16 Ağustos 2011 Salı
ZEKİ EL KASIM (URAL) HAKKIN RAHMETİNDE
Şeyh Zeki el Kasım (Ural) 1912 Antakya – 16 ağustos 2011
BABAM
ASIRLIK ÇINARIM ARTIK ARAMIZDA DEĞİL
Mihrac Ural
16 Ağustos 2011 saat: 17:00
Babamın vefat haberini verdiler. Annemi de babamı da sürgünde kaybettim her ikisinin elini öpemeden, evlatları olmanın yükümlülüklerini yerine getirmeden onları kaybettim. Hakları boynumda bir borç olarak kaldı gitti. İşkence, zindan, sürgün yollarımı kesti durdu. Davamın bir parçası gibi acılarımın ortağı oldular. Anam saçlarını ak etti zindan kapılarında, babam sesiz ve sitemsizce hep yanındaydı. Ana acısı mı, baba acısı mı demeyin, ayrılık acısı, kopma acısı olan, .bir kez daha kavuşma ihtimali olmamanın kaosudur acı olan. Kaç yaşında olursanız olun, “baba acısı bir dipsiz kuyudur”, sizi ansızın yakalar. Her sorunun evveli ve ahiri yapar, babanızın omuzlayıp götürdüğü, farkında olmadığınız tüm yükler gelir omuzlarınıza çöker.
Bu gün babamın vefatı haberini verdiler, sakin ol dediler, gereken her şey yapılıyor dediler. Ama giden geri gelmeyecekti. Ölüm hakların en sevilmeyenidir derler, öyledir. Nasıl sevilsin ki, on yıllarda biriken bir anda yok oluyor.
Bu kasvetli anda babamı anlatmak çok zor. Bilenler bilmeyenlere anlatacak bu dev adamı. Benden birkaç satır istenirse anlatacakların şunlar olur;
Babam, tüm devrimcilerin babası gibi, saçlarına ak düşene kadar oğlunu zindan sürgünlerinde, mazgal mazgal görüş süreçlerinde takip eden annemin ve ailemin bekçisi,
Kimliğimin, devrimciliğimin, dünden bu güne gelen mücadelemin yol haritası, pusulası, gölgesinde kendimi her zaman güçlü gördüğüm dev çınarım, asırlık varlığım bu gün hakka yürüdü.
Hüzünlüyüm bugün ağladım da ağladım,
Son ana kadar yoğun tarih bilgisiyle öğretmenim olan, gençliği Fransız işgaline karşı, anavatanından koparılan kadim Roma kenti Antakya’sının ilhakına karşı mücadelede olgunlaşan, URUBA hareketi kurucu liderlerinden, devrimci direniş güçlerinin önderi, tevazuun, özverinin kahramanı artık aramızda değil.
Zindan kapılarında gözyaşı döken devrimci anaları sesiz ve sitemsiz, olası son düelloda yerini almak için bekleyen tüm babalar gibi, babam medresemdi. Bu medrese geçmişin mücadele algılarıyla deney ve birikimleriyle oluşmuştu.
O, mensup olduğu aile geleneğinin, Sultan Abdülhamit’e karşı mücadele eden dedesinin izinde, I. Dünya paylaşım savaşı ardından gelen işgalcilere ve ilhakçılara karşı mücadele etti. Bununla kalmadı, dönemin özgürlük ve demokrasi mücadelesi güçleriyle, Antakya caddelerinde ellerinde pankartlarla yürüdü. Antakya’nın ilk kitlesel mitinglerinin öncüsü o idi; Şehrimizin özgünlüğüyle bütünleşen “Alevi-Sünni bir olsun faşizm kahrolsun” sloganını dile getiren ilk kişiydi (1976).
1 Mayıs 2010’da tekerlekli sandalyesinde gençlerle, kızıl bayrakların gölgesinde, üç kuşak torunlarıyla omuz omuza özgürlük ve demokrasiyi haykıran oydu. Bölgenin son gelişmelerini sıkıca takip ederek bizleri, bölgeye tecavüz etmek isteyen dış güçlere karşı moralle donatan, son nefesinde bile “direnmeyi asla terk etmeyin“ diye uyaran oydu. O bir yürekti, yürekli evlatların oluşumunda bir bilgeydi, baba olmaktan çok bir dava yoldaşıydı.
İşte ben böylesi bir yiğit yoldaşı kaybettim. Zoruma gidiyor, onlar orada yalnız, ben ise onlarsızım. Sürgün yaralarımın merhemi annemi kaybettim, tesellimdi babam. Yanıma aldım ayaklarını öpüp başıma koydum. Elimle yıkadım, temizledim. Yaşantımı onun için yeniden düzenledim, ailemle birlikte onu mutlu etmek için her şeyimi ortaya koydum. Torunları etrafından pervaneydi, ama onun aklı kızlarında kalmıştı; “kız kardeşlerin orada yalnız kalmamalı, yanlarında bir erkek olmalı, sen ailen ve torunlarım gereğinden fazlasını yaptınız, hepinize hakkımı bin kez helal ediyorum” dedi, evine dönmek istedi, zar zor ve ısrarla döndü de. Çınarımız, kızlarını gölgesinden mahrum etmek istemedi;100’e dayanmış yaşı, ayakları üzerinde duramayan bünyesiyle, bir medrese gibi bize ders veriyordu.
İşte biz, bu dev adamın çocuklarıyız, bu terbiyenin medresesinden mezunuyuz.
O bir kadim Alevi şeyhler sülalesi EL KASIM’ların son halkasıydı. Şeyh Zeki el KASIM (Ural), bilge Hasibi’nin (Kas) öğrencisiydi. “Akıl süzgecinden geçmeyen şer-i olamaz” diyen insan merkezli evrimci teorinin, çağları birbirine bağlayan, düşüncenin her çağda bir uygarlık izi üzerinde yükselerek kendini ifade eden, imparatorluklar, devletler, teoriler yıkılırken dimdik ayakta kalan büyük bir medresenin sadık izcisiydi.
Ayrıca gerçek bir izciydi. Yaşadığı sürede, “dünyanın yaşayan en yaşlı izcisi” idi. Elinde bayrağıyla her zaman olduğu gibi en önde durandı. Bu önderin arkasında durduğu tek varlık ise annemdi. O güçlü kadın, babamın tevazu sınırları içinde önünde dururken babam da mutlu olurdu. Babam, tüm devrimci babalar gibi ailesini böylesi bir ilişki ve eşitlik içinde eğitendi.
O, kentimin kaybolan arenasında at koşturan Ben Hür gibi, onurlu yaşamın acımasız koşullarına, küçük bir memur olmanın dayanılmaz sıkıntılarına karşı bir gladyatör gibi savaşandı. Onurlu olmak için zorlukları yaşayarak aşmak diye bir sınav varsa, işte o bu sınavın verildiği medresenin başöğretmeniydi.
Sürgün yıllarımın ağırlığını omuzlarımdan almaya çalışan bu dev adam, evini, sofrasını, yatağını, yastığını dostlarımla paylaşandı; evini adıma Kabe yapan bir müritti. Yanıma gelemeyen dostlarım bu evde tavaf olurdu. Bu ise gerçekte benim onlarla şereflenmemdi. Bunu babama borçluyum. Tüm babalar gibi işte benim babam da böyle biriydi.
Öncelikle ailemi, en yakın akrabalarımı, mahallemi, geniş çevremi ve kentimi, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde sağlam bir köşe taşı yaparken verdiğimiz emeklerin öğretmeni işte bu babaydı.
Hüzün doluyum dostlarım, neyi kaybettim, anlatabiliyor muyum…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder