratmadan çıkarmak gerekiyordu. Bu gelişmeler bizi daha sakin bir kafayla düşünmeye götürdü. Nitekim kestirme yoldan gidip şiddeti değil zamanı esas alarak sürecin sağlıklı yürümesi için çalıştık. Bunu da başardık. Bu gün patlayan lağımlardan bu tiplerin çıkması çok normal. Ancak bunların geçmişte olası zararlarının önüne geçilmiş oldu.
İtirafçı Engin, Nebil yoldaşı polise afişe eden ilk ve tek kişidir dedim, Nebil adı ifadesinde o kadar çok geçmekte ve tekrar etmektedir ki, Nebil yoldaşa duyduğu kini de yansıtması açısından dikkatlice okunmayı gerektiriyor. Ama o kendi kamburunu başkasının sırtına yıkmak, spekülatif söylemlerle kafaları bulandırmak için kurgular yapıyor. Ama tutmuyor, ne tarihler ne de olaylar yalanı gerçek yapamıyor.
Benim yakalanma tarihim 10 Mart 1978 Ankara. Ankara’da sorguya alındığımda aynı evde yakalanan yoldaşlarımda vardı. Polise direndim, aynı evde yakalananların tanımadığımı söyledim. Tümünü inkar ettim. Öğrenci olduğumu dergi satarak yaşamımı kazandığımı söyledim. Ser verdim sır vermedim. İtirafçı Engin’in polis ifadesinde sırtıma yıktığı tonlarca itirafı reddettim. Merkezi davam İstanbul’da olduğu için beni İstanbul emniyetine götürdüler orda da işkencelerden geçtim. Falaka ipinin ayaklarımda bıraktığı kesik izleri bu güne kadar kara birer leke olarak taşırım. Elektrik işkencesi ve kaba dayak ise, falaka nezdinde çok kolay şeylerdi; bilenler bilir. İstanbul faslını da ser verip sır vermeyerek tamamlayınca, sağmalcılar cezaevine sevk edildim. Emniyet müdürlüğünde Hacı Demirkaya, Nadir Nadi Çelik ve Uğur Gür’e suikast girişiminde bulunan TİKKO’cu arkadaşları gördüm, Hacı yarılı ve kan içindeydi. Sonra sağmalcılarda birlikte olduk.
İtirafçı Engin, yana yana ifademi aradı. Buldu ve gerçeği görüce utancından yerin dibine girdi. Elinde Mihrac Ural’ın polise direnişinin belgesi beyaz bir sayfa vardı. Bu durum İtirafçıyı yeni çamurlara yöneltti. İfademi kendisi gibi şaibeli göstermeye yöneldi. Ama başaramadı. Yalanlarla, tarih bilgisi gerçekliğiyle bu oyunu da tutmadı. Nebil yoldaşın yakalanması üzerine ortaya attığı yalan kurgu, bir başka yalandan besleniyordu. Duyumu kanıt göstermenin sonu buydu. Utanma ve ar duygusu bitmiş olanlar, ifademin altında ezilmişlerdi.
Sağmalcılara gittiğimde benden önce İstanbul’da yakalanmış olan Nebil yoldaş beni ilk karşılayan oldu. Derhal yatağını bana verdi. Nebil başında olduğum ekibin bir militanıydı. Çocukluktan beri de birlikte olduğum can yoldaşımdı. Kısa süre birlikte kaldık. Onu, üniversite öğrenci kavgalarından gelen, bir öğrenci gurubunun kısa sürede tahliye olmasını fırsat bilerek ve rahmetli Bedri Yağan’ın yerine koyarak özgürlüğe kavuşturdum (Bu öğrencilerden birini daha alıkoyarak, Hacı Demirkaya’nın da firarını sağlanmıştı).
Önce, Nebil benim çıkmamı istedi. Ona, benim ifadem temiz, senin durumun zorda, sen çıkacaksın dedim; sıra değil akıl hükmünü verdim ve özgür oldu. Ayrıntıları 68. Dosya Nebil… Nebil… dE anlattım.
Bu kısa sürede Nebil’le sohbetler yaptık. Bu sohbetlerimizde üçüncü kişiler de bulunuyordu. Ancak O şu an aramızda değil. Üçüncü kişilerin onayı bile olmadan ölüleri konuşturup şaibeler yaratanların olduğu bir ortamda ölüler adına konuşmak çok kolay ama gerçek olsa bile dikkat gerektiriyor. Ancak böylesi bir ahlak algısı olmayanlar bu işi ya vesveseyle, fısıldamalarla ya da MİT’e satılmış İbrahim Yalçın gibi pervasızlıkla yapmakta zorlanmazlar; bu rezil adam ölüyü de diriyi de hayaleti de kirli amacı için konuşturur. Bu satılmış adamın tarihlere bile bakmadan, düşeceği utanılmaz halleri düşünmeden Nebil yoldaşı ölümünden sonra konuşturduğu gibi. Ki, ortaya çıkan son bilgiler, Bu soytarının Nebil’le, Ali Çakmaklı’nın ölümü sonrası bir araya gelip konuşmasının mümkünü olmadığını gösteriyor. Ama kirli amaç, ekibimin bir militanı olan, emir ve talimatlarımla çalışan bir can yoldaşımı bana karşı konuşturmak, bunlar için hiçte zor olmaz.
Şu tarihlere dikkat edin ve ölü nasıl konuşturuluyor onu bilin:
23 Eylül 1980 Ali Çakmaklı’nın ölüm tarihi. Gazeteler 24 Eylülde haberi geçiyor. Nebil, Ali çakmaklı öldürüldüğünde Adana’da olduğu belirtiliyor. Nebil 29 Eylül 1980’de katlediliyor. Yani arada sadece 6 gün var. Adana’dan dönüşünün ikinci günü tutuklanmış olsa bile MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın Nebil’le görüşüp uzun uzun konuştuğu kocaman bir yalandan ibarettir. Bu yalan, tipik bir İbrahim Yalçın üretimidir. MİT’e satılmış birinin ölüleri konuşturmasından bekleyeceği şey ne olabilir diye düşünenler, İbrahim yalçın’ın el yazılı itiraflarını yorumsuz olarak http://tarihselhainler.blogspot.com/ linkine bir göz atarak okusunlar.
Nebil yoldaşın öldürülmesinde, Acilcilere yaptığı belirtilen maddi kaynak transferinde İbrahim Yalçın’ın örgüt bilgisi olmadan oynadığı rol, her zamandan daha çok ön plana çıkıyor. Buna dikkat çekmek istiyorum.
HDÖ davası “GEREKÇELİ HÜKÜM” 252 sahifedir. Çok detaylı ifade ve bilgilerle tümü çözülmüş olan bu örgütün açıklamalarında Nebil öldürülmesi, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesiyle ilgili bir misilleme den çok, Acile aktarıldığı iddia edilen altınlarla ilgilidir; yani İbrahim Yalçın’ın örgüt kararı olmadan aldığı ve ne yaptığı belli olmayan altınlarla ilgili olarak, HDÖ’ye “ihanetle” suçlandığı görülmektedir. Şimdi, itirafçı Engin’in, Nebilin ölümünden Ali Çakmaklı olayını esas alan ve bunun için bana yönelen suçlamalarını nereye koymak gerektiğini soracağım? MİT’e üç beş kuruşa satılmış İbrahim yalçın’ın herkesçe bilenen ve bu güne kadar süren para tutkusunun bu işte, örgüt haberi olmadan nasıl rol oynadığı artık açığa çıkmış bulunmaktadır. Nebil yoldaşımızın katlinde İbrahim Yalçın adli MİT ajanının dolaysız parmağı bulunmakta ve bu gerçeği örtmek için, saptırma kurguları, ortağı itirafçı Engin’le tezgahlamaktadırlar. Bu ikilinin bir araya gelmesinin altındaki gerçekleri de böylece açığa çıkmaktadır.
Ali Çakmaklı’nın ölüm haberini bile okumadan önce Nebili tutuklayanların, Ali Çakmaklı sorunu üzerine Acilcilere misilleme yapacaklarını düşünmek çok aptalcadır: böyle bir şey yoktur olamaz da. Ali Çakmaklı'yı kim ve nasıl öldürdü henüz bilinmezken, Öldürülme olayının gazetede yayınlandığı gün olan 24 Eylül 1980’de ya da en geç ertesi gün arkadaşları tarafından tutuklanan Nebil yoldaşın bu konuyla ilgili bir misillemeye muhatap olduğunu düşünmek çok safçadır. Ama Nebil, bizimde bilmediğimiz çok önemli bir başka bilgiyi kendisi vermişse ve bu bilgi onun tutuklanmasına ve katline yol açmışsa çok ayrı bir şeydir (Bu konuda araştırmacı arkadaşlar, farklı yönden ve çok önemli bilgiler aktarıyorlar: Ali Çakmaklı’ınn öldürüldüğü gün, Nebil’in Adana’da olması gibi yoruma çok açık bilgiler). Her halükarda, Nebil’in öldürülmesinde İbrahim Yalçı’nın örgütümüz haberi olmadan almaya tenezzül ettiğini ve kendi hırsızlığı için Nebil’in ölümüne bahane yarattığının bilinmesi gerekmektedir. Bu konuyu daha sonra etraflıca işleyeceğim.
Nebil 1977 Ağustos yakalanmaları ardından İtirafçı Engin’e dolup dolup taşmış bir militandı. Bu konu ekibimin içinde olduğu kadar, örgütün önemli kadrolarınca da biliyordu. Ama zindanda olana saldırmak anlamsızdı ve siyasi açıdan doğru değildi. Bu konuyu Isparta cezaevinde çözdüm. İtirafçı ve onun itiraflarını poliste reddetmeyenler her şeyi üstlenecekti. Dava bu zemin üzerinde yürüyecek, poliste direnenler en kısa yoldan özgür olmalarına olanak sağlanacaktı. İtirafçının yapacak bir şeyi yoktu teslim olmuştu ve kararlarıma uymak zorundaydı. Bu oldu. Isparta’da başlayan merkezi davamız bu çerçevede yol haritasına sahipti.
Nebil yoldaş, itirafçıya karşı her zaman soğuktu. Bu adamdan tedirgindi. 1977 Ağustos yakalanmalarından öncede durum buydu. Bunu gözlemleyen kimileri yazılarına da konu etiler. Bu günkü tartışmalarda ses çıkarmayanların tümü İtirafçının polisteki rezil tutumunu bilir. İtirafçı örgütü yıkmıştı ve tek tek her birimizi polise afişletmişti. Acil hareketinde olup o denem itirafçıdan zarar görmeyen tek bir kişi ve bölge kalmamıştı. İtirafçı Engin Erkiner, Nebil yoldaşı polise veren ilk ve tek kişidir.
Deşifre edilen Engin adam, acınası hallere düştü. Polis ifadesi, boğazını sıkan bir idam ipine dönüştü. Bunun kabusları altına girdi. Bu nedenle yazdığı her satırda Mihrac Ural’a saldırma ihtiyacı duydu. Bu refleks bir hasta refleksidir. Ruhunu hafakanlar basıyor. Bu onu geriyor ve ayıbını örtmek için başkasını suçlamaya, şaibe yaratmaya yöneltiyor. Yer yüzünde, İtirafçının kamburunu örtecek bir örtü de yok.
İtirafçı ayıbını örtmek için kendi kurgularıyla yarattığı senaryolara bir de asıp kesip cezai hayaller üretiyor. Kendisine uygulanması gereken cezaları, uydurma suçlularına yöneltiyor. Buradan ona sözüm var, Engin sana acıyorum, seni her yerde ve zamanda ezebileceğimi biliyorsun. Ama ben asla şiddeti siyasi hasımlarım için bir çözüm yolu olarak düşünmedim. Seni ciddiye almadığım için de zararlarını kuşatmakla yetindim. Bunu örgütümle, yoldaşlarımla başardım. Senin gibi bir ufak kişiye bu kadarı yeter de artar.
Bu ön bilgiler ışığında İtirafçı Engin Erkiner’in Nebil Rahuma yoldaşı polise nasıl ihbar ettiğini, onu nasıl afişe edip firari duruma düşürdüğünü kendi ağzından, resmi belge ve imzasıyla, polis ifadesinden aktaracağım.
Bu belge ne hasım iddiası, nede üçüncü kişilerin onayını bekleyin bir duyumdur. Bu belge iddialarımızda ne kadar tutarlı olduğumuzu gösteren açık bir kanıttır. Bu belge Nebil’i ilk ve tek olarak polise teslim edenin kim olduğunu göstermektedir.
Bu belge çamur atma değil tarihe sunulmuş bir kanıttır. Nebil Rahuma yoldaşı, örgütü ve bizleri polise ispiyonlayanın kim olduğunu gösteren hukuki bir kanıttır.
Okur olarak bunu değerlendirin ve ona göre bu çirkin insanı algılayın.
İşte Halep işte arşın.
İtirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesinin özeti şudur:
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
İfadesini polise yardımla açarak işe koyulan itirafçı Engin, Nebil yoldaşı polise gammazlarken, akla hayale gelmeyecek ayrıntılarıyla birlikte adını 17 kez tekrar ederek şunları itiraf ediyor.
Buyurun birlikte okuyalım:
“Nisan ayı sonlarında benim evimde yapılan toplantı sonunda MİHRAÇ giderken mayıs ayı başlarında İstanbul’a 2 insan göndereceğini söylemiş ve bunlarla buluşabilmem için de Taksim civarında şimdi hatırlayamadığım bir yerde randevu kararlaştırmıştık. Verilen randevu günü kararlaştırılan mahalle gittim, orada ALİ SÖNMEZ ve NEBİL ile karşılaştım ve tanıştım ALİ’nin soyadının SÖNMEZ olduğunu Emniyet müdürlüğünde öğrendim. ALİ ve NEBİL Antakya’dan talimatlı olarak geldiklerinden bunlara ayrıca eyleme girip girmeme konusunda herhangi bir sual tevcih etmedim.” ( Engin Erkiner’in polis İfadesi sayfa:10 )
“SORULDU: ALİ ve NEBİL Antakya’dan gelirken bir adet Fransız yapısı gerilla tipi İmsa otomatik makinalı tabanca (Baskın sırasında yakalanmıştır.), bir adet 14 lü tabanca (Baskında yakalandı.), bir adet 7,65 mm. Çapında tabanca (Baskında yakalanmıştır. Uzun brovningi olanı.) ve şarjörü iki defa doldurabilecek miktarda mermi getirmişlerdir.” (Engin Erkiner’in polis ifadesi,s:10)
“SORULDU: bir banka soyma eylemini gerçekleştirmek üzere ben, MUHARREM, ALİ ve NEBİL karar aldıktan sonra bankayı tespit etmek ve istihbarat toplamak maksadıyla teker teker İstanbul’un muhtelif semtlerindeki müsait bankaları dolaşmaya başladık. Bu arada Merter İş bankasının müsait durumda olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti…
“…Ben soygundan sonra akşamleyin Cihangir’deki eve gelecektim. Belirtilen gün ve saatte yaptığımız plan gereğince Merter İş Bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…
“... Yukarıda da belirttiğim gibi soygun planlanan günde yapıldı, ben de akşamleyin kararlaştırıldığı gibi Cihangir’deki eve giderek paraları bir kere de beraber saydık. Bir kere de diyorum, zira daha önce MUHARREM, ALİ, NEBİL ve MUSTAFA paraları saymışlardı. Eve geldiğim vakit miktarını 200.000 TL. olduğunu söylemişlerdi. Paraları ve silahları Cihangir’deki eve bırakıp ben o gece kendi evime döndüm. Birkaç gün sonra da ALİ ile birlikte Antakya’ya hareket ettik. Antakya’ya giderken bankadan gasp ettiğimiz paranın 170.000 TL. civarında bir meblağı yanımıza aldık. ALİ ile birlikte MİHRAÇ’ın evine gittik. 4-5 gece burada kaldık. MİHRAÇ’ın evinde kaldığımız müddetçe örgütü, durumu ve Türkiye’deki genel siyasi ortam üzerinde konuştuk… Yukarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL. civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal funye, 10 kutu 7,65mm. Çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9 mm. lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek, tahminen 200 adet civarında Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “Sosyal-Emperyalizm” (iki kelime çizildi) “ SOVYET SOSYAL EMPERYALİZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti. Bütün bu malzemeleri 2 bavul ve bir el çantasına koyarak yukarıda da söylediğim gibi BEN, ALİ ve NEBİL ile birlikte İstanbul’a getirdim… 1 Mayıs hadiselerinde İnterkontinental Otelinden ateş edildiğine dair gazetelerde çıkan haberleri okumuştum. Bu sebepten eylem hedefi olarak İnterkontinental’i seçtim. Eylem şekli olarak ta bu otelin kurşunlanmasına karar verdim. Eylem kadrosu olarak şoför MUSTAFA, NEBİL, MUİHARREM’i seçtim ve kendilerine böyle bir eylemi gerçekleştireceğimizi söyledim… saat 22.00 civarında eylemi yukarıda saydığım kadro gerçekleştirdi. Eylem planı şu…şekildeydi; Araba Bosfor Turizminin bulunduğu caddede bulunacak, MUHARREM ve NEBİL eylem günü kendilerine verdiğim iki adet kalaşinkov ve 4 adet dolu şarjörle İnönü Gezisinin Taksim tarafına bakan yüzündeki parmaklıkların hemin arkasında yer alan fundalıklar içinde otele ateş edeceklerdi. Eylem planlandığımız şekilde gerçekleştirildi, ben hadiseden sonra Taksim’e gittim, Taksim’e vardığım zaman saat 22,30 civarıydı, otelde fazla anormal bir durum göremedim. Buradan eve döndüm, ertesi gün gazetelerde otelin kurşunlanma olayını okudum. Sonra cihangir’deki eve giderek silah ve şarjörleri aldım, NEBİL ve MUHARREM eylem gecesi adam başına birer şarjörden biraz fazla mermiyi otele sıkmışlardı.” ( Engin Erkiner’in polis ifadesi s:10-11)
“ Bundan sonra yeni bir eylem gerçekleştirmek suretiyle para temin etmeyi düşündüm. ALİ, MUHARREM, NEBİL’i yanıma alarak Yusufpaşa Ak Bank’ı kontrol ettik, ancak orada gördüğümüz şahıslardan şüphelendik, bunların polis olabileceğini düşündük ve bu yüzden bu bankayı soymaktan vazgeçtik. Bu banka yerine Harbiye Ak Bank şubesini seçtik. Soygun planını şu şekilde yapmıştık; şoför MUSTAFA yukarıda da bahsettiğim gibi İnterkontinental eylemine katılan ve bu eylem için yeniden plakası değiştirilen beyaz renkli Reno ile Rayoevinin yanındaki sokakta istikameti Spor ve Sergi Sarayına doğru duracaktı. Eylemi BEN, NEBİL, ALİ, İBRAHİM YALÇIN gerçekleştirecektik. 18 Ağustos gecesi ben Cihangir’deki evde kaldım ve soygunun son planları üzerinde tartıştık, ertesi sabah saat 08,30 civarında topluca evden çıkarak Reno’ya bindik ve Spor Sergi Sarayına giden ve Rayo evinin yanında bulunan caddenin köşesinde arabadan indik. MUSTAFA DA arabayı caddenin içine çekerek arabada kaldı. Biz topluca bankaya girdik. Banka içinde şu şekilde ( daha önce yapılan plan çerçevesinde) yer aldı. İBRAHİM YALÇIN elinde 7,65 mm. çapında bir tabanca idi kapıyı tuttu. ALİ SÖNMEZ ceketinin içene sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezne gitti. Yanlış oldu ALİ elinde 14 lü tabanca ile vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. tabanca ile etrafı kontrol ettim. ALİ paraları aldıktan sonra elindeki naylon torbaya koydu.”( Engin Erkiner’in polis ifadesi s: 11-12)
“SORULDU: TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri görevleri ile birlikte şu şekilde sıralayabiliriz.
MİHRAÇ : Orta boylu,165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, Güney Bölge sorumlusu.
HAKKI: Uzun boylu,175 boyunda, zayıf, beyaz tenli,kısa saçlı. Ankara Bölge Sorumlusu. Üst komite üyesi, ( Bu isim takma addır)
EŞBER (BİNBAŞI), (Takma isim): 175 boyunda, zayıf,hafif sarışın. İzmir Bölge sorumlusu.
MİHRAÇ, HAKKI, EŞBER üst komite üyeleridir.
İSTANBUL:
CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞLU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi üniversitesinde örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan durumundadır.
BENGÜ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
İMAM KILIÇ: Sempatizan durumundadır.
ALİ SÖNMEZ : Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: (Soyadını bilmiyorum), örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM : (Soyadını bilmiyorum) örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: (Soyadını bilmiyorum) Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRIM: Sempatizan durumundadır.
HAYDAR YILMAZ: örgütün eylem kadrosundadır. ( takma ismi AHMET’tir)
NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır.
FİLİZ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT: ( Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ORHAN: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
ZUHAL: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ’te çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI: Sempatizan durumundadır.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır…” (Engin Erkiner’in polis ifadesi, s: 15-16)
Bu ifadeyle birlikte İtirafçı Engin Erkiner’in Nebil yoldaşı polise ilk ve tek teslim eden kişi olmasına rağmen, yoldaşın mütevazi isminden nemalanmak, kendisi ve MİT’e satılmış ortağının yaptıkları çirkinlikleri lanetliyor bunlara sesiz kalanları da ayıplıyorum.
Bunlarla aramızda zamanı hakem koymakla yetiniyorum.
23 Nisan 2009 Perşembe
ELLERİM KOPTUĞUNDA
Ali Rıza Aydın
Sevgili Demir, merhaba
Bilgisayarım virüs kaptığı için, bir haftadır bir şey yapamıyordum. Virüs koruyucu programım olmadığı için her türlü saldırıya açığım. Bu tür programlar yüklemeye bilgisayarın kapasitesi uygun değil dediler. Laf gelmişken bu virüsleri ortalığa sürenlerin bunda ne faydaları var, anlamıyorum. Beni hiç tanımayan birinin bana bu eziyeti vermekte amacı ne, bundan ne çıkarları var kafam almıyor.
Doktor Şenay’ın hastalığını ( Sistemik LUPUS Eritematozus - SLE) anlatırken “verdiğimiz ilaçlarla, bağışıklık sistemini baskı altına alıp, vücudunu korunmasız hale getiriyoruz, bu yüzden mikroplu olacak ortamlardan vs uzak duracaksın demişti.
İnternette girince nasıl korunacaksın bilmiyorum, kısaca eskilerin söyleyişiyle “bilgisayarın mı var, derdin de var.
Ben, Dileği merak ediyorum, nasıl oldu. Tıpbi olarak bundan sonra ilgilenileceğini biliyorum, ama asıl sorun psikolojik olarak yeni durumu kabullenip kişinin kendini ona göre hazırlaması. Nasrettin Hoca’nın “daha önce bu iş başından geçmiş birine bunu sorun halimi size anlatır” dediği gibi, başından aynı tür serüvenler geçmiş biri olarak onu düşünüyorum. Onun ne tür duygular içinde olacağını çıkarsamaya çalışıyorum
Düşünüyorum da, bende çok zor alıştım, ne zorluklar çektim.
Elerim koptuğunda uzun dönem, hastanede başımızda nöbetçi bekledi, hiçbir yere kırmaşamadık. Zaten gözlerimizde yaralandığından, onlarda bağlıydı ne kendimizi nede çevremizi göremiyorduk. Askeri ceza evine geldiğimizde, önceleri subayların tutuklu kaldığı bir bölümde kaldık, güzel, aynası olan bir yerdi. Orada bir gün, tuvalete giderken, lavabonun önün den geçiyordum, aynada kendimi gördüm; nasıl olmuşum diye kendime bakıyım dedim, içim el verip de kendi kendime bakamadım; ellerimi arkama dolayıp, ellerimi saklayıp ta kendime öyle baka bildim. O anımı hiç unutamam.
Ama gerçekliğim buydu; ya bu gerçekliğimi olduğu gibi kabul edip ona göre yaşayacaktım yada ...aslında düşündüm benim için bunun yada sı yoktu. Ameliyatla el taktırmayı düşündük, bir ara onun hayallerini kurduk. Bunu doktorlara, Sofya radyosuna sorduk herkes bize zor, hatta imkansız dedi. Sofya radyosu sorumuzu cevaplayınca “Tanrım beni baştan yarat” parçasını çalmış mıydı yoksa şakayla biz mi öyle demiştik aklımda öyle kalmış.
Kendi kendime “oğlum rıza sağlamken herkes yiğit olabilir, herkes kahramanlık yapar hadi yiğitliğini şimdi görüyüm, bu halinle yaşamayı başar” derdim. Kısaca bu yeni halimi olduğu gibi kabul edip, ona göre davranmaya başladım. Sakatlığımı yada vücudumun eksiklerini ne kendimden nede başkasından saklamıyordum, adeta Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayım der gibiydim. Senin İbrahim (Kılıç) diye tanıdığın arkadaşım bunu benim gibi kabullenememişti sanırım, ellerini hep saklardı, onunla aynı koğuşta kalıpta onun elsiz olduğunu bilmeyenler bile olurdu.
Bense bu durumumu kafamdan atıp unutmuş, sanki hep böyleymişim gibi davranırdım- davranırım. O halimi unuturum. Takmam kafama. Bunu takanların bir takıntısı olduğunu, onların tedavi edilmesi gerektiğini bile düşündüğüm olur. O eski nişanlım olan Hatice gil bir hayli böyleydi.
Askeri cezaevinde ki arkadaşlarımın tutumları iyi değildi; benim bu halimle partiye üye olup olamayacağımı, gerilla birliğinde ne işe yarayacağımı, onlara yük bile olabileceğimi tartışmışlardı. Bende saf saf savunmaya geçip, “yeni gelen genç kuşaklara tecrübelerimizi anlatır, onlara teorik eğitim verebilirim” diye kendimi savunduğumu hatırlıyorum. O günler benim için çok acı günlerdi. Elin gözünde, birden bire değerden düştüğünü görüyorsun, attan inip eşeğe binmiş gibi, hatta yaya kalıp sürünüyor gibi oluyorsun. Sana öyle muamele ediliyor, güçlü kuvvetli pehlivan gibi bir adamken, hemen, birden bire sakat küt kötürüm olup çıkıyorsun. İnsanların, yoldaşlarının sana ne gözle baktığını görüp içine atıyor, üzülüyorsun, yada isyan ediyorsun. Ne edersen et çaresi yok, insanın içini acıtan, insanın gönlünü yaralayan anlar yaşıyorsun.....
Kendimi okumaya vermende bu savunmamın payı çoktur.
Aslında okuma ihtiyacını Dev –Yol dan ayrılıp Kendini daha sonra Dev- Sol diye tanıtacak olan gurupla ilişkiye geçip de onları tanımaya başlayınca, okuma zorunluluğumu görmüştüm. Bunlar eskilere bakarak daha çapsızlardı, bir hata ettiğimi anladım ama bilgi dağarcığım bana yol gösteremiyordu. Mahir Çayan’ı eskiden beri ezbere denecek kadar bilirdim, ama o bilgilerim, M. Çayan’ın teorileri yolumu aydınlatamıyordu.
(Mahir Çayan’ın Teorisinin asıl olumsuz yanını şimdi daha iyi anlıyorum; M. Çayan’a göre Emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin Marksizm mi, bir ve ikinci dönemin Marksizm inden farklıdır. Birinci ve ikinci bunalım dönemi dediği evre Marx’ın, Engels’in, Lenin’in yaşadıkları dönemi kaplıyor. Bunları çıkarınca geriye, Marksizm diye bir şey kalmıyor; ne kalıyor: ulusal kurtuluş savaşları, gerilla mücadeleleri vs. Bizler o dönem bol bol Amilcal Cabrail, Alberto Baye, Carlos Maigelle, Angola lideri A. Nato, Giyap;ın kitaplarını okurduk. Bunlar insana Marksizm bilgisi vermiyor. Gerçekten Marksizm mi öğrenmeye çalıştığında durumunu daha iyi görüyorsun; işte o zaman ne yapacağını şaşırıyorsun)
Marksı Leni’ni okuyum diyordum, ama ne okuyacağımı, okumaya nereden başlayacağımı da bilemiyordum. Felsefe önümü açabilir diye gidip Lenin’in “Ampiriori kritisizm” ini aldım okudum, bir şey anlayamadım. Bir çıkış yolu arıyordum, “Allahım bana yardım et der gibi bana yardım edecek birini arıyordum ki o bomba patlayıp beni sakat bıraktı. O sakatlığı işte bu ruh hali içinde yaşadım, bu ruh hali içinde geçirdim. Belki halimin dayanılmaz oluşunun bir nedeni de bu.
Uzun lafın kısası Niğde cezaevine geldiğimde içinde bulunduğum ruh hali böyleydi. İşte o ortam, özellikle sen önüme okunması gereken bir ufuk, yeni bir yol açtın, bende o denize cumburlop atladım. Hep Sen hedefe doğru koşmayacaksın bazen da hedef sana doğru gelecek derler ya işte öyle bir şey.
Sonuç, oradan kalkıp buraya geldim, iyi ki de geldim. Hayatımda hiç bir işim yaver gitmemiştir, şansa inanılır mı bilemem ama benim şansım hiç iyi değildir. Hayatta ki tek şansımın Niğde cezaevine düşmek olduğunu düşünürüm hep.
Örneğin şu bizi sakat bırakan bombalı pankart işi; her şey gelip geçti ama, ben başından beri bu işe karşıydım. Ölüm yıl dönümü dolayısıyla Ulaş Bardakcı’yı anacaktık. İbrahim bombalı pankart işini önerince, hemen karşı çıkmıştım. Bu iş hem eylem sırasında patlayıp bize zarar verebilir, hem de suçsuz masum başka insanlara zarar verebilir diyordum. Çok uzun tartıştığımız halde birbirimizi ikna edememiştik. Ben karşı tez olarak uçan balonlarla Ulaşın posterini havaya uçuralım diyordum. Herkes kendi eylemini yapmak üzere ayrıldık. Ben her şeyi hazırladım, eylem günü geldi çattı, balonları piknik tüpüyle şişirip bıraktım, balonlar uçmuyor. Orda anladım ki balonu havaya uçuracak hava başka bir havaymış. Eylemim suya düşünce gidip annem gili görüyüm diye mahalleye geldim; arandığımdan eve gelemiyordum, bir komşumuzun evine gittim. Annem gille otururken elinde paketlerle İbrahim gil geldiler; eyleme hazırlandığımız evin etrafında polis olduğundan kuşkulandığımız kişiler dolaşıyordu, oradan kuşkulanıp yanına geldik dediler. İyi amma bu iş burada olmaz desem de beni dinlemeyip, İbrahim yalvarışlarıma aldırmadan fünyeyi bağlamaya başladı. Yanlış yapıyorsun kaza olacak diye ne kadar yalvardım. Sonunda işi yaptı paketledi, şu paketi bantla diye bana uzattı. İzola bantı aldım İbrahim’in elindeki paketi yapıştırıyordum ki, o korkunç bir patlama oldu.
“Eyvah!” dedim amma iş işten geçmişti. Can tatlı, yine de candan geçilmiyor; Kan kaybından ölmemek için, gözlerimde görmediğinden, sürüne sürüne, ikinci kattan aşağıya indim. İnerken İbrahim’i de indirdim. Etrafımıza gelenlere “Ben Ali Rızayım; yukarda silahlarımız var, arkadaşlar onları alsınlar, bizi de hemen hastaneye götürsünler, yoksa kan kaybından ölürüz” diyordum. Herkes bunları yiğit olduğum için yaptığımı sanıp öyle anlattı, yiğitliğim üzerine efsaneler üretildi; halbuki ben bunları ölmekten korktuğum için, yaşamak istediğim için yapmıştım. Bunları yaşarken yiğitlik aklımdan bile geçmemişti, ben her şeye rağmen yaşamda kalmaya çalışıyordum.
Sonrasını biliyorsun. Her şey böyle odu, hepimiz sağız. İbrahim bana Adana cezaevinde “kusuruma bakma benim yüzümden sende sakat kaldın, ben de bu bombalı pankart işini hayatımda ilk defa yapıyordum” dedi. Acı tabloyu görüyor musun. Üçümüzde oracıkta ölebilirdik; hastane uzak olsa yada kendimiz gidemesek, kan kaybından ölmüş olacaktık. Adama bombalı pankart yapın denmiş, oda yukardan gelen bu komuta “ben bu işi hiç yapmadım, ben bunu yapamam” diyememiş.
Hayatımı etkileyen bütün işler böyledir. Anlatıp boşuna başını şişirmeyim, tek şansım Niğde ceza evine düşmemdir. Niğde ceza evine düşmeseydim belki de öyle cap cahil kalacaktım. O cahil, bilgisiz, kültürsüz halimle bu yükün kahrını, tövbe çekemezdim. Belki o zaman gerçekten sakat olurdum.
Bu yükü taşımamda bana yardımcı olan Niğde cezaevinin o atmosferini, seninle Ertuğrul Kürkçü’nün yol acıcı yardımını, hiç unutmayacağım.
Şairin “Çekilmez değil çekilir” dediği gibi her şey çekiliyor, önemli olan insanin bilinci, psikolojik durumu, içinde bulunduğu çevre.
Ebem gökten “ne gelirse yer onu götürür” derdi. İnsan da öyle bir varlık ki başına gelen her şeyi kabul edip onu çekiyor, üstesinden de geliyor.
Demir bak konu insanı çekip nerelere götürüyor. Yazmaya başlarken bunlar hiç aklımda yoktu. Söz, alıp beni ta buralara getirdi.
Diyeceğim şu: bence tabi Dileğin psikolojik durumu olayı kabullenip üstesinden gelmeyi istemesi çok önemli, bunu bir isterse gerisi kendiliğinden geliyor.
. Dilek için ne yapılabilir ne yapabilirim bilmiyorum. Onun sevdikleriyle birlikte olmasının çok iyi olacağını sanıyorum. Benden ona götürebileceğin kadar sevgi, götürebileceğin kadar selam götür.
Sevgilerimi selamlarımı da salıyorum. 15 mayıs 2002
RIZA
NOT: 18 mayısta ÖDP’nin Almanya da toplantısı varmış, Ufuk Uras ta katılacakmış
Sevgili Demir, merhaba
Bilgisayarım virüs kaptığı için, bir haftadır bir şey yapamıyordum. Virüs koruyucu programım olmadığı için her türlü saldırıya açığım. Bu tür programlar yüklemeye bilgisayarın kapasitesi uygun değil dediler. Laf gelmişken bu virüsleri ortalığa sürenlerin bunda ne faydaları var, anlamıyorum. Beni hiç tanımayan birinin bana bu eziyeti vermekte amacı ne, bundan ne çıkarları var kafam almıyor.
Doktor Şenay’ın hastalığını ( Sistemik LUPUS Eritematozus - SLE) anlatırken “verdiğimiz ilaçlarla, bağışıklık sistemini baskı altına alıp, vücudunu korunmasız hale getiriyoruz, bu yüzden mikroplu olacak ortamlardan vs uzak duracaksın demişti.
İnternette girince nasıl korunacaksın bilmiyorum, kısaca eskilerin söyleyişiyle “bilgisayarın mı var, derdin de var.
Ben, Dileği merak ediyorum, nasıl oldu. Tıpbi olarak bundan sonra ilgilenileceğini biliyorum, ama asıl sorun psikolojik olarak yeni durumu kabullenip kişinin kendini ona göre hazırlaması. Nasrettin Hoca’nın “daha önce bu iş başından geçmiş birine bunu sorun halimi size anlatır” dediği gibi, başından aynı tür serüvenler geçmiş biri olarak onu düşünüyorum. Onun ne tür duygular içinde olacağını çıkarsamaya çalışıyorum
Düşünüyorum da, bende çok zor alıştım, ne zorluklar çektim.
Elerim koptuğunda uzun dönem, hastanede başımızda nöbetçi bekledi, hiçbir yere kırmaşamadık. Zaten gözlerimizde yaralandığından, onlarda bağlıydı ne kendimizi nede çevremizi göremiyorduk. Askeri ceza evine geldiğimizde, önceleri subayların tutuklu kaldığı bir bölümde kaldık, güzel, aynası olan bir yerdi. Orada bir gün, tuvalete giderken, lavabonun önün den geçiyordum, aynada kendimi gördüm; nasıl olmuşum diye kendime bakıyım dedim, içim el verip de kendi kendime bakamadım; ellerimi arkama dolayıp, ellerimi saklayıp ta kendime öyle baka bildim. O anımı hiç unutamam.
Ama gerçekliğim buydu; ya bu gerçekliğimi olduğu gibi kabul edip ona göre yaşayacaktım yada ...aslında düşündüm benim için bunun yada sı yoktu. Ameliyatla el taktırmayı düşündük, bir ara onun hayallerini kurduk. Bunu doktorlara, Sofya radyosuna sorduk herkes bize zor, hatta imkansız dedi. Sofya radyosu sorumuzu cevaplayınca “Tanrım beni baştan yarat” parçasını çalmış mıydı yoksa şakayla biz mi öyle demiştik aklımda öyle kalmış.
Kendi kendime “oğlum rıza sağlamken herkes yiğit olabilir, herkes kahramanlık yapar hadi yiğitliğini şimdi görüyüm, bu halinle yaşamayı başar” derdim. Kısaca bu yeni halimi olduğu gibi kabul edip, ona göre davranmaya başladım. Sakatlığımı yada vücudumun eksiklerini ne kendimden nede başkasından saklamıyordum, adeta Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayım der gibiydim. Senin İbrahim (Kılıç) diye tanıdığın arkadaşım bunu benim gibi kabullenememişti sanırım, ellerini hep saklardı, onunla aynı koğuşta kalıpta onun elsiz olduğunu bilmeyenler bile olurdu.
Bense bu durumumu kafamdan atıp unutmuş, sanki hep böyleymişim gibi davranırdım- davranırım. O halimi unuturum. Takmam kafama. Bunu takanların bir takıntısı olduğunu, onların tedavi edilmesi gerektiğini bile düşündüğüm olur. O eski nişanlım olan Hatice gil bir hayli böyleydi.
Askeri cezaevinde ki arkadaşlarımın tutumları iyi değildi; benim bu halimle partiye üye olup olamayacağımı, gerilla birliğinde ne işe yarayacağımı, onlara yük bile olabileceğimi tartışmışlardı. Bende saf saf savunmaya geçip, “yeni gelen genç kuşaklara tecrübelerimizi anlatır, onlara teorik eğitim verebilirim” diye kendimi savunduğumu hatırlıyorum. O günler benim için çok acı günlerdi. Elin gözünde, birden bire değerden düştüğünü görüyorsun, attan inip eşeğe binmiş gibi, hatta yaya kalıp sürünüyor gibi oluyorsun. Sana öyle muamele ediliyor, güçlü kuvvetli pehlivan gibi bir adamken, hemen, birden bire sakat küt kötürüm olup çıkıyorsun. İnsanların, yoldaşlarının sana ne gözle baktığını görüp içine atıyor, üzülüyorsun, yada isyan ediyorsun. Ne edersen et çaresi yok, insanın içini acıtan, insanın gönlünü yaralayan anlar yaşıyorsun.....
Kendimi okumaya vermende bu savunmamın payı çoktur.
Aslında okuma ihtiyacını Dev –Yol dan ayrılıp Kendini daha sonra Dev- Sol diye tanıtacak olan gurupla ilişkiye geçip de onları tanımaya başlayınca, okuma zorunluluğumu görmüştüm. Bunlar eskilere bakarak daha çapsızlardı, bir hata ettiğimi anladım ama bilgi dağarcığım bana yol gösteremiyordu. Mahir Çayan’ı eskiden beri ezbere denecek kadar bilirdim, ama o bilgilerim, M. Çayan’ın teorileri yolumu aydınlatamıyordu.
(Mahir Çayan’ın Teorisinin asıl olumsuz yanını şimdi daha iyi anlıyorum; M. Çayan’a göre Emperyalizmin üçüncü bunalım döneminin Marksizm mi, bir ve ikinci dönemin Marksizm inden farklıdır. Birinci ve ikinci bunalım dönemi dediği evre Marx’ın, Engels’in, Lenin’in yaşadıkları dönemi kaplıyor. Bunları çıkarınca geriye, Marksizm diye bir şey kalmıyor; ne kalıyor: ulusal kurtuluş savaşları, gerilla mücadeleleri vs. Bizler o dönem bol bol Amilcal Cabrail, Alberto Baye, Carlos Maigelle, Angola lideri A. Nato, Giyap;ın kitaplarını okurduk. Bunlar insana Marksizm bilgisi vermiyor. Gerçekten Marksizm mi öğrenmeye çalıştığında durumunu daha iyi görüyorsun; işte o zaman ne yapacağını şaşırıyorsun)
Marksı Leni’ni okuyum diyordum, ama ne okuyacağımı, okumaya nereden başlayacağımı da bilemiyordum. Felsefe önümü açabilir diye gidip Lenin’in “Ampiriori kritisizm” ini aldım okudum, bir şey anlayamadım. Bir çıkış yolu arıyordum, “Allahım bana yardım et der gibi bana yardım edecek birini arıyordum ki o bomba patlayıp beni sakat bıraktı. O sakatlığı işte bu ruh hali içinde yaşadım, bu ruh hali içinde geçirdim. Belki halimin dayanılmaz oluşunun bir nedeni de bu.
Uzun lafın kısası Niğde cezaevine geldiğimde içinde bulunduğum ruh hali böyleydi. İşte o ortam, özellikle sen önüme okunması gereken bir ufuk, yeni bir yol açtın, bende o denize cumburlop atladım. Hep Sen hedefe doğru koşmayacaksın bazen da hedef sana doğru gelecek derler ya işte öyle bir şey.
Sonuç, oradan kalkıp buraya geldim, iyi ki de geldim. Hayatımda hiç bir işim yaver gitmemiştir, şansa inanılır mı bilemem ama benim şansım hiç iyi değildir. Hayatta ki tek şansımın Niğde cezaevine düşmek olduğunu düşünürüm hep.
Örneğin şu bizi sakat bırakan bombalı pankart işi; her şey gelip geçti ama, ben başından beri bu işe karşıydım. Ölüm yıl dönümü dolayısıyla Ulaş Bardakcı’yı anacaktık. İbrahim bombalı pankart işini önerince, hemen karşı çıkmıştım. Bu iş hem eylem sırasında patlayıp bize zarar verebilir, hem de suçsuz masum başka insanlara zarar verebilir diyordum. Çok uzun tartıştığımız halde birbirimizi ikna edememiştik. Ben karşı tez olarak uçan balonlarla Ulaşın posterini havaya uçuralım diyordum. Herkes kendi eylemini yapmak üzere ayrıldık. Ben her şeyi hazırladım, eylem günü geldi çattı, balonları piknik tüpüyle şişirip bıraktım, balonlar uçmuyor. Orda anladım ki balonu havaya uçuracak hava başka bir havaymış. Eylemim suya düşünce gidip annem gili görüyüm diye mahalleye geldim; arandığımdan eve gelemiyordum, bir komşumuzun evine gittim. Annem gille otururken elinde paketlerle İbrahim gil geldiler; eyleme hazırlandığımız evin etrafında polis olduğundan kuşkulandığımız kişiler dolaşıyordu, oradan kuşkulanıp yanına geldik dediler. İyi amma bu iş burada olmaz desem de beni dinlemeyip, İbrahim yalvarışlarıma aldırmadan fünyeyi bağlamaya başladı. Yanlış yapıyorsun kaza olacak diye ne kadar yalvardım. Sonunda işi yaptı paketledi, şu paketi bantla diye bana uzattı. İzola bantı aldım İbrahim’in elindeki paketi yapıştırıyordum ki, o korkunç bir patlama oldu.
“Eyvah!” dedim amma iş işten geçmişti. Can tatlı, yine de candan geçilmiyor; Kan kaybından ölmemek için, gözlerimde görmediğinden, sürüne sürüne, ikinci kattan aşağıya indim. İnerken İbrahim’i de indirdim. Etrafımıza gelenlere “Ben Ali Rızayım; yukarda silahlarımız var, arkadaşlar onları alsınlar, bizi de hemen hastaneye götürsünler, yoksa kan kaybından ölürüz” diyordum. Herkes bunları yiğit olduğum için yaptığımı sanıp öyle anlattı, yiğitliğim üzerine efsaneler üretildi; halbuki ben bunları ölmekten korktuğum için, yaşamak istediğim için yapmıştım. Bunları yaşarken yiğitlik aklımdan bile geçmemişti, ben her şeye rağmen yaşamda kalmaya çalışıyordum.
Sonrasını biliyorsun. Her şey böyle odu, hepimiz sağız. İbrahim bana Adana cezaevinde “kusuruma bakma benim yüzümden sende sakat kaldın, ben de bu bombalı pankart işini hayatımda ilk defa yapıyordum” dedi. Acı tabloyu görüyor musun. Üçümüzde oracıkta ölebilirdik; hastane uzak olsa yada kendimiz gidemesek, kan kaybından ölmüş olacaktık. Adama bombalı pankart yapın denmiş, oda yukardan gelen bu komuta “ben bu işi hiç yapmadım, ben bunu yapamam” diyememiş.
Hayatımı etkileyen bütün işler böyledir. Anlatıp boşuna başını şişirmeyim, tek şansım Niğde ceza evine düşmemdir. Niğde ceza evine düşmeseydim belki de öyle cap cahil kalacaktım. O cahil, bilgisiz, kültürsüz halimle bu yükün kahrını, tövbe çekemezdim. Belki o zaman gerçekten sakat olurdum.
Bu yükü taşımamda bana yardımcı olan Niğde cezaevinin o atmosferini, seninle Ertuğrul Kürkçü’nün yol acıcı yardımını, hiç unutmayacağım.
Şairin “Çekilmez değil çekilir” dediği gibi her şey çekiliyor, önemli olan insanin bilinci, psikolojik durumu, içinde bulunduğu çevre.
Ebem gökten “ne gelirse yer onu götürür” derdi. İnsan da öyle bir varlık ki başına gelen her şeyi kabul edip onu çekiyor, üstesinden de geliyor.
Demir bak konu insanı çekip nerelere götürüyor. Yazmaya başlarken bunlar hiç aklımda yoktu. Söz, alıp beni ta buralara getirdi.
Diyeceğim şu: bence tabi Dileğin psikolojik durumu olayı kabullenip üstesinden gelmeyi istemesi çok önemli, bunu bir isterse gerisi kendiliğinden geliyor.
. Dilek için ne yapılabilir ne yapabilirim bilmiyorum. Onun sevdikleriyle birlikte olmasının çok iyi olacağını sanıyorum. Benden ona götürebileceğin kadar sevgi, götürebileceğin kadar selam götür.
Sevgilerimi selamlarımı da salıyorum. 15 mayıs 2002
RIZA
NOT: 18 mayısta ÖDP’nin Almanya da toplantısı varmış, Ufuk Uras ta katılacakmış
23 NİSAN BAYRAMI VE HAPİSTEKİ KÜRT ÇOCUKLARI
Mustafa Elveren-Em.Öğrt.
Yarın ülkemizde “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” kutlanacaktır. Senaryosu resmi ideoloji tarafından yazılan, 89 yıldır izlemekte olduğumuz filmi 23 Nisan’da tekrar gösterime koyacaklardır. Kaymakam, Vali, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı koltuklarına birer öğrenciyi birkaç dakika oturtup, çocuklara çok değer verdiklerini bize yine yutturacaklardır.
Bir taraftan bu göstermelik resmi törenler yapılırken, diğer taraftan “teröre destek” gerekçesiyle başta kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerleşim birimleri olmak üzere, ülkemizin bir çok kentinde binlerce Kürt çocukları göz altına alınmış, işkence görmüş ve şu anda yüzlercesi de hapislere konulmuştur. Bu çocukların duruşmaları hala devam etmektedir.
Destek amacıyla Diyarbakır’daki çocukların duruşmasına giden Uzman Psikolog Banu Vardar; “Diyarbakir'da 1 gün yaşamak bile, bu çocukları anlamak için yeterince veri veriyor insana.” demektedir. Yine destek amacıyla Mersin ve Adana’daki çocukların duruşmalarına katılan yazar Esra Çiftçi ve çevreci-siyasetçi Bilge Contepe ise; “Ailelerin sessiz ve endişeli bekleyişleri ile karşılaştık. Çocukların adliyenin izbe bir yerinde demir parmaklıklar arkasında hücrelerde tutulduklarını öğrendik. Çocukları göremedik” şeklinde kaygılarını dile getirmişlerdir.
Türkiye’de Kürt sorunu demokratik yöntemlerle çözülmediği sürece, bu çocukların dramı ve olayların daha da artarak devam edeceği anlaşılmaktadır. Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları yerleşim birimlerinde cocuk olmak kadar baba olmak da zordur. Çünkü, Kürt sorunu devam ettiği sürece, sorunun çözümüne dikkat çekmek için gösterilerin ve “polise taş atma” gibi eylemlerin yapılması kaçınılmazdır. Bu eylemlerde çocukların ve kadınların ön saflarda olması da yadırganacak bir durum değildir. Geçmişten günümüze kadar başta Filistin olmak üzere, Dünya’nın bir çok ülkesinde de böyle olmuştur.
Yanlış uygulamalardan dolayı bu çocukları yarın her birini “terörist” olmaya aday durumuna getirildiğinin farkında mıyız? Bu korkunç yanlışlardan bir an önce dönülmesi şarttır. Aksi halde, bu güne kadar çektiğimiz acılara yenileri eklenerek yaşamaya devam edeceğiz. Bunu bize yaşatmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Artık resmi ideoloji iflas etmiştir. O nedenle, Türkiye “TEK”lik psikolojisinden bir an önce kurtulmalıdır. Tüm kimliklerin eşit olması hukuksal bir gerekliliktir. Alt-üst kimlik gibi ucube hikayeleri bir tarafa bırakıp, gerçek demokratik çözümün uygulama zamanı geldi ve geçmektedir.
Gelin daha umutlarımız tükenmemişken, sağcısı ve solcusuyla, islamcısı ve alevisiyle, kemalisti ve liberalıyla, Türk’ü ve Kürt’üyle, azınlıkta bulunan diğer ırkların ve inançların birlikte yaşama kültürünü geliştirip, hayata geçirelim. Aksi durumda bölünmekten kurtulamayız. Bunu bir an evvel gerçekleştiremezsek, yarın çok geç olabilir.
Bu durumda siz yarınki “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı nasıl bir duyguyla kutlarsınız? Bu kutlamanın çocuklar için bir anlamı ve önemi kaldı mı?
Yüzlerce Kürt çocuklarının hapse atıldığı bir ortamdayken, “Bayram benim neyime?” demekten kendimi alamıyorum. Her şeye rağmen, Dünya’da tüm çocukların bir arada kardeşçe kutlayacakları bayramların olmasını diliyorum.
Mustafa Elveren
E-Posta Adresi: mustafaelveren@gmail.com
Web: www.gomanweb.com
Yarın ülkemizde “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” kutlanacaktır. Senaryosu resmi ideoloji tarafından yazılan, 89 yıldır izlemekte olduğumuz filmi 23 Nisan’da tekrar gösterime koyacaklardır. Kaymakam, Vali, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı koltuklarına birer öğrenciyi birkaç dakika oturtup, çocuklara çok değer verdiklerini bize yine yutturacaklardır.
Bir taraftan bu göstermelik resmi törenler yapılırken, diğer taraftan “teröre destek” gerekçesiyle başta kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerleşim birimleri olmak üzere, ülkemizin bir çok kentinde binlerce Kürt çocukları göz altına alınmış, işkence görmüş ve şu anda yüzlercesi de hapislere konulmuştur. Bu çocukların duruşmaları hala devam etmektedir.
Destek amacıyla Diyarbakır’daki çocukların duruşmasına giden Uzman Psikolog Banu Vardar; “Diyarbakir'da 1 gün yaşamak bile, bu çocukları anlamak için yeterince veri veriyor insana.” demektedir. Yine destek amacıyla Mersin ve Adana’daki çocukların duruşmalarına katılan yazar Esra Çiftçi ve çevreci-siyasetçi Bilge Contepe ise; “Ailelerin sessiz ve endişeli bekleyişleri ile karşılaştık. Çocukların adliyenin izbe bir yerinde demir parmaklıklar arkasında hücrelerde tutulduklarını öğrendik. Çocukları göremedik” şeklinde kaygılarını dile getirmişlerdir.
Türkiye’de Kürt sorunu demokratik yöntemlerle çözülmediği sürece, bu çocukların dramı ve olayların daha da artarak devam edeceği anlaşılmaktadır. Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları yerleşim birimlerinde cocuk olmak kadar baba olmak da zordur. Çünkü, Kürt sorunu devam ettiği sürece, sorunun çözümüne dikkat çekmek için gösterilerin ve “polise taş atma” gibi eylemlerin yapılması kaçınılmazdır. Bu eylemlerde çocukların ve kadınların ön saflarda olması da yadırganacak bir durum değildir. Geçmişten günümüze kadar başta Filistin olmak üzere, Dünya’nın bir çok ülkesinde de böyle olmuştur.
Yanlış uygulamalardan dolayı bu çocukları yarın her birini “terörist” olmaya aday durumuna getirildiğinin farkında mıyız? Bu korkunç yanlışlardan bir an önce dönülmesi şarttır. Aksi halde, bu güne kadar çektiğimiz acılara yenileri eklenerek yaşamaya devam edeceğiz. Bunu bize yaşatmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Artık resmi ideoloji iflas etmiştir. O nedenle, Türkiye “TEK”lik psikolojisinden bir an önce kurtulmalıdır. Tüm kimliklerin eşit olması hukuksal bir gerekliliktir. Alt-üst kimlik gibi ucube hikayeleri bir tarafa bırakıp, gerçek demokratik çözümün uygulama zamanı geldi ve geçmektedir.
Gelin daha umutlarımız tükenmemişken, sağcısı ve solcusuyla, islamcısı ve alevisiyle, kemalisti ve liberalıyla, Türk’ü ve Kürt’üyle, azınlıkta bulunan diğer ırkların ve inançların birlikte yaşama kültürünü geliştirip, hayata geçirelim. Aksi durumda bölünmekten kurtulamayız. Bunu bir an evvel gerçekleştiremezsek, yarın çok geç olabilir.
Bu durumda siz yarınki “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı nasıl bir duyguyla kutlarsınız? Bu kutlamanın çocuklar için bir anlamı ve önemi kaldı mı?
Yüzlerce Kürt çocuklarının hapse atıldığı bir ortamdayken, “Bayram benim neyime?” demekten kendimi alamıyorum. Her şeye rağmen, Dünya’da tüm çocukların bir arada kardeşçe kutlayacakları bayramların olmasını diliyorum.
Mustafa Elveren
E-Posta Adresi: mustafaelveren@gmail.com
Web: www.gomanweb.com
20 Nisan 2009 Pazartesi
DÜŞÜNCEYE TEHDİT KORKAKLARIN İŞİDİR
Mihrac Ural
19 Nisan 2009
Değerli Mustafa hoca,
Size ve bana yönelen saldırıları yapanlar kim ve ne olurlarsa olsunlar benim açımdan haksız ve korkaktırlar. Düşünceyi eleştirmesini bilmeyen, şiddeti, zorbalığı sahte adres ve isimler arkasında gizlenerek yapanlar muhatap alınmaz birer zavallıdırlar. Bu türler bu ülkenin demokratik umutlarına, birliğine, farklılığın zenginliğine ve eşitlik içinde yaşamına inanmayanlardır. İster sağdan, ister sol milliyetçilerden gelsin, hepsi aynı mayanın ürünüdürler.
Bu ülkede farklı olmak zor zanaattır. Ama bu ülkenin tarihle uyumlu demokratik ihtiyaçlarına ilişkin yürüyüşünün tek garantisi, farklılığımız olduğunu artık dosta da düşmana da bilmektedir. Son yerel seçimlerin (29 Mart 2009) gösterdiği gerçek, demokrasinin gerçekçi manivelaları bu farklılığın zenginliğinden beslenmektedir. Bu kesitte Kürt halkının özgürlük mücadelesi olmasaydı, %1 bile olmayan solun, demokrasi umutlarımızı koruması mümkün bile değildi. Bunun için Fırat’ın ötesini berisine, Torsların güneyini kuzeyine bağlamanın yolu daha çok farklılıklarımızın demokrasi mücadelesinde etkin olmasına bağlıdır dedik durduk. Anadolu gerçeği budur, orijinal olmak bu toprakların ürünü siyasal yönelimleri ortaya koymak bu nedenle gereklidir. Bunu algılamayanların, korkakça saldırıları gerçeği hiç değiştirmeyecektir.
Siz de biz de düşünce üretme çabasındayız. Ortaya koyduğumuz ürünlerle varız. Yazılarımız düşüncelerimizin ifadesidir. Düşüncelerimizi düşünceyle eleştirmeden bize yönelecek tehditler, düşüncelerimizi asla değiştirmeyecektir. Her ürünün bir ölçüsü vardır. Düşüncenin ölçüsü alternatif düşüncedir. Düşünceyi şiddet, tehdit, saldırı gibi çağdaş olmayan yollarla susturmaya çalışmak aczin ifadesidir. Biz aciz değiliz düşüncelerimizle eleştirilerimizi ortaya koyuyoruz. Düşüncelerimize tahditlerle saldıranlar ise çaresiz olanlardır. Zaman bunlarla aramızdaki hesaplaşmanın kefilidir.
Bizler, ortak ülkemizi tüm renkleriyle, tüm yönelimleriyle, demokrasi ortamında barış ve güvenlik içinde yaşama hakkını savunuyoruz. Bu duruşumuza şiddetle cevap vermenin akıllara ziyan halleri muhatabımız değildir. Özellikle sahte isim ve adreslerle yapılan korkak saldırılara bir cevabımız bile olmayacaktır. Bu türlerle davamız divana kalır, zamana kalır. Biz orta yerdeyiz, açık adreslere sahibiz. Onlar ise kimlikleri belli değil, adresleri sahtedir. Bilinen insanlar değildir karanlıklardan sallamalar yaparak sonuç elde etme çabasında olanlardır. Bunlarla davamız divana kalır, zamana kalır. Bu da bizim kabulümüzdür.
Değerli hoca,
Siz sitenizle yüz yılların gerçeğini, halkların en önemli taleplerini hiç bir yanlışa sapmadan ve kişisel bir beklentiniz olmadan dile getiriyorsunuz. Siteniz mütevazı imkanlarıyla ortak ülkemizin ufuklarına katkı sağlıyor. Önermeleriniz hep birlikten ve ortak çıkarlardan yanadır. 1 mayıs kutlamalarına yönelirken yaptığınız çağrı, bırakın sol ya da devrimci olup olmamasına insani bir barış ve birlik çağrısıdır. Bu özeliklerinizle düşünce öretiyorsunuz. Aklın doğruya yürüyüşte bin bir yolu olduğuna inanırım. Hatta doğruların bile bin bir olduğuna inanırım. Siz bu yollardın birini temsil ediyorsunuz. İşiniz akılla bilgi ve düşünceyle örülü. Tek silahınız budur. Buna rağmen bu korkakların yüreğini korku salıyorsunuz. Bu bile kimin doğru yolda olduğunu gösteren çok önemli bir mesajdır. Bu mesaja benim mütevazı katkım, denizde bir kum tanesidir. Sitenizde, bu kum tanelerini birleştirerek oluşturduğunuz dağlar bu korkakların yürüklerine oturmuştur. Doğru yolda olmanın kanıtı, daha başka nasıl gösterilir bilemem.
Kendi adıma yürüdüğünüz bu haklı yolda sonuna kadar yanınızdayım. Yazılarım bu minvalde sonun kadar yazılacaktır. Ben ve benim gibi düşünenler, sizi çok yakında sevgiyle izliyor. Hep yanınızda, sitenizi okuyarak ve beğenilerini dile getirerek yer almaktadırlar. Biz sevgiyi esas alan bir kültürden geliyoruz; Tehdit değil, sevgiyi esas olan bir kültür. Artık bu karanlık tiplerin kof tehditlerini kale almayacağımızı burada tekrar etmek bile istemem.
Biz sevginin ardından gidenleriz, korkuları olan hastalara verecek tek ilacımız sevgidir. Sevgi akıldadır.
Azizim,
Bu yol, hak yoludur. Tüm zorluklarına rağmen yürünecektir.
Size sevgimi, saygımı ve sonuna kadar desteğimi tüm arkadaşlarım adına sunuyorum.
Baki selamlarımla
Mihrac Ural.
19 Nisan 2009 (sa:17:15)
19 Nisan 2009
Değerli Mustafa hoca,
Size ve bana yönelen saldırıları yapanlar kim ve ne olurlarsa olsunlar benim açımdan haksız ve korkaktırlar. Düşünceyi eleştirmesini bilmeyen, şiddeti, zorbalığı sahte adres ve isimler arkasında gizlenerek yapanlar muhatap alınmaz birer zavallıdırlar. Bu türler bu ülkenin demokratik umutlarına, birliğine, farklılığın zenginliğine ve eşitlik içinde yaşamına inanmayanlardır. İster sağdan, ister sol milliyetçilerden gelsin, hepsi aynı mayanın ürünüdürler.
Bu ülkede farklı olmak zor zanaattır. Ama bu ülkenin tarihle uyumlu demokratik ihtiyaçlarına ilişkin yürüyüşünün tek garantisi, farklılığımız olduğunu artık dosta da düşmana da bilmektedir. Son yerel seçimlerin (29 Mart 2009) gösterdiği gerçek, demokrasinin gerçekçi manivelaları bu farklılığın zenginliğinden beslenmektedir. Bu kesitte Kürt halkının özgürlük mücadelesi olmasaydı, %1 bile olmayan solun, demokrasi umutlarımızı koruması mümkün bile değildi. Bunun için Fırat’ın ötesini berisine, Torsların güneyini kuzeyine bağlamanın yolu daha çok farklılıklarımızın demokrasi mücadelesinde etkin olmasına bağlıdır dedik durduk. Anadolu gerçeği budur, orijinal olmak bu toprakların ürünü siyasal yönelimleri ortaya koymak bu nedenle gereklidir. Bunu algılamayanların, korkakça saldırıları gerçeği hiç değiştirmeyecektir.
Siz de biz de düşünce üretme çabasındayız. Ortaya koyduğumuz ürünlerle varız. Yazılarımız düşüncelerimizin ifadesidir. Düşüncelerimizi düşünceyle eleştirmeden bize yönelecek tehditler, düşüncelerimizi asla değiştirmeyecektir. Her ürünün bir ölçüsü vardır. Düşüncenin ölçüsü alternatif düşüncedir. Düşünceyi şiddet, tehdit, saldırı gibi çağdaş olmayan yollarla susturmaya çalışmak aczin ifadesidir. Biz aciz değiliz düşüncelerimizle eleştirilerimizi ortaya koyuyoruz. Düşüncelerimize tahditlerle saldıranlar ise çaresiz olanlardır. Zaman bunlarla aramızdaki hesaplaşmanın kefilidir.
Bizler, ortak ülkemizi tüm renkleriyle, tüm yönelimleriyle, demokrasi ortamında barış ve güvenlik içinde yaşama hakkını savunuyoruz. Bu duruşumuza şiddetle cevap vermenin akıllara ziyan halleri muhatabımız değildir. Özellikle sahte isim ve adreslerle yapılan korkak saldırılara bir cevabımız bile olmayacaktır. Bu türlerle davamız divana kalır, zamana kalır. Biz orta yerdeyiz, açık adreslere sahibiz. Onlar ise kimlikleri belli değil, adresleri sahtedir. Bilinen insanlar değildir karanlıklardan sallamalar yaparak sonuç elde etme çabasında olanlardır. Bunlarla davamız divana kalır, zamana kalır. Bu da bizim kabulümüzdür.
Değerli hoca,
Siz sitenizle yüz yılların gerçeğini, halkların en önemli taleplerini hiç bir yanlışa sapmadan ve kişisel bir beklentiniz olmadan dile getiriyorsunuz. Siteniz mütevazı imkanlarıyla ortak ülkemizin ufuklarına katkı sağlıyor. Önermeleriniz hep birlikten ve ortak çıkarlardan yanadır. 1 mayıs kutlamalarına yönelirken yaptığınız çağrı, bırakın sol ya da devrimci olup olmamasına insani bir barış ve birlik çağrısıdır. Bu özeliklerinizle düşünce öretiyorsunuz. Aklın doğruya yürüyüşte bin bir yolu olduğuna inanırım. Hatta doğruların bile bin bir olduğuna inanırım. Siz bu yollardın birini temsil ediyorsunuz. İşiniz akılla bilgi ve düşünceyle örülü. Tek silahınız budur. Buna rağmen bu korkakların yüreğini korku salıyorsunuz. Bu bile kimin doğru yolda olduğunu gösteren çok önemli bir mesajdır. Bu mesaja benim mütevazı katkım, denizde bir kum tanesidir. Sitenizde, bu kum tanelerini birleştirerek oluşturduğunuz dağlar bu korkakların yürüklerine oturmuştur. Doğru yolda olmanın kanıtı, daha başka nasıl gösterilir bilemem.
Kendi adıma yürüdüğünüz bu haklı yolda sonuna kadar yanınızdayım. Yazılarım bu minvalde sonun kadar yazılacaktır. Ben ve benim gibi düşünenler, sizi çok yakında sevgiyle izliyor. Hep yanınızda, sitenizi okuyarak ve beğenilerini dile getirerek yer almaktadırlar. Biz sevgiyi esas alan bir kültürden geliyoruz; Tehdit değil, sevgiyi esas olan bir kültür. Artık bu karanlık tiplerin kof tehditlerini kale almayacağımızı burada tekrar etmek bile istemem.
Biz sevginin ardından gidenleriz, korkuları olan hastalara verecek tek ilacımız sevgidir. Sevgi akıldadır.
Azizim,
Bu yol, hak yoludur. Tüm zorluklarına rağmen yürünecektir.
Size sevgimi, saygımı ve sonuna kadar desteğimi tüm arkadaşlarım adına sunuyorum.
Baki selamlarımla
Mihrac Ural.
19 Nisan 2009 (sa:17:15)
19 Nisan 2009 Pazar
BEHÇET DİNLERER anmasının düşündürdükleri
Ali Rıza Aydın
Benim usul boylu selvi çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yönüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarıyın arası
Behcetin Anma haberini okuyunca düşündüklerim
Ankara'da Behcet'le ilgili bir anma yapılacağından haberim yoktu. ÖDP İletişimden, cumartesi günü okudum, yani yapıldığını öğrendim.
Behcet'le ilgili anlatılanları, zaman zaman dinlerim, dinlemişimdir. Behcet’i bilen ya da onunla hiçbir ortamda bulunmayan, bu anlamda onu bilmeyenler onu anlatırken, Samsundan doğan güneşi anlatmanın alışkanlığı içerisinde bir anlatımları olduğunu dinler, acaba onu da böyle mi anlatmalı diye kendi kendime düşünüp dururum. Mehmet Ali Yılmaz’ın anlattıklarını okuyunca kısaca yaşadığımız süreç hakkında bildiklerimi yazmak istedim. Mehmet Ali sağ olmasa, bunları da o böyle anlatmasaydı, bunları yazma ihtiyacı hissetsem de yazmazdım; iyi ki sağ.
Behcet’i anma toplantısında, Mehmet Ali YILMAZ şöyle demiş: "Çukurova bölgesinde genel olarak sol ve hareketimiz zayıftı. Behçet'ı oraya gönderdik. Çok kısa zamanda hareketimiz bölgede etkinleşti ve kökleşti…." Bunu, bu süreci hiç bilmeyen, başka bir arkadaş söylese, hiç bişey demezdim, ama Mehmet Ali Yılmaz söyleyince acaba resmi bir tarih mi yaratılıyor diye kendi kendime düşündüm. Hâlbuki Adana’daki Devrimci çalışmamızda, gelinen aşamada, bir arkadaşın gelmesini, Mehmet Ali YILMAZDAZ'dan ben istedim. Ben sözcüğünü aslında sevmem, bizim kültürde, bizim ailede yetişen birinin böyle, ben, ben, ben demesi zordur ama böyle demek zorundayım, annem kusuruma bakmasın.
Kısaca süreç şöyle oldu.
Biz, Adana'da genel olarak gençlik içinde, özel olarak da liselerde, faşistlere karşı mücadelede yoğrulmuş, pişmiş bir guruptuk; genelde liselerdeki çalışmalarımıza bağlı olarak mahalle çalışmalarımız vardı bunların yanında, Mühendislik okulundaki faşist işkâlı kırmak içinde bir çalışma yürütüyorduk, bütün bunlara bağlıda basit bir örgütlenmemiz vardı. Lenin’in “Bir yoldaşa mektup” yazısını okuyup, kendimizce yorumlayarak, ona uygun adımlar atıyorduk.
Bizler bu mücadele içerisinde önce TSİP’e yöneldik, ilk bilincimizi oradan aldık, Mehmet Fatih'ın Adana’ya gelmesinden sonra, “Adana Yüksek Öğrenin Kültür Derneğine” kayıp oradaki mücadeleden süzülerek gelen bir guruptuk. TSİP ilk dönemler Doktorcuydu (Dr. Hikmet Kıvılcımlı çizgisindeydi) ilk bilincimizi Doktorun küçük broşürlerini okuyarak edinmiştik; bu altyapımız daha sonra çok popüler olan Sosyal Emperyalizm teorisini kabullenmemizi önledi. Liselerdeki devrimci kitleye biz hâkimdik. Önceleri “Yoldaş’cı”, sonraları “Halkın Kurtuluşçuları” dediğimiz guruptan daha güçlü idik. Lise- Der kurma çalışmalarında kendi aramızda yaptığımız mücadelede seçimi biz kazanmıştık, hatta HK lileri salondan dışarı atmıştık.
Ancak, Mehmet Fatih ve Eşi (Buket) ile yaptığımız fikir tartışmalarında yetersizliğimizi görüyorduk. Bu yüzden hızlı bir teorik eğitimden geçmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Kendi kendimize bir eğitim çalışması uygulayıp, bazı temel kitapları okuyorduk ama bir rehberin öncülüğünde bunu çabuklaştırmayı düşünüyorduk. Bu maksatla, Parti –Cepheden kopan gurupları kendi ölçülerimizce inceledikten sonra, “Devrimci Gençlik Dergisi” çevresinde oluşan guruptan arkadaşlarla ilişki kurmaya karar verdik. Ankara'ya giden, “Ankaralı Ali” dediğimiz ( Şimdi zengin bir mütahit olan bu arkadaşımız sağdır) bir arkadaşımıza, Devrimci Gençlik dergisini bize getirmesini söyledik; oda Ankara'dan gelirken bize dergiyi getirdi1. Bize gelen Devrimci Gençlik Dergisinin orta sayfasında “Faşizim Ve Oligarşi” diye bir yazı vardı; derginin sanırım 5. ya da 6. sayısıydı. Dergi bundan sonra bize düzenli olarak geldi, bir dönem başka bir arkadaşımızın adına geldi, daha sonra bu arkadaşımız Ali Çakmaklı ile beraber “Acilciler” safına geçince, Adana’ya geldikçe bize uğrayan İbrahim Çenet’e derginin benim adıma gönderilmesini söyledim; oda Ankara'daki (...) arkadaşlara söylemiş dergi artık benim adıma gelmeye başladı. Benim adıma gelen ilk dergi, "KİESKİ Mantığı Üzerine" diye çıkan Kurtuluş Sosyalist Dergiyi (K.S.D’yi) eleştiren bir broşürdü.
Bu arada şunu özellikle vurgulamalıyım. AYÖKD’de (Adana Yüksek Öğrenim Kültür Derneği), Halkın Kurtuluşçuların düzenlediği, Atila KESKİN’in anlatıcı olarak katılacağı “Sosyal Emperyalizm” konusunun tartılaşacağı toplantıya bizde Ankara’dan Bület TANIK'ı getirmiştik. Bülent, Ali ÇAKMAKLI’nın akrabasıydı. O süreçte, Bülent’in katıldığı, bir tartışmada da kavga çıkmıştı; bu sol içi ilk kavgamızdı.
Bizim guruptaki arkadaşlar olarak biz, yöredeki, her devrimci faaliyetin içinde oluyorduk, örneğin: Ali Fuat ÇİLER, Hatay’da yayınlanan “Tek Yol Devrim” dergisini matbuada bastırmak için Adana’ya geliyordu, işlerini beraber yapıyorduk, Mehmet Fatih ÖKTÜLMÜŞ şöyle bir iş var gelin diyordu koşup gidiyorduk. Örneğin, Memet Fatih gil basıp dağıtacağı bildirilerin dağıtımında yardım istiyordu, bu devrimci yardıma koşup bildirileri bizde dağıtıyorduk. Vs. vs. vs
Bir gün, nasip olursa bu süreci çok uzun olarak yazacağım, bu yüzden kısa geçeyim.
Sonunda gurubumuzun teorik olarak yetişmesine katkıda bulunması için Ankara'daki DEV- GENÇ ( bunda kastım- Devrimci Gençlik Dergi çevresini oluşturan guruptur) çevresinden bir arkadaş istemeye karar verdik. Örneğin bu konuda benim öksüz Memet dediğim Sarız’lı Memet arkadaşımız dışardan birinin çağrılmasına ( dışarıdan birinin gelmesine) karşı idi. ( Şimdi Antalya’da öğretmenlik yapan bu arkadaşımı böyle anmak istiyorum ne olur ne olmaz) Bu arkadaşımız da, Behcet hakkında yapılan bir anmada konuşması gerekir, bunu hak etmiş bir arkadaşımızdır. Birazda benim diretmelerim sonucu, bir arkadaşın çağrılmasına karar verdirmiştik.
Uzatmayım.
Ankara'daki bir mitingi vesile ederek, Ankara'ya gitmiştik. Yanımda, İsmail de (şimdi kendi mecrasında ot gibi yaşıyor) vardı. Dönerken, On gün, onların köyde- Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde- kalmıştık. Tandoğan’da başlayıp kurtuluşta biten mitingde, Tandoğan'da kavga çıkmıştı, şubat ayıydı, liseler tatildi.
Mitingden sonra Mehmet Ali YILMAZ'la, Konur Sokaktaki, TMMOB lokalinde (Şimdiki Dost Kitap Evinin yeri o zamanlar TMMOB lokali idi) buluştuk. Ona Adana'yı, bizim durumumuzu anlatıp, bir yetkin arkadaş istedim; bizim teorik gelişmemize yardımcı olması için yetkin bir arkadaş göndermesini istedim, oda olur dedi. O konuşmamızda Mehmet Ali, bana demiş diki "Devrimci Gençlik taraftarı olduğunuzu Adana'ya varınca söylemeyin". “Niye” dedim, “Halkın Kurtuluşçuları kurumlarda çalışmalarınızı engellerler” dedi; Mehmet Ali, Adana'daki durumumuzu bilmiyordu, ona dedim ki “sen, beni ya anlamadın ya da bana inanamadın, biz onlardan güçlüyüz, Lise- Der seçimlerinde sorun çıkardılar yaka paça dışarı attık; onların bize güçleri yetmez” dedim. Bu konuşmadan sonra ben Adana'ya döndüm; gelirken Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde biraz kaldık. İki camisi olan bu köyde, Alevi bir ailenin çocuğu olduğumu söylememiştim; hayatımda bunu sakladığım tek yer bu köydür, buda korkudan değil misafir olduğumuz aileyi üzmemek içindi. Çok iyi insanlardı. Alevi olduğumu bilseler üzüleceklerdi. İsmaile bir Kızılbaş kızı alacağız dediğimde çok üzülüp oğlumuza bir insan evladı al diye tepki göstermişlerdi. İsmail’in dedesi o zamanlar 70 yaşlarında tatlı bir ihtiyardı, “Rızam ben köçek gördüm, abdal gördüm, Çingen gördüm ama hiç Kızılbaş görmedim. Kızılbaş komşularınız varmış sahiden iyi insanlar mı, gelsem bana da gösterir misin” demişti. Halbu ki köylerinin düğününü çalmaya, sünnetlerini yapamaya Kırşehir’den abdallar gelirmiş, bu abdallar Kızılbaştı ama amca onu bilmiyordu. Bizde söylemedik. Şimdi bunları anlatmaya kalkışırsam asıl konu rayından çıkar. Mehmet Ali'ye burada yazılmasına gerek olmayan daha başka bilgilerde verdim tabi. Ankara’da kaldığım süre içinde ODTÜ gidip geldim, ÖTK’ya uğradım, oraları gezdim vs. vs. vs
Adana’ya tekrar mücadelemizin içine döndük. Bu arada Mehmet Ali’nin istediği bazı işleri yaptık; Örneğin, bir iki kez ODTÜ’de okuyan Adanalı öğrencileri toplayıp, Hasan Tan Protestosu için Çağdaş Sahne’deki toplantılara gönderdik. O zamanlar Hasan TAN ODTÜ ‘ye rektör atanmıştı, ODTÜ Öğrenciler Birliğini (ÖTK) elinde bulunduran Devrimci Gençlerde Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz diye bir kampanya açmıştı; kampanya başarılı olmuştu, sahiden de Hasan Tan O.D.T.Ü’ye gelip rektörlük yapamamıştı.
O zamanlar, bir yandan işlerimizi yapıp bir yandan da Ankara’dan gelecek arkadaşı bekliyorduk.
İstanbul'da öldürülen İskenderunlu bir öğrenci arkadaşın ( Adı Salih Deniz'di sanırım) cenazesi Adana'dan İskenderun'a gidiyordu, bu cenaze töreni için bizde İskenderun’a gittik.
İskenderun’daki cenaze töreninden dönüşte, mezarlık dönüşü, Adana gurubunu gözaltına aldılar. Çünkü mezarlığa giderken polisin tutup aracına aldığı tanımadığımız bir arkadaşı, polis aracından zorla çıkarıp, polisin elinden almıştık. İçimizde bir kız arkadaşımız vardı (Hülya –bu arkadaşımızda yaşıyor herkes tanır), onun bırakılmasını emniyetten (polis amirinden) rica ettim, kabul ettiler. Onun Adana’ya yalnız gidemeyeceği için Kardeşim CEMAL AYDIN'ın da bırakılmasını istedim, karakol, onu da kabul etti. Hülya ile Cemal serbest bırakılınca Adana'ya geldiler. (CEMAL Adana Dev- Yol gurubunda, rahleyi tedrisatımızdan geçmiş, örgütlü çevremizden, gittiği görevi sırasında ölen ilk arkadaşımızdır. Tarik 19 Şubat 1978). Bir gün sonra İskenderun’da adliyeye getirildik, mahkeme bizi serbest bıraktı. Serbest kaldığımızda üç sürprizle karşılaştım: Gazeteler Taner AKÇAM'ın hapisten kaçtığını yazıyordu. Adana'ya geldiğimde de Cemal Ankara'dan beni görmeye iki arkadaş geldiğini, onların Sanayı GEDİK gile gittiklerini –oraya götürdüğünü- söyledi.
Sanayı GEDİK gile vardığımda BAHCET'le orda karşılaştım. (Sanayi o zaman Kimya Mühendisleri Odasının başkanı, ya da yöneticisiydi bu aile o zaman bize çokça yardımlarda bulunup zahmetimize katlanmıştır) Yanında bizim hep “HOŞİMİN” diye bilip öyle andığımız, Tuzluçayır’lı bir arkadaşla, -Ankara’da herkes onu bu adla tanıyormuş,- Malatyalı Çirkin Memet de vardı.
Bu arkadaşlarımızın hepsi sağ, bir lahze hatam varsa, yazarlar. Behcet’in Adana’ya geldiği tarih bu tarihtir; yani Taner AKÇAM’ın hapisten kaçtığı tarihtir. Bunu özellikle vurguluyorum ki, bir gün gelip, Adana Dev-Yol tarihini yazacaklara kolaylık olur belki diye; bu tarihi bir gün birilerinin merak edip yazacağına da inanıyorum
Behcet, Mehmet Ali’nin Yazdığı gibi, bakir bir Adana'ya gelmedi. Onu bizler, devrimci çalışmamızın bir gereksinimini karşılaması için, -biz- çağırdık. Bizzat ben, Mehmet Ali ile konuştum. Teorik olarak yetkinliği olan, bir kişinin gelmesini biz onlardan istedik, onlar bize Behceti saldılar.
Behcet bizde kalırdı. Boyu, posu, yaşı bana yakındı, aynı pantolonları, aynı elbiseleri giyerdik. Bir gün anılarımı Behcete layık bir biçimde yazacağım. Ama şunu söyleyeyim: Behcet, bir başı, bir gövdesi, elleri, ayakları devrimci coşkuları olan genç bir insandı, dışardan bakılınca tıpkı bize –bizler gibi bir insana- benzerdi; Merihlide değildi Hiymende değildi; bizim gibi devrimci bir İnsandı. Bizim gibi bir devrimciydi. Kişileri putlaştırmaya eğilimli bu topraklarda bunu özellikle belirtmek istedim. Koşullar bizi yarattı, biz o verili koşullarda etkili olduk.
Behceti, burada saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyorum. Biz birbirimizi severdik, sayardık; değer verirdik. Siyasal ayrılık yaşadığız süreçte de birbirimizi incitmedik. Maziye saygılıydık. Onun kişisel gelişmesinde, yetkinleşmesinde önemli katkımız olduğunu biliyorum. Diğer ölen arkadaşlarım gibi, oda bazen rüyalarıma girer, hayalları gözümün önünde canlanır, içimden onlarla hesaplaşırım, bu topraklardan kopup gidememişsem asli nedenlerinden biride budur. Toplantıdan haberdar edilsem, ya da çağrılsam gelir daha başka şeylerde anlatırdım; bu konuda biz Adanalıların mavrası boldur. Bunu bilen bilir.
Nazımın şu dizeleriyle bu yazıyı bitirelim:
“…
Büyük kişilerin sırlarına ortağım
Yinede nah şu kadar övünemem
Bütün kusurlar bende ama
Ne yapıp yapmalı erişmeli dostlara
Geride kalmayı kendime yediremem …”
Saygıyla, sevgiyle, özlemle…
A.Rıza AYDIN. Adana. 26. 05. 2008
Benim usul boylu selvi çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yönüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarıyın arası
Behcetin Anma haberini okuyunca düşündüklerim
Ankara'da Behcet'le ilgili bir anma yapılacağından haberim yoktu. ÖDP İletişimden, cumartesi günü okudum, yani yapıldığını öğrendim.
Behcet'le ilgili anlatılanları, zaman zaman dinlerim, dinlemişimdir. Behcet’i bilen ya da onunla hiçbir ortamda bulunmayan, bu anlamda onu bilmeyenler onu anlatırken, Samsundan doğan güneşi anlatmanın alışkanlığı içerisinde bir anlatımları olduğunu dinler, acaba onu da böyle mi anlatmalı diye kendi kendime düşünüp dururum. Mehmet Ali Yılmaz’ın anlattıklarını okuyunca kısaca yaşadığımız süreç hakkında bildiklerimi yazmak istedim. Mehmet Ali sağ olmasa, bunları da o böyle anlatmasaydı, bunları yazma ihtiyacı hissetsem de yazmazdım; iyi ki sağ.
Behcet’i anma toplantısında, Mehmet Ali YILMAZ şöyle demiş: "Çukurova bölgesinde genel olarak sol ve hareketimiz zayıftı. Behçet'ı oraya gönderdik. Çok kısa zamanda hareketimiz bölgede etkinleşti ve kökleşti…." Bunu, bu süreci hiç bilmeyen, başka bir arkadaş söylese, hiç bişey demezdim, ama Mehmet Ali Yılmaz söyleyince acaba resmi bir tarih mi yaratılıyor diye kendi kendime düşündüm. Hâlbuki Adana’daki Devrimci çalışmamızda, gelinen aşamada, bir arkadaşın gelmesini, Mehmet Ali YILMAZDAZ'dan ben istedim. Ben sözcüğünü aslında sevmem, bizim kültürde, bizim ailede yetişen birinin böyle, ben, ben, ben demesi zordur ama böyle demek zorundayım, annem kusuruma bakmasın.
Kısaca süreç şöyle oldu.
Biz, Adana'da genel olarak gençlik içinde, özel olarak da liselerde, faşistlere karşı mücadelede yoğrulmuş, pişmiş bir guruptuk; genelde liselerdeki çalışmalarımıza bağlı olarak mahalle çalışmalarımız vardı bunların yanında, Mühendislik okulundaki faşist işkâlı kırmak içinde bir çalışma yürütüyorduk, bütün bunlara bağlıda basit bir örgütlenmemiz vardı. Lenin’in “Bir yoldaşa mektup” yazısını okuyup, kendimizce yorumlayarak, ona uygun adımlar atıyorduk.
Bizler bu mücadele içerisinde önce TSİP’e yöneldik, ilk bilincimizi oradan aldık, Mehmet Fatih'ın Adana’ya gelmesinden sonra, “Adana Yüksek Öğrenin Kültür Derneğine” kayıp oradaki mücadeleden süzülerek gelen bir guruptuk. TSİP ilk dönemler Doktorcuydu (Dr. Hikmet Kıvılcımlı çizgisindeydi) ilk bilincimizi Doktorun küçük broşürlerini okuyarak edinmiştik; bu altyapımız daha sonra çok popüler olan Sosyal Emperyalizm teorisini kabullenmemizi önledi. Liselerdeki devrimci kitleye biz hâkimdik. Önceleri “Yoldaş’cı”, sonraları “Halkın Kurtuluşçuları” dediğimiz guruptan daha güçlü idik. Lise- Der kurma çalışmalarında kendi aramızda yaptığımız mücadelede seçimi biz kazanmıştık, hatta HK lileri salondan dışarı atmıştık.
Ancak, Mehmet Fatih ve Eşi (Buket) ile yaptığımız fikir tartışmalarında yetersizliğimizi görüyorduk. Bu yüzden hızlı bir teorik eğitimden geçmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Kendi kendimize bir eğitim çalışması uygulayıp, bazı temel kitapları okuyorduk ama bir rehberin öncülüğünde bunu çabuklaştırmayı düşünüyorduk. Bu maksatla, Parti –Cepheden kopan gurupları kendi ölçülerimizce inceledikten sonra, “Devrimci Gençlik Dergisi” çevresinde oluşan guruptan arkadaşlarla ilişki kurmaya karar verdik. Ankara'ya giden, “Ankaralı Ali” dediğimiz ( Şimdi zengin bir mütahit olan bu arkadaşımız sağdır) bir arkadaşımıza, Devrimci Gençlik dergisini bize getirmesini söyledik; oda Ankara'dan gelirken bize dergiyi getirdi1. Bize gelen Devrimci Gençlik Dergisinin orta sayfasında “Faşizim Ve Oligarşi” diye bir yazı vardı; derginin sanırım 5. ya da 6. sayısıydı. Dergi bundan sonra bize düzenli olarak geldi, bir dönem başka bir arkadaşımızın adına geldi, daha sonra bu arkadaşımız Ali Çakmaklı ile beraber “Acilciler” safına geçince, Adana’ya geldikçe bize uğrayan İbrahim Çenet’e derginin benim adıma gönderilmesini söyledim; oda Ankara'daki (...) arkadaşlara söylemiş dergi artık benim adıma gelmeye başladı. Benim adıma gelen ilk dergi, "KİESKİ Mantığı Üzerine" diye çıkan Kurtuluş Sosyalist Dergiyi (K.S.D’yi) eleştiren bir broşürdü.
Bu arada şunu özellikle vurgulamalıyım. AYÖKD’de (Adana Yüksek Öğrenim Kültür Derneği), Halkın Kurtuluşçuların düzenlediği, Atila KESKİN’in anlatıcı olarak katılacağı “Sosyal Emperyalizm” konusunun tartılaşacağı toplantıya bizde Ankara’dan Bület TANIK'ı getirmiştik. Bülent, Ali ÇAKMAKLI’nın akrabasıydı. O süreçte, Bülent’in katıldığı, bir tartışmada da kavga çıkmıştı; bu sol içi ilk kavgamızdı.
Bizim guruptaki arkadaşlar olarak biz, yöredeki, her devrimci faaliyetin içinde oluyorduk, örneğin: Ali Fuat ÇİLER, Hatay’da yayınlanan “Tek Yol Devrim” dergisini matbuada bastırmak için Adana’ya geliyordu, işlerini beraber yapıyorduk, Mehmet Fatih ÖKTÜLMÜŞ şöyle bir iş var gelin diyordu koşup gidiyorduk. Örneğin, Memet Fatih gil basıp dağıtacağı bildirilerin dağıtımında yardım istiyordu, bu devrimci yardıma koşup bildirileri bizde dağıtıyorduk. Vs. vs. vs
Bir gün, nasip olursa bu süreci çok uzun olarak yazacağım, bu yüzden kısa geçeyim.
Sonunda gurubumuzun teorik olarak yetişmesine katkıda bulunması için Ankara'daki DEV- GENÇ ( bunda kastım- Devrimci Gençlik Dergi çevresini oluşturan guruptur) çevresinden bir arkadaş istemeye karar verdik. Örneğin bu konuda benim öksüz Memet dediğim Sarız’lı Memet arkadaşımız dışardan birinin çağrılmasına ( dışarıdan birinin gelmesine) karşı idi. ( Şimdi Antalya’da öğretmenlik yapan bu arkadaşımı böyle anmak istiyorum ne olur ne olmaz) Bu arkadaşımız da, Behcet hakkında yapılan bir anmada konuşması gerekir, bunu hak etmiş bir arkadaşımızdır. Birazda benim diretmelerim sonucu, bir arkadaşın çağrılmasına karar verdirmiştik.
Uzatmayım.
Ankara'daki bir mitingi vesile ederek, Ankara'ya gitmiştik. Yanımda, İsmail de (şimdi kendi mecrasında ot gibi yaşıyor) vardı. Dönerken, On gün, onların köyde- Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde- kalmıştık. Tandoğan’da başlayıp kurtuluşta biten mitingde, Tandoğan'da kavga çıkmıştı, şubat ayıydı, liseler tatildi.
Mitingden sonra Mehmet Ali YILMAZ'la, Konur Sokaktaki, TMMOB lokalinde (Şimdiki Dost Kitap Evinin yeri o zamanlar TMMOB lokali idi) buluştuk. Ona Adana'yı, bizim durumumuzu anlatıp, bir yetkin arkadaş istedim; bizim teorik gelişmemize yardımcı olması için yetkin bir arkadaş göndermesini istedim, oda olur dedi. O konuşmamızda Mehmet Ali, bana demiş diki "Devrimci Gençlik taraftarı olduğunuzu Adana'ya varınca söylemeyin". “Niye” dedim, “Halkın Kurtuluşçuları kurumlarda çalışmalarınızı engellerler” dedi; Mehmet Ali, Adana'daki durumumuzu bilmiyordu, ona dedim ki “sen, beni ya anlamadın ya da bana inanamadın, biz onlardan güçlüyüz, Lise- Der seçimlerinde sorun çıkardılar yaka paça dışarı attık; onların bize güçleri yetmez” dedim. Bu konuşmadan sonra ben Adana'ya döndüm; gelirken Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde biraz kaldık. İki camisi olan bu köyde, Alevi bir ailenin çocuğu olduğumu söylememiştim; hayatımda bunu sakladığım tek yer bu köydür, buda korkudan değil misafir olduğumuz aileyi üzmemek içindi. Çok iyi insanlardı. Alevi olduğumu bilseler üzüleceklerdi. İsmaile bir Kızılbaş kızı alacağız dediğimde çok üzülüp oğlumuza bir insan evladı al diye tepki göstermişlerdi. İsmail’in dedesi o zamanlar 70 yaşlarında tatlı bir ihtiyardı, “Rızam ben köçek gördüm, abdal gördüm, Çingen gördüm ama hiç Kızılbaş görmedim. Kızılbaş komşularınız varmış sahiden iyi insanlar mı, gelsem bana da gösterir misin” demişti. Halbu ki köylerinin düğününü çalmaya, sünnetlerini yapamaya Kırşehir’den abdallar gelirmiş, bu abdallar Kızılbaştı ama amca onu bilmiyordu. Bizde söylemedik. Şimdi bunları anlatmaya kalkışırsam asıl konu rayından çıkar. Mehmet Ali'ye burada yazılmasına gerek olmayan daha başka bilgilerde verdim tabi. Ankara’da kaldığım süre içinde ODTÜ gidip geldim, ÖTK’ya uğradım, oraları gezdim vs. vs. vs
Adana’ya tekrar mücadelemizin içine döndük. Bu arada Mehmet Ali’nin istediği bazı işleri yaptık; Örneğin, bir iki kez ODTÜ’de okuyan Adanalı öğrencileri toplayıp, Hasan Tan Protestosu için Çağdaş Sahne’deki toplantılara gönderdik. O zamanlar Hasan TAN ODTÜ ‘ye rektör atanmıştı, ODTÜ Öğrenciler Birliğini (ÖTK) elinde bulunduran Devrimci Gençlerde Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz diye bir kampanya açmıştı; kampanya başarılı olmuştu, sahiden de Hasan Tan O.D.T.Ü’ye gelip rektörlük yapamamıştı.
O zamanlar, bir yandan işlerimizi yapıp bir yandan da Ankara’dan gelecek arkadaşı bekliyorduk.
İstanbul'da öldürülen İskenderunlu bir öğrenci arkadaşın ( Adı Salih Deniz'di sanırım) cenazesi Adana'dan İskenderun'a gidiyordu, bu cenaze töreni için bizde İskenderun’a gittik.
İskenderun’daki cenaze töreninden dönüşte, mezarlık dönüşü, Adana gurubunu gözaltına aldılar. Çünkü mezarlığa giderken polisin tutup aracına aldığı tanımadığımız bir arkadaşı, polis aracından zorla çıkarıp, polisin elinden almıştık. İçimizde bir kız arkadaşımız vardı (Hülya –bu arkadaşımızda yaşıyor herkes tanır), onun bırakılmasını emniyetten (polis amirinden) rica ettim, kabul ettiler. Onun Adana’ya yalnız gidemeyeceği için Kardeşim CEMAL AYDIN'ın da bırakılmasını istedim, karakol, onu da kabul etti. Hülya ile Cemal serbest bırakılınca Adana'ya geldiler. (CEMAL Adana Dev- Yol gurubunda, rahleyi tedrisatımızdan geçmiş, örgütlü çevremizden, gittiği görevi sırasında ölen ilk arkadaşımızdır. Tarik 19 Şubat 1978). Bir gün sonra İskenderun’da adliyeye getirildik, mahkeme bizi serbest bıraktı. Serbest kaldığımızda üç sürprizle karşılaştım: Gazeteler Taner AKÇAM'ın hapisten kaçtığını yazıyordu. Adana'ya geldiğimde de Cemal Ankara'dan beni görmeye iki arkadaş geldiğini, onların Sanayı GEDİK gile gittiklerini –oraya götürdüğünü- söyledi.
Sanayı GEDİK gile vardığımda BAHCET'le orda karşılaştım. (Sanayi o zaman Kimya Mühendisleri Odasının başkanı, ya da yöneticisiydi bu aile o zaman bize çokça yardımlarda bulunup zahmetimize katlanmıştır) Yanında bizim hep “HOŞİMİN” diye bilip öyle andığımız, Tuzluçayır’lı bir arkadaşla, -Ankara’da herkes onu bu adla tanıyormuş,- Malatyalı Çirkin Memet de vardı.
Bu arkadaşlarımızın hepsi sağ, bir lahze hatam varsa, yazarlar. Behcet’in Adana’ya geldiği tarih bu tarihtir; yani Taner AKÇAM’ın hapisten kaçtığı tarihtir. Bunu özellikle vurguluyorum ki, bir gün gelip, Adana Dev-Yol tarihini yazacaklara kolaylık olur belki diye; bu tarihi bir gün birilerinin merak edip yazacağına da inanıyorum
Behcet, Mehmet Ali’nin Yazdığı gibi, bakir bir Adana'ya gelmedi. Onu bizler, devrimci çalışmamızın bir gereksinimini karşılaması için, -biz- çağırdık. Bizzat ben, Mehmet Ali ile konuştum. Teorik olarak yetkinliği olan, bir kişinin gelmesini biz onlardan istedik, onlar bize Behceti saldılar.
Behcet bizde kalırdı. Boyu, posu, yaşı bana yakındı, aynı pantolonları, aynı elbiseleri giyerdik. Bir gün anılarımı Behcete layık bir biçimde yazacağım. Ama şunu söyleyeyim: Behcet, bir başı, bir gövdesi, elleri, ayakları devrimci coşkuları olan genç bir insandı, dışardan bakılınca tıpkı bize –bizler gibi bir insana- benzerdi; Merihlide değildi Hiymende değildi; bizim gibi devrimci bir İnsandı. Bizim gibi bir devrimciydi. Kişileri putlaştırmaya eğilimli bu topraklarda bunu özellikle belirtmek istedim. Koşullar bizi yarattı, biz o verili koşullarda etkili olduk.
Behceti, burada saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyorum. Biz birbirimizi severdik, sayardık; değer verirdik. Siyasal ayrılık yaşadığız süreçte de birbirimizi incitmedik. Maziye saygılıydık. Onun kişisel gelişmesinde, yetkinleşmesinde önemli katkımız olduğunu biliyorum. Diğer ölen arkadaşlarım gibi, oda bazen rüyalarıma girer, hayalları gözümün önünde canlanır, içimden onlarla hesaplaşırım, bu topraklardan kopup gidememişsem asli nedenlerinden biride budur. Toplantıdan haberdar edilsem, ya da çağrılsam gelir daha başka şeylerde anlatırdım; bu konuda biz Adanalıların mavrası boldur. Bunu bilen bilir.
Nazımın şu dizeleriyle bu yazıyı bitirelim:
“…
Büyük kişilerin sırlarına ortağım
Yinede nah şu kadar övünemem
Bütün kusurlar bende ama
Ne yapıp yapmalı erişmeli dostlara
Geride kalmayı kendime yediremem …”
Saygıyla, sevgiyle, özlemle…
A.Rıza AYDIN. Adana. 26. 05. 2008
BEHÇET DİNLERER anmasının düşündürdükleri
Ali Rıza Aydın
Benim usul boylu selvi çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yönüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarıyın arası
Behcetin Anma haberini okuyunca düşündüklerim
Ankara'da Behcet'le ilgili bir anma yapılacağından haberim yoktu. ÖDP İletişimden, cumartesi günü okudum, yani yapıldığını öğrendim.
Behcet'le ilgili anlatılanları, zaman zaman dinlerim, dinlemişimdir. Behcet’i bilen ya da onunla hiçbir ortamda bulunmayan, bu anlamda onu bilmeyenler onu anlatırken, Samsundan doğan güneşi anlatmanın alışkanlığı içerisinde bir anlatımları olduğunu dinler, acaba onu da böyle mi anlatmalı diye kendi kendime düşünüp dururum. Mehmet Ali Yılmaz’ın anlattıklarını okuyunca kısaca yaşadığımız süreç hakkında bildiklerimi yazmak istedim. Mehmet Ali sağ olmasa, bunları da o böyle anlatmasaydı, bunları yazma ihtiyacı hissetsem de yazmazdım; iyi ki sağ.
Behcet’i anma toplantısında, Mehmet Ali YILMAZ şöyle demiş: "Çukurova bölgesinde genel olarak sol ve hareketimiz zayıftı. Behçet'ı oraya gönderdik. Çok kısa zamanda hareketimiz bölgede etkinleşti ve kökleşti…." Bunu, bu süreci hiç bilmeyen, başka bir arkadaş söylese, hiç bişey demezdim, ama Mehmet Ali Yılmaz söyleyince acaba resmi bir tarih mi yaratılıyor diye kendi kendime düşündüm. Hâlbuki Adana’daki Devrimci çalışmamızda, gelinen aşamada, bir arkadaşın gelmesini, Mehmet Ali YILMAZDAZ'dan ben istedim. Ben sözcüğünü aslında sevmem, bizim kültürde, bizim ailede yetişen birinin böyle, ben, ben, ben demesi zordur ama böyle demek zorundayım, annem kusuruma bakmasın.
Kısaca süreç şöyle oldu.
Biz, Adana'da genel olarak gençlik içinde, özel olarak da liselerde, faşistlere karşı mücadelede yoğrulmuş, pişmiş bir guruptuk; genelde liselerdeki çalışmalarımıza bağlı olarak mahalle çalışmalarımız vardı bunların yanında, Mühendislik okulundaki faşist işkâlı kırmak içinde bir çalışma yürütüyorduk, bütün bunlara bağlıda basit bir örgütlenmemiz vardı. Lenin’in “Bir yoldaşa mektup” yazısını okuyup, kendimizce yorumlayarak, ona uygun adımlar atıyorduk.
Bizler bu mücadele içerisinde önce TSİP’e yöneldik, ilk bilincimizi oradan aldık, Mehmet Fatih'ın Adana’ya gelmesinden sonra, “Adana Yüksek Öğrenin Kültür Derneğine” kayıp oradaki mücadeleden süzülerek gelen bir guruptuk. TSİP ilk dönemler Doktorcuydu (Dr. Hikmet Kıvılcımlı çizgisindeydi) ilk bilincimizi Doktorun küçük broşürlerini okuyarak edinmiştik; bu altyapımız daha sonra çok popüler olan Sosyal Emperyalizm teorisini kabullenmemizi önledi. Liselerdeki devrimci kitleye biz hâkimdik. Önceleri “Yoldaş’cı”, sonraları “Halkın Kurtuluşçuları” dediğimiz guruptan daha güçlü idik. Lise- Der kurma çalışmalarında kendi aramızda yaptığımız mücadelede seçimi biz kazanmıştık, hatta HK lileri salondan dışarı atmıştık.
Ancak, Mehmet Fatih ve Eşi (Buket) ile yaptığımız fikir tartışmalarında yetersizliğimizi görüyorduk. Bu yüzden hızlı bir teorik eğitimden geçmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Kendi kendimize bir eğitim çalışması uygulayıp, bazı temel kitapları okuyorduk ama bir rehberin öncülüğünde bunu çabuklaştırmayı düşünüyorduk. Bu maksatla, Parti –Cepheden kopan gurupları kendi ölçülerimizce inceledikten sonra, “Devrimci Gençlik Dergisi” çevresinde oluşan guruptan arkadaşlarla ilişki kurmaya karar verdik. Ankara'ya giden, “Ankaralı Ali” dediğimiz ( Şimdi zengin bir mütahit olan bu arkadaşımız sağdır) bir arkadaşımıza, Devrimci Gençlik dergisini bize getirmesini söyledik; oda Ankara'dan gelirken bize dergiyi getirdi1. Bize gelen Devrimci Gençlik Dergisinin orta sayfasında “Faşizim Ve Oligarşi” diye bir yazı vardı; derginin sanırım 5. ya da 6. sayısıydı. Dergi bundan sonra bize düzenli olarak geldi, bir dönem başka bir arkadaşımızın adına geldi, daha sonra bu arkadaşımız Ali Çakmaklı ile beraber “Acilciler” safına geçince, Adana’ya geldikçe bize uğrayan İbrahim Çenet’e derginin benim adıma gönderilmesini söyledim; oda Ankara'daki (...) arkadaşlara söylemiş dergi artık benim adıma gelmeye başladı. Benim adıma gelen ilk dergi, "KİESKİ Mantığı Üzerine" diye çıkan Kurtuluş Sosyalist Dergiyi (K.S.D’yi) eleştiren bir broşürdü.
Bu arada şunu özellikle vurgulamalıyım. AYÖKD’de (Adana Yüksek Öğrenim Kültür Derneği), Halkın Kurtuluşçuların düzenlediği, Atila KESKİN’in anlatıcı olarak katılacağı “Sosyal Emperyalizm” konusunun tartılaşacağı toplantıya bizde Ankara’dan Bület TANIK'ı getirmiştik. Bülent, Ali ÇAKMAKLI’nın akrabasıydı. O süreçte, Bülent’in katıldığı, bir tartışmada da kavga çıkmıştı; bu sol içi ilk kavgamızdı.
Bizim guruptaki arkadaşlar olarak biz, yöredeki, her devrimci faaliyetin içinde oluyorduk, örneğin: Ali Fuat ÇİLER, Hatay’da yayınlanan “Tek Yol Devrim” dergisini matbuada bastırmak için Adana’ya geliyordu, işlerini beraber yapıyorduk, Mehmet Fatih ÖKTÜLMÜŞ şöyle bir iş var gelin diyordu koşup gidiyorduk. Örneğin, Memet Fatih gil basıp dağıtacağı bildirilerin dağıtımında yardım istiyordu, bu devrimci yardıma koşup bildirileri bizde dağıtıyorduk. Vs. vs. vs
Bir gün, nasip olursa bu süreci çok uzun olarak yazacağım, bu yüzden kısa geçeyim.
Sonunda gurubumuzun teorik olarak yetişmesine katkıda bulunması için Ankara'daki DEV- GENÇ ( bunda kastım- Devrimci Gençlik Dergi çevresini oluşturan guruptur) çevresinden bir arkadaş istemeye karar verdik. Örneğin bu konuda benim öksüz Memet dediğim Sarız’lı Memet arkadaşımız dışardan birinin çağrılmasına ( dışarıdan birinin gelmesine) karşı idi. ( Şimdi Antalya’da öğretmenlik yapan bu arkadaşımı böyle anmak istiyorum ne olur ne olmaz) Bu arkadaşımız da, Behcet hakkında yapılan bir anmada konuşması gerekir, bunu hak etmiş bir arkadaşımızdır. Birazda benim diretmelerim sonucu, bir arkadaşın çağrılmasına karar verdirmiştik.
Uzatmayım.
Ankara'daki bir mitingi vesile ederek, Ankara'ya gitmiştik. Yanımda, İsmail de (şimdi kendi mecrasında ot gibi yaşıyor) vardı. Dönerken, On gün, onların köyde- Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde- kalmıştık. Tandoğan’da başlayıp kurtuluşta biten mitingde, Tandoğan'da kavga çıkmıştı, şubat ayıydı, liseler tatildi.
Mitingden sonra Mehmet Ali YILMAZ'la, Konur Sokaktaki, TMMOB lokalinde (Şimdiki Dost Kitap Evinin yeri o zamanlar TMMOB lokali idi) buluştuk. Ona Adana'yı, bizim durumumuzu anlatıp, bir yetkin arkadaş istedim; bizim teorik gelişmemize yardımcı olması için yetkin bir arkadaş göndermesini istedim, oda olur dedi. O konuşmamızda Mehmet Ali, bana demiş diki "Devrimci Gençlik taraftarı olduğunuzu Adana'ya varınca söylemeyin". “Niye” dedim, “Halkın Kurtuluşçuları kurumlarda çalışmalarınızı engellerler” dedi; Mehmet Ali, Adana'daki durumumuzu bilmiyordu, ona dedim ki “sen, beni ya anlamadın ya da bana inanamadın, biz onlardan güçlüyüz, Lise- Der seçimlerinde sorun çıkardılar yaka paça dışarı attık; onların bize güçleri yetmez” dedim. Bu konuşmadan sonra ben Adana'ya döndüm; gelirken Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde biraz kaldık. İki camisi olan bu köyde, Alevi bir ailenin çocuğu olduğumu söylememiştim; hayatımda bunu sakladığım tek yer bu köydür, buda korkudan değil misafir olduğumuz aileyi üzmemek içindi. Çok iyi insanlardı. Alevi olduğumu bilseler üzüleceklerdi. İsmaile bir Kızılbaş kızı alacağız dediğimde çok üzülüp oğlumuza bir insan evladı al diye tepki göstermişlerdi. İsmail’in dedesi o zamanlar 70 yaşlarında tatlı bir ihtiyardı, “Rızam ben köçek gördüm, abdal gördüm, Çingen gördüm ama hiç Kızılbaş görmedim. Kızılbaş komşularınız varmış sahiden iyi insanlar mı, gelsem bana da gösterir misin” demişti. Halbu ki köylerinin düğününü çalmaya, sünnetlerini yapamaya Kırşehir’den abdallar gelirmiş, bu abdallar Kızılbaştı ama amca onu bilmiyordu. Bizde söylemedik. Şimdi bunları anlatmaya kalkışırsam asıl konu rayından çıkar. Mehmet Ali'ye burada yazılmasına gerek olmayan daha başka bilgilerde verdim tabi. Ankara’da kaldığım süre içinde ODTÜ gidip geldim, ÖTK’ya uğradım, oraları gezdim vs. vs. vs
Adana’ya tekrar mücadelemizin içine döndük. Bu arada Mehmet Ali’nin istediği bazı işleri yaptık; Örneğin, bir iki kez ODTÜ’de okuyan Adanalı öğrencileri toplayıp, Hasan Tan Protestosu için Çağdaş Sahne’deki toplantılara gönderdik. O zamanlar Hasan TAN ODTÜ ‘ye rektör atanmıştı, ODTÜ Öğrenciler Birliğini (ÖTK) elinde bulunduran Devrimci Gençlerde Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz diye bir kampanya açmıştı; kampanya başarılı olmuştu, sahiden de Hasan Tan O.D.T.Ü’ye gelip rektörlük yapamamıştı.
O zamanlar, bir yandan işlerimizi yapıp bir yandan da Ankara’dan gelecek arkadaşı bekliyorduk.
İstanbul'da öldürülen İskenderunlu bir öğrenci arkadaşın ( Adı Salih Deniz'di sanırım) cenazesi Adana'dan İskenderun'a gidiyordu, bu cenaze töreni için bizde İskenderun’a gittik.
İskenderun’daki cenaze töreninden dönüşte, mezarlık dönüşü, Adana gurubunu gözaltına aldılar. Çünkü mezarlığa giderken polisin tutup aracına aldığı tanımadığımız bir arkadaşı, polis aracından zorla çıkarıp, polisin elinden almıştık. İçimizde bir kız arkadaşımız vardı (Hülya –bu arkadaşımızda yaşıyor herkes tanır), onun bırakılmasını emniyetten (polis amirinden) rica ettim, kabul ettiler. Onun Adana’ya yalnız gidemeyeceği için Kardeşim CEMAL AYDIN'ın da bırakılmasını istedim, karakol, onu da kabul etti. Hülya ile Cemal serbest bırakılınca Adana'ya geldiler. (CEMAL Adana Dev- Yol gurubunda, rahleyi tedrisatımızdan geçmiş, örgütlü çevremizden, gittiği görevi sırasında ölen ilk arkadaşımızdır. Tarik 19 Şubat 1978). Bir gün sonra İskenderun’da adliyeye getirildik, mahkeme bizi serbest bıraktı. Serbest kaldığımızda üç sürprizle karşılaştım: Gazeteler Taner AKÇAM'ın hapisten kaçtığını yazıyordu. Adana'ya geldiğimde de Cemal Ankara'dan beni görmeye iki arkadaş geldiğini, onların Sanayı GEDİK gile gittiklerini –oraya götürdüğünü- söyledi.
Sanayı GEDİK gile vardığımda BAHCET'le orda karşılaştım. (Sanayi o zaman Kimya Mühendisleri Odasının başkanı, ya da yöneticisiydi bu aile o zaman bize çokça yardımlarda bulunup zahmetimize katlanmıştır) Yanında bizim hep “HOŞİMİN” diye bilip öyle andığımız, Tuzluçayır’lı bir arkadaşla, -Ankara’da herkes onu bu adla tanıyormuş,- Malatyalı Çirkin Memet de vardı.
Bu arkadaşlarımızın hepsi sağ, bir lahze hatam varsa, yazarlar. Behcet’in Adana’ya geldiği tarih bu tarihtir; yani Taner AKÇAM’ın hapisten kaçtığı tarihtir. Bunu özellikle vurguluyorum ki, bir gün gelip, Adana Dev-Yol tarihini yazacaklara kolaylık olur belki diye; bu tarihi bir gün birilerinin merak edip yazacağına da inanıyorum
Behcet, Mehmet Ali’nin Yazdığı gibi, bakir bir Adana'ya gelmedi. Onu bizler, devrimci çalışmamızın bir gereksinimini karşılaması için, -biz- çağırdık. Bizzat ben, Mehmet Ali ile konuştum. Teorik olarak yetkinliği olan, bir kişinin gelmesini biz onlardan istedik, onlar bize Behceti saldılar.
Behcet bizde kalırdı. Boyu, posu, yaşı bana yakındı, aynı pantolonları, aynı elbiseleri giyerdik. Bir gün anılarımı Behcete layık bir biçimde yazacağım. Ama şunu söyleyeyim: Behcet, bir başı, bir gövdesi, elleri, ayakları devrimci coşkuları olan genç bir insandı, dışardan bakılınca tıpkı bize –bizler gibi bir insana- benzerdi; Merihlide değildi Hiymende değildi; bizim gibi devrimci bir İnsandı. Bizim gibi bir devrimciydi. Kişileri putlaştırmaya eğilimli bu topraklarda bunu özellikle belirtmek istedim. Koşullar bizi yarattı, biz o verili koşullarda etkili olduk.
Behceti, burada saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyorum. Biz birbirimizi severdik, sayardık; değer verirdik. Siyasal ayrılık yaşadığız süreçte de birbirimizi incitmedik. Maziye saygılıydık. Onun kişisel gelişmesinde, yetkinleşmesinde önemli katkımız olduğunu biliyorum. Diğer ölen arkadaşlarım gibi, oda bazen rüyalarıma girer, hayalları gözümün önünde canlanır, içimden onlarla hesaplaşırım, bu topraklardan kopup gidememişsem asli nedenlerinden biride budur. Toplantıdan haberdar edilsem, ya da çağrılsam gelir daha başka şeylerde anlatırdım; bu konuda biz Adanalıların mavrası boldur. Bunu bilen bilir.
Nazımın şu dizeleriyle bu yazıyı bitirelim:
“…
Büyük kişilerin sırlarına ortağım
Yinede nah şu kadar övünemem
Bütün kusurlar bende ama
Ne yapıp yapmalı erişmeli dostlara
Geride kalmayı kendime yediremem …”
Saygıyla, sevgiyle, özlemle…
A.Rıza AYDIN. Adana. 26. 05. 2008
Benim usul boylu selvi çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yönüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarıyın arası
Behcetin Anma haberini okuyunca düşündüklerim
Ankara'da Behcet'le ilgili bir anma yapılacağından haberim yoktu. ÖDP İletişimden, cumartesi günü okudum, yani yapıldığını öğrendim.
Behcet'le ilgili anlatılanları, zaman zaman dinlerim, dinlemişimdir. Behcet’i bilen ya da onunla hiçbir ortamda bulunmayan, bu anlamda onu bilmeyenler onu anlatırken, Samsundan doğan güneşi anlatmanın alışkanlığı içerisinde bir anlatımları olduğunu dinler, acaba onu da böyle mi anlatmalı diye kendi kendime düşünüp dururum. Mehmet Ali Yılmaz’ın anlattıklarını okuyunca kısaca yaşadığımız süreç hakkında bildiklerimi yazmak istedim. Mehmet Ali sağ olmasa, bunları da o böyle anlatmasaydı, bunları yazma ihtiyacı hissetsem de yazmazdım; iyi ki sağ.
Behcet’i anma toplantısında, Mehmet Ali YILMAZ şöyle demiş: "Çukurova bölgesinde genel olarak sol ve hareketimiz zayıftı. Behçet'ı oraya gönderdik. Çok kısa zamanda hareketimiz bölgede etkinleşti ve kökleşti…." Bunu, bu süreci hiç bilmeyen, başka bir arkadaş söylese, hiç bişey demezdim, ama Mehmet Ali Yılmaz söyleyince acaba resmi bir tarih mi yaratılıyor diye kendi kendime düşündüm. Hâlbuki Adana’daki Devrimci çalışmamızda, gelinen aşamada, bir arkadaşın gelmesini, Mehmet Ali YILMAZDAZ'dan ben istedim. Ben sözcüğünü aslında sevmem, bizim kültürde, bizim ailede yetişen birinin böyle, ben, ben, ben demesi zordur ama böyle demek zorundayım, annem kusuruma bakmasın.
Kısaca süreç şöyle oldu.
Biz, Adana'da genel olarak gençlik içinde, özel olarak da liselerde, faşistlere karşı mücadelede yoğrulmuş, pişmiş bir guruptuk; genelde liselerdeki çalışmalarımıza bağlı olarak mahalle çalışmalarımız vardı bunların yanında, Mühendislik okulundaki faşist işkâlı kırmak içinde bir çalışma yürütüyorduk, bütün bunlara bağlıda basit bir örgütlenmemiz vardı. Lenin’in “Bir yoldaşa mektup” yazısını okuyup, kendimizce yorumlayarak, ona uygun adımlar atıyorduk.
Bizler bu mücadele içerisinde önce TSİP’e yöneldik, ilk bilincimizi oradan aldık, Mehmet Fatih'ın Adana’ya gelmesinden sonra, “Adana Yüksek Öğrenin Kültür Derneğine” kayıp oradaki mücadeleden süzülerek gelen bir guruptuk. TSİP ilk dönemler Doktorcuydu (Dr. Hikmet Kıvılcımlı çizgisindeydi) ilk bilincimizi Doktorun küçük broşürlerini okuyarak edinmiştik; bu altyapımız daha sonra çok popüler olan Sosyal Emperyalizm teorisini kabullenmemizi önledi. Liselerdeki devrimci kitleye biz hâkimdik. Önceleri “Yoldaş’cı”, sonraları “Halkın Kurtuluşçuları” dediğimiz guruptan daha güçlü idik. Lise- Der kurma çalışmalarında kendi aramızda yaptığımız mücadelede seçimi biz kazanmıştık, hatta HK lileri salondan dışarı atmıştık.
Ancak, Mehmet Fatih ve Eşi (Buket) ile yaptığımız fikir tartışmalarında yetersizliğimizi görüyorduk. Bu yüzden hızlı bir teorik eğitimden geçmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Kendi kendimize bir eğitim çalışması uygulayıp, bazı temel kitapları okuyorduk ama bir rehberin öncülüğünde bunu çabuklaştırmayı düşünüyorduk. Bu maksatla, Parti –Cepheden kopan gurupları kendi ölçülerimizce inceledikten sonra, “Devrimci Gençlik Dergisi” çevresinde oluşan guruptan arkadaşlarla ilişki kurmaya karar verdik. Ankara'ya giden, “Ankaralı Ali” dediğimiz ( Şimdi zengin bir mütahit olan bu arkadaşımız sağdır) bir arkadaşımıza, Devrimci Gençlik dergisini bize getirmesini söyledik; oda Ankara'dan gelirken bize dergiyi getirdi1. Bize gelen Devrimci Gençlik Dergisinin orta sayfasında “Faşizim Ve Oligarşi” diye bir yazı vardı; derginin sanırım 5. ya da 6. sayısıydı. Dergi bundan sonra bize düzenli olarak geldi, bir dönem başka bir arkadaşımızın adına geldi, daha sonra bu arkadaşımız Ali Çakmaklı ile beraber “Acilciler” safına geçince, Adana’ya geldikçe bize uğrayan İbrahim Çenet’e derginin benim adıma gönderilmesini söyledim; oda Ankara'daki (...) arkadaşlara söylemiş dergi artık benim adıma gelmeye başladı. Benim adıma gelen ilk dergi, "KİESKİ Mantığı Üzerine" diye çıkan Kurtuluş Sosyalist Dergiyi (K.S.D’yi) eleştiren bir broşürdü.
Bu arada şunu özellikle vurgulamalıyım. AYÖKD’de (Adana Yüksek Öğrenim Kültür Derneği), Halkın Kurtuluşçuların düzenlediği, Atila KESKİN’in anlatıcı olarak katılacağı “Sosyal Emperyalizm” konusunun tartılaşacağı toplantıya bizde Ankara’dan Bület TANIK'ı getirmiştik. Bülent, Ali ÇAKMAKLI’nın akrabasıydı. O süreçte, Bülent’in katıldığı, bir tartışmada da kavga çıkmıştı; bu sol içi ilk kavgamızdı.
Bizim guruptaki arkadaşlar olarak biz, yöredeki, her devrimci faaliyetin içinde oluyorduk, örneğin: Ali Fuat ÇİLER, Hatay’da yayınlanan “Tek Yol Devrim” dergisini matbuada bastırmak için Adana’ya geliyordu, işlerini beraber yapıyorduk, Mehmet Fatih ÖKTÜLMÜŞ şöyle bir iş var gelin diyordu koşup gidiyorduk. Örneğin, Memet Fatih gil basıp dağıtacağı bildirilerin dağıtımında yardım istiyordu, bu devrimci yardıma koşup bildirileri bizde dağıtıyorduk. Vs. vs. vs
Bir gün, nasip olursa bu süreci çok uzun olarak yazacağım, bu yüzden kısa geçeyim.
Sonunda gurubumuzun teorik olarak yetişmesine katkıda bulunması için Ankara'daki DEV- GENÇ ( bunda kastım- Devrimci Gençlik Dergi çevresini oluşturan guruptur) çevresinden bir arkadaş istemeye karar verdik. Örneğin bu konuda benim öksüz Memet dediğim Sarız’lı Memet arkadaşımız dışardan birinin çağrılmasına ( dışarıdan birinin gelmesine) karşı idi. ( Şimdi Antalya’da öğretmenlik yapan bu arkadaşımı böyle anmak istiyorum ne olur ne olmaz) Bu arkadaşımız da, Behcet hakkında yapılan bir anmada konuşması gerekir, bunu hak etmiş bir arkadaşımızdır. Birazda benim diretmelerim sonucu, bir arkadaşın çağrılmasına karar verdirmiştik.
Uzatmayım.
Ankara'daki bir mitingi vesile ederek, Ankara'ya gitmiştik. Yanımda, İsmail de (şimdi kendi mecrasında ot gibi yaşıyor) vardı. Dönerken, On gün, onların köyde- Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde- kalmıştık. Tandoğan’da başlayıp kurtuluşta biten mitingde, Tandoğan'da kavga çıkmıştı, şubat ayıydı, liseler tatildi.
Mitingden sonra Mehmet Ali YILMAZ'la, Konur Sokaktaki, TMMOB lokalinde (Şimdiki Dost Kitap Evinin yeri o zamanlar TMMOB lokali idi) buluştuk. Ona Adana'yı, bizim durumumuzu anlatıp, bir yetkin arkadaş istedim; bizim teorik gelişmemize yardımcı olması için yetkin bir arkadaş göndermesini istedim, oda olur dedi. O konuşmamızda Mehmet Ali, bana demiş diki "Devrimci Gençlik taraftarı olduğunuzu Adana'ya varınca söylemeyin". “Niye” dedim, “Halkın Kurtuluşçuları kurumlarda çalışmalarınızı engellerler” dedi; Mehmet Ali, Adana'daki durumumuzu bilmiyordu, ona dedim ki “sen, beni ya anlamadın ya da bana inanamadın, biz onlardan güçlüyüz, Lise- Der seçimlerinde sorun çıkardılar yaka paça dışarı attık; onların bize güçleri yetmez” dedim. Bu konuşmadan sonra ben Adana'ya döndüm; gelirken Şereflikoçhisar’ın Sarıyahşi köyünde biraz kaldık. İki camisi olan bu köyde, Alevi bir ailenin çocuğu olduğumu söylememiştim; hayatımda bunu sakladığım tek yer bu köydür, buda korkudan değil misafir olduğumuz aileyi üzmemek içindi. Çok iyi insanlardı. Alevi olduğumu bilseler üzüleceklerdi. İsmaile bir Kızılbaş kızı alacağız dediğimde çok üzülüp oğlumuza bir insan evladı al diye tepki göstermişlerdi. İsmail’in dedesi o zamanlar 70 yaşlarında tatlı bir ihtiyardı, “Rızam ben köçek gördüm, abdal gördüm, Çingen gördüm ama hiç Kızılbaş görmedim. Kızılbaş komşularınız varmış sahiden iyi insanlar mı, gelsem bana da gösterir misin” demişti. Halbu ki köylerinin düğününü çalmaya, sünnetlerini yapamaya Kırşehir’den abdallar gelirmiş, bu abdallar Kızılbaştı ama amca onu bilmiyordu. Bizde söylemedik. Şimdi bunları anlatmaya kalkışırsam asıl konu rayından çıkar. Mehmet Ali'ye burada yazılmasına gerek olmayan daha başka bilgilerde verdim tabi. Ankara’da kaldığım süre içinde ODTÜ gidip geldim, ÖTK’ya uğradım, oraları gezdim vs. vs. vs
Adana’ya tekrar mücadelemizin içine döndük. Bu arada Mehmet Ali’nin istediği bazı işleri yaptık; Örneğin, bir iki kez ODTÜ’de okuyan Adanalı öğrencileri toplayıp, Hasan Tan Protestosu için Çağdaş Sahne’deki toplantılara gönderdik. O zamanlar Hasan TAN ODTÜ ‘ye rektör atanmıştı, ODTÜ Öğrenciler Birliğini (ÖTK) elinde bulunduran Devrimci Gençlerde Hasan Tan ODTÜ’ye rektör olamaz diye bir kampanya açmıştı; kampanya başarılı olmuştu, sahiden de Hasan Tan O.D.T.Ü’ye gelip rektörlük yapamamıştı.
O zamanlar, bir yandan işlerimizi yapıp bir yandan da Ankara’dan gelecek arkadaşı bekliyorduk.
İstanbul'da öldürülen İskenderunlu bir öğrenci arkadaşın ( Adı Salih Deniz'di sanırım) cenazesi Adana'dan İskenderun'a gidiyordu, bu cenaze töreni için bizde İskenderun’a gittik.
İskenderun’daki cenaze töreninden dönüşte, mezarlık dönüşü, Adana gurubunu gözaltına aldılar. Çünkü mezarlığa giderken polisin tutup aracına aldığı tanımadığımız bir arkadaşı, polis aracından zorla çıkarıp, polisin elinden almıştık. İçimizde bir kız arkadaşımız vardı (Hülya –bu arkadaşımızda yaşıyor herkes tanır), onun bırakılmasını emniyetten (polis amirinden) rica ettim, kabul ettiler. Onun Adana’ya yalnız gidemeyeceği için Kardeşim CEMAL AYDIN'ın da bırakılmasını istedim, karakol, onu da kabul etti. Hülya ile Cemal serbest bırakılınca Adana'ya geldiler. (CEMAL Adana Dev- Yol gurubunda, rahleyi tedrisatımızdan geçmiş, örgütlü çevremizden, gittiği görevi sırasında ölen ilk arkadaşımızdır. Tarik 19 Şubat 1978). Bir gün sonra İskenderun’da adliyeye getirildik, mahkeme bizi serbest bıraktı. Serbest kaldığımızda üç sürprizle karşılaştım: Gazeteler Taner AKÇAM'ın hapisten kaçtığını yazıyordu. Adana'ya geldiğimde de Cemal Ankara'dan beni görmeye iki arkadaş geldiğini, onların Sanayı GEDİK gile gittiklerini –oraya götürdüğünü- söyledi.
Sanayı GEDİK gile vardığımda BAHCET'le orda karşılaştım. (Sanayi o zaman Kimya Mühendisleri Odasının başkanı, ya da yöneticisiydi bu aile o zaman bize çokça yardımlarda bulunup zahmetimize katlanmıştır) Yanında bizim hep “HOŞİMİN” diye bilip öyle andığımız, Tuzluçayır’lı bir arkadaşla, -Ankara’da herkes onu bu adla tanıyormuş,- Malatyalı Çirkin Memet de vardı.
Bu arkadaşlarımızın hepsi sağ, bir lahze hatam varsa, yazarlar. Behcet’in Adana’ya geldiği tarih bu tarihtir; yani Taner AKÇAM’ın hapisten kaçtığı tarihtir. Bunu özellikle vurguluyorum ki, bir gün gelip, Adana Dev-Yol tarihini yazacaklara kolaylık olur belki diye; bu tarihi bir gün birilerinin merak edip yazacağına da inanıyorum
Behcet, Mehmet Ali’nin Yazdığı gibi, bakir bir Adana'ya gelmedi. Onu bizler, devrimci çalışmamızın bir gereksinimini karşılaması için, -biz- çağırdık. Bizzat ben, Mehmet Ali ile konuştum. Teorik olarak yetkinliği olan, bir kişinin gelmesini biz onlardan istedik, onlar bize Behceti saldılar.
Behcet bizde kalırdı. Boyu, posu, yaşı bana yakındı, aynı pantolonları, aynı elbiseleri giyerdik. Bir gün anılarımı Behcete layık bir biçimde yazacağım. Ama şunu söyleyeyim: Behcet, bir başı, bir gövdesi, elleri, ayakları devrimci coşkuları olan genç bir insandı, dışardan bakılınca tıpkı bize –bizler gibi bir insana- benzerdi; Merihlide değildi Hiymende değildi; bizim gibi devrimci bir İnsandı. Bizim gibi bir devrimciydi. Kişileri putlaştırmaya eğilimli bu topraklarda bunu özellikle belirtmek istedim. Koşullar bizi yarattı, biz o verili koşullarda etkili olduk.
Behceti, burada saygıyla, sevgiyle, özlemle anıyorum. Biz birbirimizi severdik, sayardık; değer verirdik. Siyasal ayrılık yaşadığız süreçte de birbirimizi incitmedik. Maziye saygılıydık. Onun kişisel gelişmesinde, yetkinleşmesinde önemli katkımız olduğunu biliyorum. Diğer ölen arkadaşlarım gibi, oda bazen rüyalarıma girer, hayalları gözümün önünde canlanır, içimden onlarla hesaplaşırım, bu topraklardan kopup gidememişsem asli nedenlerinden biride budur. Toplantıdan haberdar edilsem, ya da çağrılsam gelir daha başka şeylerde anlatırdım; bu konuda biz Adanalıların mavrası boldur. Bunu bilen bilir.
Nazımın şu dizeleriyle bu yazıyı bitirelim:
“…
Büyük kişilerin sırlarına ortağım
Yinede nah şu kadar övünemem
Bütün kusurlar bende ama
Ne yapıp yapmalı erişmeli dostlara
Geride kalmayı kendime yediremem …”
Saygıyla, sevgiyle, özlemle…
A.Rıza AYDIN. Adana. 26. 05. 2008
17 Nisan 2009 Cuma
Selam Olsan 1 mayısa ,Yaratanlara ve yaşatanlara
Kemal Doğan
Geçmişi aşıp, geleceği kazanmak için , bu yılda tıpkı 2008 yılında olduğu gibi ; 1 mayıs alanını yani Taksim meydanını zapdedeceğiz. Devrimci bir , 1 Mayısı ancak bu şekilde , adına yakışır , 1977 ye yakışır bir şekilde kutlayabiliriz. Amerikan işçilerinin kanlarını akıtma pahasına açtıkları 1 Mayıs kavga bayrağı altında dünya işçileri ve emekçilerinin birleşip sömürücü düzene karşı savaşmalarının 143.yıldönümün de 1 Mayıs alanı Taksim meydanında olmalıyız.
1850'li yıllardaki işçilerin hayali, günde 8 saat çalışabilmekti. Bu işçiler, 24 saatlik günün 8 saatinde çalışmak, 8 saatinde dinlenmek ve eğlenmek ve 8 saatinde de uyuyabilmek istiyorlardı. İşçi sınıfının sekiz saatlik işgünü talebi ile 1 Mayıs arasında ilişki kurulması ilk kez 1867 yılında gerçekleşti. Amerika Birleşik Devletleri'nin Şikago kentinde 10 bini aşkın işçi 1 Mayıs 1867 Çarşamba günü 8 saatlik işgünü için büyük bir yürüyüş yaptı.
143 yıldır, İşçi sınıfını birlik,dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs dünya işçi sınıfını uluslararası sermayeye karşı birlik ve dayanışma günü oldu. 1 Mayısları, emperyalizme, faşizme ve gericiliğe karşı mücadele günü olarak, tüm halkımızla birlikte kutlamalıyız.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Taksim Meydanında 1 Mayısı kutlayacaklarını açıklayan DİSK, her zamanki gibi düzenin istediği çerçevenin dışına çıkamayacağı kesindir. Bunun için devrimci ve komünistlerin bu vb sendikaların dışında kendi ortak iradeleri çerçevesinde bir karar ile 1 mayıs alanı zorlanmalı, hatta kazanılmalıdır.
Hepimizin bildiği gibi beş yüz bin Emekçinin taksim meydanında olduğu zaman ,1 Mayıs 1977’de 36 Devrimcinin hayatını kaybettiği, 130 kişinin yaralandığı gün, tarihe kanlı 1 Mayıs olarak geçmişti. O gün orada yitirdiğimiz ve daha sonra 1989 1 Mayıs'ında şehit düşen Mehmet Akif Dalcı'ya, 1996 Kadıköy 1 Mayıs'ında kaybettiğimiz Hasan Albayrak, Dursun Odabaşı ve Levent Yalçın’a ve yitirdiğimiz tüm devrimci ve komünistlere yakışır bir , 1 Mayıs için şimdiden çalışmalara başlamalı ve kazanım için yol kat etmeliyiz.
Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi.
Selam olsun 1 Mayıs’ Yaratanlara ve Yaşatanlara.
Geçmişi aşıp, geleceği kazanmak için , bu yılda tıpkı 2008 yılında olduğu gibi ; 1 mayıs alanını yani Taksim meydanını zapdedeceğiz. Devrimci bir , 1 Mayısı ancak bu şekilde , adına yakışır , 1977 ye yakışır bir şekilde kutlayabiliriz. Amerikan işçilerinin kanlarını akıtma pahasına açtıkları 1 Mayıs kavga bayrağı altında dünya işçileri ve emekçilerinin birleşip sömürücü düzene karşı savaşmalarının 143.yıldönümün de 1 Mayıs alanı Taksim meydanında olmalıyız.
1850'li yıllardaki işçilerin hayali, günde 8 saat çalışabilmekti. Bu işçiler, 24 saatlik günün 8 saatinde çalışmak, 8 saatinde dinlenmek ve eğlenmek ve 8 saatinde de uyuyabilmek istiyorlardı. İşçi sınıfının sekiz saatlik işgünü talebi ile 1 Mayıs arasında ilişki kurulması ilk kez 1867 yılında gerçekleşti. Amerika Birleşik Devletleri'nin Şikago kentinde 10 bini aşkın işçi 1 Mayıs 1867 Çarşamba günü 8 saatlik işgünü için büyük bir yürüyüş yaptı.
143 yıldır, İşçi sınıfını birlik,dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs dünya işçi sınıfını uluslararası sermayeye karşı birlik ve dayanışma günü oldu. 1 Mayısları, emperyalizme, faşizme ve gericiliğe karşı mücadele günü olarak, tüm halkımızla birlikte kutlamalıyız.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Taksim Meydanında 1 Mayısı kutlayacaklarını açıklayan DİSK, her zamanki gibi düzenin istediği çerçevenin dışına çıkamayacağı kesindir. Bunun için devrimci ve komünistlerin bu vb sendikaların dışında kendi ortak iradeleri çerçevesinde bir karar ile 1 mayıs alanı zorlanmalı, hatta kazanılmalıdır.
Hepimizin bildiği gibi beş yüz bin Emekçinin taksim meydanında olduğu zaman ,1 Mayıs 1977’de 36 Devrimcinin hayatını kaybettiği, 130 kişinin yaralandığı gün, tarihe kanlı 1 Mayıs olarak geçmişti. O gün orada yitirdiğimiz ve daha sonra 1989 1 Mayıs'ında şehit düşen Mehmet Akif Dalcı'ya, 1996 Kadıköy 1 Mayıs'ında kaybettiğimiz Hasan Albayrak, Dursun Odabaşı ve Levent Yalçın’a ve yitirdiğimiz tüm devrimci ve komünistlere yakışır bir , 1 Mayıs için şimdiden çalışmalara başlamalı ve kazanım için yol kat etmeliyiz.
Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi.
Selam olsun 1 Mayıs’ Yaratanlara ve Yaşatanlara.
16 Nisan 2009 Perşembe
NİHAT ÇAY ve ANADİLİ TÜRKÜLEŞTİRMEK
Haber: Murat Altunöz
Yok olmaya başlayan Anadilini türkülerle yaşatmaya çalışıyor
Antakya merkeze bağlı Yeniçağ köyünde sınıf öğretmeni olarak görev yapan, 38 yaşında evli ve bir kız babası olan yerel sanatçı Nihat Çay, Türkiye'de yaşayan Arapları anlatan sanatsal ürünlerin eksikliğinden yola çıkarak, Arap Alevilerin toplumsal yaşantısını anlatan besteler yaparak ve bu besteleri bölgenin sorunlarıyla pekiştirerek, bölgede halkın kendi diline yabancılaşmayı önlemek, yeni nesillere kültürünü ve dilini taşımak için, “Mes’ud Bil Suud” yani Mesut Arabistan’da adlı ilk Arapça albümüyle sevenlerinin karşısına çıktı.
Hatay, Adana,Mersin dolaylarında yaşayan Arapların kendilerini anlatan edebi ürünleri genellikle sözlü olarak dilden dile aktarıldığını ifade eden yerel sanatçı Nihat Çay; Arapların kendi kültürlerini, türkülerini, dillerinin çoğu yazılı olarak kayıt altına alınmadığı için unutulmuş ya da unutulmayla yüz yüze kaldığını ve bu kaygıdan yola çıkarak, bölge insanının yaşayışını anlatmak istediğini ifade etti.
Bölgede yaşanan toplumsal sorunlar türküleşiyor
Sanatçı Nihat Çay; Hatay’dan Suudi Arabistan’a çalışmak için giden yüzlerce gencin olduğunu ve bu gençlerin neredeyse hepsinin evlenme çağında olduğunu ifade ederek,bu anlamda bölgeden Suudi Arabistan’a işçi olarak çalışmaya giden insanlarımızın yaşayışını anlatan “Mes’ud Bil Suud” adlı eseri yazıp bestelediğini ve Suudi Arabistan’a çalışmaya giden gençlerin acılarını, sevinçlerini ve özlemlerini dile getirmeye çalıştığını söyledi.
Nihat Çay; Yeni çıkan albümde özellikle bölgede çok kullanılan ve bölgenin kanayan yarası haline gelen uyuşturucu ile mücadeleyi destekleme amaçlı “Heşiş” (ot) adlı çalışma, hint keneviri ekimini ve kullanımını eleştirel bir dille anlattığı uyuşturucuya ve bu tür kötü alışkanlıklardan gençlerin uzak kalmalarını tavsiye ettiğini söyledi.
Çay,Albümde bulunan Filistin şarkısı Filistin sorununu ve bu sorun karşısında Arapların, Müslümanların ve barışı savunanların suskunluğunu eleştirel bir dille aktardığını ayrıca, “Selma” adlı çalışma cinsiyeti yüzünden eğitimi engellenen kızlarımızın dramını anlattığını“Haydar” adlı çalışma ise bölgenin tarım işçilerinin çektiği çileyi anlattığını söyledi.
Nihat Çay; Bir derleme olan “Taher” şarkısı ise Antakya Dikmece köyünden halk ozanı üstat Süleymen Reyhani’ye ait bir eser olduğunu ve bu eser yaşanmış bir hikâye ile başlardığını ve on altı dörtlükten oluştuğunu söyleyerek,diğer çalışmalar olan “Nemi Ye Bitti” çevre ve insan sorununu “L’medini” ise şehir hayatının yarattığı yabancılaşmayı konu aldığını,“İca Mus’ud” Mes’ud’un Arabistan’dan dönüşünü, “Ye Beledi” memleket özlemini ortaya koyduğunu ve “Ha Haa”lar ise yöreye ait bir mevvel ( uzun hava) ile başlayıp düğünlerde okunan anonim manileri içerdiğini söyledi.
Yozlaşmaya karşı inadına kendi dilimizi söylemek istiyorum
Sanatçı Nihat Çay, “Maalesef yeni nesil kendi dilini kaybediyor. Bölgede yaşayan gençler dilini kaybedince geçmişte onunla birlikte yok oluyor. Tarih,kültürel değerler nesiller boyunca anlatılamıyor. Ben albümümde toplumsal sorunları tarihle yüzleştirmek ve bunları ise en iyi konuştuğum dil olan anadilimle yani Arapçayla anlatmak istedim.Bizim en başta kendimizi anlatmaya ihtiyacımız var. Kendi kültürümüze sahip çıkmaya onları derlemeye arşivlemeye en önemlisi kurumsallaştırmaya ihtiyacımız var.Ben bu albümümle ilk adımı attım ”şeklinde konuştu.
Yok olmaya başlayan Anadilini türkülerle yaşatmaya çalışıyor
Antakya merkeze bağlı Yeniçağ köyünde sınıf öğretmeni olarak görev yapan, 38 yaşında evli ve bir kız babası olan yerel sanatçı Nihat Çay, Türkiye'de yaşayan Arapları anlatan sanatsal ürünlerin eksikliğinden yola çıkarak, Arap Alevilerin toplumsal yaşantısını anlatan besteler yaparak ve bu besteleri bölgenin sorunlarıyla pekiştirerek, bölgede halkın kendi diline yabancılaşmayı önlemek, yeni nesillere kültürünü ve dilini taşımak için, “Mes’ud Bil Suud” yani Mesut Arabistan’da adlı ilk Arapça albümüyle sevenlerinin karşısına çıktı.
Hatay, Adana,Mersin dolaylarında yaşayan Arapların kendilerini anlatan edebi ürünleri genellikle sözlü olarak dilden dile aktarıldığını ifade eden yerel sanatçı Nihat Çay; Arapların kendi kültürlerini, türkülerini, dillerinin çoğu yazılı olarak kayıt altına alınmadığı için unutulmuş ya da unutulmayla yüz yüze kaldığını ve bu kaygıdan yola çıkarak, bölge insanının yaşayışını anlatmak istediğini ifade etti.
Bölgede yaşanan toplumsal sorunlar türküleşiyor
Sanatçı Nihat Çay; Hatay’dan Suudi Arabistan’a çalışmak için giden yüzlerce gencin olduğunu ve bu gençlerin neredeyse hepsinin evlenme çağında olduğunu ifade ederek,bu anlamda bölgeden Suudi Arabistan’a işçi olarak çalışmaya giden insanlarımızın yaşayışını anlatan “Mes’ud Bil Suud” adlı eseri yazıp bestelediğini ve Suudi Arabistan’a çalışmaya giden gençlerin acılarını, sevinçlerini ve özlemlerini dile getirmeye çalıştığını söyledi.
Nihat Çay; Yeni çıkan albümde özellikle bölgede çok kullanılan ve bölgenin kanayan yarası haline gelen uyuşturucu ile mücadeleyi destekleme amaçlı “Heşiş” (ot) adlı çalışma, hint keneviri ekimini ve kullanımını eleştirel bir dille anlattığı uyuşturucuya ve bu tür kötü alışkanlıklardan gençlerin uzak kalmalarını tavsiye ettiğini söyledi.
Çay,Albümde bulunan Filistin şarkısı Filistin sorununu ve bu sorun karşısında Arapların, Müslümanların ve barışı savunanların suskunluğunu eleştirel bir dille aktardığını ayrıca, “Selma” adlı çalışma cinsiyeti yüzünden eğitimi engellenen kızlarımızın dramını anlattığını“Haydar” adlı çalışma ise bölgenin tarım işçilerinin çektiği çileyi anlattığını söyledi.
Nihat Çay; Bir derleme olan “Taher” şarkısı ise Antakya Dikmece köyünden halk ozanı üstat Süleymen Reyhani’ye ait bir eser olduğunu ve bu eser yaşanmış bir hikâye ile başlardığını ve on altı dörtlükten oluştuğunu söyleyerek,diğer çalışmalar olan “Nemi Ye Bitti” çevre ve insan sorununu “L’medini” ise şehir hayatının yarattığı yabancılaşmayı konu aldığını,“İca Mus’ud” Mes’ud’un Arabistan’dan dönüşünü, “Ye Beledi” memleket özlemini ortaya koyduğunu ve “Ha Haa”lar ise yöreye ait bir mevvel ( uzun hava) ile başlayıp düğünlerde okunan anonim manileri içerdiğini söyledi.
Yozlaşmaya karşı inadına kendi dilimizi söylemek istiyorum
Sanatçı Nihat Çay, “Maalesef yeni nesil kendi dilini kaybediyor. Bölgede yaşayan gençler dilini kaybedince geçmişte onunla birlikte yok oluyor. Tarih,kültürel değerler nesiller boyunca anlatılamıyor. Ben albümümde toplumsal sorunları tarihle yüzleştirmek ve bunları ise en iyi konuştuğum dil olan anadilimle yani Arapçayla anlatmak istedim.Bizim en başta kendimizi anlatmaya ihtiyacımız var. Kendi kültürümüze sahip çıkmaya onları derlemeye arşivlemeye en önemlisi kurumsallaştırmaya ihtiyacımız var.Ben bu albümümle ilk adımı attım ”şeklinde konuştu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)