HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

26 Ağustos 2011 Cuma

LİBYA NEREYE ?



Libya ayaklanmaları üzerine 12. Makale (http://mirural.blogspot.com)

Mihrac Ural
24 Ağustos 2011

Hepimizde olur ya, bir şuur kesikliği gibi, hiç bir şey düşünmeden bir noktaya odaklanarak bakmak gibi. Libya’nın sürüklendiği yere öylece baktım.

Kansızda olsa bir darbeyle iktidara gelmek gerçek bir halk devrimi için yetersiz olduğu çok açık. Gerçek ve geri dönüşü olmayan tarihsel devrimdir, Bu da teknolojik ilerleme dahil yapısal değişim ve ardından gelen siyasal, toplumsal yapısal değişimlerdir. Hiçbir darbe, yeterli nesnel olgunluğu olmayan hiçbir devrim bunu başaramaz. Böylesi bir adımın siyasal iktidarı ne kadar uzun sürerse sürsün, s- ancak siyasal zorla, baskıyla bir yere kadar devam eder. Sonunda da mutlaka yıkılır gerisin geriye döner. 20.yy bunun tarihsel örnekleriyle kapandı; sosyalist sistem böyle çöktü. Saha, vahşetler çağını, karanlık ortaçağları aratmayacak tek boyutlu bur dünya düzenine kaldı. Tek boyutluluk, kısa bir süre boyutsuzluğa, kaosun hakim olduğu, ölçütsüz, standartsız süreçlere yöneldi. Bunun sonucu küçük ülkelerin tepkisi kadar büyüklerin acımasızlığı arttı. Dünyanın tüm düzenleri sarsıntı içinde kıvranırken, güçlüler zayıfları kendi kaoslarını aşmak için amansızca ezmenin, işgal etmenin, yakıp yıkmanın presleri altına aldı; buna da “insan hakları”, “demokrasi”, “sivilleri koruma”, “teröre karşı mücadele” gibi, kulağa hoş gelen tanımlamalar yaptılar.

Sonuçları Afganistan’da, Irak’ta Libya’da milyonlarca insanin acımasızca katledilmesiyle gördük. Bu ülkeler hala toparlanamamış, gelecek kuşaklara kin ve intikamdan başka bir miras bırakmadan yaşama savaşı vermeye de devam etmektedirler.

LİBYA’DA SON DURUM

21 Ağustos 2011, ayaklanmacılar, Libya’nın başkenti Trablus’a girdi. NATO güçlerinin inanılmaz bir hava kuvvetleri baskısı altında yeri göğü bombaladığı sivil asker farkı gözetmeden katlederek, yarattığı dehşet ortamında, ayaklanmacılar Trablus’a girdiler; bu gün Mekke’nin Müslümanlarca fethedildiği güne denk geldiği de özel olarak belirtildi. Duyan, Mekke’nin de Trablus gibi kanlı tarzda ele geçirildiği sanarak, Allahın bu kadar kardeş kanı dökmesini sorgulama durumunda olacaktır. Oysa Mekke fethi, kardeşler arasındaki kan dökmeyi önlemek için, kafir saydıklarını bile bağışlayan bir fetihti. 22-23-24 Ağustos tarihi itibariyle Kaddafi’nin merkezi konutu denilen, Trablus’un merkezinde yer alan Bap el Aziziye’de direnmekte olduğu belirtilmektedir. Ancak bu bir son çırpınıştır. Saatler içinde beklenen haberin çıkıp gelmesi sürpriz olmayacaktır.

Bundan sonrası için söylenecek çok şey olacaktır. Şu an, dile geldi andan itibaren geçmiştir.

Önceki yazılarımda Libya'ya iki kez gittiğimi belirtmiştim. Ayrıntılı bilgilerde vermiştim(Libya ayaklanmaları üzerine 1. Makale, “KADDAFİNİN ÇÖKÜŞÜ” http://mirural.blogspot.com/ ).

İlki gidişim 1981 baharındaydı. Yeterli bir süre kaldım, sahil şeridindeki tüm kentleri dolaştım. Tobruk’tan Trablus’a 1500 km’lik yol üzerindeki ilçeleri köyleri insan ilişkilerini irdelemeye çalıştım Libya’da uzaklık-yakınlık algısını, komşuya gitmenin en az 500 km gidiş geliş yol mesafesi olduğunu yaşarak öğrendim. Trablus’ta, Yeşil sahaya yakın eski kilise olan yeni camiyi gezdim (Yeşil denmesine bakmayın, tek bir ot bile yok stadyum büyüklüğündeki saha yeşil boya ile boyanmıştır), O tarihlerde cami yanında yer alan kafeteryada oturdum kahve içtim, pazarlarına gittim (Souk et-telata) insan ilişkilerini inceledim, iyi arındırılmamış sularını içtim; tuzlu gibiydi, yeni keşfedilen ve 70 milyon dolara mal olduğu söylenen Nehir el-Kebir (Büyük Nehir) yoktu ve suları denizden arıtılmıştı. Bir de Hirisi’lerini içtim; çok acı biber salçasının ılık suyla bulamaç haline getirilerek sabah kahvaltısı niyetine çorba diye içilir. Tesadüf o ki, pazarda bir gerginliğe de şahit oldum, sabah çorbasını, sulandırılmış korkunç acı biber salçası olarak yapan bir toplumun basit bir söz kavgasını baltalarla birbiri üzerine yürüyerek halletmeye çalıştığına tanıklık yaptım.Homurdananların olmasına rağmen, Kaddafi çok sevilen biriydi. Ancak bu sevgi bölgemizde liderlere sunulan sevgi gibi değildi. Soğuktu, içselleşmemiş, iktidar koltuğunda oturduğu için gibi bir sevgiydi; Lican es-Sevri ( devrim komiteleri) bile Kaddafi’nin adını anmayarak, “Yeşil Kitap” içeriğinden birbiriyle bütünsel olabilecek bir anlatım yapmadan bu kuru sevgiyi bir biçimde ifade ediyorlardı. Kendi adıma, o gün de bunu böyle algılamıştım.

Bu ilk gidişimde akıl sınırlarını zorlayan zenginlik, bolluk, ucuzluk, dünyanın tüm mallarının akın akın ettiği dev süpermarketlerde sergilendiği yıllar; yerli ürünleri de bir başkaydı, Petrolü, doğal gazı mı sadece, hayır. Toprak mahsulleri de bereketli ve boldu, Bingazi’den gelen kara üzümleri, balık servetleri, zeytin imkanlarını, yeterli tahılı ve Kaddafi’nin yerli siyasi üretimi olan Lican el sevri (Devrim komitelerini), "Yeşil Kitap" ve "Evrensel Üçüncü Teori". Yolunu arayan bir Libya bunu servet bolluğu içinde yapıyordu. Bir toplumu ileri götürmek için ne lazımsa tümü vardı. Ama olmadı, bir yandan Kaddafi’nin hayali, birbiriyle tutarlılığı olmayan ve topluma güvenmeyen, toplumsal kurumlara inanmayan, hukuk ve yasa tanımayan, sür git anti-emperyalist söylem devrimciliği içinde boğulan, kendini geviş gibi tekrar ettikçe batan algıları, bu bolluğu bir yükselişe değil, bataklığa çevirmişti.

Bu bolluk döneminin ardından kasırgalar dönemi başladı. 1982 Ağustosunda bir kez daha Libya’daydım. Bir yıl öncesinde, o tarihlerde henüz ülkemizde süpermarket nedir diye kimsenin bilmediği on katlı dev komplekslerde, yeryüzünün her köşesinden gelen, en ileri teknoloji ve tekstil ürünlerinin yerinde yeller esiyordu; dev kompleksler, keçi-koyun ağıllarına dönüştürülmüş, zemin katlar ise inek harası haline çevrilmişti. Her şey bitmişti, bir anda bitmiş gibiydi. Bu kesitin uluslar arası boyutunu ilk makalemde şöyle dile getirmiştim “Kaddafi, Amerika yönetimleriyle sürekli çatışma halindeydi. Amerika terörün dünyadaki beslenme kaynağı, “şer merkezi” olarak Libya’yı gösteriyordu. Regan yönetiminin Amerika’sı, soğuk savaşın son düellolarını dünyanın her köşesinde acımasız bir savaşla yürütüyordu. Saf bulanıklığı iktidara geldiği günden beri süren Kaddafi’nin payına, bu süreçte ağır saldırılar düşüyordu; Amerikan askeri uçakları, daha sonra sık sık yapacağı gibi Libya’nın yaşam alanı olan Sirte körfezi üzerinde, hava sahasını ihlal ederek iki uçağını düşürdüğü kızılca kıyamet işaretlerinin geldiği dönmedi.
Ronald Regan yönetimindeki Amerika Libya üzerine keskin bir bıçak gibi iniyordu. 15 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’nin bombalanması. Doğrudan doğruya, BM üyesi bir devlete ve başkanına saldırı amaçlı bombardıman yapılması, inanılır gibi bir şey değildi. En sonunda da meşhur PAN AM Havayollarından bir uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Kaddafi’nin itham edilmesi ve bunun sonuçları, uzun sürecek bir gerginliğin nedeniydi. Lockerbie olayı (21 Aralık 1988)

Bu gelişmelerin sonuçlarında Libya artık kırılmıştı; havada motoru durmuş bir uçuk gibi yörüngesinden çıkmış yere çarpmak üzere düşüyordu. Araplıktan Afrikalılığa transfer olduğunu ilan edip haritasını, logolarını, stratejilerini bir anda değiştiren bir dengesiz lider konumundaydı. (Agm.)

Libya’da her şey köşeli gibi. Keskin köşesi olmayan hiçbir sorun yok gibi.

Bu keskinlik, bu sert viraj Libya’nın kaderi mi ? Bilemiyorum. Ama bu güne bakıyorum. Libya, bu gün de böylesine keskin bir virajla karşı karşıya.

“Emperyalizme karşı direnmenin kalesi” olduğu söylemleriyle geçen 42 yılın ardından hiçbir şey olmamış gibi, vatan ihanetinden başka bir anlamı olmayan emperyalist ülkelerin mutlak sömürgeci çıkarlarına köle olmak, onların kuklası olarak, ülkesini ve halkını NATO uçaklarıyla bombalatmayı kabullenmek, bu dış müdahaleyi şehvet derecesinde arzulayarak talep edip, bunun sonucu iktidar olunacağı sanısına kapılmak, Libya’nın yüz yüze kaldığı yeni egemen model olacak gibidir. Kaddafi’nin ruhuna rahmet okutup okutmayacaklarını göreceğiz, ama belirteler hiç iç açıcı değil.

Kaddafi Libya’sını ve ayaklanmaları yazdım. Kaddafi’nin Yeşil katabı’na ayrıntılı ve sert eleştiriler yaptım, siyasal-sosyal-ekonomik sistemine, halka dayanmayan darbeciliğin asla bir halk devrimi yaratamayacağı gerçeğine ve darbeci devrimciliğin zamanla içe bükülerek çürüyüp, dar bir çevre içinde despotluğa düştüğünü dile getirdim; Kaddafi’nin sistemini “Sistemsiz sistem” olarak değerlendirdim.Yeşil Kitap üzerine eleştirilerimi içeren makalede “Libya’yı, düne kadar yeşil bir salataya, bu günlerde ise kızıl bir kan gölüne dönüştürme eğiliminde olan, “Üçüncü Evrensel Teori” olma iddiasındaki “YEŞİL KİTAP”, oturmamış, belli bir disipline ait olmayan, ortaya koyduğu iddiaları birbiriyle bağlayan tutarlı bir iç dokuya sahip olmayan okumaların yazıya dökülmüş halidir diye özetleyebilirim.” Dedim ( Mihrac Ural, Libya ayaklanmaları üzerine 3. Makale “YEŞİL KİTAP” ve korgeneral AYŞE KADDAFİ” http://mirural.blogspot.com/)

Kaddafi devrimciliğinin eleştirisini de özetle şu şekilde toparladım;

“Darbeci devrimciliğin vardığı son duruk budur. Bu bir kaderi gibidir. Tarihsel devrimlerin geri dönüşü mümkün olmayan gelişmelerinin aksine, siyasi bir darbeden başka anlama gelmeyen, devrimci söylemlerden öteye bir devrimcilik ikame edemeyen tarihin tüm darbeci devrimcilik örnekleri, aynı akıbete uğruyor; diktatörlükte tıkanıyor ve halkla yüz yüze geliyor. Kaddafi’nin gelip dayandığı yer burasıdır.

Siyaset de devrimlerde halk içindir. Bunu, sınıflara, inançlara, etnik aidiyetlere mahkum ederek daraltmak, katletmektir. Bunun da ötesinde, iktidarlar muhaliflerine iktidar olma fırsat ve olanağını yok ettikçe, ezici çoğunluğu alsalar da diktatörlüğe yönelmekten kurtulamazlar. Bunun da adı sivil diktatörlük ya da başka bir şey, tümü aynı kapıya çıkar. Diktatörlüklerin yıkılışı ise hep birbirine benzer; bunu devrimcilik, halkçılık adına ya da Allah adına yapmanın arasında hiçbir fark yoktur.“ (Mihrac Ural, Libya Ayaklanmaları üzerine 2. Makale “KADDAFİ KONUŞTUKÇA… http://mirural.blogspot.com/”

Ancak ayaklanmacıların zayıf düştükçe dış güçlere, emperyalistlere dünya şer güçlerine el uzatması ve bu ayamadan sonra kardeş kavgasının emperyalist çıkarların lehine, kanlı bir savaş halini alması, Libya’da gelişen özgürlük ve demokrasi için halk hareketini de katlediyordu. Bu süreç halktan tamamen kopup onu silah zoruyla Emperyalist çıkarlar yönünde, Kaddafi’ye karşı duruşa sürüyordu. Oysa halkına dayananlar, dış güçleri kendi sorunlarına ortak etmezlerdi. Koşullar ne olursa olsun dış gücü ülkesine sokmak isteyenler, asla halkı temsil edemezler. Dış müdahale her zaman çoğunluğun iradesini, azınlığın iradesi altına sokmuştur. Sömürgeci dönemlerde olduğu gibi, bu gün kendini aydın, ilerici, özgürlükçü, dinci, gerici, insan hakları savunucusu gibi bin bir isimle isimlendirse de dış güce dayananlar insanlıklarını da satmış olarak, çoğunluğun iradesini dış güçlere dayanarak gasp edemeye çalışırlar. Nitekim Libya gelişmeleri bu yöne kaydıkça, muhalefet vatan ihaneti halini almaya başladı.

Bu gelişmeleri ayrıntılarıyla irdeleyip açıkça şunu ifade etim; “Geçici Ulusal Meclis” Başkanı Mustafa Abdulcelil, Afrika Birliğinin önerdiği ateş kes çağrısına (11 Nisan 2011) ret cevabı vererek “Kaddafi ve oğullarının Libya’dan çıkmalarını içermeyen hiç bir öneriye sıcak bakmayacaklarını“ ifade ederek, “NATO güçlerinin yaptığı yardımlar, askeri olarak Kaddafi’ye karşı yönelttikleri darbeler dolayısıyla teşekkürlerimizi iletir, bu operasyonların artan oranda devamını“ dilediğini dile getirmesi. Libya muhalefet güçlerinin, tarihin verdiği tüm örneklere benzer, halkına dayanmayan, haklı olduğuna inanmayan ve zayıf düşünce dış güçlerin paravanı olan her muhalefet gibi, halkı temsil etmediği açığa çıkmıştır” (Mihrac Ural, Libya ayaklanmaları üzerine 10. Makale “LİBYA VE DIŞ SİYASETTE ÇÖKÜŞ” http://mirural.blogspot.com/)

Sonuçta 25 bin Libyalı kardeşlerinin de onayı ve katılımıyla NATO’nun dünya şer güçleri tarafından katledildi. katledildi. Libya bu kuvvetlerin bombardımanları altında yıkıldı. Bu bir vatan ihanetiydi. Kaddafi ne olursa olsun, sonuçta bu ihanet, emperyalistlere Libya’da sökülmesi mümkün olmayan bir konumlanış kazandırdı.

Buradan da son bir ek yapayım. Libya asla rahat yüzü görmeyecektir. Şu an üstü örtülü tüm sorunlar Pandoranın kutusu gibi açılıp yayılacaktır. Bir kez daha iktidar savaşları, paylaşım ve kanlı kıyım olacaktır. Şer güçleri ise bunu kabul edilebilir tarzda sürmesi için körükleyip duracaklardır.

Kaddafi dönemi bitti. Yerine gelen kim ve nedir? Bu satırların yazarına göre, Kaddafi’nin despot yönetimi yerine gelenler, yukarıdaki fotoğrafta yer alan, Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İngiliz Başbakanı David Cameron, ABD Büyükelçisi Susan Rice ve ABD Başkanı Barack Obama’dan oluşan dünya şer güçleri şebekesi, insanlık düşmanı emperyalist sömürgeci güçler oldu. Libya’yı en azından yarım asır talan edecek güçler gelip hakim oldu. Yeşil sahada fotoğraflarıyla onlara teşekkür edenler, yarın bu davranışlarının tarihsel vebali altında inim inim inleyecekleri açıktır. Libya halkı bir despottan kurtuldu ama bu yol ve yordamla çok daha acımasız bir despotluğun altına girmiş oldu.

