HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

19 Eylül 2009 Cumartesi

DEMİR KÜÇÜKAYDIN'NA CEVABIMIN ÖZETİ


Mihrac Ural

18 Eylül 2009

Öncelikle bizi izleyenlerin bilmesi için söylemeliyim, benim de kıta sahanlığıma giren, bilgi birikimlerim için olduğu kadar eleştiri oklarım içinde belli bir yelpaze ve sayıda yazarı didik didik izlediğimi bilmelisin. Ayrıntılarıyla okuyorum. Çatı Partisi etkinliği çerçevesindeki toplantıya katıldığı sırada Mehmet Güzel arkadaşım incelik göstermiş, benim adıma kitaplarınızı almış ve siz de nezaket göstererek kitaplarınıza not yazıp imzalamışsınız.

Hemen belirteyim. İmzalıları gelmeden az önce bu kitaplar elimdeydi ve sizi okudum. Ortak ülkemizi ilgilendiren, düşünceyle ilgili olan yazımları yakından takip ediyorum. Yaşamının gençlik yıllarından bu yana, bir devrimci olarak sorumluluğum gereği bunu yapıyorum.

Ama siz 17-18 Eylül (yani dün ve bu gün sabaha karşı) Hikmet Acun'la tartışmanıza müdahil olduğum mail trafiğinde de gösterdiğiniz “okudun mu? Okumadın mı?” gibi tartışmanın gerekli olan nezaketini zorluyor gibisiniz.

Düşüncelerinize saygımı tekrar etmek istemem. Kişiliğinize de. Niğde'de disiplinli çalışan kendine emek verenlerden biri de sizdiniz. Gerilmeden tartışmamız geçmişimizin birikimlerini okura daha net aktarmak için tutulması gereken bir yol olmalıdır, derim.

Kimse kimseyi, “onu oku, bunu oku” demeye kendini yetkili görmemelidir. Bakın sizin yöntemle (eski yazıları alın bunları okuyun diyerek), tartışma yapılmaz diyeceğim. Ben de zorunlu olarak on yıllardır yazdığım makaleleri size iletebilirim, nitekim yapmak zorunda da kaldım. Siz de lütfedip benim yazılarımı okuyun. Orada, tüm görüşlerinize cevaplarımı bulacaksınız; üstelik bu cevaplar siz yazılarınızı yazmadan önceye kadar gider, zira bu söylemleri seslendirenler sizden önce de vardı diyebilirim.

Bu durumda neyi tartışacağız, eski zahirelerimizi okura sunup oturalım mı?

Ayrıca, tartışmada soru cevap diye bir yöntemi okura dayatmanızı da anlamlı bulmuyorum. "Millet nedir? Milliyetçilik nedir? Din nedir?"diye soruyorsunuz. İçlerine sindirebilirlerse, sempatizanlarınıza böyle sorular sorabilirsiniz, başkalarına değil.

Bu kelimeler üzerine ansiklopedilerde o kadar çok cevap var ki, tartışmamızın kelimeler olmadığını da biliyorsunuz. Bu üç sorunuza iki gündür bu grupta yayınlanan yazılarımda o kadar çok cevap bulabilirsiniz ki, bunları tekrar etmek neye yarar, anlamak güç. Bunları sempatizanlarıma sorma gibi bir yanlışı hiç işlemem.

Siz neden şuna yaklaşmıyorsunuz, yazılarımdan alıntı yapın ve bunu evire çevire eleştirin.

Yapmıyorsunuz çünkü okumak ve okuduğun metinle ilgili olmakta bir sorun yaşıyorsunuz. Böylesi bir tartışma ve sizin gibi polemiklere şevkle atlayan biri için olumlu olmasa gerek.

Tartışmayı naklen yayın gibi mail alışverişi olarak da görmüyorum, bilesiniz. Okura yararlı bir tartışma için, iyi bir makale yazımının belli bir süre alması gerektiğine inanıyorum. Tiyatro salonunda müsamere yapmadığımız açıktır.

Bu, fraklı işlerimizin ve farklı yazım çalışmalarımızın devamı için olduğu gibi, tartışmada kuracağımız cümlelerin ve yoğunlukların okura en doğrusunu iletmesi içinde gereklidir. Çok okuma ve yazma eğilimi içinde olan siz de buna katılacaksınız. Naklen yayın mail iletişiminde sinirler çok geriliyor ve karşılıklı saygıyı zedeleyen söylemlerin dökülmesine yol açıyor. Bu olmamalı derim.

18 Eylül sabaha karşı tartışmaları tekrar okursanız, orada söz konusu durum nedeniyle ne kadar hata yapıldığını anlamanız zor olmayacak.

Mazur görün, yöntem üzerinde bu küçük hatırlatmaları yapmam gerekiyordu.

Ulus, ulusçuluk üzerine eleştirinizi satır satır yapacağımı bilmelisiniz. Üstelik Bunun için Batının, tarihini doldurmuş hiç bir marjinal ismine ihtiyaç duymadan ( 17-18 Eylül tartışmalarına atfen söylüyorum, çok isim ortaya koyup kendi ismini yok edenlerin kendine ait düşünceleri olmadığı varsayımına, “bunları okumakla çok şey kazandığımı sanmıyorum” yönündeki imanıza dayanarak bunu belirtiyorum.).

Değerli Demir,

Doğrudan sizi eleştiren, sizden alıntılarla eleştirimi toparlayan üç yazım bulunuyor 1. "Hegelci Tarihsiz Uluslar ve Demir Küçükaydın'da 'Türklük' 2. Demir Küçükaydın ve Talihsiz Ulus Algıları 3. "İKİ TEHLİKE"

Bu yazıları okur için ekte tekrar veriyorum. Siz de bir daha gözden geçirin diyeceğim.

Bu makalelerde ben her ulusun bir tarihi olduğunu, tarihsiz bir ulusun olmayacağını belirledim. Ulus ulusçuların düşüncesinde doğmayacak kadar derdin bir tarihi evrimin ürünüdür dedim. Bunu belirlemek bir var oluşu tespit etmektir. Tarihi bir kategori olarak bu tespit nötrdür. Somut siyasal bir belirleme için ise ulus egemenliklerini, devletlerini ve onun içinde heterojen olarak var olan inançları, sınıfları etkinlikleri ele almak mümkündür.

Ulusu bir tarihi kategori olarak tanımlamak ile ulusçu olmak arasında farkı koymadığımız zaman ulusun “U”sunu söyleyen herkesi milliyetçilikle suçlamak çok kolay olur. Demir küçük aydın bunu yapıyor. Daha ileri de gidiyor, demokrasi yanlısı duruşlarını tartışmanın çok abes olacağı kimi insanları “ırkçı”lıkla suçlayabiliyor. Bu cömert harcamalar, gerçek ırkçılar ve milliyetçilere karşı kişiyi ihtiyatsız bırakır diye dikkat çekmek isterim.

Tarihi bir kategoriyi tanımlamak, belirlemek açımlamak ile onun siyasal konum ve yönelimlerini savunmak ayrı şeylerdir. Her yazımda “milliyetçilik bir vebadır, bununla savaşılmadan hiç bir ilerici-demokratik toplumsal görev başarılamaz. Tarihle cesurca yüzleşmeden de bunun başarılmayacağını belirtmeliyiz” Diye vurgumu yapıyorum. Ancak Demir, ulusu bir düşün ürünü gördüğü için, ondan söz etmeyi bile ondan yana olmak olarak algılıyor. Bu noktada tutarlıdır dersem hiç şaşmayın.

Birçok makalemde olduğu gibi, Demir Küçükaydın’ı doğrudan eleştiren makalelerimde de
Ulus ya da millet'in tarihi olduğunu büyük evrim süreçlerinden geçerek bu güne, ulusçuların bilincine, ulusla ilgili öznel söylemleri dile getirmek üzere zemin oluşturduğunu ifade ettim. Makalelerimin spotlarını buraya aktarmakla yetineceğim (ilgili okur makalenin tümünü bu iletimin dosyasında bulacaktır)

DEMİR kÜÇÜKAYDININ TALİHSİZ ULUS ALGILARI


Demir Küçükaydın buyurdu ki,

ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir.”
(Demir Küçükaydın, Türklük Nedir?)

ulusların tarihi olmadığı ve ulusların tarihi olduğunu söylemenin gerici ulusçuların bir yalanı olduğudur.”
(Demir Küçükaydın, “Kürt Türk Çatışması Neden Olmadı?” Adlı makalesi)


Mihrac Ural
23 Ağustos 2009


Tarihsiz bir ulus yoktur. Ulus bir tarihsel kategori olarak tarihin nesnel verilerinin birikimlerinden doğar ve bu verilerin söndüğü yerde de söner. Tüm uluslar doğmuştur ve söneceklerdir. Sönmeyecek bir ulus olmayacaktır, doğan her şeyin ölümlü olduğu gibi. Doğada ve toplumlar tarihinde, her doğum bir yadsınmadır. Bunun da yadsınması ölüm doğum denkleminde olacaktır. Ulus önceki toplumsal süreçlerin içinden çıkıp gelmiş verilerle, önceki toplumların içinde gelişerek, onları yadsıyarak ortaya çıkar. Bunun gerçekleşmesi için tüm iradelerden bağımsız ve her iradeci eylemden özgür, verilerinin nesnel birikimi gereklidir. Ulusların tarihi de burada yatar.

Tarihsiz ulus yoktur olamaz da. Tüm resmi tarihler yalan, abartma ve aklamalarla oluşmuş olsa da her ulusun bir tarihi vardır.

Her ulus, dil, gelenek görenek, coğrafya, ortak refleks, iktisadi yaşam birliği gibi temel unsurları olan, nesnel verilerin evriminin belli bir olgunluk düzeyine denk gelen tarihsel kategorisidir.

Ulus, bir siyasi eylemle doğmayacak kadar yoğunluk gerektiren evrim birikimlerine ihtiyaç duyar. Bunun adı tarihtir. Bu tarihi kimin nasıl kullandığı ayrı bir konudur. Bu tarih olmadan ulus diye bir kategori olamaz. Dilin tarihteki evrimi, gelenek ve göreneklerin, ortak bir coğrafyada olmanın tarihsel evrimi, ekonomik yaşamın inişli çıkışlı konjonktürlerine rağmen gelip dayandığı ortak ilişkiler ve buna benzer bir dizi etmen, sonuçta ortak bir insan topluluğu refleksi yaratacak kadar aynı mecraya akarak ulusu oluşturur.

Marksist algıların merkezinde modern ulusların kapitalizmin şafağında doğması olayı, iktisadi temelleri olan bir sürece denk düşer; merkezi pazarların oluşması, ortak dille merkezi pazarlarda ticaretin, üretimin ve mübadelelerin gerçekleşmesi modern ulusun temel zeminleri olarak kabul edilir. Ulusun oluşumu için bu da tek başına yetmez, geçmiş tarihten gelen, kendi bağımsız gelişimiyle birikimini geliştiren dil, gelenek görenek, coğrafya gibi verilere gerek duyar. Bu veriler nesnel verilerdir, ne “edebiyat” ne de “fikir jimnastiği”dir. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması olayı budur.

Tarihsizlik yoklukla eşitliktir. Bu günü olan her şeyin bir tarihi vardır. Bu sadece düşüncede “edebi ve fikirsel gebelik donemi… Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak” (Agm) tarihli olma anlamında değildir. Ulusu oluşturan tüm verilerin evrim tarihi demektir.
Bu evrimin tarihi olmadan hiçbir veri ulusun oluşumuna katkı yapamaz. Geçmişin gelecekte yer alabilmesi için tarih sahibi olmak gerek.

Demir Küçükaydın’ın yaklaşımı, Kürt ulusal hareketine kaynaklık eden, tarih içinden çıkıp gelmiş birikimleriyle Kürt ulusunu oluşturan verileri de hiçe sayar. Küçükaydın, bunu doğrudan söylemese de mesajı budur. Bir askeri eylem dizisinin başlangıcına kadar düşürdüğü Kürt ulusunun doğuşunu, tarihsiz kılmakla da geleceksiz ilan etmektedir.

Ulus üzerine geliştirilen tüm söylemlerin ortak ülkemizi ilgilendirdiği ve bunun merkezinde Kürt ulusal hareketinin olduğunu göz önüne aldığımızda çok riskli bir yaklaşımla karşı karşıya kaldığımızı anlamak güç olmayacaktır. Bu yaklaşımlar, geçmişi ve geleceği olmayan bir mücadele diye ulusun özgürlük ve demokrasi talebini, tarihin hiçbir döneminde sonuç almamış sınıf mücadelesi ve ütopik dünya devrimi gibi mücadelelere endeksleyip, yakıt olarak tüketme eğilimi taşımaktadır.

Demir Küçükaydın’ın talihsiz ulus algılarından benim anladığım budur.”
(bkz. http://mirural.blogsbpot.com/ )


Bu aktarımda görüşümün çok net algılanması gereklidir. Buna rağmen tekrarla ve ısrarla “millet nedir?” Diye aynı soruyu sormanın sırrını çözmek zor.

Bu satırları tekrarlara boğmamak için ve Demir Küçükaydın’ın yeni bir eleştirisine de yer bırakmak üzere uzatmayacağım.

Ancak tartışmamızın iyice anlaşılması için, Demir'in çok uç bir söylemle dile getirdiği "ulusuçular olduğu için ulus vardır" cümlesinin mensup olduğumuz felsefe disiplininin de ihlali olduğunu hatırlatacağım. Düşüncenin yarattığı ulus, bir zorlama olarak karşımıza gelmektedir.

Demir, ulusu “bir düşün ve edebiyat akımı olarak bir fikir jimnastiği olarak” algılıyor. Bu yaklaşımın temelsizliği, bir soruyla yıkılınca belli olur. O suru da şudur:

Yüzyılların, bin yılların evrimi sonucu bu güne gelen dil olmaksızın, aynı şekilde coğrafya ve coğrafyanın evrimi olmaksınız, kültürel, gelenek, görenek ve ruhi şekillenme birliğinin nesnel verileri olmaksızın, “ulusçular” söylemlerini neye dayandıracaklardı.?

“Ulusçular” neye dayanarak ulusçuluk yapabilirlerdi, bu vebayı insanlığa nasıl yayabilir ve akıl almaz çıkar kavgalarında insanlığı ölümlere, savaşlara götürebilirlerdi.

Nesnesi olmayanın öznesi nasıl olur?

Demir buna cevap vermelidir bu kanaatlerinde ısrarlı ise.

Ulusçu Merih’ten gelmedi. Bir nesnel zemin üzerinde bir maddi veri algılarıyla ulusçu oldu. Ulusçu, ulusun varlığıyla birlikte bir sonuç olarak oluştu. Bunun içinde tarihteki ilerici rolünü oynayarak, tamamlanmamış evrimleri tamamlayarak.

Bunun ortak ülkemizde bire bir öyle gerçekleşmemiş olması, ulus gerçeğini buharlaştırmaz, dengesizliğini, aksaklıklarını bundan doğan kimlik bunalımlarını ve siyasal konumlanışındaki anti demokratikliği izah eder. Tersini değil.

Ulusun tarihi bir kategori olması, ulusçunun sonradan yarattığı bir düşün olgusu değildir. Makalemde uzunca bunu anlatmaya çalıştım. Kavramların farklı dillerde oynadığı olumsuz rolleri de aktardım. Araplarda kavm=millet=ulus aynı anlamdadır. Ve Araplar ve Farslar kendilerine bundan 2500 yıl kadar öncede ulus diyorlardı ve çevreleri onlara “Arap kavmi”, ulusu diye işaret ederlerdi. Bu kapitalizm şafağında doğan modern ulus olmasa da ulusun tarihine önemli bir göndermedir. Arap ulusçuları bu tarihin efsanevi hadiseleri üzerinde kendilerini siyasal arenada kabul ettirme çabası verdi. Var olanın üzerinde siyasal söylemler gelişti. Arap aleminde ulusçu söylemin ilk teorisyeni Fransız felsefe disiplinlerinden mahreçli hemşerim Zeki el Arsuzi, var olan, kendini nesnel olarak açık ve net biçimde belli eden etkinlikleriyle bunu dile getiren bir Arap ulusu varlığı üzerinde siyasal olarak teorileştirdi. Ulusçuları doğuran ulustur, tersi değil. Tarihin tüm örnekleri bunu gösteriyor. Ulusun söndüğü yerde de ulusçuların sönüşünün başka bir anlamı yoktur.


Türk milliyetçilerinin bu konuda yeni olmasının nedenlerini burada tartışmayacağım. Ulusçuların her yerde, ülkemizde de tarihle ilgili bu yaklaşımları anormal değildir. Ulusçuluk bir vebadır ama ulus gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bunun için ulusu yaratan tarihi veriler aşılmaksızın bu belayla sürekli bir mücadele halinde olmamız gerekmektedir.

Bu gerçeği neden “ulusçunun uydurması” olarak ele almamız isteniyor. Onunla mücadelemizin olmaması için mi. bana göre biraz da öyledir. Ulus yoktur dolaysıyla ulusu aşacak süreçlerin mücadelesine de gerek yoktur.

Düşünce yoktan var edilemez, diyorum.

Ulusçuluk, ulus gerçeği üzerinde vardır, başka türlü bir ulusçu varlıktan söz etmek düşüncenin yoktan var olmasını iddia etmek kadar yanlıştır.

Ulus tarihi bir kategori olarak da tarihin farklı kesitlerinde sönene kadar, ulusal devleti aracılığıyla oynadığı ilerici ve gerici rollerden söz edilebilir. Ancak ulusun demokratiği ve demokratik olmayanı diye bir olgu olamaz. Bunu ihdas etme çabalarının çok riskli sonuçları vardır. Bunları da makalelerimde sık sık işledim durdum. “Demokratik ulus” denilen şey bir demokratik siyasal işleyişle ilgili belirleme ise buna demokratik devlet denir, demokratik örgüt denir demokratik kurumsal bir yapı denir ulus denmez. Kapitalizmin şafağında ulus doğarken, oynadığı devrimci rol de ulusun kendi devleti ve siyasal etkinlikleri aracılığıyla ortaya konduğu tutum dile getirilmiş olur. Bu işlev, iradelerden bağımsız olarak var olan ulusun değil siyasal etkinliklerin rolüdür. Ulusun tarihi bir kategori olmasıyla ilgili değildir. Ulus bileşkesinde sınıfsal, inançsal farklılıklarıyla heterojen özellikleri ulusun tek düze bir rol oynaması önünde nesnel bir engeldir de. Feodalizme karşı yükseliş çağının özgünlüklerinde ortayla çıkan birleşik rol, ulus olgusunun değil ulusu oluşturan tüm etkinliklerin o tarihi kesitteki çıkar birliğiyle ilgilidir. Bu nedenle Hegel’in “tarihsiz uluslar” tanımlaması ve bunları “karşı-devrimci” olarak tanımlaması bir hataydı, bu algıyı 1848 devrim yenilgisine ilişkin açıklamalarında sürdüren Engels de hatalıydı. ( Geniş bilgi için Bkz. "Hegelci Tarihsiz Uluslar ve Demir Küçükaydın'da 'Türklük' )

Demir bana yönelik son eleştiri iletisinde şu görüşlerini tekrar etmiştir:

Ulusu bir tarihle, soyla, dille, dinle, etniyle, irkla tanimlayan milliyetciliklere Gerici Milliyetcilik denmektedir.
Ulusu boyle tanimlamaya karsi tanimlayan ve genellikle bir toprak parcasinda yasayanlarla tanimlayan milliyetcilige ise Demokratik Milliyetcilik denmektedir
.” (Mihrac Ural’in Elestirilerine Onceden Verilmis Cevaplar iletisi 14 Eylül 2009 (DBH tartışma))

Burada da Demir, önemli bir hata işleyerek, gerçek anlamda bir ulusçu düzleme düşmekten kurtulamıyor.

Gerici milliyetçilik varsa ona karşı bir de demokratik milliyetçilik olmalıdır demeye getiriyor. Kendisini bu noktada, demokratik milliyetçiliği olumlayan biri olarak konumlandırıyor. Oysa, çağımız gereği olarak da, yer yüzünde çok az sayıda tamamlanmamış ulusal süreçlerinden dolayı Filistin gibi, Kürtler gibi ulusal hareketlerin tarihini doldurduğunu, emperyalist çıkar çevrelerinin eli altında birer oyuncak haline geldiklerini söyleyip duruyoruz. “Demokratik ulus” siyasal işlevsel bir kurum ya da etkinliği kast etmiyorsa bu da miadını doldurmuş milliyetçilik türlerinden biri olarak demokrasi mücadelesinde yeri olmayan bir unsurdur diyeceğim.

Bu noktada okuru, kelime karmaşası, tanım arbedesi içinde sulandırılan, bulanıklaştırılan yaklaşımlarının milliyetçiliğine dikkat etmek üzere uyarmaktan başka bir şey kalmıyor.. .

Demir aynı iletisinde bir de şunları ekliyor.: “Bizim bakis acimizdan ise, nasil tanimlanirsa tanimlansin, (yani isterse bir tarihle, bir dille, dinle tanimlanmaya karsi tanimlanmis olsun) ulusal olanin politik olanla iliskisinin koparilmasi; yani ulusal olanin kisilerin ozel sorunu olmasi durumunda milliyetcilik asilabilir.” (A.g. İleti)

Burada da Demir, “ulusal olanin kisilerin ozel sorunu olmasi durumunda milliyetcilik asilabilir.” Diyerek ulusun bireysel bir konuma indirilebileceğinden ve bunun böyle aşılabilirliğinden söz ediyor.

Anlayacağınız, egemen ulus milliyetçilerinin “bu ülkede Kürtler birinci sınıf vatandaştır milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı bile olabilmektedir “ demesi boşuna değildir.

Öncelikle bu Türkleşmiş Kürtleri tebrik ederek, tarihte kolektif kimliklerini aşarak, bir ulusa aidiyetlerini bireyselliğe kadar indirebilmiş olmalarından dolayı tarihi bir nişan vermeliyiz.

Oysa bütün sorunumuz burada değimli? Birilerini ötekileştirip kolektif kimliğini bireyselleştirip, kolektif haklarını gasp etmekten, ona zulüm yapmaktan, ölüme mahkum etmekten kaynaklanmıyor mu?

Bu nedenle “iki tehlike” yazımı ısrarla okumanızı isteyeceğim. Orada bunları anlattım. Demir gerçekte Kürt ulusunun özgürlük mücadelesinden yana olamayacağını, düşünsel olarak bu kulvarda hiçbir olumlu yaklaşımı olmadığını dile getirdim. “İki tehlike” başlıklı makalemin spotlarını, bir ön bilgi alımı için aşağıda veriyorum.


İKİ TEHLİKE


Mihrac Ural
1 Eylül 2009


Demokrasi mücadelemiz, içinde barınmak isteyen iki tehlikeyle yüz yüzedir.

Birincisi; demokrasi mücadelemizi tarihsizleştirme tehlikesidir.

İkincisi; demokrasi mücadelesi başarılarını, dış etkenlerin örtüsü altına alma tehlikesidir.

Tarihsizleştirme ve dış etken örtüsüyle demokrasi mücadelesi dinamiklerini kapatma tehlikesi aynı noktada kesişir; demokrasi mücadelesini geçmişsiz ilan edip, geleceksiz kılar; tarihin derinliklerinden çıkıp bu güne gelen özgürlük hareketi ve toplumsal hareketlerin iç dinamiğini inkar eder. Dış güçlerin çıkar etkilerini mutlak görüp, demokrasi mücadelesini dış güçlerin örtüsü altına alır. Yükseliş döneminde her zaman böylesi marjinal tehlikeler üremeye ve gelişmeleri tıkama eğilimi gösterir.

Oysa gerçekler çok farklıdır; demokrasi hareketinin gücü kendi iç dinamiklerindendir.

“Demokratik açılım” söylemi bu etkinliğin yarattığı bir durumdur. Bu açılım ülkemizdeki hükümetin rahmeti ya da demokratlığı ya da ABD’nin dayatması asla değildir. Kürt açılımı, Kürt halkı dinamiğinin bir sonucudur. Hiçbir açılım bu dinamiklerin etkisi olmaksızın ortaya çıkmamıştır ve bu dinamikleri atlayarak başarı kazanamaz.

Ne hükümet ne de ABD Kürtlerin özgürlük taleplerini karşılayacak gerçekçi bir öznel eğilim içinde değildir, stratejik çıkarları da buna uygun değildir; onlar egemenlik için, enerji yollarının güvenliği için Kürt dinamikleriyle ilgilidir. Yükselen özgürlük mücadelesinin yarattığı etkiler, emperyalistlerin de hükümetlerin de politikalarını biçimlendirmektedir.

Bu gün artık ülkemizde geri dönüşü mümkün olmayan bir süreç açılmıştır. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinin belirlediği tablo, çok yönlü parametreleriyle Kürt halkının tarihte alacağı özgür yerin ufuklarını açmakla kalmayıp, zindan da bile olsa Sayın Öcalan’ın “ Yol Haritası”na ruh vermiştir.”
( Mihrac Ural, İKİ TEHLİKE)


Bu kadarıyla yetineceğim. Bu satırları Demir Küçükaydın’a yönelteceğim eleştiri ve vereceğim cevabın girişi olarak okumanızı isteyeceğim.

Bu yazı, Demir’in grupta yayınlanan iletisine kısa bir cevaptır.

Hiç yorum yok: