7 Eylül 2009 Pazartesi
DEMOKRATİK AÇILIM
Mihrac Ural
7 Eylül 2009
“Demokratik açılım” on yıllardır, üç kuşak sürdürdüğümüz demokrasi mücadelesinin bedeller ödeyerek yarattığı bir sonuçtur. İktidarın buluşu değil, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin dolaysız etkisidir. Açılım süreci bu yanıyla bizi doğrudan ilgilendiren bir süreçtir.
Bu İktidar demokratik “demokratik açılım” söylemi arkasında kararlıca duramayacak kadar ikircimlidir; mensup olduğu toplumsal ilişki algısı, hak vermeyle ilgili değil, inancın görevler manzumesinden oluşmuş çimentosuyla, ümmet birliğiyle ilgilidir; bu algıda hak verme değil dini ödevler vardır. İkircimliği de buradandır. Bu yanıyla da laik-ulusalcı eğilimlerle birleşerek, demokratik açılımın en önemli ve en dinamik gücü olan özgürlük hareketini askeri operasyonlarla ezme ısrarındadır. Nesnel verileriyle bu iktidar, demokratik açılım konusunda inandırıcı değildir.
Bu devlet mantık yapısı itibariyle, kurulu sitemi ve yönelimleri, statüleri ve fiilleri itibariyle anti demokratiktir. Atanmışların, halkın seçim süzgecinden geçmemiş ve siyasal iktidarların çıkarlarına hizmetle mükellef olanların demokratik bir açılımda ne kendileri ne de kurumları temel alınamaz; farklılıkları ötekileştiren, hatta düşman sayan bir algıyla dolgulanmış kurumların her türden açılımı baltalamaları kaçınılmazdır. Bu kurulların yapısında tek boyutluluk ülkemizin mozaik gerçeğini yadsıyan bir faktördür.
Kimse kimseyi aldatmasın, bu devlet ortak ülkemizin ve halklarımız ülküsünü taşıyan bir devlet değildir. Yüksek kurum ve kuruluşları kadar ordusu da tek boyutludur ve ortak ülkemizin farklılıklarını içselleştirmemiştir. Kendi vatandaşını, İsrail ve ABD gibi dış güçlerden yardım alarak katletmeye, sınır dışı operasyonlarla kovuşturmaya yönelen bir devlettir. İnançlara bile merhameti olmayan bu devletin statüleriyle demokrasi adına bir adım öteye gitme şansı bulunmamaktadır. İnançta, etnik yapıda, siyasal yaşamda ve tüm simgesel, üst yapı unsurlarında tek boyutluluk, bu devletin temel verisidir; değiştirilmezleriyle bu devlet, tarihi boyunca demokratik açılım yapma özelliğinde olmadığını göstermiştir. Bu devletin hükümranlığı altında hak talepleri her zaman askeri girişimlerle ezilmek istenmiştir.
Demokratik açılım kimden ve nasıl gelirse gelsin, tüm ilerici güçlerin böylesi bir açılımı mantıki sonuçlarına kadar götürmek için onu savunmalıdır. Böylesi bir tutum, on yıllardır süren devrimci mücadelemizin ayrılmaz bir parçası ve sonucudur. Gerçek anlamda demokratik açılım bu mücadelenin bir ürünüdür. Bu nedenle demokratik açılımı savunmak aynı zamanda bu konuda gerçekçi olmayanların da çehresini açığa çıkarmak gibi bir işlevi de bulunmaktadır.
***
Demokratik her açılım demokrasi güçlerini yakından ilgilendirir. Samimi olmayanların gerçek amaçlarını ortaya koymak için bile en zayıf cinsten demokratik açılımlara destek verilmelidir.
Demokrasi ve özgürlük için üç kuşak tükettik, büyük bedeller ödedik. Hala sürgünde yaşayanlarımız, bir daha geri dönmeyecek şehitlerimiz, işkencelerden özürlü çıkanlarımız ve zindanlarda gün sayanlarımızla, sistem dışı demokrasi alternatiflerimiz uğruna göstermekte olduğumuz özveriler devam etmektedir. Bu çabalar buharlaşmıyor, bir biçimde sistem içindeki en gerici güçler üzerinde de alttan gelen baskıları üretiyor.