KADDAFİNİN TIKANDIĞI YER

Kaddafi’yi aklamak değil, verileri ayrıntılarda yatan şeytana inat ortaya koymak adına yazma çabası veriyorum. Bunu Suriye konusunda da yapıyorum.

Kaddafi’nin 1 Eylül 1969 darbesinde Kral Sinusi Türkiye’deydi. Yanılmıyorsam İstanbul ve sonra Bursa’da kaplıcalardaydı. Kaddafi ona “orada kal, gelmene gerek yok biz devrim yaptık” dedi. Belki tarihin en kansız askeri darbesiydi. Bununla kalmadı, bizim iktidarda işimiz ne diye, son anda yaptığı ihaneti kendini kurtaran Cellud’u (ebedi kalacağı sanılan ikinci adam) Nasır’ın yanına gönderdi. Özetle “ne yapalım, önerilerini bekliyoruz. Buyurun iktidarı devralın, bizim amacımız iktidar değil halkımıza hizmettir” mealinde bir mektupla Nasır’a seslendi. (Bkz. M.Haseneyn Heykel, “Kahire Dosyası” kitabı). Sonrası, 1977’yle birlikte başlayan süreç; Cemahiriye olayı, Lican şabiya, Lican es-Savriye, birbirini izledi. Karma bir siyasal yönelim, bir türlü oturmayan uluslar arası ilişki dengeleriyle at başı kaosu derinleştiriyordu. O günü iyi kavramak için, dünya güçler dengesinin, soğuk savaşın, Vietnam gibi ulusal kurtuluş savaşlarının dünyadaki etkilerini, yeryüzünün ak ve karaya boyandığı kesitleri bu açıdan yorumlamak gerek. O gün, yapılan her şeyin bir anlamı vardı, dünya ve bölgede oturduğu bir zemin bulunuyordu. Hatasıyla doğrularıyla yapılanlar halkın çıkarları içindi.

Ancak 21. Yy farklı bir yüzyıldı. Soğuk savaş biteli on yıllar olmuştu. Değişim şarttı. Daha çak özgürlük ve çok demokrasi tüm halkların hakkıydı ve güçlü olabilmesi için önemli bir manivelaydı.

Sosyalist isimlerle de olsa içe kapalı bir sistemin artık halkın çıkarlarını temsiz etmekte yeterli olmadığı açığa çıkmıştır. Vietnam, Kamboçya, Nikaragua ve bil cümle doğu Avrupa sosyalist ülke sistemleri çökmüştü. Yarım asırlık sistemler dünyaya ayak uydurabilecek açılımlar yapamamıştı. Libya bundan da çok geri bir durumdaydı. Partili olmak ihanet etmek teorisi üzerinden her türden sivil toplum kurum ve siyasal yapıları ret ediyordu. Herkesi ortak bir potaya koyup, bireysel tartışma kanallarının kısır döngüleriyle yetinmelerini tavsiye ediyordu. Halk kongresi bunun bir anlatımıydı. Rekabetin olmadığı ayrı yapılanlalar içinde özgürce fikir yarıştıramadığı ve halkın karşısında bunu sınamadığı ölçüde, özgür bir gelişme kaydedilemezdi; Kamboçya’da Pol-Pot rejiminin yaptıkları ise akıllara ziyandı.

Kaddafi, resmi yetkisi olmayan hakimi mutlaktı. Bu yapı açılmaya değil kırılmaya uygundu sonuçta olan da budur. Kaddafi, çok önemli fırsatları zenginliğiyle satın almasına karşı 21.Yüzyıla ayak uyduracak adımı atamadı.

Yeri değil ama bir hatırlatma için söyleyeceğim, 1970’li yıllarda Hafız Esad’ın kansız askeri darbesi gerçekleşti (16 Ekim 1970 “Hareket et-tashih”). Bu darbe- bir yandan kansız olması diğer yandan Baas’ı, ilkel, kapalı yapısından çıkararak geniş halk kitlelerinin katılımını saf1laması ülkenin nispeten dünyadaki ilişkilerini yeniden kabul edilebilir tarzda düzenlemesine olanak açmış oldu.

1970’de atılan bu adım olmasaydı, bu gün Beşşar Esad’ın bu ölçekte, “devrim gibi reform”ları karara bağlayıp, Resmi Gazetede ilan ederek, icra kanunlarını (temel kanunun işleyiş ayrıntılarını) yürürlüğe koyma şansı olamazdı, halkın bu ölçüde desteğini kazanması mümkün olamazdı. Buna rağmen sorunlu bir süreç yaşandığı açıktır.

Kaddafi bu açılımı yapamadı. İçe büküldü, çevresi boşaldı, en yakın insanları doğradı, tasfiye etti, geride kalanlar ise pamuk ipliğiyle birbirine bağlı ihanet rüzgarları altında dayanma şansı olmayanlardı. Tabi ki bunlar bir sonuçtu, sürecin nesnel verileri bu öznel dokuları örmüştü. Kaddafi’nin kırıldığı yer de burası oldu; genişleme döneminde daraldı.

Libya, 5 milyonu bulmayan nüfusuyla, 2 milyon Km² alanı ve dev servetleriyle (Petrol, Gaz ve kimsenin dikkatini çekmeyen temiz su, 1980’li yıllarda, kişi başına milli gelir 5410$, yıllık milli gelir 50 milyon $) Libya artık kendi halkına ait bir ülke değil. Libya on yıllar boyu dünya şer güçlerinin bu savaşta harcadığı milyonlarca doları borç olarak ödemekle geçecektir. Ülkenin yeniden inşası için de yeni borçlar altına girerek servetlerini, ülkeyi kanlı arenaya çeviren güçlere akıtacaktır.

Bütün bunlara ek Libya, istikrarını yitirmiştir, Afrika’nın cehennemi ölüm kıskacı içine yuvarlanmıştır. Dünya şer güçleri iç savaşı kışkırtacak ve bunun uzun bir süre, kabul edilebilir bir savaş olarak sürmesini sağlayacaktır ( petrol ve gaz akımını engellemeyecek ölçekte ancak dünya piyasasının çok altında fiyatlarla). Libya, bir baskıcı yönetimden bir kanlı talan ve sömürünün altına girmiştir, yağmurdan kaçarken doluya yakalanma budur.

LİBYA-SURİYE

Tam bu noktadan Libya ile Suriye verilerine karşılaştırmalı olarak göz atalım.

25 bin ölünün verildiği, son 48 saate, başkent Trablus’a girişte 2000 sivil-askerin öldürüldüğü bu savaşta, mali bilanço yüz milyonlarca dolar olduğu belirtilmektedir. 6 aydır Suriye’de olan olaylarda güvenlik güçleri ve göstericilerden toplan ölü sayısı 2200 olduğu belirtilmektedir (Muhaliflerin kendi rakamları).

Her ölüm acıdır ve özellikle sivillerin ölümü asla kabul edilemez. Nerede olursa olsun, kan durmalıdır, kan üzerinden siyaset mutlak olarak yasaklanmalıdır. Bu aynı zamanda, Libya’dan alınacak dersler kapsamında bir çağrıdır. Tabi ki, bu çağrıyı doğru yöre yöneltmezseniz ölümleri kışkırtmaktan başka bir şey yapmış olunmaz.; Suriye’de patlak veren olaylarla ilgili, tek boyutlu olarak devlete yapan emperyalist güçler, eli silahlı ve kanlı şebekeleri göz ardı ederek, Suriye’yi çökertme çabaları artık yeterince açık olmuştur.

Emperyalistlerin bölgemiz insanını, insan yerine koymadığını artık hepimiz biliyoruz. Bölgemizdeki kaos ve “yaratıcı anarşi”nin halkın çıkarları için değil tersini ölümü ve yıkımı için yapmadığı açıktır. Olaylar öncesi, dünyanın en güvenli ülkesi Suriye’yi, kan siyaseti üzerinden yürüyerek, düne kadar herkesin çok olumlu gördüğü Beşşar Esad’ı, diktatör ilan edip eli kanlı göstermeye çalışmanın kepazeliği, akıl tutulması ve algı dengesizliği bir yana, Libya üzerinden Suriye’ye iç savaşla da olsa, NATO askeri operasyonlarıyla da olsa kanlı bir arenaya çevirecekleri tehditlerini görmekteyiz.

Oysa Hukuk adına zerre kadar bilgisi olan bilir ki, Suriye yönetimi Beşşar Esad önderliğinde, “devrim gibi reformlar” Resmi Gazetede yayınlayarak yürürlüğe sokmuştur. Bununla da kalmayıp, detayları için gerekli olan icraat ayrıntılarını da kanunla düzenlemiş ve yayınlamıştır. Geride kalan tek şey, halkın bir kazanımı olarak, bir hak haline gelen bu kazanımları halkın kullanmasıdır.

Ne Beşşar Esad’ın ne de Suriye yönetiminin geride yapması gereken çok şey kaldı Yapılacak şey, Suriye halkının bu hakları kullanabilmesi için gerekli bir nefes, bir rahat ortamda kazanımları kullanmaya başlamasıdır. İşte yolu kesilmek istenen de tas tamam budur. Yasama bitmiş, yürütme halka ait olmuştur. Yönetimin yapacağı bu hakları güvenceye almak, bunlara uzanan ellerin önünü kesmektir. Ancak dünya şer güçleri tam bu noktada çirkin suratlarını gösteriyorlar. Suriye halkının kazandığı hakları kullanmasına müsaade etmiyorlar.

Bununla bir kez daha belli oldu ki, dünya şer güçleri ve eli silahlı şebekeler, reform istemiyorlar. Halkın bu kazanımını kullanmasına müsaade etmek istemiyorlar. Bu nedenle Suriye halkının özgürlük ve demokrasi kazanımlarının yolunu kesiyorlar. Yapılan evrensel bir eşkıyalıktır. Bunu, yoktan var etmek istediği “Beşşar Esad sorunu” haline dönüştürmek isteyenlerin içine düştükleri komedi de tas tamam budur. Bu şer güçlerinin, eli kanlı şebekelerin en büyük handikabıdır.

Gerçekte ise, ne Beşşar Esad sorunu var ortada ne de başka bir şey. Olay tas tamam kazanılan, resmileşen icrada olan özgürlük ve demokrasinin halk tarafından değerlendirilmesinin engellenmesidir. Bu nedenle, Suriye olaylarının birinci ayında Beşşar Esad’a tek kötü söz söylemeyenler, reform kararı aldıktan sonra “ıskat el nizam”, “ıskat Beşşar el Esad” diye çılgınca tepki göstermeleri bundandır.

Bunun için, ülkeyi çökertmek, bölmek, sindirmek, yakıp, yıkarak silahlı şebekelerle insanları katletmeye, cesetlerini parçalayıp yakmaya, çöplüklere atmaya, Asi nehrine “Allah-u Ekber” nidalarıyla, dökmeye başladılar. Bu Allahsızca girişim, Allah’ı suçlarına ortak etmek üzere yapılan bu çılgınlık, dünya şer güçlerinin uçaklarıyla, tanklarıyla toplarıyla kendi halkını katletme çağrısı olarak ikame edildi. Libya’da da olun budur.

Gelece kuşaklarımızı da rehine alacak bu evrensel vahşet kurgusunun tek amacı egemenlik ve sömürüdür. Bu tabloda kardeşler birbirinin kanını dökerken, okyanus ötelerinde seyredenler, ellerini ovuşturarak sonuçları bekleyecekler. Libya’nın Yeşil Sahasını istila ettikleri gibi, Şam’ın Merci meydanına ineceklerini hayal ediyorlar. Bunu Libya’da başardılar, Suriye’de de denemek istiyorlar, İnatla yaptıkları, yalanla, Kurgularla, kuşatmalarla, lojistik desteklerle, iç ihanetlerle, dünya şer medyasının 48 kanaldan 24/24 saat yalan ve abartma yayın yaparak bunu ikame etmek istiyorlar.

Libya bir örnek, ama kendini münhasır bir örnek. Suriye farklıdır diyoruz, bunları ayrıntılarıyla da anlattık. Göreceğiz de. Suriye’de halkçı yönetim, atması gereken en önemi adımı attı; devrim gibi reform paketini yasallaştırdı. Bu görevi, halkına karşı sorumluluğuyla, hakkıyla ve hızla yerine getirdi. Bu bir ileri adımdır, Halkçı yönetimlerin de görevidir.

Evet acılar yaşandı, daha da yaşanabilir. Acıların yaşanmasını isteyen şer güçlerinden başkası değildir. Ancak bu sürecin hangi denklemlerin çözümüyle başarı kazandığını bilmek gerek. Kaddafi bunu başaramadı, buna imkanı bile yoktu. Devleti ayakta tutacak gerçekçi, ortak bir düşünsel ideali yoktu, birbirine tutkun değildi. Atadığı her görevli, bir an olsun bağlık göstermedi.

Libya, sonuçta, haklı ya da haksız çöktü. Bugün için bunun bir önemi kalmadı. Oysa Suriye’de devlete bir bakalım, yönetimin arkasındaki durun milyonları görelim ve adına muhalefet denen eli kanlı şebekelerin rezil hallerini, dış güçle mahkum serzenişlerini görelim. Silaha sarıldıkları her yerde halktan nasıl tecrit olduklarını izleyelim. Birbiriyle ilişkilerindeki çıkarcı darlığı ve seviyesizliği görelim, 29 Mart, 21 Haziran, 10 Temmuz, 17 Temmuz tarihlerinde ülke çapında, milyonlar üzerine milyonlarca Suriyelinin yönetimi ve liderliğinin arkasında durduğunu meydanları doldurarak gösterdiğini hatırlayalım. Bu ve buna benzer binlerce veri Libya ile Suriye’yi birbirinden farklı kılar.

Devlet baskısı olmasaydı muhaliflerde çok insan çıkarırdı demek ise abesle iştigaldir. Amerika’da, İngiltere’de, Fransa ve Almanya’da ya da dünyanın herhangi bir demokratik ülkesinde, devleti bir saatliğine kaldırın bakalım ne olur. Soyulmayan şirket market, yakılıp yıkılmayan bir yer, katledilmeyen tahrip edilmeyen bir kamu ve özel mülk kalır mı? Bu zırva karşılaştırmalar meşru değildir. Zulüm olan yerde halkın iradesi her zulmü yener. Bakın Mısır halkının ayağa kalkışına, tek bir taş bile atmadan diktatörlüğü devirdi. Çünkü orada bir diktatörlük vardı. Haklı olduğuna inanan bir halk kendi davasının arkasında zulmün her türüne göğüs gererek direnir: Bunun gerçek olmadığı yerde, kışkırtıcıların tüm çabalarına, arkalarındaki dış güçlere rağmen yönetimine destek olmaya ülkesinin yakılım yıkılmasına geçit vermez. Suriye’ halkının ortaya koyduğu tutum da tas tamam budur. Aksini söylemek kendini aldatmaktır.

Bu gerçeklere rağmen, toptancı mantıkla Libya ve Suriye’yi aynılaştıranların, bu kanlı denklemlerin bir parçası olduğunu iddia etmek yanlış değildir.

BU KARMAŞADA ÜLKEMİZİN YERİ

Ülkemiz, bu süreçte utanç verici bir duruş sergilemiştir. Uzun yıllar Kaddafi dostluğuna toz kondurmayan Erdoğan iktidarı, aniden ayaklanmacı vatan hainleriyle birlikte olmuştur, 300 milyon dolarlık hibe sunmuştur (150 milyonu nakdi, 150 milyonu da proje karşılığı), kardeş kanı akmasına ortak olmuştur, bu süreçten pay alacağını sanan ülkemiz yönetimi, yakın gelecekte de görüleceği gibi, sonuçta yüzü kara, eli boş çıkacaktır.

Hiçbir halk, tarihin hiçbir kesitinde ve hiç bir nedenle kardeş kanına giren bir ülkeyi benimsememiştir, sevmemiştir. Bu tür ülkeler ne yaparsa yapsın, kardeşler barışınca yüzkarasıyla ortalıkta dışlanırlar. Bu ülkelerin anılacakları tek şey, ihanetin yarattığı tarihsel nefret olacaktır.

Bu, dış siyasette “komşularla sıfır sorun” iddiasının kocaman bir yalan, “Stratejik Derinlik” adlı projenin de ne kadar sığı ve kan siyaseti üzerine yükselen iki yüzlülük olduğunu göstermiştir. Libya’dan alınacak bir ders varsa, bunu öncelikle Erdoğan iktidarının iflasla sonuçlanan dış politika mimarlarının alması gereklidir. Ayrıcı bu dış politika aynıyla devam eden ikiyüzlü iç politikanın devamı olduğu unutulmamalıdır. Bunun tek bir anlamı, var o da halkına karşı ikiyüzlü olanların dost ve komşulukta da aynı şekilde olacağıdır.

Hiç yorum yok: