26 Ağustos 2011 Cuma
LİBYA NEREYE ?
Libya ayaklanmaları üzerine 12. Makale (http://mirural.blogspot.com)
Mihrac Ural
24 Ağustos 2011
Hepimizde olur ya, bir şuur kesikliği gibi, hiç bir şey düşünmeden bir noktaya odaklanarak bakmak gibi. Libya’nın sürüklendiği yere öylece baktım.
Kansızda olsa bir darbeyle iktidara gelmek gerçek bir halk devrimi için yetersiz olduğu çok açık. Gerçek ve geri dönüşü olmayan tarihsel devrimdir, Bu da teknolojik ilerleme dahil yapısal değişim ve ardından gelen siyasal, toplumsal yapısal değişimlerdir. Hiçbir darbe, yeterli nesnel olgunluğu olmayan hiçbir devrim bunu başaramaz. Böylesi bir adımın siyasal iktidarı ne kadar uzun sürerse sürsün, s- ancak siyasal zorla, baskıyla bir yere kadar devam eder. Sonunda da mutlaka yıkılır gerisin geriye döner. 20.yy bunun tarihsel örnekleriyle kapandı; sosyalist sistem böyle çöktü. Saha, vahşetler çağını, karanlık ortaçağları aratmayacak tek boyutlu bur dünya düzenine kaldı. Tek boyutluluk, kısa bir süre boyutsuzluğa, kaosun hakim olduğu, ölçütsüz, standartsız süreçlere yöneldi. Bunun sonucu küçük ülkelerin tepkisi kadar büyüklerin acımasızlığı arttı. Dünyanın tüm düzenleri sarsıntı içinde kıvranırken, güçlüler zayıfları kendi kaoslarını aşmak için amansızca ezmenin, işgal etmenin, yakıp yıkmanın presleri altına aldı; buna da “insan hakları”, “demokrasi”, “sivilleri koruma”, “teröre karşı mücadele” gibi, kulağa hoş gelen tanımlamalar yaptılar.
Sonuçları Afganistan’da, Irak’ta Libya’da milyonlarca insanin acımasızca katledilmesiyle gördük. Bu ülkeler hala toparlanamamış, gelecek kuşaklara kin ve intikamdan başka bir miras bırakmadan yaşama savaşı vermeye de devam etmektedirler.
LİBYA’DA SON DURUM
21 Ağustos 2011, ayaklanmacılar, Libya’nın başkenti Trablus’a girdi. NATO güçlerinin inanılmaz bir hava kuvvetleri baskısı altında yeri göğü bombaladığı sivil asker farkı gözetmeden katlederek, yarattığı dehşet ortamında, ayaklanmacılar Trablus’a girdiler; bu gün Mekke’nin Müslümanlarca fethedildiği güne denk geldiği de özel olarak belirtildi. Duyan, Mekke’nin de Trablus gibi kanlı tarzda ele geçirildiği sanarak, Allahın bu kadar kardeş kanı dökmesini sorgulama durumunda olacaktır. Oysa Mekke fethi, kardeşler arasındaki kan dökmeyi önlemek için, kafir saydıklarını bile bağışlayan bir fetihti. 22-23-24 Ağustos tarihi itibariyle Kaddafi’nin merkezi konutu denilen, Trablus’un merkezinde yer alan Bap el Aziziye’de direnmekte olduğu belirtilmektedir. Ancak bu bir son çırpınıştır. Saatler içinde beklenen haberin çıkıp gelmesi sürpriz olmayacaktır.
Bundan sonrası için söylenecek çok şey olacaktır. Şu an, dile geldi andan itibaren geçmiştir.
Önceki yazılarımda Libya'ya iki kez gittiğimi belirtmiştim. Ayrıntılı bilgilerde vermiştim(Libya ayaklanmaları üzerine 1. Makale, “KADDAFİNİN ÇÖKÜŞÜ” http://mirural.blogspot.com/ ).
İlki gidişim 1981 baharındaydı. Yeterli bir süre kaldım, sahil şeridindeki tüm kentleri dolaştım. Tobruk’tan Trablus’a 1500 km’lik yol üzerindeki ilçeleri köyleri insan ilişkilerini irdelemeye çalıştım Libya’da uzaklık-yakınlık algısını, komşuya gitmenin en az 500 km gidiş geliş yol mesafesi olduğunu yaşarak öğrendim. Trablus’ta, Yeşil sahaya yakın eski kilise olan yeni camiyi gezdim (Yeşil denmesine bakmayın, tek bir ot bile yok stadyum büyüklüğündeki saha yeşil boya ile boyanmıştır), O tarihlerde cami yanında yer alan kafeteryada oturdum kahve içtim, pazarlarına gittim (Souk et-telata) insan ilişkilerini inceledim, iyi arındırılmamış sularını içtim; tuzlu gibiydi, yeni keşfedilen ve 70 milyon dolara mal olduğu söylenen Nehir el-Kebir (Büyük Nehir) yoktu ve suları denizden arıtılmıştı. Bir de Hirisi’lerini içtim; çok acı biber salçasının ılık suyla bulamaç haline getirilerek sabah kahvaltısı niyetine çorba diye içilir. Tesadüf o ki, pazarda bir gerginliğe de şahit oldum, sabah çorbasını, sulandırılmış korkunç acı biber salçası olarak yapan bir toplumun basit bir söz kavgasını baltalarla birbiri üzerine yürüyerek halletmeye çalıştığına tanıklık yaptım.Homurdananların olmasına rağmen, Kaddafi çok sevilen biriydi. Ancak bu sevgi bölgemizde liderlere sunulan sevgi gibi değildi. Soğuktu, içselleşmemiş, iktidar koltuğunda oturduğu için gibi bir sevgiydi; Lican es-Sevri ( devrim komiteleri) bile Kaddafi’nin adını anmayarak, “Yeşil Kitap” içeriğinden birbiriyle bütünsel olabilecek bir anlatım yapmadan bu kuru sevgiyi bir biçimde ifade ediyorlardı. Kendi adıma, o gün de bunu böyle algılamıştım.
Bu ilk gidişimde akıl sınırlarını zorlayan zenginlik, bolluk, ucuzluk, dünyanın tüm mallarının akın akın ettiği dev süpermarketlerde sergilendiği yıllar; yerli ürünleri de bir başkaydı, Petrolü, doğal gazı mı sadece, hayır. Toprak mahsulleri de bereketli ve boldu, Bingazi’den gelen kara üzümleri, balık servetleri, zeytin imkanlarını, yeterli tahılı ve Kaddafi’nin yerli siyasi üretimi olan Lican el sevri (Devrim komitelerini), "Yeşil Kitap" ve "Evrensel Üçüncü Teori". Yolunu arayan bir Libya bunu servet bolluğu içinde yapıyordu. Bir toplumu ileri götürmek için ne lazımsa tümü vardı. Ama olmadı, bir yandan Kaddafi’nin hayali, birbiriyle tutarlılığı olmayan ve topluma güvenmeyen, toplumsal kurumlara inanmayan, hukuk ve yasa tanımayan, sür git anti-emperyalist söylem devrimciliği içinde boğulan, kendini geviş gibi tekrar ettikçe batan algıları, bu bolluğu bir yükselişe değil, bataklığa çevirmişti.
Bu bolluk döneminin ardından kasırgalar dönemi başladı. 1982 Ağustosunda bir kez daha Libya’daydım. Bir yıl öncesinde, o tarihlerde henüz ülkemizde süpermarket nedir diye kimsenin bilmediği on katlı dev komplekslerde, yeryüzünün her köşesinden gelen, en ileri teknoloji ve tekstil ürünlerinin yerinde yeller esiyordu; dev kompleksler, keçi-koyun ağıllarına dönüştürülmüş, zemin katlar ise inek harası haline çevrilmişti. Her şey bitmişti, bir anda bitmiş gibiydi. Bu kesitin uluslar arası boyutunu ilk makalemde şöyle dile getirmiştim “Kaddafi, Amerika yönetimleriyle sürekli çatışma halindeydi. Amerika terörün dünyadaki beslenme kaynağı, “şer merkezi” olarak Libya’yı gösteriyordu. Regan yönetiminin Amerika’sı, soğuk savaşın son düellolarını dünyanın her köşesinde acımasız bir savaşla yürütüyordu. Saf bulanıklığı iktidara geldiği günden beri süren Kaddafi’nin payına, bu süreçte ağır saldırılar düşüyordu; Amerikan askeri uçakları, daha sonra sık sık yapacağı gibi Libya’nın yaşam alanı olan Sirte körfezi üzerinde, hava sahasını ihlal ederek iki uçağını düşürdüğü kızılca kıyamet işaretlerinin geldiği dönmedi.
Ronald Regan yönetimindeki Amerika Libya üzerine keskin bir bıçak gibi iniyordu. 15 Nisan 1986’da Trablus ve Bingazi’nin bombalanması. Doğrudan doğruya, BM üyesi bir devlete ve başkanına saldırı amaçlı bombardıman yapılması, inanılır gibi bir şey değildi. En sonunda da meşhur PAN AM Havayollarından bir uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Kaddafi’nin itham edilmesi ve bunun sonuçları, uzun sürecek bir gerginliğin nedeniydi. Lockerbie olayı (21 Aralık 1988)
Bu gelişmelerin sonuçlarında Libya artık kırılmıştı; havada motoru durmuş bir uçuk gibi yörüngesinden çıkmış yere çarpmak üzere düşüyordu. Araplıktan Afrikalılığa transfer olduğunu ilan edip haritasını, logolarını, stratejilerini bir anda değiştiren bir dengesiz lider konumundaydı. (Agm.)
Libya’da her şey köşeli gibi. Keskin köşesi olmayan hiçbir sorun yok gibi.
Bu keskinlik, bu sert viraj Libya’nın kaderi mi ? Bilemiyorum. Ama bu güne bakıyorum. Libya, bu gün de böylesine keskin bir virajla karşı karşıya.
“Emperyalizme karşı direnmenin kalesi” olduğu söylemleriyle geçen 42 yılın ardından hiçbir şey olmamış gibi, vatan ihanetinden başka bir anlamı olmayan emperyalist ülkelerin mutlak sömürgeci çıkarlarına köle olmak, onların kuklası olarak, ülkesini ve halkını NATO uçaklarıyla bombalatmayı kabullenmek, bu dış müdahaleyi şehvet derecesinde arzulayarak talep edip, bunun sonucu iktidar olunacağı sanısına kapılmak, Libya’nın yüz yüze kaldığı yeni egemen model olacak gibidir. Kaddafi’nin ruhuna rahmet okutup okutmayacaklarını göreceğiz, ama belirteler hiç iç açıcı değil.
Kaddafi Libya’sını ve ayaklanmaları yazdım. Kaddafi’nin Yeşil katabı’na ayrıntılı ve sert eleştiriler yaptım, siyasal-sosyal-ekonomik sistemine, halka dayanmayan darbeciliğin asla bir halk devrimi yaratamayacağı gerçeğine ve darbeci devrimciliğin zamanla içe bükülerek çürüyüp, dar bir çevre içinde despotluğa düştüğünü dile getirdim; Kaddafi’nin sistemini “Sistemsiz sistem” olarak değerlendirdim.Yeşil Kitap üzerine eleştirilerimi içeren makalede “Libya’yı, düne kadar yeşil bir salataya, bu günlerde ise kızıl bir kan gölüne dönüştürme eğiliminde olan, “Üçüncü Evrensel Teori” olma iddiasındaki “YEŞİL KİTAP”, oturmamış, belli bir disipline ait olmayan, ortaya koyduğu iddiaları birbiriyle bağlayan tutarlı bir iç dokuya sahip olmayan okumaların yazıya dökülmüş halidir diye özetleyebilirim.” Dedim ( Mihrac Ural, Libya ayaklanmaları üzerine 3. Makale “YEŞİL KİTAP” ve korgeneral AYŞE KADDAFİ” http://mirural.blogspot.com/)
Kaddafi devrimciliğinin eleştirisini de özetle şu şekilde toparladım;
“Darbeci devrimciliğin vardığı son duruk budur. Bu bir kaderi gibidir. Tarihsel devrimlerin geri dönüşü mümkün olmayan gelişmelerinin aksine, siyasi bir darbeden başka anlama gelmeyen, devrimci söylemlerden öteye bir devrimcilik ikame edemeyen tarihin tüm darbeci devrimcilik örnekleri, aynı akıbete uğruyor; diktatörlükte tıkanıyor ve halkla yüz yüze geliyor. Kaddafi’nin gelip dayandığı yer burasıdır.
Siyaset de devrimlerde halk içindir. Bunu, sınıflara, inançlara, etnik aidiyetlere mahkum ederek daraltmak, katletmektir. Bunun da ötesinde, iktidarlar muhaliflerine iktidar olma fırsat ve olanağını yok ettikçe, ezici çoğunluğu alsalar da diktatörlüğe yönelmekten kurtulamazlar. Bunun da adı sivil diktatörlük ya da başka bir şey, tümü aynı kapıya çıkar. Diktatörlüklerin yıkılışı ise hep birbirine benzer; bunu devrimcilik, halkçılık adına ya da Allah adına yapmanın arasında hiçbir fark yoktur.“ (Mihrac Ural, Libya Ayaklanmaları üzerine 2. Makale “KADDAFİ KONUŞTUKÇA… http://mirural.blogspot.com/”
Ancak ayaklanmacıların zayıf düştükçe dış güçlere, emperyalistlere dünya şer güçlerine el uzatması ve bu ayamadan sonra kardeş kavgasının emperyalist çıkarların lehine, kanlı bir savaş halini alması, Libya’da gelişen özgürlük ve demokrasi için halk hareketini de katlediyordu. Bu süreç halktan tamamen kopup onu silah zoruyla Emperyalist çıkarlar yönünde, Kaddafi’ye karşı duruşa sürüyordu. Oysa halkına dayananlar, dış güçleri kendi sorunlarına ortak etmezlerdi. Koşullar ne olursa olsun dış gücü ülkesine sokmak isteyenler, asla halkı temsil edemezler. Dış müdahale her zaman çoğunluğun iradesini, azınlığın iradesi altına sokmuştur. Sömürgeci dönemlerde olduğu gibi, bu gün kendini aydın, ilerici, özgürlükçü, dinci, gerici, insan hakları savunucusu gibi bin bir isimle isimlendirse de dış güce dayananlar insanlıklarını da satmış olarak, çoğunluğun iradesini dış güçlere dayanarak gasp edemeye çalışırlar. Nitekim Libya gelişmeleri bu yöne kaydıkça, muhalefet vatan ihaneti halini almaya başladı.
Bu gelişmeleri ayrıntılarıyla irdeleyip açıkça şunu ifade etim; “Geçici Ulusal Meclis” Başkanı Mustafa Abdulcelil, Afrika Birliğinin önerdiği ateş kes çağrısına (11 Nisan 2011) ret cevabı vererek “Kaddafi ve oğullarının Libya’dan çıkmalarını içermeyen hiç bir öneriye sıcak bakmayacaklarını“ ifade ederek, “NATO güçlerinin yaptığı yardımlar, askeri olarak Kaddafi’ye karşı yönelttikleri darbeler dolayısıyla teşekkürlerimizi iletir, bu operasyonların artan oranda devamını“ dilediğini dile getirmesi. Libya muhalefet güçlerinin, tarihin verdiği tüm örneklere benzer, halkına dayanmayan, haklı olduğuna inanmayan ve zayıf düşünce dış güçlerin paravanı olan her muhalefet gibi, halkı temsil etmediği açığa çıkmıştır” (Mihrac Ural, Libya ayaklanmaları üzerine 10. Makale “LİBYA VE DIŞ SİYASETTE ÇÖKÜŞ” http://mirural.blogspot.com/)
Sonuçta 25 bin Libyalı kardeşlerinin de onayı ve katılımıyla NATO’nun dünya şer güçleri tarafından katledildi. katledildi. Libya bu kuvvetlerin bombardımanları altında yıkıldı. Bu bir vatan ihanetiydi. Kaddafi ne olursa olsun, sonuçta bu ihanet, emperyalistlere Libya’da sökülmesi mümkün olmayan bir konumlanış kazandırdı.
Buradan da son bir ek yapayım. Libya asla rahat yüzü görmeyecektir. Şu an üstü örtülü tüm sorunlar Pandoranın kutusu gibi açılıp yayılacaktır. Bir kez daha iktidar savaşları, paylaşım ve kanlı kıyım olacaktır. Şer güçleri ise bunu kabul edilebilir tarzda sürmesi için körükleyip duracaklardır.
Kaddafi dönemi bitti. Yerine gelen kim ve nedir? Bu satırların yazarına göre, Kaddafi’nin despot yönetimi yerine gelenler, yukarıdaki fotoğrafta yer alan, Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İngiliz Başbakanı David Cameron, ABD Büyükelçisi Susan Rice ve ABD Başkanı Barack Obama’dan oluşan dünya şer güçleri şebekesi, insanlık düşmanı emperyalist sömürgeci güçler oldu. Libya’yı en azından yarım asır talan edecek güçler gelip hakim oldu. Yeşil sahada fotoğraflarıyla onlara teşekkür edenler, yarın bu davranışlarının tarihsel vebali altında inim inim inleyecekleri açıktır. Libya halkı bir despottan kurtuldu ama bu yol ve yordamla çok daha acımasız bir despotluğun altına girmiş oldu.
KADDAFİNİN TIKANDIĞI YER
Kaddafi’yi aklamak değil, verileri ayrıntılarda yatan şeytana inat ortaya koymak adına yazma çabası veriyorum. Bunu Suriye konusunda da yapıyorum.
Kaddafi’nin 1 Eylül 1969 darbesinde Kral Sinusi Türkiye’deydi. Yanılmıyorsam İstanbul ve sonra Bursa’da kaplıcalardaydı. Kaddafi ona “orada kal, gelmene gerek yok biz devrim yaptık” dedi. Belki tarihin en kansız askeri darbesiydi. Bununla kalmadı, bizim iktidarda işimiz ne diye, son anda yaptığı ihaneti kendini kurtaran Cellud’u (ebedi kalacağı sanılan ikinci adam) Nasır’ın yanına gönderdi. Özetle “ne yapalım, önerilerini bekliyoruz. Buyurun iktidarı devralın, bizim amacımız iktidar değil halkımıza hizmettir” mealinde bir mektupla Nasır’a seslendi. (Bkz. M.Haseneyn Heykel, “Kahire Dosyası” kitabı). Sonrası, 1977’yle birlikte başlayan süreç; Cemahiriye olayı, Lican şabiya, Lican es-Savriye, birbirini izledi. Karma bir siyasal yönelim, bir türlü oturmayan uluslar arası ilişki dengeleriyle at başı kaosu derinleştiriyordu. O günü iyi kavramak için, dünya güçler dengesinin, soğuk savaşın, Vietnam gibi ulusal kurtuluş savaşlarının dünyadaki etkilerini, yeryüzünün ak ve karaya boyandığı kesitleri bu açıdan yorumlamak gerek. O gün, yapılan her şeyin bir anlamı vardı, dünya ve bölgede oturduğu bir zemin bulunuyordu. Hatasıyla doğrularıyla yapılanlar halkın çıkarları içindi.
Ancak 21. Yy farklı bir yüzyıldı. Soğuk savaş biteli on yıllar olmuştu. Değişim şarttı. Daha çak özgürlük ve çok demokrasi tüm halkların hakkıydı ve güçlü olabilmesi için önemli bir manivelaydı.
Sosyalist isimlerle de olsa içe kapalı bir sistemin artık halkın çıkarlarını temsiz etmekte yeterli olmadığı açığa çıkmıştır. Vietnam, Kamboçya, Nikaragua ve bil cümle doğu Avrupa sosyalist ülke sistemleri çökmüştü. Yarım asırlık sistemler dünyaya ayak uydurabilecek açılımlar yapamamıştı. Libya bundan da çok geri bir durumdaydı. Partili olmak ihanet etmek teorisi üzerinden her türden sivil toplum kurum ve siyasal yapıları ret ediyordu. Herkesi ortak bir potaya koyup, bireysel tartışma kanallarının kısır döngüleriyle yetinmelerini tavsiye ediyordu. Halk kongresi bunun bir anlatımıydı. Rekabetin olmadığı ayrı yapılanlalar içinde özgürce fikir yarıştıramadığı ve halkın karşısında bunu sınamadığı ölçüde, özgür bir gelişme kaydedilemezdi; Kamboçya’da Pol-Pot rejiminin yaptıkları ise akıllara ziyandı.
Kaddafi, resmi yetkisi olmayan hakimi mutlaktı. Bu yapı açılmaya değil kırılmaya uygundu sonuçta olan da budur. Kaddafi, çok önemli fırsatları zenginliğiyle satın almasına karşı 21.Yüzyıla ayak uyduracak adımı atamadı.
Yeri değil ama bir hatırlatma için söyleyeceğim, 1970’li yıllarda Hafız Esad’ın kansız askeri darbesi gerçekleşti (16 Ekim 1970 “Hareket et-tashih”). Bu darbe- bir yandan kansız olması diğer yandan Baas’ı, ilkel, kapalı yapısından çıkararak geniş halk kitlelerinin katılımını saf1laması ülkenin nispeten dünyadaki ilişkilerini yeniden kabul edilebilir tarzda düzenlemesine olanak açmış oldu.
1970’de atılan bu adım olmasaydı, bu gün Beşşar Esad’ın bu ölçekte, “devrim gibi reform”ları karara bağlayıp, Resmi Gazetede ilan ederek, icra kanunlarını (temel kanunun işleyiş ayrıntılarını) yürürlüğe koyma şansı olamazdı, halkın bu ölçüde desteğini kazanması mümkün olamazdı. Buna rağmen sorunlu bir süreç yaşandığı açıktır.
Kaddafi bu açılımı yapamadı. İçe büküldü, çevresi boşaldı, en yakın insanları doğradı, tasfiye etti, geride kalanlar ise pamuk ipliğiyle birbirine bağlı ihanet rüzgarları altında dayanma şansı olmayanlardı. Tabi ki bunlar bir sonuçtu, sürecin nesnel verileri bu öznel dokuları örmüştü. Kaddafi’nin kırıldığı yer de burası oldu; genişleme döneminde daraldı.
Libya, 5 milyonu bulmayan nüfusuyla, 2 milyon Km² alanı ve dev servetleriyle (Petrol, Gaz ve kimsenin dikkatini çekmeyen temiz su, 1980’li yıllarda, kişi başına milli gelir 5410$, yıllık milli gelir 50 milyon $) Libya artık kendi halkına ait bir ülke değil. Libya on yıllar boyu dünya şer güçlerinin bu savaşta harcadığı milyonlarca doları borç olarak ödemekle geçecektir. Ülkenin yeniden inşası için de yeni borçlar altına girerek servetlerini, ülkeyi kanlı arenaya çeviren güçlere akıtacaktır.
Bütün bunlara ek Libya, istikrarını yitirmiştir, Afrika’nın cehennemi ölüm kıskacı içine yuvarlanmıştır. Dünya şer güçleri iç savaşı kışkırtacak ve bunun uzun bir süre, kabul edilebilir bir savaş olarak sürmesini sağlayacaktır ( petrol ve gaz akımını engellemeyecek ölçekte ancak dünya piyasasının çok altında fiyatlarla). Libya, bir baskıcı yönetimden bir kanlı talan ve sömürünün altına girmiştir, yağmurdan kaçarken doluya yakalanma budur.
LİBYA-SURİYE
Tam bu noktadan Libya ile Suriye verilerine karşılaştırmalı olarak göz atalım.
25 bin ölünün verildiği, son 48 saate, başkent Trablus’a girişte 2000 sivil-askerin öldürüldüğü bu savaşta, mali bilanço yüz milyonlarca dolar olduğu belirtilmektedir. 6 aydır Suriye’de olan olaylarda güvenlik güçleri ve göstericilerden toplan ölü sayısı 2200 olduğu belirtilmektedir (Muhaliflerin kendi rakamları).
Her ölüm acıdır ve özellikle sivillerin ölümü asla kabul edilemez. Nerede olursa olsun, kan durmalıdır, kan üzerinden siyaset mutlak olarak yasaklanmalıdır. Bu aynı zamanda, Libya’dan alınacak dersler kapsamında bir çağrıdır. Tabi ki, bu çağrıyı doğru yöre yöneltmezseniz ölümleri kışkırtmaktan başka bir şey yapmış olunmaz.; Suriye’de patlak veren olaylarla ilgili, tek boyutlu olarak devlete yapan emperyalist güçler, eli silahlı ve kanlı şebekeleri göz ardı ederek, Suriye’yi çökertme çabaları artık yeterince açık olmuştur.
Emperyalistlerin bölgemiz insanını, insan yerine koymadığını artık hepimiz biliyoruz. Bölgemizdeki kaos ve “yaratıcı anarşi”nin halkın çıkarları için değil tersini ölümü ve yıkımı için yapmadığı açıktır. Olaylar öncesi, dünyanın en güvenli ülkesi Suriye’yi, kan siyaseti üzerinden yürüyerek, düne kadar herkesin çok olumlu gördüğü Beşşar Esad’ı, diktatör ilan edip eli kanlı göstermeye çalışmanın kepazeliği, akıl tutulması ve algı dengesizliği bir yana, Libya üzerinden Suriye’ye iç savaşla da olsa, NATO askeri operasyonlarıyla da olsa kanlı bir arenaya çevirecekleri tehditlerini görmekteyiz.
Oysa Hukuk adına zerre kadar bilgisi olan bilir ki, Suriye yönetimi Beşşar Esad önderliğinde, “devrim gibi reformlar” Resmi Gazetede yayınlayarak yürürlüğe sokmuştur. Bununla da kalmayıp, detayları için gerekli olan icraat ayrıntılarını da kanunla düzenlemiş ve yayınlamıştır. Geride kalan tek şey, halkın bir kazanımı olarak, bir hak haline gelen bu kazanımları halkın kullanmasıdır.
Ne Beşşar Esad’ın ne de Suriye yönetiminin geride yapması gereken çok şey kaldı Yapılacak şey, Suriye halkının bu hakları kullanabilmesi için gerekli bir nefes, bir rahat ortamda kazanımları kullanmaya başlamasıdır. İşte yolu kesilmek istenen de tas tamam budur. Yasama bitmiş, yürütme halka ait olmuştur. Yönetimin yapacağı bu hakları güvenceye almak, bunlara uzanan ellerin önünü kesmektir. Ancak dünya şer güçleri tam bu noktada çirkin suratlarını gösteriyorlar. Suriye halkının kazandığı hakları kullanmasına müsaade etmiyorlar.
Bununla bir kez daha belli oldu ki, dünya şer güçleri ve eli silahlı şebekeler, reform istemiyorlar. Halkın bu kazanımını kullanmasına müsaade etmek istemiyorlar. Bu nedenle Suriye halkının özgürlük ve demokrasi kazanımlarının yolunu kesiyorlar. Yapılan evrensel bir eşkıyalıktır. Bunu, yoktan var etmek istediği “Beşşar Esad sorunu” haline dönüştürmek isteyenlerin içine düştükleri komedi de tas tamam budur. Bu şer güçlerinin, eli kanlı şebekelerin en büyük handikabıdır.
Gerçekte ise, ne Beşşar Esad sorunu var ortada ne de başka bir şey. Olay tas tamam kazanılan, resmileşen icrada olan özgürlük ve demokrasinin halk tarafından değerlendirilmesinin engellenmesidir. Bu nedenle, Suriye olaylarının birinci ayında Beşşar Esad’a tek kötü söz söylemeyenler, reform kararı aldıktan sonra “ıskat el nizam”, “ıskat Beşşar el Esad” diye çılgınca tepki göstermeleri bundandır.
Bunun için, ülkeyi çökertmek, bölmek, sindirmek, yakıp, yıkarak silahlı şebekelerle insanları katletmeye, cesetlerini parçalayıp yakmaya, çöplüklere atmaya, Asi nehrine “Allah-u Ekber” nidalarıyla, dökmeye başladılar. Bu Allahsızca girişim, Allah’ı suçlarına ortak etmek üzere yapılan bu çılgınlık, dünya şer güçlerinin uçaklarıyla, tanklarıyla toplarıyla kendi halkını katletme çağrısı olarak ikame edildi. Libya’da da olun budur.
Gelece kuşaklarımızı da rehine alacak bu evrensel vahşet kurgusunun tek amacı egemenlik ve sömürüdür. Bu tabloda kardeşler birbirinin kanını dökerken, okyanus ötelerinde seyredenler, ellerini ovuşturarak sonuçları bekleyecekler. Libya’nın Yeşil Sahasını istila ettikleri gibi, Şam’ın Merci meydanına ineceklerini hayal ediyorlar. Bunu Libya’da başardılar, Suriye’de de denemek istiyorlar, İnatla yaptıkları, yalanla, Kurgularla, kuşatmalarla, lojistik desteklerle, iç ihanetlerle, dünya şer medyasının 48 kanaldan 24/24 saat yalan ve abartma yayın yaparak bunu ikame etmek istiyorlar.
Libya bir örnek, ama kendini münhasır bir örnek. Suriye farklıdır diyoruz, bunları ayrıntılarıyla da anlattık. Göreceğiz de. Suriye’de halkçı yönetim, atması gereken en önemi adımı attı; devrim gibi reform paketini yasallaştırdı. Bu görevi, halkına karşı sorumluluğuyla, hakkıyla ve hızla yerine getirdi. Bu bir ileri adımdır, Halkçı yönetimlerin de görevidir.
Evet acılar yaşandı, daha da yaşanabilir. Acıların yaşanmasını isteyen şer güçlerinden başkası değildir. Ancak bu sürecin hangi denklemlerin çözümüyle başarı kazandığını bilmek gerek. Kaddafi bunu başaramadı, buna imkanı bile yoktu. Devleti ayakta tutacak gerçekçi, ortak bir düşünsel ideali yoktu, birbirine tutkun değildi. Atadığı her görevli, bir an olsun bağlık göstermedi.
Libya, sonuçta, haklı ya da haksız çöktü. Bugün için bunun bir önemi kalmadı. Oysa Suriye’de devlete bir bakalım, yönetimin arkasındaki durun milyonları görelim ve adına muhalefet denen eli kanlı şebekelerin rezil hallerini, dış güçle mahkum serzenişlerini görelim. Silaha sarıldıkları her yerde halktan nasıl tecrit olduklarını izleyelim. Birbiriyle ilişkilerindeki çıkarcı darlığı ve seviyesizliği görelim, 29 Mart, 21 Haziran, 10 Temmuz, 17 Temmuz tarihlerinde ülke çapında, milyonlar üzerine milyonlarca Suriyelinin yönetimi ve liderliğinin arkasında durduğunu meydanları doldurarak gösterdiğini hatırlayalım. Bu ve buna benzer binlerce veri Libya ile Suriye’yi birbirinden farklı kılar.
Devlet baskısı olmasaydı muhaliflerde çok insan çıkarırdı demek ise abesle iştigaldir. Amerika’da, İngiltere’de, Fransa ve Almanya’da ya da dünyanın herhangi bir demokratik ülkesinde, devleti bir saatliğine kaldırın bakalım ne olur. Soyulmayan şirket market, yakılıp yıkılmayan bir yer, katledilmeyen tahrip edilmeyen bir kamu ve özel mülk kalır mı? Bu zırva karşılaştırmalar meşru değildir. Zulüm olan yerde halkın iradesi her zulmü yener. Bakın Mısır halkının ayağa kalkışına, tek bir taş bile atmadan diktatörlüğü devirdi. Çünkü orada bir diktatörlük vardı. Haklı olduğuna inanan bir halk kendi davasının arkasında zulmün her türüne göğüs gererek direnir: Bunun gerçek olmadığı yerde, kışkırtıcıların tüm çabalarına, arkalarındaki dış güçlere rağmen yönetimine destek olmaya ülkesinin yakılım yıkılmasına geçit vermez. Suriye’ halkının ortaya koyduğu tutum da tas tamam budur. Aksini söylemek kendini aldatmaktır.
Bu gerçeklere rağmen, toptancı mantıkla Libya ve Suriye’yi aynılaştıranların, bu kanlı denklemlerin bir parçası olduğunu iddia etmek yanlış değildir.
BU KARMAŞADA ÜLKEMİZİN YERİ
Ülkemiz, bu süreçte utanç verici bir duruş sergilemiştir. Uzun yıllar Kaddafi dostluğuna toz kondurmayan Erdoğan iktidarı, aniden ayaklanmacı vatan hainleriyle birlikte olmuştur, 300 milyon dolarlık hibe sunmuştur (150 milyonu nakdi, 150 milyonu da proje karşılığı), kardeş kanı akmasına ortak olmuştur, bu süreçten pay alacağını sanan ülkemiz yönetimi, yakın gelecekte de görüleceği gibi, sonuçta yüzü kara, eli boş çıkacaktır.
Hiçbir halk, tarihin hiçbir kesitinde ve hiç bir nedenle kardeş kanına giren bir ülkeyi benimsememiştir, sevmemiştir. Bu tür ülkeler ne yaparsa yapsın, kardeşler barışınca yüzkarasıyla ortalıkta dışlanırlar. Bu ülkelerin anılacakları tek şey, ihanetin yarattığı tarihsel nefret olacaktır.
Bu, dış siyasette “komşularla sıfır sorun” iddiasının kocaman bir yalan, “Stratejik Derinlik” adlı projenin de ne kadar sığı ve kan siyaseti üzerine yükselen iki yüzlülük olduğunu göstermiştir. Libya’dan alınacak bir ders varsa, bunu öncelikle Erdoğan iktidarının iflasla sonuçlanan dış politika mimarlarının alması gereklidir. Ayrıcı bu dış politika aynıyla devam eden ikiyüzlü iç politikanın devamı olduğu unutulmamalıdır. Bunun tek bir anlamı, var o da halkına karşı ikiyüzlü olanların dost ve komşulukta da aynı şekilde olacağıdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder