13 Haziran 2011 Pazartesi
“TÜRK REALİTESİ” Mİ?
SİBEL ÖZBUDUN
“Öfkelenin…
Kabul Etmeyin…
Harekete Geçin...”[1]
“Kürtlerin tarihsel zaferi”… Merkezi Brüksel’de bulunan ‘Infoturk’ haber ajansı, BDP’nin başı çektiği Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarının büyük bölümünün parlamentoya girmesini bu başlık altında duyuruyordu kamuoyuna. Kürt coğrafyasının aynı duyguyu paylaştığı biliniyor.
Temelden yoksun bir saptama değil bu. Gerçekten de onlarca yıllık, kimi açık ve vahşi, kimi örtülü ve sinsi baskılar Kürtlere iyi öğretmen olmuş besbelli. Blok, ama esas olarak da BDP adayları ve seçmenleri kılı kırk yarar bir ince hesaplamaya tabi tuttu. Bütün bağlantı ve olasılıkları göz önünde bulundurarak... Hangi mahalleden, hangi mezradan ne kadar oy geleceği milim milim saptanıp, bir bölümü okur-yazar olmayan, bazıları hiç Türkçe bilmeyen seçmenlere teker teker nasıl oy verileceği anlatıldı.
Ve başta DTP olmak üzere Blok bileşenlerinin canını dişine takmış, özverili çalışmaları. YSK kararı üzerine sokaklara dökülen, miting meydanlarını dolduran, konu komşu dolaşıp oy isteyen Kürt kadınları, gençleri… Mersin’e, eski yoldaşlarının kampanyasına desteğe koşan saçları ak Dev-Gençliler, nükleer karşıtları, okulu kırıp bildiri dağıtan, afişleme yapan liseliler, üniversite hocaları… hepsinin, hepsinin payı büyük.
Onlar sayesindedir ki Blok hedeflediği milletvekillerinin neredeyse tümünün -tek oyu dahi heba etmeden- parlamentoya girmesini sağlamış durumda. Üstelik bizim gibi altmışına merdiven dayamışların yüreğini titreten bir artıyla: Ertuğrul Kürkçü ile birlikte onları, ilk sevdalarımızı da -Deniz Gezmiş’i, Ömer Ayna’yı, Hüseyin Cevahir’i, Yusuf Arslan’ı, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkaya’yı… da meclise taşımış olduk: bir zamanlar sıralarında idamlarının onaylandığı, “vatan haini” ilan edildikleri meclise… Çok uzun zamandır açık kalmış, bir türlü kabuk tutmayan bir yara bu kez çiçek açtı…
Bu, madalyonun bir yüzü… İnkâr edilmez, azımsanmaz, dudak bükülmez…
Ama bir başka yüzü daha var 2011 seçiminin.
Suyun Batı yakasında her iki seçmenden biri AKP’ye oy verdi… Kimse AKP’nin milletvekili sayısının azaldığı, yeni Anayasa önerisini referanduma götürecek sayıyı bile tutturamadığı vb. olgularla teselli bulmaya kalkışmasın. O, işin reelpolitikayla ilgili faslı. Olayın “toplumsal” ve sokakta tezahür eden/edecek gerçekliği, 2009 yerel seçimlerinde oyları yüzde 38.8’e dek gerileyen AKP’nin çok değil iki yıl sonra yaklaşık yüzde 50’ye sıçraması.
Unutulacak kadar mazi değil: 2009 yerel seçimleri, AKP’nin “Kürt açılımı”na start verdiği günlerde gerçekleşmişti. Ve “açılım”ın gölgesi dahi, partiyi ciddi bir oy kaybına uğratmaya yetti: yüzde 46.5’den yüzde 38.8’e…
2009’dan 2011’e iktidar partisi yüzde 10’u aşkın bir oy sıçraması yaptıracak “muhteşem” bir iktisadî ya da siyasal başarıya imza atmadı, bilebildiğim kadarıyla: İşsizliği sıfırlamadı; ihracat patlaması yapmadı; ne bileyim ülkenin AB’ye girmesini sağlamadı; “Van minut” dışında kaydadeğer bir uluslar arası başarısı da yok… Hatta, aklımda yanlış kalmadıysa iki yıl içinde milli takım dünya şampiyonu filan da olmadı... Veya üniversite sınavları kaldırılıp bütün lise mezunlarına (haydi anadilde olmasından vaz geçtim) parasız, nitelikli bir yükseköğrenimin önü de açılmış değil…
Şu hâlde ne oldu? Yanılmıyorsam şu: AKP bu seçim kampanyasını tüm emek hareketine, sol muhalefete, ama özellikle de Kürt hareketine karşı fevkalade agresif bir söylem üzerine oturttu. Hedef belli ki MHP tabanının aşındırılması ve temellük edilmesiydi; bu öyle gözüküyor ki büyük ölçüde başarılı da oldu. “Ankara’da polis tankerine tırmanan kız mıdır kadın mıdır” dan, “Hopa’ya eşkıyalar inmiş”e, “Kürt sorunu bitmiştir, artık sadece Kürt yurttaşların sorunları vardır” dan “Kürtlerin dini Zerdüştlüktür diyor. Kim diyor İmralı diyor ve onun izinde olanlar. Şimdi Cuma namazını kılıyorlar. Cuma’ya gitmiyorlar, devletin imamı arkasında durmuyorlar. Bir yerde durup kadın erkek karışık namaza duruyorlar”a; “Hakkâri’de terör örgütü zorla kepenk kapattırıyor”dan “Biz olsaydık Öcalan’ı asardık”a… Başbakan esip savurdukça, demek ki oylarını da tırmandırdı…
AKP bilindiği üzere gözükara liberalizminden haz eden Marmara sermayesi, onda “ılımlı İslâm”ıyla bölge ülkelerine nüfuzu kolaylaştıracak bir müttefik gören ABD, sermaye hareketleri önündeki kısıtlamaları kaldırma yolundaki cüretini sezinleyen çokuluslu şirketler, onu askerî vesayet rejimini dönüştürmenin bir aracı olarak değerlendiren liberal solcular, Kürt sorununa yeni bir yaklaşım getireceği umudundaki Kürtler gibi, kendi (muhafazakâr) tabanı dışında geniş bir koalisyonun desteğiyle geldi iktidara.
Şimdi öyle gözüküyor ki, bu desteğe gereksinimi kalmadığını düşünüyor. Örneğin “anti-vesayetçi” liberalleri, çoktan silkeleyip attı bile.
(Ecevit’in “sırtımızdaki keneler” anekdotunu hatırlayanınız var mı?) Buna karşılık “muhafazakâr” tabanına “milliyetçilik” vasfını da ekleyerek bu ülke nüfusunun yarısını kapsama alanına dâhil etti. Diyarbakır’dan, Hakkâri’den, Şırnak’tan, Hopa’dan vazgeçerek Yozgat’ı, Çankırı’yı, Bursa’yı, Osmaniye’yi, Trabzon’u, Erzurum’u vb. vb. kazandı. Şimdilik “mütevazılık” örtüsüyle perdelenmeye çalışan muazzam bir özgüven… Kendisine oy vermeyenlerin hayat tarzını, “laik devlet” güvencesinden çıkartıp, el çabukluğuyla “onuru, namusu, şerefi”ne havale edişte sırıtmıyor mu sizce de?
2011 seçimlerinin ortaya çıkardığı tablonun sorunu parlamento aritmetiğinden çok, AKP’de ifadesini bulan milliyetçi-muhafazakârlığı konsolide etmiş olmasında. Bu konsolidasyon, korkarım ki Kürt “zaferi”ni Kürt coğrafyasında tecrit ederken, suyun Batı yakasındaki devrimcilerin, sosyalistlerin, emek muhalefetinin soluduğu havayı zehirleyen bir reaksiyon biçiminde tezahür edecek. Tümüyle iktidar partisinin kontrolü altındaki polis ve yargı gücüne böylesi bir sokak hegemonyası eklendiğinde, manzara hepten iç karartıcı bir hâl alıyor.
Bugüne dek “Kürt realitesi”nden söz edegeldik. Öyle gözüküyor ki bundan sonra bir “Türk realitesi” üzerine kafa yormamız gerekecek…
13 Haziran 2011 23:37:05, İstanbul.
N O T L A R
[1] Stéphane Hessel, Öfkelenin, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitapları, 2011.
“Öfkelenin…
Kabul Etmeyin…
Harekete Geçin...”[1]
“Kürtlerin tarihsel zaferi”… Merkezi Brüksel’de bulunan ‘Infoturk’ haber ajansı, BDP’nin başı çektiği Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarının büyük bölümünün parlamentoya girmesini bu başlık altında duyuruyordu kamuoyuna. Kürt coğrafyasının aynı duyguyu paylaştığı biliniyor.
Temelden yoksun bir saptama değil bu. Gerçekten de onlarca yıllık, kimi açık ve vahşi, kimi örtülü ve sinsi baskılar Kürtlere iyi öğretmen olmuş besbelli. Blok, ama esas olarak da BDP adayları ve seçmenleri kılı kırk yarar bir ince hesaplamaya tabi tuttu. Bütün bağlantı ve olasılıkları göz önünde bulundurarak... Hangi mahalleden, hangi mezradan ne kadar oy geleceği milim milim saptanıp, bir bölümü okur-yazar olmayan, bazıları hiç Türkçe bilmeyen seçmenlere teker teker nasıl oy verileceği anlatıldı.
Ve başta DTP olmak üzere Blok bileşenlerinin canını dişine takmış, özverili çalışmaları. YSK kararı üzerine sokaklara dökülen, miting meydanlarını dolduran, konu komşu dolaşıp oy isteyen Kürt kadınları, gençleri… Mersin’e, eski yoldaşlarının kampanyasına desteğe koşan saçları ak Dev-Gençliler, nükleer karşıtları, okulu kırıp bildiri dağıtan, afişleme yapan liseliler, üniversite hocaları… hepsinin, hepsinin payı büyük.
Onlar sayesindedir ki Blok hedeflediği milletvekillerinin neredeyse tümünün -tek oyu dahi heba etmeden- parlamentoya girmesini sağlamış durumda. Üstelik bizim gibi altmışına merdiven dayamışların yüreğini titreten bir artıyla: Ertuğrul Kürkçü ile birlikte onları, ilk sevdalarımızı da -Deniz Gezmiş’i, Ömer Ayna’yı, Hüseyin Cevahir’i, Yusuf Arslan’ı, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkaya’yı… da meclise taşımış olduk: bir zamanlar sıralarında idamlarının onaylandığı, “vatan haini” ilan edildikleri meclise… Çok uzun zamandır açık kalmış, bir türlü kabuk tutmayan bir yara bu kez çiçek açtı…
Bu, madalyonun bir yüzü… İnkâr edilmez, azımsanmaz, dudak bükülmez…
Ama bir başka yüzü daha var 2011 seçiminin.
Suyun Batı yakasında her iki seçmenden biri AKP’ye oy verdi… Kimse AKP’nin milletvekili sayısının azaldığı, yeni Anayasa önerisini referanduma götürecek sayıyı bile tutturamadığı vb. olgularla teselli bulmaya kalkışmasın. O, işin reelpolitikayla ilgili faslı. Olayın “toplumsal” ve sokakta tezahür eden/edecek gerçekliği, 2009 yerel seçimlerinde oyları yüzde 38.8’e dek gerileyen AKP’nin çok değil iki yıl sonra yaklaşık yüzde 50’ye sıçraması.
Unutulacak kadar mazi değil: 2009 yerel seçimleri, AKP’nin “Kürt açılımı”na start verdiği günlerde gerçekleşmişti. Ve “açılım”ın gölgesi dahi, partiyi ciddi bir oy kaybına uğratmaya yetti: yüzde 46.5’den yüzde 38.8’e…
2009’dan 2011’e iktidar partisi yüzde 10’u aşkın bir oy sıçraması yaptıracak “muhteşem” bir iktisadî ya da siyasal başarıya imza atmadı, bilebildiğim kadarıyla: İşsizliği sıfırlamadı; ihracat patlaması yapmadı; ne bileyim ülkenin AB’ye girmesini sağlamadı; “Van minut” dışında kaydadeğer bir uluslar arası başarısı da yok… Hatta, aklımda yanlış kalmadıysa iki yıl içinde milli takım dünya şampiyonu filan da olmadı... Veya üniversite sınavları kaldırılıp bütün lise mezunlarına (haydi anadilde olmasından vaz geçtim) parasız, nitelikli bir yükseköğrenimin önü de açılmış değil…
Şu hâlde ne oldu? Yanılmıyorsam şu: AKP bu seçim kampanyasını tüm emek hareketine, sol muhalefete, ama özellikle de Kürt hareketine karşı fevkalade agresif bir söylem üzerine oturttu. Hedef belli ki MHP tabanının aşındırılması ve temellük edilmesiydi; bu öyle gözüküyor ki büyük ölçüde başarılı da oldu. “Ankara’da polis tankerine tırmanan kız mıdır kadın mıdır” dan, “Hopa’ya eşkıyalar inmiş”e, “Kürt sorunu bitmiştir, artık sadece Kürt yurttaşların sorunları vardır” dan “Kürtlerin dini Zerdüştlüktür diyor. Kim diyor İmralı diyor ve onun izinde olanlar. Şimdi Cuma namazını kılıyorlar. Cuma’ya gitmiyorlar, devletin imamı arkasında durmuyorlar. Bir yerde durup kadın erkek karışık namaza duruyorlar”a; “Hakkâri’de terör örgütü zorla kepenk kapattırıyor”dan “Biz olsaydık Öcalan’ı asardık”a… Başbakan esip savurdukça, demek ki oylarını da tırmandırdı…
AKP bilindiği üzere gözükara liberalizminden haz eden Marmara sermayesi, onda “ılımlı İslâm”ıyla bölge ülkelerine nüfuzu kolaylaştıracak bir müttefik gören ABD, sermaye hareketleri önündeki kısıtlamaları kaldırma yolundaki cüretini sezinleyen çokuluslu şirketler, onu askerî vesayet rejimini dönüştürmenin bir aracı olarak değerlendiren liberal solcular, Kürt sorununa yeni bir yaklaşım getireceği umudundaki Kürtler gibi, kendi (muhafazakâr) tabanı dışında geniş bir koalisyonun desteğiyle geldi iktidara.
Şimdi öyle gözüküyor ki, bu desteğe gereksinimi kalmadığını düşünüyor. Örneğin “anti-vesayetçi” liberalleri, çoktan silkeleyip attı bile.
(Ecevit’in “sırtımızdaki keneler” anekdotunu hatırlayanınız var mı?) Buna karşılık “muhafazakâr” tabanına “milliyetçilik” vasfını da ekleyerek bu ülke nüfusunun yarısını kapsama alanına dâhil etti. Diyarbakır’dan, Hakkâri’den, Şırnak’tan, Hopa’dan vazgeçerek Yozgat’ı, Çankırı’yı, Bursa’yı, Osmaniye’yi, Trabzon’u, Erzurum’u vb. vb. kazandı. Şimdilik “mütevazılık” örtüsüyle perdelenmeye çalışan muazzam bir özgüven… Kendisine oy vermeyenlerin hayat tarzını, “laik devlet” güvencesinden çıkartıp, el çabukluğuyla “onuru, namusu, şerefi”ne havale edişte sırıtmıyor mu sizce de?
2011 seçimlerinin ortaya çıkardığı tablonun sorunu parlamento aritmetiğinden çok, AKP’de ifadesini bulan milliyetçi-muhafazakârlığı konsolide etmiş olmasında. Bu konsolidasyon, korkarım ki Kürt “zaferi”ni Kürt coğrafyasında tecrit ederken, suyun Batı yakasındaki devrimcilerin, sosyalistlerin, emek muhalefetinin soluduğu havayı zehirleyen bir reaksiyon biçiminde tezahür edecek. Tümüyle iktidar partisinin kontrolü altındaki polis ve yargı gücüne böylesi bir sokak hegemonyası eklendiğinde, manzara hepten iç karartıcı bir hâl alıyor.
Bugüne dek “Kürt realitesi”nden söz edegeldik. Öyle gözüküyor ki bundan sonra bir “Türk realitesi” üzerine kafa yormamız gerekecek…
13 Haziran 2011 23:37:05, İstanbul.
N O T L A R
[1] Stéphane Hessel, Öfkelenin, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitapları, 2011.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder