HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

10 Ağustos 2011 Çarşamba

“SABIR” ŞAM’DA ÖĞÜTÜLÜR

DAVUTOĞULU SURİYE DÖNÜŞÜ AÇIKLADI;
“SURİYE, BEŞŞAR ESAD ÖNDERLİĞİNDE ARAP ALEMİNİN VE BÖLGENİN EN GÜÇLÜ DEMOKRATİK ÜLKESİ OLARAK ÇIKACAKTIR”



Mikdat Abuzer
9 Ağustos 2011

Davutoğlu büyük bir medya gürültüsüyle, şama indi. 9 Ağustos 2011. Boş teneke çok ses çıkarır derler öyle oldu. Erdoğan iktidarı, Dışişleri Bakanı için Şam yollarını, Amerika başta olmak üzere dünyanın tüm şer güçlerinin risaleleriyle döşedi. Türkiye onurlu bir bağımsız devlet olma yerine birilerini ulağı olmayı tercih etti. Komşu ülke, dost ülke algısı yerine, emperyalist-siyonist çıkarlar için bölgenin yeniden dizayn edilmesinin bir üçüncü sınıf maşası olmayı tercih etti. Ülkenin yandaş ve çevredaş medyası da her zamanki yalan, abartma, kışkırtmaların tantanası içinde akıl almaz bir provokatör rolü oynamaya başladı. Bu alışık olduğumuz Türkiye halleriydi. Burası Türkiye…

Ancak olayları uzun zamandır önemle gözleyenler gibi biz de yazdığımız onlarca makalede bu şişinmelerin kof birer duruş olduğunu söyleyip durduk. Dağların fare doğurma sancılarından b.aşka bir şey olmadığını ifade ettik. Nitekim Davutoğlun’un Şam seferi aynıyla bu sonucu doğurdu.

Kahin değildik. Yaptığımız olayları ciddi bir şekilde izlemek, algılamak bilgi birikimlerimizle sentezleyip soyutlamaktan ibaretti. Bunu da okura taşımaktı.

ŞAM’A DOĞRU ADIM ADIM

Olayı adım adım takip edelim, önce Erdoğan, bir iftar yemeğinde şöyle buyurdu; “çok sabrettik. Artık burada da sabrın son anlarına geldik. Bunun için de Salı günü Dışişleri Bakanımı Suriye’ye gönderiyorum. Mesajlarımız kendilerine kararlı bir şekilde iletilecek.” diyerek, dünya kamuoyunun kışkırtıcı beklentilerine altın tabak sunan konuşmasını bağladı.

Uluslar arası hukuka da aykırı olan bu söyleme karşı Şam sesiz kalmadı, Beşşar Esad, danışmanı Büseyna Şaban aracılığıyla bu sözlere sert bir karşılık verdi; “söylenecek her söze katıyla cevap verilecektir. Nasihat vermeye gelmişse, öyle bir ders alarak gidecek ki Türkiye’nin Suriye’de eli kanlı olayların merkezinde olduğunu ona gösterecek ve gereken cevabı vereceğiz”.

Gelişmeler, dünya şer güçlerinin kışkırtıcı çabalarının baskısı altında, komşu iki ülke arasında çıkmak üzere olan savaşın son hamleleri gibiydi. Herkes nefesini tutuyor, sonucu bekliyordu. Düne kadar, 9 vatandaşını hukuk dışı yollarla Mavi Marmara gemisinde katleden İsrail’den bir özür bile almayı başaramamış Erdoğan yönetimi, şimdi çağdaş tüm tarihi, emperyalist-siyonist baskılara direnerek geçmiş komşusu Suriye’ye baskı yapabileceğini ve bundan sonuç alabileceği sanısına kaptırmış bulunuyordu. On yıldır örülen dostluk, ortaklık, komşu erdem ve kardeşliği, dünya şer güçlerinin çıkarları için birbirini öğüten düşmanlığa terk ediyordu.

Bu söz düelloları sat başı yeni gelişmelere yol açtı. Erdoğan, bakanlarını dış güvenlik sorunu üzerine toplantıya çağırdı (8 Ağustos 2011).

Toplantıdan çıkışta açıklamayı büyük abi Bülent Arınç yaptı; “Suriye’deki olaylar üzücüdür. Göstericilere ramazan ayının ilk gününde saldırılması, tankların kullanılmasını yanlış buluyoruz” mealinde, sıradan bir gözlemcinin de fark edebileceği geri adımların atıldı gösteriyordu. Erdoğan7nın bildik diplomatik sınırları zorlayan kaba açıklamaları, uluslar arası hukuk tanımaz pervasızlığı yerine yumuşak, önerici, komşuluk ilişkilerini önemseyen bir kaygıyla görüş belirtme pozisyonuna geçildi. Bu da yapılan toplantının iç tartışmaları için bir ipucu olduğu kadar, Davutoğlu’nun Şam seferinde, medya yaygarasıyla döşeli yollarından yürümesinin mümkün olmadığına bir ilk işaretti.

Beşşar Esadın danışmanı aracılığıyla ilettiği sert cevap sahibine ulaşmıştı. Bu, Erdoğan hükümetinin aklını başına getiren bir mesajdı. Arınç yumuşak bir dille Erdoğan’ın “Suriye’nin sorunları iç işlerimizdir, sabrımız tükendi” çıkışını gerisin geriye çekmeye çalışmıştı.

Nitekim Davutoğlun’un 6,5 saatlik Şam toplantısı sonunda, dünya medyası önüne çıkar çıkmaz “Suriye, Beşşar Esad önderliğinde Arap aleminin ve bölgenin en demokratik, örnek ülkesi olarak çıkacaktır” demesi, sadece tozu dumana katan medyanın gürültüsünü değil, dünyanın tüm şer güçlerini de sükutu hayale uğrattı.

Sonuç vehimler üzerine kurulan dağların fare doğurmasından ibaretti.”Gerçek olmayan gerçekleşemez” der Araplar durdum budur.

SURİYE’Yİ TANIMIYORLAR

Ülkemiz aydınlarının olduğu kadar iktidarlarının da sıkıntısı bölgeyi ve Suriye’yi hiç tanımıyor olmaktır. Çok farklı parametrelerle hareket ediyorlar. Ağırlıklı olan batı kaynaklı ajansların karanlık strateji kulelerinde oluşturulan çıkar projelerinin medyaya yansıdığı biçimiyle algılıyor, düşünüyor ve karar veriyorlar, bunlara mezhepsel güdülerle, dar ulusal çıkarlarla yaklaşanlar da az değildir. Bunların bir kızım doğru gibi gelse de iş karşı tarafı değerlendirirken ciddi hataların doğmasına yol açıyor.

Önce komşumuzu konumuzu ilgilendiren, baskılar karşısındaki aldığı tutumları tarih kronolojisi içinde irdeleyerek bilgi vermek istiyorum.

Suriye son 40 yıldır, üzerine gelen dünyanın tüm şer güçlerinin baskılarına karşı direnmiş bir ülke olduğunun anlaşılması bu bölümün ana mihverini oluşturuyor. Zira dikkat çekici bir özellik, Suriye ne zaman dış güçler tarafından baskıya uğradıysa, ortak vatansever refleksler gösterip, halk yönetimle direnme yolunu seçmiştir. Bu özellik, Hafız döneminde olduğu kadar Beşşar döneminde de büyük oranda inkişaf etmiştir. Suriye tarihinde de 1925 devrimi diye bilinen Fransız işgaline karşı verilen direnme savaşında, tüm bölgeler, farklı etnik, dini ve mezhebi önderlerin birliğiyle yürümüştür.

1975 Lübnan iç savaşında Suriye Arap Barış Gücü olarak Lübnan’a girmiş Lübnan’ın kantonlara ayrılmasını isteyen İsrail’in ve Amerikanın planlarını bozmuştur; BOP canavarı henüz rahimdeyken, adın dahi konmamışken, Suriye’nin çabasıyla ağır yaralar almış, karşısında bir direnme gücü olduğunu göstermiştir. Bu kesitte dünyanın şer güçleri Vietnam’dan, Kamboçya’ya dünyanın her bölgesinde istilalar ve askeri operasyonlar düzenliyordu. Bölgemize yönelik baskıları da son haddine gelip dayanmıştı. Suriye, bu planları bozmakla kalmamış, faşizan Falanjist hareketin İsrail planlarını uygulamak için Lübnan iç savaşını derinleştirmek isteyen saldırganlığını kırmış ve geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde etkinliklerine son vermiştir.

Bu dönemde Suriye üzerine ağır Amerikan tehditleri gündeme gelmiş, 1982 Haziranında İsrail Lübnan’ı işgale başlamıştı. Suriye 14 000 şehitle, 400 T 72 tankının tahribiyle büyük mali ve manevi kayıplar pahasına Halkıyla yönetimi bu baskılara direnmiş, Lübnan’ı savunmuştur. Bu savaşın sonunda, Filistin kuvvetlerini sınırında uzaklaştırıp Kuzey Lübnan’a konumlandırarak yeni provokasyonlar yaratmak isteyen dış güçlerin yolunu Trablus savaşlarıyla kesmiştir. Gerici Fetih güçlerinin, Mısır-Suudi Arabistan, Amerika, İngiliz ve İsrail tarafından desteklenin saldırıları kırılmıştır. Amerika’nın Lübnan’dan kaçışını sağlayan Hizbullah’ın organize ettiği ünlü Deniz Kuvvetlerine karşı intihar saldırısı ve ardından 1990 Cumhurbaşkanlığı sarayı Baabda’yı (Lübnan’da bir ilçe) gasp eden General Michel Auon’dan da temizleyerek Fransız nüfusunu bölgeden uzaklaştırmıştı.

Suriye’nin bölge halkları adına gösterdiği bu sorumlu direnme emperyalist ülkelerin akıl almaz ambargolarıyla yüz yüze kalmasını getirdi. Ancak Suriye boyun eğmedi. Sınırını ihlal eden Amerikan ve İngiliz uçaklarını Lübnan üzerinde düşürdü. Bu gibi onlarca duruşla Suriye tüm dünyaya kendisine zorla hiçbir şey dayatılamayacağını göstermişti.

Bu kesitin bire bir tanığıyım. O günlerde 200 gr yağ bulmak için çok şey vermek gerekirdi, yağ, şeker, ilaç, kağıt mendil bulmak bile imkansızdı, insanlık dışı bir yaşam ambargosu koyulmuştu. Bu baskılara karşı Suriye halkı yönetiminin arkasında durarak, her türlü teslimiyeti de ret ederek direndi.

Hafız Esad vasiyetinde “ iktidara da dünya nimetlerine de doymuş bir insanım Allah’ıma şükrederim ki üzerime gelen tüm baskılara rağmen İsrail’le teslimiyet anlaşması yapmadım, ülkemin ve halkımın anlının temiz tutum” açıklaması bu liderin ülkesiyle almış olduğu tutumu anlatmaya yeterlidir.

Beşşar Esad dönemi ise çok daha çetin bir dönem oldu. Kısa aralıklarla ağır sorunlar ve baskılara maruz kaldı. Bunları de tek tek görecek olursak şunları görürüz;

20 Mart 2003 Irak savaşı ve Suriye’yi işgalle tehdit; Suriye buna Irak Sünni direnmesini sonuna kadar destekleyerek cevapladı. O kesitin Amerika Savunma Bakanı Colin Pawel Suriye’ye meşhur üç öner yapmıştı ( ya Filistin örgütleriyle ilişkini kes, ya İran ve Hizbullah’la ilişkini kes, ya da İsrail’le barış yap) Bu önerilerden birine evet denmesi yeterli olacaktı. Ancak Beşşar Esad, bu zül önerilerini elinin tersiyle itti ve hiç birini kabul etmeyeceğini ilan ederek, direnmeyi seçti. Bundan kaynaklanın kefaretin her türünü ödemekten de çekinmedi. Bu duruş, halkı Beşşar Esad’ın önderliğine daha sıkıca sarılmasına yol açtı; bu güne kadar devam eden bu sarılışın, ilkeli olan geçmişten bu güne gelebilen kararlı bir çizgiden kaynaklandığı açıktır.

Ardından 14 Şubat 2005 Lübnan başbakanı Refik Hariri suikastı geldi. Suriye’yi itham ettiler. Arap Barış Gücü olarak Arap birliğinin teklifiyle, Lübnan hükümetinin onayıyla Lübnan’da güvenliği 30 yıl bir mantar tabancısı bile patlamasına müsaade etmeden koruyan Suriye ordusunun Lübnan’dan çıkmasına yol açtılar ( Bu ordu aynı zamanda İsrail’e karşı Beka.ovalarında bir savunma gücü olarak yer alıyordu). Tarihi boyunca hiçbir BM kararını uygulamayan İsrail’in çıkarları gereği Suriye Lübnan’dan apar topar çıkarılmış oldu (1559 nolu BM kararı). Bu bir savaş hazırlığıydı, Hizbullah tedirginliğini bertaraf etme çabasıydı. Suriye buna Hizbullah’ı ve direnme örgütlerini destekleyerek cevap verdi. Arapların, özellikle Sünni Arap devletlerinin kapıları yüzüne kapattığı ve İsrail yanlısı tutum aldıkları bir kesitte HAMAS ve CİHAD örgütlerini Filistin halkı adına korumaya alarak Şam’da büro açmalarına izin verdi. Bu da direnmenin yapılabilir en olumlu adımlarıydı.

12 Temmuz 2006’de İsrail Lübnan savaş açtı. Suriye’ye bu kez açık savaş tehdidiyle yüz yüze kaldı. Suriye buna da Hizbullah’ı sonuna kadar, her şeyle destekleyerek cevap verdi. Bu savaş bölgenin en tarihi savaşıydı ve zafer Suriye’yle birlikte direnen tüm halkların ve direnme örgütlerinin oldu. Direnen güçler, İsrail’in yenilmez sanılan dünyanın 4. en güçlü ordusunu hezimete uğrattı. Büyük Ortadoğu Projesini ikinci kez yerle bir edilmiş oldu.

27 Aralık 2008 – 20 Ocak 2009 Gazze savaşı gelip dayattı. Suriye yine topun ağzındaydı. Suriye Filistin direnme örgütlerine yaptığı yardımlardan dolayı suçlandı ve tehdit edildi; Suriye buna Filistin direnme örgütlerine verdiği desteği arttırarak cevap verdi.

12 Temmuz 200 33 gön savaşı ve Gazze savaşı İsrail’in hiçbir siyasi hedefini gerçekleştiremedi. Bu savaşta sağladıkları lojistik desteklerle yer alan Emperyalistler ve siyonist Arapların uğradığı hezimet, bu gün Arap baharı denilen sürecin kıvılcımı, tohumun yerde yeşermeye başlamasının da ifadesiydi.

Bölgede ağır yenilgiler alan emperyalistler her köşede sıkışmıştı. ABD askerlerini Irak’tan nasıl çekeceği endişesine düşmüş, İsrail ve yayılmacı pervasızlığı tüm insanlık için bir risk haline gelmişti.

Suriye bu kez Hariri suikastıyla ilgili sıkıştırılmaya eli kolu bağlanmaya başladı. Dünyada ilk kez kurulan ve tek amacı Hizbullah ve Suriye’ye diz çökertmeyi amaçlayan Uluslararası Özel Cinayet Mahkemesi kılıcı sallanmaya başladı. Suriye bunlara karşı mücadele etti. Sonuçta tüm belgeler ve kanıtlar bu suikastın arkasında İsrail ve Amerikanın olduğunu göstermeye başladı. Bu alanda verilen direnme askeri savaş kadar çetindi.

Lübnan hükümetinin başında Saad Hariri Obama’yla görüşme halindeyken, Lübnan hükümetinin direnme güçlerinin parlamentodaki oylamada çoğunluğu elde ederek çökmesi, bu saldırılara verilen bir cevap gibiydi. Beyaz saraya başbakan olarak giren Saad Hariri, hezimetle çıktı. Suriye Lübnan’daki dostlarıyla dev bir çıkış yapmış oldu. Mihrac Ural o kesitte yazdığı bir makalede bölgemizde yaklaşan kaynamayı “ORTADOĞU GEBE“ başlığı altında yorumlayarak patlak verecek bölge kaynamalarına işaret etti. Bu birkaç hafta içinde Tunus ve Mısır devrimiyle kendini gösterdi.

Hariri için kurulan özel mahkeme savcılarının, rüşvet videoları ortaya çıktı ve tüm belgeleri İsrail’e taşıdıkları ispat edildi. Ayrıca Suriye’nin Refik Harir suikastıyla ilgisi olmadığı ortaya çıktı Yalancı şahitlerin ifadeleriyle tutuklanan Lübnanlı direnme güçleri taraflısı generaller serbest bırakılmak zorunda kalındı. Suriye yine zaferle çıktı. Bu durum Emperyalistleri, İsrail’i ve Siyonist Arapları küçük düşürdü. Suriye bölgenin kilit ülkesi, onun onayı olmadan bu bölgede hiçbir şey yapılamayacağı ortaya çıkmış oldu.

Bu tarihi sürecin tüm olaylarında baskılara karşı Suriye’nin sert tepkisi ve zaferi bulunuyor. Ülkemizde iktidarların anlamadığı gerçek budur. Erdoğan’ın okyanus ötelerinden gelen desteklerle, BOP Eş Başkanı olarak icra etmekle mükellef olduğu emperyalist-Siyonist çıkarlar, Suriye’nin bu tarihi gerçekliğini görmüyordu.

İşte Suriye buydu. Bu bir onurlu direnme ülkesinin tablosuydu. Bu halkıyla dik duruşun anlamlı ifadesiydi. Erdoğan yönetimi bu onursal duruşa yönelik bir saldırı olarak belirdi.

Türkiye, komşusunu bilmiyordu, ya da dış güçlerle göbek bağları gözlerini kör etmişti.

ORTADOĞU SAHNESİNDE YER ALMAK

Bir başka gerçeğin okurlar tarafından bilinmesi gerek. Türkiye Ortadoğu sahnesine ne kendi gücü nede Amerika-İsrail yakınlığıyla girdi. Hani derler ya, sittin sene kalsan başaramasın diye öyle bir şey. Türkiye bölgeye Suriye’nin isteği ve istediği ölçü ve yerde ancak girebildi. Suriye olmasaydı Türkiye’nin bölgeye girmesinin imkanı yoktu. Bu olanağın ortaya çıkaran nesnel nedenler elbette vardı. Ama bunlarda Suriye’yle ilgiliydi.Suriye komşuluk adına, dostluk ve kardeşlik adını bu adımları attı. Elbette ülke çıkarları vardı. İsrail’le savaş halinde bir ülke olarak, Kuzey sınırlarında hiçbir sorun istememesi çok normaldi. Ancak bu erdemli yaklaşımın ortağı yoktu. Türkiye BOP eş başkanı olarak bölgenin şer güçleri lehine dizaynıyla görevliydi. Suriye’nin sunduğu her kolaylığı da bu amaçla kullanacaktı.

Bu konulara girmeden önce, Türkiye’nin bölgeye ne kendi gücüyle ne de Amerikanın gücüyle bölge siyasal sahnesinde rol alamayacağının iki önemli gerekçesini bilmekte yarar var.

Birincisi Tarih, İkincisi Mısır.

Tarih;

400 yıllık Osmanlı kara zulmü ve acıları. İstisnasız her Arap’ın bilinçaltına kazılı bu barbarlık, tüm Arapları bu tarihe karşı çok duyarlı ve kaygılı kılmıştır. Arap aydını da bilir ki Arapların geriliğinin kaynağında bu barbarlık bulunuyor. Uygarlık beşiği bu toprakları karanlık ortaçağlara sürükleyen ve uygarlık hamlesini Bizans’tan sonra batıya kaçışını sağlayan da Osmanlıydı. Cumhuriyet Atatürk’le birlikte “yurtta sulh cihanda sulh” dedi. Bu dönemin hataları pek çok ancak, Cumhuriyetteki Osmanlı diyebileceğimiz davranışlar, hasta adamın sağlığına kavuşma eğilimi gösterdiği andan itibaren Kürtlere yapılan zulüm, Hatay’ın ilhakı şimdilik konumuz dışındadır. Cumhuriyetteki Osmanlı, Cumhuriyetin tüm kazanımlarını da yıkma girişimine II. Dünya savaşıyla başladı. Azınlıklara yapılanlar bir toplu kıyım sürgünüydü.

Sovyetleri kuşatmak için kurulan Bağdat ve ardından CENTO paktının faaliyetleri içinde Arap düşmanlığı yapan bir Türkiye peydahlandı. NATO’nun, “en ucuz ürünü askeri olan bir ülke” olarak işlev gördü. 101 ABD askeri üssü kurulması ise Türkiye’nin bölgedeki karanlık rollerini derinleştirdi. Bu süreçte Türkiye Irak devriminde Kral Faysal yanlısı oldu, 14 Temmuz 1958 Irak halk devrimine karşı tavır aldı. 1958 Lübnan iç savaşında Hıristiyan Falanjistlerin yanında Lübnan halkına karşı durdu silahla depolarıyla karşı-devrimcilere destek oldu. Bu da Menderes döneminin marifetleri olarak, İsrail’le gizi süren devlet üst konseyi toplantıları yürüdü durdu.

Türkiye, Araplara karşı 1967 Haziran savaşında ABD üsleriyle İsrail’e destek verdi. Bu kirli tarihi hiçbir Arap unutmaz. Arap aydının aydınlanması bu tarihi iliklerine kadar hissederek yükseldi. Türkiye asla güvenilmez bur ülkeydi, haindi, kalleşti, arkadan hançerleyendi. En sonunda işte Libya ve işte Suriye’de yaptıkları.

Uzun sözün kısası bu ülke tarihiyle, dünü ve bugünüyle bir ihanet şebekesi tarafından, kendi halkının iradesine aykırı olarak yönetiliyordu. Suriye’ye yönelik yapılanlar ise eli kanlı şebekelerle el ele yürüyen bir kanlı ihanet saldırısıydı. Bu ise, Türkiye’nin iflah olmaz barbar Osmanlı aklının ısrarlı bir izcisi olmaktan kurtulamadığını gösterdi; Yeni-Osmanlıcılık kendini bu ikiyüzlülükle göstermiş oldu. İktidarların bu tutumu, gerçekte Türk halkına da büyük hakaretti. Osmanlı tarihinin Türk halkını “Etraki bila idrak” diye onursuzlaştırmasının devamı bu gün Yeni-Osmanlıcı Erdoğan’la devam ediyordu.

On yıllar içinde kazanılan komşuluk barış ve dostluk bir iki haftada böylece ayaklar altına alınmıştı. Tarih işte bu tarihti.

Mısır;

Türkiye, Mısır’la M. Ali Paşa ve Oğlu İbrahim paşa döneminden bu güne hep bir rekabet ve çekişme içinde oldu. Kütahya anlaşmasıyla(14 Mayıs 1833) sonuçlanan istila ve Nizip savaşı mağlubiyeti (24 Haziran 1938) bunun ifadesiydi. Bu çekişmeler Lübnan üzerinde emirlerin karşılıklı kullanılmasıyla süren yerel savaşlarda da kendini gösterip durdu. Türkiye Cumhuriyete kabuğuna çekilip, bölgeyi tamamen ihmal etmesi, Fransız ve İngiliz mandasının bölgedeki egemenliği II. Dünya savaşı sonuna kadar sürmesi bu ilişkinin karşılıklı sertleşmesini de geriye itti. Ancak manda dönemi biter bitmez yine bir tırmanış başladı. Mısır-Türkiye her kuşede gergin bir çekişme içindeydi.

Süreç NATO’ya katılımla yeni bir biçim aldı. Bu süreçte Mısır-Türkiye ilişkisi, Kral Faruk yanlısı ve İngiliz casus olarak itham edilip kovulan Türkiye Kahire Büyükelçisi Hulusi Fuat Tuğay olayıyla su yüzüne çıktı (4 Ocak 1954). Uluslar arası diplomasi ilişkilerinde ilk kez bir ülkenin Büyükelçisi böyle ayıplanarak kovulmuş oldu.

Bu olay, Kavalalı Mehmet Ali paşa ve oğlu İbrahim paşa döneminden o güne kadar bölge üzerindeki etkinlik çekişmesi üzerine süren Mısır –Türkiye ilişkisi, yeni bir boyut kazanmış oldu. Mısır Türkiye’ye bölgenin hiçbir siyasi gelişmesinde yer vermek istemez: bunu kendi kıta sahanlığına müdahale olarak sayar ve Arap ulusal güvenliği açısından tehlikeli bir eğilim olarak görür.1958’yıllarında bölgede patlak verin halk ayaklanma ve devrimleri karşısında Türkiye’nin her tutumu emperyalistlerin lehine bir tutumdu, Bağdat ve CENTO paktı da bunun ifadesiydi. Mısır, Türkiye’nin bu eğilimleriyle çok sert bir çatışma içindeydi. 1967 savaşında Türkiye’nin İsrail yanlısı açık askeri tutumu ise geride duran karanlık tarihe yakıt katmak gibi bir şeydi.

Mısır, kendini um el dünya (Dünyanın anası, merkezi) olarak görür; Orta-doğu’nun abisiydi. Arapların önderiydi ve Türkiye’nin Arap sorunlarında yer almasını güvenlik açısından ve aradaki rekabet nedeniyle istemez.

Bu tarihi çizgi, Arap üçlüsünün oluşturduğu şifahi birlik bozulana kadar sürdü. Mısır-Suudi Arabistan-Suriye üçlüsü, ABD’nın Irak savaşına karşı tutumda, üçlü arasında ortaya çıkan ihtilaf, 12 Temmuz 2006 İsrail’in Lübnan’a saldırısında Mısır ve Suudi Arabistan’ın açıkça İsrail’i desteklemesi ve Gazze savaşında yine İsrail yanlısı tutum ve Filistinlilere karşı uygulanana ambargo nedeniyle parçalanıp son buldu.

Beşşar Esad’ın bu süreci özetleyen meşhur bir tanımlaması oldu ( Bu tanım üzerine ciddi siyasi kriz de oluştu); siyonist Arapları “ENSAF EL RİCAL” diye tanımladı. YARIM ADAMLAR dedi. Bu bir yol ayrımıydı. Arap üçlüsü artık dağılmıştı.

Türkiye’nin, bölge siyasal tablosunda yer almasının önünde tarih ve Mısır engelinden söz etmiştim. Bu dağılma bu engelleri de kaldırmış oldu. Nesnel olan gelişme buydu.

Bu engeller dağılınca, Suriye açılan yarıktan Türkiye’ye sürece sokmayı, İsrail’le beklenen mücadele hazırlığında Kuzey sınırlarında düşman olmayacağı bir ülke oluşturma stratejisinin bir sonucu olarak Türkiye’yi elinden tutup bölgenin siyasi sahnesine soktu.

Böylece, Türkiye, Suriye’nin açtığı kapı aralığı kadar girme şansını yakaladı.

Kimse kendini aldatmasın süreç aynıyla böyle gelişte ve bunun sonucu olarak Türkiye bölge adım attı.

Ülkemiz medyasının aptal bölge uzmanlarının pohpohlamalarıyla kendini aldatanlar, “Türkiye bölgeye bir ihtiyaç, güçlü ülke, gücüyle bölgede ağırlık koyan ülke” sanısı yarattılar. Oysa bu bir hayaldi. Mısırın yokluğundan ibaretti. Mısır devrimi oturdukça, Mısır bölgeye sağlıklı ve ilkeli döndükçe, Suriye içinde bulunduğu sorunları aştıkça Türkiye’nin esamisi bile bu bölgede olmayacak.

ZORDA OLAN KİM

Herkes sanıyor ki, Suriye zordadır. Değil. Suriye’nin aşacağı sorunlar var, ama zorda değil. Zorda olan çıkmazda olan Türkiyedir. Dış siyasetin tüm paradigmaları çökmüş, ilişkide olduğu her ülkeye ihanet etmiş kararsız, güvenilmez bir ülke olmuştur. Bunu anlamak için biraz daha zaman geçmesi gerek.

Libya’da durum nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, en büyük zarı ikiyüzlü politikasıyla Türkiye çekmiş olacaktır. Kaddafi tüm olumsuzluklarına karşın, Muhalefetin vatana ihanet eden NATO uşaklığı çizgisine karşı savaşmaktadır. Sonuçta kimsenin kazanmadığı herkesin kaybedeceği Libya sahasında Türkiye kurduğu ve geliştirdiği tüm etkinliklerini yitirmiş olarak çıkacaktır. Batılı şer güçleri ise bu savaşın maliyeti için Libya’yı ağır bir mali yükümlülük altına sokarak, pastanın tümünü yutacaktır.

Türkiye bu ikiyüzlü politikasıyla Suriye’de on yılda kazandığı her şeyi ebede kadar kaybetti. İhanet yanı sıra gencecik evlatlarının kanında Türkiye’nin eli olduğu, tartışmaya gerek görülmeyen bir gerçektir. Suriye halkı bu acıyı hiç unutmayacaktır. Zaman ilerledikçe daha da artarak tarihi kinlere kadar uzanabilecektir.

Bu siyasi açmaz, Irak, Iran, Lübnan gibi ülkeleri ilk elden etkileyecek. Türkiye’nin güvenilmez, el verilmez bir ülke olması nedeniyle bir set oluşturulacaktır. Bu ise mısırın sağlıklı bir şekilde bölgeye dönüşüne kadar Türkiye’nin yüzüne kapatılacak bir kapı olacaktır.

Erdoğan’ın hesapsız politikası zorda olandır. Sorunu en derin olan ve çözümsüz gibi duran Türkiye dış politikasıdır: Bu politikanın ülke içindeki ikiyüzlü politikaların devamı olduğu ise açıktır.

ŞAM’DA ULAŞILAN SON

Suriye’yi Türkiye bilmiyor. Çünkü kendini bilmiyor. Kendi sorunlarına karşı ikiyüzlü olan bir ülkenin komşusunu tanıması mümkün değildir. Aynı mantıkla ilişkileri sürdürmesi ise bir iflastır.

Erdoğan’ın baktığı aynalar yalan söylüyordu, o ise buna inanmak istiyordu. Bir kendini aldatma hali. 12 haziran seçim sonrası balkon konuşmasında, Yeni Osmanlı padişahı gibi Beyrut’tan Şam’a, Bağdat’tan Belgrad’a …selam göndermesi klinik bir durumdu.

İlk kırılma; Türkiye- Suriye ilişkilerinin kopacağı belirtileri çok kimse 7 Ekim 2010’da fark etmedi.

Her iki ülkenin Lazkiye’de ortak hükümet toplantısı yapması ardından gelen Erdoğan-Beşşar Esad ortak zirvesi esasında bu güne işaret eden bir dönüm noktasıydı. Bölge uzmanları o zaman uyuyordu. Yine yalan yanlış hayali kurgularını pazarlıyorlardı. Mihrac Ural o günü tüm ayrıntılarıyla okurlarına aktardı. 7 Ekim 2010 tarihli “TERÖR ZİRVESİ” başlıklı makalesinde bu günleri açıkça kehanet derecesinde isabetle işledi (bkz. http://mirural.blogspot.com/ ).

MİT müsteşarı Hakan Fidan yeni atanmıştı. Bu atama, bölgenin yeniden dizayn edilmesiyle ilgili BOP’un gerekleriyle yakından ilgiliydi. Fidan, ilk adımda bir dizi dosyayla Suriye’ye gönderilmişti.

Konu Kürt özgürlük hareketiydi. Suriye’den Kürtlere baskı ve kovuşturma yapması istendi. Bir üstün asta emir verir gibi davranışlar,kardeşlik adı altına sokuşturularak icra edilmek isteniyordu. Suriye’nin ilkeli tutumu hesaba katılmıyordu. Nitekim, ipler ilk olarak burada koptu.

İlk gerginlik ve soğukluk, basının dikkatlerinden kaçan haliyle burada başladı.

“Bölge uzmanı” sıfatıyla ortalıkta dolaşanların işi ise doğru izlemek değil, eğri konuşmaktı. Abartmak, kurgulamak, senaryolaştırıp pazarlamaktan ibaretti. Öyle de oldu. Bu zirvenin en can alıcı yanı gözden kaçtı.

Suriye Erdoğan’ın MİT eliyle istekleri ret edildi, daha doğru bir tanımla, o günün psikolojisiyle buna en uygun tanım “elinin tersiyle itti” demek yanlış değildir.

Beşşar Esad’ın tavrı açıktı, “bu sorun iç sorununuz, gidin kendi Kürtlerinizle demokratik olarak açılım yapıp, sık sık ve sürekli af çıkartıp barışın ve iç sorununuzu öyle çözün” dedi.

Bunun üzerine, iki ülke ilişkileri kaskatı kesildi. Çok alt düzeylerde giden gelen olsa da bu ilişki bir daha kendine gelemedi. Olur olmaz nedenlerle bir araya gelenler, artık telefonla birbirini aramaz oldu. Erdoğan çok gergin hallere düştü, ilkesel bir tutumda Suriye’ye baskı yapmanın sonuçsuz olduğunu gördü. Ama bundan ders almadı.

İkincisi kırılma; Davutoğlu’nun son Iran ziyareti (10 Temmuz 2011) öncesine denk geldi.

Erdoğan’ın sık sık “nasihat veriyoruz dinlemiyorlar” türünde diplomatik nezaketi zorlayan sözlerinin sık sık tekrarı ve şer güçlerin medyası aracılığıyla ortalığa bir tehdit havasıyla servis edilmesi, Suriye’yi çok rahatsız etmişti. Bu söylemlere son vermek üzere Suriye Dışişleri Bakanı Velid el Muaalim, “ders almak isteyenlere verecek çok dersimiz olur” mailende sertçe cevap vermesi, sessizce süren gerginliği su yüzüne çıkarıyordu. Bu dönemde Türkiye’nin eli kanlı Suriye şebekeleriyle iç içe olduğuna dair itiraflar, kanlı olaylar, belgeler, yakalanan silahlar, kanıtlarla ortaya çıkmış, üstü örtülemez hale gelmişti.

Bu çıkış, İran üzerinden Suriye’ye gelmesi beklenen Davutoğlu’na, bu ara gelmesinin arzu edilmediği yönünde bir mesajdı. Nitekim o gezi iptal edilmiş oldu.

Geldik bu güne. Bu anlattığım gerçekler üzerinde bu günkü Davutoğlu ziyareti gerçekleşti (9 Ağustos 2011). Makalemin girişinde, satır satır, kelime kelime kim ne söylediyse aktardım. Türkiye’nin adım adın U dönüşü yaptığını gösterdi. Bende bu günü herkes gibi bekledim: Filmin son karelerini görerek birbirine bağlayıp okura sunmak istedim.

Şam görüşmesine giden Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, başta ABD’nin mesajları olmak üzere dünyanın tüm şer güçleri adına Suriye’ye geldi. Bunu daha sonra Erdoğan iç muhalefet için ret etse de gerçek budur. Türkiye bölgede gerçek kimliği olan ulaklığa dönüyordu. Suriye’ye düşmanlığın başladığı yerde Türkiye’nin gerçek yeri de budur.

Bu onursuz bir siyasi duruştu. Suriye onurlu bir ülke olarak bu ziyarete hak ettiği dereceden önem gösterdi. Karşılamaya üçüncü dereceden bir diplomatı gönderdi. İlk mesaj anında verilmişti.

Şam buluşması 6.5 saat sürdü. Dünyanın tüm şer güçleri bu buluşmayı bekliyor cazgırlık, yalan, abartma, kurgu hazırlıkları içinde, ölüm denklemlerine balans ayarı yapıyor, savaş tamtamlarını ısıtıyordu. Her şey kelime oyunları arasında, demagojilerle gerçekleri ters yüz edilmeye açıktı.

Ancak dağ fare doğurdu.

6,5 saat sonunda, Ahmet Davutoğlu’nun söyleyecek tek bir cümlesi kalmıştı o da bu makalenin son cümlesi olacaktı “SURİYE, BEŞŞAR ESAD ÖNDERLİĞİNDE ARAP ALEMİNİN VE BÖLGENİN EN GÜÇLÜ DEMOKRATİK ÜLKESİ OLARAK ÇIKACAKTIR”

Davutoğlu, Beaşşar Esad’ın yanından çıktığı an dünya basını önünde söylediği bu cümle, tüm şer güçlerin hüsrana, sükutu hayale uğrattı.

Yorum bile yapmaya cesaret edemediler. Davutoğlu arada, Erdoğan’ın “Suriye deki sorunlar bizim iç işlerimizdir” sözünü, “Dost Suriye’nin iç işleri kendine aittir bunu çözmesi hepimizi sevindirecektir” diyerek düzeltmeye çalıştı. Bol bol dostluk sözleri yanı sıra, Suriye’deki kanlı olayların arkasında terör şebekeler olduğunu kabul eden açıklamalar da yapıyordu; “teröristleri halktan ayırıp çağdaş polisiye araçlarıyla sokaktaki gösterileri bastırmak daha uygundur”

Bu gün ise (10 Ağustos 2011), AKP İl Başkanları Toplantısında, eski Erdoğan yerini yeni bir Erdoğan’a terk etmişti. Eski pervasızlığının yerini, Suriye kardeşliğine, dostluğuna, buna verilen öneme, iç işlerine asla karışmamak tersine kardeşliğin verdiği sorumlulukla ilgili olmak anlamında U dönüşü olduğu açık duruma geldi. 6,5 saatin hikmeti burada kendini göstermişti.

Sonuçta söylenmesi gereken bu vazo kırıldı. Artık eski haline asla dönmeyecektir. Onurlu ülkelerle onursuz ülkeleri bir arada uzun süre tutmak mümkün değildi. Olan da budur.

Hiç yorum yok: