10 Ağustos 2011 Çarşamba
“SABIR” ŞAM’DA ÖĞÜTÜLÜR
DAVUTOĞULU SURİYE DÖNÜŞÜ AÇIKLADI;
“SURİYE, BEŞŞAR ESAD ÖNDERLİĞİNDE ARAP ALEMİNİN VE BÖLGENİN EN GÜÇLÜ DEMOKRATİK ÜLKESİ OLARAK ÇIKACAKTIR”
Mikdat Abuzer
9 Ağustos 2011
Davutoğlu büyük bir medya gürültüsüyle, şama indi. 9 Ağustos 2011. Boş teneke çok ses çıkarır derler öyle oldu. Erdoğan iktidarı, Dışişleri Bakanı için Şam yollarını, Amerika başta olmak üzere dünyanın tüm şer güçlerinin risaleleriyle döşedi. Türkiye onurlu bir bağımsız devlet olma yerine birilerini ulağı olmayı tercih etti. Komşu ülke, dost ülke algısı yerine, emperyalist-siyonist çıkarlar için bölgenin yeniden dizayn edilmesinin bir üçüncü sınıf maşası olmayı tercih etti. Ülkenin yandaş ve çevredaş medyası da her zamanki yalan, abartma, kışkırtmaların tantanası içinde akıl almaz bir provokatör rolü oynamaya başladı. Bu alışık olduğumuz Türkiye halleriydi. Burası Türkiye…
Ancak olayları uzun zamandır önemle gözleyenler gibi biz de yazdığımız onlarca makalede bu şişinmelerin kof birer duruş olduğunu söyleyip durduk. Dağların fare doğurma sancılarından b.aşka bir şey olmadığını ifade ettik. Nitekim Davutoğlun’un Şam seferi aynıyla bu sonucu doğurdu.
Kahin değildik. Yaptığımız olayları ciddi bir şekilde izlemek, algılamak bilgi birikimlerimizle sentezleyip soyutlamaktan ibaretti. Bunu da okura taşımaktı.
ŞAM’A DOĞRU ADIM ADIM
Olayı adım adım takip edelim, önce Erdoğan, bir iftar yemeğinde şöyle buyurdu; “çok sabrettik. Artık burada da sabrın son anlarına geldik. Bunun için de Salı günü Dışişleri Bakanımı Suriye’ye gönderiyorum. Mesajlarımız kendilerine kararlı bir şekilde iletilecek.” diyerek, dünya kamuoyunun kışkırtıcı beklentilerine altın tabak sunan konuşmasını bağladı.
Uluslar arası hukuka da aykırı olan bu söyleme karşı Şam sesiz kalmadı, Beşşar Esad, danışmanı Büseyna Şaban aracılığıyla bu sözlere sert bir karşılık verdi; “söylenecek her söze katıyla cevap verilecektir. Nasihat vermeye gelmişse, öyle bir ders alarak gidecek ki Türkiye’nin Suriye’de eli kanlı olayların merkezinde olduğunu ona gösterecek ve gereken cevabı vereceğiz”.
Gelişmeler, dünya şer güçlerinin kışkırtıcı çabalarının baskısı altında, komşu iki ülke arasında çıkmak üzere olan savaşın son hamleleri gibiydi. Herkes nefesini tutuyor, sonucu bekliyordu. Düne kadar, 9 vatandaşını hukuk dışı yollarla Mavi Marmara gemisinde katleden İsrail’den bir özür bile almayı başaramamış Erdoğan yönetimi, şimdi çağdaş tüm tarihi, emperyalist-siyonist baskılara direnerek geçmiş komşusu Suriye’ye baskı yapabileceğini ve bundan sonuç alabileceği sanısına kaptırmış bulunuyordu. On yıldır örülen dostluk, ortaklık, komşu erdem ve kardeşliği, dünya şer güçlerinin çıkarları için birbirini öğüten düşmanlığa terk ediyordu.
Bu söz düelloları sat başı yeni gelişmelere yol açtı. Erdoğan, bakanlarını dış güvenlik sorunu üzerine toplantıya çağırdı (8 Ağustos 2011).
Toplantıdan çıkışta açıklamayı büyük abi Bülent Arınç yaptı; “Suriye’deki olaylar üzücüdür. Göstericilere ramazan ayının ilk gününde saldırılması, tankların kullanılmasını yanlış buluyoruz” mealinde, sıradan bir gözlemcinin de fark edebileceği geri adımların atıldı gösteriyordu. Erdoğan7nın bildik diplomatik sınırları zorlayan kaba açıklamaları, uluslar arası hukuk tanımaz pervasızlığı yerine yumuşak, önerici, komşuluk ilişkilerini önemseyen bir kaygıyla görüş belirtme pozisyonuna geçildi. Bu da yapılan toplantının iç tartışmaları için bir ipucu olduğu kadar, Davutoğlu’nun Şam seferinde, medya yaygarasıyla döşeli yollarından yürümesinin mümkün olmadığına bir ilk işaretti.
Beşşar Esadın danışmanı aracılığıyla ilettiği sert cevap sahibine ulaşmıştı. Bu, Erdoğan hükümetinin aklını başına getiren bir mesajdı. Arınç yumuşak bir dille Erdoğan’ın “Suriye’nin sorunları iç işlerimizdir, sabrımız tükendi” çıkışını gerisin geriye çekmeye çalışmıştı.
Nitekim Davutoğlun’un 6,5 saatlik Şam toplantısı sonunda, dünya medyası önüne çıkar çıkmaz “Suriye, Beşşar Esad önderliğinde Arap aleminin ve bölgenin en demokratik, örnek ülkesi olarak çıkacaktır” demesi, sadece tozu dumana katan medyanın gürültüsünü değil, dünyanın tüm şer güçlerini de sükutu hayale uğrattı.
Sonuç vehimler üzerine kurulan dağların fare doğurmasından ibaretti.”Gerçek olmayan gerçekleşemez” der Araplar durdum budur.
SURİYE’Yİ TANIMIYORLAR
Ülkemiz aydınlarının olduğu kadar iktidarlarının da sıkıntısı bölgeyi ve Suriye’yi hiç tanımıyor olmaktır. Çok farklı parametrelerle hareket ediyorlar. Ağırlıklı olan batı kaynaklı ajansların karanlık strateji kulelerinde oluşturulan çıkar projelerinin medyaya yansıdığı biçimiyle algılıyor, düşünüyor ve karar veriyorlar, bunlara mezhepsel güdülerle, dar ulusal çıkarlarla yaklaşanlar da az değildir. Bunların bir kızım doğru gibi gelse de iş karşı tarafı değerlendirirken ciddi hataların doğmasına yol açıyor.
Önce komşumuzu konumuzu ilgilendiren, baskılar karşısındaki aldığı tutumları tarih kronolojisi içinde irdeleyerek bilgi vermek istiyorum.
Suriye son 40 yıldır, üzerine gelen dünyanın tüm şer güçlerinin baskılarına karşı direnmiş bir ülke olduğunun anlaşılması bu bölümün ana mihverini oluşturuyor. Zira dikkat çekici bir özellik, Suriye ne zaman dış güçler tarafından baskıya uğradıysa, ortak vatansever refleksler gösterip, halk yönetimle direnme yolunu seçmiştir. Bu özellik, Hafız döneminde olduğu kadar Beşşar döneminde de büyük oranda inkişaf etmiştir. Suriye tarihinde de 1925 devrimi diye bilinen Fransız işgaline karşı verilen direnme savaşında, tüm bölgeler, farklı etnik, dini ve mezhebi önderlerin birliğiyle yürümüştür.
1975 Lübnan iç savaşında Suriye Arap Barış Gücü olarak Lübnan’a girmiş Lübnan’ın kantonlara ayrılmasını isteyen İsrail’in ve Amerikanın planlarını bozmuştur; BOP canavarı henüz rahimdeyken, adın dahi konmamışken, Suriye’nin çabasıyla ağır yaralar almış, karşısında bir direnme gücü olduğunu göstermiştir. Bu kesitte dünyanın şer güçleri Vietnam’dan, Kamboçya’ya dünyanın her bölgesinde istilalar ve askeri operasyonlar düzenliyordu. Bölgemize yönelik baskıları da son haddine gelip dayanmıştı. Suriye, bu planları bozmakla kalmamış, faşizan Falanjist hareketin İsrail planlarını uygulamak için Lübnan iç savaşını derinleştirmek isteyen saldırganlığını kırmış ve geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde etkinliklerine son vermiştir.
Bu dönemde Suriye üzerine ağır Amerikan tehditleri gündeme gelmiş, 1982 Haziranında İsrail Lübnan’ı işgale başlamıştı. Suriye 14 000 şehitle, 400 T 72 tankının tahribiyle büyük mali ve manevi kayıplar pahasına Halkıyla yönetimi bu baskılara direnmiş, Lübnan’ı savunmuştur. Bu savaşın sonunda, Filistin kuvvetlerini sınırında uzaklaştırıp Kuzey Lübnan’a konumlandırarak yeni provokasyonlar yaratmak isteyen dış güçlerin yolunu Trablus savaşlarıyla kesmiştir. Gerici Fetih güçlerinin, Mısır-Suudi Arabistan, Amerika, İngiliz ve İsrail tarafından desteklenin saldırıları kırılmıştır. Amerika’nın Lübnan’dan kaçışını sağlayan Hizbullah’ın organize ettiği ünlü Deniz Kuvvetlerine karşı intihar saldırısı ve ardından 1990 Cumhurbaşkanlığı sarayı Baabda’yı (Lübnan’da bir ilçe) gasp eden General Michel Auon’dan da temizleyerek Fransız nüfusunu bölgeden uzaklaştırmıştı.
Suriye’nin bölge halkları adına gösterdiği bu sorumlu direnme emperyalist ülkelerin akıl almaz ambargolarıyla yüz yüze kalmasını getirdi. Ancak Suriye boyun eğmedi. Sınırını ihlal eden Amerikan ve İngiliz uçaklarını Lübnan üzerinde düşürdü. Bu gibi onlarca duruşla Suriye tüm dünyaya kendisine zorla hiçbir şey dayatılamayacağını göstermişti.
Bu kesitin bire bir tanığıyım. O günlerde 200 gr yağ bulmak için çok şey vermek gerekirdi, yağ, şeker, ilaç, kağıt mendil bulmak bile imkansızdı, insanlık dışı bir yaşam ambargosu koyulmuştu. Bu baskılara karşı Suriye halkı yönetiminin arkasında durarak, her türlü teslimiyeti de ret ederek direndi.
Hafız Esad vasiyetinde “ iktidara da dünya nimetlerine de doymuş bir insanım Allah’ıma şükrederim ki üzerime gelen tüm baskılara rağmen İsrail’le teslimiyet anlaşması yapmadım, ülkemin ve halkımın anlının temiz tutum” açıklaması bu liderin ülkesiyle almış olduğu tutumu anlatmaya yeterlidir.
Beşşar Esad dönemi ise çok daha çetin bir dönem oldu. Kısa aralıklarla ağır sorunlar ve baskılara maruz kaldı. Bunları de tek tek görecek olursak şunları görürüz;
20 Mart 2003 Irak savaşı ve Suriye’yi işgalle tehdit; Suriye buna Irak Sünni direnmesini sonuna kadar destekleyerek cevapladı. O kesitin Amerika Savunma Bakanı Colin Pawel Suriye’ye meşhur üç öner yapmıştı ( ya Filistin örgütleriyle ilişkini kes, ya İran ve Hizbullah’la ilişkini kes, ya da İsrail’le barış yap) Bu önerilerden birine evet denmesi yeterli olacaktı. Ancak Beşşar Esad, bu zül önerilerini elinin tersiyle itti ve hiç birini kabul etmeyeceğini ilan ederek, direnmeyi seçti. Bundan kaynaklanın kefaretin her türünü ödemekten de çekinmedi. Bu duruş, halkı Beşşar Esad’ın önderliğine daha sıkıca sarılmasına yol açtı; bu güne kadar devam eden bu sarılışın, ilkeli olan geçmişten bu güne gelebilen kararlı bir çizgiden kaynaklandığı açıktır.
Ardından 14 Şubat 2005 Lübnan başbakanı Refik Hariri suikastı geldi. Suriye’yi itham ettiler. Arap Barış Gücü olarak Arap birliğinin teklifiyle, Lübnan hükümetinin onayıyla Lübnan’da güvenliği 30 yıl bir mantar tabancısı bile patlamasına müsaade etmeden koruyan Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkmasına yol açtılar ( Bu ordu aynı zamanda İsrail’e karşı Beka.ovalarında bir savunma gücü olarak yer alıyordu). Tarihi boyunca hiçbir BM kararını uygulamayan İsrail’in çıkarları gereği Suriye Lübnan’dan apar topar çıkarılmış oldu (1559 nolu BM kararı). Bu bir savaş hazırlığıydı, Hizbullah tedirginliğini bertaraf etme çabasıydı. Suriye buna Hizbullah’ı ve direnme örgütlerini destekleyerek cevap verdi. Arapların, özellikle Sünni Arap devletlerinin kapıları yüzüne kapattığı ve İsrail yanlısı tutum aldıkları bir kesitte HAMAS ve CİHAD örgütlerini Filistin halkı adına korumaya alarak Şam’da büro açmalarına izin verdi. Bu da direnmenin yapılabilir en olumlu adımlarıydı.
12 Temmuz 2006’de İsrail Lübnan savaş açtı. Suriye’ye bu kez açık savaş tehdidiyle yüz yüze kaldı. Suriye buna da Hizbullah’ı sonuna kadar, her şeyle destekleyerek cevap verdi. Bu savaş bölgenin en tarihi savaşıydı ve zafer Suriye’yle birlikte direnen tüm halkların ve direnme örgütlerinin oldu. Direnen güçler, İsrail’in yenilmez sanılan dünyanın 4. en güçlü ordusunu hezimete uğrattı. Büyük Ortadoğu Projesini ikinci kez yerle bir edilmiş oldu.
27 Aralık 2008 – 20 Ocak 2009 Gazze savaşı gelip dayattı. Suriye yine topun ağzındaydı. Suriye Filistin direnme örgütlerine yaptığı yardımlardan dolayı suçlandı ve tehdit edildi; Suriye buna Filistin direnme örgütlerine verdiği desteği arttırarak cevap verdi.
12 Temmuz 200 33 gön savaşı ve Gazze savaşı İsrail’in hiçbir siyasi hedefini gerçekleştiremedi. Bu savaşta sağladıkları lojistik desteklerle yer alan Emperyalistler ve siyonist Arapların uğradığı hezimet, bu gün Arap baharı denilen sürecin kıvılcımı, tohumun yerde yeşermeye başlamasının da ifadesiydi.
Bölgede ağır yenilgiler alan emperyalistler her köşede sıkışmıştı. ABD askerlerini Irak’tan nasıl çekeceği endişesine düşmüş, İsrail ve yayılmacı pervasızlığı tüm insanlık için bir risk haline gelmişti.
Suriye bu kez Hariri suikastıyla ilgili sıkıştırılmaya eli kolu bağlanmaya başladı. Dünyada ilk kez kurulan ve tek amacı Hizbullah ve Suriye’ye diz çökertmeyi amaçlayan Uluslararası Özel Cinayet Mahkemesi kılıcı sallanmaya başladı. Suriye bunlara karşı mücadele etti. Sonuçta tüm belgeler ve kanıtlar bu suikastın arkasında İsrail ve Amerikanın olduğunu göstermeye başladı. Bu alanda verilen direnme askeri savaş kadar çetindi.
Lübnan hükümetinin başında Saad Hariri Obama’yla görüşme halindeyken, Lübnan hükümetinin direnme güçlerinin parlamentodaki oylamada çoğunluğu elde ederek çökmesi, bu saldırılara verilen bir cevap gibiydi. Beyaz saraya başbakan olarak giren Saad Hariri, hezimetle çıktı. Suriye Lübnan’daki dostlarıyla dev bir çıkış yapmış oldu. Mihrac Ural o kesitte yazdığı bir makalede bölgemizde yaklaşan kaynamayı “ORTADOĞU GEBE“ başlığı altında yorumlayarak patlak verecek bölge kaynamalarına işaret etti. Bu birkaç hafta içinde Tunus ve Mısır devrimiyle kendini gösterdi.
Hariri için kurulan özel mahkeme savcılarının, rüşvet videoları ortaya çıktı ve tüm belgeleri İsrail’e taşıdıkları ispat edildi. Ayrıca Suriye’nin Refik Harir suikastıyla ilgisi olmadığı ortaya çıktı Yalancı şahitlerin ifadeleriyle tutuklanan Lübnanlı direnme güçleri taraflısı generaller serbest bırakılmak zorunda kalındı. Suriye yine zaferle çıktı. Bu durum Emperyalistleri, İsrail’i ve Siyonist Arapları küçük düşürdü. Suriye bölgenin kilit ülkesi, onun onayı olmadan bu bölgede hiçbir şey yapılamayacağı ortaya çıkmış oldu.
Bu tarihi sürecin tüm olaylarında baskılara karşı Suriye’nin sert tepkisi ve zaferi bulunuyor. Ülkemizde iktidarların anlamadığı gerçek budur. Erdoğan’ın okyanus ötelerinden gelen desteklerle, BOP Eş Başkanı olarak icra etmekle mükellef olduğu emperyalist-Siyonist çıkarlar, Suriye’nin bu tarihi gerçekliğini görmüyordu.
İşte Suriye buydu. Bu bir onurlu direnme ülkesinin tablosuydu. Bu halkıyla dik duruşun anlamlı ifadesiydi. Erdoğan yönetimi bu onursal duruşa yönelik bir saldırı olarak belirdi.
Türkiye, komşusunu bilmiyordu, ya da dış güçlerle göbek bağları gözlerini kör etmişti.
ORTADOĞU SAHNESİNDE YER ALMAK
Bir başka gerçeğin okurlar tarafından bilinmesi gerek. Türkiye Ortadoğu sahnesine ne kendi gücü nede Amerika-İsrail yakınlığıyla girdi. Hani derler ya, sittin sene kalsan başaramasın diye öyle bir şey. Türkiye bölgeye Suriye’nin isteği ve istediği ölçü ve yerde ancak girebildi. Suriye olmasaydı Türkiye’nin bölgeye girmesinin imkanı yoktu. Bu olanağın ortaya çıkaran nesnel nedenler elbette vardı. Ama bunlarda Suriye’yle ilgiliydi.Suriye komşuluk adına, dostluk ve kardeşlik adını bu adımları attı. Elbette ülke çıkarları vardı. İsrail’le savaş halinde bir ülke olarak, Kuzey sınırlarında hiçbir sorun istememesi çok normaldi. Ancak bu erdemli yaklaşımın ortağı yoktu. Türkiye BOP eş başkanı olarak bölgenin şer güçleri lehine dizaynıyla görevliydi. Suriye’nin sunduğu her kolaylığı da bu amaçla kullanacaktı.
Bu konulara girmeden önce, Türkiye’nin bölgeye ne kendi gücüyle ne de Amerikanın gücüyle bölge siyasal sahnesinde rol alamayacağının iki önemli gerekçesini bilmekte yarar var.
Birincisi Tarih, İkincisi Mısır.
Tarih;
400 yıllık Osmanlı kara zulmü ve acıları. İstisnasız her Arap’ın bilinçaltına kazılı bu barbarlık, tüm Arapları bu tarihe karşı çok duyarlı ve kaygılı kılmıştır. Arap aydını da bilir ki Arapların geriliğinin kaynağında bu barbarlık bulunuyor. Uygarlık beşiği bu toprakları karanlık ortaçağlara sürükleyen ve uygarlık hamlesini Bizans’tan sonra batıya kaçışını sağlayan da Osmanlıydı. Cumhuriyet Atatürk’le birlikte “yurtta sulh cihanda sulh” dedi. Bu dönemin hataları pek çok ancak, Cumhuriyetteki Osmanlı diyebileceğimiz davranışlar, hasta adamın sağlığına kavuşma eğilimi gösterdiği andan itibaren Kürtlere yapılan zulüm, Hatay’ın ilhakı şimdilik konumuz dışındadır. Cumhuriyetteki Osmanlı, Cumhuriyetin tüm kazanımlarını da yıkma girişimine II. Dünya savaşıyla başladı. Azınlıklara yapılanlar bir toplu kıyım sürgünüydü.
Sovyetleri kuşatmak için kurulan Bağdat ve ardından CENTO paktının faaliyetleri içinde Arap düşmanlığı yapan bir Türkiye peydahlandı. NATO’nun, “en ucuz ürünü askeri olan bir ülke” olarak işlev gördü. 101 ABD askeri üssü kurulması ise Türkiye’nin bölgedeki karanlık rollerini derinleştirdi. Bu süreçte Türkiye Irak devriminde Kral Faysal yanlısı oldu, 14 Temmuz 1958 Irak halk devrimine karşı tavır aldı. 1958 Lübnan iç savaşında Hıristiyan Falanjistlerin yanında Lübnan halkına karşı durdu silahla depolarıyla karşı-devrimcilere destek oldu. Bu da Menderes döneminin marifetleri olarak, İsrail’le gizi süren devlet üst konseyi toplantıları yürüdü durdu.
Türkiye, Araplara karşı 1967 Haziran savaşında ABD üsleriyle İsrail’e destek verdi. Bu kirli tarihi hiçbir Arap unutmaz. Arap aydının aydınlanması bu tarihi iliklerine kadar hissederek yükseldi. Türkiye asla güvenilmez bur ülkeydi, haindi, kalleşti, arkadan hançerleyendi. En sonunda işte Libya ve işte Suriye’de yaptıkları.
Uzun sözün kısası bu ülke tarihiyle, dünü ve bugünüyle bir ihanet şebekesi tarafından, kendi halkının iradesine aykırı olarak yönetiliyordu. Suriye’ye yönelik yapılanlar ise eli kanlı şebekelerle el ele yürüyen bir kanlı ihanet saldırısıydı. Bu ise, Türkiye’nin iflah olmaz barbar Osmanlı aklının ısrarlı bir izcisi olmaktan kurtulamadığını gösterdi; Yeni-Osmanlıcılık kendini bu ikiyüzlülükle göstermiş oldu. İktidarların bu tutumu, gerçekte Türk halkına da büyük hakaretti. Osmanlı tarihinin Türk halkını “Etraki bila idrak” diye onursuzlaştırmasının devamı bu gün Yeni-Osmanlıcı Erdoğan’la devam ediyordu.
On yıllar içinde kazanılan komşuluk barış ve dostluk bir iki haftada böylece ayaklar altına alınmıştı. Tarih işte bu tarihti.
Mısır;
Türkiye, Mısır’la M. Ali Paşa ve Oğlu İbrahim paşa döneminden bu güne hep bir rekabet ve çekişme içinde oldu. Kütahya anlaşmasıyla(14 Mayıs 1833) sonuçlanan istila ve Nizip savaşı mağlubiyeti (24 Haziran 1938) bunun ifadesiydi. Bu çekişmeler Lübnan üzerinde emirlerin karşılıklı kullanılmasıyla süren yerel savaşlarda da kendini gösterip durdu. Türkiye Cumhuriyete kabuğuna çekilip, bölgeyi tamamen ihmal etmesi, Fransız ve İngiliz mandasının bölgedeki egemenliği II. Dünya savaşı sonuna kadar sürmesi bu ilişkinin karşılıklı sertleşmesini de geriye itti. Ancak manda dönemi biter bitmez yine bir tırmanış başladı. Mısır-Türkiye her kuşede gergin bir çekişme içindeydi.
Süreç NATO’ya katılımla yeni bir biçim aldı. Bu süreçte Mısır-Türkiye ilişkisi, Kral Faruk yanlısı ve İngiliz casus olarak itham edilip kovulan Türkiye Kahire Büyükelçisi Hulusi Fuat Tuğay olayıyla su yüzüne çıktı (4 Ocak 1954). Uluslar arası diplomasi ilişkilerinde ilk kez bir ülkenin Büyükelçisi böyle ayıplanarak kovulmuş oldu.
Bu olay, Kavalalı Mehmet Ali paşa ve oğlu İbrahim paşa döneminden o güne kadar bölge üzerindeki etkinlik çekişmesi üzerine süren Mısır –Türkiye ilişkisi, yeni bir boyut kazanmış oldu. Mısır Türkiye’ye bölgenin hiçbir siyasi gelişmesinde yer vermek istemez: bunu kendi kıta sahanlığına müdahale olarak sayar ve Arap ulusal güvenliği açısından tehlikeli bir eğilim olarak görür.1958’yıllarında bölgede patlak verin halk ayaklanma ve devrimleri karşısında Türkiye’nin her tutumu emperyalistlerin lehine bir tutumdu, Bağdat ve CENTO paktı da bunun ifadesiydi. Mısır, Türkiye’nin bu eğilimleriyle çok sert bir çatışma içindeydi. 1967 savaşında Türkiye’nin İsrail yanlısı açık askeri tutumu ise geride duran karanlık tarihe yakıt katmak gibi bir şeydi.
Mısır, kendini um el dünya (Dünyanın anası, merkezi) olarak görür; Orta-doğu’nun abisiydi. Arapların önderiydi ve Türkiye’nin Arap sorunlarında yer almasını güvenlik açısından ve aradaki rekabet nedeniyle istemez.
Bu tarihi çizgi, Arap üçlüsünün oluşturduğu şifahi birlik bozulana kadar sürdü. Mısır-Suudi Arabistan-Suriye üçlüsü, ABD’nın Irak savaşına karşı tutumda, üçlü arasında ortaya çıkan ihtilaf, 12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan’a saldırısında Mısır ve Suudi Arabistan’ın açıkça İsrail’i desteklemesi ve Gazze savaşında yine İsrail yanlısı tutum ve Filistinlilere karşı uygulanana ambargo nedeniyle parçalanıp son buldu.
Beşşar Esad’ın bu süreci özetleyen meşhur bir tanımlaması oldu ( Bu tanım üzerine ciddi siyasi kriz de oluştu); siyonist Arapları “ENSAF EL RİCAL” diye tanımladı. YARIM ADAMLAR dedi. Bu bir yol ayrımıydı. Arap üçlüsü artık dağılmıştı.
Türkiye’nin, bölge siyasal tablosunda yer almasının önünde tarih ve Mısır engelinden söz etmiştim. Bu dağılma bu engelleri de kaldırmış oldu. Nesnel olan gelişme buydu.
Bu engeller dağılınca, Suriye açılan yarıktan Türkiye’ye sürece sokmayı, İsrail’le beklenen mücadele hazırlığında Kuzey sınırlarında düşman olmayacağı bir ülke oluşturma stratejisinin bir sonucu olarak Türkiye’yi elinden tutup bölgenin siyasi sahnesine soktu.
Böylece, Türkiye, Suriye’nin açtığı kapı aralığı kadar girme şansını yakaladı.
Kimse kendini aldatmasın süreç aynıyla böyle gelişte ve bunun sonucu olarak Türkiye bölge adım attı.
Ülkemiz medyasının aptal bölge uzmanlarının pohpohlamalarıyla kendini aldatanlar, “Türkiye bölgeye bir ihtiyaç, güçlü ülke, gücüyle bölgede ağırlık koyan ülke” sanısı yarattılar. Oysa bu bir hayaldi. Mısırın yokluğundan ibaretti. Mısır devrimi oturdukça, Mısır bölgeye sağlıklı ve ilkeli döndükçe, Suriye içinde bulunduğu sorunları aştıkça Türkiye’nin esamisi bile bu bölgede olmayacak.
ZORDA OLAN KİM
Herkes sanıyor ki, Suriye zordadır. Değil. Suriye’nin aşacağı sorunlar var, ama zorda değil. Zorda olan çıkmazda olan Türkiyedir. Dış siyasetin tüm paradigmaları çökmüş, ilişkide olduğu her ülkeye ihanet etmiş kararsız, güvenilmez bir ülke olmuştur. Bunu anlamak için biraz daha zaman geçmesi gerek.
Libya’da durum nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, en büyük zarı ikiyüzlü politikasıyla Türkiye çekmiş olacaktır. Kaddafi tüm olumsuzluklarına karşın, Muhalefetin vatana ihanet eden NATO uşaklığı çizgisine karşı savaşmaktadır. Sonuçta kimsenin kazanmadığı herkesin kaybedeceği Libya sahasında Türkiye kurduğu ve geliştirdiği tüm etkinliklerini yitirmiş olarak çıkacaktır. Batılı şer güçleri ise bu savaşın maliyeti için Libya’yı ağır bir mali yükümlülük altına sokarak, pastanın tümünü yutacaktır.
Türkiye bu ikiyüzlü politikasıyla Suriye’de on yılda kazandığı her şeyi ebede kadar kaybetti. İhanet yanı sıra gencecik evlatlarının kanında Türkiye’nin eli olduğu, tartışmaya gerek görülmeyen bir gerçektir. Suriye halkı bu acıyı hiç unutmayacaktır. Zaman ilerledikçe daha da artarak tarihi kinlere kadar uzanabilecektir.
Bu siyasi açmaz, Irak, Iran, Lübnan gibi ülkeleri ilk elden etkileyecek. Türkiye’nin güvenilmez, el verilmez bir ülke olması nedeniyle bir set oluşturulacaktır. Bu ise mısırın sağlıklı bir şekilde bölgeye dönüşüne kadar Türkiye’nin yüzüne kapatılacak bir kapı olacaktır.
Erdoğan’ın hesapsız politikası zorda olandır. Sorunu en derin olan ve çözümsüz gibi duran Türkiye dış politikasıdır: Bu politikanın ülke içindeki ikiyüzlü politikaların devamı olduğu ise açıktır.
ŞAM’DA ULAŞILAN SON
Suriye’yi Türkiye bilmiyor. Çünkü kendini bilmiyor. Kendi sorunlarına karşı ikiyüzlü olan bir ülkenin komşusunu tanıması mümkün değildir. Aynı mantıkla ilişkileri sürdürmesi ise bir iflastır.
Erdoğan’ın baktığı aynalar yalan söylüyordu, o ise buna inanmak istiyordu. Bir kendini aldatma hali. 12 haziran seçim sonrası balkon konuşmasında, Yeni Osmanlı padişahı gibi Beyrut’tan Şam’a, Bağdat’tan Belgrad’a …selam göndermesi klinik bir durumdu.
İlk kırılma; Türkiye- Suriye ilişkilerinin kopacağı belirtileri çok kimse 7 Ekim 2010’da fark etmedi.
Her iki ülkenin Lazkiye’de ortak hükümet toplantısı yapması ardından gelen Erdoğan-Beşşar Esad ortak zirvesi esasında bu güne işaret eden bir dönüm noktasıydı. Bölge uzmanları o zaman uyuyordu. Yine yalan yanlış hayali kurgularını pazarlıyorlardı. Mihrac Ural o günü tüm ayrıntılarıyla okurlarına aktardı. 7 Ekim 2010 tarihli “TERÖR ZİRVESİ” başlıklı makalesinde bu günleri açıkça kehanet derecesinde isabetle işledi (bkz. http://mirural.blogspot.com/ ).
MİT müsteşarı Hakan Fidan yeni atanmıştı. Bu atama, bölgenin yeniden dizayn edilmesiyle ilgili BOP’un gerekleriyle yakından ilgiliydi. Fidan, ilk adımda bir dizi dosyayla Suriye’ye gönderilmişti.
Konu Kürt özgürlük hareketiydi. Suriye’den Kürtlere baskı ve kovuşturma yapması istendi. Bir üstün asta emir verir gibi davranışlar,kardeşlik adı altına sokuşturularak icra edilmek isteniyordu. Suriye’nin ilkeli tutumu hesaba katılmıyordu. Nitekim, ipler ilk olarak burada koptu.
İlk gerginlik ve soğukluk, basının dikkatlerinden kaçan haliyle burada başladı.
“Bölge uzmanı” sıfatıyla ortalıkta dolaşanların işi ise doğru izlemek değil, eğri konuşmaktı. Abartmak, kurgulamak, senaryolaştırıp pazarlamaktan ibaretti. Öyle de oldu. Bu zirvenin en can alıcı yanı gözden kaçtı.
Suriye Erdoğan’ın MİT eliyle istekleri ret edildi, daha doğru bir tanımla, o günün psikolojisiyle buna en uygun tanım “elinin tersiyle itti” demek yanlış değildir.
Beşşar Esad’ın tavrı açıktı, “bu sorun iç sorununuz, gidin kendi Kürtlerinizle demokratik olarak açılım yapıp, sık sık ve sürekli af çıkartıp barışın ve iç sorununuzu öyle çözün” dedi.
Bunun üzerine, iki ülke ilişkileri kaskatı kesildi. Çok alt düzeylerde giden gelen olsa da bu ilişki bir daha kendine gelemedi. Olur olmaz nedenlerle bir araya gelenler, artık telefonla birbirini aramaz oldu. Erdoğan çok gergin hallere düştü, ilkesel bir tutumda Suriye’ye baskı yapmanın sonuçsuz olduğunu gördü. Ama bundan ders almadı.
İkincisi kırılma; Davutoğlu’nun son Iran ziyareti (10 Temmuz 2011) öncesine denk geldi.
Erdoğan’ın sık sık “nasihat veriyoruz dinlemiyorlar” türünde diplomatik nezaketi zorlayan sözlerinin sık sık tekrarı ve şer güçlerin medyası aracılığıyla ortalığa bir tehdit havasıyla servis edilmesi, Suriye’yi çok rahatsız etmişti. Bu söylemlere son vermek üzere Suriye Dışişleri Bakanı Velid el Muaalim, “ders almak isteyenlere verecek çok dersimiz olur” mailende sertçe cevap vermesi, sessizce süren gerginliği su yüzüne çıkarıyordu. Bu dönemde Türkiye’nin eli kanlı Suriye şebekeleriyle iç içe olduğuna dair itiraflar, kanlı olaylar, belgeler, yakalanan silahlar, kanıtlarla ortaya çıkmış, üstü örtülemez hale gelmişti.
Bu çıkış, İran üzerinden Suriye’ye gelmesi beklenen Davutoğlu’na, bu ara gelmesinin arzu edilmediği yönünde bir mesajdı. Nitekim o gezi iptal edilmiş oldu.
Geldik bu güne. Bu anlattığım gerçekler üzerinde bu günkü Davutoğlu ziyareti gerçekleşti (9 Ağustos 2011). Makalemin girişinde, satır satır, kelime kelime kim ne söylediyse aktardım. Türkiye’nin adım adın U dönüşü yaptığını gösterdi. Bende bu günü herkes gibi bekledim: Filmin son karelerini görerek birbirine bağlayıp okura sunmak istedim.
Şam görüşmesine giden Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, başta ABD’nin mesajları olmak üzere dünyanın tüm şer güçleri adına Suriye’ye geldi. Bunu daha sonra Erdoğan iç muhalefet için ret etse de gerçek budur. Türkiye bölgede gerçek kimliği olan ulaklığa dönüyordu. Suriye’ye düşmanlığın başladığı yerde Türkiye’nin gerçek yeri de budur.
Bu onursuz bir siyasi duruştu. Suriye onurlu bir ülke olarak bu ziyarete hak ettiği dereceden önem gösterdi. Karşılamaya üçüncü dereceden bir diplomatı gönderdi. İlk mesaj anında verilmişti.
Şam buluşması 6.5 saat sürdü. Dünyanın tüm şer güçleri bu buluşmayı bekliyor cazgırlık, yalan, abartma, kurgu hazırlıkları içinde, ölüm denklemlerine balans ayarı yapıyor, savaş tamtamlarını ısıtıyordu. Her şey kelime oyunları arasında, demagojilerle gerçekleri ters yüz edilmeye açıktı.
Ancak dağ fare doğurdu.
6,5 saat sonunda, Ahmet Davutoğlu’nun söyleyecek tek bir cümlesi kalmıştı o da bu makalenin son cümlesi olacaktı “SURİYE, BEŞŞAR ESAD ÖNDERLİĞİNDE ARAP ALEMİNİN VE BÖLGENİN EN GÜÇLÜ DEMOKRATİK ÜLKESİ OLARAK ÇIKACAKTIR”
Davutoğlu, Beaşşar Esad’ın yanından çıktığı an dünya basını önünde söylediği bu cümle, tüm şer güçlerin hüsrana, sükutu hayale uğrattı.
Yorum bile yapmaya cesaret edemediler. Davutoğlu arada, Erdoğan’ın “Suriye deki sorunlar bizim iç işlerimizdir” sözünü, “Dost Suriye’nin iç işleri kendine aittir bunu çözmesi hepimizi sevindirecektir” diyerek düzeltmeye çalıştı. Bol bol dostluk sözleri yanı sıra, Suriye’deki kanlı olayların arkasında terör şebekeler olduğunu kabul eden açıklamalar da yapıyordu; “teröristleri halktan ayırıp çağdaş polisiye araçlarıyla sokaktaki gösterileri bastırmak daha uygundur”
Bu gün ise (10 Ağustos 2011), AKP İl Başkanları Toplantısında, eski Erdoğan yerini yeni bir Erdoğan’a terk etmişti. Eski pervasızlığının yerini, Suriye kardeşliğine, dostluğuna, buna verilen öneme, iç işlerine asla karışmamak tersine kardeşliğin verdiği sorumlulukla ilgili olmak anlamında U dönüşü olduğu açık duruma geldi. 6,5 saatin hikmeti burada kendini göstermişti.
Sonuçta söylenmesi gereken bu vazo kırıldı. Artık eski haline asla dönmeyecektir. Onurlu ülkelerle onursuz ülkeleri bir arada uzun süre tutmak mümkün değildi. Olan da budur.
“SURİYE, BEŞŞAR ESAD ÖNDERLİĞİNDE ARAP ALEMİNİN VE BÖLGENİN EN GÜÇLÜ DEMOKRATİK ÜLKESİ OLARAK ÇIKACAKTIR”
Mikdat Abuzer
9 Ağustos 2011
Davutoğlu büyük bir medya gürültüsüyle, şama indi. 9 Ağustos 2011. Boş teneke çok ses çıkarır derler öyle oldu. Erdoğan iktidarı, Dışişleri Bakanı için Şam yollarını, Amerika başta olmak üzere dünyanın tüm şer güçlerinin risaleleriyle döşedi. Türkiye onurlu bir bağımsız devlet olma yerine birilerini ulağı olmayı tercih etti. Komşu ülke, dost ülke algısı yerine, emperyalist-siyonist çıkarlar için bölgenin yeniden dizayn edilmesinin bir üçüncü sınıf maşası olmayı tercih etti. Ülkenin yandaş ve çevredaş medyası da her zamanki yalan, abartma, kışkırtmaların tantanası içinde akıl almaz bir provokatör rolü oynamaya başladı. Bu alışık olduğumuz Türkiye halleriydi. Burası Türkiye…
Ancak olayları uzun zamandır önemle gözleyenler gibi biz de yazdığımız onlarca makalede bu şişinmelerin kof birer duruş olduğunu söyleyip durduk. Dağların fare doğurma sancılarından b.aşka bir şey olmadığını ifade ettik. Nitekim Davutoğlun’un Şam seferi aynıyla bu sonucu doğurdu.
Kahin değildik. Yaptığımız olayları ciddi bir şekilde izlemek, algılamak bilgi birikimlerimizle sentezleyip soyutlamaktan ibaretti. Bunu da okura taşımaktı.
ŞAM’A DOĞRU ADIM ADIM
Olayı adım adım takip edelim, önce Erdoğan, bir iftar yemeğinde şöyle buyurdu; “çok sabrettik. Artık burada da sabrın son anlarına geldik. Bunun için de Salı günü Dışişleri Bakanımı Suriye’ye gönderiyorum. Mesajlarımız kendilerine kararlı bir şekilde iletilecek.” diyerek, dünya kamuoyunun kışkırtıcı beklentilerine altın tabak sunan konuşmasını bağladı.
Uluslar arası hukuka da aykırı olan bu söyleme karşı Şam sesiz kalmadı, Beşşar Esad, danışmanı Büseyna Şaban aracılığıyla bu sözlere sert bir karşılık verdi; “söylenecek her söze katıyla cevap verilecektir. Nasihat vermeye gelmişse, öyle bir ders alarak gidecek ki Türkiye’nin Suriye’de eli kanlı olayların merkezinde olduğunu ona gösterecek ve gereken cevabı vereceğiz”.
Gelişmeler, dünya şer güçlerinin kışkırtıcı çabalarının baskısı altında, komşu iki ülke arasında çıkmak üzere olan savaşın son hamleleri gibiydi. Herkes nefesini tutuyor, sonucu bekliyordu. Düne kadar, 9 vatandaşını hukuk dışı yollarla Mavi Marmara gemisinde katleden İsrail’den bir özür bile almayı başaramamış Erdoğan yönetimi, şimdi çağdaş tüm tarihi, emperyalist-siyonist baskılara direnerek geçmiş komşusu Suriye’ye baskı yapabileceğini ve bundan sonuç alabileceği sanısına kaptırmış bulunuyordu. On yıldır örülen dostluk, ortaklık, komşu erdem ve kardeşliği, dünya şer güçlerinin çıkarları için birbirini öğüten düşmanlığa terk ediyordu.
Bu söz düelloları sat başı yeni gelişmelere yol açtı. Erdoğan, bakanlarını dış güvenlik sorunu üzerine toplantıya çağırdı (8 Ağustos 2011).
Toplantıdan çıkışta açıklamayı büyük abi Bülent Arınç yaptı; “Suriye’deki olaylar üzücüdür. Göstericilere ramazan ayının ilk gününde saldırılması, tankların kullanılmasını yanlış buluyoruz” mealinde, sıradan bir gözlemcinin de fark edebileceği geri adımların atıldı gösteriyordu. Erdoğan7nın bildik diplomatik sınırları zorlayan kaba açıklamaları, uluslar arası hukuk tanımaz pervasızlığı yerine yumuşak, önerici, komşuluk ilişkilerini önemseyen bir kaygıyla görüş belirtme pozisyonuna geçildi. Bu da yapılan toplantının iç tartışmaları için bir ipucu olduğu kadar, Davutoğlu’nun Şam seferinde, medya yaygarasıyla döşeli yollarından yürümesinin mümkün olmadığına bir ilk işaretti.
Beşşar Esadın danışmanı aracılığıyla ilettiği sert cevap sahibine ulaşmıştı. Bu, Erdoğan hükümetinin aklını başına getiren bir mesajdı. Arınç yumuşak bir dille Erdoğan’ın “Suriye’nin sorunları iç işlerimizdir, sabrımız tükendi” çıkışını gerisin geriye çekmeye çalışmıştı.
Nitekim Davutoğlun’un 6,5 saatlik Şam toplantısı sonunda, dünya medyası önüne çıkar çıkmaz “Suriye, Beşşar Esad önderliğinde Arap aleminin ve bölgenin en demokratik, örnek ülkesi olarak çıkacaktır” demesi, sadece tozu dumana katan medyanın gürültüsünü değil, dünyanın tüm şer güçlerini de sükutu hayale uğrattı.
Sonuç vehimler üzerine kurulan dağların fare doğurmasından ibaretti.”Gerçek olmayan gerçekleşemez” der Araplar durdum budur.
SURİYE’Yİ TANIMIYORLAR
Ülkemiz aydınlarının olduğu kadar iktidarlarının da sıkıntısı bölgeyi ve Suriye’yi hiç tanımıyor olmaktır. Çok farklı parametrelerle hareket ediyorlar. Ağırlıklı olan batı kaynaklı ajansların karanlık strateji kulelerinde oluşturulan çıkar projelerinin medyaya yansıdığı biçimiyle algılıyor, düşünüyor ve karar veriyorlar, bunlara mezhepsel güdülerle, dar ulusal çıkarlarla yaklaşanlar da az değildir. Bunların bir kızım doğru gibi gelse de iş karşı tarafı değerlendirirken ciddi hataların doğmasına yol açıyor.
Önce komşumuzu konumuzu ilgilendiren, baskılar karşısındaki aldığı tutumları tarih kronolojisi içinde irdeleyerek bilgi vermek istiyorum.
Suriye son 40 yıldır, üzerine gelen dünyanın tüm şer güçlerinin baskılarına karşı direnmiş bir ülke olduğunun anlaşılması bu bölümün ana mihverini oluşturuyor. Zira dikkat çekici bir özellik, Suriye ne zaman dış güçler tarafından baskıya uğradıysa, ortak vatansever refleksler gösterip, halk yönetimle direnme yolunu seçmiştir. Bu özellik, Hafız döneminde olduğu kadar Beşşar döneminde de büyük oranda inkişaf etmiştir. Suriye tarihinde de 1925 devrimi diye bilinen Fransız işgaline karşı verilen direnme savaşında, tüm bölgeler, farklı etnik, dini ve mezhebi önderlerin birliğiyle yürümüştür.
1975 Lübnan iç savaşında Suriye Arap Barış Gücü olarak Lübnan’a girmiş Lübnan’ın kantonlara ayrılmasını isteyen İsrail’in ve Amerikanın planlarını bozmuştur; BOP canavarı henüz rahimdeyken, adın dahi konmamışken, Suriye’nin çabasıyla ağır yaralar almış, karşısında bir direnme gücü olduğunu göstermiştir. Bu kesitte dünyanın şer güçleri Vietnam’dan, Kamboçya’ya dünyanın her bölgesinde istilalar ve askeri operasyonlar düzenliyordu. Bölgemize yönelik baskıları da son haddine gelip dayanmıştı. Suriye, bu planları bozmakla kalmamış, faşizan Falanjist hareketin İsrail planlarını uygulamak için Lübnan iç savaşını derinleştirmek isteyen saldırganlığını kırmış ve geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde etkinliklerine son vermiştir.
Bu dönemde Suriye üzerine ağır Amerikan tehditleri gündeme gelmiş, 1982 Haziranında İsrail Lübnan’ı işgale başlamıştı. Suriye 14 000 şehitle, 400 T 72 tankının tahribiyle büyük mali ve manevi kayıplar pahasına Halkıyla yönetimi bu baskılara direnmiş, Lübnan’ı savunmuştur. Bu savaşın sonunda, Filistin kuvvetlerini sınırında uzaklaştırıp Kuzey Lübnan’a konumlandırarak yeni provokasyonlar yaratmak isteyen dış güçlerin yolunu Trablus savaşlarıyla kesmiştir. Gerici Fetih güçlerinin, Mısır-Suudi Arabistan, Amerika, İngiliz ve İsrail tarafından desteklenin saldırıları kırılmıştır. Amerika’nın Lübnan’dan kaçışını sağlayan Hizbullah’ın organize ettiği ünlü Deniz Kuvvetlerine karşı intihar saldırısı ve ardından 1990 Cumhurbaşkanlığı sarayı Baabda’yı (Lübnan’da bir ilçe) gasp eden General Michel Auon’dan da temizleyerek Fransız nüfusunu bölgeden uzaklaştırmıştı.
Suriye’nin bölge halkları adına gösterdiği bu sorumlu direnme emperyalist ülkelerin akıl almaz ambargolarıyla yüz yüze kalmasını getirdi. Ancak Suriye boyun eğmedi. Sınırını ihlal eden Amerikan ve İngiliz uçaklarını Lübnan üzerinde düşürdü. Bu gibi onlarca duruşla Suriye tüm dünyaya kendisine zorla hiçbir şey dayatılamayacağını göstermişti.
Bu kesitin bire bir tanığıyım. O günlerde 200 gr yağ bulmak için çok şey vermek gerekirdi, yağ, şeker, ilaç, kağıt mendil bulmak bile imkansızdı, insanlık dışı bir yaşam ambargosu koyulmuştu. Bu baskılara karşı Suriye halkı yönetiminin arkasında durarak, her türlü teslimiyeti de ret ederek direndi.
Hafız Esad vasiyetinde “ iktidara da dünya nimetlerine de doymuş bir insanım Allah’ıma şükrederim ki üzerime gelen tüm baskılara rağmen İsrail’le teslimiyet anlaşması yapmadım, ülkemin ve halkımın anlının temiz tutum” açıklaması bu liderin ülkesiyle almış olduğu tutumu anlatmaya yeterlidir.
Beşşar Esad dönemi ise çok daha çetin bir dönem oldu. Kısa aralıklarla ağır sorunlar ve baskılara maruz kaldı. Bunları de tek tek görecek olursak şunları görürüz;
20 Mart 2003 Irak savaşı ve Suriye’yi işgalle tehdit; Suriye buna Irak Sünni direnmesini sonuna kadar destekleyerek cevapladı. O kesitin Amerika Savunma Bakanı Colin Pawel Suriye’ye meşhur üç öner yapmıştı ( ya Filistin örgütleriyle ilişkini kes, ya İran ve Hizbullah’la ilişkini kes, ya da İsrail’le barış yap) Bu önerilerden birine evet denmesi yeterli olacaktı. Ancak Beşşar Esad, bu zül önerilerini elinin tersiyle itti ve hiç birini kabul etmeyeceğini ilan ederek, direnmeyi seçti. Bundan kaynaklanın kefaretin her türünü ödemekten de çekinmedi. Bu duruş, halkı Beşşar Esad’ın önderliğine daha sıkıca sarılmasına yol açtı; bu güne kadar devam eden bu sarılışın, ilkeli olan geçmişten bu güne gelebilen kararlı bir çizgiden kaynaklandığı açıktır.
Ardından 14 Şubat 2005 Lübnan başbakanı Refik Hariri suikastı geldi. Suriye’yi itham ettiler. Arap Barış Gücü olarak Arap birliğinin teklifiyle, Lübnan hükümetinin onayıyla Lübnan’da güvenliği 30 yıl bir mantar tabancısı bile patlamasına müsaade etmeden koruyan Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkmasına yol açtılar ( Bu ordu aynı zamanda İsrail’e karşı Beka.ovalarında bir savunma gücü olarak yer alıyordu). Tarihi boyunca hiçbir BM kararını uygulamayan İsrail’in çıkarları gereği Suriye Lübnan’dan apar topar çıkarılmış oldu (1559 nolu BM kararı). Bu bir savaş hazırlığıydı, Hizbullah tedirginliğini bertaraf etme çabasıydı. Suriye buna Hizbullah’ı ve direnme örgütlerini destekleyerek cevap verdi. Arapların, özellikle Sünni Arap devletlerinin kapıları yüzüne kapattığı ve İsrail yanlısı tutum aldıkları bir kesitte HAMAS ve CİHAD örgütlerini Filistin halkı adına korumaya alarak Şam’da büro açmalarına izin verdi. Bu da direnmenin yapılabilir en olumlu adımlarıydı.
12 Temmuz 2006’de İsrail Lübnan savaş açtı. Suriye’ye bu kez açık savaş tehdidiyle yüz yüze kaldı. Suriye buna da Hizbullah’ı sonuna kadar, her şeyle destekleyerek cevap verdi. Bu savaş bölgenin en tarihi savaşıydı ve zafer Suriye’yle birlikte direnen tüm halkların ve direnme örgütlerinin oldu. Direnen güçler, İsrail’in yenilmez sanılan dünyanın 4. en güçlü ordusunu hezimete uğrattı. Büyük Ortadoğu Projesini ikinci kez yerle bir edilmiş oldu.
27 Aralık 2008 – 20 Ocak 2009 Gazze savaşı gelip dayattı. Suriye yine topun ağzındaydı. Suriye Filistin direnme örgütlerine yaptığı yardımlardan dolayı suçlandı ve tehdit edildi; Suriye buna Filistin direnme örgütlerine verdiği desteği arttırarak cevap verdi.
12 Temmuz 200 33 gön savaşı ve Gazze savaşı İsrail’in hiçbir siyasi hedefini gerçekleştiremedi. Bu savaşta sağladıkları lojistik desteklerle yer alan Emperyalistler ve siyonist Arapların uğradığı hezimet, bu gün Arap baharı denilen sürecin kıvılcımı, tohumun yerde yeşermeye başlamasının da ifadesiydi.
Bölgede ağır yenilgiler alan emperyalistler her köşede sıkışmıştı. ABD askerlerini Irak’tan nasıl çekeceği endişesine düşmüş, İsrail ve yayılmacı pervasızlığı tüm insanlık için bir risk haline gelmişti.
Suriye bu kez Hariri suikastıyla ilgili sıkıştırılmaya eli kolu bağlanmaya başladı. Dünyada ilk kez kurulan ve tek amacı Hizbullah ve Suriye’ye diz çökertmeyi amaçlayan Uluslararası Özel Cinayet Mahkemesi kılıcı sallanmaya başladı. Suriye bunlara karşı mücadele etti. Sonuçta tüm belgeler ve kanıtlar bu suikastın arkasında İsrail ve Amerikanın olduğunu göstermeye başladı. Bu alanda verilen direnme askeri savaş kadar çetindi.
Lübnan hükümetinin başında Saad Hariri Obama’yla görüşme halindeyken, Lübnan hükümetinin direnme güçlerinin parlamentodaki oylamada çoğunluğu elde ederek çökmesi, bu saldırılara verilen bir cevap gibiydi. Beyaz saraya başbakan olarak giren Saad Hariri, hezimetle çıktı. Suriye Lübnan’daki dostlarıyla dev bir çıkış yapmış oldu. Mihrac Ural o kesitte yazdığı bir makalede bölgemizde yaklaşan kaynamayı “ORTADOĞU GEBE“ başlığı altında yorumlayarak patlak verecek bölge kaynamalarına işaret etti. Bu birkaç hafta içinde Tunus ve Mısır devrimiyle kendini gösterdi.
Hariri için kurulan özel mahkeme savcılarının, rüşvet videoları ortaya çıktı ve tüm belgeleri İsrail’e taşıdıkları ispat edildi. Ayrıca Suriye’nin Refik Harir suikastıyla ilgisi olmadığı ortaya çıktı Yalancı şahitlerin ifadeleriyle tutuklanan Lübnanlı direnme güçleri taraflısı generaller serbest bırakılmak zorunda kalındı. Suriye yine zaferle çıktı. Bu durum Emperyalistleri, İsrail’i ve Siyonist Arapları küçük düşürdü. Suriye bölgenin kilit ülkesi, onun onayı olmadan bu bölgede hiçbir şey yapılamayacağı ortaya çıkmış oldu.
Bu tarihi sürecin tüm olaylarında baskılara karşı Suriye’nin sert tepkisi ve zaferi bulunuyor. Ülkemizde iktidarların anlamadığı gerçek budur. Erdoğan’ın okyanus ötelerinden gelen desteklerle, BOP Eş Başkanı olarak icra etmekle mükellef olduğu emperyalist-Siyonist çıkarlar, Suriye’nin bu tarihi gerçekliğini görmüyordu.
İşte Suriye buydu. Bu bir onurlu direnme ülkesinin tablosuydu. Bu halkıyla dik duruşun anlamlı ifadesiydi. Erdoğan yönetimi bu onursal duruşa yönelik bir saldırı olarak belirdi.
Türkiye, komşusunu bilmiyordu, ya da dış güçlerle göbek bağları gözlerini kör etmişti.
ORTADOĞU SAHNESİNDE YER ALMAK
Bir başka gerçeğin okurlar tarafından bilinmesi gerek. Türkiye Ortadoğu sahnesine ne kendi gücü nede Amerika-İsrail yakınlığıyla girdi. Hani derler ya, sittin sene kalsan başaramasın diye öyle bir şey. Türkiye bölgeye Suriye’nin isteği ve istediği ölçü ve yerde ancak girebildi. Suriye olmasaydı Türkiye’nin bölgeye girmesinin imkanı yoktu. Bu olanağın ortaya çıkaran nesnel nedenler elbette vardı. Ama bunlarda Suriye’yle ilgiliydi.Suriye komşuluk adına, dostluk ve kardeşlik adını bu adımları attı. Elbette ülke çıkarları vardı. İsrail’le savaş halinde bir ülke olarak, Kuzey sınırlarında hiçbir sorun istememesi çok normaldi. Ancak bu erdemli yaklaşımın ortağı yoktu. Türkiye BOP eş başkanı olarak bölgenin şer güçleri lehine dizaynıyla görevliydi. Suriye’nin sunduğu her kolaylığı da bu amaçla kullanacaktı.
Bu konulara girmeden önce, Türkiye’nin bölgeye ne kendi gücüyle ne de Amerikanın gücüyle bölge siyasal sahnesinde rol alamayacağının iki önemli gerekçesini bilmekte yarar var.
Birincisi Tarih, İkincisi Mısır.
Tarih;
400 yıllık Osmanlı kara zulmü ve acıları. İstisnasız her Arap’ın bilinçaltına kazılı bu barbarlık, tüm Arapları bu tarihe karşı çok duyarlı ve kaygılı kılmıştır. Arap aydını da bilir ki Arapların geriliğinin kaynağında bu barbarlık bulunuyor. Uygarlık beşiği bu toprakları karanlık ortaçağlara sürükleyen ve uygarlık hamlesini Bizans’tan sonra batıya kaçışını sağlayan da Osmanlıydı. Cumhuriyet Atatürk’le birlikte “yurtta sulh cihanda sulh” dedi. Bu dönemin hataları pek çok ancak, Cumhuriyetteki Osmanlı diyebileceğimiz davranışlar, hasta adamın sağlığına kavuşma eğilimi gösterdiği andan itibaren Kürtlere yapılan zulüm, Hatay’ın ilhakı şimdilik konumuz dışındadır. Cumhuriyetteki Osmanlı, Cumhuriyetin tüm kazanımlarını da yıkma girişimine II. Dünya savaşıyla başladı. Azınlıklara yapılanlar bir toplu kıyım sürgünüydü.
Sovyetleri kuşatmak için kurulan Bağdat ve ardından CENTO paktının faaliyetleri içinde Arap düşmanlığı yapan bir Türkiye peydahlandı. NATO’nun, “en ucuz ürünü askeri olan bir ülke” olarak işlev gördü. 101 ABD askeri üssü kurulması ise Türkiye’nin bölgedeki karanlık rollerini derinleştirdi. Bu süreçte Türkiye Irak devriminde Kral Faysal yanlısı oldu, 14 Temmuz 1958 Irak halk devrimine karşı tavır aldı. 1958 Lübnan iç savaşında Hıristiyan Falanjistlerin yanında Lübnan halkına karşı durdu silahla depolarıyla karşı-devrimcilere destek oldu. Bu da Menderes döneminin marifetleri olarak, İsrail’le gizi süren devlet üst konseyi toplantıları yürüdü durdu.
Türkiye, Araplara karşı 1967 Haziran savaşında ABD üsleriyle İsrail’e destek verdi. Bu kirli tarihi hiçbir Arap unutmaz. Arap aydının aydınlanması bu tarihi iliklerine kadar hissederek yükseldi. Türkiye asla güvenilmez bur ülkeydi, haindi, kalleşti, arkadan hançerleyendi. En sonunda işte Libya ve işte Suriye’de yaptıkları.
Uzun sözün kısası bu ülke tarihiyle, dünü ve bugünüyle bir ihanet şebekesi tarafından, kendi halkının iradesine aykırı olarak yönetiliyordu. Suriye’ye yönelik yapılanlar ise eli kanlı şebekelerle el ele yürüyen bir kanlı ihanet saldırısıydı. Bu ise, Türkiye’nin iflah olmaz barbar Osmanlı aklının ısrarlı bir izcisi olmaktan kurtulamadığını gösterdi; Yeni-Osmanlıcılık kendini bu ikiyüzlülükle göstermiş oldu. İktidarların bu tutumu, gerçekte Türk halkına da büyük hakaretti. Osmanlı tarihinin Türk halkını “Etraki bila idrak” diye onursuzlaştırmasının devamı bu gün Yeni-Osmanlıcı Erdoğan’la devam ediyordu.
On yıllar içinde kazanılan komşuluk barış ve dostluk bir iki haftada böylece ayaklar altına alınmıştı. Tarih işte bu tarihti.
Mısır;
Türkiye, Mısır’la M. Ali Paşa ve Oğlu İbrahim paşa döneminden bu güne hep bir rekabet ve çekişme içinde oldu. Kütahya anlaşmasıyla(14 Mayıs 1833) sonuçlanan istila ve Nizip savaşı mağlubiyeti (24 Haziran 1938) bunun ifadesiydi. Bu çekişmeler Lübnan üzerinde emirlerin karşılıklı kullanılmasıyla süren yerel savaşlarda da kendini gösterip durdu. Türkiye Cumhuriyete kabuğuna çekilip, bölgeyi tamamen ihmal etmesi, Fransız ve İngiliz mandasının bölgedeki egemenliği II. Dünya savaşı sonuna kadar sürmesi bu ilişkinin karşılıklı sertleşmesini de geriye itti. Ancak manda dönemi biter bitmez yine bir tırmanış başladı. Mısır-Türkiye her kuşede gergin bir çekişme içindeydi.
Süreç NATO’ya katılımla yeni bir biçim aldı. Bu süreçte Mısır-Türkiye ilişkisi, Kral Faruk yanlısı ve İngiliz casus olarak itham edilip kovulan Türkiye Kahire Büyükelçisi Hulusi Fuat Tuğay olayıyla su yüzüne çıktı (4 Ocak 1954). Uluslar arası diplomasi ilişkilerinde ilk kez bir ülkenin Büyükelçisi böyle ayıplanarak kovulmuş oldu.
Bu olay, Kavalalı Mehmet Ali paşa ve oğlu İbrahim paşa döneminden o güne kadar bölge üzerindeki etkinlik çekişmesi üzerine süren Mısır –Türkiye ilişkisi, yeni bir boyut kazanmış oldu. Mısır Türkiye’ye bölgenin hiçbir siyasi gelişmesinde yer vermek istemez: bunu kendi kıta sahanlığına müdahale olarak sayar ve Arap ulusal güvenliği açısından tehlikeli bir eğilim olarak görür.1958’yıllarında bölgede patlak verin halk ayaklanma ve devrimleri karşısında Türkiye’nin her tutumu emperyalistlerin lehine bir tutumdu, Bağdat ve CENTO paktı da bunun ifadesiydi. Mısır, Türkiye’nin bu eğilimleriyle çok sert bir çatışma içindeydi. 1967 savaşında Türkiye’nin İsrail yanlısı açık askeri tutumu ise geride duran karanlık tarihe yakıt katmak gibi bir şeydi.
Mısır, kendini um el dünya (Dünyanın anası, merkezi) olarak görür; Orta-doğu’nun abisiydi. Arapların önderiydi ve Türkiye’nin Arap sorunlarında yer almasını güvenlik açısından ve aradaki rekabet nedeniyle istemez.
Bu tarihi çizgi, Arap üçlüsünün oluşturduğu şifahi birlik bozulana kadar sürdü. Mısır-Suudi Arabistan-Suriye üçlüsü, ABD’nın Irak savaşına karşı tutumda, üçlü arasında ortaya çıkan ihtilaf, 12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan’a saldırısında Mısır ve Suudi Arabistan’ın açıkça İsrail’i desteklemesi ve Gazze savaşında yine İsrail yanlısı tutum ve Filistinlilere karşı uygulanana ambargo nedeniyle parçalanıp son buldu.
Beşşar Esad’ın bu süreci özetleyen meşhur bir tanımlaması oldu ( Bu tanım üzerine ciddi siyasi kriz de oluştu); siyonist Arapları “ENSAF EL RİCAL” diye tanımladı. YARIM ADAMLAR dedi. Bu bir yol ayrımıydı. Arap üçlüsü artık dağılmıştı.
Türkiye’nin, bölge siyasal tablosunda yer almasının önünde tarih ve Mısır engelinden söz etmiştim. Bu dağılma bu engelleri de kaldırmış oldu. Nesnel olan gelişme buydu.
Bu engeller dağılınca, Suriye açılan yarıktan Türkiye’ye sürece sokmayı, İsrail’le beklenen mücadele hazırlığında Kuzey sınırlarında düşman olmayacağı bir ülke oluşturma stratejisinin bir sonucu olarak Türkiye’yi elinden tutup bölgenin siyasi sahnesine soktu.
Böylece, Türkiye, Suriye’nin açtığı kapı aralığı kadar girme şansını yakaladı.
Kimse kendini aldatmasın süreç aynıyla böyle gelişte ve bunun sonucu olarak Türkiye bölge adım attı.
Ülkemiz medyasının aptal bölge uzmanlarının pohpohlamalarıyla kendini aldatanlar, “Türkiye bölgeye bir ihtiyaç, güçlü ülke, gücüyle bölgede ağırlık koyan ülke” sanısı yarattılar. Oysa bu bir hayaldi. Mısırın yokluğundan ibaretti. Mısır devrimi oturdukça, Mısır bölgeye sağlıklı ve ilkeli döndükçe, Suriye içinde bulunduğu sorunları aştıkça Türkiye’nin esamisi bile bu bölgede olmayacak.
ZORDA OLAN KİM
Herkes sanıyor ki, Suriye zordadır. Değil. Suriye’nin aşacağı sorunlar var, ama zorda değil. Zorda olan çıkmazda olan Türkiyedir. Dış siyasetin tüm paradigmaları çökmüş, ilişkide olduğu her ülkeye ihanet etmiş kararsız, güvenilmez bir ülke olmuştur. Bunu anlamak için biraz daha zaman geçmesi gerek.
Libya’da durum nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, en büyük zarı ikiyüzlü politikasıyla Türkiye çekmiş olacaktır. Kaddafi tüm olumsuzluklarına karşın, Muhalefetin vatana ihanet eden NATO uşaklığı çizgisine karşı savaşmaktadır. Sonuçta kimsenin kazanmadığı herkesin kaybedeceği Libya sahasında Türkiye kurduğu ve geliştirdiği tüm etkinliklerini yitirmiş olarak çıkacaktır. Batılı şer güçleri ise bu savaşın maliyeti için Libya’yı ağır bir mali yükümlülük altına sokarak, pastanın tümünü yutacaktır.
Türkiye bu ikiyüzlü politikasıyla Suriye’de on yılda kazandığı her şeyi ebede kadar kaybetti. İhanet yanı sıra gencecik evlatlarının kanında Türkiye’nin eli olduğu, tartışmaya gerek görülmeyen bir gerçektir. Suriye halkı bu acıyı hiç unutmayacaktır. Zaman ilerledikçe daha da artarak tarihi kinlere kadar uzanabilecektir.
Bu siyasi açmaz, Irak, Iran, Lübnan gibi ülkeleri ilk elden etkileyecek. Türkiye’nin güvenilmez, el verilmez bir ülke olması nedeniyle bir set oluşturulacaktır. Bu ise mısırın sağlıklı bir şekilde bölgeye dönüşüne kadar Türkiye’nin yüzüne kapatılacak bir kapı olacaktır.
Erdoğan’ın hesapsız politikası zorda olandır. Sorunu en derin olan ve çözümsüz gibi duran Türkiye dış politikasıdır: Bu politikanın ülke içindeki ikiyüzlü politikaların devamı olduğu ise açıktır.
ŞAM’DA ULAŞILAN SON
Suriye’yi Türkiye bilmiyor. Çünkü kendini bilmiyor. Kendi sorunlarına karşı ikiyüzlü olan bir ülkenin komşusunu tanıması mümkün değildir. Aynı mantıkla ilişkileri sürdürmesi ise bir iflastır.
Erdoğan’ın baktığı aynalar yalan söylüyordu, o ise buna inanmak istiyordu. Bir kendini aldatma hali. 12 haziran seçim sonrası balkon konuşmasında, Yeni Osmanlı padişahı gibi Beyrut’tan Şam’a, Bağdat’tan Belgrad’a …selam göndermesi klinik bir durumdu.
İlk kırılma; Türkiye- Suriye ilişkilerinin kopacağı belirtileri çok kimse 7 Ekim 2010’da fark etmedi.
Her iki ülkenin Lazkiye’de ortak hükümet toplantısı yapması ardından gelen Erdoğan-Beşşar Esad ortak zirvesi esasında bu güne işaret eden bir dönüm noktasıydı. Bölge uzmanları o zaman uyuyordu. Yine yalan yanlış hayali kurgularını pazarlıyorlardı. Mihrac Ural o günü tüm ayrıntılarıyla okurlarına aktardı. 7 Ekim 2010 tarihli “TERÖR ZİRVESİ” başlıklı makalesinde bu günleri açıkça kehanet derecesinde isabetle işledi (bkz. http://mirural.blogspot.com/ ).
MİT müsteşarı Hakan Fidan yeni atanmıştı. Bu atama, bölgenin yeniden dizayn edilmesiyle ilgili BOP’un gerekleriyle yakından ilgiliydi. Fidan, ilk adımda bir dizi dosyayla Suriye’ye gönderilmişti.
Konu Kürt özgürlük hareketiydi. Suriye’den Kürtlere baskı ve kovuşturma yapması istendi. Bir üstün asta emir verir gibi davranışlar,kardeşlik adı altına sokuşturularak icra edilmek isteniyordu. Suriye’nin ilkeli tutumu hesaba katılmıyordu. Nitekim, ipler ilk olarak burada koptu.
İlk gerginlik ve soğukluk, basının dikkatlerinden kaçan haliyle burada başladı.
“Bölge uzmanı” sıfatıyla ortalıkta dolaşanların işi ise doğru izlemek değil, eğri konuşmaktı. Abartmak, kurgulamak, senaryolaştırıp pazarlamaktan ibaretti. Öyle de oldu. Bu zirvenin en can alıcı yanı gözden kaçtı.
Suriye Erdoğan’ın MİT eliyle istekleri ret edildi, daha doğru bir tanımla, o günün psikolojisiyle buna en uygun tanım “elinin tersiyle itti” demek yanlış değildir.
Beşşar Esad’ın tavrı açıktı, “bu sorun iç sorununuz, gidin kendi Kürtlerinizle demokratik olarak açılım yapıp, sık sık ve sürekli af çıkartıp barışın ve iç sorununuzu öyle çözün” dedi.
Bunun üzerine, iki ülke ilişkileri kaskatı kesildi. Çok alt düzeylerde giden gelen olsa da bu ilişki bir daha kendine gelemedi. Olur olmaz nedenlerle bir araya gelenler, artık telefonla birbirini aramaz oldu. Erdoğan çok gergin hallere düştü, ilkesel bir tutumda Suriye’ye baskı yapmanın sonuçsuz olduğunu gördü. Ama bundan ders almadı.
İkincisi kırılma; Davutoğlu’nun son Iran ziyareti (10 Temmuz 2011) öncesine denk geldi.
Erdoğan’ın sık sık “nasihat veriyoruz dinlemiyorlar” türünde diplomatik nezaketi zorlayan sözlerinin sık sık tekrarı ve şer güçlerin medyası aracılığıyla ortalığa bir tehdit havasıyla servis edilmesi, Suriye’yi çok rahatsız etmişti. Bu söylemlere son vermek üzere Suriye Dışişleri Bakanı Velid el Muaalim, “ders almak isteyenlere verecek çok dersimiz olur” mailende sertçe cevap vermesi, sessizce süren gerginliği su yüzüne çıkarıyordu. Bu dönemde Türkiye’nin eli kanlı Suriye şebekeleriyle iç içe olduğuna dair itiraflar, kanlı olaylar, belgeler, yakalanan silahlar, kanıtlarla ortaya çıkmış, üstü örtülemez hale gelmişti.
Bu çıkış, İran üzerinden Suriye’ye gelmesi beklenen Davutoğlu’na, bu ara gelmesinin arzu edilmediği yönünde bir mesajdı. Nitekim o gezi iptal edilmiş oldu.
Geldik bu güne. Bu anlattığım gerçekler üzerinde bu günkü Davutoğlu ziyareti gerçekleşti (9 Ağustos 2011). Makalemin girişinde, satır satır, kelime kelime kim ne söylediyse aktardım. Türkiye’nin adım adın U dönüşü yaptığını gösterdi. Bende bu günü herkes gibi bekledim: Filmin son karelerini görerek birbirine bağlayıp okura sunmak istedim.
Şam görüşmesine giden Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, başta ABD’nin mesajları olmak üzere dünyanın tüm şer güçleri adına Suriye’ye geldi. Bunu daha sonra Erdoğan iç muhalefet için ret etse de gerçek budur. Türkiye bölgede gerçek kimliği olan ulaklığa dönüyordu. Suriye’ye düşmanlığın başladığı yerde Türkiye’nin gerçek yeri de budur.
Bu onursuz bir siyasi duruştu. Suriye onurlu bir ülke olarak bu ziyarete hak ettiği dereceden önem gösterdi. Karşılamaya üçüncü dereceden bir diplomatı gönderdi. İlk mesaj anında verilmişti.
Şam buluşması 6.5 saat sürdü. Dünyanın tüm şer güçleri bu buluşmayı bekliyor cazgırlık, yalan, abartma, kurgu hazırlıkları içinde, ölüm denklemlerine balans ayarı yapıyor, savaş tamtamlarını ısıtıyordu. Her şey kelime oyunları arasında, demagojilerle gerçekleri ters yüz edilmeye açıktı.
Ancak dağ fare doğurdu.
6,5 saat sonunda, Ahmet Davutoğlu’nun söyleyecek tek bir cümlesi kalmıştı o da bu makalenin son cümlesi olacaktı “SURİYE, BEŞŞAR ESAD ÖNDERLİĞİNDE ARAP ALEMİNİN VE BÖLGENİN EN GÜÇLÜ DEMOKRATİK ÜLKESİ OLARAK ÇIKACAKTIR”
Davutoğlu, Beaşşar Esad’ın yanından çıktığı an dünya basını önünde söylediği bu cümle, tüm şer güçlerin hüsrana, sükutu hayale uğrattı.
Yorum bile yapmaya cesaret edemediler. Davutoğlu arada, Erdoğan’ın “Suriye deki sorunlar bizim iç işlerimizdir” sözünü, “Dost Suriye’nin iç işleri kendine aittir bunu çözmesi hepimizi sevindirecektir” diyerek düzeltmeye çalıştı. Bol bol dostluk sözleri yanı sıra, Suriye’deki kanlı olayların arkasında terör şebekeler olduğunu kabul eden açıklamalar da yapıyordu; “teröristleri halktan ayırıp çağdaş polisiye araçlarıyla sokaktaki gösterileri bastırmak daha uygundur”
Bu gün ise (10 Ağustos 2011), AKP İl Başkanları Toplantısında, eski Erdoğan yerini yeni bir Erdoğan’a terk etmişti. Eski pervasızlığının yerini, Suriye kardeşliğine, dostluğuna, buna verilen öneme, iç işlerine asla karışmamak tersine kardeşliğin verdiği sorumlulukla ilgili olmak anlamında U dönüşü olduğu açık duruma geldi. 6,5 saatin hikmeti burada kendini göstermişti.
Sonuçta söylenmesi gereken bu vazo kırıldı. Artık eski haline asla dönmeyecektir. Onurlu ülkelerle onursuz ülkeleri bir arada uzun süre tutmak mümkün değildi. Olan da budur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder