5 Aralık 2011 Pazartesi
KERBELA ÜZERİNE FARKLI BİR ALEVİ YAKLAŞIMI
( Hasan Harmancı - Mihrac Ural sohbeti)
“Hiç kimse ne dövünsün ne de aramızdan ayrıldı diye yas tutsun. Hz. Hüseyn ölümsüzdür.
O Allah katına Hz. İsa gibi yükseltilendir,
O, yeryüzündeki her bir Alevi’de tüm canlılığıyla yaşayandır.”
(Arap Aleviliğinde Kerbela algısı Mihrac Ural )
“Hz. Hüseyn’in öldüğünü iddia eden lanetlidir” (Mecmu el Ayad s:147)
Mihrac Ural - 5 Aralık 2011 Kerbela anısına (10 Muharrem 1433) II. Yayım
Bu yazı üç yıl önce Değerli dostum Hasan Harmancı’yla yaptığım bir sohbet yazışmasıdır. Konu, Arap Aleviliğinin, Hz Hüsey’nin şehit edildiği Kerbela ağlısıyla ilgili. Bu sohbet Anadolu Aleviliğiyle Arap Aleviliğinin kök birliğine ilişkin tespitleriyle de esasında bölgemizin inanç algı birliğine önemli göndermeler taşımaktadır. Ayrıca, İslam tarihinde insana, doğaya, inanca bakışta bölgemizin alameti farikasını belirlemek açısından da önem taşıyor. Bunun da ötesinde bölgemizde gelişen olaylar dolaysıyla, özellikle kuzey Afrika Arap İslam ülkelerinde cehenneme çevrilen süreçler, “Arap Baharı” adıyla halkın haklı talepleri üzerine oturarak komploya dönüştüren, kanlı tabloları yaratan, Amerika’nın onayını almış İslami partilerin iktidara gelişi, bu tür inanç algısı sohbetlerini daha da önemli hale getiriyor. İnanç algıları üzerine yazılarımıza yoğunluk veremizin de nedeni budur. İşin daha da ilginç yanı ise, Suriye’de yüz yüze gelen ve tüm makalelerimizde ısrarla belirtemeye çalıştığımız evrensel güçlerin karşı karşıya gelişi, bu ilgiye çok daha anlamlı bir boyut vermektedir.
Bu açıdan http://mirural.blogspot.com/ adresindeki blogumun şiarını, “ne etnik ne sınıfsal ne de inançsal etkiler altında kalmadan özgürlük ve demokrasi mücadelesini yürüteceğiz” diye belirledim. Bu belirlemeye sadık kalarak inanç algılarını, günün siyasal gelişmeleri ışığında önemsemeyi, gericiliğe karşı bir barikat oluşturmak üzere ele almayı gerekli görüyorum.
Bölgemiz inanç algılarının, dini, İslam’ı insanlığa karşı bir silah olarak kullanmak isteyen, siyasallaştıran, tanrı ile insan arasındaki ilişkiden koparak vekaleti nereden alınmış belli olmayan bir iktidar silahı haline getirmek isteyen anlayışlara karşı bir duruşu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bu inanç algısının Alevilik olduğunu görmezden gelmek büyük bir hatadır diyorum. Buyurun bu sohbeti birlikte izleyelim…
Mihrac Ural - 13 Ağustos 2009 / I. Yayım
Hasan Harmancı (HH) - Mihrac Ural (MU) olarak kısaltılmıştır.
HH:
“ …daha önce de konuşmuştuk. ben kerbela ile ilgili kitabımın sonuna geldim. ancak suriye ve genel olarak güney alevilerinin uygulamaları kısmını açık bıraktım. …bana muharrem uygulamaları ve aşure konusunda kısa da olsa biraz bilgi yazar mısınız.
şu sorularımı yanıtlaman ve benim göremediğim bazı ayrıntıları dile getirmeni isteyeceğim.. muharrem bir takvime bağlı olarak mı başlar. “
MU:
10 Muharrem H:61 Cuma günü ( Miladi 10 Ekim 680) Kerbela katliamı, Alevilerde önemli günlerden biridir. Bu gün 80 aşkın bayram, gece ve önemli gün içinde en önemliler arasındadır. Her kameri yılın 10 muharrem gününde anması yapılır. Bu güne zikra (anma) denir. Bu sene (2009) Aralık ayının son haftasına denk gelen 10 muharrem (29 Aralık 2009), kameri ayların, yıl içindeki döngüsünü takip ederek geriye gün sayar. Bu durumda 10 Muharrem, gelecek yıl 16 Aralık 2010 tarihinde anılacaktır.
HH:
“muharremde oruç var mı. varsa kaç gün. ne amaçla tutuluyor. örneğin Türkiye’de 12 gün tutanda var, 15 gün tutanda var.”
MU:
Arap Alevilerinde muharrem orucu olarak belirlenmiş kesin ve zorunlu bir oruç yoktur. Ancak bu günün arifesinde ya da en az üç gün önceden tercihli olarak tutulan oruçlar olur. Bu günle ilgili olarak, oruç zorunluluğunun olmaması olayı, Kerbela’da Hz. Hüseyn’in (625-682) katledildiği anlamının çıkabileceği kaygısına dayanır; Hz. Hüseyn’in katledildiğine inanmazlar, “O Hz. İsa gibi Allah katına çıkartılmıştır” derler.
Aleviler 10 muharremi, Hz Hüseyn’in aralarından ayrılmasına yaslı olsalar da, bunu bir katlin ardından yapılan yas olarak görmezler. Özenle bundan kaçınırlar. Bu gün Hz. Hüseynin katledildiğini iddia etmeyi de çok olumsuz olarak karşılarlar. Bu kaygıyı taşıyan aleviler, Hz. Hüseyn ve ehlibeytinin katledilişinden dolayı katillerin ve onların tabalarının sevinmemeleri gerektiğini dile getirirler. Bu nedenle yası ifade edecek hiçbir davranışta bulunmazlar. Ancak bunun daha derin ve farklı bir Batıni açıklamasını yaparlar.
Arap Alevilerinde Kerbela algısı, ne İslam’ın Sünni mezheplerince ne de Şiiliğin kabul ettiği yaklaşımla ilgili değildir.
Bilindiği gibi Kerbela olayın tarihi açıdan algısı, Hz. Peygamberin torunu hilafet konusunda destekleneceği üzerine Küfe halkının yaptığı çağrıya gidişi ve Yezit ordularının Kerbela denilen mevkide onları kuşatarak, aç ve susuz azap içinde bırakıp katletmesidir.
Ancak Aleviler bu algıyı hiçbir şekilde benimsemezler.
Aleviler, böylesi resmi tarih önermelerini “zahiri” olarak görürler. Öğretilerinin her şeyde batini bir öz (mana) aramaya yönelik algılarıyla da bu olaylarda gerçeğin farklı olduğunu dile getirirler.
Bir kısım Sünni eğilimlerde ve Şiiliğin temel öğretilerinde Kerbela hadisesinin bir katliam olduğu ve dolaysıyla yaslı bir anmayı gerektirdiği kanısı bilinmektedir. Şiilikte bu algı, dünyasal bir intikam ölçeğinde yaslı anmalara sahne olduğu da bilinmektedir.
10 Muharremin büyük acılarla, ünleme, ağlama, saç ve baş yolma, zincirle sırta vurup kanlara bulanma gibi ritüellerle anılmasına karşı Arap Alevilerinde hiçbir yas belirtisinin olmaması bundandır. Dünyaya ve olaylara farklı bir yerden bakan Arap Alevileri, Kuran tefsirinde de aynı yolu izler; Kuran ayetlerinin selefi (Hanbeli) tarzı lafzına değil, özüne, manasına, batındaki mesajına önem verirler.
Arap Alevileri ile Şiilik arasında en belirgin ayrımlardan biri de Kerbela olayını algılamadaki farklılıktır. Şiiliğin dünyasal intikam algısı ve ritüelleri, mezhebin kendi iç düzenlenişi ve toparlanışının gereklerini yerine getirir. Bu bir ölçüye kadar Arap-Fars ilişki ve çelişkisiyle de açıklandığı bilinmektedir.
Arap Alevilerinin böyle bir çabası ve duruşları yoktur. Arap-Fars ulusal ilişki ve çelişkilerinin dini boyutunda Arap Alevilerinin tutumsuz olması bir ölçüye kadar milliyetçi tutkularının çok zayıf olmasıyla da açıklanabilir. Arap Alevileri, Kendilerine Arap demekten çok Alevi denmesini tercih ederler, Arap kelimesinden de Sünni Arapları kastederler; Hatay yöresinde bu algı, her iki mezhepten Arap halkının yoğun ilişki içinde olmaları dolaysıyla çok daha belirgindir.
Arap Alevileri Kerbela olayına batini kaynaklarında olduğu kadar zahiri davranışlarında da Hz. Hüseyn’in ölmediği, öldürülemeyeceği, tıpkı İsa’nın gökyüzüne Allah katına yükseltildiği gibi yükseltildiği yönündeki kanaatlerini belirtiler; “Muhammediye doruğunda Hz. Hüseyn = Hz.İsa’dır” (Bayramlar Ansiklopedisi- Batini bir kitaptır bn.) söylemi bir yandan evrim hareketinin devamlılığını diğer yandan mananın ölümsüzlüğünü dile getirir.
Bu nedenle Hz. Hüseyin ölümsüzdür, yaşayan her bir Alevi’de yaşamaya devam eden bir “Mana”dır (gerçek, gerçeğin ifadesi, özü). Hazreti Hüseyn’in tanrı katına yükselişiyle manalaşması ardından Hz. Ali Zeynel Abiddin onun yerine “hicap” olmuştur. ( örten, kapatan, gerçeği içinde taşıyan bu anlamıyla gerçeğin örtüsü olan). Bu mantık gereği, Hicap göklere yükselince “mana” olur ve örtü (hicap) özelliği biter. Yerine gelen hicap olur.
Mana olma olayı, çoğu kez Alevileri imam Hz.Ali’yi tanrı yerine koydukları suçlamasına maruz bırakmıştır.
Oysa sözü edilen şey, gerçeğin özü, manası olmaktır. İnsan donunda gelmekle de bilginin kaynağı, gerçeğin aklı olmaktır. Bu yaklaşım vahdeti vücutçuların yaklaşımıyla belli bir noktada kesişse de aynısı değildir. Hz. Ali, Allahın sözü, doğruluğu gösteren yeryüzündeki tecellisi olarak da algılanır; “mana” tamamıyla bu yaklaşıma denk düşer.
Bu yanıyla tanrı anlayışının Arap Aleviliğinde bu günün bilimsel verileriyle ve argümanlarıyla ifade edecek olursak, maddenin varlığı, gerçeğin özü olma, maddi dünyanın yer, zaman ve mekanda bulunan özünü temsil eden varlık olarak algılandığı görülür.
Bu bir soyutlama yöntemidir.
Ormanın ağaçla, on binlerce çeşit ağacın, ağaç sıfatıyla ifade edilmesi gibi. Bu nedenle ölümsüzlük özle ilgilidir; somut bir insan ölebilir, Ali, Ahmet, Mehmet ölebilir, ancak gerçeğin özü ölümsüzdür. Ali “don”unda, Hüseyn donunda insanlık için bir akıl ve gerçeğin bilgisi olan varlıklar ölümsüzdür. Öldü görülen özü taşıyan kabuktur, vücuttur.
Bu konu da Kerbela hadisesi şöyle sahnelenir, Hz. Hüseyni öldürmeye gelen Şummar bin Zielcevşan’nın gözüne Hanzala bin Saad el Şabami hz. Hüseyn olarak görünür ve katledilir. Hz. Hüseyn de tanrı katına yükseltilir. Hanzala, Hz. Hüseyn döneminin üç lanetliden, üçüncüsüdür (Her mana’nın bir dönemi ve o dönemde üç lanetli bulunur, Hz Muhammed döneminde lanetli üçlü ise bilinmektedir).
Hz. İsa’nın çarmıha gerilişiyle ilgili Kuran’da geçen “ Va kavlahum enna katanla el Mesih ibin Meryam Resul Allah, ma kataluh ve ma salasbuh va lakin şubbihalahom…”
“Biz Allahın elçisi, Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demelerinden ötürü (kendilerini yıldırım çarptı) Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat (öldürdükleri) onlara, (İsa’ya) benzer gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu yakinen öldürmediler (onu öldürdüklerini kesinlikle bilmediler) (Nisa süresi 157. Ayet) devamla da
“Hayır, Allah onu kendisine yükseltti. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa süresi, 158. Ayet)
Bu yaklaşım, bana gen üzerine geliştirilen teorileri hatırlatır. Bu noktada sadece dikkat çekmekle sınırlı bir müdahalem olacak;
DNA’nın keşfiyle Nobel ödülüne layık görülen (Fracis Crick ve James D. Watson. 1953 ) tezlerini, Alevilerin 1400 yıl önceden bildiği gibi komik bir iddiada bulunmayacağım.
Böylesi iddiaların hurafe olduğuna, bilimsel hiçbir değeri olmadığına inanıyorum.
Francis Crick gibi “din geçmiş kuşaklara ait bir hata idi” ( Bilim ve teknik yayınları, “İkili Sarmal”. S:46) demeyeceğim; hiçbir düşüncenin yoktan var olamayacağını var olmuşsa yok edilemeyeceği ancak dönüştürülebileceğini düşünüyorum.
Bu kanaatimi, dini de içeren bir sonuca götürüyorum. İnsanoğlunun felsefe araştırmalarında ve söylemlerinde gerçeği ararken ortaya attığı paradigmaların olağan üstü soyut olmalarından dolayı, her çağ için ve her yeni buluş için uyarlanabilirliği, dini söylemlerin bu gün de yarında ve daha uzun bir süre yaşayabilmesine olanak tanımaktadır. Her soyutlama her zaman için uyacağı bir somut vakıa bulabilir. Dinin ayetlerini de bu açıdan sürekli tefsir ve farklı dönemlere uyarlamanın sınırı olmaz. Din adamları bunu ustalıkla olumsuz yönde kullanarak dini afyonlaştırmaya çalışırlar.
Bu ters yüz etmek mümkün diye düşünürüm. Dinin tamamen dünyasal olan ve insan ilişkilerinden kaynaklanmış olduğu kesin olan, vahiyle ilgisiz olduğu da çok açık olan, ayetleri arasında insan erdemlerine işaret sayılabilecekleri değerlendirmek yanlış değildir. Bu tür ayetler insan emeklerinin soyutlamalarıdır ve tamamen insanı ilişkilerden üremektedir, bu tür ayetlerin bende hayranlık uyandırdığını dile getireceğim.
Bu açıdan Alevilerin, mana (akıl, öz), hicap (isim), bap gibi temel argümanlarında işaret edilen soyutlamaların dün gibi, bu gün için de somutu tanımlarken değerlendirilebilir diye düşünüyorum.
Gen ve Alevilerin ölümsüz “Mana (öz, akıl)” dedikleri soyut varlık benzerliği üzerine vereceğim örnekleme, teşbihte hata olmaz deyişine sığınacaktır.
Bu teşbih, ne bitip tükenmeyen Kuran tefsirlerinin her çağ ve zamana uydurulma çabasıdır ne de Alevilerin kadim zamandan beri ellerinde bir evren çözümleyici tez olduğu iddiasıdır.
Gen ve Alevilik algısıyla ilgili teşbihin önemi, Alevi aklının açılımcılığı, evrimciliği, yeniyi varlığın kesintisiz döngüsüyle içselleştirmesinden kaynaklanın ilericiğine bir işaret sayılmalıdır.
Aleviliğin, şeriatın musalla taşında donup kalmış mevta hallerine prim vermeden, yaşamı hareketin ölümsüzlüğüyle kavradığına bir gönderme olarak dile getireceğim.
Gen, “ikili sarmal”, “ölümsüz sarmal”dan oluşan, “hayatın özü”dür ( TUBİTAK yayınları, James D. Watson, İkili Sarmal. S:142).
“Mükemmel biyolojik ilke; genin kendi kendini çoğaltabilmesi, yani hücre bölünmesi sırasında kromozom sayısı iki katına çıktığında kendi kendisinin ikinci bir kopyasını çıkartabilmesi yeteneğiydi.” (Age. s:90)
“Genler ölümsüzdür, daha doğrusu ölümsüz yakıştırmasına yaklaşabilen genetik varlıklardır” ( TUBİTAK Yayınları, Richard Dawkins, Gen Bencildir. S:62)
“Genler jeolojik zamanın yerleşik sahipleridir. Genler Ölümsüzdür” (Age. s:64)
Genler üzerine bu kısa aktarımdan sonra varmak istediğim vurgu cümlesi ise şudur;
“Bir beden, genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçlarıdır” (Age.s:45)
Beden, vücut, Anadolu Aleviliğindeki “don” sadece görünen, zahiri olandır. Arap Alevilerindeki hicap olayıdır. Örtüdür, “saklama aracı”dır. Ölümlüdür ve sık sık değişilendir. Ancak mana, öz, gerçek değişik donlarda görünse de, saklanma araçları, örtüsü (hicap) farklı olsa da ölümsüzdür, kendini çoğaltan ve bir sonraki kuşağa taşıyabilendir (“replikasyon”, kopileme)
Bu biyolojik mevzu soyutladığında, elde edeceğimiz formül, her zaman ve her mekan için geçerli bir felsefi ilke olur.
Alevilerin açık görüşlülüğü, ileriye bakışları, analitik düşünme çabaları yüzyıllar önceden felsefi görüşlerini oluştururken yaptıkları soyutlamalar onlara böylesine önemli yaklaşımları yapabilme olanağı sağlamıştır.
Aleviler ne DNA üzerinde ne de buna benzer bir bilimsel araştırma içinde olmadılar, ellerinde bulunan felsefi ilkeler, soyutlamalar, dünyayı kavrama çabalarının açık zihinlerle ulaşılan verileridir. Bu verileri taşıyan toplumsal akıllarıyla da yaşadıkları ortama ruh verirler, özgürlük verirler. Bunu dile getirmek için böylesine ilgisiz bir örneği ilgili kılmaya çalıştım.
Sonuç itibariyle demem o ki, Aleviler “mana”nın ölümsüzlüğüne inanırlar. Bundan dolayı da yeryüzünün hiçbir kudreti, özü, manayı öldüremez.
Hz. Hüseyn’in Kerbela’da öldürülmediği algısı, Alevilerin doğruları arkasında tutarlı duruşlarıyla ilgilidir.
Her topluluğun doğruları tartışma götürür özeliktedir: ancak kendi doğruları arkasında tutarlı durmak gerçekçi bir tez ortaya atmaktır. Tarihte tezleri tez yapan da budur; tarihin her kesitini ortaya koyduğu paradigmalarıyla izah edebilmesidir. Marksistler bunu sınıf mücadelesiyle açıklar, nasyonalistler bunu milletlerin rekabeti, savaşıyla açıklarlar, kimisi de tanrının emriyle açıklar. Aleviler bunu, evrimle açıklar ve her uygarlık sıçramasında mana hicap ve bap üçlemesini arar onunla da her kesiti somut bir değerlendirmeye tutarlar. Reankarnasyon olayı da tam burada anlam bulur; insan tekamül etmek üzere yeryüzüne defalarca gelir. Her defası önceki dönemin olumlu ve olumsuzluğuyla ölçülen bir ilahi adalet terazisindeki puanlarına bağlı olarak ya yükselen, mükemmele doğru giden bir insan ya da “alt türler”e indirilen bir yaratık olur.
Kimi araştırmacılar, insanın bir kez yeryüzüne gelmesiyle tanrısal adaletin sağlanamayacağını iddia edeler. Alevilerin algısındaki tanrı, zulmeden, şerri yaratıp insanlığı şerre bulaştığı için yargılayan, ceberut bir güç değildir. Seven, koruyan, tolerans tanıyan, bağışlayan, fırsat veren olarak algılarlar; korkulan değil sevilen doğruyu gösterdiği için uyulması gereken olarak algılarlar. Bu nedenle de, tanrı kaçınılmaz olarak insan ruhunu yer yüzene birden çok kez getirerek onu yeni sınav hakkıyla ödüllendirir diye reankarnasyona inanırlar. Bu tür hadiselerin de sık sık Arap Alevilerinin yerleşim yörelerinde vuku bulması, bu algının atmosferiyle doğru orantılıdır, diyeceğim.
Arap Alevilerinin 10 Muharrem duruşlarını belirleyen bu yaklaşım batini felsefelerinin özünü oluşturur.
Onlar bu doğrularının arkasında sıkıca duruyorlar. Hz Hüseyn Kerbela’da ölmedi tanrı katına yükseltildi, dolaysıyla Kerbela hadisesinde yas tutmak günah kadar olumsuz görülür. Bunu zahiri olarak belli etmeseler de, Kerbela konusu geçtiğinde katliamdan, ölüm ve azaptan söz etseler de, Yezit ordularının zulmünden söz etseler de Hz. Hüseyn üzerine ölümün vuku bulduğunu kabul etmezler. Yezid’in ordularının bunu gerçekleştirmekten aciz olduğunu dile getirirler. Mana ölmez, ölen onun hicabıdır, örtüsüdür, vücut denilen taşıyıcısıdır.
Bu algı, doğal olarak ölüm, intikam, yas gibi argümanları ve patrik işlevlerini içselleştirmez. Dolaysıyla Arap Alevileri için ölümsüz Hüseyin her bir Alevi’de yaşar. Ölümsüzün intikamı olmaz. Tersi davranış Hz. Hüseyn’in Kerbela’da ölümünü teslim etmiş olur.
Konu batini ölçekte, birçok mersiyeyle de izah edilmeye çalışılır. Şiirin sihirli kelimeleri, derin ve anlamlı sözleri bir felsefi soyutlama olarak Kerbela hadisesini işler.
Batini kitaplardan buraya aktarma yapmam benim de onaylamış olduğum topluluk sözleşmesine aykırı olacağı kaygısıyla sadece şunu söyleyebilirim. Mecmu el Ayad (Bayramlar Ansiklopedisi) adını taşıyan ve Alevilerin tüm kutsal günlerin detaylı açıklamasına yapan bu Batini kitabın 147. sayfasında, “Hz. Hüseyn’in öldüğünü iddia eden lanetlidir” der.
HH:
“..muharremden önce veya sonra cem yapılıyor mu..oruç günlerinde ne tür yasaklar bulunmaktadır. oruç türkilede şöyle başlar: akşamdan yemek yenin ve bir sonraki akşama kadar. yani 24 saat üzerinden..ilk günler iş yapılmaz, yıkanılmaz, traş olunmaz müzik dinlenilmez, yemeklerde su içilmez, cinsel ilişki olmaz et yemekleri yapılmaz vs.. bu yönde olan veya ekleyebileceğin uygulama var mı... kadınlar oruç tutar mı...”
MU:
10 Muharrem arifesi ve gününde kimse iş tutmaz, cinsel ilişkide bulunmaz ( bu her bayram ve arifesi için geçerlidir), çamaşır yıkamaz, tıraş olmaz, tırnak kesmez, önceden yıkanmış olmak zorunluluğuyla kimse o günün arifesinde ve günüde yıkanmaz vb.
Kadınlar oruç tutmak isterlerse tutarlar, bu konuda erkekler üzerine olan hüküm onlar için de geçerlidir. Her ne kadar Arap Aleviliğinde “Sır”ın ifşa edilebileceği kaygısıyla, ortaçağların tüm istila ve saldırılarında erkekler kılıçtan geçince, kadınların köle ve cariye olarak satıldıkları, ganimet diye paylaşıldığı ve eziyet görerek sırrı ibah (ifşa) etme durumunda kalacakları kaygısıyla kadına sır (düstur, batını ibadet sırrı) verilmezse de konun batini başka bir yanı daha var.
“Manaya biat edilirken kadın kararsızlık gösterdiği için ona büyük sırrın verilmeyeceği” kararlaştırılmıştır; bu algının çok eski kültlerde de kadına hayz döneminde ve doğum sonrası lahusa döneminde şer güçlerden arınma sürecinde gördüğü ötekileştirme konumuyla da ilgilidir. Buna karşın Arap Alevi kadını belki yeryüzünde ibadetini en çok ve en ısrarla yerine getirendir. İbadet, fiziki hareketlerin yapıldığı ve adına namaz denilen şey değildir (Kuran’da sala hiçbir zaman camilerde yapılan fiziki hareketler için söylenmemiştir. Sala duadır, Allah’la kul arasındaki bir çeşit iletişimdir). Alevi kadını bu anlamıyla gerçek İbadette, bitip tükenmez bir kararlılıkla, bitip tükenmez irili ufaklı adaklar adayarak, dualarını eksik etmeyerek bağlıdır. Alevi kadını buyanıyla, erkeğin bilinen bir takvime bağlı olan günlerde yaptığı ibadete göre günü birlik, anı anına ibadetini yerine getirir ve kendisinden sır diye saklananları, en az erkekler kadar bilmesine rağmen, bilmemezlikten gelerek erkek kadar bu sır öğelerine bağlı olarak ibadet yapar.
Buna rağmen, 10 Muharremde kadın zahiri sınırlar çerçevesinde, Kuran sınırları çerçevesinde ayet, süre okur ve dua eder; bu dualar arasında daha çok evliyalara, türbelere, Hz. Ali ve ehlibeyte, Hz Hıdır aleyhisselama ve yörelerinde bulanın zahitlere, velilere tanrı katında temizliği üzerinde şüphe olmayanların adları okunarak, onlardan tanrı katından dertlerine çare bulma taleplerine şahit kılınırlar.
Bu konu çok önemlidir, üzerinde kısaca durum Arap Alevilerinde türbe ilgisinin mahiyetini anlamak gerek.
Türbeler, ziyaretler, Arap Alevilerinde çok büyük kutsiyete sahiptirler. Bu kutsallık çoğu kez ve özellikle şoven mezhep çevreler tarafından “taşa tapma, sandukaya tapma gibi, Allaha mahsus rahmet ve şefaatin o türbelerden dilendiği” lanse ediliri.
Oysa, türbeler veliler, sadece ve sadece tanrı katından edilecek talep ve aranacak rahmet için, inancın zirvesinde, arınmışlığın doruğunda olmaları nedeniyle şahit gösterilirler; yani tanrı indinde kendini yanlış ve suçlu gören duacı, o türbedeki veliyi sözlerine şahit olarak Allaha sunar ve ondan dileğini diler. Sosyal-ekonomik yaşamda da olduğu gibi, talebimizi yerine getirebilecek kişiye çevremizde sözü dinlenen, temiz ve dürüst olan birini şahit göstermek gibidir.
Dolaysıyla 10 muharrem günü duaları da bu içerikte dualardır ve derin anlam mahiyeti itibariyle de bu biçimdedir.
HH:
“oruç günlerinde ayrıca mersiye okunmaları, kuran okunmaları vs. gibi uygulamalar var mı.. aşure ne zaman başlar..aşureye neler katılır. nasıl pişirilir. kimler pişiriri.
bu dönemde kerbelaya gidilir mi..özel oyunlar veya düzenlemeler yapılır mı..
gidilen özel yerler var mı..”
MU:
Mersiye okuma olayı üzerinde şöyle bir bilgi vermek isterim ki, bana göre Alevilerin ortak yanlarından ve uzak geçmişteki kök birliklerinden biri de mersiyelerdir. Mersiye geleneğinin çok tanrılı dinlerden önce de olduğu ve ibadetlerde değerlendirildiği göz önünü alınırsa, bu yanıyla Alevilik çok önemli bir miras taşıyıcısı sayılmalıdır. Alevi evrimciliği, akıl ve söz üzerinde yürümektedir demek yanlış olmayacaktır.
Evet, Arap Alevilerinin müziksiz namaz ve dua ritüeli olan her Cemde (Cem’in sonuna ayın harfini koyarsanız Arapçada bildiğimiz toplanma anlamına gelir ki, Cem kelimesi bundan başka bir anlama sahip değildir.) mutlaka Şeyh eddin Hüseyn bin Hamadan el Hasibinin (keddes Allahu sırru) mersiyeleri okunur. Bu mersiyelerde derin mana inançları ve izahları yer alır. Bağlılıklar, yeminler ve yüceltmeler yapılır. Topluca terennüm edilen bu mersiyeler, Anadolu Aleviliğinin nefesleri gibidir, kimi açıklamaların batini verileri de bu dizeler arasında yer alır. Anadolu Aleviliğinde büyük bir kısmı saz (müzik) eşliğinde mersiyelerle geçen ibadet Arap Aleviliğinde hitam (bağlama, sonuçlandırma) kısmında topluca okunarak icra edilir.
Her bayramda, kutsal gün ve gecede mutlaka tekrar edilir. Arap Alevilerinin bayramlar dizini bile Bu inancın tarihin kadim inanç miraslarını içselleştirip onların bir sentezi olduğunu gösterir.
Alevilerin bayramları Arabi, Farisi Rumi diye ayrıştırılır. Bu bayramların bir kısmı kameri aya bağlıdır, dolaysıyla her yıl 13 gün gerileyen hareketleriyle kutlanırlar, Rumiler ise eski takvime göre 13 günlük farkla sabit olmak üzere kutlanırlar. Birçok Hıristiyan bayramı, İslam’ın kabul sınırlarında olacak şekilde birer Alevi bayramı olarak kutlanır. Kutlama tarihlerinin Rumi takvime göre yapılması ise Şark kilisesinin takvimine göre hareketi gösterir. Bunları içinde Kiddas, Barbra yortusu, Meryem ana yortusu, Salip bayramı, Muazzam Cuma (Hz. İsa’nın göğe yükseliş günü), Şanini yortusu vb… bayramlar 10 muharrem yanı sıra Kurban Bayramı ve Ramazan bayramıyla birlikte Alevilerin temel bayramları arasında yer alır.
Bu tabloda anlaşılması gereken şey Aleviler, yaşadıkları toprakların yerli halkı olduğu, üzerlerine gelip siyasal egemenlik kuran inanç ve kültür yapılanmalarını içselleştirerek, anavatan haline getirdikleri bu topraklarda, bu güne dek tutunmayı başardıklarıdır.
Bütün bu bayramların Ceminde (ibadetinde) Kuran temel kitaptır. İbadetin temel kaynağı ve okumaları Kurandır. Kurandan Ayetler ve sureler okunur. Yer yer okunan her ayetin batini anlamı açıklanarak topluluğu inancın temel felsefi yaklaşımları aktarılır. Bu yanıyla Kuran’ın zahiri ve Batıni yanları bir arada sunulur.
Kuranın her ayeti ve suresinin ayrı bir yoruma tabi olması, malum tefsir anlamında bir yönelim değildir. Bu yaklaşım tefsirden içerik ve biçim açısından köklüce farklıdır. Her bir kelimenin ifade ettiği ayrı bir açıklamayı içeren anlamında ayrı bir manayla ilgilidir. Ancak Kurana yaklaşımın merkezinde ehlibeytin yüceltilmesi çabası egemendir.
Satırlarımın sonunda özellikle Alevilerin zahiri ve batini bir arada sürdürme çabaları olduğundan söz edeceğim. Bu çaba çoğu kez, Arap Alevilerini “utangaç Sünnilik” olarak yorumlayan Anadolu Alevilerinin eleştirilerine haklılık verir gibidir. Ancak hiç alakası olmadığını hemen belirteyim. Bu söylemlerin bir ucu Aleviliği bölme çabalarına dayanır ve kaynaklarına dikkat gerektirir. Alevilik, dil, alan, etnik nedenlerle kazandığı zenginliğe rağmen insanı, yaşamı, doğayı, evreni algılamada ortak parametrelerle birdir.
Takkiyecilik, zulmün olduğu her yerde, bir varoluş, yaşamı ikame refleksidir denilebilir. Doğada her varlık bu yönteme başvurabilir. Alevilerde buna benzer refleksler olduğunu samimiyetle belirtmeliyim. Bu yanıyla Zahir, o kadar sıkı bir elbise olarak giyilir ki özü hep örter ve dıştan bakılınca da algı bu zahir üzerinde yoğunlaşır.
Kuran tefsirlerine baktığımızda ise, bunu çok daha iyi anlarız. Her ne kadar Şiilikte de çok derin batini kuran tefsirleri olduğu bilinse de aynıyla Sünni mezheplerin tümünde (Hambelilik nispeten hariç tutulabilir, zira bu mezhep kuranı lafzi olarak ele almayan her yaklaşımı şirk koşuyor diye katli vacip ilan eder) de batini yorumlara rastlanır; kimisi Ömer’in ya da Ebu Bekir’in tanrı olduğunu, kuran ayetleriyle açıklama çabaları, alternatif Kuran gibi alternatif süreler ve ayetler ürettikleri de bilinen bir gerçektir; benim elime “Kadadis Ebu Bekir” diye 9 Süre’den oluşan bir Ebu Bekir’i tanrılaştıran metin geçmiştir: Hala arşivimdedir.
Son olarak, oruç konusunda Arap Alevilerinin batini algısını sizinle paylaşacağım.
Arap Alevilerinin her bayramında, ritüelin bir parçası olarak mayasız üzüm suyu, büyük bir kapta tütsülendikten ve kutsandıktan sonra üç bardakla, cemdeki insanlara içmeleri için tevzi edilir ve içilir. (bu Anadolu’nun kırklar meclisindeki üzüm tanesinin herkese eşit olarak paylaşılmasını çağrıştırır). Ramazan ayında, sözde oruç tutulduğu zahiri söylemine aykırı olarak bu içimle orucun bozulduğu yönünde yapılan itiraz ya da sorulara batini cevap olarak şu söylenir; “bizim orucumuz sırrımızın saklanmasıdır, orucumuzun açılması ise bilgelerin huzurunda, sırı bilen talip ortamında ibadet ederken açıklanmasıdır.”
Sanırım bu açıklama, bir dizi soruya da en iyi cevaptır.
HH:
okunan dua imamlar veya mersiyelerden bir kaç örnek verebilir misin.
MU: 10 muharrem için okunan çok mersiye var. Bunları tercüme etmek ve toplum sözleşmeme aykırı olmamak koşuluyla iletmem mümkündür. Bunu da sonra ileteceğim.
Bu mersiyeler aynıyla Anadolu ozanlarınca, bilgelerince kelime kelime tekrar edildiğini belirteceğim. Öylesine benzerlik var ki sanki aynı kelemden çıkmış gibi felsefi tezler olarak şiirleştirilmiştir.
Kul Himmet’in şu şiiri Arap Alevilerinin temel inanç zeminidir:
“Yerde insan gökte melek yok iken / Kudretten bir nur idi süzüldü
Cümle mahluk kandildeki nur iken / Ayn Ali mim Muhammet yazıldı”
Nice yüz bin kandilde durdun / Ata’nın belinden mâder’e geldin
Anın için halkı gûman’a saldın / Bin bir dondan baş gösterdin ya Ali”
Viran’ın şu şiiri de aynı;
Virani’yem niyazım var üstâza
Elinde Zülfikâr ol ehli gazâ
Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza
Bir bilmişim mürşidimdir eyvallah
Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza
Biz bir bildik, dedik, Allah, eyvallah
Bir başka entresan veri şu, altta okuyacağınız nefes, Arap Alevilerinin ibadetinde yer alan 16 Süreden biridir. Aynıyla öyledir. Bu bile ortak kök için önemli bir belge niteliğindedir.
DÜVAZ İMAM
Selevattan indi nişan
Muhammet ehli dindir
Deyverin ey sofular
Evvelki imamınız kimdir:
Birincisi İmam Ali
İkincisi İmam Hasan
Üçüncüsü İmam Hüseyin
Dördüncüsü İmam Zeynel
Beşincisi İmam Bakır
Altıncısı İmam Cafer
Yedincisi Musa’yı Kazım
Sekizincisi İrizayı Haldır
Dokuzuncusu Muhammet Tağı
Onuncusu Ali’yel (Ali gel) Nağı
On birincisi Hasan Ali Askeri
On ikincisi Mehtiyi sahip zaman
Derviş Alim bakışına
(Şiirler Rıza Aydın’ın “KAYMAKTA DERLEDİĞİM ŞİİRLER ÜZERİNE KISA NOTLAR”
Yazısından alınmıştır.)
Buna benzer o kadar çok nefes var ki, bunların temel kurgusunda Hz. Aliyi yüceltme, onu tanrının yer yüzündeki ifadesi olarak görmeye kadar uzanır. Bütün bunlar Aleviliğin (Şiilikten çok farklı olarak) inanç paradigmalarının ortaklığına işaret eder.
HH:
“bu yazdığım soru ve örneklemeler anadolununu bazı yörelerindeki uygulamalar. sizde nasıl uygulamalar olduğunu bilmediğimi ve buna ihtiyacım olduğunu belirtmek isterim..
bu vereceğin bilgilerden dolayı kaynak kullanmamı veya isim belirkmemi isteyip istemediğini de belirtmeni istiyorum. Sevgilerimle, aşk ile”
MU:
Değerli Hasan candost,
Satırlarımı burada noktalarken sohbetimizin henüz başlangıç noktasında olduğumuzu beyan etmek isterim. 1100 yıllık yazım birikimlerinin bir satırlık kısmını dahi aktardığım söylenemez. Sizin de dikkatini çekeceği gibi, kendi yorumumu da arada vermekteyim. Bana göre, Aleviliğin bu ilk yazımları, tüm Alevilerin ortak köklerine de önemli bir işarettir. Bu günün akıl verileriyle yorumlanması, anlaşılması için de gerekli bir çabadır. Ancak şahsi olarak beni bağlayan bu yorumların yükseldiği zemin, başka yorumlara saygıyı ve kabulüne açık olmayı içerdiğini belirtmek isterim.
“Toplum sözleşmeme uyma ahdim”den hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim göz önüne alınırsa, gerçek ve doğru bilgi olduğuna inancım tam olan birçok veriyi de iletme şansına sahip olmadığımı itiraf etmeliyim. Bundan dolayı üzüntülü değilim, kendine ait doğruların arkasında olma gibi bir duruşu temsil etmesi dolaysıyla da yanlış değildir. İnanıyorum ki, insanlığı merkez edinmiş yararlı her bilgi bir biçimde sahiplerine ulaşacaktır: Bu biçimlerden birini zaman zaman siz gibi dostlarla denemeye ikame etmeye çalışıyorum.
Aleviliğin felsefi boyutu ve bir yaşam tarzı olma esprisi, başka dinlerde ve mezheplerde olan iktidar erkini ele geçirme istencinden çok farklıdır.
Aleviliğin özgür, bağımsız ve demokratik loseliği aynı zamanda onun gücüdür diyorum. Aleviliği siyasallaştırma çabaları bu açıdan çok risklidir. Böylesi bir çaba ekonomik gücü elinde bulunduranların kuklalığına kadar gider. Ekonomik gücün, siyasal iktidar olgusundan ayrılamayacağı gerçeğinde ise Aleviliği devletin kuklası haline gelir.
Aleviliğin siyasal rolü, onun felsefi önermeleri ve sunduğu alternatif sosyal yaşım projesiyle gerçekleştirdiği kolektif algıdır, toplumsal yönlendirmesidir. Bu önermeler, siyasal yaşamın yönlendirilmesinin de önemli bir dinamiği, referansı olarak işlev görür. Bu zemin üzerinde siyasal parametrelerimiz farklı olsa da hepimiz Alevilik paydasında önemli bir birliktelik içinde olabiliriz. Aleviliği bir siyasi parti haline getirmek isteyen her çaba Aleviliğe en büyük zararı verme çabasındadır demek yanlış olmayacaktır.
Bu önerme, Alevilerin siyasallaşmaması değildir, apolitikleştirilmesi önerisi değildir tam tersidir. Her Alevci siyasal bir kimlik sahibi olmalıdır. Hz. Hüseyin geleneğinin direnme çizgisi bile bunun için yeterli bir mesajdır. Aleviler siyasal ortamlın merkezinde de olmalıdırlar: Ama Alevilik değil. Aleviliği diğer İslam mezheplerinden ayıran en önemli fay hattı budur.
Bu gün yükselen Alevi sivil toplum hareketleri bu ayrımın ince çizgilerini ve sınırlarını ortaya koymaktadır. Dünyayı ak ve karaya boyayan ve geride bıraktığımız dönemin global tarihi açıklamalarına mihenk yaptığımız öğretilerin, geçmiş asırlara ait olduğu yeterince açık olmuştur. Bunların yerine özgün ve özgür haliyle ortaya çıkan sosyal hareketlerin, halkların çağdaş yaşamlarına, ilerleme ve gelişmelerine, gelecek kuşakların barış ve güvenlik içinde yaşamlarına daha çok hizmet edeceği kanısındayım.
Son yazılarımda bu konuları ilgilendiren önemli açıklamalar yaptım sizlere de iletmiştim. Özellikle sınıf mücadelesine bakışımı içeren yazılar bu konuyla çok yakından ilgilidir. ( Bkz. Dicle Haber Ajansı’nın (DİHAK) yaptığı ve adını “YOL HARİTASI” olarak koyduğum röportaj ve ardından yayınladığım, “Bir Kimliksiz İletiye Açık Kimlikle Cevabımdır” başlıklı polemik önemli mesajları içermektedir).
Baki selamlarımla. Mihrac Ural / 13 Ağustos 2009
EK:
Değerli Hasan Harmancı can dost,
İlettiğim yazıya eklemem gereken iki nokta var.
Birincisi;
Yemek anlamında aşüre yapılıp yapılmadığına ilişkin sorunuza cevap vermeyi ihmal etmişim.
Bizde Aşüre özel olarak 10 Muharremde yapılmaz. Aşüreyi biliyoruz ( Arap Alevileri olarak), ancak bunu inancın bir unsuru olarak ritüellerimizin tamamlayıcı bir unsuru olarak yapmıyoruz.
Ancak her bayramda, kutsal gecede ve günde mutlaka yemek dağıtılır. Bayram nedeniyle kesimi yapılan her şey fukaralara yemek olarak dağıtılır. Geleneksel olarak yapılan ve yaygın olanı Hirisidir (etle dövülen buğday haşlaması). Suriye de daha çok bulgur üzerine et dağıtımı vardır. Son zamanlarda şehir kültürüyle birlikte etli pide (Lahmacun) olarak ta yaygın bir dağıtım yapılmaktadır (inanç açısından, kurbanın fakirlere dağıtılması, yemek olarak verilmesi esastır, yemeğin türü seçmelidir)
İkincisi;
Gönderdiğin kıymetli kitapları gözden geçirirken takıldığım önemli bir nefesle karşılaştım. İlginçtir. Arap Alevilerinin en gizli ibadetlerinde tekrar edilen nefesin aynısından dörtlükleri ihtiva ediyor. Ki bu nefes ibadet esnasında okunan duaların da temelidir.
Haşim kutlu'nun " Kızılbaş Alevilikte YOL ERKAN MEYDAN" Adlı kitabının 57. sayfasında, Hakk-Muhammed-Ali başlığı altında
" Ali " kavramı Kızılbaş Alevilik, felsefi ve inançsal söyleminde nasıl anlamlandırıyor ona bir bakalım:" dedikten sonra şu nefesi veriyor:
Gerçeğe Hü!...
Tutum aynayı yüzüme
Ali göründü gözüme
nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme
Adem baba Havva ile
Hem allemi'l esma ile
çarh-ı felek sema ile
Ali göründü gözüme
Hazreti Nuh nebiyullah
Hem İbrahim Halilullah
Sina'daki kelamullah
Ali göründü gözüme
İsa'yı ruhallah odur
iki alemde şah odur
müminlere penah odur
Ali göründü gözüme
Ali evvel Ali Ahir
Ali batın Ali zahir
Aili tayyib Ali tahir
Aili göründü gözüme
Ali candır Ali canan
Ali dindir Ali İman
Ali rahim Ali rahman
Ali göründü gözüme.
Bu nefeste altını çizdiğim satırlar Arap Aleviliği felsefesinin temel taşlarıdır. Daha önce söz ettim. Alevilik evrimcidir diye. Tüm peygamberler ve uygarlıklar aklın, mananın algısının evrimini anlatırlar. Durağan bir inanç olmayan Alevilik, Muhammediye doruğunun evrimini önceki uygarlık süreçleri, dorukları üzerinde yükselen diye tanımlar. Durukları da tek tek tanımlarken kullandığı üçleme bulunmaktadır; Mana(akıl), İsim(hicap) ve Bap (giriş), ilk adım yeri anlamında) . Bu üçleme Muhammediye doruğunda (kıbbe el muhammediye), Ali, Muhammed, Selman'la simgeleştirilir.
Yukarda ki nefeste yer alan Ali tarif bu felsefi çizelgeye ve onun işaret etmek istediği manayla tam bir uyumluluk bulunuyor. Bu uyumluluğun cümle kuruluşunda da aynıyla olması çok ilginçtir. Nefeste altını çizdiğim satırları bir Arap Alevi şeyhine okusanız, sizi batini ayetleri bilen bir alevi olarak algılar ve amcanızın kim olduğunu sorar ( Amca dini öğreten, seçilmiş onaylanmış kişidir. Öğrencinin ailesi de Amcanın ailesi olacaktır, öğrenimini onların evinde onların oğlu olarak görecektir. Bu noktada Hamza Aksüt'ün verdiği kısa bilgilerin çoğu doğrudur)…
Mihrac Ural - 15 Ağustos 2009
II. Yayını 5 Aralık 2011 (10 Muharrem 1433)
“Hiç kimse ne dövünsün ne de aramızdan ayrıldı diye yas tutsun. Hz. Hüseyn ölümsüzdür.
O Allah katına Hz. İsa gibi yükseltilendir,
O, yeryüzündeki her bir Alevi’de tüm canlılığıyla yaşayandır.”
(Arap Aleviliğinde Kerbela algısı Mihrac Ural )
“Hz. Hüseyn’in öldüğünü iddia eden lanetlidir” (Mecmu el Ayad s:147)
Mihrac Ural - 5 Aralık 2011 Kerbela anısına (10 Muharrem 1433) II. Yayım
Bu yazı üç yıl önce Değerli dostum Hasan Harmancı’yla yaptığım bir sohbet yazışmasıdır. Konu, Arap Aleviliğinin, Hz Hüsey’nin şehit edildiği Kerbela ağlısıyla ilgili. Bu sohbet Anadolu Aleviliğiyle Arap Aleviliğinin kök birliğine ilişkin tespitleriyle de esasında bölgemizin inanç algı birliğine önemli göndermeler taşımaktadır. Ayrıca, İslam tarihinde insana, doğaya, inanca bakışta bölgemizin alameti farikasını belirlemek açısından da önem taşıyor. Bunun da ötesinde bölgemizde gelişen olaylar dolaysıyla, özellikle kuzey Afrika Arap İslam ülkelerinde cehenneme çevrilen süreçler, “Arap Baharı” adıyla halkın haklı talepleri üzerine oturarak komploya dönüştüren, kanlı tabloları yaratan, Amerika’nın onayını almış İslami partilerin iktidara gelişi, bu tür inanç algısı sohbetlerini daha da önemli hale getiriyor. İnanç algıları üzerine yazılarımıza yoğunluk veremizin de nedeni budur. İşin daha da ilginç yanı ise, Suriye’de yüz yüze gelen ve tüm makalelerimizde ısrarla belirtemeye çalıştığımız evrensel güçlerin karşı karşıya gelişi, bu ilgiye çok daha anlamlı bir boyut vermektedir.
Bu açıdan http://mirural.blogspot.com/ adresindeki blogumun şiarını, “ne etnik ne sınıfsal ne de inançsal etkiler altında kalmadan özgürlük ve demokrasi mücadelesini yürüteceğiz” diye belirledim. Bu belirlemeye sadık kalarak inanç algılarını, günün siyasal gelişmeleri ışığında önemsemeyi, gericiliğe karşı bir barikat oluşturmak üzere ele almayı gerekli görüyorum.
Bölgemiz inanç algılarının, dini, İslam’ı insanlığa karşı bir silah olarak kullanmak isteyen, siyasallaştıran, tanrı ile insan arasındaki ilişkiden koparak vekaleti nereden alınmış belli olmayan bir iktidar silahı haline getirmek isteyen anlayışlara karşı bir duruşu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bu inanç algısının Alevilik olduğunu görmezden gelmek büyük bir hatadır diyorum. Buyurun bu sohbeti birlikte izleyelim…
Mihrac Ural - 13 Ağustos 2009 / I. Yayım
Hasan Harmancı (HH) - Mihrac Ural (MU) olarak kısaltılmıştır.
HH:
“ …daha önce de konuşmuştuk. ben kerbela ile ilgili kitabımın sonuna geldim. ancak suriye ve genel olarak güney alevilerinin uygulamaları kısmını açık bıraktım. …bana muharrem uygulamaları ve aşure konusunda kısa da olsa biraz bilgi yazar mısınız.
şu sorularımı yanıtlaman ve benim göremediğim bazı ayrıntıları dile getirmeni isteyeceğim.. muharrem bir takvime bağlı olarak mı başlar. “
MU:
10 Muharrem H:61 Cuma günü ( Miladi 10 Ekim 680) Kerbela katliamı, Alevilerde önemli günlerden biridir. Bu gün 80 aşkın bayram, gece ve önemli gün içinde en önemliler arasındadır. Her kameri yılın 10 muharrem gününde anması yapılır. Bu güne zikra (anma) denir. Bu sene (2009) Aralık ayının son haftasına denk gelen 10 muharrem (29 Aralık 2009), kameri ayların, yıl içindeki döngüsünü takip ederek geriye gün sayar. Bu durumda 10 Muharrem, gelecek yıl 16 Aralık 2010 tarihinde anılacaktır.
HH:
“muharremde oruç var mı. varsa kaç gün. ne amaçla tutuluyor. örneğin Türkiye’de 12 gün tutanda var, 15 gün tutanda var.”
MU:
Arap Alevilerinde muharrem orucu olarak belirlenmiş kesin ve zorunlu bir oruç yoktur. Ancak bu günün arifesinde ya da en az üç gün önceden tercihli olarak tutulan oruçlar olur. Bu günle ilgili olarak, oruç zorunluluğunun olmaması olayı, Kerbela’da Hz. Hüseyn’in (625-682) katledildiği anlamının çıkabileceği kaygısına dayanır; Hz. Hüseyn’in katledildiğine inanmazlar, “O Hz. İsa gibi Allah katına çıkartılmıştır” derler.
Aleviler 10 muharremi, Hz Hüseyn’in aralarından ayrılmasına yaslı olsalar da, bunu bir katlin ardından yapılan yas olarak görmezler. Özenle bundan kaçınırlar. Bu gün Hz. Hüseynin katledildiğini iddia etmeyi de çok olumsuz olarak karşılarlar. Bu kaygıyı taşıyan aleviler, Hz. Hüseyn ve ehlibeytinin katledilişinden dolayı katillerin ve onların tabalarının sevinmemeleri gerektiğini dile getirirler. Bu nedenle yası ifade edecek hiçbir davranışta bulunmazlar. Ancak bunun daha derin ve farklı bir Batıni açıklamasını yaparlar.
Arap Alevilerinde Kerbela algısı, ne İslam’ın Sünni mezheplerince ne de Şiiliğin kabul ettiği yaklaşımla ilgili değildir.
Bilindiği gibi Kerbela olayın tarihi açıdan algısı, Hz. Peygamberin torunu hilafet konusunda destekleneceği üzerine Küfe halkının yaptığı çağrıya gidişi ve Yezit ordularının Kerbela denilen mevkide onları kuşatarak, aç ve susuz azap içinde bırakıp katletmesidir.
Ancak Aleviler bu algıyı hiçbir şekilde benimsemezler.
Aleviler, böylesi resmi tarih önermelerini “zahiri” olarak görürler. Öğretilerinin her şeyde batini bir öz (mana) aramaya yönelik algılarıyla da bu olaylarda gerçeğin farklı olduğunu dile getirirler.
Bir kısım Sünni eğilimlerde ve Şiiliğin temel öğretilerinde Kerbela hadisesinin bir katliam olduğu ve dolaysıyla yaslı bir anmayı gerektirdiği kanısı bilinmektedir. Şiilikte bu algı, dünyasal bir intikam ölçeğinde yaslı anmalara sahne olduğu da bilinmektedir.
10 Muharremin büyük acılarla, ünleme, ağlama, saç ve baş yolma, zincirle sırta vurup kanlara bulanma gibi ritüellerle anılmasına karşı Arap Alevilerinde hiçbir yas belirtisinin olmaması bundandır. Dünyaya ve olaylara farklı bir yerden bakan Arap Alevileri, Kuran tefsirinde de aynı yolu izler; Kuran ayetlerinin selefi (Hanbeli) tarzı lafzına değil, özüne, manasına, batındaki mesajına önem verirler.
Arap Alevileri ile Şiilik arasında en belirgin ayrımlardan biri de Kerbela olayını algılamadaki farklılıktır. Şiiliğin dünyasal intikam algısı ve ritüelleri, mezhebin kendi iç düzenlenişi ve toparlanışının gereklerini yerine getirir. Bu bir ölçüye kadar Arap-Fars ilişki ve çelişkisiyle de açıklandığı bilinmektedir.
Arap Alevilerinin böyle bir çabası ve duruşları yoktur. Arap-Fars ulusal ilişki ve çelişkilerinin dini boyutunda Arap Alevilerinin tutumsuz olması bir ölçüye kadar milliyetçi tutkularının çok zayıf olmasıyla da açıklanabilir. Arap Alevileri, Kendilerine Arap demekten çok Alevi denmesini tercih ederler, Arap kelimesinden de Sünni Arapları kastederler; Hatay yöresinde bu algı, her iki mezhepten Arap halkının yoğun ilişki içinde olmaları dolaysıyla çok daha belirgindir.
Arap Alevileri Kerbela olayına batini kaynaklarında olduğu kadar zahiri davranışlarında da Hz. Hüseyn’in ölmediği, öldürülemeyeceği, tıpkı İsa’nın gökyüzüne Allah katına yükseltildiği gibi yükseltildiği yönündeki kanaatlerini belirtiler; “Muhammediye doruğunda Hz. Hüseyn = Hz.İsa’dır” (Bayramlar Ansiklopedisi- Batini bir kitaptır bn.) söylemi bir yandan evrim hareketinin devamlılığını diğer yandan mananın ölümsüzlüğünü dile getirir.
Bu nedenle Hz. Hüseyin ölümsüzdür, yaşayan her bir Alevi’de yaşamaya devam eden bir “Mana”dır (gerçek, gerçeğin ifadesi, özü). Hazreti Hüseyn’in tanrı katına yükselişiyle manalaşması ardından Hz. Ali Zeynel Abiddin onun yerine “hicap” olmuştur. ( örten, kapatan, gerçeği içinde taşıyan bu anlamıyla gerçeğin örtüsü olan). Bu mantık gereği, Hicap göklere yükselince “mana” olur ve örtü (hicap) özelliği biter. Yerine gelen hicap olur.
Mana olma olayı, çoğu kez Alevileri imam Hz.Ali’yi tanrı yerine koydukları suçlamasına maruz bırakmıştır.
Oysa sözü edilen şey, gerçeğin özü, manası olmaktır. İnsan donunda gelmekle de bilginin kaynağı, gerçeğin aklı olmaktır. Bu yaklaşım vahdeti vücutçuların yaklaşımıyla belli bir noktada kesişse de aynısı değildir. Hz. Ali, Allahın sözü, doğruluğu gösteren yeryüzündeki tecellisi olarak da algılanır; “mana” tamamıyla bu yaklaşıma denk düşer.
Bu yanıyla tanrı anlayışının Arap Aleviliğinde bu günün bilimsel verileriyle ve argümanlarıyla ifade edecek olursak, maddenin varlığı, gerçeğin özü olma, maddi dünyanın yer, zaman ve mekanda bulunan özünü temsil eden varlık olarak algılandığı görülür.
Bu bir soyutlama yöntemidir.
Ormanın ağaçla, on binlerce çeşit ağacın, ağaç sıfatıyla ifade edilmesi gibi. Bu nedenle ölümsüzlük özle ilgilidir; somut bir insan ölebilir, Ali, Ahmet, Mehmet ölebilir, ancak gerçeğin özü ölümsüzdür. Ali “don”unda, Hüseyn donunda insanlık için bir akıl ve gerçeğin bilgisi olan varlıklar ölümsüzdür. Öldü görülen özü taşıyan kabuktur, vücuttur.
Bu konu da Kerbela hadisesi şöyle sahnelenir, Hz. Hüseyni öldürmeye gelen Şummar bin Zielcevşan’nın gözüne Hanzala bin Saad el Şabami hz. Hüseyn olarak görünür ve katledilir. Hz. Hüseyn de tanrı katına yükseltilir. Hanzala, Hz. Hüseyn döneminin üç lanetliden, üçüncüsüdür (Her mana’nın bir dönemi ve o dönemde üç lanetli bulunur, Hz Muhammed döneminde lanetli üçlü ise bilinmektedir).
Hz. İsa’nın çarmıha gerilişiyle ilgili Kuran’da geçen “ Va kavlahum enna katanla el Mesih ibin Meryam Resul Allah, ma kataluh ve ma salasbuh va lakin şubbihalahom…”
“Biz Allahın elçisi, Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demelerinden ötürü (kendilerini yıldırım çarptı) Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat (öldürdükleri) onlara, (İsa’ya) benzer gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu yakinen öldürmediler (onu öldürdüklerini kesinlikle bilmediler) (Nisa süresi 157. Ayet) devamla da
“Hayır, Allah onu kendisine yükseltti. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa süresi, 158. Ayet)
Bu yaklaşım, bana gen üzerine geliştirilen teorileri hatırlatır. Bu noktada sadece dikkat çekmekle sınırlı bir müdahalem olacak;
DNA’nın keşfiyle Nobel ödülüne layık görülen (Fracis Crick ve James D. Watson. 1953 ) tezlerini, Alevilerin 1400 yıl önceden bildiği gibi komik bir iddiada bulunmayacağım.
Böylesi iddiaların hurafe olduğuna, bilimsel hiçbir değeri olmadığına inanıyorum.
Francis Crick gibi “din geçmiş kuşaklara ait bir hata idi” ( Bilim ve teknik yayınları, “İkili Sarmal”. S:46) demeyeceğim; hiçbir düşüncenin yoktan var olamayacağını var olmuşsa yok edilemeyeceği ancak dönüştürülebileceğini düşünüyorum.
Bu kanaatimi, dini de içeren bir sonuca götürüyorum. İnsanoğlunun felsefe araştırmalarında ve söylemlerinde gerçeği ararken ortaya attığı paradigmaların olağan üstü soyut olmalarından dolayı, her çağ için ve her yeni buluş için uyarlanabilirliği, dini söylemlerin bu gün de yarında ve daha uzun bir süre yaşayabilmesine olanak tanımaktadır. Her soyutlama her zaman için uyacağı bir somut vakıa bulabilir. Dinin ayetlerini de bu açıdan sürekli tefsir ve farklı dönemlere uyarlamanın sınırı olmaz. Din adamları bunu ustalıkla olumsuz yönde kullanarak dini afyonlaştırmaya çalışırlar.
Bu ters yüz etmek mümkün diye düşünürüm. Dinin tamamen dünyasal olan ve insan ilişkilerinden kaynaklanmış olduğu kesin olan, vahiyle ilgisiz olduğu da çok açık olan, ayetleri arasında insan erdemlerine işaret sayılabilecekleri değerlendirmek yanlış değildir. Bu tür ayetler insan emeklerinin soyutlamalarıdır ve tamamen insanı ilişkilerden üremektedir, bu tür ayetlerin bende hayranlık uyandırdığını dile getireceğim.
Bu açıdan Alevilerin, mana (akıl, öz), hicap (isim), bap gibi temel argümanlarında işaret edilen soyutlamaların dün gibi, bu gün için de somutu tanımlarken değerlendirilebilir diye düşünüyorum.
Gen ve Alevilerin ölümsüz “Mana (öz, akıl)” dedikleri soyut varlık benzerliği üzerine vereceğim örnekleme, teşbihte hata olmaz deyişine sığınacaktır.
Bu teşbih, ne bitip tükenmeyen Kuran tefsirlerinin her çağ ve zamana uydurulma çabasıdır ne de Alevilerin kadim zamandan beri ellerinde bir evren çözümleyici tez olduğu iddiasıdır.
Gen ve Alevilik algısıyla ilgili teşbihin önemi, Alevi aklının açılımcılığı, evrimciliği, yeniyi varlığın kesintisiz döngüsüyle içselleştirmesinden kaynaklanın ilericiğine bir işaret sayılmalıdır.
Aleviliğin, şeriatın musalla taşında donup kalmış mevta hallerine prim vermeden, yaşamı hareketin ölümsüzlüğüyle kavradığına bir gönderme olarak dile getireceğim.
Gen, “ikili sarmal”, “ölümsüz sarmal”dan oluşan, “hayatın özü”dür ( TUBİTAK yayınları, James D. Watson, İkili Sarmal. S:142).
“Mükemmel biyolojik ilke; genin kendi kendini çoğaltabilmesi, yani hücre bölünmesi sırasında kromozom sayısı iki katına çıktığında kendi kendisinin ikinci bir kopyasını çıkartabilmesi yeteneğiydi.” (Age. s:90)
“Genler ölümsüzdür, daha doğrusu ölümsüz yakıştırmasına yaklaşabilen genetik varlıklardır” ( TUBİTAK Yayınları, Richard Dawkins, Gen Bencildir. S:62)
“Genler jeolojik zamanın yerleşik sahipleridir. Genler Ölümsüzdür” (Age. s:64)
Genler üzerine bu kısa aktarımdan sonra varmak istediğim vurgu cümlesi ise şudur;
“Bir beden, genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçlarıdır” (Age.s:45)
Beden, vücut, Anadolu Aleviliğindeki “don” sadece görünen, zahiri olandır. Arap Alevilerindeki hicap olayıdır. Örtüdür, “saklama aracı”dır. Ölümlüdür ve sık sık değişilendir. Ancak mana, öz, gerçek değişik donlarda görünse de, saklanma araçları, örtüsü (hicap) farklı olsa da ölümsüzdür, kendini çoğaltan ve bir sonraki kuşağa taşıyabilendir (“replikasyon”, kopileme)
Bu biyolojik mevzu soyutladığında, elde edeceğimiz formül, her zaman ve her mekan için geçerli bir felsefi ilke olur.
Alevilerin açık görüşlülüğü, ileriye bakışları, analitik düşünme çabaları yüzyıllar önceden felsefi görüşlerini oluştururken yaptıkları soyutlamalar onlara böylesine önemli yaklaşımları yapabilme olanağı sağlamıştır.
Aleviler ne DNA üzerinde ne de buna benzer bir bilimsel araştırma içinde olmadılar, ellerinde bulunan felsefi ilkeler, soyutlamalar, dünyayı kavrama çabalarının açık zihinlerle ulaşılan verileridir. Bu verileri taşıyan toplumsal akıllarıyla da yaşadıkları ortama ruh verirler, özgürlük verirler. Bunu dile getirmek için böylesine ilgisiz bir örneği ilgili kılmaya çalıştım.
Sonuç itibariyle demem o ki, Aleviler “mana”nın ölümsüzlüğüne inanırlar. Bundan dolayı da yeryüzünün hiçbir kudreti, özü, manayı öldüremez.
Hz. Hüseyn’in Kerbela’da öldürülmediği algısı, Alevilerin doğruları arkasında tutarlı duruşlarıyla ilgilidir.
Her topluluğun doğruları tartışma götürür özeliktedir: ancak kendi doğruları arkasında tutarlı durmak gerçekçi bir tez ortaya atmaktır. Tarihte tezleri tez yapan da budur; tarihin her kesitini ortaya koyduğu paradigmalarıyla izah edebilmesidir. Marksistler bunu sınıf mücadelesiyle açıklar, nasyonalistler bunu milletlerin rekabeti, savaşıyla açıklarlar, kimisi de tanrının emriyle açıklar. Aleviler bunu, evrimle açıklar ve her uygarlık sıçramasında mana hicap ve bap üçlemesini arar onunla da her kesiti somut bir değerlendirmeye tutarlar. Reankarnasyon olayı da tam burada anlam bulur; insan tekamül etmek üzere yeryüzüne defalarca gelir. Her defası önceki dönemin olumlu ve olumsuzluğuyla ölçülen bir ilahi adalet terazisindeki puanlarına bağlı olarak ya yükselen, mükemmele doğru giden bir insan ya da “alt türler”e indirilen bir yaratık olur.
Kimi araştırmacılar, insanın bir kez yeryüzüne gelmesiyle tanrısal adaletin sağlanamayacağını iddia edeler. Alevilerin algısındaki tanrı, zulmeden, şerri yaratıp insanlığı şerre bulaştığı için yargılayan, ceberut bir güç değildir. Seven, koruyan, tolerans tanıyan, bağışlayan, fırsat veren olarak algılarlar; korkulan değil sevilen doğruyu gösterdiği için uyulması gereken olarak algılarlar. Bu nedenle de, tanrı kaçınılmaz olarak insan ruhunu yer yüzene birden çok kez getirerek onu yeni sınav hakkıyla ödüllendirir diye reankarnasyona inanırlar. Bu tür hadiselerin de sık sık Arap Alevilerinin yerleşim yörelerinde vuku bulması, bu algının atmosferiyle doğru orantılıdır, diyeceğim.
Arap Alevilerinin 10 Muharrem duruşlarını belirleyen bu yaklaşım batini felsefelerinin özünü oluşturur.
Onlar bu doğrularının arkasında sıkıca duruyorlar. Hz Hüseyn Kerbela’da ölmedi tanrı katına yükseltildi, dolaysıyla Kerbela hadisesinde yas tutmak günah kadar olumsuz görülür. Bunu zahiri olarak belli etmeseler de, Kerbela konusu geçtiğinde katliamdan, ölüm ve azaptan söz etseler de, Yezit ordularının zulmünden söz etseler de Hz. Hüseyn üzerine ölümün vuku bulduğunu kabul etmezler. Yezid’in ordularının bunu gerçekleştirmekten aciz olduğunu dile getirirler. Mana ölmez, ölen onun hicabıdır, örtüsüdür, vücut denilen taşıyıcısıdır.
Bu algı, doğal olarak ölüm, intikam, yas gibi argümanları ve patrik işlevlerini içselleştirmez. Dolaysıyla Arap Alevileri için ölümsüz Hüseyin her bir Alevi’de yaşar. Ölümsüzün intikamı olmaz. Tersi davranış Hz. Hüseyn’in Kerbela’da ölümünü teslim etmiş olur.
Konu batini ölçekte, birçok mersiyeyle de izah edilmeye çalışılır. Şiirin sihirli kelimeleri, derin ve anlamlı sözleri bir felsefi soyutlama olarak Kerbela hadisesini işler.
Batini kitaplardan buraya aktarma yapmam benim de onaylamış olduğum topluluk sözleşmesine aykırı olacağı kaygısıyla sadece şunu söyleyebilirim. Mecmu el Ayad (Bayramlar Ansiklopedisi) adını taşıyan ve Alevilerin tüm kutsal günlerin detaylı açıklamasına yapan bu Batini kitabın 147. sayfasında, “Hz. Hüseyn’in öldüğünü iddia eden lanetlidir” der.
HH:
“..muharremden önce veya sonra cem yapılıyor mu..oruç günlerinde ne tür yasaklar bulunmaktadır. oruç türkilede şöyle başlar: akşamdan yemek yenin ve bir sonraki akşama kadar. yani 24 saat üzerinden..ilk günler iş yapılmaz, yıkanılmaz, traş olunmaz müzik dinlenilmez, yemeklerde su içilmez, cinsel ilişki olmaz et yemekleri yapılmaz vs.. bu yönde olan veya ekleyebileceğin uygulama var mı... kadınlar oruç tutar mı...”
MU:
10 Muharrem arifesi ve gününde kimse iş tutmaz, cinsel ilişkide bulunmaz ( bu her bayram ve arifesi için geçerlidir), çamaşır yıkamaz, tıraş olmaz, tırnak kesmez, önceden yıkanmış olmak zorunluluğuyla kimse o günün arifesinde ve günüde yıkanmaz vb.
Kadınlar oruç tutmak isterlerse tutarlar, bu konuda erkekler üzerine olan hüküm onlar için de geçerlidir. Her ne kadar Arap Aleviliğinde “Sır”ın ifşa edilebileceği kaygısıyla, ortaçağların tüm istila ve saldırılarında erkekler kılıçtan geçince, kadınların köle ve cariye olarak satıldıkları, ganimet diye paylaşıldığı ve eziyet görerek sırrı ibah (ifşa) etme durumunda kalacakları kaygısıyla kadına sır (düstur, batını ibadet sırrı) verilmezse de konun batini başka bir yanı daha var.
“Manaya biat edilirken kadın kararsızlık gösterdiği için ona büyük sırrın verilmeyeceği” kararlaştırılmıştır; bu algının çok eski kültlerde de kadına hayz döneminde ve doğum sonrası lahusa döneminde şer güçlerden arınma sürecinde gördüğü ötekileştirme konumuyla da ilgilidir. Buna karşın Arap Alevi kadını belki yeryüzünde ibadetini en çok ve en ısrarla yerine getirendir. İbadet, fiziki hareketlerin yapıldığı ve adına namaz denilen şey değildir (Kuran’da sala hiçbir zaman camilerde yapılan fiziki hareketler için söylenmemiştir. Sala duadır, Allah’la kul arasındaki bir çeşit iletişimdir). Alevi kadını bu anlamıyla gerçek İbadette, bitip tükenmez bir kararlılıkla, bitip tükenmez irili ufaklı adaklar adayarak, dualarını eksik etmeyerek bağlıdır. Alevi kadını buyanıyla, erkeğin bilinen bir takvime bağlı olan günlerde yaptığı ibadete göre günü birlik, anı anına ibadetini yerine getirir ve kendisinden sır diye saklananları, en az erkekler kadar bilmesine rağmen, bilmemezlikten gelerek erkek kadar bu sır öğelerine bağlı olarak ibadet yapar.
Buna rağmen, 10 Muharremde kadın zahiri sınırlar çerçevesinde, Kuran sınırları çerçevesinde ayet, süre okur ve dua eder; bu dualar arasında daha çok evliyalara, türbelere, Hz. Ali ve ehlibeyte, Hz Hıdır aleyhisselama ve yörelerinde bulanın zahitlere, velilere tanrı katında temizliği üzerinde şüphe olmayanların adları okunarak, onlardan tanrı katından dertlerine çare bulma taleplerine şahit kılınırlar.
Bu konu çok önemlidir, üzerinde kısaca durum Arap Alevilerinde türbe ilgisinin mahiyetini anlamak gerek.
Türbeler, ziyaretler, Arap Alevilerinde çok büyük kutsiyete sahiptirler. Bu kutsallık çoğu kez ve özellikle şoven mezhep çevreler tarafından “taşa tapma, sandukaya tapma gibi, Allaha mahsus rahmet ve şefaatin o türbelerden dilendiği” lanse ediliri.
Oysa, türbeler veliler, sadece ve sadece tanrı katından edilecek talep ve aranacak rahmet için, inancın zirvesinde, arınmışlığın doruğunda olmaları nedeniyle şahit gösterilirler; yani tanrı indinde kendini yanlış ve suçlu gören duacı, o türbedeki veliyi sözlerine şahit olarak Allaha sunar ve ondan dileğini diler. Sosyal-ekonomik yaşamda da olduğu gibi, talebimizi yerine getirebilecek kişiye çevremizde sözü dinlenen, temiz ve dürüst olan birini şahit göstermek gibidir.
Dolaysıyla 10 muharrem günü duaları da bu içerikte dualardır ve derin anlam mahiyeti itibariyle de bu biçimdedir.
HH:
“oruç günlerinde ayrıca mersiye okunmaları, kuran okunmaları vs. gibi uygulamalar var mı.. aşure ne zaman başlar..aşureye neler katılır. nasıl pişirilir. kimler pişiriri.
bu dönemde kerbelaya gidilir mi..özel oyunlar veya düzenlemeler yapılır mı..
gidilen özel yerler var mı..”
MU:
Mersiye okuma olayı üzerinde şöyle bir bilgi vermek isterim ki, bana göre Alevilerin ortak yanlarından ve uzak geçmişteki kök birliklerinden biri de mersiyelerdir. Mersiye geleneğinin çok tanrılı dinlerden önce de olduğu ve ibadetlerde değerlendirildiği göz önünü alınırsa, bu yanıyla Alevilik çok önemli bir miras taşıyıcısı sayılmalıdır. Alevi evrimciliği, akıl ve söz üzerinde yürümektedir demek yanlış olmayacaktır.
Evet, Arap Alevilerinin müziksiz namaz ve dua ritüeli olan her Cemde (Cem’in sonuna ayın harfini koyarsanız Arapçada bildiğimiz toplanma anlamına gelir ki, Cem kelimesi bundan başka bir anlama sahip değildir.) mutlaka Şeyh eddin Hüseyn bin Hamadan el Hasibinin (keddes Allahu sırru) mersiyeleri okunur. Bu mersiyelerde derin mana inançları ve izahları yer alır. Bağlılıklar, yeminler ve yüceltmeler yapılır. Topluca terennüm edilen bu mersiyeler, Anadolu Aleviliğinin nefesleri gibidir, kimi açıklamaların batini verileri de bu dizeler arasında yer alır. Anadolu Aleviliğinde büyük bir kısmı saz (müzik) eşliğinde mersiyelerle geçen ibadet Arap Aleviliğinde hitam (bağlama, sonuçlandırma) kısmında topluca okunarak icra edilir.
Her bayramda, kutsal gün ve gecede mutlaka tekrar edilir. Arap Alevilerinin bayramlar dizini bile Bu inancın tarihin kadim inanç miraslarını içselleştirip onların bir sentezi olduğunu gösterir.
Alevilerin bayramları Arabi, Farisi Rumi diye ayrıştırılır. Bu bayramların bir kısmı kameri aya bağlıdır, dolaysıyla her yıl 13 gün gerileyen hareketleriyle kutlanırlar, Rumiler ise eski takvime göre 13 günlük farkla sabit olmak üzere kutlanırlar. Birçok Hıristiyan bayramı, İslam’ın kabul sınırlarında olacak şekilde birer Alevi bayramı olarak kutlanır. Kutlama tarihlerinin Rumi takvime göre yapılması ise Şark kilisesinin takvimine göre hareketi gösterir. Bunları içinde Kiddas, Barbra yortusu, Meryem ana yortusu, Salip bayramı, Muazzam Cuma (Hz. İsa’nın göğe yükseliş günü), Şanini yortusu vb… bayramlar 10 muharrem yanı sıra Kurban Bayramı ve Ramazan bayramıyla birlikte Alevilerin temel bayramları arasında yer alır.
Bu tabloda anlaşılması gereken şey Aleviler, yaşadıkları toprakların yerli halkı olduğu, üzerlerine gelip siyasal egemenlik kuran inanç ve kültür yapılanmalarını içselleştirerek, anavatan haline getirdikleri bu topraklarda, bu güne dek tutunmayı başardıklarıdır.
Bütün bu bayramların Ceminde (ibadetinde) Kuran temel kitaptır. İbadetin temel kaynağı ve okumaları Kurandır. Kurandan Ayetler ve sureler okunur. Yer yer okunan her ayetin batini anlamı açıklanarak topluluğu inancın temel felsefi yaklaşımları aktarılır. Bu yanıyla Kuran’ın zahiri ve Batıni yanları bir arada sunulur.
Kuranın her ayeti ve suresinin ayrı bir yoruma tabi olması, malum tefsir anlamında bir yönelim değildir. Bu yaklaşım tefsirden içerik ve biçim açısından köklüce farklıdır. Her bir kelimenin ifade ettiği ayrı bir açıklamayı içeren anlamında ayrı bir manayla ilgilidir. Ancak Kurana yaklaşımın merkezinde ehlibeytin yüceltilmesi çabası egemendir.
Satırlarımın sonunda özellikle Alevilerin zahiri ve batini bir arada sürdürme çabaları olduğundan söz edeceğim. Bu çaba çoğu kez, Arap Alevilerini “utangaç Sünnilik” olarak yorumlayan Anadolu Alevilerinin eleştirilerine haklılık verir gibidir. Ancak hiç alakası olmadığını hemen belirteyim. Bu söylemlerin bir ucu Aleviliği bölme çabalarına dayanır ve kaynaklarına dikkat gerektirir. Alevilik, dil, alan, etnik nedenlerle kazandığı zenginliğe rağmen insanı, yaşamı, doğayı, evreni algılamada ortak parametrelerle birdir.
Takkiyecilik, zulmün olduğu her yerde, bir varoluş, yaşamı ikame refleksidir denilebilir. Doğada her varlık bu yönteme başvurabilir. Alevilerde buna benzer refleksler olduğunu samimiyetle belirtmeliyim. Bu yanıyla Zahir, o kadar sıkı bir elbise olarak giyilir ki özü hep örter ve dıştan bakılınca da algı bu zahir üzerinde yoğunlaşır.
Kuran tefsirlerine baktığımızda ise, bunu çok daha iyi anlarız. Her ne kadar Şiilikte de çok derin batini kuran tefsirleri olduğu bilinse de aynıyla Sünni mezheplerin tümünde (Hambelilik nispeten hariç tutulabilir, zira bu mezhep kuranı lafzi olarak ele almayan her yaklaşımı şirk koşuyor diye katli vacip ilan eder) de batini yorumlara rastlanır; kimisi Ömer’in ya da Ebu Bekir’in tanrı olduğunu, kuran ayetleriyle açıklama çabaları, alternatif Kuran gibi alternatif süreler ve ayetler ürettikleri de bilinen bir gerçektir; benim elime “Kadadis Ebu Bekir” diye 9 Süre’den oluşan bir Ebu Bekir’i tanrılaştıran metin geçmiştir: Hala arşivimdedir.
Son olarak, oruç konusunda Arap Alevilerinin batini algısını sizinle paylaşacağım.
Arap Alevilerinin her bayramında, ritüelin bir parçası olarak mayasız üzüm suyu, büyük bir kapta tütsülendikten ve kutsandıktan sonra üç bardakla, cemdeki insanlara içmeleri için tevzi edilir ve içilir. (bu Anadolu’nun kırklar meclisindeki üzüm tanesinin herkese eşit olarak paylaşılmasını çağrıştırır). Ramazan ayında, sözde oruç tutulduğu zahiri söylemine aykırı olarak bu içimle orucun bozulduğu yönünde yapılan itiraz ya da sorulara batini cevap olarak şu söylenir; “bizim orucumuz sırrımızın saklanmasıdır, orucumuzun açılması ise bilgelerin huzurunda, sırı bilen talip ortamında ibadet ederken açıklanmasıdır.”
Sanırım bu açıklama, bir dizi soruya da en iyi cevaptır.
HH:
okunan dua imamlar veya mersiyelerden bir kaç örnek verebilir misin.
MU: 10 muharrem için okunan çok mersiye var. Bunları tercüme etmek ve toplum sözleşmeme aykırı olmamak koşuluyla iletmem mümkündür. Bunu da sonra ileteceğim.
Bu mersiyeler aynıyla Anadolu ozanlarınca, bilgelerince kelime kelime tekrar edildiğini belirteceğim. Öylesine benzerlik var ki sanki aynı kelemden çıkmış gibi felsefi tezler olarak şiirleştirilmiştir.
Kul Himmet’in şu şiiri Arap Alevilerinin temel inanç zeminidir:
“Yerde insan gökte melek yok iken / Kudretten bir nur idi süzüldü
Cümle mahluk kandildeki nur iken / Ayn Ali mim Muhammet yazıldı”
Nice yüz bin kandilde durdun / Ata’nın belinden mâder’e geldin
Anın için halkı gûman’a saldın / Bin bir dondan baş gösterdin ya Ali”
Viran’ın şu şiiri de aynı;
Virani’yem niyazım var üstâza
Elinde Zülfikâr ol ehli gazâ
Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza
Bir bilmişim mürşidimdir eyvallah
Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza
Biz bir bildik, dedik, Allah, eyvallah
Bir başka entresan veri şu, altta okuyacağınız nefes, Arap Alevilerinin ibadetinde yer alan 16 Süreden biridir. Aynıyla öyledir. Bu bile ortak kök için önemli bir belge niteliğindedir.
DÜVAZ İMAM
Selevattan indi nişan
Muhammet ehli dindir
Deyverin ey sofular
Evvelki imamınız kimdir:
Birincisi İmam Ali
İkincisi İmam Hasan
Üçüncüsü İmam Hüseyin
Dördüncüsü İmam Zeynel
Beşincisi İmam Bakır
Altıncısı İmam Cafer
Yedincisi Musa’yı Kazım
Sekizincisi İrizayı Haldır
Dokuzuncusu Muhammet Tağı
Onuncusu Ali’yel (Ali gel) Nağı
On birincisi Hasan Ali Askeri
On ikincisi Mehtiyi sahip zaman
Derviş Alim bakışına
(Şiirler Rıza Aydın’ın “KAYMAKTA DERLEDİĞİM ŞİİRLER ÜZERİNE KISA NOTLAR”
Yazısından alınmıştır.)
Buna benzer o kadar çok nefes var ki, bunların temel kurgusunda Hz. Aliyi yüceltme, onu tanrının yer yüzündeki ifadesi olarak görmeye kadar uzanır. Bütün bunlar Aleviliğin (Şiilikten çok farklı olarak) inanç paradigmalarının ortaklığına işaret eder.
HH:
“bu yazdığım soru ve örneklemeler anadolununu bazı yörelerindeki uygulamalar. sizde nasıl uygulamalar olduğunu bilmediğimi ve buna ihtiyacım olduğunu belirtmek isterim..
bu vereceğin bilgilerden dolayı kaynak kullanmamı veya isim belirkmemi isteyip istemediğini de belirtmeni istiyorum. Sevgilerimle, aşk ile”
MU:
Değerli Hasan candost,
Satırlarımı burada noktalarken sohbetimizin henüz başlangıç noktasında olduğumuzu beyan etmek isterim. 1100 yıllık yazım birikimlerinin bir satırlık kısmını dahi aktardığım söylenemez. Sizin de dikkatini çekeceği gibi, kendi yorumumu da arada vermekteyim. Bana göre, Aleviliğin bu ilk yazımları, tüm Alevilerin ortak köklerine de önemli bir işarettir. Bu günün akıl verileriyle yorumlanması, anlaşılması için de gerekli bir çabadır. Ancak şahsi olarak beni bağlayan bu yorumların yükseldiği zemin, başka yorumlara saygıyı ve kabulüne açık olmayı içerdiğini belirtmek isterim.
“Toplum sözleşmeme uyma ahdim”den hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim göz önüne alınırsa, gerçek ve doğru bilgi olduğuna inancım tam olan birçok veriyi de iletme şansına sahip olmadığımı itiraf etmeliyim. Bundan dolayı üzüntülü değilim, kendine ait doğruların arkasında olma gibi bir duruşu temsil etmesi dolaysıyla da yanlış değildir. İnanıyorum ki, insanlığı merkez edinmiş yararlı her bilgi bir biçimde sahiplerine ulaşacaktır: Bu biçimlerden birini zaman zaman siz gibi dostlarla denemeye ikame etmeye çalışıyorum.
Aleviliğin felsefi boyutu ve bir yaşam tarzı olma esprisi, başka dinlerde ve mezheplerde olan iktidar erkini ele geçirme istencinden çok farklıdır.
Aleviliğin özgür, bağımsız ve demokratik loseliği aynı zamanda onun gücüdür diyorum. Aleviliği siyasallaştırma çabaları bu açıdan çok risklidir. Böylesi bir çaba ekonomik gücü elinde bulunduranların kuklalığına kadar gider. Ekonomik gücün, siyasal iktidar olgusundan ayrılamayacağı gerçeğinde ise Aleviliği devletin kuklası haline gelir.
Aleviliğin siyasal rolü, onun felsefi önermeleri ve sunduğu alternatif sosyal yaşım projesiyle gerçekleştirdiği kolektif algıdır, toplumsal yönlendirmesidir. Bu önermeler, siyasal yaşamın yönlendirilmesinin de önemli bir dinamiği, referansı olarak işlev görür. Bu zemin üzerinde siyasal parametrelerimiz farklı olsa da hepimiz Alevilik paydasında önemli bir birliktelik içinde olabiliriz. Aleviliği bir siyasi parti haline getirmek isteyen her çaba Aleviliğe en büyük zararı verme çabasındadır demek yanlış olmayacaktır.
Bu önerme, Alevilerin siyasallaşmaması değildir, apolitikleştirilmesi önerisi değildir tam tersidir. Her Alevci siyasal bir kimlik sahibi olmalıdır. Hz. Hüseyin geleneğinin direnme çizgisi bile bunun için yeterli bir mesajdır. Aleviler siyasal ortamlın merkezinde de olmalıdırlar: Ama Alevilik değil. Aleviliği diğer İslam mezheplerinden ayıran en önemli fay hattı budur.
Bu gün yükselen Alevi sivil toplum hareketleri bu ayrımın ince çizgilerini ve sınırlarını ortaya koymaktadır. Dünyayı ak ve karaya boyayan ve geride bıraktığımız dönemin global tarihi açıklamalarına mihenk yaptığımız öğretilerin, geçmiş asırlara ait olduğu yeterince açık olmuştur. Bunların yerine özgün ve özgür haliyle ortaya çıkan sosyal hareketlerin, halkların çağdaş yaşamlarına, ilerleme ve gelişmelerine, gelecek kuşakların barış ve güvenlik içinde yaşamlarına daha çok hizmet edeceği kanısındayım.
Son yazılarımda bu konuları ilgilendiren önemli açıklamalar yaptım sizlere de iletmiştim. Özellikle sınıf mücadelesine bakışımı içeren yazılar bu konuyla çok yakından ilgilidir. ( Bkz. Dicle Haber Ajansı’nın (DİHAK) yaptığı ve adını “YOL HARİTASI” olarak koyduğum röportaj ve ardından yayınladığım, “Bir Kimliksiz İletiye Açık Kimlikle Cevabımdır” başlıklı polemik önemli mesajları içermektedir).
Baki selamlarımla. Mihrac Ural / 13 Ağustos 2009
EK:
Değerli Hasan Harmancı can dost,
İlettiğim yazıya eklemem gereken iki nokta var.
Birincisi;
Yemek anlamında aşüre yapılıp yapılmadığına ilişkin sorunuza cevap vermeyi ihmal etmişim.
Bizde Aşüre özel olarak 10 Muharremde yapılmaz. Aşüreyi biliyoruz ( Arap Alevileri olarak), ancak bunu inancın bir unsuru olarak ritüellerimizin tamamlayıcı bir unsuru olarak yapmıyoruz.
Ancak her bayramda, kutsal gecede ve günde mutlaka yemek dağıtılır. Bayram nedeniyle kesimi yapılan her şey fukaralara yemek olarak dağıtılır. Geleneksel olarak yapılan ve yaygın olanı Hirisidir (etle dövülen buğday haşlaması). Suriye de daha çok bulgur üzerine et dağıtımı vardır. Son zamanlarda şehir kültürüyle birlikte etli pide (Lahmacun) olarak ta yaygın bir dağıtım yapılmaktadır (inanç açısından, kurbanın fakirlere dağıtılması, yemek olarak verilmesi esastır, yemeğin türü seçmelidir)
İkincisi;
Gönderdiğin kıymetli kitapları gözden geçirirken takıldığım önemli bir nefesle karşılaştım. İlginçtir. Arap Alevilerinin en gizli ibadetlerinde tekrar edilen nefesin aynısından dörtlükleri ihtiva ediyor. Ki bu nefes ibadet esnasında okunan duaların da temelidir.
Haşim kutlu'nun " Kızılbaş Alevilikte YOL ERKAN MEYDAN" Adlı kitabının 57. sayfasında, Hakk-Muhammed-Ali başlığı altında
" Ali " kavramı Kızılbaş Alevilik, felsefi ve inançsal söyleminde nasıl anlamlandırıyor ona bir bakalım:" dedikten sonra şu nefesi veriyor:
Gerçeğe Hü!...
Tutum aynayı yüzüme
Ali göründü gözüme
nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme
Adem baba Havva ile
Hem allemi'l esma ile
çarh-ı felek sema ile
Ali göründü gözüme
Hazreti Nuh nebiyullah
Hem İbrahim Halilullah
Sina'daki kelamullah
Ali göründü gözüme
İsa'yı ruhallah odur
iki alemde şah odur
müminlere penah odur
Ali göründü gözüme
Ali evvel Ali Ahir
Ali batın Ali zahir
Aili tayyib Ali tahir
Aili göründü gözüme
Ali candır Ali canan
Ali dindir Ali İman
Ali rahim Ali rahman
Ali göründü gözüme.
Bu nefeste altını çizdiğim satırlar Arap Aleviliği felsefesinin temel taşlarıdır. Daha önce söz ettim. Alevilik evrimcidir diye. Tüm peygamberler ve uygarlıklar aklın, mananın algısının evrimini anlatırlar. Durağan bir inanç olmayan Alevilik, Muhammediye doruğunun evrimini önceki uygarlık süreçleri, dorukları üzerinde yükselen diye tanımlar. Durukları da tek tek tanımlarken kullandığı üçleme bulunmaktadır; Mana(akıl), İsim(hicap) ve Bap (giriş), ilk adım yeri anlamında) . Bu üçleme Muhammediye doruğunda (kıbbe el muhammediye), Ali, Muhammed, Selman'la simgeleştirilir.
Yukarda ki nefeste yer alan Ali tarif bu felsefi çizelgeye ve onun işaret etmek istediği manayla tam bir uyumluluk bulunuyor. Bu uyumluluğun cümle kuruluşunda da aynıyla olması çok ilginçtir. Nefeste altını çizdiğim satırları bir Arap Alevi şeyhine okusanız, sizi batini ayetleri bilen bir alevi olarak algılar ve amcanızın kim olduğunu sorar ( Amca dini öğreten, seçilmiş onaylanmış kişidir. Öğrencinin ailesi de Amcanın ailesi olacaktır, öğrenimini onların evinde onların oğlu olarak görecektir. Bu noktada Hamza Aksüt'ün verdiği kısa bilgilerin çoğu doğrudur)…
Mihrac Ural - 15 Ağustos 2009
II. Yayını 5 Aralık 2011 (10 Muharrem 1433)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder