7 Aralık 2011 Çarşamba
ERDOĞAN’IN İFLAS SEREMONİSİ
Mihrac Ural – 7 Aralık 2011
Bir iflas seremonisi izliyoruz. Kraldan çok kralcılık yaparak, haksızca, hiçbir gerekçesi olmadan, komşumuz Suriye’ye yaptırımlar uygulanışını ve iflasını izliyoruz. Komşumuz, bağımsız olduğu kadar onurlu bir ülke. 40 yıldır dünya emperyalist güçleri tarafından yaptırımlara uğramasına rağmen direnme çizgisinden zerre kadar taviz vermemiş bir ülke. Nitekim Türkiye halkının iradesine aykırı olarak, Erdoğan yönetimince Suriye’ye uygulanan yaptırımlara cevabını aldıkça, Erdoğan’ın hesapsızlığını ve iflası da ortaya çıkmış oldu. Bu yaptırımlar, Suriye’den çok, Türkiye’ye ağır zarar vermiş oldu. Suriye’nin, onurlu bir bağımsız ülke olarak gösterdiği haklı tepki, hesapsız AKP iktidarının halkımızı, daha nerelere savrulacağına ilişkin önemli bir işaret gibidir.
Ancak BOP Eş Başkanlığı yükümlülüğü altındaki Erdoğan iktidarı, kirli işlerine, komşumuza yönelik saldırılarına devam etti. İkiyüzlü politikalarla, arkadan hançerleyerek, 9 aydır eli kanlı şebekeleri destekleyip Suriye üzerine salan Erdoğan iktidarı bununla da yetinmedi. Libya’yı yakıp yıkarak katleden el kaide şebekelerini, Çeçen vahşetinin barbarlarını silahlandırıp öbek öbek Suriye’ye üzerine sürmeye başladı. Türkiye’nin Erdoğan iktidarı altında bu aymazlığı neden yaptığını izah edecek bir akıl ve izan olamaz. Bu saldırılar esasından savaşa yol açacak gelişmelerdir. Ancak Suriye’nin sürmekte olan Türkiye halkını bu maceracı yönetimlerle bir tutmamasının verdiği olgunluk, komşuluk ilişkilerinde dürüstlükle birleşen gerginliği uzaklaştırma duruşuyla belirmektedir. Suriye çok daha fazlasını bir anda yapmaktan da aciz değildir; nitekim Erdoğan’ın günü birlik, öbekler halinde saldığı bu cinayet şebekeleri, Suriye topraklarına ayak bastığı an ağır kayıplarla gerisin geriye kaçmaya başlamaktadır. Özellikle Hatay Reyhanlı, Altınözü ve denizden yapılan her girişim ağır zayiatlarla, gerisin geriye püskürtülüp duruyor.
İlla düşmanlık, illa ölüm, illa müdahale, illa ikiyüzlülük ve arkadan hançerlemeyle, ezelden gelmiş ebede giden bir komşuluğu kirletmek kime ne kazandırır. Kaybeden bu kirli işlere bulaşanlardır. Son gelişmeler bunu hızla açığa vurmaktadır.
SON GELİŞMELER
Bu makaleyi yazarken, haberlerde bir süre önce, “istişare etmek üzere” Suriye’den çekilen Amerika ve Fransız Büyükelçilerinin geri döndükleri açıklandı. Suriye iç işlerine müdahaleleri nedeniyle ağır eleştirilere maruz kalan, halkın tepkisine muhatap olan ve gittiği her yerde (kilise, taziye, özel görüşmelerinde vb) yumurta ve domateslerle karşılanan ve sonuçta yönetimleri tarafından geri çağrılan büyükelçiler geri döndüler.
Amerika ve Fransızların Suriye’nin iç işlerine bugüne kadar süren akıl almaz müdahalelerine karşın bekledikleri sonucu alamadılar. “Esad yönetiminin kısa sürede çökeceği” sanısına bağlanan umutların tümü iflas etti. Bu gelişme, yeryüzünün her köşesi hakkında bilgi sahibi olduğuyla övünen süper güçlerin. Suriye’de düştükleri handikabı göstermesi açısından oldukça anlamlıdır. Suriye halkı farklılıklarıyla halkçı yönetiminin arkasında durdu. Milyonları milyonlara ekleyerek meydanlara inip duruşunu ortaya koydu. Halk, yönetimin arkasında böylesine kararlıca duruşu, Amerikan ve Fransızların uzun süreden beri “Esad meşruiyetini yitirdi” yönündeki, diplomatik teamüllere ahlaksızca bir tecavüz olan sözlerinden özür dilemeksizin, büyükelçiliklerini gerisin geriye yollamak zorunda kaldılar.
Bu gelişme, bağımsızlığına samimice bağlı, özgür karar sahibi bir ülkenin yeryüzünün süper güçlerine bile diz çökertebileceğini göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır. Suriye’ye ders vereceğini sık sık dile getiren Erdoğan yönetiminin bundan alacağı çok ders olduğunu söylemek abartı değildir. Bu bir iflastır. Süper güçlerin iflasıdır.
Son haberler arasında Arap Birliği Örgütü’nün, yaptırımlarına yol açan “Gerçekleri Araştırma Komisyonu” heyetiyle ilgili protokol üzerine, Suriye’nin talebi üzerine yeniden görüşmelerin yapılması, oldukça önemli bir adım olarak gündeme düştü. Araplar bir kez daha kendi aralarında sorunları çözme eğilimi belirmeye başladı. Bu olur ya da olmaz ancak Arapların geleneksel iç çekişmeleri üzerine şato kuranların sık sık hüsrana uğrayacaklarını belirtmek yanlış olmayacaktır.
Bu gelişmeleri, Suriye’nin etkinliğine, çevre genişliğine, ağırlığına, savaşta da barışta da aşılmaz bir kilit ülke olduğuna önemli bir göstergedir; Arap Birliği Örgütünün yaptırımları, Suriye den daha çok sınır komşusu ülkeler için ağır sonuçları oldu. Ürdün, Lübnan, Irak, Hatta Türkiye üzerine ağır sonuçları olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Türkiye dışındaki sınır ülkeleri ilk refleksler azımsanmayacak ölçekte oldu. Ürdün yaptırımlara evet demesine karşın bunları uygulamaktan muaf tutulmak için Arap birliği örgütüne yazılı başvurmak zorunda kaldı. Bu gelişmeler, Suda ve Cezayir’in siyasi yaptırımları askıya alma ihtimalinin belirmesi üzerine, Arap Birliği Örgütünün kararları hiçbir gerçekçe dayanağı olmayan dıştan dayatılmış Amerikan-İsrail çıkarları için ikame edilmek istenen kararlar olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu hızlı gelişmeler, yazmaya başladığım makalenin de ana konusunu oluşturuyordu. Makalemin konusu, kraldan çok kralcılık yapan Erdoğan iktidarının yüz yüze kalacağı yüz kası durumdur.
İÇ SİYASET – DIŞ SİYASET
Erdoğan’ın iç siyaseti kadar, dış siyaseti de iflasları iflaslara ekleyerek devam ediyor. Son çöküş Suriye’yle ilgili sergilenen tutumlarda belirginleşiyor.
Ülkenin iç sorunlarında demokratikleşmenin ötelenmesiyle beliren baskıların artışı, aydınlara, düşünceye, özgürlük ve demokrasi taleplerine, Kürt sorununa karış artan kovuşturmalarla sürüyor. İçte gerilen ve adım adım iflasların üst üste binmesini getiren bu algı, önceki yazılarımda da ifade etmeye çalıştığım gibi Cumhuriyetteki Osmanlıdır. Bu aklın bu gün sürdürdüğü tüm politikalar, Cumhuriyetle devrimci, demokratik bir hesaplaşma değil, pervasız bir karşı-devrimin intikam hezeyanıdır.
Dersim katliamını bin yıllık mezhep ve etnik ayrımcılığının akıl almaz zorbalığını aşmak üzere tarihle yüzleşme amacıyla değil, Cumhuriyetin, kemire kemire içi boşaltılan, sonuçta kuru bir kabuk haline getirilen varlığını yerle bir etme çabasıdır; tüm eksik ve hatalarına karşın, kuruluş planındaki yetmezliklere rağmen Cumhuriyetin Osmanlıya karşı tarihsel başarı adımları sayılabilecek her şeyden intikam almaktır.
Dersim katliamı, sadece mezhepsel duygu sömürüsü amacıyla, tıpkı İsrail’e karşı “one minute” olayının medyatik pırıltısından nemalanmak üzere dile getirildi. İş gerçekten tarihle cesurca yüzleşmenin basit ilk adımı sayılabilecek tüm belgelerin ve ilgili arşivlerin devletin tüm kurumlarını kapsayacak şekilde açılmasına gelince, orada her şey derin bir sessizliğe ve karanlığa büründü. Dersim katliamı üzerine çakılan kıvılcım, bir saman alevi gibi doğduğu yerde söndü. Bu yapılanlar bu yönetimin akıl dehlizlerinde dolaşın stratejilerle ilgili olduğu çok açıktır; önceliklerini oluşturan ve tek hedefi sivil diktatörlüğe gidişin yollarını stabilize etmek üzere ortaya atılan yaklaşımlar, bu iktidarın iflas eden iç politikasının tecellileridir.
Ülkenin ekonomik-sosyal, siyasal ve kültürel binlerce sorunu yıkıcı etkisini hızla ortaya koyarken, inanç sorunlarını özel olarak öne çıkarmak üstelik bunun çözümsüz bırakılacağı her yünüyle belliyken, medyatik parlatmalara yönelmek Osmanlı aklının tarihten, içgüdüsel hezimetlerinden intikam almanın bir biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Tarihle yüzleşmek, gerçekte bu değildir, Basın açıklamasın da da dile gelen belirlemeler bu açıdan önem taşımaktadır.
“Dersim Katliamı, ne özürle geçiştirilebilecek bir kıyımdır ne de Başbakan ya da Cumhurbaşkanının bir hitabında dile gelen özürle aşılabilecek ölçekte bir sorun değildir. Yakın tarihin Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamlarının tümü için (Koçgiri’den, Şeyh Sait ayaklanmasına, Ağrı’dan Dersim katliamına ve 1984’ten bu yana, sınır dışı operasyonlarla sürmekte olan son Kürt kıyımına kadar), hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermenileri kıyımına (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakına (23 Haziran 1939), Menemen olaylarına (23 Aralık 1930), Faşizan Varlık Vergisi mağdurlarına (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbelere, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamlarına ve daha nicelerine uzanan kirli tarihi bu devletin boynunda açıklık bekleyen, özür kadar ilgili tüm hukuki sonuçlarının ikamesini bekleyen derin toplumsal yaralardır.” (Duyuru no:35 http://mirural.blogspot.com/ )
Ülke içi sorunlar, sadece tarihle yüzleşme sorunu mudur? Elbette değil, buna eklenecek binlerce sorun daha var. Özellikle ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi yolundaki geleceği için binlerce sorundan söz etmek mümkün. Ancak Erdoğan iktidarı kirli ve karanlık amaçlarını, geleceği bile kullanmak için ele alışından da biliyoruz ki, sorun çözme değil oyalama ve kullanma üzerine kurgulanmıştır. Bu güne kadar ele alıp da sonuna kadar tutarlıca takip ettiği tek bir sorun yoktur ve olmayacağı açıktır. İşte bu algı, ülke tarihinde emsali olmayan bir gerici hamleyle, sivil diktatörlük organizesiyle, farklılıkları yok etmek, işkence zindan içinde çürütmek, mahkeme davalarının bitip tükenmez acıları içinde kıvranmasını sağlamak üzerine kurgulu oldukça da bu durum değişmeyecektir.
Bu içi politikanın, kaçınılmaz olarak dış politikaya taşıdığı yönelimlerle de yüz yüze olduğumuzu gösterir.
Tekrar ederek uzatmayacağım. Libya, Bahreyn olaylarında Türkiye’nin ortaya koyduğu ve hiçbir ülkenin ahlaki olarak kabul etmeyeceği bu duruş, “komşuluk ilişkilerinden sıfır sorun” değil, ölüm denklemleriyle örülü bir arkadan hançerleme siyaseti olduğun yeterince göstermiştir. Bölge olaylarını doğru izleme şansına sahip olan, uluslar arası şer medyasının yalanlarına, abartmalarına, aldanmayan her okur, Türkiye’nin yuvarlanmaya başladığı süreçten, ağır bir iflasla çıkacağını görmesi zor değildir. Bu süreç Erdoğan iktidarının kaderini, Esad’ın ülke sorunları aşmasıyla ters orantılı etkilemektedir. Suriye’nin zaferi, Erdoğan iktidarının ve bu tür iktidarların bölgede sonun başlangıcı anlamına geleceği ise çok açıktır.
Ahmet Davutoğlu, 30 Kasım 2011 tarihi itibariyle Suriye’ye karşı 9 maddelik bir yaptırım ilan etti. On yıllık bir dostluk ardından Arap Birliği Örgütünün henüz yürürlüğe geçmemiş yaptırımlarını beklemeden ilan edildi. Nasıl olsa “yaptırım kararları uygulanacaktı”, söz alınmıştı. Ama devletler arasındaki ilişkilerde ve özellikle Arapların kendi aralarındaki ilişkide, böylesi toyca davranışların ağır faturaları olur. Nitekim Arap Birliği ile Suriye arasında bir kez daha görüşmeler, yeniden düzenlemeler, yazışmalar başlayınca uzatmalar gündeme geldi. Kraldan çok kralcı davranarak yaptırımlarını şehvetle ilan eden Türkiye, bu kez tek başına orta yerde kalmış oldu. Bunun da ötesinde Suriye, Türkiye’nin bu adımını karşılıksız bırakmadı; kendi yaptırım kararlarını açıklayarak rest çekmiş oldu, Suriye’ye girecek tüm Türk mallarına %30 gümrük uygulanacağını açıladı, böylece, sıfır gümrükten en yüksek gümrük duvarına toslama gündeme gelmiş oldu. Bu sonuç, ilkesiz dış politikada iflasın bir ifadesidir.
Kardeşlik, dostluk üzerine kurulan bir ilişkinin bir iki ay içinde savaşın eşiğine gelmesi, siyaset aklı-selim yöneticilerin işi olamaz. Hiçbir onurlu halk bu tür yöneticileri uzun süre sırtında taşıyamaz.
DIŞ BASKILARA KARŞI DURUŞ
Suriye halkı, bölgenin en siyasallaşmış halkıdır. Tarihi derinliklerinden bu güne gelen kültür birikimleri son 60 yıldır bölgedeki tüm çalkantılarda gösterdiği refleksler buna işaret ediyor. Özellikle Hafız Esad dönemi, İsrail’le girişilen 6 Ekim1973 savaşı, 13 Nisan1975 Lübnan iç savaşı, 16 Haziran1979 Müslüman kardeşler Örgütü şebekelerinin kanlı kıyım hareketlerinin yükselişi, 4 Haziran1982 İsrail’in Lübnan’a saldırısıyla ikame edilmek istenen BOP projesi girişimlerinin ilk adımları, 2 Ağustos 1990 tarihi itibariyle Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayıp, 16-17 Ocak 1991 Tarihinde başlayan 5 Nisan 1991’de sona eren I. Körfez savaşı sürecindeki çok boyutlu baskılar, Türkiye’nin savaş çılgınlığıyla Kara kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Tek’in ateşlediği baskılar, Bu süreç Hafız Esad’ın ölümü ve Beşşar Esad’ın Cumhurbaşkanlığına gelişiyle, aynı baskılar tüm hızıyla devam etti.
Hafız dönemi, soğuk savaşın devam ettiği bir dönem ve sonrasını içerir. Baas partisi içinde katı tutumlarıyla tanının ekibin tasfiyesini temsil eden 16 Kasım 1970 Tashih Hareketiyle birlikte Hafız Esad’ın yaptığı açılımlar, ülke için bu güne kadar etkisi süren açılımların esasını oluşturur. Baas partisi ilk kez bu hareketle sıkı örgütlenmiş bir ideolojik sosyalist parti almaktan geniş alana yayılan halkın partisi olmaya başlar. Bu dönemin her iki evresinde Hafız’ın başarılı denge politikaları ülke içinde sağlam ve yaygın ekipli çalışmalarla dünyanın baskılarına meydan okuyun bir duruş sergiler. Şekerin, yağın, kağıt mendilin bile ambargolar nedeniyle olmadığı bir ülkeyi, kararıl ve başı dik tutabilmişti. Suriye halkı böylesi zor koşullarda açlığa susuzluğu evet, ancak onursuzluğu hayır diyerek, dış müdahaleye direnmiştir.
Bu satırların yazarı bu dönemi tüm yönleriyle yaşamışı biri olarak, Beşşar Esad döneminin bitip tükenmez dış baskılarına da tanık olmuştur. Bu baskıların bilançosu da şudur;
Beşşar Esad, iktidara geldiği 17 Temmuz 2000 tarihi itibariyle aralıksız bu güne kadar devam etmiştir.
7 Ekim 2001 Afganistan savaş ve istilasıyla başlayan tehditler (Kafkaslardan-Ak denize kadar enerji alanları, petrol, gaz, hububat, pamuk, su alanları güzergahına yönelik açık askeri işgal tehdidi),
20 Mart 2003 Irak işgali (II. Körfez Savaşı) ve Suriye’nin işgal edileceği tehdidi, zamanın Amerika Savunma Bakanı Colin Powel’in Beşşar Esad’a dayattığı şartların ret edilmesiyle artan baskılar. Açıkça Suriye’nin de işgal edileceği tehdidinin yapılması. 2 milyon Irak’lının Suriye’ye mülteci olmasının yükü.
2 Eylül 2004 BM Güvenlik Konseyi 1559 nolu kararıyla Suriye’nin tüm savunma etkinliklerinin kırılması Lübnan direniş güçlerinin silahlandırılması( Hizbullah ve Filistinli örgütlerin). Lübnan iç savaşı nedeniyle (1975) Arap birliği tarafından Arap Barış Gücü olarak Lübnanda farklı etnik ve mezhep çatışmalarını sona erdiren, Lübnan’ı güvenli bir ortama kavuşturan ve bu uğurda İsrail’in Lübnan’ı istila ettiği 1982 Haziran savaşı dahil, 14 bin şehit veren, tamamen savunma amaçlı Suriye ordusunun (Bu günlerin hesabı edilmiş bir plan doğrultusunda), apar topar Lübnan’dan çıkartılması.
14 Şubat 2005 Lübnan başbakanı Refik Hariri suikastı. Bu cürümün Suriye’nin sırtına yakılması (sonradan tümüyle senaryo olduğu açığa çıkan bu kasıtlı ithamlar, Suriye ordusunun İsrail’e karşı kendini ve bölgeyi savunma etkinliğini kıran gelişmelere yol açtı. Suriye ordusunun Lübnan’dan çekilmek zorunda, İsrail saldırganlığını önleyen Stratejik Bikaa ovası savunma alanı olmaktan çıkarılmış oldu) . “Yaratıcı Anarşi”nin en tipik eylemi olan bu menfur suikast İsrail-ABD işi olduğu her yönüyle belgelenmesine karşın, Suriye ve bölge direnme güçleri üzerinde bir Demokles kılıcı olarak kullanılmaya devam ediyor. Suriye çağdaş tarihinde en büyük baskıları bu uydurma senaryolardan çekip durdu.
12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan’a karşı başlattığı 33 gün savaşı ve Suriye’nin savaş tehdidi altında tutulması. Sözde kaçırılan iki askeri edeniyle başlatılan savaşın ana amacı, bölgemizin yeniden dizayn edileceği Büyük Ortadoğu projesini (BOP) ikame etmekti. 33 gün savaşı İsrail vahşetini ve ikamesi amaçlanan BOP’un bölge halklarına karşı vahşeti de ortaya çıkmış oldu. Lübnan direnme kalesini düşürüp Kafkaslara, Afganistan’a Lübnan ve Akdenize tüm bölgeyi, enerji ve servetleriyle kontrol altına alma planı iflas etti. İsrail ağır bir hezimete uğradı. BOP durduruldu. Ancak baskılar ve bu gün ortaya çıktığı gibi amaçlar hiç değişmedi. Suriye bu baskıların merkezinde kaldı.
27 Aralık 2008 - 20 Ocak 2009 Gazze savaşı. Bu savaşın direnen örgüt yöneticileri Suriye’de. Tüm Arap ülkelerinin yüzlerine kapıları kapattığı bir dönemde Suriye Filistin direnme örgütlerine sahip çıktı, ev sahipliği yaptı destekledi. Lübnan savaşı yenilgisinin İsrail toplumu ve ordusu üzerinde yarattığı travma, yenilmez sanılan ordunun ağır hezimeti Gazze savaşında onarılmaya çalışıldı. Ama burada da hezimet kaçınılmaz oldu. Bu gelişmeler, bölgede direnme hattını en yüksek prestije doruğuna ulaştırdı. Direnenler kazanmıştı ve bunun tüm bölge ülkelerinde yankısı büyük oldu. İsrail yansılı gerici diktatörler bu gelişmeden kaygı duydu. Suriye’yi sorumlu tutular ve Suriye’ye karşı planlar hızla çalışmaya başladı Arap üçlüsü denilen Suudi–Mısır–Suriye ilişkisi köklüce bitti. Filistinlileri destekliyor diye Suriye’nin vurulacağı tehdidi, ambargolar, 2010 Refik hariri suikastıyla ilgili Uluslararası Cinayet Mahkemesinin siyasallaşan iddianamesinin Suriye’nin boynu üzerinde kılıç gibi sallanması, Türkiye’nin MİT başkanı Hakan Fırat’la, Suriye’yi Kürtlere saldırı için dosyalarla sıkıştırması, Türk-Kürt sorunun, Suriye Kürt sorununa çevirme baskıları arka arkaya dizildi.
İşte bu dış baskılar karşısında Suriye, milyonları milyonlara ekleyerek halkçı yönetiminin arkasında durdu. Dış dayatmalar arttıkça artan oranda halkla yönetim birleşerek direndi. Düne kadar kardeş ve dost adı altında Erdoğan iktidarının ikiyüzlü davranışlarına karşı Suriye halkın bur ulustan beklenenin çok ötesinde bir toplu refleks, bur toplu tuktum alış ortaya çıktı. İhanete verilebilecek en düzeyli ve yoğun tepkiyi organize etti. Bu duruş ve gittikte daha da belirginleşen etkileri Erdoğan iktidarına kapak oldu.
SONUÇ:
Türkiye bağımsız bir dış politika gütmekten aciz olduğu ortaya çıkmıştır. Halklarımızın iradesine karşı örülün bu dış politikalar, yeni tarihsel düşmanlıkların oluşmasına ve derinleşmesine yol açmaktadır. Bu, iç politik çıkmazların dış politikada kendini ifade etmesidir. Erdoğan iktidarı bu politikaların etkisiyle bir tıkanma içinde içe bükülerek çürüme sürecine girmiştir. Bir dizi komşuya karşı işlediği hatalar Suriye’ye karşı işlemeye devam ettiği düşmanca ve bir o kadar kanlı politikalar Erdoğan iktidarının da sonunu getirecek etkilere sahiptir. Suriye sahasında süren mücadele bir yanıyla ülkemiz demokrasi mücadelesinin önemli sacayağı olarak belirmiş olması bundandır.
Bölgemizin bu kapsamdaki saflaşması bu verilerle çok doğaldır. Bu dün de öyleydi. Bu gün bu saflaşmada yer almak mücadelede tarafsız kalmadan tutum takınmak, ülkemiz ve bölgemiz özgürlük ve demokrasi mücadelesi için bir katkı olacaktır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) mimarları ve kuklalarına karşı mücadele de burada somut bir biçim almaktadır. Suriye halkı ve yönetimden yana mücadelenin safında yer almak bu anlamıyla, ülkemizde süren demokrasi mücadelesinden yana olmakla tam bir örtüşme halindedir.
Bu tarihi yükümlülüğün onurlu her insanı göreve çağırdığını belirterek satırlarımı noktalıyorum.
Bir iflas seremonisi izliyoruz. Kraldan çok kralcılık yaparak, haksızca, hiçbir gerekçesi olmadan, komşumuz Suriye’ye yaptırımlar uygulanışını ve iflasını izliyoruz. Komşumuz, bağımsız olduğu kadar onurlu bir ülke. 40 yıldır dünya emperyalist güçleri tarafından yaptırımlara uğramasına rağmen direnme çizgisinden zerre kadar taviz vermemiş bir ülke. Nitekim Türkiye halkının iradesine aykırı olarak, Erdoğan yönetimince Suriye’ye uygulanan yaptırımlara cevabını aldıkça, Erdoğan’ın hesapsızlığını ve iflası da ortaya çıkmış oldu. Bu yaptırımlar, Suriye’den çok, Türkiye’ye ağır zarar vermiş oldu. Suriye’nin, onurlu bir bağımsız ülke olarak gösterdiği haklı tepki, hesapsız AKP iktidarının halkımızı, daha nerelere savrulacağına ilişkin önemli bir işaret gibidir.
Ancak BOP Eş Başkanlığı yükümlülüğü altındaki Erdoğan iktidarı, kirli işlerine, komşumuza yönelik saldırılarına devam etti. İkiyüzlü politikalarla, arkadan hançerleyerek, 9 aydır eli kanlı şebekeleri destekleyip Suriye üzerine salan Erdoğan iktidarı bununla da yetinmedi. Libya’yı yakıp yıkarak katleden el kaide şebekelerini, Çeçen vahşetinin barbarlarını silahlandırıp öbek öbek Suriye’ye üzerine sürmeye başladı. Türkiye’nin Erdoğan iktidarı altında bu aymazlığı neden yaptığını izah edecek bir akıl ve izan olamaz. Bu saldırılar esasından savaşa yol açacak gelişmelerdir. Ancak Suriye’nin sürmekte olan Türkiye halkını bu maceracı yönetimlerle bir tutmamasının verdiği olgunluk, komşuluk ilişkilerinde dürüstlükle birleşen gerginliği uzaklaştırma duruşuyla belirmektedir. Suriye çok daha fazlasını bir anda yapmaktan da aciz değildir; nitekim Erdoğan’ın günü birlik, öbekler halinde saldığı bu cinayet şebekeleri, Suriye topraklarına ayak bastığı an ağır kayıplarla gerisin geriye kaçmaya başlamaktadır. Özellikle Hatay Reyhanlı, Altınözü ve denizden yapılan her girişim ağır zayiatlarla, gerisin geriye püskürtülüp duruyor.
İlla düşmanlık, illa ölüm, illa müdahale, illa ikiyüzlülük ve arkadan hançerlemeyle, ezelden gelmiş ebede giden bir komşuluğu kirletmek kime ne kazandırır. Kaybeden bu kirli işlere bulaşanlardır. Son gelişmeler bunu hızla açığa vurmaktadır.
SON GELİŞMELER
Bu makaleyi yazarken, haberlerde bir süre önce, “istişare etmek üzere” Suriye’den çekilen Amerika ve Fransız Büyükelçilerinin geri döndükleri açıklandı. Suriye iç işlerine müdahaleleri nedeniyle ağır eleştirilere maruz kalan, halkın tepkisine muhatap olan ve gittiği her yerde (kilise, taziye, özel görüşmelerinde vb) yumurta ve domateslerle karşılanan ve sonuçta yönetimleri tarafından geri çağrılan büyükelçiler geri döndüler.
Amerika ve Fransızların Suriye’nin iç işlerine bugüne kadar süren akıl almaz müdahalelerine karşın bekledikleri sonucu alamadılar. “Esad yönetiminin kısa sürede çökeceği” sanısına bağlanan umutların tümü iflas etti. Bu gelişme, yeryüzünün her köşesi hakkında bilgi sahibi olduğuyla övünen süper güçlerin. Suriye’de düştükleri handikabı göstermesi açısından oldukça anlamlıdır. Suriye halkı farklılıklarıyla halkçı yönetiminin arkasında durdu. Milyonları milyonlara ekleyerek meydanlara inip duruşunu ortaya koydu. Halk, yönetimin arkasında böylesine kararlıca duruşu, Amerikan ve Fransızların uzun süreden beri “Esad meşruiyetini yitirdi” yönündeki, diplomatik teamüllere ahlaksızca bir tecavüz olan sözlerinden özür dilemeksizin, büyükelçiliklerini gerisin geriye yollamak zorunda kaldılar.
Bu gelişme, bağımsızlığına samimice bağlı, özgür karar sahibi bir ülkenin yeryüzünün süper güçlerine bile diz çökertebileceğini göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır. Suriye’ye ders vereceğini sık sık dile getiren Erdoğan yönetiminin bundan alacağı çok ders olduğunu söylemek abartı değildir. Bu bir iflastır. Süper güçlerin iflasıdır.
Son haberler arasında Arap Birliği Örgütü’nün, yaptırımlarına yol açan “Gerçekleri Araştırma Komisyonu” heyetiyle ilgili protokol üzerine, Suriye’nin talebi üzerine yeniden görüşmelerin yapılması, oldukça önemli bir adım olarak gündeme düştü. Araplar bir kez daha kendi aralarında sorunları çözme eğilimi belirmeye başladı. Bu olur ya da olmaz ancak Arapların geleneksel iç çekişmeleri üzerine şato kuranların sık sık hüsrana uğrayacaklarını belirtmek yanlış olmayacaktır.
Bu gelişmeleri, Suriye’nin etkinliğine, çevre genişliğine, ağırlığına, savaşta da barışta da aşılmaz bir kilit ülke olduğuna önemli bir göstergedir; Arap Birliği Örgütünün yaptırımları, Suriye den daha çok sınır komşusu ülkeler için ağır sonuçları oldu. Ürdün, Lübnan, Irak, Hatta Türkiye üzerine ağır sonuçları olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Türkiye dışındaki sınır ülkeleri ilk refleksler azımsanmayacak ölçekte oldu. Ürdün yaptırımlara evet demesine karşın bunları uygulamaktan muaf tutulmak için Arap birliği örgütüne yazılı başvurmak zorunda kaldı. Bu gelişmeler, Suda ve Cezayir’in siyasi yaptırımları askıya alma ihtimalinin belirmesi üzerine, Arap Birliği Örgütünün kararları hiçbir gerçekçe dayanağı olmayan dıştan dayatılmış Amerikan-İsrail çıkarları için ikame edilmek istenen kararlar olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu hızlı gelişmeler, yazmaya başladığım makalenin de ana konusunu oluşturuyordu. Makalemin konusu, kraldan çok kralcılık yapan Erdoğan iktidarının yüz yüze kalacağı yüz kası durumdur.
İÇ SİYASET – DIŞ SİYASET
Erdoğan’ın iç siyaseti kadar, dış siyaseti de iflasları iflaslara ekleyerek devam ediyor. Son çöküş Suriye’yle ilgili sergilenen tutumlarda belirginleşiyor.
Ülkenin iç sorunlarında demokratikleşmenin ötelenmesiyle beliren baskıların artışı, aydınlara, düşünceye, özgürlük ve demokrasi taleplerine, Kürt sorununa karış artan kovuşturmalarla sürüyor. İçte gerilen ve adım adım iflasların üst üste binmesini getiren bu algı, önceki yazılarımda da ifade etmeye çalıştığım gibi Cumhuriyetteki Osmanlıdır. Bu aklın bu gün sürdürdüğü tüm politikalar, Cumhuriyetle devrimci, demokratik bir hesaplaşma değil, pervasız bir karşı-devrimin intikam hezeyanıdır.
Dersim katliamını bin yıllık mezhep ve etnik ayrımcılığının akıl almaz zorbalığını aşmak üzere tarihle yüzleşme amacıyla değil, Cumhuriyetin, kemire kemire içi boşaltılan, sonuçta kuru bir kabuk haline getirilen varlığını yerle bir etme çabasıdır; tüm eksik ve hatalarına karşın, kuruluş planındaki yetmezliklere rağmen Cumhuriyetin Osmanlıya karşı tarihsel başarı adımları sayılabilecek her şeyden intikam almaktır.
Dersim katliamı, sadece mezhepsel duygu sömürüsü amacıyla, tıpkı İsrail’e karşı “one minute” olayının medyatik pırıltısından nemalanmak üzere dile getirildi. İş gerçekten tarihle cesurca yüzleşmenin basit ilk adımı sayılabilecek tüm belgelerin ve ilgili arşivlerin devletin tüm kurumlarını kapsayacak şekilde açılmasına gelince, orada her şey derin bir sessizliğe ve karanlığa büründü. Dersim katliamı üzerine çakılan kıvılcım, bir saman alevi gibi doğduğu yerde söndü. Bu yapılanlar bu yönetimin akıl dehlizlerinde dolaşın stratejilerle ilgili olduğu çok açıktır; önceliklerini oluşturan ve tek hedefi sivil diktatörlüğe gidişin yollarını stabilize etmek üzere ortaya atılan yaklaşımlar, bu iktidarın iflas eden iç politikasının tecellileridir.
Ülkenin ekonomik-sosyal, siyasal ve kültürel binlerce sorunu yıkıcı etkisini hızla ortaya koyarken, inanç sorunlarını özel olarak öne çıkarmak üstelik bunun çözümsüz bırakılacağı her yünüyle belliyken, medyatik parlatmalara yönelmek Osmanlı aklının tarihten, içgüdüsel hezimetlerinden intikam almanın bir biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Tarihle yüzleşmek, gerçekte bu değildir, Basın açıklamasın da da dile gelen belirlemeler bu açıdan önem taşımaktadır.
“Dersim Katliamı, ne özürle geçiştirilebilecek bir kıyımdır ne de Başbakan ya da Cumhurbaşkanının bir hitabında dile gelen özürle aşılabilecek ölçekte bir sorun değildir. Yakın tarihin Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamlarının tümü için (Koçgiri’den, Şeyh Sait ayaklanmasına, Ağrı’dan Dersim katliamına ve 1984’ten bu yana, sınır dışı operasyonlarla sürmekte olan son Kürt kıyımına kadar), hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermenileri kıyımına (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakına (23 Haziran 1939), Menemen olaylarına (23 Aralık 1930), Faşizan Varlık Vergisi mağdurlarına (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbelere, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamlarına ve daha nicelerine uzanan kirli tarihi bu devletin boynunda açıklık bekleyen, özür kadar ilgili tüm hukuki sonuçlarının ikamesini bekleyen derin toplumsal yaralardır.” (Duyuru no:35 http://mirural.blogspot.com/ )
Ülke içi sorunlar, sadece tarihle yüzleşme sorunu mudur? Elbette değil, buna eklenecek binlerce sorun daha var. Özellikle ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi yolundaki geleceği için binlerce sorundan söz etmek mümkün. Ancak Erdoğan iktidarı kirli ve karanlık amaçlarını, geleceği bile kullanmak için ele alışından da biliyoruz ki, sorun çözme değil oyalama ve kullanma üzerine kurgulanmıştır. Bu güne kadar ele alıp da sonuna kadar tutarlıca takip ettiği tek bir sorun yoktur ve olmayacağı açıktır. İşte bu algı, ülke tarihinde emsali olmayan bir gerici hamleyle, sivil diktatörlük organizesiyle, farklılıkları yok etmek, işkence zindan içinde çürütmek, mahkeme davalarının bitip tükenmez acıları içinde kıvranmasını sağlamak üzerine kurgulu oldukça da bu durum değişmeyecektir.
Bu içi politikanın, kaçınılmaz olarak dış politikaya taşıdığı yönelimlerle de yüz yüze olduğumuzu gösterir.
Tekrar ederek uzatmayacağım. Libya, Bahreyn olaylarında Türkiye’nin ortaya koyduğu ve hiçbir ülkenin ahlaki olarak kabul etmeyeceği bu duruş, “komşuluk ilişkilerinden sıfır sorun” değil, ölüm denklemleriyle örülü bir arkadan hançerleme siyaseti olduğun yeterince göstermiştir. Bölge olaylarını doğru izleme şansına sahip olan, uluslar arası şer medyasının yalanlarına, abartmalarına, aldanmayan her okur, Türkiye’nin yuvarlanmaya başladığı süreçten, ağır bir iflasla çıkacağını görmesi zor değildir. Bu süreç Erdoğan iktidarının kaderini, Esad’ın ülke sorunları aşmasıyla ters orantılı etkilemektedir. Suriye’nin zaferi, Erdoğan iktidarının ve bu tür iktidarların bölgede sonun başlangıcı anlamına geleceği ise çok açıktır.
Ahmet Davutoğlu, 30 Kasım 2011 tarihi itibariyle Suriye’ye karşı 9 maddelik bir yaptırım ilan etti. On yıllık bir dostluk ardından Arap Birliği Örgütünün henüz yürürlüğe geçmemiş yaptırımlarını beklemeden ilan edildi. Nasıl olsa “yaptırım kararları uygulanacaktı”, söz alınmıştı. Ama devletler arasındaki ilişkilerde ve özellikle Arapların kendi aralarındaki ilişkide, böylesi toyca davranışların ağır faturaları olur. Nitekim Arap Birliği ile Suriye arasında bir kez daha görüşmeler, yeniden düzenlemeler, yazışmalar başlayınca uzatmalar gündeme geldi. Kraldan çok kralcı davranarak yaptırımlarını şehvetle ilan eden Türkiye, bu kez tek başına orta yerde kalmış oldu. Bunun da ötesinde Suriye, Türkiye’nin bu adımını karşılıksız bırakmadı; kendi yaptırım kararlarını açıklayarak rest çekmiş oldu, Suriye’ye girecek tüm Türk mallarına %30 gümrük uygulanacağını açıladı, böylece, sıfır gümrükten en yüksek gümrük duvarına toslama gündeme gelmiş oldu. Bu sonuç, ilkesiz dış politikada iflasın bir ifadesidir.
Kardeşlik, dostluk üzerine kurulan bir ilişkinin bir iki ay içinde savaşın eşiğine gelmesi, siyaset aklı-selim yöneticilerin işi olamaz. Hiçbir onurlu halk bu tür yöneticileri uzun süre sırtında taşıyamaz.
DIŞ BASKILARA KARŞI DURUŞ
Suriye halkı, bölgenin en siyasallaşmış halkıdır. Tarihi derinliklerinden bu güne gelen kültür birikimleri son 60 yıldır bölgedeki tüm çalkantılarda gösterdiği refleksler buna işaret ediyor. Özellikle Hafız Esad dönemi, İsrail’le girişilen 6 Ekim1973 savaşı, 13 Nisan1975 Lübnan iç savaşı, 16 Haziran1979 Müslüman kardeşler Örgütü şebekelerinin kanlı kıyım hareketlerinin yükselişi, 4 Haziran1982 İsrail’in Lübnan’a saldırısıyla ikame edilmek istenen BOP projesi girişimlerinin ilk adımları, 2 Ağustos 1990 tarihi itibariyle Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayıp, 16-17 Ocak 1991 Tarihinde başlayan 5 Nisan 1991’de sona eren I. Körfez savaşı sürecindeki çok boyutlu baskılar, Türkiye’nin savaş çılgınlığıyla Kara kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Tek’in ateşlediği baskılar, Bu süreç Hafız Esad’ın ölümü ve Beşşar Esad’ın Cumhurbaşkanlığına gelişiyle, aynı baskılar tüm hızıyla devam etti.
Hafız dönemi, soğuk savaşın devam ettiği bir dönem ve sonrasını içerir. Baas partisi içinde katı tutumlarıyla tanının ekibin tasfiyesini temsil eden 16 Kasım 1970 Tashih Hareketiyle birlikte Hafız Esad’ın yaptığı açılımlar, ülke için bu güne kadar etkisi süren açılımların esasını oluşturur. Baas partisi ilk kez bu hareketle sıkı örgütlenmiş bir ideolojik sosyalist parti almaktan geniş alana yayılan halkın partisi olmaya başlar. Bu dönemin her iki evresinde Hafız’ın başarılı denge politikaları ülke içinde sağlam ve yaygın ekipli çalışmalarla dünyanın baskılarına meydan okuyun bir duruş sergiler. Şekerin, yağın, kağıt mendilin bile ambargolar nedeniyle olmadığı bir ülkeyi, kararıl ve başı dik tutabilmişti. Suriye halkı böylesi zor koşullarda açlığa susuzluğu evet, ancak onursuzluğu hayır diyerek, dış müdahaleye direnmiştir.
Bu satırların yazarı bu dönemi tüm yönleriyle yaşamışı biri olarak, Beşşar Esad döneminin bitip tükenmez dış baskılarına da tanık olmuştur. Bu baskıların bilançosu da şudur;
Beşşar Esad, iktidara geldiği 17 Temmuz 2000 tarihi itibariyle aralıksız bu güne kadar devam etmiştir.
7 Ekim 2001 Afganistan savaş ve istilasıyla başlayan tehditler (Kafkaslardan-Ak denize kadar enerji alanları, petrol, gaz, hububat, pamuk, su alanları güzergahına yönelik açık askeri işgal tehdidi),
20 Mart 2003 Irak işgali (II. Körfez Savaşı) ve Suriye’nin işgal edileceği tehdidi, zamanın Amerika Savunma Bakanı Colin Powel’in Beşşar Esad’a dayattığı şartların ret edilmesiyle artan baskılar. Açıkça Suriye’nin de işgal edileceği tehdidinin yapılması. 2 milyon Irak’lının Suriye’ye mülteci olmasının yükü.
2 Eylül 2004 BM Güvenlik Konseyi 1559 nolu kararıyla Suriye’nin tüm savunma etkinliklerinin kırılması Lübnan direniş güçlerinin silahlandırılması( Hizbullah ve Filistinli örgütlerin). Lübnan iç savaşı nedeniyle (1975) Arap birliği tarafından Arap Barış Gücü olarak Lübnanda farklı etnik ve mezhep çatışmalarını sona erdiren, Lübnan’ı güvenli bir ortama kavuşturan ve bu uğurda İsrail’in Lübnan’ı istila ettiği 1982 Haziran savaşı dahil, 14 bin şehit veren, tamamen savunma amaçlı Suriye ordusunun (Bu günlerin hesabı edilmiş bir plan doğrultusunda), apar topar Lübnan’dan çıkartılması.
14 Şubat 2005 Lübnan başbakanı Refik Hariri suikastı. Bu cürümün Suriye’nin sırtına yakılması (sonradan tümüyle senaryo olduğu açığa çıkan bu kasıtlı ithamlar, Suriye ordusunun İsrail’e karşı kendini ve bölgeyi savunma etkinliğini kıran gelişmelere yol açtı. Suriye ordusunun Lübnan’dan çekilmek zorunda, İsrail saldırganlığını önleyen Stratejik Bikaa ovası savunma alanı olmaktan çıkarılmış oldu) . “Yaratıcı Anarşi”nin en tipik eylemi olan bu menfur suikast İsrail-ABD işi olduğu her yönüyle belgelenmesine karşın, Suriye ve bölge direnme güçleri üzerinde bir Demokles kılıcı olarak kullanılmaya devam ediyor. Suriye çağdaş tarihinde en büyük baskıları bu uydurma senaryolardan çekip durdu.
12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan’a karşı başlattığı 33 gün savaşı ve Suriye’nin savaş tehdidi altında tutulması. Sözde kaçırılan iki askeri edeniyle başlatılan savaşın ana amacı, bölgemizin yeniden dizayn edileceği Büyük Ortadoğu projesini (BOP) ikame etmekti. 33 gün savaşı İsrail vahşetini ve ikamesi amaçlanan BOP’un bölge halklarına karşı vahşeti de ortaya çıkmış oldu. Lübnan direnme kalesini düşürüp Kafkaslara, Afganistan’a Lübnan ve Akdenize tüm bölgeyi, enerji ve servetleriyle kontrol altına alma planı iflas etti. İsrail ağır bir hezimete uğradı. BOP durduruldu. Ancak baskılar ve bu gün ortaya çıktığı gibi amaçlar hiç değişmedi. Suriye bu baskıların merkezinde kaldı.
27 Aralık 2008 - 20 Ocak 2009 Gazze savaşı. Bu savaşın direnen örgüt yöneticileri Suriye’de. Tüm Arap ülkelerinin yüzlerine kapıları kapattığı bir dönemde Suriye Filistin direnme örgütlerine sahip çıktı, ev sahipliği yaptı destekledi. Lübnan savaşı yenilgisinin İsrail toplumu ve ordusu üzerinde yarattığı travma, yenilmez sanılan ordunun ağır hezimeti Gazze savaşında onarılmaya çalışıldı. Ama burada da hezimet kaçınılmaz oldu. Bu gelişmeler, bölgede direnme hattını en yüksek prestije doruğuna ulaştırdı. Direnenler kazanmıştı ve bunun tüm bölge ülkelerinde yankısı büyük oldu. İsrail yansılı gerici diktatörler bu gelişmeden kaygı duydu. Suriye’yi sorumlu tutular ve Suriye’ye karşı planlar hızla çalışmaya başladı Arap üçlüsü denilen Suudi–Mısır–Suriye ilişkisi köklüce bitti. Filistinlileri destekliyor diye Suriye’nin vurulacağı tehdidi, ambargolar, 2010 Refik hariri suikastıyla ilgili Uluslararası Cinayet Mahkemesinin siyasallaşan iddianamesinin Suriye’nin boynu üzerinde kılıç gibi sallanması, Türkiye’nin MİT başkanı Hakan Fırat’la, Suriye’yi Kürtlere saldırı için dosyalarla sıkıştırması, Türk-Kürt sorunun, Suriye Kürt sorununa çevirme baskıları arka arkaya dizildi.
İşte bu dış baskılar karşısında Suriye, milyonları milyonlara ekleyerek halkçı yönetiminin arkasında durdu. Dış dayatmalar arttıkça artan oranda halkla yönetim birleşerek direndi. Düne kadar kardeş ve dost adı altında Erdoğan iktidarının ikiyüzlü davranışlarına karşı Suriye halkın bur ulustan beklenenin çok ötesinde bir toplu refleks, bur toplu tuktum alış ortaya çıktı. İhanete verilebilecek en düzeyli ve yoğun tepkiyi organize etti. Bu duruş ve gittikte daha da belirginleşen etkileri Erdoğan iktidarına kapak oldu.
SONUÇ:
Türkiye bağımsız bir dış politika gütmekten aciz olduğu ortaya çıkmıştır. Halklarımızın iradesine karşı örülün bu dış politikalar, yeni tarihsel düşmanlıkların oluşmasına ve derinleşmesine yol açmaktadır. Bu, iç politik çıkmazların dış politikada kendini ifade etmesidir. Erdoğan iktidarı bu politikaların etkisiyle bir tıkanma içinde içe bükülerek çürüme sürecine girmiştir. Bir dizi komşuya karşı işlediği hatalar Suriye’ye karşı işlemeye devam ettiği düşmanca ve bir o kadar kanlı politikalar Erdoğan iktidarının da sonunu getirecek etkilere sahiptir. Suriye sahasında süren mücadele bir yanıyla ülkemiz demokrasi mücadelesinin önemli sacayağı olarak belirmiş olması bundandır.
Bölgemizin bu kapsamdaki saflaşması bu verilerle çok doğaldır. Bu dün de öyleydi. Bu gün bu saflaşmada yer almak mücadelede tarafsız kalmadan tutum takınmak, ülkemiz ve bölgemiz özgürlük ve demokrasi mücadelesi için bir katkı olacaktır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) mimarları ve kuklalarına karşı mücadele de burada somut bir biçim almaktadır. Suriye halkı ve yönetimden yana mücadelenin safında yer almak bu anlamıyla, ülkemizde süren demokrasi mücadelesinden yana olmakla tam bir örtüşme halindedir.
Bu tarihi yükümlülüğün onurlu her insanı göreve çağırdığını belirterek satırlarımı noktalıyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder