22 Eylül 2009 Salı
ORTAK ÜLKEMİZ
Mihrac Ural
21 Eylül 2009
Değerli Hikmet Acun,
İletinizi okudum. Ellerinize sağlık. Emek vermiş "Ortak ülkemiz" söylemini eleştirmişsiniz. Dil kurgularınızdan aldığım önceki mesajların imgemde oluşturduğu algıyı alt üst eden bu eleştirinize ne deyeyim bilemiyorum.
Acaba, “Out of Afrika” teorisine göre, ilk anamızın "Afrikalı Havva" (Milford
Wolpoff, Wilson) olduğu, ilk yaşam enerjimiz olan anneden gelen mitokondrilerin izi takip edilerek tespit edildiği varsayımına bağlı olarak kendimizi Afrikan saymamız mı gerekecek dersem nasıl karşılarsınız. Bununla da kalmayıp, bu gün bizi anne diye sahiplenen kadına hakkımızı ödemek için emzirdiği sütün iki katını bir bidon süt vererek ödeyip, Ataana olan Afrikalı Havva anayı mı arayalım.
Tabiî ki ne biri ne de ötekisi.
Dil kurgunuzda termolojik bir karışıklık var gibi. Genetik olanla coğrafi-kültürel yaşam alanı olarak “Ortak Ülkemiz” sözümü hangi kıstasla aynı ölçekle ölçüyorsunuz doğrusu bilmiyorum. Siyasal mücadelenin gentik verilerle yürümeyeceğini ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım.
Siyasi mücadelemin ülke algıları ise her zaman sınırlarla çatışmalı oldu. Hele hele orta-doğu coğrafyası sınırlarının suniliğini tarih algılarıyla olduğu kadar bire bir yaşamın içinden de iliklerine kadar acısını bilen biri olarak.
Ayrıca, şahıs olarak bana hitap ettiğiniz için belirteyim. Bu toprakların en kadim komünist hareketlerinden biri de “Liva İskenderun Komünist Partisi”dir. Bu hareketin oluşumunda yer alan çevrem ve hocam M. Ali Zerka gibi Arap aleminin önemli düşün insanlarından yeterli komünal feyzler aldığım kanısındayım; fazlasının zararını hala bedel olarak onurla ödüyorum da. Bu geleneğin fikir mirasçılarından biri olmaktan da gururluyum. Zindan ve sürmekte olan sürgün yıllarımda bu medresede diz çürütüp durdum naçizane.
Ama bana gençlik yıllarımı değil de bugün drek sorarsanız, dünyayı algılama ve değiştirme açısından bağlı olduğum bu medresenin 19 ve 20.yy daki siyasal önermeleriyle aramda ciddi mesafelerin doğduğunu dile getireceğim.
İletinizde vurguladığınız birçok kavram benim için tartışmalıdır. Zorlama hallerindesiniz gibi geliyor, söyleminiz. İlk selde yıkılacak kağıttın bir şatoyu dere yatağında kurmuş gibisiniz. Bence bu kaygan zeminden, aynı coğrafyada kalarak, aynı yöntemlerle ve hatta araçlarla ayaklarımızın yere iyice basacağı yüksek bir yerde binalarımızı kurmalıyız. Sözüm muğlak değil. Kendimi anlatmaya çalıştığımı varsayın. Dil kurgularıyla ilgilisiniz bunu bir bakışta bileceksiniz.
Bu girişten sonra Ortak ülkemiz kavramından çıkarılması gereken şey, bir kimlik aidiyetidir. Siz bunu yer küremiz diye okuyun, ya da evren diye. Ben tevazu gösteriyorum ve ilgili olabileceğim ölçekleri, olası siyasal etki alanıma, gerçekçi yaşam alanıma ait ölçüleri kullanıyorum. İddiası altından kalkamayacağım büyük taşları taşıma gibi gençlik yıllarıma ait deneyleri geride bıraktım.
Sizin yaklaşımınıza ait “verili insanı yıkıp yeni insan için” büyük evrim birikimlerinin ürünü ve doğanın kendi iç evriminin sonucu olabilecek önermeleri hemen şimdi çözülmesi gereken bir sorun olarak algılanmasını gerçekçi bulmuyorum. Doğanın eğitilmesinden söz ettiğim çok oluyor, bunun bir sonucu olarak da insanın evriminden söz ediyorum. Bunların belli nesnel zeminler üzerinde irade dışı süreçlerin birikimleriyle olgunlaşarak dengeli bir değişime yöneleceği kanaatlerimi ayakları yere basan önermeler olarak dile de getiriyorum (Kadınların doğum sorunu gibi). Bu noktada ayrıca, biyolojik genden bağımsız olarak, düşüncenin kendine özgün genleri olduğunu bunun insanlığın kültürel gelişimi anlamında kültür-gen (benim uydurmam) miras yoluyla da biriktiğini ve doğanın eğitilmesinde önemli olduğunu belirteceğim. Devrimciliğimi, yeniyi yakalama, dönüşümü gerçekleştirme eylemi olarak belirliyor, öznel etkimi de bu çerçevede algılıyorum. Darbe değil, tarihsel geri dönüşü olmayacak birikimler üzerindeki devrimden söz ediyorum. Bunun içindeki öznel öğenin rolünden söz ediyorum. Bu açıdan aceleci değilim.
İddialarım, belli bir coğrafyada yaşayan (kıta sahanlığım diyebileceğim) insanların tamamlanmamış siyasal haklarının kazanımıyla ilgili olduğu için “Ortak Ülkemiz” söylemini önemli buluyorum. Özellikle de ortak ülkemizde özgürlük için çırpınan Kürt halkının mücadelesi hepimiz adına hala bir şeyler yapmaya çalışırken bunu daha çok önemsiyorum.
Uzun bir zamandan beri, yazılarımda bunu kullanıyorum. Birimizin değil hepimizin olan bu ülke diyorum. Bu ülkede eşitler olarak yaşamak için siyasal mücadele veren, doğal toprakları tarihte ilk kez yaşama, tarıma açarak buraları anavatana çeviren insanların gelecek kuşaklara miras bıraktıkları ve bizim de aynı yolla, gelecek kuşaklara ait bir emanet olarak korumamız gereken bir ortak ülkeden söz ediyorum. Gelecek kuşakların ortak ülkesinin yeryüzünün her köşesi ve evren olacağının bilincinde olarak bu belirlemeyi yapıyorum. Gerçekten altından kalkabileceğimiz hedeflerle ilgili pratik değeri olan bir söylemle kendimi sınırlıyorum. Çok sevmeme ve bağlı olmama rağmen felsefe yapmıyorum.
Bu günün görevlerini yarın için yararlı olma yönünde, felsefi algılarımın rotasından çıkmadan ayakları yere basar hale getiriyorum.
Bu ülke birimizin olduğunu sananlara karşı yükümlenmem gereken siyasal görevler adına, bu ülke birimizin değil, hepimizindir bunu birbirimize kanıtlamakla yükümlüyüz, bu ülke ortak ülkemizdir diyorum
Bu noktada ben bu günün insanı ve bu gün önüme çıkan sorunların çözümü için kendi jargonumu oluşturarak belirlemeler yapıyorum. Yarın için öngörülerim ise sizden çok farklı gibi.
Aynı medreseden geliyor olabiliriz. Çok ortak noktamızda olabilir. Ama bu günkü algılarım, mensup olduğum medresenin siyasal tespitlerinden çok farklı bir yerde, dünyayı yorumlayıp değiştirme noktasına gelmiştir diyeceğim.
Yeni bir küresel uygarlığa doğru gidişin olduğunu, yeni bir üretim tarzının küresel üretim tarzı olacağını belirliyorum. Bu Toplumsal mülkiyette kendini ifade eden bir sistem değildir diyorum. Küresel üretim uygarlığı, piyasada uçuşan küreselleşmeyle da en ciddi mücadeleyi yürüten bir uygarlık olduğunu belirteceğim; feodalizmin bağrından kapitalizmin doğuşu ve o kesitte verdiği mücadele gibi. Emperyalist küreselleşmenin gerici ve tarihi doldurmuş kapitalist sistemi korumak için başvurulan bir siyasal davranış olarak ortaya koyduğu reflekse karşı, küresel üretim uygarlığı insanlığı yeni ve bir üst örgütlenmeyle götürmekte olduğunu, kendine özgü mülkiyet ilişkisi kadar kendine özgü insanı ve insan ilişkilerini oluşturduğunu dile getireceğim. Marksist söylemdeki yabancılaşma algılarının aksine, yabancılaşmanın evrensel ölçeklerde gerçek anlamda devrimci bir rol oynadığını, bilginin evrensel dönüşümünde ve birikimlerinde bunun tecelli ettiğini ve bunun küresel üretimin en önemli verisi olduğunu belirteceğim.
Benim algıladığım küreselleşme yeni bir uygarlıktır, küresel üretim uygarlığıdır. Bu günkü haliyle küresel üretim uygarlığı, dün kapitalizmin feodal kralların kanatları altında büyümesi gibi, kapitalist tekelci güçlerin kanatları altında büyüse de galip gelecek olan ve egemen olması muhkem olan bir uygarlıktır. Sanal üretimin, artık üretimin temel bir öncülü olduğu dünyada küresel üretimin bu ilk verilerinden bile farklı bir üretim tarzına doğru gidişi yakalamak zor olmayacaktır.
Benim devrimcilik algım tam bu noktada belirginleşiyor. Çok somut ve çok gerçekçi, bu gün için ve yarına taşınabilir bir işlevi olan devrimciliktir. Hayallerle ilgili değil. Bu noktada devrim çok daha geniş bir alanla ilgidir. Bir iktidar algısından çok, tarihsel geri dönüşü olmayan bütünsel ve dengeli bir dönüşümün evrim sürecindeki irili ufaklı dönüşümleri olduğu kadar sonuçtaki büyük dönüşümünü de içerir. Doğru yöne gidişte aşılan her engel bu devrim sürecinin bir parçası olarak gerçekleşir. Bir bilgisayar iletiş ağının, PTT ye karşı yaptığı geri dönüşü olmayan devrim gibi. Motorun, eski tarihin tüm ulaşım etkinliklerine karşı yaptığı devrim gibi.
Bu noktada mülkiyet konunda da çok farklı düşündüğümü belirtmeliyim. Mülkiyetin tarihi toplumsal mülkiyete gidişe işaret etmiyor diyeceğim. Tersine, daha çok ufalarak parçalanan, daha yaygınlaşan bir mülkiyet tarzına gidişi söz konusudur. Ancak böyle olmasına karşın toplumsal sonuçları da ters orantılı olarak bir o kadar büyüyen bir ufalmadır. Bilim ve tekniğin yarattığı objektif veriler bunu göstermeye yeterlidir.
Kapitalizmle birlikte nasıl ki feodal büyük toprak mülkiyeti, feodaller için artık taşınmaz bir boyun bağı olduysa, kapitalist mülkiyette taşınmayacak bir yük haline gelmektedir. Küresel üretim uygarlığının mülkiyet ilişkisi, küçük alan ve yaygın mülkiyet koşullarında dev fabrikaların ürettiğinden daha çok üretebilecek ve olumlu toplumsal sonuçları daha da büyüyecektir.
Bu açıdan toplumsal mülkiyet beklentimizin tarihsel olarak mümkün olmadığı sonucuna varıyorum. Toplumsal mülkiyetin üretici güçleri gürbüzce geliştireceği tezi, “köleci üretim tarzı en gelişmiş üretim tarzıdır” demek kadar gerçekten uzak olduğunu belirteceğim. Böylesi nesnel temelden kopuk iddiaların dere yatağında ilk sel sularıyla çökecek kağıttan şatolar olduğuna da yakın tarihlerde ki tanıklığımızı kanıt olarak göstereceğim. Kimse, tarihin tanık olduğu en aydın önderlerin en kapsamlı kültürel birikimlerle mücehhez liderlerin hayata geçirme iddiasında oldukları sosyalizmden daha ileri bir uygulama yapılabileceğini sanmasın. Sorun ne uygulamada nede yetersizlikte. Sorun tarihsel birikim ve olgunlaşmaların yetersizliğinde olduğu kadar, toplum projesini o toplumun hiçbir verisi ortaya çıkmadan uydurmaktandır; “sosyalizm sosyalistin kurduğu şey” değildir.
Tarihsel gelişim itibariyle bölünüp parçalanan mülkiyet gerçek devrimci yenilenmenin aracıdır. Kölecilik insan dahil topraklar üzerindeki mülkiyetle, feodalizm büyük topraklar, kapitaliz üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle kendini bilerler. Tartışmalı bir toplum tarih çizelgesi olsa da mülkiyetin bu toplumlardaki artan parçalanma ufalma yönelimini göstermeye yeterlidir. Tersi bir durum öznel algılarda olsa da nesnel varlıklar arasında yer edinmeyecektir; gelecek, “toplumsal mülkiyet” lehine değildir, toplumsal etkisi çok daha yoğun ufalmış mülkiyete lehinedir. Ulusu ulusçular, sosyalizmi sosyalistler kendi beyinlerinin zindanında üretebilir ama gerçekte bu olmayacaktır.
19.yy Marksist toplum tahlillerinin siyasal sonuçları arasında yer alan toplumsal mülkiyetin gerçekçi olmadığına inanıyorum. Böyle bir adımın Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan tecrübesiyle tarihe gömüldüğü kanaatindeyim. Bu algı devrimciliğimizin daha sağlıklı bir yere oturmasını getirdi. Umutlarımızı yıkmadı gerçekleşebilir önermelerimizin ikamesine güç verdi.
Kestirmeden eksik kalan bir noktayı belirteyim. O da, ihmal edilmemesi gereken sınıf mücadelesinin devrimci bir mücadele olmadığı, sınıf mücadelesinin geçmişi ve bugünüyle reformist bir mücadele olmaktan ileri gitmediğini belirteceğim. Son makalelerimden birinde yazdığım şu aktarım kanaatlerimi net olarak ortaya koyabilir sanırım.
“Materyalist felsefe ilkelerinin diyalektik yöntemiyle de düşündüğümüzde göreceğiz ki, tarihinin tüm verilerini sınıf mücadelesi açısından bir araya getirdiğimizde bu mücadele sistemin içindeki bir reformist düzenlemeden ileri gidememiştir. Yeni bir uygarlığı, yeni bir üretim tarzını ortaya koyamamıştır. Köleci Spartaküs isyanları bu yüzden Roma kapıları önünde durmuş, Munzer hareketi feodal karlık karşısında sonuç alamamış, çağdaş tarihin hiçbir ülkesinde sınıf mücadeleleri yeni bir uygarlık kuramamıştır. Doğu Avrupa sosyalist ülkelerin ve sosyalist sistemin ortaya koyduğu tabloda bu gerçek bir kez daha tekrar etmiştir.
Köleci sistemi köleler yıkamadı, feodalizmi onlar kuramadı. Feodalizmi köylüler (serfler) yıkamadı kapitalizmi onlar kurmadı. Dünyadaki tüm sendikal sınıf mücadelesine dönüp bakın, komünist partilere ve onların sınıf mücadelelerine dönüp bakın, Komünternden sosyalist enternasyonale tümünde sınıf mücadelesinin gelip dayandığı yer Spartaküs’ün gelip dayandığı yer olmuştur. Başkası da olamazdı.
Devrimden, darbeyi, isyanı, ayaklanmayı değil de geri dönüşü mümkün olmayan yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir mülkiyet ilişkisiyle tanımlanan sosyal bir sistem, yeni bir uygarlığı anlıyorsak sınıf mücadelesinin reformist bir mücadele olduğunu anlamamız zor olmayacaktır. Tarihin tüm verileri sınıf mücadelesinin devrimci olmadığını reformist olduğunu göstermektedir. Bu aralar sürekli tekrar ediyorum: Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken bir reformist mücadeledir.
Devrim ise darbe değil, bir tarihsel dönüşümdür. Nesnel verilerin olgunluğuyla gerçekleşen büyük dönüşümdür, geri dönüşü mümkün olmayan; internet iletişiminden, bildiğimiz PTT iletişimine geri dönülmesinin mümkün olmaması gibidir. Nitelikçe dönüşümdür devrim, objektif koşulların olgunluğu sonucu üst yapının dönüştürülmesinde öznel iradenin oynadığı ebelik rolüdür. Darbecilik ve devrimcilik arasındaki ayrım budur. Biz mücadelemizi devrimci bir mücadele olarak belirlerken bu kıstasları temel aldık.
Toplumsal sistemin temel bir sınıfı, o sistemle var olduğu gibi, o sistemle birlikte yok olacaktır. Bu yüzden parçası olduğu sistemi yok etmesi mümkün değildir. Sistemle doğan bir sınıfın düşünce sınırları o sistemin sınırlarıdır. Daha ilerisi daha farklı sınıf, kitle, topluluk vb unsurlara aittir. Tersini düşünmek, materyalizme de diyalektiğe de aykırıdır; nesnel varlıkların bilince yansıması temel sınıflarından biri olduğu toplumu, aynı sınıfın yıkamayacağıdır. Bu yüzden ezen ve ezilen sınıflar bir biçimde ekonomik ya da siyasal örgütlerinin yönlendiriciliğinde mensup oldukları sistemi, daha rasyonel çalıştırmanın yollarına gelip dayanmaktadırlar. Bu da çok doğaldır. Bunun nedeni ne sarı sendikacılıktır ne de teslimiyetçi komünist particiliktir.
Bu nedenle gerçek devrimciliği sınıf mücadelesine endeksli kılmak, demokrasi dahil gerçekçi yeni uygarlıkların önünü tıkamaktır, onları reformculuğa mahkum etmektir; bu hiçbir zaman sınıf mücadelesini inkar ya da ihmal etme anlamına gelmemelidir. Ancak bu mücadele her şeyi açıklayan bir mücadele değildir.
Devrimler tarihsel ve geri dönüşü olmayan devrimler olarak kavranmadıkça, devrimlerin yeni bir uygarlığı yani yeni bir toplumsal üretim sistemi, üretim ilişki ve mülkiyet ilişkilerini nitelik farklılıklarıyla kurması mümkün değildir. Bu durumda devrim bir darbe olacaktır ve bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle geldiği gibi (doğu Avrupa ülkelerindeki örnekte olduğu gibi) yine bir gece ansızın gerisin geriye geldiği koşullara dönmeye mahkum olacaktır.” (Mihrac Ural, Dicle Haber Ajansıyla (DİHA)röportaj 6 Ağustos 2009)
İşte bu yönelimlerimin, tüm sınırları yok edecek küresel üretim uygarlığının kendi alanımdaki mücadele platformu olarak “ortak ülkemiz”den söz ediyorum. Bunu da hiçte çelişkili görmüyorum. Şapkadan da çıksa demokrasinin bu sürecin açılımı için çok önemli bir geçiş köprüsü olduğunu düşünüyorum.
En özgür en gelişmiş demokrasi yeni uygarlığın kapılarını açacak bir araçtır diyorum. Tarihin yönelimini tespit etmek ve buna göre tutum takınarak tarihle çatışmaya düşmemenin yolu buradan geçiyor diye vurguluyorum. Bu ister ortak ülkemiz açısından tamamlanmamış demokratik görevlerin tamamlanması anlamında olsun, isterse bildik burjuva demokrasisinin sınırlarını çok zorlayan ve ileri bir yeniden yapılanmaya yönelimin nüveleri sayılabilecek demokrasi birikimleri içinde de gereklidir.
Dolaysıyla,
Ortak ülke söylemim bu günümün siyasal yükümlülüklerimi belirlemesi açısından anlamlıdır. Birleştiricidir de. Kiminle birleştiricidir denseniz “şapkadan çıkan” tüm demokrasi güçleriyle diyeceğim.
Batı kadar doğu felsefe disiplinlerini takip ediyorum. Ömrü on yılı geçmeden sönen felsefelerin bol ezberli tilmizlerinin baskısı altında zaten solun musalla taşındaki mevta halini hepimiz biliyoruz. Orijinalitemize dönmek, ortak ülkemizde ortak değerlerimizi oluşturmak ve bunu yukarıda belirlediğim genel insanlık kazanımı süreçlerine bir manivela olarak katmak için mücadele etmek gerekiyor.
Felsefe disiplinlerinin, tek boyutlu özü-biçimi aynı olan bir ürünü haline gelme kaygısı taşımıyorum. Tarihin hiçbir felsefesi önermelerini hayata geçirememiştir. Tersine hayata geçen nesnel verileriyle kendini ortaya koyan varlıklara uydurmaya çalışmış onu yönlendirmek için yeniden kurgulanmıştır. Tekrarla diyeceğim o ki, ulus ulusçunun kafasında oluşmuyor, sosyalizm de sosyalistin kafasında oluşmuyor. Nesnesi olmayanın öznesi olmaz diyorum. Gelecek toplum ve insan kurgularımızın gerekçelerini felsefede bulmaya çalışmak olmayacak duaya amin demektir. Felsefe gerçeği bulmada bir yöntem olarak yararlı olsa da siyasal, toplumsal kurgularda hep hayalci olmuştur. Gerçeğe götürecek yöntem, gerçeğin üzerinde yararlıdır, gerçeği ötekileştirdiğimiz an elimizde gerçekleşebilir hiçbir şey kalmayacaktır.
Ortak ülkemiz deyimi benim nesnem, gerçeğim. Bunu seslendiriyorum. Gelecek kuşakların yeryüzünü, halefleri de evreni seslendireceğini biliyorum. Dünyayı algılayıp, öznel etkimizle değiştirmek için her şeyin gerçek olması gerektiği açıktır. Marksist felsefenin bu ilkesine sıkı sıkıya sadakat gösteriyorum.
21 Eylül 2009
Değerli Hikmet Acun,
İletinizi okudum. Ellerinize sağlık. Emek vermiş "Ortak ülkemiz" söylemini eleştirmişsiniz. Dil kurgularınızdan aldığım önceki mesajların imgemde oluşturduğu algıyı alt üst eden bu eleştirinize ne deyeyim bilemiyorum.
Acaba, “Out of Afrika” teorisine göre, ilk anamızın "Afrikalı Havva" (Milford
Wolpoff, Wilson) olduğu, ilk yaşam enerjimiz olan anneden gelen mitokondrilerin izi takip edilerek tespit edildiği varsayımına bağlı olarak kendimizi Afrikan saymamız mı gerekecek dersem nasıl karşılarsınız. Bununla da kalmayıp, bu gün bizi anne diye sahiplenen kadına hakkımızı ödemek için emzirdiği sütün iki katını bir bidon süt vererek ödeyip, Ataana olan Afrikalı Havva anayı mı arayalım.
Tabiî ki ne biri ne de ötekisi.
Dil kurgunuzda termolojik bir karışıklık var gibi. Genetik olanla coğrafi-kültürel yaşam alanı olarak “Ortak Ülkemiz” sözümü hangi kıstasla aynı ölçekle ölçüyorsunuz doğrusu bilmiyorum. Siyasal mücadelenin gentik verilerle yürümeyeceğini ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım.
Siyasi mücadelemin ülke algıları ise her zaman sınırlarla çatışmalı oldu. Hele hele orta-doğu coğrafyası sınırlarının suniliğini tarih algılarıyla olduğu kadar bire bir yaşamın içinden de iliklerine kadar acısını bilen biri olarak.
Ayrıca, şahıs olarak bana hitap ettiğiniz için belirteyim. Bu toprakların en kadim komünist hareketlerinden biri de “Liva İskenderun Komünist Partisi”dir. Bu hareketin oluşumunda yer alan çevrem ve hocam M. Ali Zerka gibi Arap aleminin önemli düşün insanlarından yeterli komünal feyzler aldığım kanısındayım; fazlasının zararını hala bedel olarak onurla ödüyorum da. Bu geleneğin fikir mirasçılarından biri olmaktan da gururluyum. Zindan ve sürmekte olan sürgün yıllarımda bu medresede diz çürütüp durdum naçizane.
Ama bana gençlik yıllarımı değil de bugün drek sorarsanız, dünyayı algılama ve değiştirme açısından bağlı olduğum bu medresenin 19 ve 20.yy daki siyasal önermeleriyle aramda ciddi mesafelerin doğduğunu dile getireceğim.
İletinizde vurguladığınız birçok kavram benim için tartışmalıdır. Zorlama hallerindesiniz gibi geliyor, söyleminiz. İlk selde yıkılacak kağıttın bir şatoyu dere yatağında kurmuş gibisiniz. Bence bu kaygan zeminden, aynı coğrafyada kalarak, aynı yöntemlerle ve hatta araçlarla ayaklarımızın yere iyice basacağı yüksek bir yerde binalarımızı kurmalıyız. Sözüm muğlak değil. Kendimi anlatmaya çalıştığımı varsayın. Dil kurgularıyla ilgilisiniz bunu bir bakışta bileceksiniz.
Bu girişten sonra Ortak ülkemiz kavramından çıkarılması gereken şey, bir kimlik aidiyetidir. Siz bunu yer küremiz diye okuyun, ya da evren diye. Ben tevazu gösteriyorum ve ilgili olabileceğim ölçekleri, olası siyasal etki alanıma, gerçekçi yaşam alanıma ait ölçüleri kullanıyorum. İddiası altından kalkamayacağım büyük taşları taşıma gibi gençlik yıllarıma ait deneyleri geride bıraktım.
Sizin yaklaşımınıza ait “verili insanı yıkıp yeni insan için” büyük evrim birikimlerinin ürünü ve doğanın kendi iç evriminin sonucu olabilecek önermeleri hemen şimdi çözülmesi gereken bir sorun olarak algılanmasını gerçekçi bulmuyorum. Doğanın eğitilmesinden söz ettiğim çok oluyor, bunun bir sonucu olarak da insanın evriminden söz ediyorum. Bunların belli nesnel zeminler üzerinde irade dışı süreçlerin birikimleriyle olgunlaşarak dengeli bir değişime yöneleceği kanaatlerimi ayakları yere basan önermeler olarak dile de getiriyorum (Kadınların doğum sorunu gibi). Bu noktada ayrıca, biyolojik genden bağımsız olarak, düşüncenin kendine özgün genleri olduğunu bunun insanlığın kültürel gelişimi anlamında kültür-gen (benim uydurmam) miras yoluyla da biriktiğini ve doğanın eğitilmesinde önemli olduğunu belirteceğim. Devrimciliğimi, yeniyi yakalama, dönüşümü gerçekleştirme eylemi olarak belirliyor, öznel etkimi de bu çerçevede algılıyorum. Darbe değil, tarihsel geri dönüşü olmayacak birikimler üzerindeki devrimden söz ediyorum. Bunun içindeki öznel öğenin rolünden söz ediyorum. Bu açıdan aceleci değilim.
İddialarım, belli bir coğrafyada yaşayan (kıta sahanlığım diyebileceğim) insanların tamamlanmamış siyasal haklarının kazanımıyla ilgili olduğu için “Ortak Ülkemiz” söylemini önemli buluyorum. Özellikle de ortak ülkemizde özgürlük için çırpınan Kürt halkının mücadelesi hepimiz adına hala bir şeyler yapmaya çalışırken bunu daha çok önemsiyorum.
Uzun bir zamandan beri, yazılarımda bunu kullanıyorum. Birimizin değil hepimizin olan bu ülke diyorum. Bu ülkede eşitler olarak yaşamak için siyasal mücadele veren, doğal toprakları tarihte ilk kez yaşama, tarıma açarak buraları anavatana çeviren insanların gelecek kuşaklara miras bıraktıkları ve bizim de aynı yolla, gelecek kuşaklara ait bir emanet olarak korumamız gereken bir ortak ülkeden söz ediyorum. Gelecek kuşakların ortak ülkesinin yeryüzünün her köşesi ve evren olacağının bilincinde olarak bu belirlemeyi yapıyorum. Gerçekten altından kalkabileceğimiz hedeflerle ilgili pratik değeri olan bir söylemle kendimi sınırlıyorum. Çok sevmeme ve bağlı olmama rağmen felsefe yapmıyorum.
Bu günün görevlerini yarın için yararlı olma yönünde, felsefi algılarımın rotasından çıkmadan ayakları yere basar hale getiriyorum.
Bu ülke birimizin olduğunu sananlara karşı yükümlenmem gereken siyasal görevler adına, bu ülke birimizin değil, hepimizindir bunu birbirimize kanıtlamakla yükümlüyüz, bu ülke ortak ülkemizdir diyorum
Bu noktada ben bu günün insanı ve bu gün önüme çıkan sorunların çözümü için kendi jargonumu oluşturarak belirlemeler yapıyorum. Yarın için öngörülerim ise sizden çok farklı gibi.
Aynı medreseden geliyor olabiliriz. Çok ortak noktamızda olabilir. Ama bu günkü algılarım, mensup olduğum medresenin siyasal tespitlerinden çok farklı bir yerde, dünyayı yorumlayıp değiştirme noktasına gelmiştir diyeceğim.
Yeni bir küresel uygarlığa doğru gidişin olduğunu, yeni bir üretim tarzının küresel üretim tarzı olacağını belirliyorum. Bu Toplumsal mülkiyette kendini ifade eden bir sistem değildir diyorum. Küresel üretim uygarlığı, piyasada uçuşan küreselleşmeyle da en ciddi mücadeleyi yürüten bir uygarlık olduğunu belirteceğim; feodalizmin bağrından kapitalizmin doğuşu ve o kesitte verdiği mücadele gibi. Emperyalist küreselleşmenin gerici ve tarihi doldurmuş kapitalist sistemi korumak için başvurulan bir siyasal davranış olarak ortaya koyduğu reflekse karşı, küresel üretim uygarlığı insanlığı yeni ve bir üst örgütlenmeyle götürmekte olduğunu, kendine özgü mülkiyet ilişkisi kadar kendine özgü insanı ve insan ilişkilerini oluşturduğunu dile getireceğim. Marksist söylemdeki yabancılaşma algılarının aksine, yabancılaşmanın evrensel ölçeklerde gerçek anlamda devrimci bir rol oynadığını, bilginin evrensel dönüşümünde ve birikimlerinde bunun tecelli ettiğini ve bunun küresel üretimin en önemli verisi olduğunu belirteceğim.
Benim algıladığım küreselleşme yeni bir uygarlıktır, küresel üretim uygarlığıdır. Bu günkü haliyle küresel üretim uygarlığı, dün kapitalizmin feodal kralların kanatları altında büyümesi gibi, kapitalist tekelci güçlerin kanatları altında büyüse de galip gelecek olan ve egemen olması muhkem olan bir uygarlıktır. Sanal üretimin, artık üretimin temel bir öncülü olduğu dünyada küresel üretimin bu ilk verilerinden bile farklı bir üretim tarzına doğru gidişi yakalamak zor olmayacaktır.
Benim devrimcilik algım tam bu noktada belirginleşiyor. Çok somut ve çok gerçekçi, bu gün için ve yarına taşınabilir bir işlevi olan devrimciliktir. Hayallerle ilgili değil. Bu noktada devrim çok daha geniş bir alanla ilgidir. Bir iktidar algısından çok, tarihsel geri dönüşü olmayan bütünsel ve dengeli bir dönüşümün evrim sürecindeki irili ufaklı dönüşümleri olduğu kadar sonuçtaki büyük dönüşümünü de içerir. Doğru yöne gidişte aşılan her engel bu devrim sürecinin bir parçası olarak gerçekleşir. Bir bilgisayar iletiş ağının, PTT ye karşı yaptığı geri dönüşü olmayan devrim gibi. Motorun, eski tarihin tüm ulaşım etkinliklerine karşı yaptığı devrim gibi.
Bu noktada mülkiyet konunda da çok farklı düşündüğümü belirtmeliyim. Mülkiyetin tarihi toplumsal mülkiyete gidişe işaret etmiyor diyeceğim. Tersine, daha çok ufalarak parçalanan, daha yaygınlaşan bir mülkiyet tarzına gidişi söz konusudur. Ancak böyle olmasına karşın toplumsal sonuçları da ters orantılı olarak bir o kadar büyüyen bir ufalmadır. Bilim ve tekniğin yarattığı objektif veriler bunu göstermeye yeterlidir.
Kapitalizmle birlikte nasıl ki feodal büyük toprak mülkiyeti, feodaller için artık taşınmaz bir boyun bağı olduysa, kapitalist mülkiyette taşınmayacak bir yük haline gelmektedir. Küresel üretim uygarlığının mülkiyet ilişkisi, küçük alan ve yaygın mülkiyet koşullarında dev fabrikaların ürettiğinden daha çok üretebilecek ve olumlu toplumsal sonuçları daha da büyüyecektir.
Bu açıdan toplumsal mülkiyet beklentimizin tarihsel olarak mümkün olmadığı sonucuna varıyorum. Toplumsal mülkiyetin üretici güçleri gürbüzce geliştireceği tezi, “köleci üretim tarzı en gelişmiş üretim tarzıdır” demek kadar gerçekten uzak olduğunu belirteceğim. Böylesi nesnel temelden kopuk iddiaların dere yatağında ilk sel sularıyla çökecek kağıttan şatolar olduğuna da yakın tarihlerde ki tanıklığımızı kanıt olarak göstereceğim. Kimse, tarihin tanık olduğu en aydın önderlerin en kapsamlı kültürel birikimlerle mücehhez liderlerin hayata geçirme iddiasında oldukları sosyalizmden daha ileri bir uygulama yapılabileceğini sanmasın. Sorun ne uygulamada nede yetersizlikte. Sorun tarihsel birikim ve olgunlaşmaların yetersizliğinde olduğu kadar, toplum projesini o toplumun hiçbir verisi ortaya çıkmadan uydurmaktandır; “sosyalizm sosyalistin kurduğu şey” değildir.
Tarihsel gelişim itibariyle bölünüp parçalanan mülkiyet gerçek devrimci yenilenmenin aracıdır. Kölecilik insan dahil topraklar üzerindeki mülkiyetle, feodalizm büyük topraklar, kapitaliz üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle kendini bilerler. Tartışmalı bir toplum tarih çizelgesi olsa da mülkiyetin bu toplumlardaki artan parçalanma ufalma yönelimini göstermeye yeterlidir. Tersi bir durum öznel algılarda olsa da nesnel varlıklar arasında yer edinmeyecektir; gelecek, “toplumsal mülkiyet” lehine değildir, toplumsal etkisi çok daha yoğun ufalmış mülkiyete lehinedir. Ulusu ulusçular, sosyalizmi sosyalistler kendi beyinlerinin zindanında üretebilir ama gerçekte bu olmayacaktır.
19.yy Marksist toplum tahlillerinin siyasal sonuçları arasında yer alan toplumsal mülkiyetin gerçekçi olmadığına inanıyorum. Böyle bir adımın Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan tecrübesiyle tarihe gömüldüğü kanaatindeyim. Bu algı devrimciliğimizin daha sağlıklı bir yere oturmasını getirdi. Umutlarımızı yıkmadı gerçekleşebilir önermelerimizin ikamesine güç verdi.
Kestirmeden eksik kalan bir noktayı belirteyim. O da, ihmal edilmemesi gereken sınıf mücadelesinin devrimci bir mücadele olmadığı, sınıf mücadelesinin geçmişi ve bugünüyle reformist bir mücadele olmaktan ileri gitmediğini belirteceğim. Son makalelerimden birinde yazdığım şu aktarım kanaatlerimi net olarak ortaya koyabilir sanırım.
“Materyalist felsefe ilkelerinin diyalektik yöntemiyle de düşündüğümüzde göreceğiz ki, tarihinin tüm verilerini sınıf mücadelesi açısından bir araya getirdiğimizde bu mücadele sistemin içindeki bir reformist düzenlemeden ileri gidememiştir. Yeni bir uygarlığı, yeni bir üretim tarzını ortaya koyamamıştır. Köleci Spartaküs isyanları bu yüzden Roma kapıları önünde durmuş, Munzer hareketi feodal karlık karşısında sonuç alamamış, çağdaş tarihin hiçbir ülkesinde sınıf mücadeleleri yeni bir uygarlık kuramamıştır. Doğu Avrupa sosyalist ülkelerin ve sosyalist sistemin ortaya koyduğu tabloda bu gerçek bir kez daha tekrar etmiştir.
Köleci sistemi köleler yıkamadı, feodalizmi onlar kuramadı. Feodalizmi köylüler (serfler) yıkamadı kapitalizmi onlar kurmadı. Dünyadaki tüm sendikal sınıf mücadelesine dönüp bakın, komünist partilere ve onların sınıf mücadelelerine dönüp bakın, Komünternden sosyalist enternasyonale tümünde sınıf mücadelesinin gelip dayandığı yer Spartaküs’ün gelip dayandığı yer olmuştur. Başkası da olamazdı.
Devrimden, darbeyi, isyanı, ayaklanmayı değil de geri dönüşü mümkün olmayan yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir mülkiyet ilişkisiyle tanımlanan sosyal bir sistem, yeni bir uygarlığı anlıyorsak sınıf mücadelesinin reformist bir mücadele olduğunu anlamamız zor olmayacaktır. Tarihin tüm verileri sınıf mücadelesinin devrimci olmadığını reformist olduğunu göstermektedir. Bu aralar sürekli tekrar ediyorum: Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken bir reformist mücadeledir.
Devrim ise darbe değil, bir tarihsel dönüşümdür. Nesnel verilerin olgunluğuyla gerçekleşen büyük dönüşümdür, geri dönüşü mümkün olmayan; internet iletişiminden, bildiğimiz PTT iletişimine geri dönülmesinin mümkün olmaması gibidir. Nitelikçe dönüşümdür devrim, objektif koşulların olgunluğu sonucu üst yapının dönüştürülmesinde öznel iradenin oynadığı ebelik rolüdür. Darbecilik ve devrimcilik arasındaki ayrım budur. Biz mücadelemizi devrimci bir mücadele olarak belirlerken bu kıstasları temel aldık.
Toplumsal sistemin temel bir sınıfı, o sistemle var olduğu gibi, o sistemle birlikte yok olacaktır. Bu yüzden parçası olduğu sistemi yok etmesi mümkün değildir. Sistemle doğan bir sınıfın düşünce sınırları o sistemin sınırlarıdır. Daha ilerisi daha farklı sınıf, kitle, topluluk vb unsurlara aittir. Tersini düşünmek, materyalizme de diyalektiğe de aykırıdır; nesnel varlıkların bilince yansıması temel sınıflarından biri olduğu toplumu, aynı sınıfın yıkamayacağıdır. Bu yüzden ezen ve ezilen sınıflar bir biçimde ekonomik ya da siyasal örgütlerinin yönlendiriciliğinde mensup oldukları sistemi, daha rasyonel çalıştırmanın yollarına gelip dayanmaktadırlar. Bu da çok doğaldır. Bunun nedeni ne sarı sendikacılıktır ne de teslimiyetçi komünist particiliktir.
Bu nedenle gerçek devrimciliği sınıf mücadelesine endeksli kılmak, demokrasi dahil gerçekçi yeni uygarlıkların önünü tıkamaktır, onları reformculuğa mahkum etmektir; bu hiçbir zaman sınıf mücadelesini inkar ya da ihmal etme anlamına gelmemelidir. Ancak bu mücadele her şeyi açıklayan bir mücadele değildir.
Devrimler tarihsel ve geri dönüşü olmayan devrimler olarak kavranmadıkça, devrimlerin yeni bir uygarlığı yani yeni bir toplumsal üretim sistemi, üretim ilişki ve mülkiyet ilişkilerini nitelik farklılıklarıyla kurması mümkün değildir. Bu durumda devrim bir darbe olacaktır ve bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle geldiği gibi (doğu Avrupa ülkelerindeki örnekte olduğu gibi) yine bir gece ansızın gerisin geriye geldiği koşullara dönmeye mahkum olacaktır.” (Mihrac Ural, Dicle Haber Ajansıyla (DİHA)röportaj 6 Ağustos 2009)
İşte bu yönelimlerimin, tüm sınırları yok edecek küresel üretim uygarlığının kendi alanımdaki mücadele platformu olarak “ortak ülkemiz”den söz ediyorum. Bunu da hiçte çelişkili görmüyorum. Şapkadan da çıksa demokrasinin bu sürecin açılımı için çok önemli bir geçiş köprüsü olduğunu düşünüyorum.
En özgür en gelişmiş demokrasi yeni uygarlığın kapılarını açacak bir araçtır diyorum. Tarihin yönelimini tespit etmek ve buna göre tutum takınarak tarihle çatışmaya düşmemenin yolu buradan geçiyor diye vurguluyorum. Bu ister ortak ülkemiz açısından tamamlanmamış demokratik görevlerin tamamlanması anlamında olsun, isterse bildik burjuva demokrasisinin sınırlarını çok zorlayan ve ileri bir yeniden yapılanmaya yönelimin nüveleri sayılabilecek demokrasi birikimleri içinde de gereklidir.
Dolaysıyla,
Ortak ülke söylemim bu günümün siyasal yükümlülüklerimi belirlemesi açısından anlamlıdır. Birleştiricidir de. Kiminle birleştiricidir denseniz “şapkadan çıkan” tüm demokrasi güçleriyle diyeceğim.
Batı kadar doğu felsefe disiplinlerini takip ediyorum. Ömrü on yılı geçmeden sönen felsefelerin bol ezberli tilmizlerinin baskısı altında zaten solun musalla taşındaki mevta halini hepimiz biliyoruz. Orijinalitemize dönmek, ortak ülkemizde ortak değerlerimizi oluşturmak ve bunu yukarıda belirlediğim genel insanlık kazanımı süreçlerine bir manivela olarak katmak için mücadele etmek gerekiyor.
Felsefe disiplinlerinin, tek boyutlu özü-biçimi aynı olan bir ürünü haline gelme kaygısı taşımıyorum. Tarihin hiçbir felsefesi önermelerini hayata geçirememiştir. Tersine hayata geçen nesnel verileriyle kendini ortaya koyan varlıklara uydurmaya çalışmış onu yönlendirmek için yeniden kurgulanmıştır. Tekrarla diyeceğim o ki, ulus ulusçunun kafasında oluşmuyor, sosyalizm de sosyalistin kafasında oluşmuyor. Nesnesi olmayanın öznesi olmaz diyorum. Gelecek toplum ve insan kurgularımızın gerekçelerini felsefede bulmaya çalışmak olmayacak duaya amin demektir. Felsefe gerçeği bulmada bir yöntem olarak yararlı olsa da siyasal, toplumsal kurgularda hep hayalci olmuştur. Gerçeğe götürecek yöntem, gerçeğin üzerinde yararlıdır, gerçeği ötekileştirdiğimiz an elimizde gerçekleşebilir hiçbir şey kalmayacaktır.
Ortak ülkemiz deyimi benim nesnem, gerçeğim. Bunu seslendiriyorum. Gelecek kuşakların yeryüzünü, halefleri de evreni seslendireceğini biliyorum. Dünyayı algılayıp, öznel etkimizle değiştirmek için her şeyin gerçek olması gerektiği açıktır. Marksist felsefenin bu ilkesine sıkı sıkıya sadakat gösteriyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder