30 Ekim 2011 Pazar
RAGIP ZARAKOLU
RAGIP ZARAKOLU’N
TUTUKLANMASINI ŞİDDETLE PORTESTO EDİYORUM
Mihrac Ural
30 Ekim 2011
"KCK operasyonu" adlı davalarla, yalan, uydurma, abartma, kirli savaşı sürdürme amaçlı senaryolarla özgür düşünceler, düşünce emekleri ve sonuçları yargılanmak isteniyor.
Bu yargılamaların birincil hedefi Kürt halkıdır ve onun en doğal hakkı olan özgürlükleridir. Geniş anlamda ise bu davalar, ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesini hedef alan faşizan yaptırımlardır; 12 Eylül artığı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin, Özel Mahkemeler olarak oturtulmasının bir ürünüdür. Irkçıdır, milliyetçidir bölücüdür…
Ülkemizde her muhalif sesin, böylesi Faşist baskılarla susturulmak istendiği gerçeğiyle, on yıllardır yüz yüze bulunuyoruz. Bu dehşet tasarruflarının acısını çekemeye mahkum ediliyoruz.
Bitmeyen can çekişmesi gibi, baskının her boyutunun her alanda denemesi olan bu girişimler, 30 yıldır süren kirli savaşla örtülmeye çalışılıyor. Güvenlik önlemeleriyle haklı bir davanın yok edilebileceği sanısından kaynaklanan bu algı ve yaptırımları, gerçekte ülkemizde bölücülüğün tek kaynağıdır.
İflas etmesine rağmen, denenmişin tekrarla denenmesiyle karşı karşıyayız. Barışı, yasal siyasal çalışma alanlarını yok eden bu akıl, ortak ülkemizde barış içinde bir arada yaşamayı, kirli savaşla değiştirmek isteyen akıldır. Bu aklın barış güçlerine ve bu güçlerin aydınlarına, basın mensuplarına, yazarlarına, sivil toplum yöneticilerine yönelik kovuşturmalarının ardı arkası bunun için kesilmemektedir.
Son halkasında, Ragıp Zarakolu dostumu da içine alan bu tutuklama furyası, esasında Kürt halkına ve bu halkın özveriyle ortak ülkemiz halkları adına sürdürdüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesine yönelmiş bir saldırıdır. Bu menfur girişimleri şiddetle kınıyorum.
Ragıp Zarakolu'n derhal serbest bırakılması için her olanakla tepkimizi göstermeye çağırıyorum.
Sesiz kalmayalım diyorum. Dün onlarcası, bu gün Ragıp Zarakolu, yarın hepimiz aynı akıbete uğramakla karşı karşıyayız...
29 Ekim 2011 Cumartesi
THKP-C(Acilciler) 34. nolu basın açıklaması IRKÇILIK-MİLLİYETÇİLİK BÖLÜCÜLÜKTÜR
IRKÇILIK – MİLLİYETÇİLİK BÖLÜCÜLÜKTÜR
THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması
29 Ekim 2011 / No: 34
Ülkemizde hiçbir şey yerli yerine oturmamış durumda. En küçük bir sarsıntı, oturmamışlığın ağır faturasını gözler önüne seriyor. Ya ciddi bir dış politik karar anında ya da ekonomik sarsıntı da ya da doğal bir afet koşulunda kimliksizliğimiz, dengesizliğimiz, demokratik bir zeminde uyumlaştırılmamış, zorla bastırılan farklılıklarımız hızla çatışmalı bir gerginliğe tırmanıyor.
Ülke yapılanmamız, yüzyılların evrim sürecinde uyumlu bir bütün yaratamamıştır; her şeyimiz eklektik, organik bir bütün olmanın çok ötesinde, siyasal ve askeri zorla bir arada tutulan görüntüsel bir bütünlük içindeyiz. Bunun son halkasında kimlik bunalımı diye tanımlanacak veriler, ülkemiz farklılıklarının, ayrışma yönünde birbirinden kopma noktasına doğru yuvarlanmasına yol açmaktadır.
Tarihten gelen bir sonuçtur bu; Orta-Asya’dan batıya doğru göçebe olarak süren toplumsal yaşamın ardı arkasına değiştirdiği başkentlerden (Söğüt, Bursa, Edirne, İstanbul, Ankara, şimdi de yeniden İstanbul’a dönüş hazırlıkları vb), resmi dile (Türkmenceden, Farsçaya, Arapçaya, Osmanlıcaya, Türkçeye), resmi Alfabeye ( Uygurcadan, Arapçaya, Latinceye), hüküm sürdüğü farklı coğrafyalara (Orta-Asya’dan Anadolu’ya, Balkanlara, Ortadoğu’dan, Mısır’a, Fizan’a) hiçbir yerde medenileşme çabası içine girilememenin yarattığı eklektik yapı bu sonucun en belirgin tablosudur.
Bu dev farklılıkları özümseyip yeni bir uygarlık yaratamayan iç dinamikler, istilayla elde edilen farklılıkların esiri olmaya, onları etkilemek yerine onlardan yoğun olarak etkilenmeye, ortak bir potada farklılıkları sentezleştirme yerine siyasal ve askeri zorla bir arada tutup hükümranlık sürmeye götürmüştür. Böylesi bir birlik doğal olarak farklılıkları zenginlik olmanın ötesinde tüm enerjileri tüketen bir gerginlik nedeni haline getirmektedir. Aynı karanlık akılda ısrar ise, kirli savaşlara kadar uzanan, kendi vatandaşına karşı her türden ölüm denklemini örmeye götüren süreçleri açmıştır.
Selçukludan Osmanlıya, Türkiye cumhuriyetine devam eden bu tarihi seyri sefer, hüküm altına alanın coğrafyaları, kültürleri, toplulukları, inançları her defasında yeniden iç fetih yoluyla, kanlı biçimde denetim altında tutma gibi ortaçağ yöntemlerini bu günde sürdürür konuma getirmiştir. İç dinamiği yeni sentezler yaratabilecek bir güce sahip olmayan ortaçağ imparatorluklarının, 20.”yüzyıla ve oradan da 21. Yüzyıla devrettiği sorunlar, çok ince bir kabukla örtülü olan farklılıkların özgürlük, ayrışma, kopma, birbiriyle gergin duruşlarını çatışmaya sürükleme zemini olmuştur. Bu gerçekler ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesini de şekillendiren temel verilerdir.
Ülkemizin tarihsel tablosu, aynı zamanda ülkemizin temel sorunu olan Kürt sorunun da kaynağıdır. Bunun gibi onlarca sorunun kapıda beklemesi de bundandır. Bu zeminde “birliğimiz” dediğimiz şeyin kuru ve ince bir kabukla, zorla, devletin askeri güç ve güvenlik önlemleriyle bir arada tutulabileceğinin sanılmaya devam etmesi, sorunları çözmek yerine daha da karmaşık hale getirmeye başlamıştır. Bu da yakın dönemde ülkemizin uluslararası kirli oyunlara, her müdahaleye, komşularımızla kanlı süreçlere sürülen bir alet olmaya daha açık hale getirmektedir. Bunun tek sorumlusu da hakim güçlerdir, onların ısrarla, inatla sürdürmek istedikleri ilkel akıllardır, tarihini doldurmuş yasa, kurum ve statülerin esiri olmalarıdır. Bütün bu gerçekler, ülkemizi en küçük sorunda, ırkçı-milliyetçi eğilimlerin reflekslerine yüz yüze bırakmaktadır.
Ülkemizin sorunlarını çözümde takip edilen akıl algısı ortaçağlardan bu yana süren algıdan başka bir şey değildir. Bu, Osmanlı’da olduğu kadar, Cumhuriyetteki Osmanlı olarak da devam eden bir durumdur; sorunların çözümü zora, zorbalığa, askeri yöntemlere bağlı hale getirilmiştir. Ancak bu akıl yolun sonuna gelmiştir. Geçmiş tarihi örneklerden de bildiğimiz gibi bu akıl, kırılmalardan, parçalanmalardan, düşmanlıklardan başka bir şey üretmemiştir.
Bu günde karşı karşıya kaldığımız durum budur. Bu ise egemen güçlerin bölücülüğüdür. Ülkemizde var olan, egemen olan, toplumu gerginliklere sürükleyen neden de tas tamam budur; egemen güçlerin bölücülüğüdür, ötekileştiriciliğidir.
Tarihsel olarak, daha üst bir uygarlıkla içselleştirilemeyen farklılıkları zorla eritme çabası, hiçbir hak tanımadan siyasi denetim altında tutma girişimi, bu bölücülüğün, bu ötekileştiriciliğin ifadesidir. Bunun sokaklara, toplumsal yaşamın her alnına, ırkçı- milliyetçi refleksler olarak yansıması ise kaçınılmazdır.
En küçük bir sorunda, hatta doğal afetlerde bile pervasızca gündeme gelen egemen ulus, egemen güç, egemen devlet kaynaklı bölücü davranışlar, bu güne kadar kabul edilebilir bir iç barışla süren ülke gerginliğini, süratle çok sert çatışmalara yuvarlamaktadır. TV spikerlerinden, bilim adamlarına, ulusalcı solculardan, ümmetçi Müslümanlara, siyasi şahsiyetlere, kurumlardan, kuruluşlara kadar geniş bir yelpazede körüklenen ırkçı-milliyetçilik bu çatışmanın ucu açık hale gelmesine neden olabilecek bir bataklık oluşturduğuna dikkat çekmek gerek.
Van depremiyle birlikte ülke gündemini işgal eden bu kaygılı süreç, esasında ülkemizde on yıllardır bir biçimde kendini gösteren gerçeklerden başkası değildi. Egemen güçlerin bölücülüğü, bilinçaltlarına ektiği zehirli milliyetçi virüslerin nüksetmesinden başka bir şey değildir.
Bu gelişmelerin ışığı altında, özellikle de doğal afetler koşulunda ortaya çıkan tüm ırkçı-milliyetçi hezeyanları şiddetle protesto ettiğimizi ilan ediyoruz. İnsanlık erdem ve onuruna karşı yönelmiş bir saldırı olarak gördüğümüz bu ayrımcılığın, devlet kaynaklı, iktidar boyutlu körüklendiğini dikkat çekiyor, halkımızı bu noktada duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Bu girişimlerin kaynağında çözülmeyen özgürlük ve demokrasi talepleri olduğunu, çözüm isteklerinin önünün kesilmek istenmesiyle ilgili bulunduğunu belirtiriz. Özgürlüklerle aşılmayan sorunların ırkçı-milliyetçi bataklığı beslediğini ifade ediyoruz.
Örgütümüz adına halkımızı, bin bir araçla sürdürülmek istenen kirli iç savaşa ve bunun bir boyutu olan ırkçı-milliyetçi ayrımcılığa karşı ortak ülkemiz halklarını duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Türk, Kürt, Arap ve diğer tüm halkları birbirine karşı kışkırtmaya çalışan devletin ve iktidarların karşısında, daha çok özgürlük ve demokrasi için mücadeleye çağırıyoruz. Bu mücadele barış içinde bir arada yaşamanın da tek yolu olduğunu ifade ediyoruz.
Van depremi dolaysıyla da tüm vatandaşları kardeşçe yardımlaşmaya, ırkçı-milliyetçiliğin bu topraklarda artık yaşama şansı olmadığını, bu yolla da ifade etmeye çağırıyoruz.
THKP-C (Acilciler)
29 Ekim 2011
THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması
29 Ekim 2011 / No: 34
Ülkemizde hiçbir şey yerli yerine oturmamış durumda. En küçük bir sarsıntı, oturmamışlığın ağır faturasını gözler önüne seriyor. Ya ciddi bir dış politik karar anında ya da ekonomik sarsıntı da ya da doğal bir afet koşulunda kimliksizliğimiz, dengesizliğimiz, demokratik bir zeminde uyumlaştırılmamış, zorla bastırılan farklılıklarımız hızla çatışmalı bir gerginliğe tırmanıyor.
Ülke yapılanmamız, yüzyılların evrim sürecinde uyumlu bir bütün yaratamamıştır; her şeyimiz eklektik, organik bir bütün olmanın çok ötesinde, siyasal ve askeri zorla bir arada tutulan görüntüsel bir bütünlük içindeyiz. Bunun son halkasında kimlik bunalımı diye tanımlanacak veriler, ülkemiz farklılıklarının, ayrışma yönünde birbirinden kopma noktasına doğru yuvarlanmasına yol açmaktadır.
Tarihten gelen bir sonuçtur bu; Orta-Asya’dan batıya doğru göçebe olarak süren toplumsal yaşamın ardı arkasına değiştirdiği başkentlerden (Söğüt, Bursa, Edirne, İstanbul, Ankara, şimdi de yeniden İstanbul’a dönüş hazırlıkları vb), resmi dile (Türkmenceden, Farsçaya, Arapçaya, Osmanlıcaya, Türkçeye), resmi Alfabeye ( Uygurcadan, Arapçaya, Latinceye), hüküm sürdüğü farklı coğrafyalara (Orta-Asya’dan Anadolu’ya, Balkanlara, Ortadoğu’dan, Mısır’a, Fizan’a) hiçbir yerde medenileşme çabası içine girilememenin yarattığı eklektik yapı bu sonucun en belirgin tablosudur.
Bu dev farklılıkları özümseyip yeni bir uygarlık yaratamayan iç dinamikler, istilayla elde edilen farklılıkların esiri olmaya, onları etkilemek yerine onlardan yoğun olarak etkilenmeye, ortak bir potada farklılıkları sentezleştirme yerine siyasal ve askeri zorla bir arada tutup hükümranlık sürmeye götürmüştür. Böylesi bir birlik doğal olarak farklılıkları zenginlik olmanın ötesinde tüm enerjileri tüketen bir gerginlik nedeni haline getirmektedir. Aynı karanlık akılda ısrar ise, kirli savaşlara kadar uzanan, kendi vatandaşına karşı her türden ölüm denklemini örmeye götüren süreçleri açmıştır.
Selçukludan Osmanlıya, Türkiye cumhuriyetine devam eden bu tarihi seyri sefer, hüküm altına alanın coğrafyaları, kültürleri, toplulukları, inançları her defasında yeniden iç fetih yoluyla, kanlı biçimde denetim altında tutma gibi ortaçağ yöntemlerini bu günde sürdürür konuma getirmiştir. İç dinamiği yeni sentezler yaratabilecek bir güce sahip olmayan ortaçağ imparatorluklarının, 20.”yüzyıla ve oradan da 21. Yüzyıla devrettiği sorunlar, çok ince bir kabukla örtülü olan farklılıkların özgürlük, ayrışma, kopma, birbiriyle gergin duruşlarını çatışmaya sürükleme zemini olmuştur. Bu gerçekler ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesini de şekillendiren temel verilerdir.
Ülkemizin tarihsel tablosu, aynı zamanda ülkemizin temel sorunu olan Kürt sorunun da kaynağıdır. Bunun gibi onlarca sorunun kapıda beklemesi de bundandır. Bu zeminde “birliğimiz” dediğimiz şeyin kuru ve ince bir kabukla, zorla, devletin askeri güç ve güvenlik önlemleriyle bir arada tutulabileceğinin sanılmaya devam etmesi, sorunları çözmek yerine daha da karmaşık hale getirmeye başlamıştır. Bu da yakın dönemde ülkemizin uluslararası kirli oyunlara, her müdahaleye, komşularımızla kanlı süreçlere sürülen bir alet olmaya daha açık hale getirmektedir. Bunun tek sorumlusu da hakim güçlerdir, onların ısrarla, inatla sürdürmek istedikleri ilkel akıllardır, tarihini doldurmuş yasa, kurum ve statülerin esiri olmalarıdır. Bütün bu gerçekler, ülkemizi en küçük sorunda, ırkçı-milliyetçi eğilimlerin reflekslerine yüz yüze bırakmaktadır.
Ülkemizin sorunlarını çözümde takip edilen akıl algısı ortaçağlardan bu yana süren algıdan başka bir şey değildir. Bu, Osmanlı’da olduğu kadar, Cumhuriyetteki Osmanlı olarak da devam eden bir durumdur; sorunların çözümü zora, zorbalığa, askeri yöntemlere bağlı hale getirilmiştir. Ancak bu akıl yolun sonuna gelmiştir. Geçmiş tarihi örneklerden de bildiğimiz gibi bu akıl, kırılmalardan, parçalanmalardan, düşmanlıklardan başka bir şey üretmemiştir.
Bu günde karşı karşıya kaldığımız durum budur. Bu ise egemen güçlerin bölücülüğüdür. Ülkemizde var olan, egemen olan, toplumu gerginliklere sürükleyen neden de tas tamam budur; egemen güçlerin bölücülüğüdür, ötekileştiriciliğidir.
Tarihsel olarak, daha üst bir uygarlıkla içselleştirilemeyen farklılıkları zorla eritme çabası, hiçbir hak tanımadan siyasi denetim altında tutma girişimi, bu bölücülüğün, bu ötekileştiriciliğin ifadesidir. Bunun sokaklara, toplumsal yaşamın her alnına, ırkçı- milliyetçi refleksler olarak yansıması ise kaçınılmazdır.
En küçük bir sorunda, hatta doğal afetlerde bile pervasızca gündeme gelen egemen ulus, egemen güç, egemen devlet kaynaklı bölücü davranışlar, bu güne kadar kabul edilebilir bir iç barışla süren ülke gerginliğini, süratle çok sert çatışmalara yuvarlamaktadır. TV spikerlerinden, bilim adamlarına, ulusalcı solculardan, ümmetçi Müslümanlara, siyasi şahsiyetlere, kurumlardan, kuruluşlara kadar geniş bir yelpazede körüklenen ırkçı-milliyetçilik bu çatışmanın ucu açık hale gelmesine neden olabilecek bir bataklık oluşturduğuna dikkat çekmek gerek.
Van depremiyle birlikte ülke gündemini işgal eden bu kaygılı süreç, esasında ülkemizde on yıllardır bir biçimde kendini gösteren gerçeklerden başkası değildi. Egemen güçlerin bölücülüğü, bilinçaltlarına ektiği zehirli milliyetçi virüslerin nüksetmesinden başka bir şey değildir.
Bu gelişmelerin ışığı altında, özellikle de doğal afetler koşulunda ortaya çıkan tüm ırkçı-milliyetçi hezeyanları şiddetle protesto ettiğimizi ilan ediyoruz. İnsanlık erdem ve onuruna karşı yönelmiş bir saldırı olarak gördüğümüz bu ayrımcılığın, devlet kaynaklı, iktidar boyutlu körüklendiğini dikkat çekiyor, halkımızı bu noktada duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Bu girişimlerin kaynağında çözülmeyen özgürlük ve demokrasi talepleri olduğunu, çözüm isteklerinin önünün kesilmek istenmesiyle ilgili bulunduğunu belirtiriz. Özgürlüklerle aşılmayan sorunların ırkçı-milliyetçi bataklığı beslediğini ifade ediyoruz.
Örgütümüz adına halkımızı, bin bir araçla sürdürülmek istenen kirli iç savaşa ve bunun bir boyutu olan ırkçı-milliyetçi ayrımcılığa karşı ortak ülkemiz halklarını duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Türk, Kürt, Arap ve diğer tüm halkları birbirine karşı kışkırtmaya çalışan devletin ve iktidarların karşısında, daha çok özgürlük ve demokrasi için mücadeleye çağırıyoruz. Bu mücadele barış içinde bir arada yaşamanın da tek yolu olduğunu ifade ediyoruz.
Van depremi dolaysıyla da tüm vatandaşları kardeşçe yardımlaşmaya, ırkçı-milliyetçiliğin bu topraklarda artık yaşama şansı olmadığını, bu yolla da ifade etmeye çağırıyoruz.
THKP-C (Acilciler)
29 Ekim 2011
SURİYE SİLAHLI MUHALİFLERİ ÇADIR KENTTE Mİ
Hasip Yiğitoğlu
29 Ekim 2011
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın siyasi ve basın danışmanı Buseyna Şaban, Türkiye'nin kendileriyle bir öğretmen edasıyla konuştuğunu belirterek, "Türkiye'nin bu tutumunu gerektirecek bir şey yapmadık"diyor.
Bir başka şey daha diyor Buseyna Şaban "Suriye, Türkiye'ye Arap dünyasının kapılarını açtı, Türkler Suriye'ye vizesiz giriyor. Suriye pazarları Türk mallarıyla doldu taştı. Türkiye'nin bu tutumu takınmasının altında daha büyük nedenler olmalı.
Suriye'de geçtiğimiz mart ayında başlayan şiddet olayları sonrasında Hatay'a gelen Suriyeli mülteciler konusuna da değinen Şaban,Türkiye'ye kaçıp daha sonra dönenler, Türklerin kendilerine vatandaşlık vaadinde bulunduğunu söylediklerini açıklamıştır.
İddialar büyük.Az buz sayılamayacak kadar iddialar.Ayrıca kafa karıştırıcıdır.
Hatay Denge gazetesinde yayınlanan bir başka haber var ki,kafaları karıştırmaktan öte akıl tutulması gibi bir şey.Öyle bir haber ki,inanılması rüyada bile düşünülemez.Haber New York Times'a konuşan NYT muhabirinin Türkiye”de bulunan mülteci Suriye”lilerle yaptığı röportajda,mülteci kampının bir askeri üs halinde olduğu açıklamaları dehşet vericidir.
Muhabirin New York Times”e konuşmasının bir bölümünde, Suriyeli mültecilerinin Türk dışişlerinden silah istediklerini ve saldırıları bu kamplardan organize ettiklerini de belirtmiştir.
Liam Stack adlı NTY muhabirinin Türk Dişişleri yetkilileriyle yaptığı görüşmede, mülteci kamplarında ki Suriye”lilerden bu bilgileri aldığı ısrarı üzerine, dışişleri yetkilisinin söyledikleri bir başka tuhaf.
Kamplarda kimin olduğunu bilmiyoruz."Şu anda bütün bu insanlar Suriye'den kaçmış durumda. Biz kim kimdir bilemeyiz, kimsenin alnında 'Ben bir askerim' veya 'Ben muhalefettenim"yazmıyor. cevapları verilmiştir.
NYT muhabiri daha da çarpıcı açıklamalarda bulunmuş,
Kamp izlenimlerini anlatmadan önce,Özgür Suriye Ordusu'nun Suriye içerisinde silahlı eylemler düzenlediğini ve Türkiye'nin de bu operasyonların Antakya'dan yönetilmesine izin verdiğini söylüyor. Türkiye tarafından sıkı bir şekilde korunan kampta konuşlanan ÖSO, geçtiğimiz günlerde Suriye'nin orta bölgesinde 9 askerin öldürülmesinin sorumluluğunu üzerine almıştır ifadelerinde bulunmuştur.
(ÖSO )Özgür Suriye Ordusunun Türkiye”de konuşlandığı üzerine muhabirin ısrarlı açıklamalarına karşın,Türk dışişlerinin biz bu insanlara insani amaçlarla geçici bir mesken veriyoruz ve bu durum devam edecektir ifadelerinden anlaşılıyor ki,bu süreç anladığımızdan da tehlikeli bir hal alabilecektir.
Hatay Denge gazetesinde yayınlanan bu iki haberi birleştirdiğimizde Hatay halkını zor günlerin beklediğini söylemek yanlış olmamalıdır.
Uluslar arası yankı yapan bu haber aslında önceden biliniyordu.Suriye ordusundan kaçmış bir Albayın Türkiye”de yaşadığı ve örgüt elemanlarını Türkiye”den yönlendirildiği dillendirilmekteydi.Ne var ki hep inkar edilmiştir.Şimdi her şey açığa çıkmıştır.Ve uluslar arası onaylanmıştır.
Eğer bu açıklamalar,resmi anlamda yalanlanmayacak olursa,vahamet sonuçlarına neden olacağını söylemeye gerek var mı acaba.İnsanın inanası gelmeyen bu ilişkilerin nereden kaynaklandığını anlamak için söylenecek bir şeylerin kaldığını düşünemiyorum.Bu denklem ifşa olmuştur artık.
Büyük Ortadoğu komsepti denklemi olduğunu anlamamaya direnenlerin olduğunu da biliyorum.Ne yazık ki,bu durumu kabullenmeyenlerin bir kısmı eskiden Marksist düşünce düzleminde politika yapmaktaydılar.
Her neyse esas konuya dönelim.Türkiye”nin Suriye politikası tarihin her döneminde sığ kalmıştır.Hatta her iki ülkenin sarmaşlaştığı dönemlerin bile,bir denklem gereği olduğunu hep söylemiştim.Bu günlerin yaşanması benim için hiç sürpriz olmamıştır.
Bir küresel analiz yapacak olursak,ülkemiz dış politikasının Nato perspektifi dışında bir reflek üretemeyeceğini anlayabiliriz.BOP sinin hedeflerini de hesaba katacak olursak,Suriye Türkiye ilişkilerinin eninde sonunda bu sürece oturacağını anlamak zor olmamalıdır.
Umut ederim ki,bu açıklamalar yalanlanabilsin.
29 Ekim 2011
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın siyasi ve basın danışmanı Buseyna Şaban, Türkiye'nin kendileriyle bir öğretmen edasıyla konuştuğunu belirterek, "Türkiye'nin bu tutumunu gerektirecek bir şey yapmadık"diyor.
Bir başka şey daha diyor Buseyna Şaban "Suriye, Türkiye'ye Arap dünyasının kapılarını açtı, Türkler Suriye'ye vizesiz giriyor. Suriye pazarları Türk mallarıyla doldu taştı. Türkiye'nin bu tutumu takınmasının altında daha büyük nedenler olmalı.
Suriye'de geçtiğimiz mart ayında başlayan şiddet olayları sonrasında Hatay'a gelen Suriyeli mülteciler konusuna da değinen Şaban,Türkiye'ye kaçıp daha sonra dönenler, Türklerin kendilerine vatandaşlık vaadinde bulunduğunu söylediklerini açıklamıştır.
İddialar büyük.Az buz sayılamayacak kadar iddialar.Ayrıca kafa karıştırıcıdır.
Hatay Denge gazetesinde yayınlanan bir başka haber var ki,kafaları karıştırmaktan öte akıl tutulması gibi bir şey.Öyle bir haber ki,inanılması rüyada bile düşünülemez.Haber New York Times'a konuşan NYT muhabirinin Türkiye”de bulunan mülteci Suriye”lilerle yaptığı röportajda,mülteci kampının bir askeri üs halinde olduğu açıklamaları dehşet vericidir.
Muhabirin New York Times”e konuşmasının bir bölümünde, Suriyeli mültecilerinin Türk dışişlerinden silah istediklerini ve saldırıları bu kamplardan organize ettiklerini de belirtmiştir.
Liam Stack adlı NTY muhabirinin Türk Dişişleri yetkilileriyle yaptığı görüşmede, mülteci kamplarında ki Suriye”lilerden bu bilgileri aldığı ısrarı üzerine, dışişleri yetkilisinin söyledikleri bir başka tuhaf.
Kamplarda kimin olduğunu bilmiyoruz."Şu anda bütün bu insanlar Suriye'den kaçmış durumda. Biz kim kimdir bilemeyiz, kimsenin alnında 'Ben bir askerim' veya 'Ben muhalefettenim"yazmıyor. cevapları verilmiştir.
NYT muhabiri daha da çarpıcı açıklamalarda bulunmuş,
Kamp izlenimlerini anlatmadan önce,Özgür Suriye Ordusu'nun Suriye içerisinde silahlı eylemler düzenlediğini ve Türkiye'nin de bu operasyonların Antakya'dan yönetilmesine izin verdiğini söylüyor. Türkiye tarafından sıkı bir şekilde korunan kampta konuşlanan ÖSO, geçtiğimiz günlerde Suriye'nin orta bölgesinde 9 askerin öldürülmesinin sorumluluğunu üzerine almıştır ifadelerinde bulunmuştur.
(ÖSO )Özgür Suriye Ordusunun Türkiye”de konuşlandığı üzerine muhabirin ısrarlı açıklamalarına karşın,Türk dışişlerinin biz bu insanlara insani amaçlarla geçici bir mesken veriyoruz ve bu durum devam edecektir ifadelerinden anlaşılıyor ki,bu süreç anladığımızdan da tehlikeli bir hal alabilecektir.
Hatay Denge gazetesinde yayınlanan bu iki haberi birleştirdiğimizde Hatay halkını zor günlerin beklediğini söylemek yanlış olmamalıdır.
Uluslar arası yankı yapan bu haber aslında önceden biliniyordu.Suriye ordusundan kaçmış bir Albayın Türkiye”de yaşadığı ve örgüt elemanlarını Türkiye”den yönlendirildiği dillendirilmekteydi.Ne var ki hep inkar edilmiştir.Şimdi her şey açığa çıkmıştır.Ve uluslar arası onaylanmıştır.
Eğer bu açıklamalar,resmi anlamda yalanlanmayacak olursa,vahamet sonuçlarına neden olacağını söylemeye gerek var mı acaba.İnsanın inanası gelmeyen bu ilişkilerin nereden kaynaklandığını anlamak için söylenecek bir şeylerin kaldığını düşünemiyorum.Bu denklem ifşa olmuştur artık.
Büyük Ortadoğu komsepti denklemi olduğunu anlamamaya direnenlerin olduğunu da biliyorum.Ne yazık ki,bu durumu kabullenmeyenlerin bir kısmı eskiden Marksist düşünce düzleminde politika yapmaktaydılar.
Her neyse esas konuya dönelim.Türkiye”nin Suriye politikası tarihin her döneminde sığ kalmıştır.Hatta her iki ülkenin sarmaşlaştığı dönemlerin bile,bir denklem gereği olduğunu hep söylemiştim.Bu günlerin yaşanması benim için hiç sürpriz olmamıştır.
Bir küresel analiz yapacak olursak,ülkemiz dış politikasının Nato perspektifi dışında bir reflek üretemeyeceğini anlayabiliriz.BOP sinin hedeflerini de hesaba katacak olursak,Suriye Türkiye ilişkilerinin eninde sonunda bu sürece oturacağını anlamak zor olmamalıdır.
Umut ederim ki,bu açıklamalar yalanlanabilsin.
26 Ekim 2011 Çarşamba
VAN”I DEPREM DEĞİL FAŞİZM VURMUŞTUR
Hasip yiğitoğlu
25 Ekim 2011
Güzünüz aydın olmasın BÖLÜCÜ SAVAŞ TAMTAMLARI,gözünüz aydın olmasın HALKLARIN DÜŞMANLARI,gözünüz aydın olmasın FAŞİST IRKÇILAR,gözünüz aydın olmasın EMPERYALİST UŞAKLARI,gözünüz aydın olmasın MEZHEP AYIRIMCILARI !......
Emellerinize ulaştınız değil mi,ahlaksız uşaklar,köleler,katiller ve vatan hainleri.Avuçlarınızı ovuşturuyorsunuz şimdi.
Bölücülük zihniyetini topluma empoze edebildiniz değil mi!..Karartabildiniz ruhlarımızı,zihinlerimizi.
Hepsi tanıdık,hepsi bildik,esir ruhlu güruhlar,asalak katiller bunlar.
Toplumsal birliğimizi,kardeşliğimizi,ortak yurttaşlığımızı emperyal güçlerin ve gericiliğin çıkarları uğruna katlettiler bu hain güçler.Toplumun her kesimini sarmalamış BU HAİN ÇETELER.
Mahalle bakkalı,manav,servis şoförü,bankacı,öğretmen,muhtar,siyasetçi,asker,imam,şeyh, ,gazeteci,işveren,işçi gibi,toplumsal her katman içinde bu hainleri görmek mümkündür..Her sivil ve resmi toplumsal sosyal unsurun içine sızarak planlarını uyguladılar hep.
Bu bağlamda çok yaygın örgütlendikleri bir kez daha anlaşılıyor.Van”da yaşanan deprem sonrası sosyal medyaya yansıyanlardan bu özellikleri besbelli ortaya çıkmıştır.
Gelen mesajlar ibret veriyor,hayalleri alt üst edecek niteliktedir.Ayrıca Yaşam birliğimizin,ruhlarımızdan duygularımızdan tamamen koptuğunu göstermektedir mesajlar.
Eğer bu sürecin önü alınmaz ve önlenemezse,önümüzdeki sürecin geçmişte ve şimdi ki yaşadıklarımızdan çok daha elim,vahim olacağını tahmin etmek zor olmamalıdır.
İnançlarıma uygun düşmeyen bu mesajları yazmak içimden geçmiyor.İbret olması açısında sadece bir mesaja dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
Şu mesaja bakın ;AĞLAMA SIRASI ONLARDA.
Peki Onlar kim,biz kim,siz kimsiniz.
Bu mesaj hangi tehlikeli virajlara doğru hızla ilerlediğimizin işaretlerini veriyor adeta.
Bölünüyoruz endişelerini haklı çıkartıyor.
Bu manada Cumhurbaşkanının,İntikam alınacaktır tehditlerini bir kenarda tutmak gerekmiyor mu.Acaba bu akıl karışıklığı söylemlerin kabarması nedenine yorumlamak yanlış olur mu.
Toplumun ciddi bir bölümünün tepkisinden anlaşılıyor ki, toplumsal cinnet travması yaşayan bir halk olmuşuz.Bir akıl tutulması,bir vicdan kirlenmesi,bir merhamet yoksunluğu duygusu almış başını gidiyor.İnsanlığın yüz karası bu duygular adeta içselleşerek toplumsal bir algıya dönüştürülmüştür.
Van”ı depremden çok Faşizmin vurmuştur.Umarım,yaşananlar Faşist zihniyeti anlayamayanlara bir ders olacaktır.Faşizmin kanlı ve bağnaz yüzünü görebilmelerine de !...
EİNSTEİN,milliyetçilik insanlığın çocuk hastalığıdır demişti.Bence yeterli değil,birkaç ek daha lazım.Milliyetçilik insanlığın katilidir.Milliyetçilik her canlının katilidir.Kısacası milliyetçilik kandır,sömürüdür,acımazsızlıktır.
Ne yazık ki,ülkemizde çok bağımlılık yapmıştır milliyetçilik...
25 Ekim 2011
Güzünüz aydın olmasın BÖLÜCÜ SAVAŞ TAMTAMLARI,gözünüz aydın olmasın HALKLARIN DÜŞMANLARI,gözünüz aydın olmasın FAŞİST IRKÇILAR,gözünüz aydın olmasın EMPERYALİST UŞAKLARI,gözünüz aydın olmasın MEZHEP AYIRIMCILARI !......
Emellerinize ulaştınız değil mi,ahlaksız uşaklar,köleler,katiller ve vatan hainleri.Avuçlarınızı ovuşturuyorsunuz şimdi.
Bölücülük zihniyetini topluma empoze edebildiniz değil mi!..Karartabildiniz ruhlarımızı,zihinlerimizi.
Hepsi tanıdık,hepsi bildik,esir ruhlu güruhlar,asalak katiller bunlar.
Toplumsal birliğimizi,kardeşliğimizi,ortak yurttaşlığımızı emperyal güçlerin ve gericiliğin çıkarları uğruna katlettiler bu hain güçler.Toplumun her kesimini sarmalamış BU HAİN ÇETELER.
Mahalle bakkalı,manav,servis şoförü,bankacı,öğretmen,muhtar,siyasetçi,asker,imam,şeyh, ,gazeteci,işveren,işçi gibi,toplumsal her katman içinde bu hainleri görmek mümkündür..Her sivil ve resmi toplumsal sosyal unsurun içine sızarak planlarını uyguladılar hep.
Bu bağlamda çok yaygın örgütlendikleri bir kez daha anlaşılıyor.Van”da yaşanan deprem sonrası sosyal medyaya yansıyanlardan bu özellikleri besbelli ortaya çıkmıştır.
Gelen mesajlar ibret veriyor,hayalleri alt üst edecek niteliktedir.Ayrıca Yaşam birliğimizin,ruhlarımızdan duygularımızdan tamamen koptuğunu göstermektedir mesajlar.
Eğer bu sürecin önü alınmaz ve önlenemezse,önümüzdeki sürecin geçmişte ve şimdi ki yaşadıklarımızdan çok daha elim,vahim olacağını tahmin etmek zor olmamalıdır.
İnançlarıma uygun düşmeyen bu mesajları yazmak içimden geçmiyor.İbret olması açısında sadece bir mesaja dikkatlerinizi çekmek istiyorum.
Şu mesaja bakın ;AĞLAMA SIRASI ONLARDA.
Peki Onlar kim,biz kim,siz kimsiniz.
Bu mesaj hangi tehlikeli virajlara doğru hızla ilerlediğimizin işaretlerini veriyor adeta.
Bölünüyoruz endişelerini haklı çıkartıyor.
Bu manada Cumhurbaşkanının,İntikam alınacaktır tehditlerini bir kenarda tutmak gerekmiyor mu.Acaba bu akıl karışıklığı söylemlerin kabarması nedenine yorumlamak yanlış olur mu.
Toplumun ciddi bir bölümünün tepkisinden anlaşılıyor ki, toplumsal cinnet travması yaşayan bir halk olmuşuz.Bir akıl tutulması,bir vicdan kirlenmesi,bir merhamet yoksunluğu duygusu almış başını gidiyor.İnsanlığın yüz karası bu duygular adeta içselleşerek toplumsal bir algıya dönüştürülmüştür.
Van”ı depremden çok Faşizmin vurmuştur.Umarım,yaşananlar Faşist zihniyeti anlayamayanlara bir ders olacaktır.Faşizmin kanlı ve bağnaz yüzünü görebilmelerine de !...
EİNSTEİN,milliyetçilik insanlığın çocuk hastalığıdır demişti.Bence yeterli değil,birkaç ek daha lazım.Milliyetçilik insanlığın katilidir.Milliyetçilik her canlının katilidir.Kısacası milliyetçilik kandır,sömürüdür,acımazsızlıktır.
Ne yazık ki,ülkemizde çok bağımlılık yapmıştır milliyetçilik...
25 Ekim 2011 Salı
SERDAR SOYERGİN
SERDAR SOYERGİN’İN ANISINA
12 EYLÜL REJİMİ; YARGIDAKİ YARGISIZ İNFAZ
Serdar Soyergin 1960 Adana – 26 Ekim 1980 (Adana Cezaevi)
ŞEHİTLER BİRLİĞİMİZDİR
Mihrac Ural
Serdar Soyergin’in anısına 26 Ekim 2011
Her yıl bir başka boyutuyla, dünü bugünün mücadelesi için anmak geleceğe verilecek bir mesajdır. Bu mesajın ısrarla tekrarı, geçmişi yarına bağlaşacak biricik halkadır. Serdarı bir kez daha ve bin kez daha anmak, gelecek kuşakların aynı mazlumiyete uğramaması için bir yükümlülüktür. Bu yıl da (2011) ister mezarı başında iste binlerce km uzakta, bu mesj için emek vermek bir sorumluluktur.
Serdar Soyergin, üç kuşak demokrasi mücadelesinin en zor kesitinde kahramanca çarpışan bir devrimciydi. O, kuşağının tüm devrimcileri gibi omuzlarında dünyayı fethetme sorumluluğu taşıyordu. Böylesi bir sorumluluğun özverili mücadelesine atılmıştı.
12 Eylül 1980 Askeri Faşist darbesi koşullarında, karanlık dönemlerin en pervasız kesitlerinde de kararlı bir mücadele sürdürdü. Karanlık dönemin merhametsiz saldırılarına karşı direndi. Bu haklı direniş, Serdar Soyergin’i ülkemiz siyasi tarihinin en akıl dışı mahkumiyetiyle yüz yüze getirdi. Gerçekte bu yüz yüze geliş, o kesitin tüm devrimcilerinin ve öncelikle halkımızın karşı karşıya kaldığı hukuk dışı saldırının adıydı.
12 Eylül rejiminin amansız, sorgusuz sualsiz karanlığında tutuklanmasıyla, işkence tezgahlarından geçişi, zindana atılışı, dava açılışı, iddianamesinin hazırlanışı, tahkikat süreci, anlamsız idam hükmünün verilmesi, hükmün Yargıtay süreci, onaylanışı, mecliste onaylanıp, Resmi Gazetede yayınlanması dahil 40 gün içinde, ışık hızıyla sürmüştür. İdam kararı bir an bekletilmeden de infaz edilmiştir.
Yargıda yargısız infaz diye tanımlanabilecek bu durum, 12 Eylül rejimini bilmeyenler, hala bilmek istemeyenler için en önemli örnek olarak karşımızda durmaktadır. Tarihimizle yüzleşme talebimizin sacayaklarından biri budur. 12 Eylül rejiminin hukuk dışı konumunu ispat etmenin en tartışmasız belgesi ve kanıtı budur.
12 Eylül sendromu bir toplumun tüm dengelerini ve kimyasını bozan özelliklere sahiptir. 12 Eylül darbecilerinin yargılanma taleplerinin ısrarla gündemde kalmasının ülkemizde demokrasinin ikamesiyle ilgili olan doğrundan bağı, Serdar Soyergin’in idamında yalın anlatım bulan 12 Eylül yargısının bir yargısız infaz oluşuyla da manidardır.
Serdar hepimiz adına idam sehpasına korkusuzca gitti. Geride kalan bizler omzunda, bu karanlık dönemin bu güne dek süren yaralarına karşı bir duruş sergileme sorumluluğu bulunmaktadır.
Bu, günümüz için olduğu kadar gelecek kuşaklara ilişkin sorumluluğumuzdur. Kaoslarımızı, kimlik bunalımlarımızı, anti demokratik anayasa-yasa ve sonuçlarını aşmanın bir başka yolu yoktur.
Bu tarih, masaya yatırılmalıdır.
Serdar Soyergin, idamının 30. Yılında da karanlık geçmişle mücadelemize omuz verdiği görülmektedir. Şehitlerimizin ölümsüzlüğü budur. Şehitlerimizin, birliğimizi sağlayan en değerli ortak bölen olması esprisi de budur.
Zalim yargıların yargısız infazı, halkın vicdanında bin kez mahkum olmuştur. Bu mahkumiyet tarihimizle yüzleşmenin kanallarını açacak en önemli zemindir.
Serdar Soyergin’in hayatını vermekte tereddüt etmediği haklı mücadele, bu yolla sonuca ulaşacaktır.
O, bu mücadeledeydi..
O yine aramızda…
12 EYLÜL REJİMİ; YARGIDAKİ YARGISIZ İNFAZ
Serdar Soyergin 1960 Adana – 26 Ekim 1980 (Adana Cezaevi)
ŞEHİTLER BİRLİĞİMİZDİR
Mihrac Ural
Serdar Soyergin’in anısına 26 Ekim 2011
Her yıl bir başka boyutuyla, dünü bugünün mücadelesi için anmak geleceğe verilecek bir mesajdır. Bu mesajın ısrarla tekrarı, geçmişi yarına bağlaşacak biricik halkadır. Serdarı bir kez daha ve bin kez daha anmak, gelecek kuşakların aynı mazlumiyete uğramaması için bir yükümlülüktür. Bu yıl da (2011) ister mezarı başında iste binlerce km uzakta, bu mesj için emek vermek bir sorumluluktur.
Serdar Soyergin, üç kuşak demokrasi mücadelesinin en zor kesitinde kahramanca çarpışan bir devrimciydi. O, kuşağının tüm devrimcileri gibi omuzlarında dünyayı fethetme sorumluluğu taşıyordu. Böylesi bir sorumluluğun özverili mücadelesine atılmıştı.
12 Eylül 1980 Askeri Faşist darbesi koşullarında, karanlık dönemlerin en pervasız kesitlerinde de kararlı bir mücadele sürdürdü. Karanlık dönemin merhametsiz saldırılarına karşı direndi. Bu haklı direniş, Serdar Soyergin’i ülkemiz siyasi tarihinin en akıl dışı mahkumiyetiyle yüz yüze getirdi. Gerçekte bu yüz yüze geliş, o kesitin tüm devrimcilerinin ve öncelikle halkımızın karşı karşıya kaldığı hukuk dışı saldırının adıydı.
12 Eylül rejiminin amansız, sorgusuz sualsiz karanlığında tutuklanmasıyla, işkence tezgahlarından geçişi, zindana atılışı, dava açılışı, iddianamesinin hazırlanışı, tahkikat süreci, anlamsız idam hükmünün verilmesi, hükmün Yargıtay süreci, onaylanışı, mecliste onaylanıp, Resmi Gazetede yayınlanması dahil 40 gün içinde, ışık hızıyla sürmüştür. İdam kararı bir an bekletilmeden de infaz edilmiştir.
Yargıda yargısız infaz diye tanımlanabilecek bu durum, 12 Eylül rejimini bilmeyenler, hala bilmek istemeyenler için en önemli örnek olarak karşımızda durmaktadır. Tarihimizle yüzleşme talebimizin sacayaklarından biri budur. 12 Eylül rejiminin hukuk dışı konumunu ispat etmenin en tartışmasız belgesi ve kanıtı budur.
12 Eylül sendromu bir toplumun tüm dengelerini ve kimyasını bozan özelliklere sahiptir. 12 Eylül darbecilerinin yargılanma taleplerinin ısrarla gündemde kalmasının ülkemizde demokrasinin ikamesiyle ilgili olan doğrundan bağı, Serdar Soyergin’in idamında yalın anlatım bulan 12 Eylül yargısının bir yargısız infaz oluşuyla da manidardır.
Serdar hepimiz adına idam sehpasına korkusuzca gitti. Geride kalan bizler omzunda, bu karanlık dönemin bu güne dek süren yaralarına karşı bir duruş sergileme sorumluluğu bulunmaktadır.
Bu, günümüz için olduğu kadar gelecek kuşaklara ilişkin sorumluluğumuzdur. Kaoslarımızı, kimlik bunalımlarımızı, anti demokratik anayasa-yasa ve sonuçlarını aşmanın bir başka yolu yoktur.
Bu tarih, masaya yatırılmalıdır.
Serdar Soyergin, idamının 30. Yılında da karanlık geçmişle mücadelemize omuz verdiği görülmektedir. Şehitlerimizin ölümsüzlüğü budur. Şehitlerimizin, birliğimizi sağlayan en değerli ortak bölen olması esprisi de budur.
Zalim yargıların yargısız infazı, halkın vicdanında bin kez mahkum olmuştur. Bu mahkumiyet tarihimizle yüzleşmenin kanallarını açacak en önemli zemindir.
Serdar Soyergin’in hayatını vermekte tereddüt etmediği haklı mücadele, bu yolla sonuca ulaşacaktır.
O, bu mücadeledeydi..
O yine aramızda…
23 Ekim 2011 Pazar
VAN DEPREMİ (23 Ekim 2011)
Mikdat Abuzer - 24 Ekim 2011
Mikdat Abuzer - 23 Ekim 2011
Van depremi dolaysıyla hepimizin acısı büyük. İnsan ölümünün her türü acı veriyor. Ancak daha acısı, ırkıçların, milliyetçilerin hayasızlık ve vicdansızlıklarıdır. O çok ayrı yürek yakıyor. Doğal bir felakete sığınarak Kürt halkına karşı yaptıkları beddualar çirkin bir ahlaksızlık olarak sergileniyor. Bunları lanetliyorum. Bunlarla kavgamız var sürüyor, özgürlük ve demokrasi ikame edilene kadar da sürecek diyorum.
Ama sözüm düşmanlarımıza değil düşman olmak isteyen akılsızlara, Türkleşmiş Araplara olacaktır.
Türkleşmiş Araplara, Kraldan çok kralcı olanlar, mazlum olmalarına rağmen mazlumdan yana olmak yerine zalimin kuklası olmaya çırpınanlardır. Ötekileştirilmiş, ötelenmiş, asimile edile edili içi dışına çıkmış, inancı bile bin bir biçimde her gün horlanan, dili alfabesi katledilmiş olan ama kendini bilmeyen akıntının içinde şaşkınca bir yerlere yamanarak var olabileceğini sanan aptallara sesleneceğim.
19 Ekim 2011 sabahı Çukurca mevkiinde, 24 askerin ölümüyle patlak veren ırkçı-milliyetçe hezeyanların kuyruğuna takılan, kraldan çok kralcılara sesleneceğim. Bu ölümlerin nedeninin sorgulamadan, devletin, iktidarın tarihsel rolüne bilmeden, ölüm karşısındaki şaşkınlıkla, sokaklara dökülen duygularla kendinden geçenlerin yanlış yönelimlerine kapılanlara bir çift sözüm olacak. Bu konuyu deteylarıyla, Mihrac Ural, 20 Ekim 2011 tarihli "ÖLÜMÜN KISIR DÖNGÜSÜNDE SUÇLU KİM?" başlıklı makalesinde ele aldı (bkz. http://mirural.blogspot.com/ ). Ben konunun devamını ele almak istiyorum. Aynı edepsizliği Van depremi dolaysıyla tekrrar etmek isteyenlare sözlerimi yönelteceğim. Çünkü bu aptallığı deprem dolaysıyla Kürt halkına bir kez daha dil uzatmaya çalışan ırkçı-milliyetçilere ortak olan Türkleşmiş Arapların abesle iştigallerini doğmadan onlara cevap vermenin doğru olduğuna inanıyorum.
Öncelikle, herkes bilmeli ki, Türkiye Arap halkı özgürlük ve demokrasi mücadelesinde olduğu kadar bu acı günde de Kürt halkının, tüm ezilen ve zor durumda olan halkların yanında olmaya devam edecektir. Türkleşmiş Arap olmanın onursuzluğunu taşımak isteyenlere buradan bir kez daha seslenmek isterim. Dönüp tarihlerine, çektikleri çilelere, dillerinin, alfabelerinin yok edilişine baksınlar, kimi görecekler onu bilince çıkarsınlar. Türkiye egemen etnik milliyetçiliğinin, egemen ulus hoyratlığıyla, her türden lojistik destek sağladığı eli kanlı Müslüman kardeşler şebekelerinin Suriye'de genç kardeşlerinizi nasıl katlettiklerini, cesetlerini parçalayıp Asi nehrine nasıl attıklarını hatırlatacağım.
Kürt düşmanlığıyla ilgisi ve çıkarı olmamasına rağmen şaşkınca katkı yapan bu çeverlere "ülkemizde süren kirli savaşın, ölüm denklemlerinin nedeni nedir ? Suçlu Kim?" diye kendi kendilerine sormalarını isteyeceğim; Fethullahçı derin devletin, İsrail-Amerika ortaklığıyla bu bölgede, Türk'ü, Kürt'ü Arap'ı birbirine kırdırmak için yaptığı kirli senaryo ve komploları hatırlatacağım. Bu gün Suriye'ye savaş açmak isteyenrlerin kim olduğunu soracağım? Bu şovenlere karşı, Suriye'ye savaş açılırsa onun yanında savaşırız diyenlerin kim olduğunu bilip bilmediklerini soracağım? Bilmiyorlarsa şu linke bir göz atsınlar da öğrensiler diyeceğim (http://www.firatnews.org/index.php?rupel=nuce&nuceID=51085 ) Ülkemiz gençlerini asker-gerilla, Türk-Kürt demeden nasıl da kirli bir savaşa zorlayarak ölüme mahkum ettiklerini ve bunun tek sorumlusunun iktidar gücü olduğunu belirteceğim. Türk'ün de Kürt'ün de anasının bu devlet ve bu iktidar tarafından ağlatıldığını unutmayın diyeceğim.
Biraz akıl yürütün beyler biraz akıl. Hiç bir insanın, hiç bir halkın durduk yerde dağlara çıkıp savaşmayacağını birazcık düşünerek tespit etmeniz zor değil. Baskı ve zulüm olmayan bir yerde ölümü kimsenin istemeyeceğini akıl etmek bu gerçeği bilmek için yeter de artar. Dönün bakın, komşumuza ders vereceğini sanan AKP'nin şaşkın başkanı, Başbakan Erdoğan, ekibiyle birlikte komşumuz Suriye'de Kürtlerin neden devletle savaşmadığını sorgulasın, bunu öğrensin. Devletin vatandaşına iyi niyetle yaklaştığı için hiç bir Kürt'ün Suriye devletine karşı savaşa girişmediğini, demokratik haklarını, uğrandığı baskılara rağmen) barışçıl yollarla istemekle yetindiği için bir kirli savaş ortamına sürüklenmediklerini görürüz. Buna karşı, ülkemizde 200 yıldır Kürtlerin devletten çektiği acıları hatırlatırım. Bu acıların sonucu dağlara çıkmak zorunda kaldıklarını da. Gitsinler Suriye'den ders alsınlar, 4 ayda 12 temel yasa çıkararak, anayasa değişikliğine başlayarak, halkının demokratik taleplerini karşılayan yönetime baksınlar. Halkçılık nasıl olur oradan öğernsinler; 88 yıldır bir sivil anayasa yapamamış olmanın onursuzluğuyla yaşayacaklarına, iflas etmiş iç ve dış siyasetleriyle daha çok kan dökeceklerine istifa etsinler. Yapamayan çeksin gitsin yapabilenler gelsin diye bu halk da ortaya çıksın, güvenlik önlemi, askeri baskı, savaş, sınır ötesi operasyon denemedik hiç bir şey bırakmayan bu aptal iktidarlara "bir de barışı deneyin" desin, "diyalogu paylaşmayı ortak değerleri bulmayı deneyin" desin. Arapların öncelikle bu temel verileri bilmeleri gerek. Yoksa hep şaşkın kalacak haklarının nerede olduğunu bile göremeyecektir.
Sokaklara, vatan, millet sakarya, tek bayrak, tek dil diye Kürtlerin üzerine yürümek isteyen ırkçı Türklerle omuz omuza olan Türkleşmiş Araplara, saçmalamayın, bu yaptığınız abestir, kendi kendinizi, hak ve taleplerinizi inkar etme durumuna düşüyorsunuz diyeceğim. Bu akılla giderseniz yarın, bu devlet üzerinize yürüyünce çevrenizde dost bulamayacaksınız diye uyarıyorum. Bu devletin, bu iktidarın despotluğunu hedef almayan hiç kimse, ne demokrat olabilir ne de kendi haklarını savunabilir diyeceğim. Hele hele doğal bir afet nedeniyle, Kürtlere dil uzatmanın akılla, vicdanla algılanabilir bir yanı olmadığını belirteceğim.
Bu ülke, birimizin değil hepimizin, egemen ulus milliyetçliğinin bölücülüğü, bu ülkeyi kendisinin harası yapmış kimseye hak vermez hale gelmiştir. Doalyasıyla ülke herkese zindan olmuş ama egemenlere hortumlanacak servete dönüşmüştür. Bundan hepimiz zarar görürken, birbirimize düşmek kimin işine yarar onu bir düşünün diyeceğim. Batakalığı yaratan bu devlettir, bu devletin ırkçı-milliyetçi statüleridir, Kürtler değil. Bölücü olan da bu devlettir bu iktidardır. Araplar, Aleviler siz siz olun yanlış yöne düşmeyin. Unutmayın, Kürt'leri de Arap'ları da hatta Türk'leri de ezen bu devlettir bu iktadardır. Bunun tersini söyleyen kim olursa olsun o bu devletin işbirlikçisidir bu iktidardan nemalannadır. Ve bu böye devam ettikçe, ortak ülkemiz sorunlarından çıkamaz, devlet de iktidar da halkları birbirine düşman ederek hüküm sürmeye devam eder.
Satırlarımı sonlarken, herkesi olanakları ölçeğinde Van depreminden zarar gören, insanlık paydasındaki kardeşlerimize yardıma çağırıyorum...
DAVA ARKADAŞLARIM BU HAFTAKİ MİSAFİRLERİM
Mehmet Yavuz, Mihrac Ural, Mehmet Güzel ve Şerif Yılmaz. Duvarda şehit yoldaşlarım, Ahmet Kaya, Nebil Rahuma, Hanna Maptunoğlu ve diğerlerinin fotoğrafları yer alıyor.
Mihrac Ural – 23 Ekim 2011
Bir kez daha bin kez daha bir aradayız, sayılarla değil tumumlarla hep omuz omuzayız. Ortak siyasal düşüncelerimizin yolu ortak ülkemiz, halklarımız...
Özgürlük ve demokrasi için, dün onyıllar önce nasıl bir araya gencecik yürekler olarak bir araya geldikse, bu günde bir baskıları, ihbarları, zorbalıkları, mahkemelerin dava dosyalarını tepe tepe bir aradayız. 21 Ekim 2011 Cuma günü yoldaşlarımla evimdeyiz...
Çok ilginç, inanılmaz gibi. 30 yılı aşkın süredir devlet İtirafçılarıyla, MİT ajanlarıya peşimizi bırakmıyor; mahkeme dosyalarımızı yığıp duruyor. Dün, 19 Ağustos 1977'de İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın, bizi polise ihbar etmesiyle başlayan serüvenimiz, bu gün de aynı ikilinin ihbarlarıyla 15 Eylül 2011'de Adana Özel Mahkemesinde açılan dava dosyalarıyla devam ediyor. Bu bir tesadüfmü ? soruyorum bu bir tesadüf olurum? Eğri oturup doğru konuşalım, bu ikilinin örgütten örgüte yaptığı tasfiyecilik, kişiden kişiye yaptığı ihbarcılığın bitip tükenmez hezeyanı, bir derin devlet işi olarak sürüyor; bu ise bir Özel Harp Dairesi işidir.
Bu bir saflaşmadır, bu bir taraf olmaktır. Ben ve dava arkadaşlarım, on yıllar önce, işkencelerde ser verip sır vermediğimiz, mahkemelerde dik durduğumuz gibi, bu kez de itirafçıların, ihbarcıların dayattığı mahkemede dik durduk. Bununla da kalmadık, bir kez daha bin kez daha bir araya gelerek dosta düşmana, kadim dostluğumuzu, yoldaşlığımızı hiç bir şeyin sarsamayacağını gösterdik.
İtirafçının, MİT ajanını ihbarlarıyla açılan davaların yüksek çıtasını başlarına yıktık.
Herkes görevini yapıyor. Bu kavga dünden bu güne böylesi saflaşmalarla yürüyüp yükseliyor. İşte bu haftaki misafirlerim, dava arkadaşlarım Mehmet Yavuz ve Mehmet Güzel, bir yandan babamın vefatını taziye için, diğer yandan özgürlük ve demokrasi taleplerimize kimsenin sınır koymayacağını, yeryüzünde hiç bir gücün bu yoldaşlığı eğip bükemeyeceğini göstermek için misafirim oldular. İddiayla söylüyorum, birbirine böylesine onurluca bağlı bir yoldaşlığı kolay kolay kimse üretemez. Bunun için yürek, Bunun için bilinç gerek. Örgütünü üç beş kuruş için MİT'e satanların, iki tokat yemeden itirafçı kesilenlerin bu saflarda olmaması bu nedenle çok doğaldır. Onlar layık olduklarıyla, kirlilik saçarak, dedikodu üreterek, tarihi direnme örgütünü karalayarak geçen ömürleriyle, adıma esir olmuş yazılarıyla alçaklaşmaktan başka bir konumları olamaz.
Hayatında tek bir siyasi yazı yazamamış MİT ajanının yalan kurgularla yazdığı senaryolar onu tanımlamak için yeterli veridir. Ayrıca bu ahlaksızı bilmeyen Acilciler yoktur. İtirafçı ise medya koşe yazılarını aşamayan sığ bilgisiyle, NATO ve BM askeri güçlerinin şu ya da bu ülkeyi işgal etmesi için çağrı yaparak ortaya sergilediği perişanlığı yorumlamaya gerek yoktur; bir de onurlu insanları küçümsemek, tahkir etmek için kullandığı demagojiler, bir itirafçının iç dünyasındaki psikolojik klinik girdapları tanımlamaktan başka bir işe yaramadığını belirtmekle yetineceğim.
İlk kez Mehmet Yavuz'dan ısmarlama bir istemdim. O kısa ve öz yazıyor, ama iyi yazıyor. BİLANÇO diye başlık atmış, buradan teşekürlerimi iletiyorum, Bu kepaze ikiliyi tiye almanın zamanı geldi sanırım...
Misafirlerimle, bölgeyi konuştuk, Ülkemizi ve halaklarımızın çıkarı için Suriye'ye yönelik Siyonist-emperyalist-Arap gericiliği ve Erdoğan yönetiminin savaş çığırtkanlığına karşı direnişi konuştuk. Barışı, demokrasiyi ve bu kulvardaki görevlerimizi, birey olarak, aydın sorumluluğuyla nasıl koymamız gerektiğini sohbet ettik. Bizi bir araya getiren değerler bunlardı, bizi en zor koşullarda bile omuz omuza kılan ülke sevgisi, özgürlük ve demokrasi mücadelesiydi, sınırları aşan, sonuçları ne olursa olsun katlanılan dostluk işte böylesi bir dostluktu. Bu buluşmayı herzamanki dost sofrasında noktalamak, BİLANÇO için de iyi bir finaldi....
22 Ekim 2011 Cumartesi
KADDAFİ VE ALLAHÜ EKBERLİ CİNAYET
Hasip Yiğitoğlu
22 Ekim 2011
Kaddafi katledildi.Libya halkı Kaddafi trajedisini noktalarken,emperyalist emrivakisiyle yeni bir trajedi serüvenine doğru yol aldı.İnsanlık değerlerini bütünüyle yitirmiş bir algının vahşet saldırısı sonucu katledildi Kaddafi.Görsel medya ekranlarına yansıyan görüntüler bir insanlık dramı,bir vahşet ve aynı zamanda insanlığı bekleyen tehlikeyi işaret ediyor.
Allahu Ekber çığlıklarıyla yaralı Kaddafi”nin linç edilerek öldürülmesini hangi inanca,hangi etiğe,hangi değer yargısına yorumlamak mümkündür?İnsanlığın yüz karası abidesi bu cinayetten, çıkartılacak çok ders olmalıdır.
Herkesten önce başbakanımızın alacağı ciddi dersler olmalıdır.Bir sınav bekliyor Başbakanımızı.Kaddafi”nin öldürülmesini cinayete yorumlayıp gerekli hukuksal girişimlerde bulunarak vicdani bir refleks gösterebilecek mi acaba.Kaddafi,nede olsa başbakanımıza barış nişanı vermişti.
Ayrıca İslam aleminin emperyal kölelerine bir mesaj olmalı Kaddafi”nin öldürülmesi..Zamanı gelince tarihin hangi çöplüğünde ikame edecekleri konusunda fikir veriyor değil mi….
Nasıl bir zihin,nasıl bir kanaat,nasıl bir inanç bu.İnsan olduğumuzdan utanır bir halden başka,nasıl izah edilebilir bu durum.Son yıllarda siyasi,adi neredeyse her olayda, her linç ,her öldürme girişiminde Allahu Ekber haykırışlı sloganlar tüm İslam aleminde bir gelenek haline getirilmiştir.İslam”ın bakış açısı böyle midir acaba,sorusu insanın aklına ister istemez takılıyor.Bu bağlamda,ne yazık ki ciddi bir yaşam tarzı tehlikesinin İslam halklarını beklediğini söyleyebiliriz.Her Müslüman kendini tanrının bir elçisi gibi görüyor adeta.
Kaddafi”yi öldürmelerinden sonra,Emperyalist şer koalisyonu ülke yetkililerinin hayasızca ve küstahça verdikleri demeçlerden anlaşılıyor ki,Kaddafi”nin ölüm fermanı çoktan verilmiştir.
Kaddafi”nin canlı yakalanması yerine, sırlarıyla birlikte öldürülmesi gerekiyordu ve böylede oldu.Kaddafi Yargılanıp konuşturulmamalıydı.Tıpkı Bin Ladin gibi sırlarıyla buharlaşarak emperyalist ilişkileri açığa çıkmamalıydı.
Bu anlamda, bir izah olarak,Kaddafi iktidarının bir zihniyet süreci olduğunu belirtmeden geçmek bir eksiklik olacaktır.Emperyalizmin İslam halklarına empoze ettiği politikaların önemli uygulayıcılarındandır Kaddafi.Sırlarıyla birlikte öldürülmesinin gerekçesi bu durum olsa gerek.
Libya halkının bilinç altını kirleten ve insani değerlerden boşaltan etkilerin başında,Kaddafi”nin uyguladığı sosyo-politik uygulamalar ve yeşil kitabının zihni öngörüleridir.
Demokrasi ve uygarlık penceresinden bakıldığında,Kaddafi”nin,yaşam tarzı,siyasi anlayışı ve 42 yıllık iktidarının,kendi halkına ve insanlığa kattığı şeylerin olduğunu söylemek abartı olur kanaatindeyim.
Biliyorum,klasik zihinli bir çok anti-emperyalist,Kaddafi için övgüler yapacaklar şimdi.Ülkemizde de ,Ergenekon Statükocuları için aynı övgüleri yaptıkları malumunuzdur.
Diyecekler ki,ABD ye kafa tutmuş,hatta uçaklarına bomba yerleştirerek 270 yolcunun öldürülmesi için talimat vermiş.Amerikalıları öldürtmüştü ne de olsa.Diyecekler ki,üç Amerikalı askerleri Berlin”de bir eğlence yerinde sıkıştırılarak öldürülmesinin emrini vermişti.
Allah rızası için bu anlayışın anti-emperyalist,demokratik algı kriteriyle bağdaşır yanı var mıdır…Bu olsa olsa cinayet zinciri skalasına işlenir Kaddafinin.
Halbuki anti-emperyalizmin felsefi karşılığı,faşizme,militarizme,şövenizme ve küresel tekelciliğe karşı olmaktır.Demokrasi ve insan hakları temel paradigmaları olmalıdır anti-emperyalistlerin.Kaddafi”nin uyguladığı politikaların hangisi bu kavramlarla izah edilebilir.
Ya halkına uyguladığı baskılar Kaddafi”nin.Verdiği idam cezalarına ne demeli. Konuşan,yazan,çizen,muhalefet edenlerin acımasızca katledildikleri,zindana atıldıkları,göçe zorlandıklarına ne demeli.Bir yandan anti demokratik baskılar bir yandan yoksulluluklar.Hele hele dünyanın en zengin petrol ülkelerinin birinden bahsediyorsak,ne denebilir bu duruma.
Kaddafi bana göre,Emperyalist katillerin kendisini ahlaksızca öldürmelerinden ve emperyalizmin yeşil kuşak projesinin ilk deneme objelerinden biri olmasından başka kayda değer özelliği olmayan ironik şovalyedir.
Kaddafi”nin yazdığı veya yazdırdığı anti komünist yeşil kitabının içeriğinden anlaşılacağı gibi,demokratik uygarlık kültürüne kattığı hiçbir kelime olmamıştır.
Tarihsel misyonu,dönemsel ve güncellik anlamda Kaddafi, hem provakatör,hem diktatör ve de katildir.Demokratik algısızlığına rağmen 42 yıl iktidarda kalabilmesini bu yetenekleriyle ilişkilendirmek yanlış olmamalıdır.
Bu ahlaksız,etiksiz ve kanlı sürece neden olan Libya”da siyaset mekanizmasının katili Kaddafi değil midir?
Hulasa,yakın zaman içinde,yani bir yıldan kısa bir zaman içinde Kaddifi”nin,Emperyalist işgalci ülkelerle,Fransa,Amerika,Türkiye ve İtalya ile geliştirdiği politikalar ve kurduğu ilişkiler tazeliğini koruyor olmalıdır.Bu ülkelerin tamamının Nato paktı ülkeleri olması ve aynı zamanda Libya”yı işgal eden ülkeler olması dikkat çekicidir.Bu ülkelerin siyasi,askeri yetkilileriyle kaddafi”nin onuruna verilen o şatafatlı kırmızı halılı törenler,verdiği barış nişanları,çadır şovları Libya halkı hanesine yeni zulüm olarak tescil ediliyor şimdi.Peki buna ne diyeceksiniz!
İşte Kaddafi,işte empeyalizm iki yüzlülüğü.
hasipyigitoglu@hotmail.com
22 Ekim 2011
Kaddafi katledildi.Libya halkı Kaddafi trajedisini noktalarken,emperyalist emrivakisiyle yeni bir trajedi serüvenine doğru yol aldı.İnsanlık değerlerini bütünüyle yitirmiş bir algının vahşet saldırısı sonucu katledildi Kaddafi.Görsel medya ekranlarına yansıyan görüntüler bir insanlık dramı,bir vahşet ve aynı zamanda insanlığı bekleyen tehlikeyi işaret ediyor.
Allahu Ekber çığlıklarıyla yaralı Kaddafi”nin linç edilerek öldürülmesini hangi inanca,hangi etiğe,hangi değer yargısına yorumlamak mümkündür?İnsanlığın yüz karası abidesi bu cinayetten, çıkartılacak çok ders olmalıdır.
Herkesten önce başbakanımızın alacağı ciddi dersler olmalıdır.Bir sınav bekliyor Başbakanımızı.Kaddafi”nin öldürülmesini cinayete yorumlayıp gerekli hukuksal girişimlerde bulunarak vicdani bir refleks gösterebilecek mi acaba.Kaddafi,nede olsa başbakanımıza barış nişanı vermişti.
Ayrıca İslam aleminin emperyal kölelerine bir mesaj olmalı Kaddafi”nin öldürülmesi..Zamanı gelince tarihin hangi çöplüğünde ikame edecekleri konusunda fikir veriyor değil mi….
Nasıl bir zihin,nasıl bir kanaat,nasıl bir inanç bu.İnsan olduğumuzdan utanır bir halden başka,nasıl izah edilebilir bu durum.Son yıllarda siyasi,adi neredeyse her olayda, her linç ,her öldürme girişiminde Allahu Ekber haykırışlı sloganlar tüm İslam aleminde bir gelenek haline getirilmiştir.İslam”ın bakış açısı böyle midir acaba,sorusu insanın aklına ister istemez takılıyor.Bu bağlamda,ne yazık ki ciddi bir yaşam tarzı tehlikesinin İslam halklarını beklediğini söyleyebiliriz.Her Müslüman kendini tanrının bir elçisi gibi görüyor adeta.
Kaddafi”yi öldürmelerinden sonra,Emperyalist şer koalisyonu ülke yetkililerinin hayasızca ve küstahça verdikleri demeçlerden anlaşılıyor ki,Kaddafi”nin ölüm fermanı çoktan verilmiştir.
Kaddafi”nin canlı yakalanması yerine, sırlarıyla birlikte öldürülmesi gerekiyordu ve böylede oldu.Kaddafi Yargılanıp konuşturulmamalıydı.Tıpkı Bin Ladin gibi sırlarıyla buharlaşarak emperyalist ilişkileri açığa çıkmamalıydı.
Bu anlamda, bir izah olarak,Kaddafi iktidarının bir zihniyet süreci olduğunu belirtmeden geçmek bir eksiklik olacaktır.Emperyalizmin İslam halklarına empoze ettiği politikaların önemli uygulayıcılarındandır Kaddafi.Sırlarıyla birlikte öldürülmesinin gerekçesi bu durum olsa gerek.
Libya halkının bilinç altını kirleten ve insani değerlerden boşaltan etkilerin başında,Kaddafi”nin uyguladığı sosyo-politik uygulamalar ve yeşil kitabının zihni öngörüleridir.
Demokrasi ve uygarlık penceresinden bakıldığında,Kaddafi”nin,yaşam tarzı,siyasi anlayışı ve 42 yıllık iktidarının,kendi halkına ve insanlığa kattığı şeylerin olduğunu söylemek abartı olur kanaatindeyim.
Biliyorum,klasik zihinli bir çok anti-emperyalist,Kaddafi için övgüler yapacaklar şimdi.Ülkemizde de ,Ergenekon Statükocuları için aynı övgüleri yaptıkları malumunuzdur.
Diyecekler ki,ABD ye kafa tutmuş,hatta uçaklarına bomba yerleştirerek 270 yolcunun öldürülmesi için talimat vermiş.Amerikalıları öldürtmüştü ne de olsa.Diyecekler ki,üç Amerikalı askerleri Berlin”de bir eğlence yerinde sıkıştırılarak öldürülmesinin emrini vermişti.
Allah rızası için bu anlayışın anti-emperyalist,demokratik algı kriteriyle bağdaşır yanı var mıdır…Bu olsa olsa cinayet zinciri skalasına işlenir Kaddafinin.
Halbuki anti-emperyalizmin felsefi karşılığı,faşizme,militarizme,şövenizme ve küresel tekelciliğe karşı olmaktır.Demokrasi ve insan hakları temel paradigmaları olmalıdır anti-emperyalistlerin.Kaddafi”nin uyguladığı politikaların hangisi bu kavramlarla izah edilebilir.
Ya halkına uyguladığı baskılar Kaddafi”nin.Verdiği idam cezalarına ne demeli. Konuşan,yazan,çizen,muhalefet edenlerin acımasızca katledildikleri,zindana atıldıkları,göçe zorlandıklarına ne demeli.Bir yandan anti demokratik baskılar bir yandan yoksulluluklar.Hele hele dünyanın en zengin petrol ülkelerinin birinden bahsediyorsak,ne denebilir bu duruma.
Kaddafi bana göre,Emperyalist katillerin kendisini ahlaksızca öldürmelerinden ve emperyalizmin yeşil kuşak projesinin ilk deneme objelerinden biri olmasından başka kayda değer özelliği olmayan ironik şovalyedir.
Kaddafi”nin yazdığı veya yazdırdığı anti komünist yeşil kitabının içeriğinden anlaşılacağı gibi,demokratik uygarlık kültürüne kattığı hiçbir kelime olmamıştır.
Tarihsel misyonu,dönemsel ve güncellik anlamda Kaddafi, hem provakatör,hem diktatör ve de katildir.Demokratik algısızlığına rağmen 42 yıl iktidarda kalabilmesini bu yetenekleriyle ilişkilendirmek yanlış olmamalıdır.
Bu ahlaksız,etiksiz ve kanlı sürece neden olan Libya”da siyaset mekanizmasının katili Kaddafi değil midir?
Hulasa,yakın zaman içinde,yani bir yıldan kısa bir zaman içinde Kaddifi”nin,Emperyalist işgalci ülkelerle,Fransa,Amerika,Türkiye ve İtalya ile geliştirdiği politikalar ve kurduğu ilişkiler tazeliğini koruyor olmalıdır.Bu ülkelerin tamamının Nato paktı ülkeleri olması ve aynı zamanda Libya”yı işgal eden ülkeler olması dikkat çekicidir.Bu ülkelerin siyasi,askeri yetkilileriyle kaddafi”nin onuruna verilen o şatafatlı kırmızı halılı törenler,verdiği barış nişanları,çadır şovları Libya halkı hanesine yeni zulüm olarak tescil ediliyor şimdi.Peki buna ne diyeceksiniz!
İşte Kaddafi,işte empeyalizm iki yüzlülüğü.
hasipyigitoglu@hotmail.com
20 Ekim 2011 Perşembe
ÖLÜMÜN KISIR DÖNGÜSÜNDE SUÇLU KİM?
Mihrac Ural - 20 Ekim 2011
19 Ekim 2011 sabahı haber ajansları Çukurca'daki çatışmalarda ölenlerle ilgili haber geçmeye başladı. Birkez daha anaların göz yaşları, gerginlik, ırkçılık, milliyetçilik tek bayrakçılık dahil korku ve tedirginlik bir bataklık gibi ortak ülkemizi boydan boya sarıp sarmaladı. 24 askerin ölmüştü, bir anda, nedenler düşünülmeden, tepkiler doğup boyutlandı.Bu tepkilerin ardından sürüklenin aklı selim inrsanlar bile oldu. Makalemi yazmaya başladığımda siyasal duruşumu bilen kimi çevreler "sonra yaz, yara soğusun da" demeye başladı. Bu anlaşılır bir durumdur. Ama sokaklara dökülen bu duygularla hiç bir ulusun, ülkenin, halkların stratejik yönelimleri, çıkarları belirlenemezdi. Ölenlere saygıda hiç bir kusur etmeksizin, anaların acısını içimde taşıyarak bu kirli savaşın sorumlularının suratını şamar indirmemizin en uygun anı bu andır diye düşünüyorum.
Heyecanlarımızla değil, gerçekçi verilerle, sorunu kaynaklarına kadar inip, derli toplu düşünerek siyasal tutum belirlemeliyiz. Bin kez dile getirmiş olsak da bir kez daha dile getirmekten çekinmemeliyiz. Bunu yapmadan, ortak ülkemizde birlikte yaşama şansımızın olmayacağını bilmemiz gerek. Duygusal tepkilerin bu açıdan yapabileceği hiç bir şey yoktur. 30 yıldır çözülmeyen bir sorunun bir anda sonuçlanması mümkün değildir. Özellikle de bu tepkilerin yönü yanlış yere çevriliyse.
Öncelikle sorunun insanı boyutundan başlayalım, öldürmenin her türüne karşı olmak bir insani duruştur. Bu turuştur ki savaşların hertürüne karşı mücadele edilmeyi insanlık görevi olarak benimseriz. Tarihin tüm savaşlarında elbette haklı ve haksız taraflar vardır. Ancak savaşın belli bir aşamasından itibaren artık bunu aramanın hiç bir yararı yoktur. Savaş başlamadan bitirilmelidir en kestirme ve en doğru yol budur. Bu başarılmamışsa, savaşın sürmesi mutlaka durdurulmalıdır. Hangi an durursa dursun ama mutlaka durdurulmalıdır. Bu talep en insani olan en duygusal taleptir. Buna akıllı çözümleri eklemek gerek. Gerçekçi çözümler de buradan gelmeli, duygulardan değil. Bu nedenle duygu enerjilerimizi, doğru yönlendirmemiz gereke. Ölümler son bulsun diyorsak ve bunda karşıtlarımız ölsün biz yaşayalım demek istemiyorsak, ölümlerin kaynağını bilmemiz gerek ve onları kuratmamız gerek.
SORUMLU KİMDİR?
Uzatmadan belirteyim.
Bu ölümlerin hukuki ve vicdani tek sorumlusu iktidardır. Kimse devletle, aklına estiği için mücadele etmez. Devletle kararlı, planlı, örgütlü bir şekilde mücadele etme iradesinin tek kaynağı, gasp edilmiş haklardır. Bu, ister işgalci ülkeye karşı mücadele olarak belirsin (Filistin davasında olduğu gibi), ister özgürlük ve demokratik haklar için olsun (ülkemizde Kürt sorunu gibi) toplumsal nedelere dayanır. Bu da haklı talepleri sahibine verme kudretinin ve kararının devletin , iktidarların elinde olması nedeniyle bu güçlere karşı mücadelenin esas alınmasını getirir. Diğer tüm ayrıntılar bu ana odak etrafında şekillenir ve boyutlanır.
Bir ülkede kirli bir savaş varsa, bir ülkede gençler ölüyorsa ve bunun nedeni hakların alınıp verilimesiyle ilgili bir siyasal boyut taşıyorsa, suçlu talepleri ret eden, diyaloglara kapalı olan ve bu nedenle artan ölümlerin tek nedeni olan iktidarlardır demek yanlış olmayacaktır.
Kimse bizleri, bu yoğun duygusallık ortamında tek suçlunun devlet, iktidar olduğu gerçeğinden uzaklaştırmasın. Yeryüzünde sırf insan katletmek için kimse ne dağlara çıkar ne de silaha sarılır. Yeryüzünde dış güçlerin üretip sürdürdükleri hiç bir davanın arkasında Kürt halkının hak davası arkasında durduğu gibi durmaz. Böyle bir şey yoktur ve bunu kim diyorsa, kendi suçunu örtemek için diyordur.
30 yıldır süren bir savaş, bu savaşın her bir kesitinde, barışı, özgürlük ve demokrasiyi gerçekleştirmek mümkündü. Bunu engelleyen bu hakları verme yükümlülüğünde olanların ortaya koydukları tutumdur. İktidarlar, ortak ülkemizde ortak yaşamın gereği olarak halkın taleplerini yerine getirmek için görevlendirilmiştir. Yani vekildirler. Vekaletini aldığı halkın taleplerini yerine getirmeyip, baskı ve zulümle sorun çözmeye girişmek, aldığı vekaletin sınırlarını çiğnemesi demektir. Ülkemizde süren kirli savaşın da ölümün de nedeni budur. Suçluyu, kimse başka yerde aramasın. Suçlu, gözümüzün içine bakan iktidardır. İrademizi, her defasında verdiğimiz oylarla temsi edeceğini sandığımız siyasi erktir. Bu erkin akıl zeminini oluşturan, devletin tarihini doldurmuş anayasa, yasa, kurum ve kuruluşlarından oluşan statüleridir. Suçlu bu ilkellikten kendini sıyıramayan, geçmişiyle cesurca yüzleşmeyen, bunu aşymak için halktan aldığı destekle ciddi reformlara gitme cüreti göstermeyen iktidarlardır. Suçlu, savaş kararını verip, sürmesinde bir beis görmeyen karar güçleridir.
SORUNUN ADI
Sorunun adını bir kez daha doğru telafüz edelim. Bundan da hiç çekinmeyelim. 200 yıllık bu sorun, Kürt sorunudur, ama yanı zamanda özgürlük ve demokrasi sorunudur.
Deniz Gezmişlerin, Mahir Çayanların da uğruna mücadele ettikleri ve haksızca katledildikleri talepler aynıyla bugün de gündemdedir. Üç kuşak bu uğurda mücade eden halkımız, ceberrut devletin ilkel akıl yöntemleriyle oluşmuş yasa, kurum ve statülerini aşamamaktadır. Devlet elindeki silahlı güçle halkın bu talebine karşı güvenlik önlemlerini dayatarak set çekmektedir; işkenceler, zindanlar, sürgünler ve ölümlerle karşı çıkanı yok etmektedir. Son 30 yılın bilançosunda 65 bin ölü, 17 bin faili meçhul, 100 bini aşkın yaralı, 4 milyon kişinin yerinden yurdundan göçe zorlanması, 500 mliyar dolar bilançosuyla ağırlığı hiç bir ülke ve hiç bir halk tarafından çekilmeyecek kirli bir savaş olarak dayatılmıştır.
Devletin, siyasi iradenin, hükümetin, iktidar ya da derin devletin yaklaşımı bu kirli savaşın sürmesinden yana inatla sürmektedir. Bu tutum, ülkemizde çözümsüz tüm sorunların önünde duran en büyük engeldir. Ölümler, bu inadı ürünüdür. Gençlerimizi katleden akıl, başka yerde değil, işte tam bu noktada bulunmaktadır.
Özgürlük ve demokrasiyi isteyen güçler barış elini onlarca kez uzatıp durdular. Barışa uzanan ellere karşı verilen cevap, askeri aparatların ölüm kusan namlularından çıkan kurşunlar, bombalar, savaş uçakları ve sınır ötesi operasyon oldu. 9 yıllık iktidarı dönemi boyunca, "demokratik açılım" aldatmaları ve yalanlarla halkı oyalayan bu günün iktidarı bu kesitteki tüm ölümlerin de sorumlusu olarak karşımızda durmaktadır. Sokakların ilkel duygu reflekslerini kallanarak, iflasına, yetmezliğine örtü oluşturup yine silahlara sarılarak 30 yıldır başarılmayan yol ve yönetmlerle Kürt sorununu çözeceğini sanan bu iktidarın tehditleri, gerçekte geride kalan gençlerimizi de katledeceğini müjdelemekten başka bir anlama gelmemektedir.
Bu iktidarların en komik halleri, gençlerimizin kanı kurumadan, ülkemizin en önemli iç sorununu, "kökü dışarda, şunun bunun maşası" olarak ilan etme politikasıdır. Bu aptalca söylemler, milyonları arkasına halmış haklı bir halk davasını yok saymaktır. Halkın özgrlük ve demokrasi talebini hafife alma çabasıdır. Bu ucuz politikalar bizi buraya getirmiştir. Hala, inatla da sürdürülmek istenmektedir.
Herkes kendine gelsin, 30 yıldır, haklı talepler uğruna, halkının öz veriyle sunulan desteğini arkasına alarak mücadele eden, 100 belediye, 35 milletvekili, milyonlarca oy ve ülke sathına yayılmış sivil toplum etkinlikleriyle gerçek bir halk gücüyle yüz yüze olduğumuzu bilmeliyiz. Bu gücü, kökü dışarda diye suçlamak ahlaki açıdan bir iflastır, cehalettir, abesle iştigaldir.
Yöntem ve girişimleriyle iflas etmiş her iktidar, çarpamkatn kurtulamadığı bu sert kaya karşısında çökmek zorunda kalmıştır. Bu iflasların ortamında AKP iktidarı, geçlerimizi yiyen bir canavar haline gilmiştir. Beceriksizliklerini başkalarının sırtına yıkmak isteyen, hezimetlerini halkın dikkatlerini başka tarafa çekerek örtmek isteyen bu iktidarın, boyunnda ülkemizin daha nice veballeri bulunmaktadır. Bu iktidar, ülke kaynaklarının paylaşılmasındaki adeletsizliklerden işsizliğe, mezhep ayrımcılığından, komşularla savaşa yönelmeye, sivil diktatörlük hezeyanlarıyla ülkemizi yaşanmaz bir cendereye sokmaya kadar veballeri boynunda taşımaktadır.
Ülkemizdeki tüm sorunların hukuki ve vicdani tek sorumslusu devlettir. Bunu kavramak çözümün yarısıdır. İktidarı mezara kadar birlikte götüreceğini sananların, her tarihi kesitte içine düştükleri yanılgı bu hukuki ve vicdani sorumluluktan kaçabilecekleri sanısıdır. Bu nedenle siyasi irade, bir çözüm iradesi olacağına, iktidar olanaklarını paylaşma iradesi haline gelmektedir.
Ülkemizin başına örülen felaketin kaynağı da bu türden siyasi iradeler, daha doğru bir değişle iradesizlik neden olmaktadır. Böyle olunca, başkasını suçlayarak, bu sorumluluktan kaçmaya çalışan iktidar, özrü kabahatinden büyük hatalar içine yuvarlanmaktan çekinmemektedir. Cumhur Başkanından, Başbakanına, tüm hükümet kabinesi üyelerine kadar akıl zoru tahditlerin yapılması bunu gösteriyor. Bu ülkenin iktidarında aklı selim kimsenin kalmadığına en açık gösterge de budur. Oysa 24 askerin öldüğü bir ülkede, bırakın intikam almaktan söz etmeyi, devletin tüm işleyiş mekazinmalarının gözden geçirilmesi gündeme gelmelidir. Bu koşullarda, dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde iktidarlar bir gün bile ayakta kalamaz, istifa kaçınılmaz olur. Ancak halkının ve gençlerinin canını, köhnemiş ilkel milliyetçi statürleri koruma adına harcamaktan çakinmeyen pervasız yönetimler, sorunlar karşısında aynı inatla , kirli savaş politikalarıyla devam ederler. AKP'nin düştüğü durum da tas tamam budur.
HEDEFİ DOĞRU TESPİT ETMEK
Kimse, Gençlerimizin öldüğü bu ortamda, içine girilen duygu selinde, milliyetçilik, bayrakçılık, ırkçılık teraneleri arkasına saklanıp yeni katliamlara geçit vermesin. Böylesi demagojileri iflas etmiş iktidarlar körüklese de, bu akıntıya karşı ne pahasına oliursa olsun durulması gerek. Yanlış siyasetlere, haksız yaptırımlara karşı durmaksınız, ölüm çıkmazından çıkılamaz. AKP iktidarı duygu sömürüsü yaparak kendi iflasını gizlemeye çalışırken, ona kan vermemek gerek. Ülkemizin bu acı gününde meydanlara inmemizi gerektirecek bir şey varsa, özgürlük ve demokrasinin bir an önce hak sahiplerine teslim edilmesi için olmalıdır. Demokratik Anayasa, yasa, kurum ve kuruluşla güvenceye alınacak haklar için olmalıdır.
Gençlerimizin ölümünü engelleyecek, anaların göz yaşlarını dindirecek tek yol budur.
Bunun için barışı çağırıp, savaşı lanetleyelim.
Demokrasiye sırtını çevirim, savaşı tırmandırmak isteyenlere dur diyelim.
Unutmayalım ki, sorunun ana kaynağı siyasi iktidarı hedef almayan her girişim, ateşe körükle gitmek dekmektir, savaşı tarmandırmak demektir. Cehennem yollarının iyi niyetlerle döşeli olması bu anlama gelir; Irkçı tepkilerle bayrak açıp intikam çığlıkları arasında yürüyenin karşısına, haklı olarak kendi bayrağıyla savunmaya geçecek bir halk bulacaktır, intikam için silahla yürüyeceklere karşı, kendini savunma durumunda olanların gücunu bulacaktır. Bu yolların tümü denenip tüketilmiştir. Artık denenmeyen tek yol barışı denemekten başka şansızım yoktur. Ortak ülkemizin tüm evlatlarını, siyasal temsilcilerini bir masa etrafında diyaloga çağırmak, ülkemizin temel ihtiyacı olmuştur.
Kan ağlayan sadece askerin değil ölen hir insanın anasıdır. Türk, Kürt, Arap anadır, kardeştir, babadır kadındır. Ölen genci için ağlamayan kimse yoktur. Bunların tümü yürektir, gözyaşının ne etnik ne inancı vardır o insani bir durumun sonucudur. Bunu artık anlamak gerek.
Ölüm sayılarının karşılaştırılması abestir, ama bilmek gerek; bu ülkede son 30 yıldır 50 bini aşkın Kürt gencini katledildi, 15 bin küsür da devletin farklı güvelik güçlerinde görevli insan öldü. Bu her iki grup sayı içinde, iligli ilgisiz sivillerin de yer aldığını bilinmektedir. Sonuçta ölüm ortak paydasında tüm analar ağladı. Bu gün de ağlamaya devam ediyor. Bu gidiş aynı akılla durdurulabilecek bir gidiş olmadığı da çok açıktır. 30 yıldır denenen tüm yollar, aynı kapıya çıktı; ölüm varılan tek yerdi.
ÇÖZÜMÜN İLK ADIMI
Bu gidişi anında durdurmanın yollarını bulmak gerek. Bunun için ilk adımda şunu söylemek yanlış değildir; namlular artık kurşun sıkmasın, ölüm kusmasın olacaktır.
Devletin de gerillanın da aynı anda silahları susması gereklidir. Önce kim demeden silahların susması gereklidir.
Bunun için ilk adımı devletin atması gerektiğine inanıyorum. Çünkü devletin işi korumaktır intikam almak değil. Devletin intikam alma gibi bir refleks göstermesi, bunu meydan okuma havasıyla yapması esasında zayıflığının göstergesidir; zira bu meydan okumalar, 30 yıldır tekrar edilmesine rağmen hiç birinden sonuç alınmadığı görülümüştür. Bu sokak tavırları devleti bir kez daha hezimete uğratan söylemlerdir. İntikam söylemleriyle yürüyen bir devlet, faşizanlığın en çirkiniyle iştigal eden devlettir. Devletin işi katletmek olamaz; planlar yaparak intikam alma süreçlerinin sonu olmadığını 30 yıl içinde anlamamış bir devleti ayakta tutabilecek bir güç olamaz. Bunun anlaşılması gerek. Böylesi bir devlet, hükümranlığı altındaki halkları yönetme durumunda olamaz.
Bu nedenle bir an önce, hiç bir önyargının esiri olmadan, bir masa etrafında, diyalogarın başlaması gereklidir. Hiç vakit kaybetmeden, halkların stratejik çıkarlarını sokakların duygusallığına yem yapmadan iki tarafın görüşmelere başlaması gerekmektedir. Tarihte benzer sorunların tek çözümü sonuçta böylesi bir masa etrafında barış anlaşması olmuştur. Daha çok kan kaybetmenin anlamı yoktur.
SONUÇ
Katledilen gençlerin tümü bizim gençlerimizidir. Ölümü engelleyemeyen siyasi iradenin yapacağı tek şey iktidarı devretmektir. Bu kirli savaş, bir dış savaş değidir iç savaştır ve tüm yönleriyle sorumluluk iktadırın omuzlarındadır. 9 yıldır bu savaşa son vermeyen bir iktidarın aldığı hiç bir oy oranı, vatandaşın canından daha önemli değidir. Özgürlük ve demokrasi konusunda başkasına nasihatlar vermeye çalışanların içine düştükleri bu iflas, kendi halklarına karşı despotluklarının bir ifadesi olduğu kadar siyasette iflaslarınının bir göstergesidir. Bırakıp gitmekten başka şansları yoktur. Bu siyasetin iflaslar zincirine, tüm komşularımızla yeniden tırmanan düşmanlığı da eklemek yanlış olmayacaktır.
Ülkemizin ihtiyacı, devletin dayattığı savaşı tırmandırmak değil. Bayrağı bir yerlere dikmek hiç değildir. Bu ülkenin ihtiyacı, barış içinde bir arada yaşamanın gereği olan daha çok demokrasi ve özgürlüktür. Bunun kararın verme gücüne sahip olan devlettir, iktidardır. Devletin bu hakları vermesinin önünde de kimse engel değildir. Çoğunluk ellerinde, organlar ve yürütme ellerinde bu oyalanma nedendir. Tek boyutlu milliyetçi algılarla, 30 yıldır süren güvenlik önlemleriyle bir yere gidilemiyorsa yöntem değiştirmek gereklidir. Bunun yapamayan iktidar ya yıkılır ya da el değiştirir. Bu ülkenin aklı selim yöneticileri ve siyasal güçleri hiç de az değildir. Kimse kimseye sonuza dek biat etmiş değildir. Bu yetkiyi doğru kullanamayan terk eder, yenisine devrederek çekilir.
Bu yüzden kimse duygusal tepkilerle ırkçılık, milliyetçilik, bayrakçılık, etnik, inançsal düşmanlık yapmaya yeltenmesin. Bu duygusal refleksler, halkımızın başına musallat olan gerici AKP iktidarının basiretsiz, yeteneksiz iktidarının ömrünü uzatmaktan başka bir şey getirmez.
Gençlerimizin ölümüne son vermek için artık barışı denememiz gerek. Denenmeyen tek yol budur. Bu yol en maliyetsiz ve an kısa yoldur. Bunun için meydanları doldurup haykıralım, ülkemizi özgürlük ve demokrasiye kavşturalım.
KADDAFİ
KADDAFİ'Yİ KETLETTİLER
ÜLKESİNİ İŞGAL ETTİLER, HALKINI BİRBİRİNE
KIRDIRDILAR, ÜLKESİNİN SERVETLERİNİ TALAN ETTİLER
ve
KENDİSİNİ KATLETTİLER.
Mikdat Abuzer
20 Ekim 2011
Lanet olsun sizin işgalinize, lanet olsun sizin insanlık erdem ve onur anlayışınıza, lanet olsun insanlık dışı maskelerinize, "insan hakları" "özgürlük ve demokrasi", "sivillerin korunması" teraneleriyle yaptığınız ahlaksızlıklara, ülkeleri savaş araçlarınızla kanlı arenaya çeviren saldırganlığınıza bir kez daha, bin kez daha lanet ediyorum.
Kaddafi hatalarıyla sevaplarıyla bir kez öldü. Ama siz tarihler boyunca tüm kuşakların lanetiyle binlerce kez ölmeye devam edeceksiniz. Heber basın ajanslarına 20 Ekim 2011 Perşembe saat:15:30'da düşmeye başladı.
Kaddafi, uzun süren hakimiyetinin iç bükey bir çürüme içine düşmesi sonucu devrimci ilkelerle yola çıktığı mücadelesinde baskıcı bir yönetime düştü. Halkının çektiği sıkıntalar arttı ve tepkiler sokaklara döküldü. Ciddi reformlarla aşılabilecek bu sorunlara sadece güvenlik önlemlerine dayanarak çözüm aradı. Halkın haklı tepkileri vardı ve komplu bunun üzerine her an oturma tehlikesi vardı. Nitekim öyle de oldu. Halkın haklı taleplerini gerekçe olarak ele alan eli kanlı silahlı güçler dış destekle sorufnları iç savaşa çevirdi. Vatan hainleri de ülke içi sorunu NATO güçlerinin askeri müdahelesine havale etti. İstenen buydu, Libyanın petol, gaz, tatlı su kaynaklarının ele geçirilmesi için vakit kaybetmeyen emperyalist güçler "sivilleri koruma" adına, hava sahasının uçuşa kapatılması yönündeki BM kararını askeri müdahale olarak yorumlayıp, bombardımana başlandı. Ülkede taş üzerine taş bırakılmadı. Savaş sonrasının inşaa faliyetlerinin karları hesaba katılarak ülke yerle bir edildi; 65 bin Libyalıyı katlettiler. Bu rakam, zalim diye suçlanan Kaddafi 40 yıllık iktidarında olan can kayıplarının onlarca katıydı.
Kaddafi Libya'nın evladıydı ve sorunu Libyalılarlaydı.İç sorunu dışa kim havale ettiyse o vatan hainidir. Zaten vatan hainlerinin eliyle ülkeler gaszp edilir: Libya'da olan da budur. Ülkemizin iki yüzlü iktidarı bu suçun ortağıdır. Libya'nın servetlerinden pay alacağı sanısıyla, dost ve kardeş dediği Kaddafi yönetimini arkadan hançerleyerek ortaya koyduğu ahlaksız dış politika, bu gün bölgemizde komşularımıza karşı sürdürülen çirkin politikalarla devam etmektedir. Bu politikaların gerçekte iç politikanın bir devamı olduğunu belirlemiliyiz. Bu bir iflas politikasıdır,ülkemizdeki son gelişmeler, kanlı bir iç savaşa doğru yönelen kirli savaş anti demokratik uygulamalar aynı zamanda iktidarın çaresizliğini,. aczini, ifalsını gösteriyor. Evi camdan olan başkasını taşlayınca, komşunun lanet nası da gelip boynunu vurduğunu görüyoruz.
Kaddafi katledildi. İnsanlık bu dramı unutmayacaktır. Batı uygarlığı, insanlığa getirdikleriyle yükseliş çağından uzaklaştıkça, ölüm denklemlerini örerek insanlığa karşı suç işlemeye devam etmektedir. Libya halkı olumlu ve olumsuz yanlarıyla bir evladını kaybetti. Libya halkını, katilleri ve bunları destekleyen güçleri asla unutmayacaktır. Kaddafi ülkesinden çıkmadı, söylediği gibi, işgalci güçlere ve tetikçilerine karşı direnerek ölmeyi tercih etti. Bu bile, onun Libya sevgisi için yeterli bir veridir. Dış güçlerle vatanına ihanet edenler, bu utançtan asla kurtulamayacaktır.
Bu cinayet, hangi ad altında olursa olsan insanlık suçu olarak tarihe geçecektir. Bağımsız bir ülkeyi iç savaş yaratarak servetlerini gasp etmek için ortaya konan bu pervasızlık tüm zayf ülkelerin yüz yüze kalacağı bir tehlikedir. Bu tehlikenin böylece sürüp gitmesine insanlık er ya da geç cevap verecektir.
17 Ekim 2011 Pazartesi
"DENİZ GEZMİŞ'İN GÜNLÜĞÜ" TARTIŞMALARI
Mihrac Ural
18 Ekim 2011
Bu tartışmalar, solun ve özel olarak kendini aydın tanımlayanların ne hale düştüğünün bir ifadesidir. Bir anda kendimi 1974-80 döneminde buldum. O kesitin tartışmalarının da çok gerisinde bir tartışma alıp başını gidiyor gibi. Dostum Av.Ali Yıldırım aynı zamanda kılı kırk yararak belge toplayan araştırmacı yazadır. FKF/DEV-GENÇ TARİHİ (3.Baskı), ATEŞTE SEMAHA DURMAK (6. Baskı), OSMANLI ENGİZASYONU (5. Baskı) vd kitaplarıyla ülkemiz düşün ortamına bir araştırmacı yaszar, aydın olarak katkı sunan bir şahsiyettir. Bu yanıyla beğenirsiz ya da beğenmezsiniz o kendi eekleriyle ayakları yere sağlam basan bir aydındır.
Bir yıldan fazla zamandır Deniz Gezmişle ilgili araştırmalar yaptığını benimle paylaştı. Kitabın taslaklarını benimle paylaşıp görüş alış verişi yapmak istediğini iletti. Çalışma üzerine yazışmalarımız oldu. "Denizler orjinalitemizidir, bize aıt olan, bitdan olandır" diyerek, görüşlerimi özetlidim durdum. Bize ait olan bu değerin farklı bakış açılarıyla birkez daha, bin kez daha ele alınması gerektiğini ifade ettim. Bunun halklarımız adına, özgürlük ve demokrasi adına, direnmenin hak kazanımındaki rolü adına yapılması geretiğini ifade ettim.
Değerli dostum Ali Yıldırım çalışmasını bitirdi ve yayınladı. Belgesel bir roman olarak ele alınacak bu çalışma "DENİZ GEZMİŞ'İN GÜNLÜĞÜ" başlığıyla yayınlandı. Yazar'ın adı da Deniz Gezmiş değil "Ali Yıldırım" olarak yazıldı. Ancak, kimi çevrelerden tepki gördü. Üstelik bu tepki, Deniz Gezmiş'i sahiplenmek isteyen ama onan adına hiç bir çalışması olmayanlar tarafından, sansurcü bir yöntemle, ilkel akılla ve aralarında deni Gezmişin idama kadar gidişine neden olan dirinme çizgisine en aykırı tiplerle organize edilmeye çalışıldı. Protestocuların arasında arkadaşlarını polise teslim etmiş itirafçılar ve direnmede hayaı boyunca yan çizmiş tipler bulunmaktadır. Bu protestonun en komik yanı ise, yazar Ali Yıldırım'ı "para kazanmak için Deniz Gezmiş adını kullanmak"la suçlamasıdır.
Böylesi karalamacı aptal akıllara ne cevap verilir insan şaşyırıyor; bu protestocuların en hamasisi görünmek isteyen itirafçı Engin Erkiner'in, bana yönelik karalamalarında "para, para .para" diye durması, Avrupa'da bir etkinliğin topladığı paraları Küba ziyaretinde yemesi, ortağı MİT ajanıyla yaptıkları tokatçılıkla Gaziantepli Ali Yıldırım adına şirketler kurup kalpazanlık yapmalarından da anlıyorum ki, bu cahil soytarının, taktığı at gözlükleriyle herkesi "para" için karalaması bir kültür haline gelmiştir. Bu soytarıyı yeterince teşhir edip çöplüğe atttık. Üzerine fazla söz söylemeye değmez.
Bu tartışmanın, belli bir kesitini sizlerle paylaşacağım. Bu kesit Ali Yıldırım7ın bana gönderdiği bir iletiyle başlayıp öylece devam eder. Dostam Ali yıldırım, Mehmet Yavuz ve benim yazışmalarımızı alta aktaracağım. Konuyu bu yazışmalardan takip etmek sanırım daha kolay olacaktır.
Birlikte okuyalım.
Ali Yıldırım'dan, Mihrac Ural'a ilk ileti
16 Ekim 2011 12:23
Hocam,
İçerisinde Engin Erkiner'in de bulunduğu bir gurup yazdığım kitap nedeniyle hakaretlerle dolu bir açıklama yaptılar. Cumartesi radikal haber yaptı.
Aşağıda benim bugün yaptığım basın açıklaması ve dünkü haber var
selamlar
YAZAR ALİ YILDIRIM’IN
“DENİZ GEZMİŞ’İN GÜNLÜĞÜ”
KİTABI HAKKINDA BASIN AÇIKLAMASI
Ankara, 16 Ekim 2011
.sansür girişimini şiddetle red ediyorum!
.kitabım Denizlerin ve ideallerinin manifestosudur!
Tarafımdan kaleme alınan Deniz Gezmiş’in Günlüğü kitabıyla ilgili olarak kendisini “68’li”, “Deniz Gezmiş’in arkadaşları” olarak adlandıran bazı kişiler kamuoyuna şahsıma yönelik hakaretler içeren bir açıklama yapmışlardır. Şurası bilinmelidir ki bu yaptıkları işin adı yeni tip DGM yargıçlığıdır. Bu tavırlarının yıllardır düşünce özgürlüğü konusunda ülkemizde terör estiren siyasal iktidarların yaptıklarından en küçük bir farkı yoktur. Sol tarihimizde kendi yazarlarımıza yönelik bu türden kampanyalar elbette yaşanmıştır. Acaba Aziz Nesin’e yönelik kampanya yürütenlerin bugün hangisi hatırlanmaktadır?
Deniz Gezmiş’in anısına yapılan asıl saygısızlık onunla ilgili olarak belgelere dayalı olarak yazılmış, sağlam bir içeriğe sahip, Deniz’e ve yoluna sahip çıkan bir çalışmaya sansür uygulanmaya kalkışılmasıdır.
Kitapta Denizlerin ve mücadelelerinin anısını gölgeleyecek tek bir cümlenin ortaya konulması durumunda kamuoyu önünde binlerce kez özür dilemeye hazırım. Ama şundan eminim ki asıl özür dileyecek olanlar açıklama sahibi sansürcüler olacaktır!
Kitap her bir satırı bilgi ve belgelere dayalı olarak tarihsel bir akış içerisinde gün gün yazılmıştır. Kitabın kapağında yazar olarak adım ve resmim bulunmaktadır. Eğer kitap bir başkası tarafından yazılmış olsa idi üzerinde yazar olarak imzam yer alır mıydı?
Bu kitap Deniz Gezmiş’in yaşamının son 18 ayının günlük dökümüdür. Yaşamının bu kesitinin gün gün tespit edilmeye çalışılmasıdır. Kitap bu anlamıyla Deniz Gezmiş’in günlüğüdür. Fakat elbette Deniz Gezmiş tarafından yazılan bir günlük değildir. Kitabın adından kapağından sunuşuna kadar belgesel bir kurgu olduğu açıktır. Bu kitabın bir kurgu olduğunu yazmayı insan aklına hakaret olarak görmüştüm. Yazar olarak benim bu günlüğü Deniz Gezmiş’in yazmış olduğu yönünde en küçük bir imam, bir tek cümlem söz konusu değildir. Kitapta “bu günlük Deniz Gezmiş’e aittir, onun kaleminden çıkmıştır” türünden bir iddia bulunmamaktadır. Kitabın daha ilk satırını okuyan bir kimsenin bu satırların Deniz dışında bir başkası tarafından yani yazar tarafından yazılmış olduğunu fark etmemesi imkansızdır.
Kitabın adı ise yazarın yaratma özgürlüğü kapsamındadır. Adı içeriğine uygundur. Elbette kitabına ad koyma hak ve yetkisi yazarına aittir. Deniz Gezmiş’in Günlüğü kitabımı hiç görmeden, tek bir satırını dahi okumadan hakkımdaki açıklamaya imza atan kimseler ise bu tutumları ile yazar lanetleme ayinine katılmaktadırlar. Kendilerinin, okumadıkları kitap hakkında toplatma kararı veren DGM savcılarından hiçbir farkları bulunmamaktadır. Çok yazık, çok zavallıca…
Açıklamacıların kitabın içeriğine dair en küçük bir itirazları bulunmamaktadır. Buna rağmen yazarı “Deniz Gezmiş istismarı yapmakla, para kazanmak için yazmakla” suçlayabilmektedirler. Bu yaklaşım tam anlamıyla bir vicdansızlıktır. Hayatta paradan başka değerler olduğunu unutmuş kimselerin yaklaşımıdır. Yazdığım kitaplar kitapçılardadır. Kalemimi hangi amaçla kullandığım ortadadır: FKF/DEV-GENÇ TARİHİ(3.Baskı), ATEŞTE SEMAHA DURMAK(6.Baskı), OSMANLI ENGİZİSYONU (5.baskı) vd.
Deniz ve ideallerine kimin ne ölçüde sahip çıktığı hakkında kim karar verecektir? Kimin ne kadar devrimci ve sosyalist olduğunu kim değerlendirecektir? Kimin ne yazacağını, nasıl yazacağını kim belirleyecektir? Elbette açıklama sahipleri değil… Kitabım Denizlerin ve ideallerinin manifestosudur!
ALİ YILDIRIM
Mihrac Ural'dan Ali Yıldırım'a ileti
17 Ekim 2011 02:46
Değerli Ali Yıldırım,
Öncelikle Deniz Gezmiş gibi bu toprakların evladı olan, bizden olan, bizi dile getiren bir devrimci şahsiyeti konu alan çalışmalarınızı sonuçlandırarak "DENİZ GEZMİŞ'İN GÜNLÜĞÜ" başlıklı kitapta toplayıp yayınlamış olmanızdan dolayı sizi tebrik ediyorum.
Çalışmanızdan bir yılı aşkın süredir heberdarım ve sabırsızlıkla sonuçlanmasını bekliyordum. Deniz Gezmiş'e olan saygınızı, bağlılığınızı, sevginizi ve amaçlarına olan yaklaşımlarınızı yakından biliyorum. Bu çalışma, belgesel dayanakları yanı sıra bir edebi çalışma olması itibariyle de Deniz'i, Ali Yıldırım gözüyle görme şansına, farklılığının zenginliğine vakıf olma fırsatı vereceğine inanıyorum.
Deniz Gezmiş'i sizden öncekiler de anlattı, sizden sonrakiler da anlatacak. Bu tüm tarihi şahsiyetler için geçerli bir yazım sürecidir; sorumlu bir duruş,saygı, sevgi ve mesaj taşıma kararlılığıdır. Elbetteki her anlatım yazarın eseri olacaktır. Zaten, aynı şahsiyetin binlerce kez anlatılmasına rağmen, onu okunur kılan da budur; farklılığın zenginliğidir.
En bilimsel, en doğrudan anlatım, en kanıtlı, en belgeli yazım bile hiç bir zaman tıpa tıp gerçeğin kendisi değildir, olamaz da. Hukukun ayrıntılara önem vermesinin nedeni de budur. Farklı açılardan anlatımın gerçeğe daha çok yaklaşma ve gerçeği daha isabetli ifade etme çabasıdır. Bunu anlamak için, ayrıca özel bir cümle kurmak okura saygısızlıktır. Kitap "Ali Yıldırım" imzası taşıyorsa, bunu anlamak için ayrıca "bu kitabı Deniz Gezmiş yazmamıştır" demek, okurla alay etmektir ya da bu talebi yapan aptaldır.
Kaldı ki, Deniz'i anlatmak hangi kitap başlığı altında olursa olsun, her dönhemde ihtiyaç duyacağımız onurlu bir çabadır. Özellikle de bu dönemde, gerciliğin ülkemiz insani değerlerini eriten, siyasal ilkelleşmeyi dayatarak sivil diktatörlük hezeyanlarına sürükleyen, komşularımızla kanlı süreçlere kapı aralayan ve bölgede emperyalist işbirlikçisi olarak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eş Başkanlığı adına tarihi kinler ekip, maceralara sürükleyen bir iktidar koşulunda büyük önem taşımaktadır. Deniz'i, bize bir kez daha anlatmak isteyen bu çabanıza yönelik sansürcü akıl, ayıplanmakla kalınmayacak bir akıldır. Bu duruşun mantığının gerici iktadarların sansürcü mantığının da ötesinde anlamı bulunuyor. Bu akıl, Deniz'i anlatmadaki yetmezlikleri, kısırlıkları ifade ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kişi istediği kadar aydın olsun, istediği kadar kütüphaneler yutmuş olsun, böylesi bir esere karşı bu tepkiyi göstermesi, kendisinin böylesi bir görevde, sınıfta kaldığına bir işarettir. Kitabın adı üzerinden kar sağlanacağı iddiası ise okuru aptal yerine koymaktır. Kendi kitaplarında oynadıkları oyunları ele vermek demektir; bu, Kıpti'nin şecaatini arzederken sirkatini söylemesidir...
Bu yapılan, yargısız infazdır, çekememezliktir, darlıktır. Ali Yıldırım'ı tanımadan yazım etkinliklerini bilmeden, inanç algıları yanı sıra siyasal ilkelerinin nelere tenezzül etmeyecek kadar sağlam onursal dayanaklara sahip olduğunu bilmemektir. Bu nedenlerle, saygı duyduğum değerli aydınlarında içinde yer aldığı listenin sansürcü aklını ayıplıyorum. Bu anlamsız tepkileri, devrimci hareketin halk karşısında düştüğü ötekileşmiş hallerinin refleksi olarak görüyor ve kınıyorum.
Ancak bu liste daha da vahimi isimleri de barındırması dikkat çekicidir. bu sansürcüler listesinde tandığım polis işbirlikçisi bir itirafçının olması beni hayrete düşürmüştür. Bu itirafçı 19 Ağustos 1977'de İstanbul emniyetinde tüm arkadaşlarını polise teslim etmekle yetinmemiş, tanıdığı bildiği, bilmediği herkesi ele vermiştir. Adresleri, malzemeleri ve hayallerini bile anlatmış bir ahlaksızdır; polise verdiği 20 sayfalık itirafnamasinde, sırtlarına suç yıkacağı kişilerin ihtimali eşkallerini bile vermekten çekinmemiştir; Polisin, "olmayan eylemlerin yapılması düşünülürse kim tarafından yapılabilir?" sorusuna ise, bir dizi isim sayarak insanların, işkence, zindan, ölüm ve bu güne kadar sürgünlerde acı içinde kalmasına yol açmıştır. Polis itirafnamesinde “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) diyen bu itirafçının Denizlerin adının anıldığı bir "protestoda" yer alması, bu protestonun Denizlerin direnme mesajıyla ne kadar ilgisiz olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu akıl kırılması sansürcü tepki, ülkemiz demokrasi mücadelesinde özgürlüklere sıkılmış bir kurşun gibidir.
Oysa Denizlerin bizlere bıraktığı miras direnme mirasıdır, idam sehpasında bile direnen bu yiğitlerin kahramanlığıyla devrimci mücadele yoluna koyulan bizim kuşak, işkence ve zindanan bu mesajın yolunda yürüyerek ser verdi sır vermedi.
Bütün bunlara rağmen, cevabi yazınızda dile getirdiğiniz şu satırlar her şeyi açıklamaya yeter de artar diyorum;
"Bu kitap Deniz Gezmiş’in yaşamının son 18 ayının günlük dökümüdür. Yaşamının bu kesitinin gün gün tespit edilmeye çalışılmasıdır. Kitap bu anlamıyla Deniz Gezmiş’in günlüğüdür. Fakat elbette Deniz Gezmiş tarafından yazılan bir günlük değildir. Kitabın adından kapağından sunuşuna kadar belgesel bir kurgu olduğu açıktır. Bu kitabın bir kurgu olduğunu yazmayı insan aklına hakaret olarak görmüştüm. Yazar olarak benim bu günlüğü Deniz Gezmiş’in yazmış olduğu yönünde en küçük bir imam, bir tek cümlem söz konusu değildir. Kitapta “bu günlük Deniz Gezmiş’e aittir, onun kaleminden çıkmıştır” türünden bir iddia bulunmamaktadır. Kitabın daha ilk satırını okuyan bir kimsenin bu satırların Deniz dışında bir başkası tarafından yani yazar tarafından yazılmış olduğunu fark etmemesi imkansızdır."
Deniz Gezmiş, ne 68'lilere aittir ne de kimsenin özeline. O, her dönemde, uğruna idama kadar yürüdüğü siyasal, kültürel ilkelerinin kıta sahanlığında durabilen, ama edebiyatın sonsuz anlatım farklılıklarıyla zenginleşen bir mesajdır. Bu mesajın gücü, denizi bizlere bir kez daha ve yüzlerce kez daha kendi özgün anlatımıyla sunan yazar girişimine bağlıdır. Deniz Gezmiş'in günlüğü, Deniz Gezmiş'in aşkı, Deniz Gezmiş'in Deniz Gezmiş'i gibi anlamlı olabilecek yazınlarla, roman ve araştırmalarla onun mesajını gelecek kuşaklara taşımak, bize ait olan, bizden olan ve bizim için olan Deniz'i anlatmaktır.
Bunun ötesi, abesle iştigaldir....
Baki selamlarımla.
Mihrac Ural
17 Ekim 2011
_______________________________________________________________
Mihrac Ural 17 Ekim 2011 03:07
Kime: Ali YILDIRIM
Değerli Ali Yıldırım,
İlginç bir şey daha oldu. kadim dostum, yoldaşım Mehmet Yavuz, bu tartışmalar üzerine benden bağımsız ve hiç farkında olmadığım bir yazısını göndermiş. Üstelik bu yazıyı size gönderdiğim açıklamayı yazdıktan sonra okudum; aklın yolu birmiş, bir de siz okuyun...
Mehmet Yavuz'un yazısı:
Deniz Gezmiş Günlüğü
Mehmet Yavuz
16 Ekim 2011
Tarihe mal olmak için serden geçmek lazımdır.. Bu da kolayca göze alınacak bir hal değil..
Deniz olmak zordur..
Ama Deniz kalmak daha da zor.
Yüreklerimizde en canlı halleriyle yaşamaya devam eden Denizlerle dertleşmek, yozlaşan ilişkileri, kaybolan ülküleri, değerleri iletmek yanlış mı ?
Bence değil…
Ali Yıldırım da Deniz Gezmiş’le dertleşip ortaya bir günlük çıkarmış..
Beğenip beğenmemek kişisel bir tercihtir, saygı duyarım.. Ama buradan yola çıkarakDeniz Gezmiş’in yoldaşıymış edasıyla hava atmaya çalışanların sahte yüzlerini de teşhir etmekte fayda var…
Bunu yapmak geçmişe olan bağlılığın gereğidir..
Diyorlar ki; bu kitap Denizlerin anısına saygısızlıkmış..
Peki sen Oral Çalışlar, sen Engin Erkiner…
Hangi yüzle böyle bir bildiriye imza atıyorsunuz ?
Böyle bir bildiriye imza koyanın; her şeyden önce kendisinin o geçmişe layık olması gerekmez mi ?
Gençliğimizde Deniz olmak tutkumuzdu… İdealimizdi..
Bu nedenle anti emperyalisttik.
…
‘’Bağımsız Türkiye’’ sadece sloganımız değil, ülkümüzdü..
Halen de öyle..
Peki ya sen sorosçu Oral, ya sen ihbarcı ve itirafçı Engin; sizler ne kadar anti emperyalistsiniz bugün ?
Ne kadar Denizsiniz ?
Sizler; Denizlerin denize döktüğü 6. Filonun askerlerine selam durmuyor musunuz bugün ?
Emperyalistlerin Arap coğrafyasındaki işgallerine alkış tutmuyor musunuz ?
Sizler; Arap baharı maskesi takmış Amerikan uşağı değil misiniz ?
Behey yüzsüzler,
Behey utanmazlar,
Behey işgal çığırtkanları,
Behey muhbir, behey çamur adam...
Milletten utanmıyorsunuz, bari tarihten utanın...
Denizler yaşıyor olsaydı eğer; Ali Yıldırım’a ne yapardı bilemem ama sizlerin o alçak suratına tükürüp, kıçınıza tekmeyi basarak Dolmabahçe’den denize dökerdi..
Bundan eminim..
____________________________________________
Ali YILDIRIM 17 Ekim 2011 07:54
Kime: Mihrac Ural mircihan@gmail.com
Hocam,
yazdıkların için çok teşekkün ederim.
Bu Erkiner'in marifeti yalnız imza atmakla sınırlı değil, bir de aleyhimde yazı yazmış ... selamlar
____________________________
Değerli Ali Yıldırım,
Engin Erkiner, polis itirafnamesinde kendini açıkça tanımladığı gibi bir itirafçıdır. İtirafçı olmanın insan ruhunda yarattığı aşağılık kompleksini, herkese ve her emek ürünü çabaya düşman tutumlar almasını, psikanalizlere bırakacağım.
Bu adam, ortaya koyduğum siyasal yazım performansı karşısında 30 yıl sonra bir kez daha, malum teşkilatlarca muhbirlik görevine sürülmüştür. Genel Kurmay desteğiyle kurulan sitesinde, 3 yıldır sadece adım etrafında karalama yazıları yazılmıştır. hala devam da etmektedir. Ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın'la bu görevi ifa etmektedirler. Yazdığınız kitabı eleştirirken bile bana eleştiri gönderme çabası bu işlevin bir parçasıdır. Bu açıdan yazdığı yazı, sizden çok benimle ilgili olduğunu söyleyeceğim. İtirafçı Engin Erkiner ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın'nın bitip tükenmez ihbarlarının sonucu 14 yoldaşım hala özel mahkemelerde yargılanarak süründürülmektedir.
Bu ahlaksız adam, bu onursuz kişi, istisansız her şeyi küçümseyerek kendi kaosunu, kendi yetmezliğini örtebileceğini sanıyor. Adımın anılmadığı, başlığa çıkırılmadığı bir yazısına rastlarsanız, siyasi düzeyini anlamanız zor olmayacaktır. Bu kadar cahil, bu kadar bilgisiz, bu kadar medya sınırlarını aşmayan başka birini bulamayacaksınız. Sadece bu da değil, Komuşmuz Suriye'ye BM ve NATO askeri güçlerinin saldırı düzenlemesine, işgal etmesine devet çıkaran bir aptaldır da; inanın bu akıl zoru davette benimle ilgilidir. Bu kişi,bilinçaltı kirliliğiyle korkunç bir Alevi düşmanıdır. Milliyetçidir de; bölücülüğe karşı anadille eğitim hakkı isteyen Türkiyeli Arap'lardan özel olarak nefret eder, hiç bir demokratik hakları olmadığı, varlyıklarının bile olamayacağı iddiasında bulunur. bu ölçekteki cehalet bana göre bir görevdir bu görev de Mihrac Ural'a karşı şahsi düşmanlıktan beslenir.
Bu adam siyasi olmak bir yana şahsi kin ve intikam iç güdülerinin esiridir. Ötesi değil. Önemsenmeye değmez, hele sizin kulvarınızda asla muhatap alınmaması gereken bir ahlaksızdır.
İtirafçı Engin Erikner'in kişileri hedef almaktan başka tür bir yazısı yoktur ve bunların tümü tıpkı basımdır; her şeyi tiye alama, küçümseme, kendisinin hiçliğini örtmeye çalışmaktan ibarettir.
Şöyle bir düşünün, adam tek bir tokat yemeden itirafçı olmuş, rüyalarını bile polise anlatmış, her şeyi yakıp yıkmış, insanların sırtına olmadık suçlar yüklemiş ve örgüt örgüt dolaşarak, MİT'le devam eden ilişkisini gösteren tesfiyecilikler yapmıştır. Buna rağmen özür delemek bir yana, "bir kez daha yakalansam aynı şeyi yaparım" deme hayasızlığı göstermiş biridir. Acilciler hareketinden kovduğumuz bu kişi TKEP'e katılmış ve ortağı İbrahim Yalçın denilen MİT ajanıyla tasfiyecilik yapmıştır. TEKP öylece buharlaşmıştır.
Bana göre, bu ölçüde pervasızlığın tek kaynağı devam eden polisiye ilişkisinden başka bir şeyle izah edilemez derim. Bunu anlamak için hala aynı sitede birlikte insanları karalamakatan ve ihbar etmekten başka bir yazıları olmayan bu ikilinin İbrahim Yalçın ayağı, keydan okurcasına MİT'le ilişkisini açıklamaktan geri kalmamaktadır. Şu cümleleri bir okuyun ;
"Ben ADANA’ya MİT’e döndüğüm de Sarı’yı gördüğümü beni kongreye götürmek için geldiğini. 13 ve 16 Ekim’de ANTAKYA PTT’si önünde saat 14.00de buluşacağımızı bildirdim” (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:7)
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
İtirafçı Engin Erkiner'e, aynı sitede sadece iki kişi olarak yazan ve bunlardan biri olan ortağı İbrahim Yalçın'la ilgili bir açıklama yapmasını isteyin. yeter de artar...
Deniz gibi direnme sembolü bir kahramanla ilgili yazma cüreti gösteren bu itirafçınını yaptığı pervasız bir utanmazlıktır. Arsızlık ve hayasızlıktır. Bu insanlar çevreye kirlilik saçmak için çırpınırlar, çevre kirletirler ve hiç bir şey üretmezler. Hayatları boyunca her kapışmada yere serildikleri için de hiç bir şey olmamış gibi, demagojinin dehlizlerinde kendilerini kandırıyorlar.
Engin Erkiner bir itirafçıdır, ötesi üzerinde durmanın hiç bir gereği yoktur. Bu ahlaksızla ilgili konu geçtiği zaman yazılı ve sözlü olarak, "Engin Erkiner öncelikle polisteki itirafçılığının belgesi olan "Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim" (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) sözleri hakkında bir açıklama yapsın gerisine de hiç karışmasın " demeniz yeter de artar.
Değerli Ali hoca, Denizi ele almak, denizi işlemek, deniz hakkında farklı bir açıyla yazmak dün de bu gfünde yarın da ihtiyaçtır. bu ihtiyaç demokrasi mücadelesi yürütme kararlılığında olan herkes için olduğu gibi halkın da şiddetle arzuladığı bir yönelimdir. Halktan kopmuş, birbirini çekmeyen ve hayatını meyve veren ağaçları taşlamakla geçiren bu taşkalacılara dönüp bakmadan yolunuza devam etmeniz yeterlidir: Onlara verilecek en iyi cevap da budur....
Başarı dileklerimle
Mihrac Ural
17 Ekim 2011
18 Ekim 2011
Bu tartışmalar, solun ve özel olarak kendini aydın tanımlayanların ne hale düştüğünün bir ifadesidir. Bir anda kendimi 1974-80 döneminde buldum. O kesitin tartışmalarının da çok gerisinde bir tartışma alıp başını gidiyor gibi. Dostum Av.Ali Yıldırım aynı zamanda kılı kırk yararak belge toplayan araştırmacı yazadır. FKF/DEV-GENÇ TARİHİ (3.Baskı), ATEŞTE SEMAHA DURMAK (6. Baskı), OSMANLI ENGİZASYONU (5. Baskı) vd kitaplarıyla ülkemiz düşün ortamına bir araştırmacı yaszar, aydın olarak katkı sunan bir şahsiyettir. Bu yanıyla beğenirsiz ya da beğenmezsiniz o kendi eekleriyle ayakları yere sağlam basan bir aydındır.
Bir yıldan fazla zamandır Deniz Gezmişle ilgili araştırmalar yaptığını benimle paylaştı. Kitabın taslaklarını benimle paylaşıp görüş alış verişi yapmak istediğini iletti. Çalışma üzerine yazışmalarımız oldu. "Denizler orjinalitemizidir, bize aıt olan, bitdan olandır" diyerek, görüşlerimi özetlidim durdum. Bize ait olan bu değerin farklı bakış açılarıyla birkez daha, bin kez daha ele alınması gerektiğini ifade ettim. Bunun halklarımız adına, özgürlük ve demokrasi adına, direnmenin hak kazanımındaki rolü adına yapılması geretiğini ifade ettim.
Değerli dostum Ali Yıldırım çalışmasını bitirdi ve yayınladı. Belgesel bir roman olarak ele alınacak bu çalışma "DENİZ GEZMİŞ'İN GÜNLÜĞÜ" başlığıyla yayınlandı. Yazar'ın adı da Deniz Gezmiş değil "Ali Yıldırım" olarak yazıldı. Ancak, kimi çevrelerden tepki gördü. Üstelik bu tepki, Deniz Gezmiş'i sahiplenmek isteyen ama onan adına hiç bir çalışması olmayanlar tarafından, sansurcü bir yöntemle, ilkel akılla ve aralarında deni Gezmişin idama kadar gidişine neden olan dirinme çizgisine en aykırı tiplerle organize edilmeye çalışıldı. Protestocuların arasında arkadaşlarını polise teslim etmiş itirafçılar ve direnmede hayaı boyunca yan çizmiş tipler bulunmaktadır. Bu protestonun en komik yanı ise, yazar Ali Yıldırım'ı "para kazanmak için Deniz Gezmiş adını kullanmak"la suçlamasıdır.
Böylesi karalamacı aptal akıllara ne cevap verilir insan şaşyırıyor; bu protestocuların en hamasisi görünmek isteyen itirafçı Engin Erkiner'in, bana yönelik karalamalarında "para, para .para" diye durması, Avrupa'da bir etkinliğin topladığı paraları Küba ziyaretinde yemesi, ortağı MİT ajanıyla yaptıkları tokatçılıkla Gaziantepli Ali Yıldırım adına şirketler kurup kalpazanlık yapmalarından da anlıyorum ki, bu cahil soytarının, taktığı at gözlükleriyle herkesi "para" için karalaması bir kültür haline gelmiştir. Bu soytarıyı yeterince teşhir edip çöplüğe atttık. Üzerine fazla söz söylemeye değmez.
Bu tartışmanın, belli bir kesitini sizlerle paylaşacağım. Bu kesit Ali Yıldırım7ın bana gönderdiği bir iletiyle başlayıp öylece devam eder. Dostam Ali yıldırım, Mehmet Yavuz ve benim yazışmalarımızı alta aktaracağım. Konuyu bu yazışmalardan takip etmek sanırım daha kolay olacaktır.
Birlikte okuyalım.
Ali Yıldırım'dan, Mihrac Ural'a ilk ileti
16 Ekim 2011 12:23
Hocam,
İçerisinde Engin Erkiner'in de bulunduğu bir gurup yazdığım kitap nedeniyle hakaretlerle dolu bir açıklama yaptılar. Cumartesi radikal haber yaptı.
Aşağıda benim bugün yaptığım basın açıklaması ve dünkü haber var
selamlar
YAZAR ALİ YILDIRIM’IN
“DENİZ GEZMİŞ’İN GÜNLÜĞÜ”
KİTABI HAKKINDA BASIN AÇIKLAMASI
Ankara, 16 Ekim 2011
.sansür girişimini şiddetle red ediyorum!
.kitabım Denizlerin ve ideallerinin manifestosudur!
Tarafımdan kaleme alınan Deniz Gezmiş’in Günlüğü kitabıyla ilgili olarak kendisini “68’li”, “Deniz Gezmiş’in arkadaşları” olarak adlandıran bazı kişiler kamuoyuna şahsıma yönelik hakaretler içeren bir açıklama yapmışlardır. Şurası bilinmelidir ki bu yaptıkları işin adı yeni tip DGM yargıçlığıdır. Bu tavırlarının yıllardır düşünce özgürlüğü konusunda ülkemizde terör estiren siyasal iktidarların yaptıklarından en küçük bir farkı yoktur. Sol tarihimizde kendi yazarlarımıza yönelik bu türden kampanyalar elbette yaşanmıştır. Acaba Aziz Nesin’e yönelik kampanya yürütenlerin bugün hangisi hatırlanmaktadır?
Deniz Gezmiş’in anısına yapılan asıl saygısızlık onunla ilgili olarak belgelere dayalı olarak yazılmış, sağlam bir içeriğe sahip, Deniz’e ve yoluna sahip çıkan bir çalışmaya sansür uygulanmaya kalkışılmasıdır.
Kitapta Denizlerin ve mücadelelerinin anısını gölgeleyecek tek bir cümlenin ortaya konulması durumunda kamuoyu önünde binlerce kez özür dilemeye hazırım. Ama şundan eminim ki asıl özür dileyecek olanlar açıklama sahibi sansürcüler olacaktır!
Kitap her bir satırı bilgi ve belgelere dayalı olarak tarihsel bir akış içerisinde gün gün yazılmıştır. Kitabın kapağında yazar olarak adım ve resmim bulunmaktadır. Eğer kitap bir başkası tarafından yazılmış olsa idi üzerinde yazar olarak imzam yer alır mıydı?
Bu kitap Deniz Gezmiş’in yaşamının son 18 ayının günlük dökümüdür. Yaşamının bu kesitinin gün gün tespit edilmeye çalışılmasıdır. Kitap bu anlamıyla Deniz Gezmiş’in günlüğüdür. Fakat elbette Deniz Gezmiş tarafından yazılan bir günlük değildir. Kitabın adından kapağından sunuşuna kadar belgesel bir kurgu olduğu açıktır. Bu kitabın bir kurgu olduğunu yazmayı insan aklına hakaret olarak görmüştüm. Yazar olarak benim bu günlüğü Deniz Gezmiş’in yazmış olduğu yönünde en küçük bir imam, bir tek cümlem söz konusu değildir. Kitapta “bu günlük Deniz Gezmiş’e aittir, onun kaleminden çıkmıştır” türünden bir iddia bulunmamaktadır. Kitabın daha ilk satırını okuyan bir kimsenin bu satırların Deniz dışında bir başkası tarafından yani yazar tarafından yazılmış olduğunu fark etmemesi imkansızdır.
Kitabın adı ise yazarın yaratma özgürlüğü kapsamındadır. Adı içeriğine uygundur. Elbette kitabına ad koyma hak ve yetkisi yazarına aittir. Deniz Gezmiş’in Günlüğü kitabımı hiç görmeden, tek bir satırını dahi okumadan hakkımdaki açıklamaya imza atan kimseler ise bu tutumları ile yazar lanetleme ayinine katılmaktadırlar. Kendilerinin, okumadıkları kitap hakkında toplatma kararı veren DGM savcılarından hiçbir farkları bulunmamaktadır. Çok yazık, çok zavallıca…
Açıklamacıların kitabın içeriğine dair en küçük bir itirazları bulunmamaktadır. Buna rağmen yazarı “Deniz Gezmiş istismarı yapmakla, para kazanmak için yazmakla” suçlayabilmektedirler. Bu yaklaşım tam anlamıyla bir vicdansızlıktır. Hayatta paradan başka değerler olduğunu unutmuş kimselerin yaklaşımıdır. Yazdığım kitaplar kitapçılardadır. Kalemimi hangi amaçla kullandığım ortadadır: FKF/DEV-GENÇ TARİHİ(3.Baskı), ATEŞTE SEMAHA DURMAK(6.Baskı), OSMANLI ENGİZİSYONU (5.baskı) vd.
Deniz ve ideallerine kimin ne ölçüde sahip çıktığı hakkında kim karar verecektir? Kimin ne kadar devrimci ve sosyalist olduğunu kim değerlendirecektir? Kimin ne yazacağını, nasıl yazacağını kim belirleyecektir? Elbette açıklama sahipleri değil… Kitabım Denizlerin ve ideallerinin manifestosudur!
ALİ YILDIRIM
Mihrac Ural'dan Ali Yıldırım'a ileti
17 Ekim 2011 02:46
Değerli Ali Yıldırım,
Öncelikle Deniz Gezmiş gibi bu toprakların evladı olan, bizden olan, bizi dile getiren bir devrimci şahsiyeti konu alan çalışmalarınızı sonuçlandırarak "DENİZ GEZMİŞ'İN GÜNLÜĞÜ" başlıklı kitapta toplayıp yayınlamış olmanızdan dolayı sizi tebrik ediyorum.
Çalışmanızdan bir yılı aşkın süredir heberdarım ve sabırsızlıkla sonuçlanmasını bekliyordum. Deniz Gezmiş'e olan saygınızı, bağlılığınızı, sevginizi ve amaçlarına olan yaklaşımlarınızı yakından biliyorum. Bu çalışma, belgesel dayanakları yanı sıra bir edebi çalışma olması itibariyle de Deniz'i, Ali Yıldırım gözüyle görme şansına, farklılığının zenginliğine vakıf olma fırsatı vereceğine inanıyorum.
Deniz Gezmiş'i sizden öncekiler de anlattı, sizden sonrakiler da anlatacak. Bu tüm tarihi şahsiyetler için geçerli bir yazım sürecidir; sorumlu bir duruş,saygı, sevgi ve mesaj taşıma kararlılığıdır. Elbetteki her anlatım yazarın eseri olacaktır. Zaten, aynı şahsiyetin binlerce kez anlatılmasına rağmen, onu okunur kılan da budur; farklılığın zenginliğidir.
En bilimsel, en doğrudan anlatım, en kanıtlı, en belgeli yazım bile hiç bir zaman tıpa tıp gerçeğin kendisi değildir, olamaz da. Hukukun ayrıntılara önem vermesinin nedeni de budur. Farklı açılardan anlatımın gerçeğe daha çok yaklaşma ve gerçeği daha isabetli ifade etme çabasıdır. Bunu anlamak için, ayrıca özel bir cümle kurmak okura saygısızlıktır. Kitap "Ali Yıldırım" imzası taşıyorsa, bunu anlamak için ayrıca "bu kitabı Deniz Gezmiş yazmamıştır" demek, okurla alay etmektir ya da bu talebi yapan aptaldır.
Kaldı ki, Deniz'i anlatmak hangi kitap başlığı altında olursa olsun, her dönhemde ihtiyaç duyacağımız onurlu bir çabadır. Özellikle de bu dönemde, gerciliğin ülkemiz insani değerlerini eriten, siyasal ilkelleşmeyi dayatarak sivil diktatörlük hezeyanlarına sürükleyen, komşularımızla kanlı süreçlere kapı aralayan ve bölgede emperyalist işbirlikçisi olarak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eş Başkanlığı adına tarihi kinler ekip, maceralara sürükleyen bir iktidar koşulunda büyük önem taşımaktadır. Deniz'i, bize bir kez daha anlatmak isteyen bu çabanıza yönelik sansürcü akıl, ayıplanmakla kalınmayacak bir akıldır. Bu duruşun mantığının gerici iktadarların sansürcü mantığının da ötesinde anlamı bulunuyor. Bu akıl, Deniz'i anlatmadaki yetmezlikleri, kısırlıkları ifade ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kişi istediği kadar aydın olsun, istediği kadar kütüphaneler yutmuş olsun, böylesi bir esere karşı bu tepkiyi göstermesi, kendisinin böylesi bir görevde, sınıfta kaldığına bir işarettir. Kitabın adı üzerinden kar sağlanacağı iddiası ise okuru aptal yerine koymaktır. Kendi kitaplarında oynadıkları oyunları ele vermek demektir; bu, Kıpti'nin şecaatini arzederken sirkatini söylemesidir...
Bu yapılan, yargısız infazdır, çekememezliktir, darlıktır. Ali Yıldırım'ı tanımadan yazım etkinliklerini bilmeden, inanç algıları yanı sıra siyasal ilkelerinin nelere tenezzül etmeyecek kadar sağlam onursal dayanaklara sahip olduğunu bilmemektir. Bu nedenlerle, saygı duyduğum değerli aydınlarında içinde yer aldığı listenin sansürcü aklını ayıplıyorum. Bu anlamsız tepkileri, devrimci hareketin halk karşısında düştüğü ötekileşmiş hallerinin refleksi olarak görüyor ve kınıyorum.
Ancak bu liste daha da vahimi isimleri de barındırması dikkat çekicidir. bu sansürcüler listesinde tandığım polis işbirlikçisi bir itirafçının olması beni hayrete düşürmüştür. Bu itirafçı 19 Ağustos 1977'de İstanbul emniyetinde tüm arkadaşlarını polise teslim etmekle yetinmemiş, tanıdığı bildiği, bilmediği herkesi ele vermiştir. Adresleri, malzemeleri ve hayallerini bile anlatmış bir ahlaksızdır; polise verdiği 20 sayfalık itirafnamasinde, sırtlarına suç yıkacağı kişilerin ihtimali eşkallerini bile vermekten çekinmemiştir; Polisin, "olmayan eylemlerin yapılması düşünülürse kim tarafından yapılabilir?" sorusuna ise, bir dizi isim sayarak insanların, işkence, zindan, ölüm ve bu güne kadar sürgünlerde acı içinde kalmasına yol açmıştır. Polis itirafnamesinde “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) diyen bu itirafçının Denizlerin adının anıldığı bir "protestoda" yer alması, bu protestonun Denizlerin direnme mesajıyla ne kadar ilgisiz olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu akıl kırılması sansürcü tepki, ülkemiz demokrasi mücadelesinde özgürlüklere sıkılmış bir kurşun gibidir.
Oysa Denizlerin bizlere bıraktığı miras direnme mirasıdır, idam sehpasında bile direnen bu yiğitlerin kahramanlığıyla devrimci mücadele yoluna koyulan bizim kuşak, işkence ve zindanan bu mesajın yolunda yürüyerek ser verdi sır vermedi.
Bütün bunlara rağmen, cevabi yazınızda dile getirdiğiniz şu satırlar her şeyi açıklamaya yeter de artar diyorum;
"Bu kitap Deniz Gezmiş’in yaşamının son 18 ayının günlük dökümüdür. Yaşamının bu kesitinin gün gün tespit edilmeye çalışılmasıdır. Kitap bu anlamıyla Deniz Gezmiş’in günlüğüdür. Fakat elbette Deniz Gezmiş tarafından yazılan bir günlük değildir. Kitabın adından kapağından sunuşuna kadar belgesel bir kurgu olduğu açıktır. Bu kitabın bir kurgu olduğunu yazmayı insan aklına hakaret olarak görmüştüm. Yazar olarak benim bu günlüğü Deniz Gezmiş’in yazmış olduğu yönünde en küçük bir imam, bir tek cümlem söz konusu değildir. Kitapta “bu günlük Deniz Gezmiş’e aittir, onun kaleminden çıkmıştır” türünden bir iddia bulunmamaktadır. Kitabın daha ilk satırını okuyan bir kimsenin bu satırların Deniz dışında bir başkası tarafından yani yazar tarafından yazılmış olduğunu fark etmemesi imkansızdır."
Deniz Gezmiş, ne 68'lilere aittir ne de kimsenin özeline. O, her dönemde, uğruna idama kadar yürüdüğü siyasal, kültürel ilkelerinin kıta sahanlığında durabilen, ama edebiyatın sonsuz anlatım farklılıklarıyla zenginleşen bir mesajdır. Bu mesajın gücü, denizi bizlere bir kez daha ve yüzlerce kez daha kendi özgün anlatımıyla sunan yazar girişimine bağlıdır. Deniz Gezmiş'in günlüğü, Deniz Gezmiş'in aşkı, Deniz Gezmiş'in Deniz Gezmiş'i gibi anlamlı olabilecek yazınlarla, roman ve araştırmalarla onun mesajını gelecek kuşaklara taşımak, bize ait olan, bizden olan ve bizim için olan Deniz'i anlatmaktır.
Bunun ötesi, abesle iştigaldir....
Baki selamlarımla.
Mihrac Ural
17 Ekim 2011
_______________________________________________________________
Mihrac Ural
Kime: Ali YILDIRIM
Değerli Ali Yıldırım,
İlginç bir şey daha oldu. kadim dostum, yoldaşım Mehmet Yavuz, bu tartışmalar üzerine benden bağımsız ve hiç farkında olmadığım bir yazısını göndermiş. Üstelik bu yazıyı size gönderdiğim açıklamayı yazdıktan sonra okudum; aklın yolu birmiş, bir de siz okuyun...
Mehmet Yavuz'un yazısı:
Deniz Gezmiş Günlüğü
Mehmet Yavuz
16 Ekim 2011
Tarihe mal olmak için serden geçmek lazımdır.. Bu da kolayca göze alınacak bir hal değil..
Deniz olmak zordur..
Ama Deniz kalmak daha da zor.
Yüreklerimizde en canlı halleriyle yaşamaya devam eden Denizlerle dertleşmek, yozlaşan ilişkileri, kaybolan ülküleri, değerleri iletmek yanlış mı ?
Bence değil…
Ali Yıldırım da Deniz Gezmiş’le dertleşip ortaya bir günlük çıkarmış..
Beğenip beğenmemek kişisel bir tercihtir, saygı duyarım.. Ama buradan yola çıkarakDeniz Gezmiş’in yoldaşıymış edasıyla hava atmaya çalışanların sahte yüzlerini de teşhir etmekte fayda var…
Bunu yapmak geçmişe olan bağlılığın gereğidir..
Diyorlar ki; bu kitap Denizlerin anısına saygısızlıkmış..
Peki sen Oral Çalışlar, sen Engin Erkiner…
Hangi yüzle böyle bir bildiriye imza atıyorsunuz ?
Böyle bir bildiriye imza koyanın; her şeyden önce kendisinin o geçmişe layık olması gerekmez mi ?
Gençliğimizde Deniz olmak tutkumuzdu… İdealimizdi..
Bu nedenle anti emperyalisttik.
…
‘’Bağımsız Türkiye’’ sadece sloganımız değil, ülkümüzdü..
Halen de öyle..
Peki ya sen sorosçu Oral, ya sen ihbarcı ve itirafçı Engin; sizler ne kadar anti emperyalistsiniz bugün ?
Ne kadar Denizsiniz ?
Sizler; Denizlerin denize döktüğü 6. Filonun askerlerine selam durmuyor musunuz bugün ?
Emperyalistlerin Arap coğrafyasındaki işgallerine alkış tutmuyor musunuz ?
Sizler; Arap baharı maskesi takmış Amerikan uşağı değil misiniz ?
Behey yüzsüzler,
Behey utanmazlar,
Behey işgal çığırtkanları,
Behey muhbir, behey çamur adam...
Milletten utanmıyorsunuz, bari tarihten utanın...
Denizler yaşıyor olsaydı eğer; Ali Yıldırım’a ne yapardı bilemem ama sizlerin o alçak suratına tükürüp, kıçınıza tekmeyi basarak Dolmabahçe’den denize dökerdi..
Bundan eminim..
____________________________________________
Ali YILDIRIM
Kime: Mihrac Ural mircihan@gmail.com
Hocam,
yazdıkların için çok teşekkün ederim.
Bu Erkiner'in marifeti yalnız imza atmakla sınırlı değil, bir de aleyhimde yazı yazmış ... selamlar
____________________________
Değerli Ali Yıldırım,
Engin Erkiner, polis itirafnamesinde kendini açıkça tanımladığı gibi bir itirafçıdır. İtirafçı olmanın insan ruhunda yarattığı aşağılık kompleksini, herkese ve her emek ürünü çabaya düşman tutumlar almasını, psikanalizlere bırakacağım.
Bu adam, ortaya koyduğum siyasal yazım performansı karşısında 30 yıl sonra bir kez daha, malum teşkilatlarca muhbirlik görevine sürülmüştür. Genel Kurmay desteğiyle kurulan sitesinde, 3 yıldır sadece adım etrafında karalama yazıları yazılmıştır. hala devam da etmektedir. Ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın'la bu görevi ifa etmektedirler. Yazdığınız kitabı eleştirirken bile bana eleştiri gönderme çabası bu işlevin bir parçasıdır. Bu açıdan yazdığı yazı, sizden çok benimle ilgili olduğunu söyleyeceğim. İtirafçı Engin Erkiner ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın'nın bitip tükenmez ihbarlarının sonucu 14 yoldaşım hala özel mahkemelerde yargılanarak süründürülmektedir.
Bu ahlaksız adam, bu onursuz kişi, istisansız her şeyi küçümseyerek kendi kaosunu, kendi yetmezliğini örtebileceğini sanıyor. Adımın anılmadığı, başlığa çıkırılmadığı bir yazısına rastlarsanız, siyasi düzeyini anlamanız zor olmayacaktır. Bu kadar cahil, bu kadar bilgisiz, bu kadar medya sınırlarını aşmayan başka birini bulamayacaksınız. Sadece bu da değil, Komuşmuz Suriye'ye BM ve NATO askeri güçlerinin saldırı düzenlemesine, işgal etmesine devet çıkaran bir aptaldır da; inanın bu akıl zoru davette benimle ilgilidir. Bu kişi,bilinçaltı kirliliğiyle korkunç bir Alevi düşmanıdır. Milliyetçidir de; bölücülüğe karşı anadille eğitim hakkı isteyen Türkiyeli Arap'lardan özel olarak nefret eder, hiç bir demokratik hakları olmadığı, varlyıklarının bile olamayacağı iddiasında bulunur. bu ölçekteki cehalet bana göre bir görevdir bu görev de Mihrac Ural'a karşı şahsi düşmanlıktan beslenir.
Bu adam siyasi olmak bir yana şahsi kin ve intikam iç güdülerinin esiridir. Ötesi değil. Önemsenmeye değmez, hele sizin kulvarınızda asla muhatap alınmaması gereken bir ahlaksızdır.
İtirafçı Engin Erikner'in kişileri hedef almaktan başka tür bir yazısı yoktur ve bunların tümü tıpkı basımdır; her şeyi tiye alama, küçümseme, kendisinin hiçliğini örtmeye çalışmaktan ibarettir.
Şöyle bir düşünün, adam tek bir tokat yemeden itirafçı olmuş, rüyalarını bile polise anlatmış, her şeyi yakıp yıkmış, insanların sırtına olmadık suçlar yüklemiş ve örgüt örgüt dolaşarak, MİT'le devam eden ilişkisini gösteren tesfiyecilikler yapmıştır. Buna rağmen özür delemek bir yana, "bir kez daha yakalansam aynı şeyi yaparım" deme hayasızlığı göstermiş biridir. Acilciler hareketinden kovduğumuz bu kişi TKEP'e katılmış ve ortağı İbrahim Yalçın denilen MİT ajanıyla tasfiyecilik yapmıştır. TEKP öylece buharlaşmıştır.
Bana göre, bu ölçüde pervasızlığın tek kaynağı devam eden polisiye ilişkisinden başka bir şeyle izah edilemez derim. Bunu anlamak için hala aynı sitede birlikte insanları karalamakatan ve ihbar etmekten başka bir yazıları olmayan bu ikilinin İbrahim Yalçın ayağı, keydan okurcasına MİT'le ilişkisini açıklamaktan geri kalmamaktadır. Şu cümleleri bir okuyun ;
"Ben ADANA’ya MİT’e döndüğüm de Sarı’yı gördüğümü beni kongreye götürmek için geldiğini. 13 ve 16 Ekim’de ANTAKYA PTT’si önünde saat 14.00de buluşacağımızı bildirdim” (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:7)
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
İtirafçı Engin Erkiner'e, aynı sitede sadece iki kişi olarak yazan ve bunlardan biri olan ortağı İbrahim Yalçın'la ilgili bir açıklama yapmasını isteyin. yeter de artar...
Deniz gibi direnme sembolü bir kahramanla ilgili yazma cüreti gösteren bu itirafçınını yaptığı pervasız bir utanmazlıktır. Arsızlık ve hayasızlıktır. Bu insanlar çevreye kirlilik saçmak için çırpınırlar, çevre kirletirler ve hiç bir şey üretmezler. Hayatları boyunca her kapışmada yere serildikleri için de hiç bir şey olmamış gibi, demagojinin dehlizlerinde kendilerini kandırıyorlar.
Engin Erkiner bir itirafçıdır, ötesi üzerinde durmanın hiç bir gereği yoktur. Bu ahlaksızla ilgili konu geçtiği zaman yazılı ve sözlü olarak, "Engin Erkiner öncelikle polisteki itirafçılığının belgesi olan "Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim" (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) sözleri hakkında bir açıklama yapsın gerisine de hiç karışmasın " demeniz yeter de artar.
Değerli Ali hoca, Denizi ele almak, denizi işlemek, deniz hakkında farklı bir açıyla yazmak dün de bu gfünde yarın da ihtiyaçtır. bu ihtiyaç demokrasi mücadelesi yürütme kararlılığında olan herkes için olduğu gibi halkın da şiddetle arzuladığı bir yönelimdir. Halktan kopmuş, birbirini çekmeyen ve hayatını meyve veren ağaçları taşlamakla geçiren bu taşkalacılara dönüp bakmadan yolunuza devam etmeniz yeterlidir: Onlara verilecek en iyi cevap da budur....
Başarı dileklerimle
Mihrac Ural
17 Ekim 2011
16 Ekim 2011 Pazar
"Suriye'den Türkiye'ye göç 'Altına Hücum'a benziyor"
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/suriyeden-turkiyeye-goc-altina-hucuma-benziyor-haberi-47401
(soL - Haber Merkezi)
16.10.2011
Ünlü yönetmen Semir Aslanyürek'le memleketi Antakya ve uzun yıllar geçirdiği Suriye'deki gelişmeler üzerine sohbet ettik. Aslanyürek, kısa süre önce Hatay'daki mülteci kamplarının olduğu bölgeye yaptığı ziyareti ve mültecilerle ilgili gözlemlerini soL okurlarıyla paylaştı.
Ünlü sinemacı Semir Aslanyürek kısa süre önce gittiği memleketi Antakya'da Suriyeli mültecilerle ilgili gözlemlerde bulunduğunu, kamplarda bulunmuş ya da kampları ziyaret etmiş çeşitli kişilerle sohbet ettiğini aktarınca, bu gözlem ve duyumları soL okurlarıyla paylaşmanın yararlı olacağını düşündük. Zira Aslanyürek, göç dalgası yaşandığından bu yana basında çok az yer bulan, neler olup bittiği konusunda çok az söz edilen kamplar hakkında çarpıcı ifadeler kullanıyordu.
Kamplara yetkililer ya da iktidara yakın kişiler dışında hiç kimsenin sokulmadığı biliniyor. Hatta eylül başında Suriye'yi ziyaret eden, milletvekillerinden oluşan CHP heyeti, Suriye dönüşü Hatay'daki kampları da ziyaret etmek istemiş, fakat buna izin verilmemişti. Ancak Antakya Harbiyeli olan, dolayısıyla bölgeyi çok iyi bilen ve anadili Arapça olan Aslanyürek, Hatay'a son gidişinde kampların bulunduğu Altınözü ve Yayladağı mıntıkalarında dolaştığını ve bölgede yaşayan çok sayıda kişiyle sohbet ettiğini belirtiyor. Aslanyürek, bu sayede "fısıltı gazetesi"nden de bir hayli malumat edindiğini aktarıyor. Elbette Aslanyürek sohbetimizde bölgeyi ve Suriye'yi iyi bilen bir kişi olarak kendi yorumlarını da ekliyor.
Hatay'daki mülteci kamplarında kaç kişi yaşıyor? Koşulların nasıl olduğu konusunda bir duyum aldınız mı?
Benim yakınından geçip yöre insanlarıyla sohbet edebildiğim iki büyük kamp vardı. Bunlardan biri Altınözü ilçesinin sınır köylerinde ve sınırın hemen bitişiğinde. Yani kamp ile Suriye arasında sadece kurbağalı dere görünümünde olan Asi Nehri var. Diğer kamp ise Yayladağ ilçesinin merkezinde neredeyse... Aslında Yayladağ ilçesindeki kamp üç "kampus" halindeydi ama en son yanından geçtiğimde iki "kampus" boşalmıştı.
Kamplarda toplam 7 ile 8 bin kişi arasında "mülteci"nin yaşadığı söyleniyor. Koşulları bir kampın koşullarını gözönünde bulunduracak olursak bence gayet iyi görünüyor. Ama "mülteciler" memnun değiller. Anlaşılan Türkiye onlara büyük vaatlerde bulunmuş. Yani beklentileri çok. Hatay Valisi de (veya başka bir üst düzey yetkili) "mülteci" mızmızlanmalarına da "Burası tatil köyü değil" şeklinde cevap vermiş...
Mültecilerin Suriye'deki gelişmelere bakışları konusunda ne söyleyebilirsiniz?
Kampta kısa bir süre öğretmenlik yapıp "uyumsuzluk" nedeniyle atılan bir arkadaştan işittiğim kadarıyla Suriye'ye bakışları çok çelişkili. Şimdikilerin çoğunun Suriye'yi umursadıklarını bile sanmıyorum. Onlar şimdi Türkiye'den gelecek nemayı ve miktarını bekliyorlar. Çünkü gelenlerin ailelerinin yarısı kampta, diğer yarısı Suriye'de evinde bağını, bahçesini bekliyor. Başka bir arkadaşın anlattığına göre, "kazanan" tarafta bulunan ailenin yarısı öbür yarıya yardım edecek vs... Suriye'den kaçmaları bile çok çelişkili ve bir o kadar şüpheli.
Olaylar başladıktan kısa bir süre sonra Suriye'ye gitmiştim ve küçük çaplı bir protesto mitingine bile rastlamıştım. Yüzü, gözleri bile görünmeyen, her yanı kara çarşafla kaplı birkaç kadının "Hürriyet, hürriyet!" diye bağırmaları bana çok absürd gelmişti. Böyle bir insan ne tür bir hürriyet isteyebilir? Bu kadınlar Suudi Arabistan'da olsa anlardım ve çarşaftan kurtulmak istediklerini düşünürdüm. Ama Suriye'de isterse dekolte giyinip gezebilirler. Nitekim öyle dolaşan da var. O zaman bu kadınların bağırdıkları hürriyetin ne anlama geldiğini anlamakta zorlandım. Namaz kılma, ibadet etme hürriyeti mi acaba? Oysa Suriye'de buna da yasak yok...
Sonuçta göç edenlerle konuşanlar da aynı şeyleri söylüyorlar. Mesela "Peki ne istiyorsunuz?" sorusu tamamen yanıtsız kalıyor... Hatta bir arkadaşım "ne istiyorsunuz" sorusuna, ayıp olmasa "ücretimizi istiyoruz" diye cevap vereceklerini söylemişti...
Suriye yetkilileri de kampın mülteciler gelmeden önce hazırlandığını iddia ediyor. Bu da Türkiye tarafının mültecilere gelmeden evvel bir takım vaatlerde bulunduğunu düşündürüyor. Buna ilişkin bir gözleminiz oldu mu?
Dikkat ederseniz Suriye'deki olaylar patlak vermeden, sadece Ürdün sınırındaki Der'a kentinde henüz küçük çaplı protesto yürüyüşleri başlamışken ve bu protestocular henüz iktidara karşı bir tavır takınmamışken, hele de Türkiye sınırında hiç bir olay yokken yaklaşık yirmi bin "mültecinin" paldır küldür Türkiye'ye akın etmesi bu göç hareketinin önceden planlandığını ortaya koyuyor. İşte o zamanlar benim çok yakından tanıdığım ve hiç de muhalif olmayan kimseler arasında bile "Biz de mi gitsek acaba? Kaç dönüm toprak verirler, daire verirler mi, maaş alır mıyız?" şeklinde soruların dolaştığını birinci ağızdan gözlemledim. Bu konuda bana bile soru yönelten oldu. Sonuçta Kenan Evren'in kırk bin Afgan mültecisini Hatay'a yerleştirdiğini, şimdiki piyade kışlasının karşısında ve Hatay havalimanına en fazla on kilometre uzaklıkta E 5 karayolu üzerinde her aileye yüzlerce dönüm arazi, traktör ve dubleks villalar tarzında çift katlı evler verildiğini Suriye vatandaşları bile bilir.
Düşünün o zaman seksen bin nüfuslu Antakya'nın sosyopolitik kimyasının değiştirilmesi için kırk bin Afgan mültecisi ne anlama gelir? O zamanın iktidarlarının "kurtarılmış bölge" diye niteledikleri ve onların korkulu rüyası haline gelen Antakya'daki demokrat insanları ve özellikle Alevi nüfusu dengelemek için Afgan mültecileri bulunmaz bir fırsattı... Komik kaçacak ama bu koşullarda ben de Suriyeli olsaydım göç etmeyi düşünürdüm. Bu yüzden önce "Altına Hücum" şeklinde bir "göç" dalgası yaşandı. Fakat hazırlanan kamp "göç" eden nüfusu barındıracak büyüklükte değildi. Dolayısıyla Suriye'de kendilerini hiçbir şeyin tehdit etmediğini çok iyi bilen "göçmenler", Hatay Valisi'nin deyimiyle tatil köyüne gelmediklerini anladılar ve geri dönüş başladı. Öyle ki, Türkiye geri dönüşü bir yerde durdurmak için sert önlemler bile aldı. Mülteciler arasında "yüksek sesle" konuşan Suriyeli bir bayan avukatın geri dönmesine izin verilmediği, kamptan alınıp "kaybedildiği" bile söylentiler arasında...
Tabi bu insanların bir kısmı bazı vaatlerle, bir kısmı da bazı umutlarla göç ettikleri gibi, bir kısmının da göç etmek için baskıya maruz kaldıkları biliniyor. Ve bu baskının silahlı çeteler tarafından yapıldığından kuşku yok. Göç edip geri dönenlerin bazılarının bunu dile getirdiklerini biliyorum. Olayların başlangıç anında Facebook ve El Cezire TV'nin ve diğer emperyalist medya kuruluşlarının ajitasyonu ile sokağa çıkan insanlara hep askerlerin ateş ettiği söylendi. Bunun kocaman bir yalan olduğu baştan belliydi. Türkiye'den sızan Müslüman Kardeşler benzeri örgüt militanları ve kiralık katiller kalabalığa kanas tüfekleriyle ateş etmişlerdir. Güvenlik güçlerinin keskin nişancılar gibi bina damlarından kalabalığa ateş etmesi hangi mantığa sığar? Böyle bir şeyi ancak suikastçılar yapar. Nitekim öyle olmuştur. Bu suikastçılar aynı zamanda rehin alma ve tehditler yoluyla da insanları göç etmeye zorlamış olabilirler.
Kısacası bu senaryo çoktan yazılmıştı ve çekime başlamak için uzun bir hazırlık dönemi yaşandı. Bütçe denkleştirildi, "oyuncular" saptandı, "oyunculara" verilecek ücret üzerinde anlaşmaya varıldı... Film piyasaya çıkmadan reklam yapmak artık gelenek haline gelmiştir. Bu "filmin" hazırlık aşamasında da gemilerle, İsrail'le restleşmelerle, "van minut"larla ve "kardeşlik" mesajlarıyla bayağı külfetli bir reklam kampanyası yapıldı. Hatta bir Hollywood filmi gibi, reklam bütçesi filmin bütçesinden daha fazlaydı. Ne var ki çekimlerin uzun sürmesi bütçeyi beklenenden daha fazla büyütecek. Sanırım Irak "filmi" çekilirken bu senaryonun yazımına başlanmıştı. Belki de bunu bir dizi gibi görmek daha mantıklı... Bir bölüm çekilirken diğer bölüm koşullara göre ayak uydurularak yazılır. Tabi diziyi kabul ettirmek için hikayenin önceden hazırlanmış olması gerekir.
Bunun önceden planlanmış bir dizinin biricik bölümünden ibaret olduğunun diğer bir kanıtı da, "mültecilerin" sadece Türkiye'ye akın etmiş olmalarıdır. Mantıksal olarak olayların daha yoğun ve daha zalimane yaşandığı Der'a bölgesinden Ürdün'e ve Humus Bölgesi'nden Lübnan'a da "can havliyle" akın etmeleri gerekir. Görülen o ki, Ürdün ve Lübnan'a kiralık katillerden başka kimse gitmedi ve bunlar da iltica için değıil, silah taşımak için defalarca gidip geldiler... Eğer biri Ürdün ve Lübnan'da mülteci koşulların iyi olmadığını söylemek isterse, o zaman ona "Denize düşen yılana sarılır" deyişiyle cevap veririm.
Sanırım olayları takip eden herkes artık bunun böyle bir dizi senaryosu olduğunu keşfetmiştir. Bu dizinin Türkiye bölümünün de olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek... Tabi Türkiye bölümünde oyuncuların değişmesi de çok olasıdır. Bunu en iyi yapımcı bilir...
Bölgedeki temaslarınızda mültecilerin belirgin siyasi bir eğilimi olduğuna ilişkin gözlemleriniz oldu mu? Müslüman Kardeşler ve benzeri İslamcı örgütlerle ilişkililer mi?
Dediğim gibi kamptakilerle doğrudan temasım olmadı. Ancak daha önce Suriye'ye gidişlerimde Türkiye'ye "kaçmış" olanların yakınları veya onları tanıyanlarla tesadüfen Lazikiye'de karşılaştığım oldu. Çok enteresan bir durum var ki anlatmamak olmaz. Yayladağ kampına sığınanlardan biri herkese borç takmış. Mafya adamın peşinde, borcunu ödemesi için sıkıştırıp duruyorlar. Adam ne yapsın? Türkiye'ye kaçıp kampa sığınmış. Yani kampta bu tür insanlar da var ve kamptakilerin çoğunun faydacı oldukları söyleniyor. Bunların örgütlü birer "Müslüman Kardeş" olduklarını hiç zannetmiyorum. Bunlar sadece Müslüman... Hatta koşulların gerektirdiği kadar Müslüman... Yani yukarda örnek verdiğimiz dizi mantığıyla "figürasyon"lar... Şahsen bundan kuşkum yok. Ayrıca en çok bu kişilere ne kadar ve nasıl ücret verileceğini merak ediyorum.
Müslüman Kardeşler ve benzeri örgütlerden olanlar Suriye'den göç etmedi. Onlar Zaten Türkiye'de veya başka ülkelerdeydi. Şu an Türkiye'de 11.000 Müslüman Kardeşler veya benzeri örgüt militanının modern ABD silahları üzerinde eğitim gördüğü söyleniyor. Ama bunlar söz konusu ettiğimiz kamplarla ne kadar ilişkili, bilmiyorum...
Peki, mültecilerin Suriye'ye geri dönmek gibi bir arzuları var mı?
Serbest bırakılsalar, bir kısmı hiç beklemeden Suriye'ye geri dönebilir. Çünkü "figüranlık" ücretlerinin pek dolgun olmayacağını sezenler var. Ama bazıları sırf T.C. vatandaşlığını almak ve daha sonra T.C. vatandaşı olarak ABD veya AB ye göç etmek umuduyla o kamplarda uzun süre kalmayı göze alabilirler. Tabi bunlar çocuğu veya ailesi olmayan bağımsız gençler... Bu arada bu gençlerden bazılarının arada bir Suriye'ye sınırdan kaçak olarak gidip geri döndükleri ifade ediliyor. Üstelik Türk sınır yetkililerinin müsaadesiyle...
Kamplara bir türlü sokulmayan CHP milletvekillerinin yerinde olsaydım meclisten hemen istifa ederdim. Bursa Belediye Başkanı kampa girecek, istediği gibi gezecek... Ama milletin vekili olan, amacı milletinin merak ettiği ve olağanüstü endişe duyduğu bazı soruları aydınlatmak olan kampa giremeyecek... Demek ki bunlar kartondan milletvekili... Yahut kamplara girmek için ABD'den izin almaları gerektiğini bilmiyorlar... Bari Angelina Jolie'den yardım isteselerdi... Belki dalga geçiyorum gibi geliyor, ama çok acı bir durum. Gerçekten yüreğim acıyor...
İstisnasız her gün Yayladağı kampına 20 kez ambulans gidip geliyor. Buna ben tanık oldum. Yarım saatte bir ortalığı gürültüye boğarak bir ambulans ya Antakya'dan kampa gidiyor ya kamptan Antakya'ya...
Kamptaki göçmenlerin devamlı kavga ettikleri biliniyor, ama her gün yirmi kişi yaralanacak kadar değil... İki yüzün üstünde kadının hamile kaldığı söyleniyor. Bu kadınlara kürtaj yaptırmak için de olamaz bu kadar ambulans... Onlara başka çareler bulunmuştu ve bu kızlardan biriyle evlenene Altınözü kaymakamı daire ve bilmem ne kadar kredi verecekti... Bunlar da "fısıltı gazetesinin" manşetlerinde olanlar. Gerçek payı vardır mutlaka... Ama ne kadar?
Millet cidden çok tedirgin. Çoğu kimse ambulanslarla silah taşındığını iddia ediyor. Silah taşınıyorsa kime ve ne için? Dedikodular çok daha vahim boyutlarda... Hatay'da iç çatışma yaratma ve bir kesimin sürgün edilmesi dedikodularını işitmeyen kaldı mı?
Bunları milletin vekilleri aydınlatmayacaksa kim aydınlatacak? Milletvekilinin dokunulmazlığı ne işe yarıyor? Para hortumlama işlerine karıştığı zaman ceza görmesin diye mi? CIA 'dan açıklama mı bekleyeceğiz yoksa? Kendi toprağımızda olup bitenleri, yaşamımızı doğrudan doğruya etkileyen olayları, olup bitenleri bilmeye hakkımız var! Hadi bakalım milletin vekilleri! Vekil vekalet edendir. Bu halk vekaletini iyi yapmayanın vekaletini ne zaman iptal etmeyi öğrenecek?
(soL - Haber Merkezi)
16.10.2011
Ünlü yönetmen Semir Aslanyürek'le memleketi Antakya ve uzun yıllar geçirdiği Suriye'deki gelişmeler üzerine sohbet ettik. Aslanyürek, kısa süre önce Hatay'daki mülteci kamplarının olduğu bölgeye yaptığı ziyareti ve mültecilerle ilgili gözlemlerini soL okurlarıyla paylaştı.
Ünlü sinemacı Semir Aslanyürek kısa süre önce gittiği memleketi Antakya'da Suriyeli mültecilerle ilgili gözlemlerde bulunduğunu, kamplarda bulunmuş ya da kampları ziyaret etmiş çeşitli kişilerle sohbet ettiğini aktarınca, bu gözlem ve duyumları soL okurlarıyla paylaşmanın yararlı olacağını düşündük. Zira Aslanyürek, göç dalgası yaşandığından bu yana basında çok az yer bulan, neler olup bittiği konusunda çok az söz edilen kamplar hakkında çarpıcı ifadeler kullanıyordu.
Kamplara yetkililer ya da iktidara yakın kişiler dışında hiç kimsenin sokulmadığı biliniyor. Hatta eylül başında Suriye'yi ziyaret eden, milletvekillerinden oluşan CHP heyeti, Suriye dönüşü Hatay'daki kampları da ziyaret etmek istemiş, fakat buna izin verilmemişti. Ancak Antakya Harbiyeli olan, dolayısıyla bölgeyi çok iyi bilen ve anadili Arapça olan Aslanyürek, Hatay'a son gidişinde kampların bulunduğu Altınözü ve Yayladağı mıntıkalarında dolaştığını ve bölgede yaşayan çok sayıda kişiyle sohbet ettiğini belirtiyor. Aslanyürek, bu sayede "fısıltı gazetesi"nden de bir hayli malumat edindiğini aktarıyor. Elbette Aslanyürek sohbetimizde bölgeyi ve Suriye'yi iyi bilen bir kişi olarak kendi yorumlarını da ekliyor.
Hatay'daki mülteci kamplarında kaç kişi yaşıyor? Koşulların nasıl olduğu konusunda bir duyum aldınız mı?
Benim yakınından geçip yöre insanlarıyla sohbet edebildiğim iki büyük kamp vardı. Bunlardan biri Altınözü ilçesinin sınır köylerinde ve sınırın hemen bitişiğinde. Yani kamp ile Suriye arasında sadece kurbağalı dere görünümünde olan Asi Nehri var. Diğer kamp ise Yayladağ ilçesinin merkezinde neredeyse... Aslında Yayladağ ilçesindeki kamp üç "kampus" halindeydi ama en son yanından geçtiğimde iki "kampus" boşalmıştı.
Kamplarda toplam 7 ile 8 bin kişi arasında "mülteci"nin yaşadığı söyleniyor. Koşulları bir kampın koşullarını gözönünde bulunduracak olursak bence gayet iyi görünüyor. Ama "mülteciler" memnun değiller. Anlaşılan Türkiye onlara büyük vaatlerde bulunmuş. Yani beklentileri çok. Hatay Valisi de (veya başka bir üst düzey yetkili) "mülteci" mızmızlanmalarına da "Burası tatil köyü değil" şeklinde cevap vermiş...
Mültecilerin Suriye'deki gelişmelere bakışları konusunda ne söyleyebilirsiniz?
Kampta kısa bir süre öğretmenlik yapıp "uyumsuzluk" nedeniyle atılan bir arkadaştan işittiğim kadarıyla Suriye'ye bakışları çok çelişkili. Şimdikilerin çoğunun Suriye'yi umursadıklarını bile sanmıyorum. Onlar şimdi Türkiye'den gelecek nemayı ve miktarını bekliyorlar. Çünkü gelenlerin ailelerinin yarısı kampta, diğer yarısı Suriye'de evinde bağını, bahçesini bekliyor. Başka bir arkadaşın anlattığına göre, "kazanan" tarafta bulunan ailenin yarısı öbür yarıya yardım edecek vs... Suriye'den kaçmaları bile çok çelişkili ve bir o kadar şüpheli.
Olaylar başladıktan kısa bir süre sonra Suriye'ye gitmiştim ve küçük çaplı bir protesto mitingine bile rastlamıştım. Yüzü, gözleri bile görünmeyen, her yanı kara çarşafla kaplı birkaç kadının "Hürriyet, hürriyet!" diye bağırmaları bana çok absürd gelmişti. Böyle bir insan ne tür bir hürriyet isteyebilir? Bu kadınlar Suudi Arabistan'da olsa anlardım ve çarşaftan kurtulmak istediklerini düşünürdüm. Ama Suriye'de isterse dekolte giyinip gezebilirler. Nitekim öyle dolaşan da var. O zaman bu kadınların bağırdıkları hürriyetin ne anlama geldiğini anlamakta zorlandım. Namaz kılma, ibadet etme hürriyeti mi acaba? Oysa Suriye'de buna da yasak yok...
Sonuçta göç edenlerle konuşanlar da aynı şeyleri söylüyorlar. Mesela "Peki ne istiyorsunuz?" sorusu tamamen yanıtsız kalıyor... Hatta bir arkadaşım "ne istiyorsunuz" sorusuna, ayıp olmasa "ücretimizi istiyoruz" diye cevap vereceklerini söylemişti...
Suriye yetkilileri de kampın mülteciler gelmeden önce hazırlandığını iddia ediyor. Bu da Türkiye tarafının mültecilere gelmeden evvel bir takım vaatlerde bulunduğunu düşündürüyor. Buna ilişkin bir gözleminiz oldu mu?
Dikkat ederseniz Suriye'deki olaylar patlak vermeden, sadece Ürdün sınırındaki Der'a kentinde henüz küçük çaplı protesto yürüyüşleri başlamışken ve bu protestocular henüz iktidara karşı bir tavır takınmamışken, hele de Türkiye sınırında hiç bir olay yokken yaklaşık yirmi bin "mültecinin" paldır küldür Türkiye'ye akın etmesi bu göç hareketinin önceden planlandığını ortaya koyuyor. İşte o zamanlar benim çok yakından tanıdığım ve hiç de muhalif olmayan kimseler arasında bile "Biz de mi gitsek acaba? Kaç dönüm toprak verirler, daire verirler mi, maaş alır mıyız?" şeklinde soruların dolaştığını birinci ağızdan gözlemledim. Bu konuda bana bile soru yönelten oldu. Sonuçta Kenan Evren'in kırk bin Afgan mültecisini Hatay'a yerleştirdiğini, şimdiki piyade kışlasının karşısında ve Hatay havalimanına en fazla on kilometre uzaklıkta E 5 karayolu üzerinde her aileye yüzlerce dönüm arazi, traktör ve dubleks villalar tarzında çift katlı evler verildiğini Suriye vatandaşları bile bilir.
Düşünün o zaman seksen bin nüfuslu Antakya'nın sosyopolitik kimyasının değiştirilmesi için kırk bin Afgan mültecisi ne anlama gelir? O zamanın iktidarlarının "kurtarılmış bölge" diye niteledikleri ve onların korkulu rüyası haline gelen Antakya'daki demokrat insanları ve özellikle Alevi nüfusu dengelemek için Afgan mültecileri bulunmaz bir fırsattı... Komik kaçacak ama bu koşullarda ben de Suriyeli olsaydım göç etmeyi düşünürdüm. Bu yüzden önce "Altına Hücum" şeklinde bir "göç" dalgası yaşandı. Fakat hazırlanan kamp "göç" eden nüfusu barındıracak büyüklükte değildi. Dolayısıyla Suriye'de kendilerini hiçbir şeyin tehdit etmediğini çok iyi bilen "göçmenler", Hatay Valisi'nin deyimiyle tatil köyüne gelmediklerini anladılar ve geri dönüş başladı. Öyle ki, Türkiye geri dönüşü bir yerde durdurmak için sert önlemler bile aldı. Mülteciler arasında "yüksek sesle" konuşan Suriyeli bir bayan avukatın geri dönmesine izin verilmediği, kamptan alınıp "kaybedildiği" bile söylentiler arasında...
Tabi bu insanların bir kısmı bazı vaatlerle, bir kısmı da bazı umutlarla göç ettikleri gibi, bir kısmının da göç etmek için baskıya maruz kaldıkları biliniyor. Ve bu baskının silahlı çeteler tarafından yapıldığından kuşku yok. Göç edip geri dönenlerin bazılarının bunu dile getirdiklerini biliyorum. Olayların başlangıç anında Facebook ve El Cezire TV'nin ve diğer emperyalist medya kuruluşlarının ajitasyonu ile sokağa çıkan insanlara hep askerlerin ateş ettiği söylendi. Bunun kocaman bir yalan olduğu baştan belliydi. Türkiye'den sızan Müslüman Kardeşler benzeri örgüt militanları ve kiralık katiller kalabalığa kanas tüfekleriyle ateş etmişlerdir. Güvenlik güçlerinin keskin nişancılar gibi bina damlarından kalabalığa ateş etmesi hangi mantığa sığar? Böyle bir şeyi ancak suikastçılar yapar. Nitekim öyle olmuştur. Bu suikastçılar aynı zamanda rehin alma ve tehditler yoluyla da insanları göç etmeye zorlamış olabilirler.
Kısacası bu senaryo çoktan yazılmıştı ve çekime başlamak için uzun bir hazırlık dönemi yaşandı. Bütçe denkleştirildi, "oyuncular" saptandı, "oyunculara" verilecek ücret üzerinde anlaşmaya varıldı... Film piyasaya çıkmadan reklam yapmak artık gelenek haline gelmiştir. Bu "filmin" hazırlık aşamasında da gemilerle, İsrail'le restleşmelerle, "van minut"larla ve "kardeşlik" mesajlarıyla bayağı külfetli bir reklam kampanyası yapıldı. Hatta bir Hollywood filmi gibi, reklam bütçesi filmin bütçesinden daha fazlaydı. Ne var ki çekimlerin uzun sürmesi bütçeyi beklenenden daha fazla büyütecek. Sanırım Irak "filmi" çekilirken bu senaryonun yazımına başlanmıştı. Belki de bunu bir dizi gibi görmek daha mantıklı... Bir bölüm çekilirken diğer bölüm koşullara göre ayak uydurularak yazılır. Tabi diziyi kabul ettirmek için hikayenin önceden hazırlanmış olması gerekir.
Bunun önceden planlanmış bir dizinin biricik bölümünden ibaret olduğunun diğer bir kanıtı da, "mültecilerin" sadece Türkiye'ye akın etmiş olmalarıdır. Mantıksal olarak olayların daha yoğun ve daha zalimane yaşandığı Der'a bölgesinden Ürdün'e ve Humus Bölgesi'nden Lübnan'a da "can havliyle" akın etmeleri gerekir. Görülen o ki, Ürdün ve Lübnan'a kiralık katillerden başka kimse gitmedi ve bunlar da iltica için değıil, silah taşımak için defalarca gidip geldiler... Eğer biri Ürdün ve Lübnan'da mülteci koşulların iyi olmadığını söylemek isterse, o zaman ona "Denize düşen yılana sarılır" deyişiyle cevap veririm.
Sanırım olayları takip eden herkes artık bunun böyle bir dizi senaryosu olduğunu keşfetmiştir. Bu dizinin Türkiye bölümünün de olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek... Tabi Türkiye bölümünde oyuncuların değişmesi de çok olasıdır. Bunu en iyi yapımcı bilir...
Bölgedeki temaslarınızda mültecilerin belirgin siyasi bir eğilimi olduğuna ilişkin gözlemleriniz oldu mu? Müslüman Kardeşler ve benzeri İslamcı örgütlerle ilişkililer mi?
Dediğim gibi kamptakilerle doğrudan temasım olmadı. Ancak daha önce Suriye'ye gidişlerimde Türkiye'ye "kaçmış" olanların yakınları veya onları tanıyanlarla tesadüfen Lazikiye'de karşılaştığım oldu. Çok enteresan bir durum var ki anlatmamak olmaz. Yayladağ kampına sığınanlardan biri herkese borç takmış. Mafya adamın peşinde, borcunu ödemesi için sıkıştırıp duruyorlar. Adam ne yapsın? Türkiye'ye kaçıp kampa sığınmış. Yani kampta bu tür insanlar da var ve kamptakilerin çoğunun faydacı oldukları söyleniyor. Bunların örgütlü birer "Müslüman Kardeş" olduklarını hiç zannetmiyorum. Bunlar sadece Müslüman... Hatta koşulların gerektirdiği kadar Müslüman... Yani yukarda örnek verdiğimiz dizi mantığıyla "figürasyon"lar... Şahsen bundan kuşkum yok. Ayrıca en çok bu kişilere ne kadar ve nasıl ücret verileceğini merak ediyorum.
Müslüman Kardeşler ve benzeri örgütlerden olanlar Suriye'den göç etmedi. Onlar Zaten Türkiye'de veya başka ülkelerdeydi. Şu an Türkiye'de 11.000 Müslüman Kardeşler veya benzeri örgüt militanının modern ABD silahları üzerinde eğitim gördüğü söyleniyor. Ama bunlar söz konusu ettiğimiz kamplarla ne kadar ilişkili, bilmiyorum...
Peki, mültecilerin Suriye'ye geri dönmek gibi bir arzuları var mı?
Serbest bırakılsalar, bir kısmı hiç beklemeden Suriye'ye geri dönebilir. Çünkü "figüranlık" ücretlerinin pek dolgun olmayacağını sezenler var. Ama bazıları sırf T.C. vatandaşlığını almak ve daha sonra T.C. vatandaşı olarak ABD veya AB ye göç etmek umuduyla o kamplarda uzun süre kalmayı göze alabilirler. Tabi bunlar çocuğu veya ailesi olmayan bağımsız gençler... Bu arada bu gençlerden bazılarının arada bir Suriye'ye sınırdan kaçak olarak gidip geri döndükleri ifade ediliyor. Üstelik Türk sınır yetkililerinin müsaadesiyle...
Kamplara bir türlü sokulmayan CHP milletvekillerinin yerinde olsaydım meclisten hemen istifa ederdim. Bursa Belediye Başkanı kampa girecek, istediği gibi gezecek... Ama milletin vekili olan, amacı milletinin merak ettiği ve olağanüstü endişe duyduğu bazı soruları aydınlatmak olan kampa giremeyecek... Demek ki bunlar kartondan milletvekili... Yahut kamplara girmek için ABD'den izin almaları gerektiğini bilmiyorlar... Bari Angelina Jolie'den yardım isteselerdi... Belki dalga geçiyorum gibi geliyor, ama çok acı bir durum. Gerçekten yüreğim acıyor...
İstisnasız her gün Yayladağı kampına 20 kez ambulans gidip geliyor. Buna ben tanık oldum. Yarım saatte bir ortalığı gürültüye boğarak bir ambulans ya Antakya'dan kampa gidiyor ya kamptan Antakya'ya...
Kamptaki göçmenlerin devamlı kavga ettikleri biliniyor, ama her gün yirmi kişi yaralanacak kadar değil... İki yüzün üstünde kadının hamile kaldığı söyleniyor. Bu kadınlara kürtaj yaptırmak için de olamaz bu kadar ambulans... Onlara başka çareler bulunmuştu ve bu kızlardan biriyle evlenene Altınözü kaymakamı daire ve bilmem ne kadar kredi verecekti... Bunlar da "fısıltı gazetesinin" manşetlerinde olanlar. Gerçek payı vardır mutlaka... Ama ne kadar?
Millet cidden çok tedirgin. Çoğu kimse ambulanslarla silah taşındığını iddia ediyor. Silah taşınıyorsa kime ve ne için? Dedikodular çok daha vahim boyutlarda... Hatay'da iç çatışma yaratma ve bir kesimin sürgün edilmesi dedikodularını işitmeyen kaldı mı?
Bunları milletin vekilleri aydınlatmayacaksa kim aydınlatacak? Milletvekilinin dokunulmazlığı ne işe yarıyor? Para hortumlama işlerine karıştığı zaman ceza görmesin diye mi? CIA 'dan açıklama mı bekleyeceğiz yoksa? Kendi toprağımızda olup bitenleri, yaşamımızı doğrudan doğruya etkileyen olayları, olup bitenleri bilmeye hakkımız var! Hadi bakalım milletin vekilleri! Vekil vekalet edendir. Bu halk vekaletini iyi yapmayanın vekaletini ne zaman iptal etmeyi öğrenecek?
15 Ekim 2011 Cumartesi
YALÇIN KÜÇÜK’ÜN KİRLİ BİLİNÇALTI ve ALEVİLER
Mihrac Ural - 15 Ekim 2011
Yalçın Küçük küçüldükçe küçülüyor.
Siyaset kulvarlarında içinde düştüğü tek boyutlu milliyetçilikten bu kez tek mezhepli şovenizme uzanmış bulunuyor. Sahibinin sesi malum “Aydınlık” Gazetesinde 4 Ekim 2011 tarihli yazısından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Nur Baba” adlı romanı üzerine yazarken, tarikatlardaki cinsellikle ilgili olarak “Grup sekse biz ‘mum söndü’ diyoruz, başlarken hatırlatıyorum. Yalnız bu mum söndü ve daha ilerisi, çırılçıplak muanaka ve kucaklaşma…” cümleler kurmuştur. Bu cümleler bire bir Alevi toplumuna karşı, tarihsel kin ve nefretin, ötekileştirme çabalarının bir verisi olarak dile gelmiştir.
Yalçın Küçük, siyasi olduğu kadar toplumsal ahlak normlarını yitirmiş biri olduğu gerçeğini, sokak diliyle dışa vurmuştur. Yalçın Küçük’ün siyasi yönelimleri itibariyle bulunduğu yer, üç kuşak özgürlük ve demokrasi mücadelesi vererek ortaya koyulan devrimci geleneğe de karşı bir duruştur. Bu duruşun, bilinçaltından kusulan mezhepsel karalamalarla örtüşmesi, eşyanın tabiatına uygundur. Bu akıllar karanlık, birer İttihatçı akıldır. Cumhuriyetteki Osmanlı bunlardır. Cumhuriyeti gericiliğe yem yapanlar, ırkçı mezhep güdüleriyle ülkeyi yönetmeye kalkışan, sivil diktatörlük hezeyanlarıyla AKP iktidarının karşı taraftan destekçileri tas tamam bunlardır.
Bu karanlık akıllar, ülkemize çöken karanlıkların da payandasıdır; her ne kadar ulusalcılık adı altında boş tenekenin çok ses çıkarması edalarında olsa da. Bu akılların karanlıklarını, tarihte örneklerini çokça yaşadığımız Alevilere bakışta gözlemlemek zor değildir. Bu akıllar, gerçekte demokrasinin, aydınlığın, uygarlığın en önemli toplumsal dinamiklerinden biri olan Alevilere karşı çirkin karalamalar yaparak kendilerini ifade ederler. Alevilik inanç algılarının içsel dokuları gereği bu eğilimleri açığa vuran bir turnusol gibidir, mihenk taşıdır.
Aleviler bilimin aydınlık yüzüdür, aklın cesaretle kullanılmasının öncüleridir. Aleviliğin evrimciliği, insanlık tarihini açıklayan tutarlı ilkeleriyle kendini yaşamda konumlandırışı, karanlık güçlerin saldırılarına muhatap olmayı getiriyor. Aleviler aydınlanmanın öncüleri olarak bu bedeli tarihler boyunca ödeyip durdular.
Alevilik, cennetle–cehennem arasındaki farkı, cehaletle–bilim arasındaki farkla açıklayan, insanın ahlaksal arınmasını temel alarak daha uyumlu bir toplumsal yaşam projesi anlamına gelen inanç algısıyla, her çağ ve mekan için insan erdem ve onuruyla ilgilidir. Bundan dolayı Aleviler açısından, tarihin her kesitinde, Yalçın Küçük gibi kafasında mumları sönmüş ortaçağ mezhep ırkçılarıyla sorunları olmuştur.
Yalçın Küçük’ün Aleviliğe yaptığı çirkin göndermelerin, ülkemizi karanlık dönemlere sürüklemek isteyen AKP zihniyetinin ırkçı mezhep yönelimleriyle kesişiyor olması tesadüf değildir. Bu, ülkemizde ısrarla dayatılmak istenen ırkçı mezhepsel ayrımcılığın bir boyutudur. Sol gibi duran çevrelerden, gericiliğe güç taşımak isteyen bir göbek bağıdır; demokratik bir ülkede, hak eşitliği ve barış içinde bir arada yaşama bilincini tahrip etmek üzere ortaya atılmakta olan sis bombalarıdır. Ülkemizi yüz yıllardır mezhep kaygıları ve normlarıyla yönetenlerin oluşturduğu akıl algısının siyasal yelpazenin her köşesine sızmış kirliliğidir. Ancak olay sadece ülkemiz sınırları içinde bir olay değildir. Bu saldırılar, bölgemizde gelişen olaylardan bağımsız ele alınamaz. Aynı mantık, aynı cehennemi denklemler, bölgemiz üzerinde dolaşan karanlık bulutların da üreticisidir. Biri birilerine karşı hırlaştıkları görüntüsü içinde olsalar da aynı mantık, aynı yöntemle demokrasinin en temel sacayağı olana Alevilerin hedef alınması dikkat çekicidir.
Son zamanlarda Alevilere karşı her taraftan yöneltilen karalama ve saldırılar, bölgede olan gelişmelere denk gelişi oldukça manidardır. Bu, bir yandan Alevileri bölmek, “alt aleviler üst aleviler” gibi Murat Bardakçı’nın saçmalıklarında dile gelen yaklaşımlar olsun, diğer yandan Alevilere ahlaksal ithamlarda bulunmak olsun aynı amaçlıdır. Bu yaklaşımların içsel mantığında yer alan böl-yönet, kirletip ötekileştir mantığı, gerçekte bölgemizde oynana büyük siyasal oyanların bir parçası olarak sahnelenmektedir.
Kendini “büyük ulusalcı” olarak ortaya koyan, bölgede Büyük Orta-doğu Projesi’ne karşı olduğu iddiasında bulunan Yalçın Küçük’ün zihniyeti de gerici güçlerle derin bir kesişme içindedir. Bu kesişmenin egemen ulus, egemen mezhep ekseninde dönüp durması, AKP zihniyetiyle aynı potada olduğuna yeterli bir göstergedir. Bu noktada, ulusalcılarla, şeriatçıların buluşması çok normaldir. Bu da bölgemizde oynanmak istenen oyunun bir parçasıdır.
Bölgemizde İsrail-Amerikan çıkarlar için yeniden dizayn edilmesi amacıyla girişilen akıl almaz senaryoları hatırlayalım. Dünya şer güçlerinin ve medya etkinliklerinin yürüttüğü yalan, kurgu, abartma uydurma haber ve baskıları hatırlayalım. Katledilen insanları, cesetlerin doğranıp nehirlere atılmasını, yakılmasını, çöp yığınları altına atılarak ortaya sergilenin mezhep düşmanlığı vahşetini hatırlayalım. Israrla sahnelenmek istenen mezhep çatışması için harcanan karanlık çabaları göz önüne alalım. Bunun hala devam ettiği bir bölge ortamında, ülkemizde Alevilere yönelik ağır saldırıları düşünelim. Bütün bunların, birbirinden bağımsız olmadığını göreceğiz. Bu gerçeklerin işaret ettiği tek şey, bölgemizde aydınlığın katledilmek, güneşin karartılmak istendiğidir. Bu ise, kaosun, bölünüp parçalanmanın, istikrarsızlığın, tarihsel düşmanlıkların ikame edilerek, tüm ülkelerin, toplulukların birbirine düşmanlıkla enerjilerini tükettiği bir bölge yaratılmak istendiğini göstermeye yeterlidir.
İşte bu tablonun tetikçileri, Murat Bardakçı ve Yalçın Küçük gibi tetikçiler olduğu görülmektedir. Bunlar, beyinlerinde mumları söndürmüş ahlak yoksunu, düşkünlerdir. Pervasızlıklarının ardındaki rahatlık, dünya ve ülkemiz şer güçleriyle aynı kulvarda olmalarıdır. Alevilerin utanç duyulacak sesiz sitemsizlikleri ise işin en traji-komik yanıdır.
Her şeye rağmen, Yalçın Küçük gibi tetikçilerin bilmediği şey, Alevilerin bu karanlık akıllarla mücadele ede ede bu güne geldiği gerçeğidir. Tarihler boyunca imparatorluklar yıkılmıştır ama Aleviliğin insanlık mesajı yolunda yürüyüşü aksamamıştır, uygarlıklar, devletler, sistemler, paktlar, dev güçler esamisi bile anılmadan tarih sahnesinden silinip gitmiştir ama Alevilik insan erdem ve onursal ilkeleriyle yoluna devam etmiştir. Bundan sonrası da öyle olacaktır.
Her şeye rağmen, Aleviler bu karanlık akıllara karşı sadece zamanın hükmünü beklemeden, toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel gücüyle de anında cevap vermeyi öğrenmelidir.
Yalçın Küçük küçüldükçe küçülüyor.
Siyaset kulvarlarında içinde düştüğü tek boyutlu milliyetçilikten bu kez tek mezhepli şovenizme uzanmış bulunuyor. Sahibinin sesi malum “Aydınlık” Gazetesinde 4 Ekim 2011 tarihli yazısından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Nur Baba” adlı romanı üzerine yazarken, tarikatlardaki cinsellikle ilgili olarak “Grup sekse biz ‘mum söndü’ diyoruz, başlarken hatırlatıyorum. Yalnız bu mum söndü ve daha ilerisi, çırılçıplak muanaka ve kucaklaşma…” cümleler kurmuştur. Bu cümleler bire bir Alevi toplumuna karşı, tarihsel kin ve nefretin, ötekileştirme çabalarının bir verisi olarak dile gelmiştir.
Yalçın Küçük, siyasi olduğu kadar toplumsal ahlak normlarını yitirmiş biri olduğu gerçeğini, sokak diliyle dışa vurmuştur. Yalçın Küçük’ün siyasi yönelimleri itibariyle bulunduğu yer, üç kuşak özgürlük ve demokrasi mücadelesi vererek ortaya koyulan devrimci geleneğe de karşı bir duruştur. Bu duruşun, bilinçaltından kusulan mezhepsel karalamalarla örtüşmesi, eşyanın tabiatına uygundur. Bu akıllar karanlık, birer İttihatçı akıldır. Cumhuriyetteki Osmanlı bunlardır. Cumhuriyeti gericiliğe yem yapanlar, ırkçı mezhep güdüleriyle ülkeyi yönetmeye kalkışan, sivil diktatörlük hezeyanlarıyla AKP iktidarının karşı taraftan destekçileri tas tamam bunlardır.
Bu karanlık akıllar, ülkemize çöken karanlıkların da payandasıdır; her ne kadar ulusalcılık adı altında boş tenekenin çok ses çıkarması edalarında olsa da. Bu akılların karanlıklarını, tarihte örneklerini çokça yaşadığımız Alevilere bakışta gözlemlemek zor değildir. Bu akıllar, gerçekte demokrasinin, aydınlığın, uygarlığın en önemli toplumsal dinamiklerinden biri olan Alevilere karşı çirkin karalamalar yaparak kendilerini ifade ederler. Alevilik inanç algılarının içsel dokuları gereği bu eğilimleri açığa vuran bir turnusol gibidir, mihenk taşıdır.
Aleviler bilimin aydınlık yüzüdür, aklın cesaretle kullanılmasının öncüleridir. Aleviliğin evrimciliği, insanlık tarihini açıklayan tutarlı ilkeleriyle kendini yaşamda konumlandırışı, karanlık güçlerin saldırılarına muhatap olmayı getiriyor. Aleviler aydınlanmanın öncüleri olarak bu bedeli tarihler boyunca ödeyip durdular.
Alevilik, cennetle–cehennem arasındaki farkı, cehaletle–bilim arasındaki farkla açıklayan, insanın ahlaksal arınmasını temel alarak daha uyumlu bir toplumsal yaşam projesi anlamına gelen inanç algısıyla, her çağ ve mekan için insan erdem ve onuruyla ilgilidir. Bundan dolayı Aleviler açısından, tarihin her kesitinde, Yalçın Küçük gibi kafasında mumları sönmüş ortaçağ mezhep ırkçılarıyla sorunları olmuştur.
Yalçın Küçük’ün Aleviliğe yaptığı çirkin göndermelerin, ülkemizi karanlık dönemlere sürüklemek isteyen AKP zihniyetinin ırkçı mezhep yönelimleriyle kesişiyor olması tesadüf değildir. Bu, ülkemizde ısrarla dayatılmak istenen ırkçı mezhepsel ayrımcılığın bir boyutudur. Sol gibi duran çevrelerden, gericiliğe güç taşımak isteyen bir göbek bağıdır; demokratik bir ülkede, hak eşitliği ve barış içinde bir arada yaşama bilincini tahrip etmek üzere ortaya atılmakta olan sis bombalarıdır. Ülkemizi yüz yıllardır mezhep kaygıları ve normlarıyla yönetenlerin oluşturduğu akıl algısının siyasal yelpazenin her köşesine sızmış kirliliğidir. Ancak olay sadece ülkemiz sınırları içinde bir olay değildir. Bu saldırılar, bölgemizde gelişen olaylardan bağımsız ele alınamaz. Aynı mantık, aynı cehennemi denklemler, bölgemiz üzerinde dolaşan karanlık bulutların da üreticisidir. Biri birilerine karşı hırlaştıkları görüntüsü içinde olsalar da aynı mantık, aynı yöntemle demokrasinin en temel sacayağı olana Alevilerin hedef alınması dikkat çekicidir.
Son zamanlarda Alevilere karşı her taraftan yöneltilen karalama ve saldırılar, bölgede olan gelişmelere denk gelişi oldukça manidardır. Bu, bir yandan Alevileri bölmek, “alt aleviler üst aleviler” gibi Murat Bardakçı’nın saçmalıklarında dile gelen yaklaşımlar olsun, diğer yandan Alevilere ahlaksal ithamlarda bulunmak olsun aynı amaçlıdır. Bu yaklaşımların içsel mantığında yer alan böl-yönet, kirletip ötekileştir mantığı, gerçekte bölgemizde oynana büyük siyasal oyanların bir parçası olarak sahnelenmektedir.
Kendini “büyük ulusalcı” olarak ortaya koyan, bölgede Büyük Orta-doğu Projesi’ne karşı olduğu iddiasında bulunan Yalçın Küçük’ün zihniyeti de gerici güçlerle derin bir kesişme içindedir. Bu kesişmenin egemen ulus, egemen mezhep ekseninde dönüp durması, AKP zihniyetiyle aynı potada olduğuna yeterli bir göstergedir. Bu noktada, ulusalcılarla, şeriatçıların buluşması çok normaldir. Bu da bölgemizde oynanmak istenen oyunun bir parçasıdır.
Bölgemizde İsrail-Amerikan çıkarlar için yeniden dizayn edilmesi amacıyla girişilen akıl almaz senaryoları hatırlayalım. Dünya şer güçlerinin ve medya etkinliklerinin yürüttüğü yalan, kurgu, abartma uydurma haber ve baskıları hatırlayalım. Katledilen insanları, cesetlerin doğranıp nehirlere atılmasını, yakılmasını, çöp yığınları altına atılarak ortaya sergilenin mezhep düşmanlığı vahşetini hatırlayalım. Israrla sahnelenmek istenen mezhep çatışması için harcanan karanlık çabaları göz önüne alalım. Bunun hala devam ettiği bir bölge ortamında, ülkemizde Alevilere yönelik ağır saldırıları düşünelim. Bütün bunların, birbirinden bağımsız olmadığını göreceğiz. Bu gerçeklerin işaret ettiği tek şey, bölgemizde aydınlığın katledilmek, güneşin karartılmak istendiğidir. Bu ise, kaosun, bölünüp parçalanmanın, istikrarsızlığın, tarihsel düşmanlıkların ikame edilerek, tüm ülkelerin, toplulukların birbirine düşmanlıkla enerjilerini tükettiği bir bölge yaratılmak istendiğini göstermeye yeterlidir.
İşte bu tablonun tetikçileri, Murat Bardakçı ve Yalçın Küçük gibi tetikçiler olduğu görülmektedir. Bunlar, beyinlerinde mumları söndürmüş ahlak yoksunu, düşkünlerdir. Pervasızlıklarının ardındaki rahatlık, dünya ve ülkemiz şer güçleriyle aynı kulvarda olmalarıdır. Alevilerin utanç duyulacak sesiz sitemsizlikleri ise işin en traji-komik yanıdır.
Her şeye rağmen, Yalçın Küçük gibi tetikçilerin bilmediği şey, Alevilerin bu karanlık akıllarla mücadele ede ede bu güne geldiği gerçeğidir. Tarihler boyunca imparatorluklar yıkılmıştır ama Aleviliğin insanlık mesajı yolunda yürüyüşü aksamamıştır, uygarlıklar, devletler, sistemler, paktlar, dev güçler esamisi bile anılmadan tarih sahnesinden silinip gitmiştir ama Alevilik insan erdem ve onursal ilkeleriyle yoluna devam etmiştir. Bundan sonrası da öyle olacaktır.
Her şeye rağmen, Aleviler bu karanlık akıllara karşı sadece zamanın hükmünü beklemeden, toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel gücüyle de anında cevap vermeyi öğrenmelidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)