Hiçbir şey, bir gece ansızın iktidarların aklına gelerek ikame edilmiyor, dile gelmiyor. Tarihsiz, hiçbir oluşum ve hiçbir çaba gündeme gelmez de. Bu gün ortak ülkemizde süreç, demokrasi yönelimlerinde belli bir jargon ve önermelerle kendini ifade etme ihtiyacı duymuşsa, bunun tarihsel evriminde on yılların mücadele birikimleri bulunuyor. “Demokratik Açılım” ülkemiz gündemine bu zemin üzerinde oturdu.
İktidarın lafzen bile olsa bu ülkenin bir demokratik açılıma ihtiyacı olduğunu ilan etmesi bundandır.
Bu ilan bir iyi niyet göstergesi değil, demokrasi güçlerinin iktidar olmasının de bir sonucu değildir. Tersine, en çirkin ve en gerici yöntemler denendikten sonra ortaya çıkan iflas, lafzen de olsa “demokratik açılım” söylemlerinin gündeme gelmesi sağladı. Bu bir tıkanmadır. Bu ülkede çeyrek asırdır sürdürülen baskı politikaları, güvenlik önlemleriyle örülü toplumsal düzenleniş, askeri operasyonlarla dizginlenmek istenen haklı talepler bir bir iflas ederek bu güne gelindi. Son düello dediğim 29 Mart 2009 yerel seçim arifesinde iktidarın oynadığı tüm kartlar, ileri sürülen tüm kaynaklar, geleneksel politikalar, ertesi gün çözümsüzlükten başka bir şey üretemediği açığa çıktı. Dinin, farklıları birleştirecek biricik çimento olarak ortaya sürülmesi bile kar etmedi.
Son düelloda demokrasi güçleri zaferle çıktı. Siyasal iktidar yenilgiye uğradı.
Yenilgiye uğrayan tek başına siyasal yönetim değil, devletin köhne statüleri ve siyasetleri oldu. Demokrasi güçleri çok önemli ve bir daha geri dönülmesi mümkün olmayan ileri bir adım attı. Statüler artık kullanım tarihi geçmiş bir posa olduğu açığa çıktı.
Bir vebadan kurtulmak ister gibi son temsilcilerini, son sözcülerini de kaybetmekle yüz yüze kalan gerici siyasal sistem, oluşan boşluğa bir çözüm üretemedi. Boşluk, bir kaos olarak belirmeye başladı. Bu ülkenin tarihi kaoslarına, kimlik bunalımlarına bir yenisi daha eklenmiş oldu. Çözüm arayışları sonuçsuz kaldı. Tıkanma “demokratik açılım” adı altında küllerinden yeniden doğma uğraşısı veren iktidarın son salvosu olarak böylece belirdi. Son düello yerini son salvolara, beyhude bir çırpınışa bıraktı.
Ülkemizin siyasal gündemini Kürt özgürlük hareketinin belirliyor olması, bu tablonun daha iyi okunmasını sağladı.
Toplumun tüm kesimleri, ortak ülkemizin halkları ısrarla toplumsal barış, özgürlük ve demokrasi talebindedir. Farklılıklarına ve taleplerinin farklılığına rağmen bir ortak bölen olarak demokrasi talepleriyle ilgili, gerçekçi muhataplarını on yıllardır aramaktadır. Demokrasi güçleri her tarihi kesitte kendi temsilcilerini, muhatap alınacak adreslerini net olarak ortaya komalarına karşı, iktidarlar bunu başaramamıştır. Çok başlılık, yüksek kuruların arasındaki güçler dengesince oluşan oligarşik yönetimin bu süreçte ortak bir temsilcilikle halkın karşısına çıkışı mümkün olmamıştır. Hükümet bir baş, Meclis ayrı bir baş, Milli güvenlik kurulu bir yöne, Anayasa Mahkemesi bir yöne, Yüksek Askeri Şura bir başka yöne, kendi içinde didişen kararsız bir iktidar, temsilcisiz bir “demokratik açılım” söylemiyle birlikte olmuştur. Bu dengesizlik, siyasal iktidarın ortaya attığı tezleri ayakları havada bırakmaktadır. Arkasında durulmayan her söylem gibi, güvenilirliğini yitirmeye mahkum olunmaktadır.
DEMOKRATİK AÇILIM VE İKTİDAR
Bu gün hükümet halklarımız nezdinde bir güven bunalımı içindedir. Bunu aşacak bir çabası olmadığı da açık. Bunu anlamak için günlük onlarca örnekle yüz yüze kaldığımızı hatırlamak yeterli.
Zindanda ölümcül hastalıklarla kıvrananlara gösterilen merhametsiz tutumlar, kesintisiz sürmekte olan askeri operasyonlar, inatla kapatılan dergiler, gazeteler, “demokratik açılım” söylemlerinde yeniden ısıtılıp öne sürülen tek bayrak, tek dil, tek devlet türünden ırkçı dayatmalar bu hükümet eliyle demokrasi adına gerçekçi bir açılımın olamayacağına yeterli bir veri olarak ortada durmaktadır.
Bu hükümet gelip tıkandığı yerde ortaya attığı “demokratik açılım” konusunda inançsız bir hükümettir. Dini algılarındaki tutarsızlıklar, takkiyeci duruşları demokratik açılım konusunda da aynıyla tekrar etmektedir. Bu ülkenin çok dinli, çok mezhepli yapısını oldum olası inkar eden ve bu inkarı dini bir farz kabul etmesine rağmen “Alevi açılımı”, “Uygarlıklar diyalogu” adı altında gösteriler yapılmaktadır. Bu girişimleri ne kadar inandırıcı ise “demokratik açılım” konusundaki girişimleri de o kadar inandırıcıdır.
Hükümet inanmadığı bir yolda toplumsal tepiklerin, gelişen ve başarıdan başarıya koşan özgürlük hareketinin basıncı altında Demokratikleşme açılımıyla ilgili olduğunu beyan etti. Ancak her yetkililerin her bir açıklaması ve davranışı bu yükün altından kalkamayacağını göstermekte, sonuna kadar savunma durumunda olmayacağını belli etmektedir. Ülkemizin tüm demokratik güçleri bu sürece destek verse de hükümetin kendi dengeleri ve yönelimleri böylesi bir açılıma geçit vermez özellikler göstermektedir. Bunun birden çok nedeni de var. Bunlardan en önemlisi, iktidar güçlerinin toplumsal ilişki algılarıdır
Hükümetin sosyal ilişki algıları dini ideolojiden beslenir. Bu algının temelinde, dünyasal akli gerekler değil, uhrevi inançlar yer alır; din ve farzları, Tanrıya kulluk ve teslimiyet toplumsal bileşkenin çimentosudur.
Bu öğretide haklar vermek, hele hele demokratik hakları vermek diye bir şey yoktur. Tersine ödevler vardır. Toplumun yerine getirmesi gereken ödevler. Birlik de bu zeminde oluşur ödevler etrafında birleşme, dinin başarmak istediği amaçtır, dinin çimento olması olayı da bununla ilgilidir. Devlet algıları da bu yöndedir; “kutsal devlet”, “devlet ana” ya da “devlet baba” bu algının bir ürünüdür.
“Tanrıya karşı ödevlerimiz bizi birleştirir” ilkesi dinin temel verisidir. Bu, dinin farzlarında kendini ifade eder. Yani yapılması mutlak gerekli olan hükümlerdir. Bunların en çok bilineni, Namaz, Oruç, Kelime-i Şahadet, Zekat ve Hac, 5 temel farzdır. Ardından binlerce ayette yerini alan farzlar gelir, sonra Sünnet (Hz. Muhammed’in yaptığı ve yapılmasını istedikleri).
Tarihte hiç başarılmamış olsa da toplumu bu ödevler etrafında birleştirmek kolay, sorumsuz ve kestirme bir yol gibi görünür. Bunun için tanrıdan alındığı var sayılan vekaletle kitlelere gidilir. Her İslami Dai (İslam misyoneri) bu vekaletle kendi adına değil, doğrudan doğruya Allah adına toplumu söz konusu ödevler etrafında birleşmeye çağırır. Bu yönelimdeki iktidarlar da bunu siyasal amaçlarla kullanır ve Tanrıya sığınarak kitleleri yönlendirmeye çalışır. Bunu da Allahın çağrısı olarak ifade eder. (Ma ala errasul illa el belağ) “Elçiye düşen bildirmektir” sözüne sığınarak sorumsuz olma güvencesi altında, farklı halkları ve taleplerini, farklı sınıf ve taleplerini yok sayar, toplumları bir ümmet ilan edip, birliğe davet ederler. İnanç birliğidir bu. Çimento denilen de budur; Tanrıya teslim olma anlamında, farzların, görevler ve yükümlülüklerin etrafında bir birlik.
Ülkemizde iflas eden tüm anti demokratik yönelimlere karşı alternatif olarak sunulan “bu ülkenin çimentosu dindir” söylemi buradan gelir.
Bu noktada farklılıklar yok sayılır. Ulus olmanın tarihsel anlamı, tarihsel evriminin birikimleri kültürleri dilleri gelenek görenekleri, edebiyatları ve geleceğe ilişkin insanlığa yapacakları özgün katkıları yok olur. Bu sınıflar için ve diğer inançlar içinde geçerlidir; Hıristiyanlar kafirdir, Aleviler sapkındır, Kürtler ulus değil İslam ümmetinin bir parçasıdır diyerek eşitlenir; Müslüman kardeşler olur çıkarlar. Bu belirlemeleri bu gün bu kabalıkta dile getirmesellerde, dinin öğretisi bunu emreder.
İktidarın Kürt özgürlük hareketine karşı, özellikle son seçimlerde işlediği ana tema tas tamam bu merkezdedir. Laik adı altında Ordunun böylesi bir yaklaşıma onay veren tavizinin altında da milliyetçilikle dinin siyasal egemenlik koşulunda nasıl birleştiğine açık bir göstergeydi; İslam siyasal iktidar elinde tarihi boyunca aynı rolü oynadı. Emevi devleti siyasal egemen Arap etnik yapısının hükmünü, ümmet adı altında toplanan tüm İslami etnik yapılara karşı bu yolla sürdürdü. Farslar aynı şeyi mezhepsel açıdan yaptı, Osmanlı teokratik yapısı bu araçlarla hüküm sürdü. Cumhuriyet, kısa bir süre çağın yükselen söylemi olan ırkçılıkla yürüyüşünü bu gün ümmetçi yaklaşımla sürdürme çabasında oldu. Bu noktada, İslam’ın ödevler etrafında birleştiriciliği, siyasal egemenliği elinde tutanların lehine çalışan bir mekanizma olur çıkar. Bunu anlamak için, ümmetçiliğe rağmen ( dil, etnik, renk, sınıf, bölge gibi farklılıkları yadsıdığı var sayılmasına rağmen) neden tek devlet, tek dil, tek bayrak ısrarını sorgulamak yeterli olacaktır.
İktidarın çimentosu budur. Ödevler etrafında, egemen ulusun, sınıfın çıkarları için birleşmektir.
Oysa demokratik açılım, ödevler değil haklarla ilgilidir. Kazanılması gereken haklar için birleşmektir. Bu anlamda hakkı gasp edilmiş olanlarla hakkı gasp edenlerin bir ümmet oluşturması mümkün değildir. Tanrı algısının adaletle ilgili konumu göz önüne alınırsı, Tanrı’nın bile bunu kabul etmeyeceği açıktır.
Demokratik açılım ilkesel açıdan bir hak teslimidir. Görev bildirimi değildir. İnanç ümmeti, hak aramak için bir arada olmaz. Tersine ümmet Allaha karış yükümlülüklerimizi, Allahın bizde olan hakkı teslim etmek üzere kurulu bir inanç birliğidir; namaz kılar, hacca gider, zekat verir Nas’sın emirlerine uyar. İçtihat ve fetva tartışmalı olmalarına rağmen farklı bir işleve sahip değillir.
İnancın hiçbir fetva kurumu ümmetin hak kazanımıyla ilgili bir bildirim yapmaz. Fetva, tanrı karşısındaki ödevlerin yerine getirmesiyle ilgili muğlaklıkları gidermek için verilir. Bu anlamda dini zeminde toplumsal ilişkinin temelinde hak verme algısı hiç bulunmaz. Bu uhrevi tabloda demokratik hakların teslim edilmesi, dinin ödevler etrafında birleştiriciliğiyle ters düşer. Kimi İslam mezhepleri açısından (Vehhabiler gibi, ki iktidarın yakın olduğu bir mezheptir.) Demokratik haklardan bahsetmek ve kulların hak kazanımlarını genişletmekten söz etmek tanrının verdiği sınırları zorlamaktır, isyandır, şirktir. İnsanların hak kazanımları, tanrıya karşı görevlerini yerine getirdikçe, öbür dünyada verilecek ödüllerle karşılanır.
Ülkemiz siyasal iktidarı bu mantalite içinde, tabandan gelen, on yılların birikimiyle yükselen demokrasi mücadelesinin talepleriyle, “demokratik açılım” söylemine zorlanmıştır. Demokrasi mücadelesi veren özgürlük hareketinin dinamikleri bunu dinamosudur. İktidar bu noktada halkın talepleri karşısındaki konumunu korumak için, bu açılımı seslendirmeye yönelmiştir; egemen güçlerin çıkarlarını temsil eden bir talep değildir. İkircimlik de burada başlıyor. Başta, başbakan’ın ve hükümet sözcülerinin sık sık değişen söylemleri, altı boşluklarla dolu adımları, çelişkilerle yürütülmeye çalışılan açılım ilkeleri bu nedenle kararlılık göstermemektedir. Laiklik konusundaki bilinen ikircimliği, demokratik açılım sürecinde de bu nedenle devam ediyor; inanmadıkları bir süreci, sonuna kadar götüremeyecekleri gerçeği açılımı bir kaosa doğru sürüklüyor.
Bu iktidar inandırıcı değildir, gelişmeler bunu gösteriyor. Bu iktidar ayrıca bu devlet yapılanmasıyla, bu devlet statüleriyle, bu devlet sistemi ve Osmanlıdan devralınmış akıl sistemiyle, niyeti ne olursa olsan bir demokratik açılım paketini ikame edemez. Kendi tutarsızlığıyla devletin böylesi bir açılıma geçit vermeyen statüleri birleşince, bu adımın doğmadan katledileceğini kestirmek zor olmayacaktır. Halka güvenmeyen, halkların kardeşliğine inanmayan tüm iktidarların ikircimliği bu iktidarın üzerinde de etkilidir.
DEMOKRATİK AÇILIMDA
DEVLET VE ORDU
Yukarıda belirttiğimiz İktidar tablosu, tarihi boyunca demokratik açılımlara karşı kapalı duruşuyla bilinen devletin yapısıyla birleşince ortaya çok daha olumsuz bir tablo çıkıyor. Bunun nedeni ülkemizin oligarşik siyasal yapısıdır.
Bilindiği gibi ülkemizde iktidar olmak için seçim kazanmak ya da meclis çoğunluğunu almak ya da hükümet olmak yetmez. Çünkü ülkemizi yüksek kurulların kendi aralarındaki dengeler iktidarı belirler. Birbirinden farklı yüksek kurumların bileşkesi, ilişki ve çelişkileri, güçler dengesi ve denetimi ölçüsünde iktidar olunur. Onlarca yüksek kurum ve kurul bu ülkenin iktidarıdır. Bunlar arasında Cumhurbaşkanlığı, Hükümet, Millet Meclisi, Anayasa Mahkemesi, Yüksek yargı, Milli Güvenlik Kurulu, Yüksek Askeri Şura vb. kurumlar ülkede iktidar olmanın en önemli kurumlarıdır. Bu günkü konumlarıyla bu kurumların ezici çoğunluğu ulusalcıdır ya da hükümet denetimi altında olan kurumlardır. Bu anlamda özgürlük ve demokrasi hareketlerine karşı, aralarındaki farklılıklara rağmen ortak tutum sergilemede birleşik bir iktidar görüntüsü vardır demek yanlış olmayacaktır. Devlet işte tas tamam budur.
Bu devletin demokratik açılım konusunda özellikle de Kürt sorunu merkezli bir demokratik açılım konusunda tutumu gericidir ve yapısal olarak böylesi bir süreçte güvenilmezdir.
Bu devlet mantık yapısı itibariyle, kurulu sitemi ve yönelimleri, statüleri ve fiilleri itibariyle anti demokratiktir. Bilindiği gibi, atanmışlar, halkın seçim süzgecinden geçmemiş, halkın denetimi dışında kalan ve siyasal iktidarların çıkarlarına hizmetle mükelleftirler. Atanmış yöneticiler yanı sıra işleyiş ve yapısı itibariyle demokratik olmayan bu kuruluşlar, farklılıkları ötekileştiren, hatta düşman sayan bir algıyla dolgulanmıştır. Bu kurulların yapısında tek boyutluluk ülkemizin mozaik gerçeğini yadsıyan bir faktördür. Bu gerçeği bilince çıkarmadan açılım söylemlerinin yakıtı olma durumuna düşülme tehlikesi az değildir.
Kimse kimseyi aldatmasın, bu devlet ortak ülkemizin ve halklarımız ülküsünü taşıyan bir devlet değildir. Yüksek kurum ve kuruluşları kadar ordusu da tek boyutludur ve ortak ülkemizin farklılıklarını içselleştirmemiştir. Kendi vatandaşını, İsrail ve ABD gibi dış güçlerden yardım alarak katletmeye, sınır dışı operasyonlarla kovuşturmaya yönelen bir devlettir. İnançlara bile merhameti olmayan bu devletin statüleriyle demokrasi adına bir adım öteye gitme şansı bulunmamaktadır. İnançta tek boyutluluk etnik yapıda tek boyutluluk ve tüm simgesel üst yapı unsurlarında da tek boyutluluk bu devletin temel verisidir; değiştirilmezleriyle bu devlet demokratik bir açılım yapma özelliğinde değildir.
Böylesi bir devlet köklü bir dönüşüme uğramaksızın, hiçbir hükümetin iyi niyetiyle değişemez. Bu yüzden, böylesi bir devlet ve böylesi bir iktidarın başarabileceği en iyi şey, halkın tepkisini emmek için, açılım konusunu gevelemek olacaktır. Böylesi bir proje öncelikle bir anayasa tartışmasını içermesi gerekirken bunun yapılmaması, Kürt halkının ortak ülkemizin eşit etnik yapılarından biri olduğunun hiç dile getirilmemesi, diğer halkların adının bile anılmadan geçilmesi, inanç farklılıkları için anayasal kurumsal bir önerinin ortaya konmaması bunu yetirince göstermektedir.
Güçlü bir ülke için en geniş kapsamıyla demokratik bir açılım süreci önermek yerine, “Güçlü Ordu” kurma çabaları, açılım yerine savaş arzularına bir işaret olarak duruyor. Malum ordunun 1683 Viyana önlerinde gerisin geriye yenilgilerle süren tarihinin yarattığı hezimet psikolojisi, kendi reayası üzerinde zafer kazanmayı kışkırtıp durmuştur. Gerçek düşman karşısında hezimetin acısını vatandaşı katlederek çıkarmak yalnızca işgal ordularının işidir. Malum ordu bu abeslerle iştigal ede gelmiştir. Ancak bundan da sonuç alamamış 25 yıldır Kürt özgürlük hareketine karşı yürütülen operasyonlarda hezimetten başka bir sonuç elde edilememiştir; Anadolu’da Türkmen aşiretlerinin kıyımından, Ermenilerin kıyımına oradan da Cumhuriyet döneminde Kürtlerin kıyımına kadar aynı mantıkla güçlü ordu havalarında yaşanmıştır. 1984’ten bu yana ise kendi vatandaşına karşı, akıllara ziyan bir düşmanlıkla saldırmıştır; 3500 köy boşaltılmış, 4 milyon Kürt yerinden-yurdundan edilmiştir, 17 000 faili meçhule kurban, 30 000 gencini ise şehit vermiş, onarılması on yıllar alacak, maliyeti 300 milyarı Doları çok aşan bilançosuyla ortak ülkemizin tüm halklarının sırtına çekilmez mali yükler yıkılmıştır.
Ordunun başarabildiği tek şey, tarihi düşmanlıklar üretmenin ötesine geçmemiştir.
Ortak ülkemizin ordusu işte böylesi bir tek boyutlu ordudur.
Musibette gerçekleri kavramaktan da aciz olmasıdır. Büyük gerçek, kendi iç dinamikleriyle, kimseden hiçbir yardım beklemeksizin ve almaksınız kendi öz toprakları üzerinde özgürlüğünü arayan, savunan ve bunu için evlatlarının öz verili katılımlarıyla bu yolda kararlıca devam eden Kürt özgürlük mücadelesini, yeryüzünde yenilgiye uğratacak bir gücün olamayacağı gerçeğidir. Kurtuluş savaşını ne türden yokluklar içinde kazandığı üzerine kurulu bu ordu, bunun başka ulusların kurtuluş savaşları için de geçerli olacağı gerçeğini kavramaktan acizdir.
Bu gün dillerinden düşmeyen “güçlü ordu güçlü Türkiye” söylemi, ülke sorunlarını şiddet, zorbalık ve silahla çözme istemelerinin ifadesidir. Bu mantık bir Osmanlı “katli vacip” mantığıdır. Cumhuriyet aynı mantığı “kökünü kazımak” algılarıyla sürdürmektedir.
Demokratik açılım konusunda bu devlete güvenebileceğimiz ne tarihi ne de güncel hiçbir veri bulunmamaktadır.
Böylesi bir devlet kimi nereye kadar ve nasıl aldatabilir. Demokratik açılım söylemiyle yola çıkan bir iktidar, kime karşı hangi orduyu güçlü kılarak bunu ikame edebilir. Bu mantık bir iç savaş hazırlığı mantığı olduğu açıkken hangi açılımla kimler aldanır. Bölücülük böylesi aldatmacaların açtığı birer yaradır, sahipleri de bu devlet ve iktidarıdır.
Bu iktidar halkın açtığı kredileri sonuna kadar bu aldatmacalarla elde tutamaz. Ülkemiz gerçek demokrat güçlerinin sürece omuz verme girişimlerini sonuna kadar yanında göremez.
Bu tabloda, arkasında duramayacakları demokratik açılım sürecini, başaramayacakları savaşlarla sürdürme aptallığı göstermeleri kaçınılmaz gibidir.
Sonuç:
Demokratik açılım kimden ve nasıl gelirse gelsin, mantıki sonuçlarına kadar götürmek için onu savunmak tüm ilerici güçlerin görevidir. Böylesi bir tutum, on yıllardır süren devrimci mücadelemizin ayrılmaz bir parçası ve sonucudur. Gerçek anlamda demokratik açılım bu mücadelenin bir ürünü olacaktır. Bu nedenle demokratik açılımı savunmak aynı zamanda bu konuda gerçekçi olmayanların da çehresini açığa çıkarmak için gereklidir.
Bu sürecin dışında olmak her ne ad altında olursa olsun demokrasi mücadelesinden kopmaktır. “Bekleyip görelim” tutumu, devrimci bir tutum değildir, sosyalist bir tutum da değildir. Demokratik açılım devrimci güçlerin on yıllardır süren mücadelesinin bir ürünü olduğunu inkardır.
Demokratik açılım söylemi, bir gece ansızın hakim sınıfların aklına gelen bir çözüm değildir. Halkın kararlı ve ısrarlı demokratik istemlerinin yarattığı itişlerin sonucudur. Bu nedenle demokratik açılım sürecine katılmak ve katkıda bulunmak, sonuna kadar derinleşmesi için mücadele etmek, bu gün de görüldüğü gibi, iktidarın gerçekçi olmayan söylemlerini teşhir etmektir. Maskesini düşürmektir.
Bu satırların yazarı demokratik açılım sürecin taraftarıdır. Bu sürecin derinleşmesinin yanındadır. Demokrasi herkese gerekli ve tüm halkların özgün örgütlenmeleri ve özgürlük mücadeleleri içinde temel bir zemindir. Ortak ülkemizde demokrasinin gerçekçi biçimde inşası, farklılıkların sürece katılmasını gerektirir.
Bu açıdan kendimiz aldatmadan bu sürecin içinde etkin yerimizi belirlemeliyiz. Halklarımızın gücüne güvenmeliyiz, bunun için daha çok direnmemiz, daha çok kararlı ve öz verili olmalıyız. Özgürlük mücadelesini desteklemeli, ortak ülkemizin diğer etkinliklerini harekete geçirerek ortak mücadeleye bir değer katkısı olarak kazanmalıyız.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder