HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

7 Ekim 2011 Cuma

BARIŞÇIL VE DEMOKRATİK MÜCADELEYE EVET, SİLAHLI MÜCADELEYE HAYIR!

Değerli dostum Ahmet Daskapan'ın, AYRI VARLIK blogunda hala yayında bulunan (Altta) "DÜNÜ BU GÜNE BAĞLAMAK" başlıklı makaleme verdiği cevabı sizlerle paylaşıyorum. Cevabımı da en kısa sürede sizlerle paylaşmayı umuyorum. Şimdi Ahmet daskapan'ı birlikte okuyalım.


BARIŞÇIL VE DEMOKRATİK MÜCADELEYE EVET,
SİLAHLI MÜCADELEYE HAYIR!


Ahmet Daskapan - 5 Ekim 2011

Değerli kardeşim Mikdat Abuzer,

Nedir bu şiddet ve celal? Ben ne dedimde şu sözleri bana mustahak gördünüz: " Olayı tek yönüyle ele alıyor ve zaman mekan kavramlarıyla ilgili bir yaklaşımı hesaba katmıyor gibisiniz", “genç kuşaklar için iyi bir örnek oluşturmuyor diyeceğim”,”ele aldığınız toptancı inkar yönteminizi eleştiriyorum”,” Bu mantığınız, Filistin davasını Siyonizm karşısında teslimiyete götüreceğini bilmelisiniz” ve benzeri cümleler. Anlaşılan farkında olmadan bir şekliyle sizin tahammül sınırlarınızı zorlamışım. Diğer yandan cevabınızı, ele almaya çalıştığım konuları doğru bir eksen üzerinde tartışabilmek için kıymeti büyük bir yazı olarak değerlendiriyorum. Bu nedenle ele aldığınız bütün konuları tek tek ele almaya çalışacağım. Ama her şeyden önce bazen beni anlamakta güçlük çekmenizi kavramakta zorlandığımı ifade etmek istiyorum. Neden mi? Çünkü ben ne düşünüyorsam dolaysız bir şekilde düşüncelerimi ifade etmeye çalışıyorum ve bu düşünceleri basit bir dille yazmaya çalışıyorum ve abstrakt kavramlar kullanmamak için büyük özen gösteriyorum. Kaldi ki sizin abstrakt kavramları algılama konusunda hiç bir sorununuz olmadığını artık dünya alem biliyor. Yazdıklarımı yalnız yazıldığı şekliyle algılamaya çalışırsanız sanırım beni anlamkta daha az zorlanırsınız. Yani yazdıklarıma, yazmadığım anlamları yüklemeden okursanız sanırım hiç bir sıkıntı kalmaz. Dolaysız iletşim biçmini siyasi platformlarda kullanmamayı daha doğru buluyorum ve dolaysız ifadelerde bulunmaya gayret gösteriyorum. Buna rağmen beni anlamakta güçlük çektiğiniz belirtisini dikkate alarak yazmaya çalışacağım. Ayrıca iyi niyet konusundaki ifadenizden dolayı da şükranlarımı sunmak istiyorum. Lakin tersini gerektirecek bir şeyler yazdığımı sanmıyorum. Zaman ve mekan meselesinde haklı olabilirsiniz. Yani belki bu konuları yazmanın ve açmanın yeri o fotonun altı olmamalıydı. Lakin sökonusu fotoğraf ve altyazısı yetmişli yılların mücadele dönemini anımsattığı için spontane bir refleksle yorumumu yükledim.

74-80 döneminin silahlı eylemleri ve buna neden olan koşullar
70 li yılların silahlı mücadelesinin nesnel dayanakları•
Hemen belirteyim ki, 74-80 döneminin silahlı eylemleri, illegal örgütlenmeleri ve buna ait tüm sonuçlar, zindan firar vb tüm bile istisna tümü devletin anti demokratik statüsünden, fiillerinden ve insanı hiçe sayan faşist askeri darbeciliğin ülkemiz siyasi hayatını bir karabasan altına almasındandır.
Cevap:
70 li yıllardaki ülke koşullarıyla ilgili tespitlerinize katılıyorum. Devletin antidemokratik uygulamaları, demokrasiye aykırı işleyiş tarzı, baskılar, zulümler ve devletin statikocu anlayışı dışına çıkan hiç bir düşünce, anlayış ve örgütlenme şekline tahammülü olmayan medeniyetten ve özgürlükçü olmaktan çok uzak bir devlet yapısı sözkonusuydu. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ülkemizde yaşanan anti demokratik olayların açtığı yaralar halen kanamaktadır. Bu anti demokratik uygulamalar yalnız sol düşünceli olanlara yönelik değildi. Statikocu devlet anlayışına mühalefet yapan herkese yönelikti. Bu sebeple Seyidi Nursiden tutun da Nazım Hikmet, Sabahattin Aliler, Mustafa Suphilere kadar, niceleri devletin hedefi olmuş ve devletin antidemokratik baskılarına mağruz kalmıştır. Çok partili döneme geçildikten sonra marşal yardımı derken, Koreye kurbanlık asker gönderildi, NATO ya üye olundu, Dünya bankasından ilk borçlanmalar gerçekleşti, İMF ekonomik proğramlarını uygulayabilmek için 60 darbesi gerçekleşti. Ve 60 lı yıllarda Amerikan emperyalizmine karşı gelişen anti Amerikancı örgütlülük ve eylemler. Altıncı filoya karşı eylemler derken Türkiyede yeni sol, yani daha önceki Türkiyedeki geleneksel soldan farklı bir sol hareketlilik alevlendi. Denizler, Mahirler türedi bu anti Amerikancı eylemlilik içerisinde. Tarihin bu kesitinde zamanın yeni solu tarafından, sol silahlı mücadele tarzı benimsendi ve yol olarak gelişti. Ve o zamanın yeni kuşaklarından bir çok genç kendini bu anlayışı benimseyen gurupların içerisinde buldu. Teorik olarak bütün sol gurupları sosyalizmi ve sosyalist devrimi hedefliyordu. Birçok genç sosyalizme inanarak değişik hareketlerde yer aldı. Şimdi sorulması gerek soru şudur? 70 yıllarda silahlı mücadele tarzının tercih edilmesi ne kadar doğruydu? 70 yıllarda tercih edilen silahlı mücadele yöntemi devrim sürecini ilerlettimi yoksa gerilettşmi?
Denizler ve Mahirler tam bağımsız Türkiye sloganlarıyla yola koyulmuşlardı. Türkiyenin tam bağımsız olmasına ne tür katkıları oldu?Silahlı mücadele tarzıyla somut neler yapıldı? Kimle silahlı mücadeleye girildi? Asker, polis bu ülkenin evlatları değilmi? Nihayetinde 70 li yılların sonlarına doğru günde yaklaşık 100 kişi sokaktaki silahlı ve bombalı eylemlerde ölüyordu. Bir çok alakası olmayan sivil insan ölüyordu. Sağ sol derken gençler okula gidip okuyamıyordu ve nice kabul görmeyecek çok vahim olaylar. Bu silahlı mücadele tarzının ülkemizde somut olarak beraberinde getirdiği gerçekler. Çünkü inandııkları ülküleri uğruna silahlı mücadeleyi benimseyen yalnız solcular değildi. Ülkücüler ve başka siyasi örgütlenmelerde silahlı mücadele tarzını temel alan bir örgütlenme şekline girmişlerdi. Müzakerenin yerini silahlar almıştı. Birbiriyle empati kurmak yerine, düşmanlıklar temel prensip olmuştu. Kardeşin kardeşi vurduğu ortamlar günlük olağan ortamlar haline gelmişti. Soruyorum size: 70 li yılların bu vahim tablosunu savunmak mümkünmü? Bu vahim tablonun oluşmasında sol olarak katkılarımızı eleştirel bir gözle sorgulamamız ve lazım olduğu yerde özeleştiri verme büyüklüğünü göstermemiz ve o yıllardaki hatalardan ders çıkarmamız neden olmasın? Neden? Biz tarihi ve tarihteki rolümüzü sorgulamadan nasıl dersler çıkaracağız tarihten?
Denizler ve Mahirler silahlı mücadele tarzını benimsediklerinde ülkemizdeki demokrasi güçlerinin mücadelesi hangi evrelerden geçmişti ve hangi aşama gelmiştide silahlı mücadele tarzı artık tek çözüm yolu olarak görülmeye başlanmıştı? Ondan önceki süreçte milyonlar sokaklara döküldüde ve güçlü sendikal hareket oluştuda ve barşıl zeminde vede legal zeminde bütün mücadele olanakları sonuna dek zorlandıda en son çare silahlı mücadele tarzı kaldığı içinmi silaha sarılındı? O milyonlar nerde sokalara dökülde? Bütün bu barışçıl legal mücadele biçimleri daha henüz başlangıç aşamasındaydı. Legal mücadele olanaklarının yüzde biri daha henüz denenmemişken Mahirler ve Denizler silaha sarılmanın gerekliliğine inandılar. 60 ve 70 yılların silahlı mücadelesinin zaman kesintisinde halk sosyalizim ve devrim bilinç açısından hangi noktadaydıda hızlandırılmış bir silahlı devrimle sosyalizmin kurulabilineceğine inanıldı? Silahlı mücadele bir devrimci mücadelenin en son aşamasında ve en son çare olarak, halk sosyalist devrim bilincine ulaşmış olduğu bir noktada istenmeyen bir zorunluluk olarak düşünülebilir. Mahirler ve Denşzler ise silahlı mücadeleyi mücadelenin başlangıç noktası olarak tercih etmişlerdir.
Deniz Gezmişlerin ve Mahir Çayanların sözleri ve söylemleri doğruydu. Bağımsız Türkiye ve anti emperyalist idealler halen çok büyük bir aciliyetle güncelliğini koruyor. Bu düşünceler ve vatan sevgisi uğruna seve seve canlarını vermiş olmaları takdire layik bir davranış ve anlayış biçmidir. Onların idam edilmesi, katledilmesi de kabul edilemiyeceği gibi, hesabı hukuk önünde sorulmalıdır. Bu konu yeniden dava edilmeli ve idam kararları imha edilmeli ve devlet namına onurlandırılmalıdırlar. Ancak silahlı mücadele yöntemleri ve tercihleri doğru değildi ve çok erkenciydi. Bütün legal mücadele olanakları daha henüz denenmemiş ve tükenmemişken silahlı mücadele tarzına geçiş yapılmıştır. Siyasi ve ideolojik yaklaşımları halen doğruluğunu korumakla birlikte, silaha sarılmaları bence bu bağlamda çok büyük bir hataydı. Halen onların izinde yürüdüğünü söyleyerek silahlı mücadeleyi sürdürdüklerini iddia edenlerde bu nedenle yalnış yoldalar. Kanla iktidar olan hiç bir zaman insan haklarına saygılı bir demokrasi veya sosyalizim gerçekleştiremez. Kanla gelen kanlı bir diktatör olmaya mahkumdur. Temelden silahlı mücadeleyle devrim yapılmasını propağanda eden anlayışları devrimci olarak nitelemekte büyük bir yalnıştır. Ne askerlerin yapacağı bir devrim nede sihalı sivil örgütlerin yapacağı bir devrim. Halkın bilinçlenerek, aydınlanarak yapacağı halk devrimi olmalıdır hedef. Hızlı yoldan silah zoruyla iktidar olanları devirmek bir toplumsal devrim yaratmıyor ve halkın iktidarını, yani halkın çok büyük bir çoğunluğunun iradesini temsil edecek bir yeni iktidarı yaratamıyor. Tarih bunun bir çok örneği ile doludur. Silah zoruyla iktidar olan, sözümona halk adına hareket ettiğini iddia eden küçük bir zümrenin iktidarı beraberinde getiriyor. Halktan tepkiler geldikçe insanlar susturuluyor ve kan dökülüyor ve kaçınılmaz olarak diktatörlüğe gidiyor. Kurmak istediğin demokrasi veya sosyalizim bilinci halkta henüz mevcut değilse, o sistemi yaratman mümkün değildir. Yıkılan Sovyetler Birliği sistemi bunun yakın tarihimizdeki en güzel örneğidir. 70 yıllık sosyalizim denemelerinden sonra dağılmak zorunda kaldı Sovyetler Birliği. Sovyet halklarında sosyalizim bilinç ve ahlakı yeterince gelişmeden, zoraki bir sosyalizim gerçekleştirilmeye çalışılmıştır ve nihayetinde sovyet sistemi sosyalist bir niteliğe kavuşamadan, baskıcı, totaliter ve insan olgusunu hiçe sayan, devlet kapitalizmi yoluyla emek sömürüsü gerçekleştiren ve devlet kapitalizmi modeliyle dünya emperyal güçler arasında yerini alarak yıkılmaya mahkum kalmıştır. Leninin 17 ekim 1917 de zoraki devrimini gerçekleştirirken sosyalist sistemle ilgili öngürüleri çok farklıydı. Lenin silahli devrimle kısa yoldan insanların bilincinin sosyalizme uygun hale getirilebileceğine inanarak kendisinide savunduğu insan ve evrim teorisine ters bir öngörü yapmıştır. İnsanların bilinçlenmeside bir evrim meselesidir ve buna ugun bilinçlenme ancak özgür aydınlanma süreciyle ve bunun gerektirdiği evrim zaman süreciyle mümkündür. Bunları derken, şunu eklemek istiyorum.
Her şeye rağmen Denizler ve Mahirler kendi dönemlerinde kimsenin cesaret edemediğini yaptılar ve dillendirdiler ve halkın yüreğinde birer halk kaharamanı olarak taht kurdular. Onları her zaman saygıyla anmaya devam edeceğiz. Ancak yalnışlarını devr almayacağız. Yani almamamız lazım. Ve bu yalnışı devr alarak hareket edenleri barışçıl diyalog olanaklı olduğu sürece bilinçlendirmeye çalışmak lazım. Çünkü onlarda bilinçlenmesi gereken halkın bir parçasıdır. Yalnışıyla ve sevabıyla bütün halkı demokrasi yolunda bilinçlendirmeye çalışmak lazım. Ayırım yapmadan, milliyetçi olanıda, sosyalistim diyenide, dini temelde hareket edenide, sosyal demokratıda, liberalıda, silahlı mücadeleği yeğleğenide, yani hiç kimseyi dışlamadan herkesi, bütün halkı bilinçlendirerek ancak bir barışçıl halk devrimi olabilir ve ilerici bir halk iktidarı kurulabilir. Bu bilinçlenme yalnız teorik anlamda gerçekleşmemelidir. Sosyal ve ahlaki anlamda ve ayrıca özgürlükçü ilerici demokrasiye uygun yöntemler açısından davranış ve hareketlerini, düşünce tarzını terbiye etme anlamında demek istiyorum. Tam bu noktada Andri Gandiyi örnek vermek istiyorum. Barışçıl devrim ahlakı ve tarzı konusunda dünya tarihinde benzeri görülmemiş şiddetsiz devrim mücadelesi örneği sergilemiştir Andri Gandi. Himdistan halklarının İngliz emperyalizmine karşı, bütün iç farklılıklara ve iç çelişki ve düşmanlıklara rağmane tek gövde olmasını ve barışçıl temelde başarılı bir mücadele vermenin örneğini sergilemiştir Gandi. Gandi örneğinde halkın sosyalizim ve devrim bilinci yoktu. Gandi örneği barçıl ve şiddetsiz devrim yöntemi açısından ders alınabilecek bir vakadır. Şiddete karşı olmak ve buna uygun ahlaki düzeyi yakalayabilmek ve teorik bilinçle anti-şiddet ahlaki değerlerini ve yöntemlerini bütünleştirmek gerekmektedir. Zaten barış ancak böylesine bilinç ve ahlaki yapıda olan insan topluluğu üzerinde bina edilebilir. Barışı savunan insanların ve örgütlerin inandırıcı olabilmeleri için şiddeti rededen ve şiddetsiz Gandi misali yöntemleri özümsemüş ve onlarla özdeşleşmiş olması gerekir. Sanırım bu konuda çok ayrı frakanslar üzerinde duruyoruz. Frakanslarımızı birbirine yakınlaştırabilmemiz için çok tartışmamız ve yazıp çizmemiz lazım. Henüz o doğrultudaki tartışmanın başındayız bence. Ingliz emperyalistleri ve sömürgecileri barışçıl eylemler yapan ve şiddetsiz mücadel eden Gani taraftarlarını amnasızca kurşuna diziyorlardı ve her türlü insanlık dışı müameleyi yapıyorlardı. Gandi ve taraftarlarının tahammül sınırları milyonlarca defa zorlandı ve çiğnendi. Ama bütün bunlara rağmen Gandi hareketi barşçıl yöntemlerinden vazgeçmedi ve pozitif yaklaşımın bir gün muhakkak olumsuz ve şiddete dayalı tarzdan kazanacağına inanıyorlardı. Ve nitekim haklı çıktı, ingliz sömürgecileri Gandi hareketi karşısında yenildi ve Gandiyle masa başında anlaşmaya gitmek zorunda kaldılar.

İnsandaki tahammül sınırları zorlanırsa patlak verir•
Sakince düşünelim. fizik yasalarında etki tepkiden söz ederiz, toplum yaslarında bu etki tepki çok daha elastikidir. Yani insan sonuna kadar dayanır, kırılma noktasının ucuna gelir, o ölçüde dayanır (nesneler arası etki tepkide ise anında tepki ortaya çıkar ve la iradidir). Ondan sonra patlar. Çünkü hesap yapar, ailesi, çevresi, geleceği der ihtiyatlı davranır. Bu sonsuz sabra rağmen, insanı kim tüketir dersiniz? Soruyorum size; bunu devlet tüketir, anti-demokratik yasalar tüketir.

Cevap:

Etki tepki meselesi toplumsal alandada bir yasadır. İnsan oğlunun kırılma noktasına kadar dayanabileceği gerçeğine itirazım yok. İnsanın bir aşamadan sonra patlama noktasına gelebileceğinede itirazım yok. İşte tam bu patlama dediğimiz nokta, etki ve tepki sürecinde çok önemlidir. O nokta tepki gösterme noktasıdır. Ve esas mesele bu tepkinin nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiğidir? Bu tepkinin silahlı olması ve silahsız olması neye bağlıdır sizce? Burda söz ettiğimiz ferdi bir tepki değildir. Örgütlü ve toplumsal tepkiden bahsediyoruz. Bu belirleyici noktada tepkinin şeklini nasıl belirlemek lazım? Bunu duygusallıkla ve hislerlemi yoksa siyasi, stratejik ve taktiksel bilinçlemi yapmamız lazım? Sağduyulu ve rasyonel olarakmı yöntem tercihimizi yapacağız, yoksa duygularımıza kapılarak mı yapacağız? Size göre devletin anti-demokratik yasaları ve uygulamaları sonucu silahlı mücadele tarzı en doğal tepki tarzıdır. Bence anti demokratik yasa ve uygulamalar bir tepki gösterilmesi için yeterli nedendir. Ama hiç bir şekilde silahlı bir tepki göstermek için yeterli neden olarak görülemez. Silahlı mücadelenin bir yaşam tarzı haline geldiği kişi ve örgütlerde silahlı tepki yöntemin tercih etmek kendiliğindenci bir proses sonucu oluşabiliyor. Rasyonel bir yöntem tercihi olmaktan çıkıyor ve o kişi veya örgütün doğal hali durumuna geliyor. Ama bunun temelinde daha önceden yapılmış öznel tercihler sözkonusudur. Türkiyede hiç bir zaman silahlı mücadeleyi gerektirecek nesnel koşullar mevcut olmadı. İçgüdüsel öznel tercihler sonucu silahlı mücadele yöntemi seçildi. Sizin sözünü ettiğiniz aynı kırılma veya tepki gösterme noktasında yöntem olarak barışçıl yöntemler tercih edilebilirdi. Silahlı mücadele yöntemlerinin doğal hal haline geldiği örgütlerin ve şahısların barışçıl demokratik mücadele yöntemlerini düşünmesi, onları mücadelenin merkezine oturtması ve istikralı vede sabırlı bir şekilde barışçıl eylemlere endekslenmesi o kadar kolay olmaz. Hatta çok zor diyebilirim. Her an barışçıl demokratik eylemlerden silahlı eylemlere kayma tehlikesini içinde barındırmaktadır. Zannediyorum, bizim ayrıştığımız temel konu, kırılma ve tepki gösterme noktasında siah yerine inatla barışçıl eylemlerin tercih edilmesini savunmamdır. Silahlı mücadle bir tepki hareketi olarak verilmez. Silahlı mücadele verilecekse, mücadele sürecinin en son aşaması olarak, istenmeyen bir zorunluluk olarak devrim sürecinin son aşamasını gerşekleştirmek için tercih edilebilir. Bir devletin anti demokratik yasalarına ve uygulamalarına dur demk için yığınsal barışçıl eylemler, işçi grevleri ve benzeri çalışmalar temel alınmalıdır ve tepki yöntemi olarak ilkeli bir şekilde bu yöntem tercih edilmelidir. Eylem biçimleri ve boyutları nesnel koşullara göre ayarlanarak adım adım geliştirilmeli ve buna uygun örgütlemede adım adım örülmelidir. Ve her koşul altında kan dökmeyi redederek ve kan dökenlere karşı ahlaki, siyasi ve ideolojik mücadele vererek. Size ben soruyorum? Bu gün beş milyon insan Ankarada hergün meydanlarda bu hükümetin istifasını istese, sizce bu günkü AKP hükümetinin istifa etmesi kaç gün sürer? Halk bilinçlendiği ölçüde korkamadan sokaklara dökülür ve daha adil bir düzen için barışçıl eylemler yapma cesaretini gösterir. Önemli olan milyonları barışçıl eylemlere çekebilmenin doğru yöntemini bulmakta ve hayata geçirmektedir. En zor olanıda budur. Çünkü doğru eksen üzerinde yürüyerek barışçıl halk hareketi oluşturmaya çalışmazsanız, o doğru ekseni yakalayamazsanız, o halk sizinle birlikte yürümez. İşin kolayıda silaha sarılmaktır. Ancak bu silahlı mücadele tarzı, devrimci hareketleri halktan soyutlamış, devrimcilerin halktan tecrid edilmesini beraberinde getirmiş ve seçimlerde yüzde bir oranında oy alamıyacak noktaya kadar batırmıştır. Yetmişli yılların silahlı mücadelesinin çok önemli sonuçlarından biride halkın silahlı solu tümüyle tecrid etmiş olmasıdır. Silahlı mücadele adı altında yapılan eylemler, hangi ideallerle yapılmış olursa olsun, nihayetinde solun halkla bütünleşmesinin önünde aşılmaz bir set çekmiştir. 70 li yıllarda kısa vadede zamaın gençliği arasında rağbet gören silahlı mücadele tarzı ve o gençlerin 70 yıllardaki silahli icraatları uzun vadede gericiliğin güçlenmesine ve ilerici solun zayıflamasına çok önemli katkılarda bulunmuştur. 70 li yıllarda barışçıl eylemler ve biliçlenme çalışmalarına daha fazla önem verilseydi, silahlı mücadele tarzı tercih edilmeseydi, Daha uzun vadede, yani bu günler için çok daha önemli bir temel atılmış olurdu ve inanıyorum ki sol bu gün Türkiyede çok daha güçlü olurdu ve CHP haricindeki sol olmadan hükümette olamazdı. Yani sol, barışçıl sol, bir biçmiyle iktidarın bir parçası olurdu ve devlet yapısıda demokratiklik anlamında solun katkısıyla çok daha ileri bir noktada olurdu. Bütün bunlardan çıkarılması gereken derslerde, 70 yıllarda yapamadığımızı bu gün yapmamız gerektiğidir. Bu günün koşullarında barışçıl eylemleri ve örgütlenmeleri temel alarak ve bilinçlenme ve aydınlanma çalışmalarını merkeze koyarak yarının kuşaklarına doğru bir zemin hazırlamak ve yeni nesillere bu şekilde doğru örnek olamktır. Silahlı mücadele konusunda özeleştiri yapmak, silahlı mücadeleyi yalnış bir tarz olarak nitelemek, yeni nesillere bunu aşılamak ve barışçıl eylemleri yeni nesillere yegane mücadele yöntemi ve perspektifi olarak aktarmak. 70 yılların mücadele tarzından çıkarılması gereken birici ders budur!

Kürtler zorunlu olarak silaha sarıldılar•
Kürdistan’da devlet iyi işi yapıyor da insanlar özgürlüklerini silahla mı istiyorlar? Kaç kez ateşkes ilan edildi, kaç kez barış için el uzatıldı. Kaç kez “demokratik açılım” adı altında artan baskılar, artan sınır ötesi operasyonlar, artan zulüm yapıldı ve kendi hatasını oyunlarla taktiklerle, alttan alta yapılan PKK-MİT görüşmeleriyle oyalayıp durdu.

Cevap:
Türkiyede yaşamakta olan Kürt toplumunun içinden silaha sarılan örgütlenmelerin türemesi ve silahlı mücadele tarzının benimsenmesi meselesi çok tartışma gerektiren bir konudur. Size göre devletin anti demokratik yasaları ve uygulamaları sonucu Kürtler silah yoluyla özgürlük talep eder duruma geldiler. Aküel durumda Kürtlerin ateşkes ilan etmelerine ve barış için el uzatmalarına parmak basıyorsunuz. PKK-MIT görüşmelerinde devlet tarafından bir oyalama taktiği olduğunu vurguluyorsunuz. Demokrati açılım adı altında baskıların ve sınır ötesi operasyonların arttığına dikkat çekiyorsunuz. Ancak aktüel duruma gelmeden önce sormamız gerek başka bir soru var. Kürtler ne zaman silahlı mücadele tarzını tercih ettiler ve silahlı mücadele tarzını tercih etmeden önce demokratik barışçıl mücadele yolları ne kadar denendi veya zorlandı? Yani daha önce ele aldığımız etki ve tepki sürecinde kırılma ve tepki gösterme noktası öncesi süreç nasıldı? Cumhuriyet dönemi boyunca Kürtlerin izlediği mücadele çizgisi ve yöntemleri nasıldı? Ne zaman barışçıl eylem ve mücadele tarzından silahlı mücadele tarzına geçiş yapıldı?Bu soruları cevaplarken zorlandığımız bazı konular vardır. Cumhuriyet dönemi boyunca Kürtlerin barışçıl demokratik mücadele yöntemleriyle özgürlük mücadelesi verdiklerine örnek göstermek çok zor. Cumhuriyetin kurluş yıllarından itibaren Kürtler tarafından silahlı mücadele tarzı benimsenmiştir. 1925 yılında tarihe Şeyh Said İsyanı olarak geçen ayaklanma, silahlı bir ayaklanmaydı. Bu ayaklanma Kürt İstiklal Komitesi adını taşıyan bir örgütlenme tarafından harekete geçirilmiştir. Jandarma müfrezesiyle çatışmaya girmek, vali vegörevlilerini esir almak, vilayetler basmak, din uğruna Kürt halkını devletle savaşa çağırmak, 5000 kişilik bir kuvvetle Diyarbakıra saldırmak ve değişik kentlerin silah zoruyla ele geçirmek Şeyh Said İsyanı nın icraatlarından bir kaçıdır. Bu ardından devlet ordusuyla bu isyanı bastırıyor, isyancılar ve Kürt Teali Cemiyeti yöneticileri mayıs.haziran 1925 yılında idam ediliyor. Osmanlı döneminde ceryan eden Kürt isyanları şunlardır. 1. Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı (1806-1808, Süleymaniye)
2. Babanzade Ahmet Paşa İsyanı (1812, Süleymaniye)
3. Zaza Aşiretleri İsyanı (1818-1820, Dersim)
4. Revaduz Yezidi İsyanı (1830-1833, Hakkari ve çevresi)
5. Mir Muhammet İsyanı (1832-1833, Soran)
6. Kör Mehmet Paşa İsyanı (1830-1833, Erbil, Musul, Şirvan)
7. Garzan İsyanı (1839, Diyarbakır)
8. Bedirhan Bey İsyanı (1843-1847, Hakkari ve çevresi)
9. Yezdan İzzettin Şer İsyanı (1855, Bitlis)
10. Bedirhan Osman Paşa İsyanı (1877-1878, Cizre ve Midyat)
11. Şeyh Ubeydullah İsyanı (1880, Hakkari, Şemdinli)
12. Emin Ali Bedirhan İsyanı (1889, Erzincan)
13. Bedirhani Halil ve Ali Remo İsyanı (1912, Mardin)
14. Molla Selim ve Şeyh Şehabettin İsyanı (1913-1914, Bitlis)Osmanlı döneminde gerçekleşen bütün isyanlar silahlı isyanlardır. an ve Ubeydullah
Cumhuriyetin ilanından 1938’e kadar 17 Kürt ayaklanması çıktı.
Bu ayaklanmalar tarih sırasına göre şöyledir:1. Nasturi (1924),
2. Şeyh Sait (1925),
3. Raçkıtan ve Raman (1925),
4. Sason (1925),
5. Ağrı (1926),
6. Koçuşağı (1926),
7. Mutki (1927),
8. İkinci Ağrı (1927),
9. Bicar (1927),
10. Asi Resul (1929),
11. Tendürük (1929),
12. Savur (1930),
13. Zeylan (1930),
14. Oramar (1930),
15. Üçüncü Ağrı (1930),
16. Pülümür (1930),
17. Dersim (1937-1938).Bu ayaklanmalara 20 binden fazla silahlı isyancı katıldı. İsyanlar; Ağrı, Tunceli, Bingöl, Diyarbakır, Siirt, Şırnak ve Hakkari ve çevrelerinde gelişti. Bu isyanların hepsi silahlı isyanlardı. Kürt isyanların tamamı aşiret düzeninin kaymağını yiyen ağa, bey ve şeyhlerin önderliğinde çıkmıştır. Şeyh Sait ile Dersim’i, Ağrı isyanıyla Koçgiri’yi birleştiren bu ortak özelliktir.Bu isyanların ulusal isyanlar olduğu söylemek mümkün değildir. 1938 de bu isyanlar devlet tarafından bastırılma sonucunda bitti. 70 li yıllarda kurulan PKK bu isyanlara sahip çıkarak yola koyuldu ve bu isyanları Kürt ulusal harketinin doğuşu olarak görüyor. BDP eşbaşkanı Gülten Kışanak bu haftakş meclis konuşmasında Şeyh Sait i örnek vererek AKP hükümetine atıflarda bulundu. PKK 70 li yıllarda silahlı mücadele yöntemini tercih ettiği kırılma noktasında, etki tepki sürecinde tepki momenti öncesinde barışçıl eylem süreci yaşanmamıştı. Kürtlerin hiç bir isyanı, ayaklanması barışçıl ve silahsız olmadı. Silahlı mücadele tarzı benimsemeden önce yasal ve legal zemin üzerinde mücadele koşulları denenmediği gibi hiç zorlanmadı. Silahlı mücadele tarzı Kürt örgütlerinin ve kadrolarının doğal hali haline gelmiş olması ve tarih boyunca bu doğallaşma sürecinin güçlenmiş olması PKK nın silahlı mücadele yöntemini tercih etmesini çok doğal hale getirmiştir. PKK nın kürt toplumu içerisinde barışçıl hareketi bina edebileceği hiç bir birikim ve dayanağı bulması tarihsel açıdan mümkün değildi. PKK nın kurmaya çalıştığı yeni Kürt hareketini daha önceki isyanlar üzerinde bina etmeye çalışması anlışılır olduğu gibi, bu gerçek barışçıl mücadele yöntemlerinin tercihler listesinde yer bile almadığı ve bu silahlı mücadele tarzı tercihinin nesnel koşullara dayanan bir tercih olmadığını çok berrak bir şekilde ortaya sermektedir. Tarihte geliştirilmiş bir silahlı mücadele ve isyan geleneğinin devamı olmaktan ibarettir PKK nın silahlı mücadele tercihi. Yani sizin dediğiniz ve savunduğunuz gibi, salt devletin baskılarından kaynaklanan bir tercih değildir. Sonuç olarak, şu tespiti yapmak gerekir. Kürtler üzerinde inkarcı baskı düzeni hakimdi. Kürtlerin buna karşı tepki göstermesi gerekliydi. Esas soru, bu tepki silahlı olmak zorundamıydı? Bu tepki barışçıl eylemlerle olamazmıydı? Demokratik ve barışçıl eylem biçimleri seçilemezmiydi? Bu tepki bütün Türkiye demokrasi güçleriyle birlikte gösterilen bir ortak demokrasi tepkisi kapsamında, Kürt olgusunun vurgulanması şeklinde olamazmıydı? Bunun koşulları ne kadar denendi ve ne kadar zorlandı? Genel sendikalarda, gençlik ve kadın örgütlerinde, ve diğer toplumsal hareketlerin içinde Kürtlere özgürlük talebinin ortak talep olarak dillendirildiği barışçıl bir mücadele şekli tercih edilemezmiydi? Barışçıl ve demokratik Kürt örgütlerinin kurulması ve diğer örgütlerle barışçıl eylemler bazında beraber çalışma yolu tercih edilemezmiydi? Parlementer sistem içerisinde demokratik mücadele tarzı tercih edilemezmiydi? Bütün bunlar silahlı mücadele tarzı tercih edilmeden yapılamazmıydı? Bence yapılabilirdi. PKK nin ve benzeri örgütlerin 70 li yıllarda silahlı mücadele yöntemini tercih etmesi rasyonel ve nesnel koşullara dayalı bir tercih olmaktan çok; kendiliğndenci, Kürt tarihinin kendi doğallığı içinde ve öznel temelde yapılmış bir tercihtir.Barış sürecini tersinden ele almakKürt hareketleri önce silahlı mücadele yöntemini tercih ettiler ve daha sonra, 12 eylül 1980 askeri cuntasından sonraki süreçte parlamenter mücadele sürecine girildi. Kürt oylarını temel alan parlementer siyasi açılımın son noktası bu günki BDP dir. BDP ve daha önceki siyasi partiler PKK nı silahlı mücadelesine endeksli legal çalışmalardır. Yeryer silahlı mücadele örgütlenmesinin legal siyasi kanadı olarak işlev görmektedir. BDP nin legal zemin üzerinde mücadele etmesinin temelinde silahlı mücadele yürüten PKK gibi bir hareketin olması BDP nin barışçıllığına ve demokratikliğina daha farklı bir nitelik yüklemektedir. Silahlı hareketten gücünü alan bir siyasi hareket olması haklı olarak barışçıllığını demokratlığını tartıştırı ögelerdir. Böylesine kombinayon hareketi, barışçıl ve demokratik mücadele biçminin doğru şekli değildir. Benim demk istediğim barışçıl ve demokratik mücadele tarzında ne ön planda nede BDP gibi arka planda silahlı mücadeleye yer vardır. Bu gün varılan sorunlu sonuçlar ve sorunun çözümünün bu kadar komplike olmasının başlıca sebeplerinden biri başlangıçta, yani 70 li yıllarda barışçıl ve demokratik eylem ve mücadele biçmini tercih etmek yerine silahlı mücadelenin tercih edilmiş olması ve daha sonra sılahlı gücü koruyarak barışçıl eylemeler yapmaya yeltenmektir. Silahlı gücün arka planda olması, BDP nin bütün barışçıl çabalarının ınandırıcılığını gölgelemektedir. PKK nın da elinde silah ben barış istiyorum demesi ve ateşkesler önermesinin ne halk tarafından nede devlet tarafından inandırıcı bulunmadığı aşikardır. Bunun nedenini halkın cahilliğinde ve devletin acımasız ve zalim karekterinde aramakatan çok 70 yıllarda yapılan silahlı mücadele tarzında ve onun bıraktığı yara izlerinde ve yarattığı yara derinliklerinde aramak lazım. 30 bin asker ve güvenlik görevlisi ve 30 bin Kürt vatandaşımızın ölümüne neden olan silahlı mücadele tarzının sonuçlarıdır bunlar. Bu sonuş tablosunun ve bu tabloya neden olan etkenlerin ve yöntemlerin insanı ve demokratik temelde savunulacak hiç bir yanı olamıyacağı gibi, ne halktan nede devletten bir çırpıda her şeyi silbaştan yapmasını veya yapabilmesini beklemek ve bu beklenti karşılık bulmayınca, biz ateşkes ilan ettik ama siz kabul etmediniz, onun için silahlı eylemlere devam ediyoruz diyen anlayışı bir demokrasi anlayışı olarak kavramak mümkün değildir. Devletin MİT aracılığı ile PKK ile masabaşında görüşmeye oturması ve müzakere yapması, devletin sorunun çözümü noktasında iradeli olduğunu göstermektedir. Ancak güvensizlik temelinde müzakere yapılması ve devletin PKK ye güvenmemesi çokta anlaşılamıyacak bir durum değildir. Bir taraftan barış istiyoruz derken diğer taraftan en ufak ve hoşuna gitmeyen bir durum karşısında silahlı eylem yapan bir PKK gerçeğini devletin görmemezlikten gelmesi mümkünmü? Barışçıl ve demokratik eylemler sonucunda müzakere masasına oturulmuş olsaydı, bu müzakerelerin seyri ve sonuçları çok daha farklı olurdu. Kısacası 70 li yıllarda yapılan tercih hatasının sonuçları ve beraberinde getirdiği komplikelerle karşıkarşıyayız. Silahlı mücadele devrim sürecinin en son aşamasında ve istenmeyen bir zoraki tarz olarak dip dondurucuda tutulması gereken bir şey iken, işin başlangıç noktası olarak hayata sokuldu. Her şeyden önce bu konuda da özeleştiri verilemsi gerekir ve yeni Kürt ve Türk nesillere bu yalnışın tekrarını önleyecek bir şekilde örnek olmak lazım. 70 li yılların mücadele tarzından çıkarılması gereken ikinci derste budur!Devlet kendi geçmişiyle hesaplaşmalıdır •
Öncelikle, geçmişiyle hesaplaşması gereken devlettir, değerli dostum. Bu hem de devletin halkı, vatandaşı karşısındaki sorumluluğu açısından hukuki olarak öyledir hem de ortak bir ülkede devlet denilen siyasal erk altında yaşama için gerekli toplum psikolojisinin vicdani kanaatleri açısında öyledir. Kural olarak ve tarihin tüm deneylerinden bilinen o ki; halkı barışçıl yaşam dışına çıkmamak için, koşullar ne olursa olsun azami özveriyi, gösterir; savaş, felaket, şiddet vb ortamların özverili davrananı halktır. Devlet bu yüzden barış zamanında halka bırakın ekonomik verileri, siyasal ve demokratik verileri ki, en kolay olanı budur ( bir karar işidir, bir gereklilik, bir tarihi ilerleme olayıdır) bunları vermekle yükümlüdür. Bu, dün gibi bu gün içinde geçerli bir belirlemedir. Devlet özür dilemekle de bu vebalinden. İnandırıcı olması gerek, yaptırımlarıyla halka gücen vermesi gerek, Anayasasıyla, yasa kurum ve kuruluşlarıyla yeniden yapılanması gerek. Anayasanın ilkel milliyetçi ilk dört maddesine ilişkin gösterdiği tek boyutlu milliyetçi refleksin olduğu bir yerde, devletin siyasal çevrelerden mücadele yöntemleri konusunda barışçıl olmalarını istemesi bile abestir diyeceğim. Buna rağmen bu günün verileriyle, hak ve taleplerimizi etkin kitle gücünün değiştirici çabasına endekslememiz yanlış değildir. Ama bu dünü inkar etmedin önemini yadsımadan, kararlılığın örnek alarak yapılmalıdır.
Cevap:
Devletin kendi geçmişiyle hesaplaşması gerektiği savını destekliyorum. Ancak bu 70 yılların devrimci hareketlerinin kendi geçmişleriyle hesaplaşmamsı gerektiği anlamına gelmemeli. Bu bağlamda daha önce yazdığımı altta yapıştırarak yetiniyorum: Devrimciler zindanlara düşme becerisinden daha çok iktidar olma becerisini geliştirmelidir.İktidara giden yolu bulmalı ve bu yolu zindana düşmeden yürümenin yöntemleriyle hareket etmelidir. Bu yasalara aykırı ve zindanlara düşmeyi beraberinde getirecek her türlü eylemden kaçınılması gerektiği anlamına gelmektedir. Yetmişli yılların devrimci hareketlerinden ve eylemlerinden vede kullanılan yöntemlerinden dersler çıkarmak lazım. Öncelikli olarak zamanında tercih edilen silahlı mücadelenin kendisi ve bunun doğal olarak beraberinde getirdiği illigal örgütlenme şekli ve yöntemleri yetmişli yılların devrimcilerinin en büyük hatasıydı. Silahlı mücadele yöntemleri beraberinde zorbalığı, ölümleri, gaspları, soygunları ve benzeri bir çok kriminel faaliyeti ve nihayetinde zindan yaşamlarını getirdi. Barışçıl müzakere ortamının yerini gitgide silahlara terketmesini beraberinde getirdi. Yani demokrasinin en iptidai gereği olan seberst müzakere ortamında silahlar konuşmaya başlamış. Ve bütün bunlar devrim mücadelesi şemsiyesi altında ceryan etmiştir. Yapılan bütün bu eylemlere bir siyasi teorik açıklamanın bulunması eylemlerin özdeki yalnışlığını gidermiyor. Hiç kimseye yetmişli yıllarda yaptığı bu eylemlerden dolayı pişmanlık duyman gerekir demiyorum. Bir çok devrimcinin gerçekten halkın kurtuluşuna inanarak bir idealle bu eylemerin içinde bulunduğunu biliyorum ve bu bağlamda çok insanı takdir ediyorum. Ama bu eylemerim içinde bulunmuş ve halen kendine devrimci diyenlerin bu geçmişle ilgili teorik ve pratik anlamında özeleştiri vermesi gerektiğini düşünüyorum. Silahlı mücadele adı altında yapılan eylemlerin yalnışlığının görülmesi gerektiğini düşünüyorum. İleriye dönük proğramlarda silahlı mücadeleye artık hiç bir şekilde yer verilmeyeceği net bir çizgi olarak koyulmalıdır.Nostaljik duygulara saygım var. Ama devrimci dersler çıkarmak çok önemlidir. Çok yazı okuyorum. Ama yetmişli yılların silahlı mücadlesi ve silahlı mücadele yöntemleriyle ilgili hiç bir özeleştiri okuyamıyorum. Bu konuda netleşmeli ve zihinleri berraklaştırmak gerekmektedir. Devrimcileri iktidara götürecek barşçıl devrimci yöntemler, taktik ve stratejiler hangileridir? Bu konularla ilgili yeni açılımlar yapmak gerekir ve bunu yaparken hem silahlı mücadele yöntemlerini redetmeli ve hemde silahlı mücadeleyi savunan ve uygulayan örgütlerle ilkesel anlamda ayrı durmak ve onlarla siyasi ve ideolojik olarak mücadele etmek lazım.Tarihin kesintisindeki silahlu mücadele dönemini bütün artı ve eksikleriyle doğru şekilde değerlendirip doğru dersler çıkarılmadan kapatılmazsa ileriye dönük başarılı bir devrimci mücadele yürütmek ve iktidara yürümek mümkün olmayacaktır. Cevabımın bu penceresinde daha çok devletin kendi geçmişiyle hesaplaşması konusuna değinmek istiyorum. Bu gün TBBM oturumunda sınır ötesi operasyonlar için tezkere karar önerisi gündemdeydi. Bu tezkereyle ilgili mecliste yapılan konuşmaların ve tartışmaların içeriksel niteliği devletin hangi ölçüde kendi geçmişiyle hesaplaştığının bir göstergesidir. Hükümet operasyonların devamı doğrultusunda savaş dili kullanmakta geri kalmadı. CHP tezkereyi destekler açıklamalarda bulundu ve hükümetin bir taraftan PKK ye karşı yeterince etkin olmadığını dile getirirken PKK ile müzakerelerin yapılmasına karşı çıktı ve PKK ile görüşmelerin tek hedefi PKK yı silahsızlandırmak olması gerektiğini vurguladı. MHP müzakerelere hayır tezkereye evet derken, devletin bütün meşru güvenlik kuruluşlarının PKK ye karşı sevkedilmesi gerektiğni savundu. BDP sözcüleri haricinde, meclisteki diğer partiler müzakere kelimesini onaylıyacak dil kullanmaktan kaçınırken, PKK ya karşı askeri operasyonları hararetlice savunmak için biribiriyle adeta yarışır oldular. Konuşmalarının halk tarafından izlenebileceğini bilerek ve hesaba katarak konuşmalar yaptıkları izah gerektirmeyen bir gerçektir. Halk arasında ve halkın geniş kesimleri arasında PKK ve terör konusundaki hassasiyet hesaba katılarak konuşmalar yapılmıştır.Ne diyaloğ dili,ne barış dili nede müzakere dili hakimdi yapılan konuşmalarda. Toplum ve halkın büyük kesimleri tarafından müzakereler, diyaloğ ve barış atmosferi hakim olsaydı, şüphesiz bütün konuşma yapan milletvekilleri bariş, müzakere ve diyaloğ dili kullanırdı. Ama bu kadar kan aktıktan sonra halkın büyük kesimleri bu sorunun çözümünü müzakerelerde ve diyaloğda görmüyor artık. Popülist siyasi ahlakda mecliste bu nabza göre konuşmalar yapılmasını beraberinde getiriyor. BDP sözcüleri hariç, mecliste olan herkes PKK nın imha edilmesinden bahsediyor. Devletin bu gün ki çizgisi ile 1925 lerdeki Seyh Said isyanına karşı izlediği çizgi arasındaki fark nerde yatıyor. Devlet dün olduğu gibi bu günde kendisine karşı silahlı isyan teşebbüsünde bulunanları imha etmeyi ve yok etmeyi hedeflemektedir ve bütün stratejisini ve çalışmalarını buna bina etmektedir. Cumhuriyetin kurluşundan sonra Nazım Hikmetler, Sabahattin Aliler hapislere tıkılmıştı ve özgür sesleri kısılmaya çalışılmıştır. Bu gün 60 ı aşkın gazeteci hapishanelere tıkılmış ve sesleri kısılmaya çalışılıyor. Hiç bir şey devletin kendi geçmişiyle hesaplaştığını göstermiyor. Ve silahlı mücadele şemsiyesi altında yürütülen silahlı eylemerin, devletin kendi geçmişiyle hesplaşmasının önünde ciddi bir engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Silahlı eylemler, devletin antidemokratik niteliğinin kendini korumasına gıda sağlıyor ve halk arasında kendine taban bulmasına yardım ediyor. Akan her yeni damla kan antıdemokrati uygulamalrın bu halk tabanını dahada kuvvetlendiriyor. Peki bütün bunlar bir kenera devletin kendi geçmişiyle hesaplaşması nasıl olur veya nasıl olmalıdır? Bence yeni bir anaysa ile olabilir bu hesaplaşma. Peki bu hesaplaşmayı kim yapacak veya kim yapmalı? Bence bu hesaplaşmayı halk yapmalı. Devlet hepimiziz. Hepimiz bu devletin birer ferdi olark bu hesaplaşmayı yapmamız lazım. Devlet hepimizin ortak tarihidir. Solun kendini bu devletin bir parşası olarak görmesi ve devletin kendisini yenilemesi için demokratik barışçıl mücadelelerde bulmalı kendini barışçıl sol. Yeni anayasa çalışmaları bunun için önemli bir çalışma alanıdır.


Barışçıl olmak yanısıra dünün silahlı mücadelesi olmasaydı hiç bir kazanım elde edilmiş olamazdı gerçeğini görmek lazım...•
Yazınıza itirazın temel noktası toptancı yaklaşmanızdır. Biz de bu gün sonuna kadar barışçıl olalım diyoruz. Bunda da ısrarlıyız ama bu dünümüzde yapmaya mecbur kaldığımız, ve iddianızın tersine etkin sonuç getiren sokaklarda, meydanlarda, dağlarda legal-illegal örgütlenmelerin mücadeleleriyle MESS’lerin, DGM’lerin lağvedilmesi, siyaseti tıkayan ceza yasasının 141-142. Maddelerinin kaldırılması ve bunlara bağlı irili-ufaklı kazanımların kaynağı nedir sanıyorsunuz. O gün bu özveriler olmasıydı, o gün elimizi taşın altına koymasaydık ne olurdu bakın size net söyleyeyim; Türkiye’de Arap halkı, 1000 yıl bu haliyle kalsa da, devlet, bu statüleri, bu ilkel milliyetçi aklı, bu anayasası, kurum ve kuruluşlarıyla anadille resmi okullarda eğitim hakkını kazanamaz. Devlet alın sizde anadille eğitim hakkınızı kullanın demez. Kürt halkının kararlı, özverili, sonuna kadar acılarla dolu mücadelesi olmasaydı şu an gördüğünüz, anadille konuşma, çocuklarına kendi dilinin isimlerini koyma, düğünlerinde kendi anadiliyle şarkı söylemeyi bile yasaklamaya devam ederdi. Kürtlere mahkemelerde anadil yasağının devamında ısrar, en basit deyimiyle bu ırkçı devletin zorlamayı nasıl yaptığını anlatmaya yeter. Kürtlerin özgürlük mücadelesi olmasaydı bunun neresinde olurduk. Sorarım size devlet toplumun dirençle istemediği bir şeyi verir mi?
Cevap:
Yukarda sıraladığınız kazanımlar silahli mücadelenin kazanımlarıdır demek çok zordur. Hatta tam tersini iddia etmek belki daha gerçekçi olur. Silahlı mücadele yöntemi tercih edilemeseydi ve silahlı eylemler yapılmasaydı, belki sıraladığını bütün kazanımlar çok daha hızlı gerçekleşecekti. Ve bu barışçıl demokratik mücadelenin yaratacağı yığınsal eylemliliklerle gerçekleşebilecekti.
Barışçıl yolları tercih ederken silahlı mücadele geleneğini sürdürenleri desteklemek lazım•
Tarih okumalarıma dayanarak söylüyorum yeryüzünde böylesi bir devlet yoktur. Şu ırkça seçim sistemine bir göz at bu bile insanı çileden çıkarmaya yetemez mi? %10 seçim barajı, üstelik ülke çapında bir seçim barajı. Bu nedir? Bana anlatır mısınız. Buna rağmen bu gün için mücadelede dünya kamuoyunu da kazanmak için, daha çok barışçıl yolları tercih etmeliyiz derim. Bunu yaparken de silahlı mücadele sürecinde dünden bu güne gelenlerin, yolunu kesmemek, dengelerini bozmamak, izledikleri haklı ve sonuç almış çabalarını baltalamamak için onlara da destek vermekten geri durmamamız gereklidir. Böyle bir yol kesme, olsa olsa devletin işi olur, bu yol kesme ise ülkedeki tüm demokrasi güçlerine bir darbedir; unutmayın tüm sol ve demokratik güçler bir milletvekili bile çıkarma şansına sahip değilken (Seçim sistemiyle de ilgili olan bir durum), bağımsız adaylar, “emek, özgürlük ve demokrasi blogu” bağımsız adayları 35 milletvekili kazanmıştır. Bu sizlere önemli şeyler anlatmalıdır. Silahlı mücadele zaman, mekan dün ve bu günüyle tu kaka olarak ele alınamaz derim.
Cevap:
Silahlı mücadele geleneğini sürdürenleri desteklemek gerektiğini savunuyorsunuz. Ben tam tersi bu tür örgütlenmelere karşı siyasi ve ideolojik mücadele verilmesi gerektiğini savunuyorum. PKK somutunda, PKK nın silahları bırakması gerektiğini ve mücadelesini barışçıl ve demokratik zemin üzerinde sürdürmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun için devletle görüşmelerin yapılmasını ve müzakerelerin yapılmasını çok doğru buluyorum. Bu silahsızlanmanın koşullu olarak yapılması ve onun için gerekli yasal zeminin hazırlanması için müzakereler şarttır. Ama temel hedef silahları bırakmak, silahlı mücadeleye son vermek ve bundan sonraki süreçte barışçıl ve demokratik eylemlerle ve parlementer yolla sorunlara çözüm aramaya başlamak olmalıdır. 70 li yıllarda yapılan silahlı mücadele tercihini ve sonuçlarını tarihsel olarak düzeltmek hedefi önem taşımaktadır. Bunun sağlanması Türkiyenin demokrasi yolunda hızla ilerlemesini beraberinde getirecektir ve ülkemizde ekilen düşmanlık tohumlarının yok olmasına önemli katkılar sağlıyacaktır.
Araplar Kürtlerin verdiği fedakar mücadelenin hazır sonucunu yiyecek•
Araplar için bir cümle daha kurayım. Bu gün Araplar 5 milyon nüfuslarıyla ülkenin, Türkler ve Kürtlerden sonra üçüncü büyük etnik topluluğu olmasına rağmen, bu devlet bu topluluğun hesabını tek bir şeyde yaptığı gösteren bir amere var mı? Devlet kademelerinde görev dağılımı dahil, etnik demokratik siyasal haklara kadar tek bir adım attığı görülmüş müdür? Küçük bir aydınlatma, bundan sonra bu adım atılırsa inanınız ki Kürtlerin verdiği fedakar mücadelenin hazır sonucu olacaktır.
Cevap:
Bu konuda size katılmıyorum. Türkiyedeki Araplar silah yerine okumayı, bilinçlenmeyi, aydınlanmayı ve ekonomik olarak güçlenmeyi strateji olarak seçip hayata sokmuşlardır. Türkiyenin bütün ünüversitelerinde, Türkiyenin en ucra köşesinde öğretmenlik yapan Arap kökenli bir Türkiye vatandaşıyla karşılaşmak mümkündür. Bunun sonucunda Türkiyedeki Arapların izlediği mücadele çizgisi Kürtlerin izlediği çizgiden hem nitelik hemde nicelik olarak farklıdır. Türkiyeli Araplar devletle silahlı çatışmaya giren bir halk topluluğu olmamıştır hiç bir zaman ve devletle uyumluluk içerisinde diyaloğ yoluyla sonuçlar elde etmeyi temel starteji olarak benimsemişlerdir. Türkiyeli Arapların elde edeceği demokratik kazanımlar hiç bir şekliyle Kürtlerin verdiği fedekar mücadelenin hazır sonucu olmayacaktır. Bu konuda vardığınız sonucun gerçeklerle hiç bağı olmadığını savunuyorum. Kürtler medeniyet, demokratik ve barışçıl mücadele ve hoşgörü konularında Türkiyeli Arapları örnek almaları Kürtlerin özgürleşme süreçlerini hızlandıracaktır.
Yapılması gereken yapıldı ve günki nefes o emeklerin ürünüdür•
Dün yaptığımız her şey onurla yapıldı, bilinçle yapıldı yapılması gerektiği için yapıldı ve farkında olmasanız da bu ülkede küçük bir nefes alımı alan açıldıysa o emeklerin o mücadelelerin ürünüdür. Malatya Küre’de füze kalkanı üssü için yapılan dev protesto yürüyüşü, dünün Sinan cemgillerinin illegal, silahlı mücadele de gösterdikleri kahramanlığın tetiklediği bir adımdır. Bunu hiçe sayın yaklaşımlarınızı doğru olamaz. Dün olmasaydı bu gün için sıfırdan başlamak olacaktı. Dün yanlış değildi dün yapılması gerekenin yapılmasıydı ve beden ne ise ödenecekti nitekim hepimiz bu bedeli ödedik. Bu örnekleri yani dün yapılanların bu güne etkisin size binlerce hatta on binlerce örnekle sıralayabilirim. Bu yüzden yaklaşımınız hiçte haklı değil diyeceğim ve genç kuşaklar için iyi bir örnek oluşturmuyor diyeceğim.
Cevap:
70 li yıllarda inanarak kahramanca eylemlilikler içerisinde bulunmuş olduklarını inkar etmiyorum. Ancak silahlı eylemlerin olumlu sonucu ile ilgili varsayımlarınızı çok abartılı buluyorum. Dün tepki gösterilmesi gerekiyordu ve bu tepki gösterildi. Bu anlamda yapılması gereken yapıldı. Ama tepki şekli olarak, yapılması gereken yapılmadı. Barışçıl ve demokratik eylemler zayıf ve sınırlı kaldı. Silahlı eylemlere öncelik verildi. Bu sebeple sıfırın altında bir yerde yeniden başlamak gerekirdi ve gerekiyor. Yalnış yöntemler halkın sol devrimcilere olan güvenini ve inancını baltaladı, yok etti. Şimdi hem olumsuz tarihi nötralize etmemiz gerekiyor ve hem de doğru eylemlilikle kitlelerin güven ve inancını sıfırdan yeniden kazanmak gerekir.
Olayları çatışan ikik tarafın verileriyle ele almak•
Barışta ısrar bu gün bizimde temel siyasal mücadele jargonumuzdur. Ama dünü hataları ve sevaplarıyla, onurla taşıyarak sürdürüyoruz. Dünün kriminal gibi gördüğünüz olayları, o bütünün içinde, çatışan iki tarafın verileriyle ele aldığınızda daha sağlıklı bir yere oturtacağınızı umuyorum. Buna rağmen hatalar vardı, tecrübesizlikler, yetersizlikler çoktu. Ama dünün mücadelesi, tu kaka değildi. Tersine, bu güne, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin barışçıl yanı açısından bile ele alırsak, ne varsa dünden arta kalandı. Dünün de gerisinde olan bu günü yükseltmek için, sanırım dünden öğreneceğimiz çok şey bulunmaya devam ediyor.
Cevap:
Evet dünden öğreneceğimiz çok şey var. Ve en önemli ders, silahlı mücadele yöntemine karşı çıkmak olmalıdır.
Teslimiyetçi mantık•
Dikkat edin mantık yönteminizi eleştiriyorum. Bu gün yapılacaklar açısından ele aldığınız toptancı inkar yönteminizi eleştiriyorum. Bu mantığınız, Filistin davasını Siyonizm karşısında teslimiyete götüreceğini bilmelisiniz; bu ise tüm bölgenin teslim olması BOP’un bölge üzerindeki projelerinin uygulanmasıdır. Tam burada Filistin ayrı, Kürdistan ayrı demeyeniz. Arada ilke ve içerik açısından hiç bir fark yok.
Cevap:
Ben hiç bir şeyi inkar etmiyorum.Filistin davasıyla Türkiyedeki Kürt meselesini eşdeğerde görmenizi kavramakta gerçekten güçlük çekiyorum. Barışçıl ve demokratik mücadele tarzını savunmak nasıl Siyonzme teslimiyetçilik oluyor anlamıyorum. Siz nasıl olurda demokratik ve barışçıl mücadele yöntemini tüm bölgenin teslim olması anlamına geldiğini ve BOP un onaylanması anlamına geldiğini düşünebiliyorsunuz?
Özetsel sonuç•
Her şeye rağmen geçmişe böylesi yaklaşımlarınızın daha dikkatlice ele alınmasını önereceğim. Biliniz ki en barışçıl hak hareketi ve sonuçta gerçekçi dönüşümlere yol açacak halk itaatsizliği de bir şiddet türüdür. Tarihte hiçbir şey tümden kötü değildir, hataları ve sevaplarıyla, nesnel ortamın yarattığı öznel verilerin sonucudur. Özel olarak hiçbir iradeci çaba, nesnel bir zemine sahip olmadan doğamaz.
Dün yaptıklarımız içinde hatalar olsa da bu günümüzdeki kararlılığımızı oluşturan etkinliğiyle içimizde gelecek için yaşıyor. Olayın hangi araçlarla mücadele edileceği olayı ise tamamen zaman ve mekanla ilgili, koşullarla ilgili bin bir veri ve denklemle ilgilidir; hiçbir şeyi bu verileri ortaya koymadan inkar etmemek, yadsımamak ve kutsal itap üzerine yemin ederek ret etmemek gerek. Her şey zamanında kullanılır…
Cevap:
Evet geçmişi daha dikkatlice ele almak lazım. Ve barışçıl, demokratik mücadele için nesnel zemininimevcudiyetini sorgulayarak ele almak lazım. Barçıl ve legal olan bütün mücadele olanakları sonuna dek zorlandımı, kullanıldımı diye sorgulamak lazım.
Devrimlerin nesnel dayankları ve koşulları•
İnsanlık tarihine batı uygarlığının derin izlerini ve etkisini ikame eden Fransız Devrimi neden oldu dersiniz. Ondan sonra ardı arkası kesilmeyen toplumsal devrimler neden oldu dersiniz.

Cevap:
Nihayetinde evrim sürecinde insanlık adım adım ileriye doğru ilerleme kaydetmektedir. İnsanlık bilinci arrtıkça, insanlık aydınlandıkça daha adil bir düzen için doğal olarak mücadele edecektir ve insan kendini bir taraftan adaletsiz kapitalizme karşı mücadelede bulurken, diğer taraftan insanlar özgürlükçü demokrasi mücadelesinin birer neferi olacaklardır. İnsanlık kaçınılmaz olarak daha demokratik ve daha adil bir toplum düzeni kuracaktır. Barışçıl ve demokratik eylemlerle biz bu süreci ancak ve ancak hızlandırabiliriz. Ama bu evrim sürecinin önüne geçemeyiz ve geçemezler.
Sonuş itibarıyla ben şahsen, devrim ve evrim sürecinin en son aşamasında bile silahlı mücadele tarzının tercih edilmemesi gerektiğini savunuyorum.

Hiç yorum yok: