27 Eylül 2009 Pazar
TAHAYÜLLERİNİZ VE TAHAYÜLLERİMİZ
Sayın Hikmet Acun,
“verili bir hedef ve gündeliğin fethi olduğu için, dilini, ufkunu buraya koyar ve kendi gerçekçiliğini her zaman bir "somut"a atfeder. Yazınızda kelimeler boyu
anlatmaya ve kurmaya çalıştığınızın gelip dayandığı yer reel politik aklı anlatmaktan öte değil. Kaldı ki bu aklı anlatmak için bu kadar uzun yazmanıza da gerek yoktu.
Diyorsunuz,
Yazımı uzattım doğru. Okurun bütünsel olarak neyi nasıl düşündüğümü algılamasını istedim. Bu tartışmanın ikimiz için olmaktan çok okura vereceği mesaj olduğunu düşünüyorum. Öyle olmasa, Markopolo ile ulağı arasındaki gibi, bir soru işareti, bir ünlem işaretiyle yazışmamızı bitirebilirdik.
Uzun yazımda reel politik duruşuma ilişkin çok az şey söyledim. Bir cümleyi bile geçmez. “İddialarım, belli bir coğrafyada yaşayan insanların tamamlanmamış “engellenmiş, yasaklanmış”, siyasal haklarının kazanımıyla ilgili olduğu için “Ortak Ülkemiz” söylemini önemli buluyorum. Özellikle de ortak ülkemizde özgürlük için çırpınan Kürt halkının mücadelesi hepimiz adına hala bir şeyler yapmaya çalışırken bunu daha çok önemsiyorum.
Ama onun dışındaki söylemlerimin tümü, açıkça ortaya koyduğum “tahayyül”lerimle ilgiliydi. Çokluğundan gözünüzden kaçmış olacak.
Bu kez çok kısa söyleyeyim. Gelecek uygarlık ve onun dinamiklerinden bahsediyorum. Bu yeni uygarlık, ikimizin de mensup olduğunu iddia ettiği materyalist felsefeye uygun gelişen, ancak sizin araç, gereç ve parametrelerinizden farklı, araç ve gereçlerle sonuca hızla yükselen bir uygarlık. Bilişim çağının küresel üretim uygarlığıdır.
Bunu atlayarak cevaplamaya çalışmışsınız yazımı.
Böyle bir uygarlığı önceden projelendirmek ise her projelendirilmiş toplum gibi iflasla sonuçlanırdı. Ancak ortaya çıktıkça onun bir parçası olmak ve bu sürecin daha hızlı sürmesi için tüm öznel etkinlikleri harekete geçirme gibi bir çaba doğru yere oturabilir. Benim önermem budur. Geri dönüşü olmayan gerçekçi devrim çabası da budur diyorum. Siz ise hala denenmişi bir daha deneyin diyorsunuz yıkıp, yıkıp kuruyorsunuz.
Benim önermem determinizme boyun eğmek de değil, tersine irademiz dışında olgunlaşan nesnel verilerin ihtiyacı olan öznel müdahaleleri yapmaktır, ihtimallere düşmeden, boşa enerji sarf etmeden, kuşakları tüketmeden sonuç alıcı bir çaba yürütmektir (demokrasi mücadelesini bu açıdan algılıyor bu günün reel politikası olarak değil geleceği uzanan bir çabanın bu günden biriktirilmiş adımları olarak algılıyorum)
Sözünü ettiğim yeni toplumsal ilişki, sizin “toplumsal mülkiyet” uygarlığınız değildir. Batı uygarlığı hiç değildir tersine onu sona erdirecek bir gelişmenin ürünüdür. Bu yanıyla önermelerim geleceği dolaysız içinde taşıyor. Tarihin tüm evrelerini açıklayacak ve geleceğe ilişkin önermesi olan bir bakış açısıdır. Geçmişin gelecekte canlı olması bu anlamda soyutlamanın verileriyle bir gerçek haline gelmektedir. Tarih sınıf mücadeleleri tarihi değildir derken onu inkar değil gerçekçi yerine oturtuyorum; çünkü sınıf mücadelesi yalnız ilgili olduğu toplumun sınırları için de bir reform hadisesidir, devrim çok daha kapsamlı eskinin yerine yeninin ikamesindeki rol olarak belirginleşiyor. Benim bu söylemlerimi basit bir devrimci demokrasi, “reel politik akıl” diye itham etmenizi anlamıyorum. Aynı alfabeyle ayrı dilleri konuştuğumuz bu anlamda çok doğrudur.
Aramızdaki fark burada başlıyor, başka yerde değil.
Reel politik hedeflerime gelince. Bunlar en azından vehim değil. Bu gün hemen gerçekleşebilecek ve uğruna dövüştüğümü belirlediğim demokratik hedefler yanı sıra gelecek uygarlığın hangi dinamiklerden kaynaklanacağını, hangi süreçlerle kendini egemen bir sistem haline getireceğini de dile getirdim. Gözünüzden kaçmış olacak. Üstelik benim tahayyüllerim 19. yy siyasal sonuçlarından farklı olarak, 21 yy somut verilerinden ve bunların mantıki sonuçlarından çıkmaktadır.
Bunlar nedir?
Sınıf mücadelesi devrimci değildir dedim. İhmal edilmez de olsa reformist bir mücadeledir. Sınırları kapitalizmin iç alanıdır dışına çıkması mümkün değildir. Karşılıklı gerilim halindeki sınıfların kendi var oluş alanlarının ötesiyle ilgili olmalarını sağlayacak bir nesnel yapılanma içinde de değillerdir. Bunun tersi olduğunu iddia ettiğinizi biliyorum. Bunu bende iddia ediyordum. Ancak bu iddianız ya akademisyen ya bir aydın olmanızla ilgili muhayyiledir. İşçi sınıfı bununla nesnel olarak hiç ilgili değildir. Bu projelerin sahipleri bunları işçi sınıfının sırtına yıkıyor ondan sonra dönüp ondan kaldıramayacağı tarihi görevler istiyor; anlayacağınız önce sosyalizmi sosyalistler olarak düşüncede kurguluyorsunuz sonra ona dayanacağı bir kitle arayışı yapıyorsunuz. Oysa ben, sorunlara çok daha gerçekçi yaklaşıyorum.
Bakın, İşçi sınıfının tarihteki rolünü bu şekilde belirledikten sonra kabuğuma çekilmedim. Verili sistemin en geniş ve en derin biçimiyle demokratik bir düzleme yükselmesi için mücadelemi sürdürme gibi bir kısırlığa da gitmedim. Ekledim, gelecek uygarlık için yapmamız gereken öznel etkinlikleri ve bunun gerekçelerini açıkladım. Bütün bunlar demokrasinin genişlemesini gerektiriyorsa, bu orada takılı kalmak anlamına mı gelir. Kısır ve sınırlı diye küçümsediğiniz “Reel politika” bu ise, bu yanıyla bile gelecek için gerekli birikimin köşe taşlarını oluşturmuyor mu. Ustalar sosyalizme giriş için demokrasinin kökleşmesi, yaygınlaşıp genişlemesini ön koşul olarak görmüyorlar mıydı. Dünyayı, insanlığı değiştirecek projeleriniz için bu birikimler zorunlu duraklar değil mi.
Yaptığım tespitler bu günün görevlerini belirlediği kadar yarın içinde öngörüler taşıyor. Buradan hareketle yıllardır süren yazım çalışmalarımda nasıl bir örgüt, nasıl bir eylem, nasıl bir kadro ve gelecek için mücadele üzerine gelişip durdu. Bu yazıda bütün bunların aktarılması söz konusu değil. Ancak en önemlisi olan gelecek uygarlık için bu günden söylenebilecek unsurları dile getirdim.
Bunun gerekçelerini ve tarihteki yerini de dile getirdim. Reel politik sınırları tam bu noktada aşılmış olmuyor mu dersiniz. Bu gelecek toplum için o anı bekleyen yıkıp kuracak devrimci olmaktan çok daha gerçekçi bir devrimcilik değil mi.
Devamla,
İnsan kolektif aklının geliştirdiği bilişim çağının verileri, 19.yy felsefelerinin tüm öngörülerini yıkan gelişmelere yol açtı. Bu yıkım 20.yy son çeyreğinde dibe vurdu. 200 yıl içinde doğup yok olan onlarca marjinal felsefe disiplinleri yanı sıra her iki çağın en önemli düşün merkezlerinde de ciddi yıkımlar yaptı. En çok etkilenen en etkin olanın olması da doğaldı. Marksizm materyalist felsefe ilkelerinden çok siyasal sonuçları itibariyle ağır yaralar aldı.
Devlet, devrim, mülkiyet ilişkisi, sınıf diktatörlüğü, İktidar ve araçları, ulusal sorun, Yabancılaşma gibi çok önemli konularda artık iddialı olmaktan çıkmıştı. Her türü, her olanakla ve yönetim etkinliğiyle denenen bu olguların Başarsızlığı tarihe mal oldu. Yeryüzünün tüm öznel çabaları birleşse de bu araçlarla yola çıkanlar iflastan başka bir şeyle karşılamayacaklardı. Siz, çok iyi niyet ve heyecanla da olsa bunun tekrarını öneriyorsunuz. Buda aramızdaki önemli farklarından biridir.
Kapitalizm de feodalizm ve kölecilik gibi yadsınacaktır. Bunun dinamikleri, içinden olgunlaşmaktadır. Yeni uygarlık, yeni üretim ilişkisi, kendi heterojenliğiyle, tıpkı ulusun feodalizme karşı mücadelesi gibi bir mücadeleyle kapitalizmi tarihe gömecektir. Devrimciliğimi işte tamamen bu noktada oynayacağımız rollerle belirlenecektir. Bunu da diye getirdim; tarihsel devrimcilik dedim. Öznel çabalarımızın yönünü de buraya doğru çevirmeliyiz dedim.
Bunun neresi “reel politika” nın sınırlarında kalmaktır…
“Bakın,
Tarihte her fikir (bunu ilerlemeciler çok sever) kendine önce gelecek zamansallıklar inşa eder. eğer bir fikri formasyon kendini gelecek zamansallıklar içinde açıklamazsa, bugünü inşa edemez. Yani tahayyül olmaksızın bugünü inşa edemezsiniz.”
Diyorsunuz, güzel bir tespit.
İki ayrı tahayyül olduğunu söylemeye gerek yok. Tahayyülünüz denenmiştir ve gerçekçi olmadığı gibi ve dünyayı 200 yıl geriden takip ettiğini de belirteceğim. Çünkü doğru bir yöntemimiz (materyalizm) yanlış araçlarla (varılan siyasal sonuçlar) kendi içine eğerek fasit bir daire içinde boğulmasına yol açtınız.
Bu daire nedir biliyor musunuz? Hemen söyleyeyim, her şeyi bağladığınız sınıf mücadelesidir. Kapitalizmin temel bir unsuru olan işçi sınıfı ve mücadelesinin yeni bir toplum üreteceği sanısına kapılmanızdır.
Her şeyi bu sınıfın incecik omuzlarına yıkmakla onu da katlettiniz, ettik. Onu halklaştıramadınız, genelin tarihsel yürüyüşünün bir parçası yapamadınız, yapamadık. Öncülük verdiniz ama enerjisinin sınırlarını hesaplayamadınız. Kaldı ki bütün bunlar aydınların bir tahayyülüydü, projesiydi. Sonuçta ne oldu, işçi sınıfı dünyanın her yerinde kendi adına son söz söyledi; sistemimin yürümesi için ücretimi bile almamaya hazırım dedi ve onu var eden sistem için burjuvazisiyle kol kola, omuz omuza oldu. Gerekçeler de pek çoktu; ulusal gerekçeler, uluslar arası krizler, konjonktürler ve bitip tükenmeyen gerekçelerle işçi sınıfı temel unsuru olduğu sisteme sahip çıktı. Biz Marksistleri, azılı komünistleri sırtından attı. Bu da çok normaldi.
Kendi ideolojilerimizin bir arıcı yapmak için işçi sınıfını şişirip durmuştuk, olmaz önderliklere, akıl almaz projelerimize yakıt yapmıştık. Bize dur dedi. Aradığınız ben değilim, başkasını bulun dedi. Siz ise yine ısrar ediyorsunuz.
Kurgularımızın siyasal sonuçlarından yola çıkarak oluşturduğumuz toplum Projelerimize koltuk değneği arıyorduk, işçi olmasa ilerici subaylar olur olgusu buradan doğup sırtımıza bindi. Sol askeri darbeler söyleminin kökleri buraya dayanır. Bunun adı tevekküldür (ihtiyaç duyulanı başkasına dayanarak temin etmek). Başkası adına yaratılan teoriler kaçınılmaz olarak başkasından medet umacaktı. Olanda buydu. Hala devam ediyor gibi.
Dünyanın tüm sol hareketlerinde ilerici ordu darbelerine ümit bağlamanın kökleri buradadır. Akademik yaklaşım gibi ortaya konan söyleminizin altında ciddi bir tevekkülcülük bulunuyor diyeceğim.
“Verili koşulları hangi yöntemle eleştirip aşabileceksin demektir. yani verili bir durumu, örneğin sınıf, emek, devlet, ulus, ülke gibi bir durumu neye göre eleşticeksin demektir?
devrimci demokrasi marxizmden korktuğu ve hoşlanmadığı için mevcut verili durumu kendi içindeki ilişkiler üzerinden anlar (sizin kafanızdaki gibi) ve bir mantık kurar. yani birini diğeri ile açıklayarak kendine bir sonuç çıkartır. Ve çözümü de bu ilişkiler içinde bulur. Ve gelir kendi çıkmazın toslar.” Diyorsunuz,
Hikmet bey, hangi biri ötekiyle açıklanıyor. Bunu net söylesenize. Tersine siz kendi gerekçenizi kendi siyasal sonuçlarınızdan üretip, ilgisiz olan zeminler üzerinde mücadele tahayyüllerinizi sürdürmek istiyorsunuz. 20.yy sosyalizmi dışında bir sosyalizmden söz ediyorsanız, dünya devrimini bekleyeceksiniz. Bu devrimi aynı mücadelenin sonuçlarından elde etmeyi umuyorsanız yanıldığınızı hatırlatacağım. Aynı hedeflere yöneliyor olsak da araçlarımız ayrı olduğu için burada da birbirimizden farklılaşıyoruz.
Projeleriniz çok görkemli olabilir ama bin mil için bir adım atmak gerekiyor. Ben demokrasi mücadelesi diyorum, siz bin adımı bir adımda atlarım diyorsunuz. Deneyenlerin durumunu anlatıyorum size siz hala denenmişi denerim diyorsunuz. Benim bunu gelecek kuşaklara söyleme lüksüm yok.
Tekrar bir düşünün ve bana bir açıklama getirin. Tarihin hangi sınıf mücadelesi yeni bir toplum kurabildi. Sistemin bir iç düzenlenişi olarak, verili sistemin gerilimli sınıfları arasındaki çekişme nerede yeni bir toplumsal üretim ilişkisi yarattı. Bu işin alfabesinde (ekonomi-politiğin eleştirisine katkının ön sözündü) belli tarihsel birikimlerin ve gerilimlerin yoğunlukları aranmıyor muydu. Yoksa devrim de mi devrimci arzunun ürettiği bir şeydir.
Bu noktada bu eleştiriniz kendinize yönelik bir eleştiri değimli. Yıkmayı düşündüğünüz dünyanın, sistemin araçlarıyla yeniyi kurmaya kalkışıyorsunuz. Toslanacak yer de burası olmuyor mu?
Geçmiş deneylerin hatasını, yöneticilerinin sırtına yıkmayın, sınıf algılarınızı yeniden gözden geçirin, çok daha gerçekçi olursunuz.
“peki bir marxist ne yapar, o dünyayı BÜTÜNLÜKLÜ algılar ve anlamaya çalışır. BÜTÜNLÜK içndeki dolayımı anlayarak bakar.
nasıl mı”
Bütünlüklü algı tezin tarihi açıklama kabiliyetindedir. Tezleriniz siyasal sonuçlardan oluşuyor diyeceğim felsefenin temel önermelerinden değil. Bu nedenle tezlerinizle tarihi açıklayamazsınız. Bu nedenle gelecek toplum projeleri çöktü. Bu çöküşün önemli bir yanı da başkası adına yapılan kurguların söz konusu kesimler tarafından omuzlanmayacak bir yük olmasıyla sona erdi. Geriye kalan kiminle bu tezlere hayat katacaksınız.
Yine tevekkül edilecek bir kitle mi arayacağız.
“gündelik yaşam ilişkilerinin politik yansılarını bir yasaya bağlı olarak anlar. ( bu yasa işini post moderistler hiç sevmezler) ve insana tarihsel insan olarak bakarlar. Yani tarih yapan insana bakarak anlarlar. Bu tarihin nasıl yapıldığını, tarihin aslında maddi hayatın yeniden üretimi demek olan, üretim ilişkilerine ve üretici güçlerin bunlarla girdiği gerilime bakarak anlarlar. İşte bir tahhyülün, imge olmaktan, fantazya olmaktan çıkıp, tahyyüle dönüşmesi böyle başlar.
Bu durumu daha anlaşılır kılalım.
örneğin, atalarımız söylediği gibi KOMÜNİSTLERİN VATANI YOKTUR sözü bir mecaz taşımadığına göre bu söz nereden çıkartılmıştır?. bu söz proletaryanın mülksüzlüğünden ve tarihin gerilimin tam orta yerinde olmasından. yani proletarya tarih düğümüne bıçağı atığı anda, mülkiyet biçiminin en gelişmiş formu olan VATANLAR ın ortadan kalabileceğine dair bir önermeden.” Söz ediyorsunuz,
Aynı şeyi tekrar ediyorsunuz. Kör düğüme kılıç atma işi mecazdır, denendi olmayacağı çok açıktı, olmadı da. Tekrar öneriyorsunuz. Size burada uzun uzun proletaryanın mülksüzlüğü gücüdür yönündeki iddianızı çürütmek için çok şey yazmayacağım. İşçi sınıfının mülksüzlüğü güçsüzlüğüdür. Bunun için sitem içindeki tüm kavgaları sistemin onarılmasına yönelik olmuştur; beni sınıf mücadelesinin bir reformist mücadele olduğu sonucuna götüren de budur. Proletaryanın mülksüz olmasıdır.
Bunu nispeten başarabilen Batılı işçi sınıfını dünyanın hiçbir yerindeki sınıfdaşları ilgilendirmiyor. Daha da kötüsü, konumunu iyileştirmek için burjuvazisinin geri ülkelere olan mal ve hizmet üretiminde etkin olmaya çaba sarf ediyor. Bu da çok doğaldır, sistemin temel bir unsuru olmanın doğal sonucudur. Anormal bir şey yok ve bu duruş, batı işçi sınıfının kötü niyetli yöneticilerinden kaynaklanmıyor. Tas tamam sınıf güdüsünden ileri geliyor. Aradığınız işçi sınıfı ise tahayyülünüzdedir gerçekte öyle biri yok.
Bakın şimdi geldik önerme işine
devrimci demokrasi (buna radikal demokratlık diyelim) marxist devrimci burada ayarılır ve ortak hiçbir yönlerinin olmadığı ortaya çıkar. ne demiştik önerme? önerme bir matematik ve mantık dinamiği olmakla sınırlı değil.
Eğer vatanı ortadan kaldırmak gibi bir önermen yoksa, onu bugünün eylemi içinde gerçek kılmıyorsan varıp dayanacağaın yer en iyimser biçimiyle "temiz bir vatandaş" olarak kalmaktır.
eğer emeği ortadan kaldırmak gibi bir önermen yoksa, en iyimser biçimiyle emeğin daha iyi koşullarda satılması için mücade etmekte kalırsın..
eğer bizzihati işçi sınıfının ortadan kalkması gibi bir önermen yoksa, en iyimser haliyle; kendi iktidar koşullarında kendin bir sınıf haline (sovyetlerde olduğu gibi politik sınıf) gelirisin.
eğer devleti ortadan kaldırmak gibi bir önermen yoksa, en iyimser haliyle kendin bir devlet olursun.
Demekki önerme dediğimiz şey bizi temelden ayrın bir kerteriz rolüde oynuyor.
bu da şu demek; eleştirmekle yıkmak arasındaki fark.
eleştirinin ufku verili bir durumu reformasyona tabi tutmaktan ibarettir. yıkamın ufku ise eski olanın yerine YENİ olanı koymaktır.
işte bu yüzden devrimler iki temel göreve yazgılıdır; biri yıkıcılık, diğeri ise kuruculuk.
Demekki bnu önerme devrimin neyi yıkıp, neyi kuracağını belirliyor
Kaldı ki şu klasik sözü bile hatırlamanız yeterlidir; devrim çözülmek için gündeme gelmiş bir sorundur.
Buradaki önermelerinize gelince. Devrimin neleri yıkıp neleri kuracağı noktasında elinizde var olanın sadece hayal olduğunu söyleyeceğim. Vatanı devleti, sınıfları, emeği, insanı yıkmak gibi bir projeniz var diyorsunuz ve bu projenizin hayata geçmesi için tutacağınız yoldan söz ediyorsunuz. Bende size bunu anlatmaya çalışıyorum
Projeniz, salt bir projedir. Üstelik bu proje insanlık tarihinin en aydınları ve en önemli politik önderleri tarafından yaşama geçirilmeye çalışıldı, sonuç ortada.
Bu enerjileri, bu birikimleri daha gerçekçi sonuçlara yöneltelim diyorum. Ben de dünyayı materyalist felsefeyle yorumluyor ve ona dayanarak değiştirmeye çalışıyorum. Ve ekliyorum, vardığınız siyasal sonuçlar iç bükey algılardan üremiştir ileriye gidemez. Bunun dışına çıkmak için sistemlin hiçbir verisine dayanmamak gerek. Bunun için yükselişte olan, tarihle uyumlu ilerleyen gelecek toplumun bu günden belirlen unsurlarını doğru çözümlemek ve bunun gerektirdiği devrimci duruşa yönelmeliyiz derim.
“işte seninle benim dilimi; senin devrimci demokratlığınla (radikal demokrasi) benim marxsistliğimi ayıran şeylerin tamamı tahhyülümüzde yatıyor.
bu yüzden de birbirimizi anlamakta ciddi sıkıntı yaşıyoruz.” Diye buyurmuşsunuz.
Değerli Acun,
Aynı felsefi parametrelerle ayrı siyasal sonuçlara varamamanın nedeni, kullanmaya yöneldiğimiz araçlar olduğu kadar, geleceğe ilişkin projelerimize kaynaklık eden verilerdir. Ben bu verilerin iradem dışında belirgin olarak ortada durduğunu ve bunlar üzerinde projelerimi kurduğumu söylüyorum ( küresel üretim uygarlığı). Siz ise proletaryanın mülksüzlüğü gerçeği üzerinden, yani eski toplumun temel sınıflarından birinin durumu üzerinden gelecek toplum projenizi kurgulamaktasınız.
Benim projemde üretici güçlerin önünü tıkayan her türden gericiliğin demokrasiyle aşılması var. Bu yüzden reel politikada burjuvaziyle sürekli bir karşıtlık içindeyim sistemini tehdit ediyorum. Sizinkinde ise demokrasi en son haliyle bile burjuvazinin sınırları içindedir ön görüsü bulunuyor. Bu nedenle ortak ülkemiz söylemine karşı çıktığınız kadar, yanılmıyorsam Kürt halkının hepimiz adına genişletmeye çalıştı demokratik hakları burjuva içeriktedir diye ötekileştirmeniz bulunuyor.
Bana göre demokrasi mücadelesi artık burjuva bir algı değildir, tersine gelecek toplumu kurmak için zorunlu bir zemindir.
Sizin projenizde toplumsal mülkiyet kaçınılmaz bir sonuçtur, bana göre tam tersi, küçülüp özelleştikçe toplumsal sonuçları büyüyen mülkiyet gelecek toplumun temel mülkiyet ilişkisi olacağı gerçeği var.
Sizinki bir neşter vurma olayı, benimki evrimin olgunluğu üzerine nesnel gelişmelerin ihtiyaçları çözüme girişimidir. Aramızda böylesi bir fark daha bulunuyor.
Son iki cümlemde şudur:
Demokrasi mücadelesi tüm insanlığın yeni bir uygarlığa yükselişi için gerekli yönelimleri temsil ediyor. Bu nedenle de yeryüzünün her köşesinde emperyalistler ve sistemleri buna karşı durmaktadır.
Bu nedenle yolumun önceliğinde, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi ve bunu hepimiz adına sürdüren Kürt halkı ve buna katılacak diğer halkların mücadelesi yer alıyor.
Size göre onlara destek olmak esas ve büyük işimiz olan tüm insanlığı kurtarmayı ihmal etmek ve mücadeleyi burjuva demokrasisinin dar sınırlarına takma anlamına mı geliyor.
Her şeye rağmen, yakın dönem atalarımın yanılgılarında ısrar edenleri kendime yakın müttefik olarak görmeye devam ediyorum.
“verili bir hedef ve gündeliğin fethi olduğu için, dilini, ufkunu buraya koyar ve kendi gerçekçiliğini her zaman bir "somut"a atfeder. Yazınızda kelimeler boyu
anlatmaya ve kurmaya çalıştığınızın gelip dayandığı yer reel politik aklı anlatmaktan öte değil. Kaldı ki bu aklı anlatmak için bu kadar uzun yazmanıza da gerek yoktu.
Diyorsunuz,
Yazımı uzattım doğru. Okurun bütünsel olarak neyi nasıl düşündüğümü algılamasını istedim. Bu tartışmanın ikimiz için olmaktan çok okura vereceği mesaj olduğunu düşünüyorum. Öyle olmasa, Markopolo ile ulağı arasındaki gibi, bir soru işareti, bir ünlem işaretiyle yazışmamızı bitirebilirdik.
Uzun yazımda reel politik duruşuma ilişkin çok az şey söyledim. Bir cümleyi bile geçmez. “İddialarım, belli bir coğrafyada yaşayan insanların tamamlanmamış “engellenmiş, yasaklanmış”, siyasal haklarının kazanımıyla ilgili olduğu için “Ortak Ülkemiz” söylemini önemli buluyorum. Özellikle de ortak ülkemizde özgürlük için çırpınan Kürt halkının mücadelesi hepimiz adına hala bir şeyler yapmaya çalışırken bunu daha çok önemsiyorum.
Ama onun dışındaki söylemlerimin tümü, açıkça ortaya koyduğum “tahayyül”lerimle ilgiliydi. Çokluğundan gözünüzden kaçmış olacak.
Bu kez çok kısa söyleyeyim. Gelecek uygarlık ve onun dinamiklerinden bahsediyorum. Bu yeni uygarlık, ikimizin de mensup olduğunu iddia ettiği materyalist felsefeye uygun gelişen, ancak sizin araç, gereç ve parametrelerinizden farklı, araç ve gereçlerle sonuca hızla yükselen bir uygarlık. Bilişim çağının küresel üretim uygarlığıdır.
Bunu atlayarak cevaplamaya çalışmışsınız yazımı.
Böyle bir uygarlığı önceden projelendirmek ise her projelendirilmiş toplum gibi iflasla sonuçlanırdı. Ancak ortaya çıktıkça onun bir parçası olmak ve bu sürecin daha hızlı sürmesi için tüm öznel etkinlikleri harekete geçirme gibi bir çaba doğru yere oturabilir. Benim önermem budur. Geri dönüşü olmayan gerçekçi devrim çabası da budur diyorum. Siz ise hala denenmişi bir daha deneyin diyorsunuz yıkıp, yıkıp kuruyorsunuz.
Benim önermem determinizme boyun eğmek de değil, tersine irademiz dışında olgunlaşan nesnel verilerin ihtiyacı olan öznel müdahaleleri yapmaktır, ihtimallere düşmeden, boşa enerji sarf etmeden, kuşakları tüketmeden sonuç alıcı bir çaba yürütmektir (demokrasi mücadelesini bu açıdan algılıyor bu günün reel politikası olarak değil geleceği uzanan bir çabanın bu günden biriktirilmiş adımları olarak algılıyorum)
Sözünü ettiğim yeni toplumsal ilişki, sizin “toplumsal mülkiyet” uygarlığınız değildir. Batı uygarlığı hiç değildir tersine onu sona erdirecek bir gelişmenin ürünüdür. Bu yanıyla önermelerim geleceği dolaysız içinde taşıyor. Tarihin tüm evrelerini açıklayacak ve geleceğe ilişkin önermesi olan bir bakış açısıdır. Geçmişin gelecekte canlı olması bu anlamda soyutlamanın verileriyle bir gerçek haline gelmektedir. Tarih sınıf mücadeleleri tarihi değildir derken onu inkar değil gerçekçi yerine oturtuyorum; çünkü sınıf mücadelesi yalnız ilgili olduğu toplumun sınırları için de bir reform hadisesidir, devrim çok daha kapsamlı eskinin yerine yeninin ikamesindeki rol olarak belirginleşiyor. Benim bu söylemlerimi basit bir devrimci demokrasi, “reel politik akıl” diye itham etmenizi anlamıyorum. Aynı alfabeyle ayrı dilleri konuştuğumuz bu anlamda çok doğrudur.
Aramızdaki fark burada başlıyor, başka yerde değil.
Reel politik hedeflerime gelince. Bunlar en azından vehim değil. Bu gün hemen gerçekleşebilecek ve uğruna dövüştüğümü belirlediğim demokratik hedefler yanı sıra gelecek uygarlığın hangi dinamiklerden kaynaklanacağını, hangi süreçlerle kendini egemen bir sistem haline getireceğini de dile getirdim. Gözünüzden kaçmış olacak. Üstelik benim tahayyüllerim 19. yy siyasal sonuçlarından farklı olarak, 21 yy somut verilerinden ve bunların mantıki sonuçlarından çıkmaktadır.
Bunlar nedir?
Sınıf mücadelesi devrimci değildir dedim. İhmal edilmez de olsa reformist bir mücadeledir. Sınırları kapitalizmin iç alanıdır dışına çıkması mümkün değildir. Karşılıklı gerilim halindeki sınıfların kendi var oluş alanlarının ötesiyle ilgili olmalarını sağlayacak bir nesnel yapılanma içinde de değillerdir. Bunun tersi olduğunu iddia ettiğinizi biliyorum. Bunu bende iddia ediyordum. Ancak bu iddianız ya akademisyen ya bir aydın olmanızla ilgili muhayyiledir. İşçi sınıfı bununla nesnel olarak hiç ilgili değildir. Bu projelerin sahipleri bunları işçi sınıfının sırtına yıkıyor ondan sonra dönüp ondan kaldıramayacağı tarihi görevler istiyor; anlayacağınız önce sosyalizmi sosyalistler olarak düşüncede kurguluyorsunuz sonra ona dayanacağı bir kitle arayışı yapıyorsunuz. Oysa ben, sorunlara çok daha gerçekçi yaklaşıyorum.
Bakın, İşçi sınıfının tarihteki rolünü bu şekilde belirledikten sonra kabuğuma çekilmedim. Verili sistemin en geniş ve en derin biçimiyle demokratik bir düzleme yükselmesi için mücadelemi sürdürme gibi bir kısırlığa da gitmedim. Ekledim, gelecek uygarlık için yapmamız gereken öznel etkinlikleri ve bunun gerekçelerini açıkladım. Bütün bunlar demokrasinin genişlemesini gerektiriyorsa, bu orada takılı kalmak anlamına mı gelir. Kısır ve sınırlı diye küçümsediğiniz “Reel politika” bu ise, bu yanıyla bile gelecek için gerekli birikimin köşe taşlarını oluşturmuyor mu. Ustalar sosyalizme giriş için demokrasinin kökleşmesi, yaygınlaşıp genişlemesini ön koşul olarak görmüyorlar mıydı. Dünyayı, insanlığı değiştirecek projeleriniz için bu birikimler zorunlu duraklar değil mi.
Yaptığım tespitler bu günün görevlerini belirlediği kadar yarın içinde öngörüler taşıyor. Buradan hareketle yıllardır süren yazım çalışmalarımda nasıl bir örgüt, nasıl bir eylem, nasıl bir kadro ve gelecek için mücadele üzerine gelişip durdu. Bu yazıda bütün bunların aktarılması söz konusu değil. Ancak en önemlisi olan gelecek uygarlık için bu günden söylenebilecek unsurları dile getirdim.
Bunun gerekçelerini ve tarihteki yerini de dile getirdim. Reel politik sınırları tam bu noktada aşılmış olmuyor mu dersiniz. Bu gelecek toplum için o anı bekleyen yıkıp kuracak devrimci olmaktan çok daha gerçekçi bir devrimcilik değil mi.
Devamla,
İnsan kolektif aklının geliştirdiği bilişim çağının verileri, 19.yy felsefelerinin tüm öngörülerini yıkan gelişmelere yol açtı. Bu yıkım 20.yy son çeyreğinde dibe vurdu. 200 yıl içinde doğup yok olan onlarca marjinal felsefe disiplinleri yanı sıra her iki çağın en önemli düşün merkezlerinde de ciddi yıkımlar yaptı. En çok etkilenen en etkin olanın olması da doğaldı. Marksizm materyalist felsefe ilkelerinden çok siyasal sonuçları itibariyle ağır yaralar aldı.
Devlet, devrim, mülkiyet ilişkisi, sınıf diktatörlüğü, İktidar ve araçları, ulusal sorun, Yabancılaşma gibi çok önemli konularda artık iddialı olmaktan çıkmıştı. Her türü, her olanakla ve yönetim etkinliğiyle denenen bu olguların Başarsızlığı tarihe mal oldu. Yeryüzünün tüm öznel çabaları birleşse de bu araçlarla yola çıkanlar iflastan başka bir şeyle karşılamayacaklardı. Siz, çok iyi niyet ve heyecanla da olsa bunun tekrarını öneriyorsunuz. Buda aramızdaki önemli farklarından biridir.
Kapitalizm de feodalizm ve kölecilik gibi yadsınacaktır. Bunun dinamikleri, içinden olgunlaşmaktadır. Yeni uygarlık, yeni üretim ilişkisi, kendi heterojenliğiyle, tıpkı ulusun feodalizme karşı mücadelesi gibi bir mücadeleyle kapitalizmi tarihe gömecektir. Devrimciliğimi işte tamamen bu noktada oynayacağımız rollerle belirlenecektir. Bunu da diye getirdim; tarihsel devrimcilik dedim. Öznel çabalarımızın yönünü de buraya doğru çevirmeliyiz dedim.
Bunun neresi “reel politika” nın sınırlarında kalmaktır…
“Bakın,
Tarihte her fikir (bunu ilerlemeciler çok sever) kendine önce gelecek zamansallıklar inşa eder. eğer bir fikri formasyon kendini gelecek zamansallıklar içinde açıklamazsa, bugünü inşa edemez. Yani tahayyül olmaksızın bugünü inşa edemezsiniz.”
Diyorsunuz, güzel bir tespit.
İki ayrı tahayyül olduğunu söylemeye gerek yok. Tahayyülünüz denenmiştir ve gerçekçi olmadığı gibi ve dünyayı 200 yıl geriden takip ettiğini de belirteceğim. Çünkü doğru bir yöntemimiz (materyalizm) yanlış araçlarla (varılan siyasal sonuçlar) kendi içine eğerek fasit bir daire içinde boğulmasına yol açtınız.
Bu daire nedir biliyor musunuz? Hemen söyleyeyim, her şeyi bağladığınız sınıf mücadelesidir. Kapitalizmin temel bir unsuru olan işçi sınıfı ve mücadelesinin yeni bir toplum üreteceği sanısına kapılmanızdır.
Her şeyi bu sınıfın incecik omuzlarına yıkmakla onu da katlettiniz, ettik. Onu halklaştıramadınız, genelin tarihsel yürüyüşünün bir parçası yapamadınız, yapamadık. Öncülük verdiniz ama enerjisinin sınırlarını hesaplayamadınız. Kaldı ki bütün bunlar aydınların bir tahayyülüydü, projesiydi. Sonuçta ne oldu, işçi sınıfı dünyanın her yerinde kendi adına son söz söyledi; sistemimin yürümesi için ücretimi bile almamaya hazırım dedi ve onu var eden sistem için burjuvazisiyle kol kola, omuz omuza oldu. Gerekçeler de pek çoktu; ulusal gerekçeler, uluslar arası krizler, konjonktürler ve bitip tükenmeyen gerekçelerle işçi sınıfı temel unsuru olduğu sisteme sahip çıktı. Biz Marksistleri, azılı komünistleri sırtından attı. Bu da çok normaldi.
Kendi ideolojilerimizin bir arıcı yapmak için işçi sınıfını şişirip durmuştuk, olmaz önderliklere, akıl almaz projelerimize yakıt yapmıştık. Bize dur dedi. Aradığınız ben değilim, başkasını bulun dedi. Siz ise yine ısrar ediyorsunuz.
Kurgularımızın siyasal sonuçlarından yola çıkarak oluşturduğumuz toplum Projelerimize koltuk değneği arıyorduk, işçi olmasa ilerici subaylar olur olgusu buradan doğup sırtımıza bindi. Sol askeri darbeler söyleminin kökleri buraya dayanır. Bunun adı tevekküldür (ihtiyaç duyulanı başkasına dayanarak temin etmek). Başkası adına yaratılan teoriler kaçınılmaz olarak başkasından medet umacaktı. Olanda buydu. Hala devam ediyor gibi.
Dünyanın tüm sol hareketlerinde ilerici ordu darbelerine ümit bağlamanın kökleri buradadır. Akademik yaklaşım gibi ortaya konan söyleminizin altında ciddi bir tevekkülcülük bulunuyor diyeceğim.
“Verili koşulları hangi yöntemle eleştirip aşabileceksin demektir. yani verili bir durumu, örneğin sınıf, emek, devlet, ulus, ülke gibi bir durumu neye göre eleşticeksin demektir?
devrimci demokrasi marxizmden korktuğu ve hoşlanmadığı için mevcut verili durumu kendi içindeki ilişkiler üzerinden anlar (sizin kafanızdaki gibi) ve bir mantık kurar. yani birini diğeri ile açıklayarak kendine bir sonuç çıkartır. Ve çözümü de bu ilişkiler içinde bulur. Ve gelir kendi çıkmazın toslar.” Diyorsunuz,
Hikmet bey, hangi biri ötekiyle açıklanıyor. Bunu net söylesenize. Tersine siz kendi gerekçenizi kendi siyasal sonuçlarınızdan üretip, ilgisiz olan zeminler üzerinde mücadele tahayyüllerinizi sürdürmek istiyorsunuz. 20.yy sosyalizmi dışında bir sosyalizmden söz ediyorsanız, dünya devrimini bekleyeceksiniz. Bu devrimi aynı mücadelenin sonuçlarından elde etmeyi umuyorsanız yanıldığınızı hatırlatacağım. Aynı hedeflere yöneliyor olsak da araçlarımız ayrı olduğu için burada da birbirimizden farklılaşıyoruz.
Projeleriniz çok görkemli olabilir ama bin mil için bir adım atmak gerekiyor. Ben demokrasi mücadelesi diyorum, siz bin adımı bir adımda atlarım diyorsunuz. Deneyenlerin durumunu anlatıyorum size siz hala denenmişi denerim diyorsunuz. Benim bunu gelecek kuşaklara söyleme lüksüm yok.
Tekrar bir düşünün ve bana bir açıklama getirin. Tarihin hangi sınıf mücadelesi yeni bir toplum kurabildi. Sistemin bir iç düzenlenişi olarak, verili sistemin gerilimli sınıfları arasındaki çekişme nerede yeni bir toplumsal üretim ilişkisi yarattı. Bu işin alfabesinde (ekonomi-politiğin eleştirisine katkının ön sözündü) belli tarihsel birikimlerin ve gerilimlerin yoğunlukları aranmıyor muydu. Yoksa devrim de mi devrimci arzunun ürettiği bir şeydir.
Bu noktada bu eleştiriniz kendinize yönelik bir eleştiri değimli. Yıkmayı düşündüğünüz dünyanın, sistemin araçlarıyla yeniyi kurmaya kalkışıyorsunuz. Toslanacak yer de burası olmuyor mu?
Geçmiş deneylerin hatasını, yöneticilerinin sırtına yıkmayın, sınıf algılarınızı yeniden gözden geçirin, çok daha gerçekçi olursunuz.
“peki bir marxist ne yapar, o dünyayı BÜTÜNLÜKLÜ algılar ve anlamaya çalışır. BÜTÜNLÜK içndeki dolayımı anlayarak bakar.
nasıl mı”
Bütünlüklü algı tezin tarihi açıklama kabiliyetindedir. Tezleriniz siyasal sonuçlardan oluşuyor diyeceğim felsefenin temel önermelerinden değil. Bu nedenle tezlerinizle tarihi açıklayamazsınız. Bu nedenle gelecek toplum projeleri çöktü. Bu çöküşün önemli bir yanı da başkası adına yapılan kurguların söz konusu kesimler tarafından omuzlanmayacak bir yük olmasıyla sona erdi. Geriye kalan kiminle bu tezlere hayat katacaksınız.
Yine tevekkül edilecek bir kitle mi arayacağız.
“gündelik yaşam ilişkilerinin politik yansılarını bir yasaya bağlı olarak anlar. ( bu yasa işini post moderistler hiç sevmezler) ve insana tarihsel insan olarak bakarlar. Yani tarih yapan insana bakarak anlarlar. Bu tarihin nasıl yapıldığını, tarihin aslında maddi hayatın yeniden üretimi demek olan, üretim ilişkilerine ve üretici güçlerin bunlarla girdiği gerilime bakarak anlarlar. İşte bir tahhyülün, imge olmaktan, fantazya olmaktan çıkıp, tahyyüle dönüşmesi böyle başlar.
Bu durumu daha anlaşılır kılalım.
örneğin, atalarımız söylediği gibi KOMÜNİSTLERİN VATANI YOKTUR sözü bir mecaz taşımadığına göre bu söz nereden çıkartılmıştır?. bu söz proletaryanın mülksüzlüğünden ve tarihin gerilimin tam orta yerinde olmasından. yani proletarya tarih düğümüne bıçağı atığı anda, mülkiyet biçiminin en gelişmiş formu olan VATANLAR ın ortadan kalabileceğine dair bir önermeden.” Söz ediyorsunuz,
Aynı şeyi tekrar ediyorsunuz. Kör düğüme kılıç atma işi mecazdır, denendi olmayacağı çok açıktı, olmadı da. Tekrar öneriyorsunuz. Size burada uzun uzun proletaryanın mülksüzlüğü gücüdür yönündeki iddianızı çürütmek için çok şey yazmayacağım. İşçi sınıfının mülksüzlüğü güçsüzlüğüdür. Bunun için sitem içindeki tüm kavgaları sistemin onarılmasına yönelik olmuştur; beni sınıf mücadelesinin bir reformist mücadele olduğu sonucuna götüren de budur. Proletaryanın mülksüz olmasıdır.
Bunu nispeten başarabilen Batılı işçi sınıfını dünyanın hiçbir yerindeki sınıfdaşları ilgilendirmiyor. Daha da kötüsü, konumunu iyileştirmek için burjuvazisinin geri ülkelere olan mal ve hizmet üretiminde etkin olmaya çaba sarf ediyor. Bu da çok doğaldır, sistemin temel bir unsuru olmanın doğal sonucudur. Anormal bir şey yok ve bu duruş, batı işçi sınıfının kötü niyetli yöneticilerinden kaynaklanmıyor. Tas tamam sınıf güdüsünden ileri geliyor. Aradığınız işçi sınıfı ise tahayyülünüzdedir gerçekte öyle biri yok.
Bakın şimdi geldik önerme işine
devrimci demokrasi (buna radikal demokratlık diyelim) marxist devrimci burada ayarılır ve ortak hiçbir yönlerinin olmadığı ortaya çıkar. ne demiştik önerme? önerme bir matematik ve mantık dinamiği olmakla sınırlı değil.
Eğer vatanı ortadan kaldırmak gibi bir önermen yoksa, onu bugünün eylemi içinde gerçek kılmıyorsan varıp dayanacağaın yer en iyimser biçimiyle "temiz bir vatandaş" olarak kalmaktır.
eğer emeği ortadan kaldırmak gibi bir önermen yoksa, en iyimser biçimiyle emeğin daha iyi koşullarda satılması için mücade etmekte kalırsın..
eğer bizzihati işçi sınıfının ortadan kalkması gibi bir önermen yoksa, en iyimser haliyle; kendi iktidar koşullarında kendin bir sınıf haline (sovyetlerde olduğu gibi politik sınıf) gelirisin.
eğer devleti ortadan kaldırmak gibi bir önermen yoksa, en iyimser haliyle kendin bir devlet olursun.
Demekki önerme dediğimiz şey bizi temelden ayrın bir kerteriz rolüde oynuyor.
bu da şu demek; eleştirmekle yıkmak arasındaki fark.
eleştirinin ufku verili bir durumu reformasyona tabi tutmaktan ibarettir. yıkamın ufku ise eski olanın yerine YENİ olanı koymaktır.
işte bu yüzden devrimler iki temel göreve yazgılıdır; biri yıkıcılık, diğeri ise kuruculuk.
Demekki bnu önerme devrimin neyi yıkıp, neyi kuracağını belirliyor
Kaldı ki şu klasik sözü bile hatırlamanız yeterlidir; devrim çözülmek için gündeme gelmiş bir sorundur.
Buradaki önermelerinize gelince. Devrimin neleri yıkıp neleri kuracağı noktasında elinizde var olanın sadece hayal olduğunu söyleyeceğim. Vatanı devleti, sınıfları, emeği, insanı yıkmak gibi bir projeniz var diyorsunuz ve bu projenizin hayata geçmesi için tutacağınız yoldan söz ediyorsunuz. Bende size bunu anlatmaya çalışıyorum
Projeniz, salt bir projedir. Üstelik bu proje insanlık tarihinin en aydınları ve en önemli politik önderleri tarafından yaşama geçirilmeye çalışıldı, sonuç ortada.
Bu enerjileri, bu birikimleri daha gerçekçi sonuçlara yöneltelim diyorum. Ben de dünyayı materyalist felsefeyle yorumluyor ve ona dayanarak değiştirmeye çalışıyorum. Ve ekliyorum, vardığınız siyasal sonuçlar iç bükey algılardan üremiştir ileriye gidemez. Bunun dışına çıkmak için sistemlin hiçbir verisine dayanmamak gerek. Bunun için yükselişte olan, tarihle uyumlu ilerleyen gelecek toplumun bu günden belirlen unsurlarını doğru çözümlemek ve bunun gerektirdiği devrimci duruşa yönelmeliyiz derim.
“işte seninle benim dilimi; senin devrimci demokratlığınla (radikal demokrasi) benim marxsistliğimi ayıran şeylerin tamamı tahhyülümüzde yatıyor.
bu yüzden de birbirimizi anlamakta ciddi sıkıntı yaşıyoruz.” Diye buyurmuşsunuz.
Değerli Acun,
Aynı felsefi parametrelerle ayrı siyasal sonuçlara varamamanın nedeni, kullanmaya yöneldiğimiz araçlar olduğu kadar, geleceğe ilişkin projelerimize kaynaklık eden verilerdir. Ben bu verilerin iradem dışında belirgin olarak ortada durduğunu ve bunlar üzerinde projelerimi kurduğumu söylüyorum ( küresel üretim uygarlığı). Siz ise proletaryanın mülksüzlüğü gerçeği üzerinden, yani eski toplumun temel sınıflarından birinin durumu üzerinden gelecek toplum projenizi kurgulamaktasınız.
Benim projemde üretici güçlerin önünü tıkayan her türden gericiliğin demokrasiyle aşılması var. Bu yüzden reel politikada burjuvaziyle sürekli bir karşıtlık içindeyim sistemini tehdit ediyorum. Sizinkinde ise demokrasi en son haliyle bile burjuvazinin sınırları içindedir ön görüsü bulunuyor. Bu nedenle ortak ülkemiz söylemine karşı çıktığınız kadar, yanılmıyorsam Kürt halkının hepimiz adına genişletmeye çalıştı demokratik hakları burjuva içeriktedir diye ötekileştirmeniz bulunuyor.
Bana göre demokrasi mücadelesi artık burjuva bir algı değildir, tersine gelecek toplumu kurmak için zorunlu bir zemindir.
Sizin projenizde toplumsal mülkiyet kaçınılmaz bir sonuçtur, bana göre tam tersi, küçülüp özelleştikçe toplumsal sonuçları büyüyen mülkiyet gelecek toplumun temel mülkiyet ilişkisi olacağı gerçeği var.
Sizinki bir neşter vurma olayı, benimki evrimin olgunluğu üzerine nesnel gelişmelerin ihtiyaçları çözüme girişimidir. Aramızda böylesi bir fark daha bulunuyor.
Son iki cümlemde şudur:
Demokrasi mücadelesi tüm insanlığın yeni bir uygarlığa yükselişi için gerekli yönelimleri temsil ediyor. Bu nedenle de yeryüzünün her köşesinde emperyalistler ve sistemleri buna karşı durmaktadır.
Bu nedenle yolumun önceliğinde, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi ve bunu hepimiz adına sürdüren Kürt halkı ve buna katılacak diğer halkların mücadelesi yer alıyor.
Size göre onlara destek olmak esas ve büyük işimiz olan tüm insanlığı kurtarmayı ihmal etmek ve mücadeleyi burjuva demokrasisinin dar sınırlarına takma anlamına mı geliyor.
Her şeye rağmen, yakın dönem atalarımın yanılgılarında ısrar edenleri kendime yakın müttefik olarak görmeye devam ediyorum.
24 Eylül 2009 Perşembe
ALİ ÇAKMAKLI OLAYI VE TARİHSEL GERÇEKLER
Öner Ödemiş
23 Eylül 2009
24 Eylül 1980 günü Ali Çakmaklı Adana da katledildi. Ali Çakmaklı katledildiğin de HDÖ Hareketi saflarındaydı. Acil hareketinden bir biçimde ayrı düşmüş, bir grup arkadaşıyla birlikte öldürülmesinden kısa bir süre önce HDÖ ile ilişkiye geçerek, bölgede sorumluklar üstlenmiştir.(HDÖ iddianamesinde HDÖ Adana sorumlusu olarak ismi geçmektedir.) HDÖ-ACİL ayrılığı 1978 yılında gerçekleştiğinde Ali Çakmaklı Acil saflarında karar kılmış ve mücadelesine devam etmiştir. 1979 yılı sonları veya 1980 yılı başlarında yerelden kaynaklı sorunlarla ilgili olarak Acil örgütlenmesiyle çelişkiler yaşamış ve sonrasında Acil hareketi dışında kalarak HDÖ hareketi ile birlikte tavır almıştır.
Ali Çakmaklı Adana da yükselen devrimci mücadele de ilk adımlarda yer almış ve sürecin gerektirdiği tüm görevlerden kaçmamış devrimci bir kimliktir. 1975-76 yıllarda yer aldığı devrimci mücadelede yaşamını yitirene kadar değişik konum ve görevler de mücadeleyi sürdürmüş ve Adana da yetişen hemen her Acilci de emeği olan bir insandır. Acil örgütü ile Adana bölgesinde bütünleşmiş, onlarca militanın ve sempatizanın örgüte katılmasına bir biçimde katkı sunmuş bir devrimcidir. Devrimci mücadelenin yükseliş dönemi yaşadığı 78-80 yılları arasında, Acil örgütünün Adana bölgesinde döneme denk düşen yükselişinde önemi yadsınamaz görevler üstlenmiştir. Ali Hoca ismi bölgede Acil Hareketi ile bütünleşmiş ve bu bütünleşme Acil örgütünün o dönemki yükselişinde manivela görevi görmüştür. Bu gerçek Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinden tam 29 yıl sonra bile olanca çıplaklığıyla kendini ortaya koymaktadır.
Aradan tam 29 yıl geçti. Bu gün bile Ali Çakmaklı’yı kimlerin neden öldürdüğü net olarak ortaya çıkmamış ve olay hakkında değişik spekülasyonlar söylenegelmiştir. İlk adımda altı çizilmesi gereken tespit, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin, kimin eylemi ve kararı olursa olsun, Acil Örgütünün Adana örgütlenmesine ciddi bir darbe vurduğu gerçeğidir. Bu eylem Adana da bir kırılma noktası yaratmış ve sonraki süreçte Acil örgütü Adana bölgesinde bir daha eski gücüne ve örgütlülüğüne kavuşamamıştır. Bu eylemi yapanlar veya kararını alanlar asıl darbeyi Acil örgütüne vurmuşlardır.
Ali Çakmaklı’nın kimler tarafından ve neden öldürüldüğü sorusu ve tartışması geçen bu kadar zamana rağmen hep süregelmiştir. Acil örgütünün bölgedeki direncinin kırılmasına neden olan bu cinayeti kim veya kimler, neden işlemişlerdir?
Olaya ilişkin yıllardır değişik iddialar ortaya atılmış, karalamaya dönük senaryolar seslendirilmiş ve bir arbede ortamı yaratılarak, asıl sorumluların ve nedenlerin ortaya çıkarılması bir biçimde engellenmiştir.
“Ali Çakmaklı’yı öldürme kararını alanlar, onu öldürenlerdir. Bu karar ne merkezi ne de bir yerel organ kararıdır. Kararı alanlar da uygulayanlar da aynı kişilerdi. Bu kararda başka kimsenin uzak yakın bir rolü yoktu.”(M.Ural)
Konuya ilişkin Acil örgütünün bilme noktasında ki ismi tarafından yapılan bu açıklama şu demektir; Ali Çakmalı’yı Acil örgütü öldürmedi ve daha ötesi bu bir siyasi eylem değil ve bireylerin kişisel refleksleriyle gerçekleştirilmiş bir cinayettir, demektir.
12 eylül sürecinde pek çok eylem açığa çıkarken ve eylemin sorumluları bir biçimde yargılanırken Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi eylemi bir türlü açığa çıkmamış ve bu eylemden sorumlu olarak hiç kimse yargılanmamış ve ceza almamıştır. Mehmet Kırbaç ismi, Ali Çakmaklının öldürülmesi sonrasında polisiye anlamda bir biçimde bu olaya karıştırılmış ise de, gerçeğin böyle olmadığını Adana da yaşayan yerel unsurların tamamı tarafından bilinir. Mehmet Kırbaç, Ali Çakmaklı’nın öldürüldüğü mahallede hemen herkes tarafından tanınan, sokağa girdiğinde dahi bilinen, olayın olduğu bakkalın sahibi Mehmet tarafından da tanınması muhtemel olan birisidir. Bölgede ciddi ve boyutlu hiçbir eylemde yer almamış, özelikle bu türden eylemlerde görevlendirilmeyecek nitelikte bir isimdir. O dönemde polis tarafından aranıyor olması ve polisin eylemi boşta bırakmama çabasıyla ortaya çıkmış bir isimdir. Olaya ilişkin yargılanmasındaki tavrı da bunu açıkça göstermektedir.
Daha sonraki süreçte polis benzer çabasını göstermiş, 1981 Haziran ayı yakalanmasında, bir örgüt evinde çıkan silahın Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi eyleminde kullanıldığını basına açıklamış ancak, yakalananlardan hiç birisi bu olaydan dolayı ne yargılanmış nede haklarında bir dava açılmıştır. Yakalanan silahın balistik incelemesin de dahi Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi çıkmamış, polis bu olayı tamamen kamuoyuna dönük olarak kullanmak istemiştir. Aksi halde böyle bir durumda, balistik inceleme de Ali Çakmaklı olayı yakalanan silahta çıkmış olsaydı, dava açılması ve yargılamalara Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi olayının da eklenmesi kaçınılmaz olurdu.
ALİ ÇAKMAKLI POLİS MİYDİ?
Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi üzerimden 29 yıl geçtikten sonra, konu hakkında yazı yazan, söz söyleyen hemen herkesin dokunmadığı bir konuyu burada açmak gerekir. Ali Çakmaklı, iddia edildiği gibi gerçekten polis miydi? Polis ile işbirliği yapmış mıydı? Bu iddiayı ortaya atanlar, bu gün bile polis diyebiliyorlar mı? Diyemiyorlarsa, Ali Çakmaklının iadeyi itibarı yapılması gerekmiyor mu?
Çok tartışılan “Karanlık Adam” ve “Neden Karanlık” yazılarının kimler tarafından yazıldığı, iddia sahiplerinin kimler olduğu ve bu iddiaları kimlerin kaleme aldığı, bu gün bile çok netlikler ortaya konulmuş değildir. Dönemim Adana sorumlusu ( Halil- Y.K);
“Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi olayı ile ilgisi olmadığını, öldürüldüğünü sonradan duyduğunu” söylüyor.
Örgütün Merkez Komitesi, bizim böyle bir kararımız yoktu, “Bu karar ne merkezi ne de bir yerel organ kararıdır,” diyor.
Bu açıklamalar sonrasında öncelikle tek bir şey netleşmektedir. Ali Çakmaklı, Acil örgütü tarafından öldürülmemiştir.
O zaman Ali Çakmaklı kimler tarafından ve neden öldürüldü?
Kimler Ali Çakmalı için polis dedi?
Ali Çakmaklı, Karanlık Adam bildirisinde hakkında polis olduğuna dair iddialarda bulunanlar tarafından mı öldürülmüştür, yoksa başka birileri tarafından mı öldürülmüştür?
Kuşkusuz, hakkında Karanlık Adam diye bildiri dağıtılmış ve tüm devrimci kamuoyuna polis diye açıklama yapılmış birisinin öldürülmesi durumunda akla gelen ilk şey, eylemin böylesi bir bildiriyi yazanlar tarafından yapılmış olduğudur. Doğal olarak Ali Çakmaklı öldürüldüğünde hemen herkes bu eylemin Acil örgütü tarafından yapılmış oluğu konusunda tartışmasız hemfikir oldu. Bunun üzerine, eylemin üstlenildiği “Neden Karanlık” bildirisi de eklenince, tarihsel olarak bu eylem Acil Hareketinin hanesine yazılmıştır.
Merkezi ve Yerel olarak kararı alınmamış bir eylemin Merkezi olarak üstlenilmesi
gibi bir yanlışlık yapılarak, kimin ne için işlediği bilinmeyen bir cinayetin tarihsel sorumluluğu altına girilmiştir.
Yaşanan dönemin özgünlüğü ile yapılan ve sonrası düşünülemeyen bu davranışın o dönemki sorumluları konuya ilişkin gerekli açıklamayı yapmalı ve Ali Çakmaklı’yı öldüren gerçek sorumluların ortaya çıkarılmasına katkı sağlamalıdır. Bu tarihsel bir yükümlülüktür.
ALİ ÇAKMAKLI VE HDÖ İLİŞKİSİ
HDÖ iddianamesinde Ali Çakmaklı’nın öldürülmeden önce HDÖ Adana sorumlusu olduğu ve bu sorumluk çerçevesinde Eylül ayı içerisinde İstanbul’dan Nebil Rahuma ve Melis Düvenci ile iki ayrı dönemde görüştüğü yer almaktadır. İddianamede geçen bu olay yaşayan canlı tanıklar tarafından da doğrulanmakta, Nebil Rahuma ile öldürüldüğü gün Adana da K.Katkat’ın ablasının evinde görüştüğü ifade edilmektedir. Ayrıca Melis Düvenci, Adana’ya ilk Eylül ayı başlarından N. Rahuma ile birlikte geldiklerinde, beraberlerin de bir kutu içerisinde altın getirdiklerini ve bu altınları silah alması için HDÖ Adana sorumlusu Ali Çakmaklı’ya verdiklerini söylemektedir. İkinci gelişlerinin ilk gelişlerinden 15 gün kadar sonra olduğunu, geliş amaçlarının da alınacak silahları teslim almak ve İstanbul’a götürmek olduğunu, ancak silahların alınmadığını gördüklerini ve kendisinin yalnız olarak İstanbul’a geri döndüğünü yine iddianamesinde söylemektedir. Yani Nebil Rahuma Melis Düvenci ile birlikte geldiği Adana da kalmıştır ve sonrasında da Ali Çakmaklı ile öldürüldüğü gün öğleden sonra (K.Katkat’ın ablasının evinde) görüşmüştür. Nebil Rahuma ile Ali Çakmaklı yalnız görüşmüştür. Görüşmeyi sağlayan kişi yan odada beklemiş ve görüşmenin içeriğini duymamıştır. Yaklaşık 45 dakika süren bu görüşme sonrasında ilkin N.Rahuma’nın evden ayrılmış arkasından Ali Çakmaklı yalnız olarak evi terk etmiştir. Ali Çakmaklı aynı günün akşamı saat 18-19 sularında, aynı mahalledeki kaldığı evin karşısındaki bakkalda, yoğurt almaya çıktığı bir sırada tek bir kişi tarafından, arkasından ve yakın mesafeden 3 yada 4 el ateş edilmek suretiyle öldürülmüştür. Ali Çakmaklı’ya ilişkin ulaşılan son bilgi bu kadardır.
Nebil Rahuma, 29 Eylül 1980 tarihinde İstanbul da, (HDÖ) arkadaşları tarafından öldürülmüştür. HDÖ Genel Komite üyesi ve İstanbul İl Komitesi üyesi olan Nebil Rahuma Adana dan döndükten hemen sonra kendi arkadaşları tarafından tutuklanarak bir evde sorgulanır. Olayın canlı tanıklarının bilgilerine göre öldürülmeden önce 3-yada 4 gün bir evde esir tutulur. Yani N. Rahuma Adana dönüşünün akabinde arkadaşları tarafından esir alınarak örgüte ihanet ile sorgulanır. 29 Eylül 1980 günü akşam saatlerinde Merter de bir arazide öldürülür. N.Rahuma’yı öldüren silah olaydan 6 gün sonra MHP Fatih ilçe binasında Davut Yüce’nin üzerinde yakalanır. N. Rahuma’yı yargılayan 5 kişiden 3 olaydan kısa bir süre sonra polisle ve asker ile girilen çatışmalar sonrasında öldürülür. Olay sonrasın da ve bugün de yaşayan iki kişi de, N.Rahuma’yı kendilerinin öldürmediğini ve kimin öldürdüğünü bilmediklerini söylemektedirler. Kimliği öldürüldükten hemen sonra tespit edilen ve nüfus kayıtlarından düşürülen N.Rahuma’nın cenazesi ailesine verilmez ve kimsesizler mezarlığında bilinmeyen bir yere defnedilir.
N.Rahuma’yı yargılayanlar onu hainlikle suçlarlar. Örgütün altınlarını bir başka örgüte vermekle itham ederler. (Diğer düzmece ithamlara burada değinmek bile gereksizdir.) Ve 12 Eylül darbe koşullarında, örgütün hemen bütün ilişkilerini bilen N.Rahuma’yı esir olarak tutmak güçleşince ve serbest bırakmanın da riski olduğu düşünülerek öldürürler.(Canlı tanıklarla yapılan görüşmeler sonrasında edinilen bilgidir.)
N.Rahuma ve M. Düvenci’nin Adana’ya götürdükleri ve Ali Çakmaklı’ya silah alımı için teslim ettikleri yaklaşık 8-10 kg. olan altınlardan hiçbir iz yoktur. Yakalanmalarda ve evlerde yapılan operasyonlarda ortaya çıkmamıştır.
Konuya ilişkin diğer bir ilginç nokta ise HDÖ örgütünün, kendi yapısının Adana Sorumlusu olan Ali Çakmaklı’yı ölümünden sonra hiçbir zaman anmamasıdır. Bu durum Ali Çakmaklı’nın (ki HDÖ Adana sorumlusu düzeyinde bir kişidir) HDÖ tarafından açıklanmayan bir nedenden dolayı kabullenilmediği, ölümü sonrasında da bu durumun değişmediği, bu tavrını da anmayarak gösterdiği şeklinde yorumlanmaktadır. Tüm şehitlerini,sıradan militanlarını düzenli olarak anan ve ölüm yıldönümlerinde yaptığı açıklamalarla sahiplenen HDÖ örgütünün, Ali Çakmaklı’ya karşı böylesi bir tavrının başka bir açıklaması olamaz.
Ali Çakmaklı, ölmeden önce HDÖ örgütü ile de sorun yaşamış olmalıdır. Ve bu sorunu boyutu Ali Çakmaklı’yı ölümünden sonra bile anılmasını ve sahiplenilmesini engelleyecek boyutta olmalıdır ki böyle bir tavra zemin oluşturabilmelidir.
Bu sorun nedir? Bu sorunun Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi ile bir ilişkisi var mıdır? Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin N.Rahuma’nın öldürülmesi ile bir ilişkisi var mıdır? Veya tam tersi, N. Rahuma’nın Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin ile bir ilişkisi var mıdır?
Tüm bu soruların yanıtlarının aranması gereken yer, o dönem HDÖ saflarında yer alan unsurlardır.
ACİL ÖRGÜTÜ, TARİHİNDE HİÇ KİMSEYİ POLİS İTHAMIYLA ÖLDÜRMEMİŞTİR.
1980 ve öncesi dönem şiddetin değişik biçimlerde egemen olduğu bir dönem olarak biçimlenmiştir. Karşıta karşı yoğunlaşan şiddet aynı zamanda içe dönükte kimi gelişmelere karşısında kullanılmaktan geri durulmayan bir yöntem olarak öne çıkmaktaydı. Daha devrimci mücadelenin ilk adımındaki kimi unsurlar ihanet ve polislik suçlamasıyla yaşamlarını vermiş ve bu türden suçlamalar yaygın bir şekilde ortalıkta dolaşır olmuştu. Böylesi dönemde diğer örgütlerin aksine dönemin Acil hareketi hiç kimseyi benzer bir itham nedeniyle ölümle cezalandırmamış hatta yönetici konumundaki bir şahsın polisle iş birliği noktasına gelen çözülmesi karşısında bile bu kararı alıp uygulama yolunu seçmemiştir.
Özellikle polislik gibi ispatı çok mümkün olmayan iddialar için öldürerek cezalandırma yerine teşhir etme, uzaklaştırma ve ilişik kesme gibi cezalar verilerek örgütsel yapı korunmaya ve hakkında şaibe bulunan unsurlar izole edilmeye çalışılmıştır. 80 öncesi süreçte böylesi bir cezai yatırım yolunu tercih etmeyen, insan unsuru azami ölçüde gözeten bir anlayışın, 80 sonrası süreçte bu anlayışının tersine bir tutumla Ali Çakmaklıyı öldürme karar alması, akla yatkın değildir. Acil hareketi süreçte aktif olduğu hiçbir dönemde hiç kimse için benzer bir suçlama ile ölüm kararı almamış ve dolayısıyla da uygulamamıştır.
Pek çok örgütün çok acımasızca ve pervasızca iç şiddete yöneldiği böylesi bir süreci, bir biçimde sendeleyen, örgütsel ilkeler dışında davranan insanlarına karşı şiddet kullanmadan atlatan bir yapının, bu prensibini 12 eylül gibi çok sıkıntılı ve başka kaçınılmazlıkların öne çıktığı bir zorlu süreçte, kullanma kararı vermesi mümkün değildir.
Acil hareketinin tarihine bakıldığında bu açıkça görülecektir
SON SÖZ
Son dönemler de bir düğmeye basılmış gibi birkaç insan bir tarihsel sürece saldırarak, insanların kafalarını bulandırmaya, yaşamlar pahasına yükseltilen bir hareketin tarihine saldırmaya başladılar. Siyasi ve örgütsel hiçbir kaygı ve sorumluluk taşımayan, işbirlikçi bu insanlar hemen her olayda gerçek dışı iddiaları seslendirerek bir yerlere bilgi taşımaya koyuldular. Yaşamlarını devrimci mücadeleye adamış, bedeller ödemiş insanlara karşı pervasız bir karalama kampanyasına giriştiler. Gerçekleri çarpıtarak, yalanlar uydurarak bir tarihsel süreci bilinçlerde yok etmeye çalışmaktadırlar. Devrimci mücadelede dik durmayı becerememiş bu insanların saldırıları, yalanları ve çamurları Acil hareketinin tarihsel gerçekliğini çarpıtmaya, kirletmeye yetmeyecektir. Kendine ve tarihine saygı duyan, şehitlerine karşı sorumluluk hisseden her unsur bu döküntülere karşı gerekli tavrı olacak ve tüm saldırıları boşa çıkartacaktır. Hiçbir gerçek çarpıtılarak yok edilemez. Tarih her zaman gerçeklerin ve onların savunucuların yanında yer almıştır. Bu kez de böyle olacaktır. İşbirlikçi ve satılmışların tüm çabaları sonuçsuz kalacaktır.
Ali Çakmaklı doğrusuyla ve yanlışlarıyla yaşamını devrimci mücadeleye vermiş, bölgede kimlikleşmiş devrimci bir unsur olarak tarihteki yerini alacaktır.
23 Eylül 2009
24 Eylül 1980 günü Ali Çakmaklı Adana da katledildi. Ali Çakmaklı katledildiğin de HDÖ Hareketi saflarındaydı. Acil hareketinden bir biçimde ayrı düşmüş, bir grup arkadaşıyla birlikte öldürülmesinden kısa bir süre önce HDÖ ile ilişkiye geçerek, bölgede sorumluklar üstlenmiştir.(HDÖ iddianamesinde HDÖ Adana sorumlusu olarak ismi geçmektedir.) HDÖ-ACİL ayrılığı 1978 yılında gerçekleştiğinde Ali Çakmaklı Acil saflarında karar kılmış ve mücadelesine devam etmiştir. 1979 yılı sonları veya 1980 yılı başlarında yerelden kaynaklı sorunlarla ilgili olarak Acil örgütlenmesiyle çelişkiler yaşamış ve sonrasında Acil hareketi dışında kalarak HDÖ hareketi ile birlikte tavır almıştır.
Ali Çakmaklı Adana da yükselen devrimci mücadele de ilk adımlarda yer almış ve sürecin gerektirdiği tüm görevlerden kaçmamış devrimci bir kimliktir. 1975-76 yıllarda yer aldığı devrimci mücadelede yaşamını yitirene kadar değişik konum ve görevler de mücadeleyi sürdürmüş ve Adana da yetişen hemen her Acilci de emeği olan bir insandır. Acil örgütü ile Adana bölgesinde bütünleşmiş, onlarca militanın ve sempatizanın örgüte katılmasına bir biçimde katkı sunmuş bir devrimcidir. Devrimci mücadelenin yükseliş dönemi yaşadığı 78-80 yılları arasında, Acil örgütünün Adana bölgesinde döneme denk düşen yükselişinde önemi yadsınamaz görevler üstlenmiştir. Ali Hoca ismi bölgede Acil Hareketi ile bütünleşmiş ve bu bütünleşme Acil örgütünün o dönemki yükselişinde manivela görevi görmüştür. Bu gerçek Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinden tam 29 yıl sonra bile olanca çıplaklığıyla kendini ortaya koymaktadır.
Aradan tam 29 yıl geçti. Bu gün bile Ali Çakmaklı’yı kimlerin neden öldürdüğü net olarak ortaya çıkmamış ve olay hakkında değişik spekülasyonlar söylenegelmiştir. İlk adımda altı çizilmesi gereken tespit, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin, kimin eylemi ve kararı olursa olsun, Acil Örgütünün Adana örgütlenmesine ciddi bir darbe vurduğu gerçeğidir. Bu eylem Adana da bir kırılma noktası yaratmış ve sonraki süreçte Acil örgütü Adana bölgesinde bir daha eski gücüne ve örgütlülüğüne kavuşamamıştır. Bu eylemi yapanlar veya kararını alanlar asıl darbeyi Acil örgütüne vurmuşlardır.
Ali Çakmaklı’nın kimler tarafından ve neden öldürüldüğü sorusu ve tartışması geçen bu kadar zamana rağmen hep süregelmiştir. Acil örgütünün bölgedeki direncinin kırılmasına neden olan bu cinayeti kim veya kimler, neden işlemişlerdir?
Olaya ilişkin yıllardır değişik iddialar ortaya atılmış, karalamaya dönük senaryolar seslendirilmiş ve bir arbede ortamı yaratılarak, asıl sorumluların ve nedenlerin ortaya çıkarılması bir biçimde engellenmiştir.
“Ali Çakmaklı’yı öldürme kararını alanlar, onu öldürenlerdir. Bu karar ne merkezi ne de bir yerel organ kararıdır. Kararı alanlar da uygulayanlar da aynı kişilerdi. Bu kararda başka kimsenin uzak yakın bir rolü yoktu.”(M.Ural)
Konuya ilişkin Acil örgütünün bilme noktasında ki ismi tarafından yapılan bu açıklama şu demektir; Ali Çakmalı’yı Acil örgütü öldürmedi ve daha ötesi bu bir siyasi eylem değil ve bireylerin kişisel refleksleriyle gerçekleştirilmiş bir cinayettir, demektir.
12 eylül sürecinde pek çok eylem açığa çıkarken ve eylemin sorumluları bir biçimde yargılanırken Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi eylemi bir türlü açığa çıkmamış ve bu eylemden sorumlu olarak hiç kimse yargılanmamış ve ceza almamıştır. Mehmet Kırbaç ismi, Ali Çakmaklının öldürülmesi sonrasında polisiye anlamda bir biçimde bu olaya karıştırılmış ise de, gerçeğin böyle olmadığını Adana da yaşayan yerel unsurların tamamı tarafından bilinir. Mehmet Kırbaç, Ali Çakmaklı’nın öldürüldüğü mahallede hemen herkes tarafından tanınan, sokağa girdiğinde dahi bilinen, olayın olduğu bakkalın sahibi Mehmet tarafından da tanınması muhtemel olan birisidir. Bölgede ciddi ve boyutlu hiçbir eylemde yer almamış, özelikle bu türden eylemlerde görevlendirilmeyecek nitelikte bir isimdir. O dönemde polis tarafından aranıyor olması ve polisin eylemi boşta bırakmama çabasıyla ortaya çıkmış bir isimdir. Olaya ilişkin yargılanmasındaki tavrı da bunu açıkça göstermektedir.
Daha sonraki süreçte polis benzer çabasını göstermiş, 1981 Haziran ayı yakalanmasında, bir örgüt evinde çıkan silahın Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi eyleminde kullanıldığını basına açıklamış ancak, yakalananlardan hiç birisi bu olaydan dolayı ne yargılanmış nede haklarında bir dava açılmıştır. Yakalanan silahın balistik incelemesin de dahi Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi çıkmamış, polis bu olayı tamamen kamuoyuna dönük olarak kullanmak istemiştir. Aksi halde böyle bir durumda, balistik inceleme de Ali Çakmaklı olayı yakalanan silahta çıkmış olsaydı, dava açılması ve yargılamalara Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi olayının da eklenmesi kaçınılmaz olurdu.
ALİ ÇAKMAKLI POLİS MİYDİ?
Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi üzerimden 29 yıl geçtikten sonra, konu hakkında yazı yazan, söz söyleyen hemen herkesin dokunmadığı bir konuyu burada açmak gerekir. Ali Çakmaklı, iddia edildiği gibi gerçekten polis miydi? Polis ile işbirliği yapmış mıydı? Bu iddiayı ortaya atanlar, bu gün bile polis diyebiliyorlar mı? Diyemiyorlarsa, Ali Çakmaklının iadeyi itibarı yapılması gerekmiyor mu?
Çok tartışılan “Karanlık Adam” ve “Neden Karanlık” yazılarının kimler tarafından yazıldığı, iddia sahiplerinin kimler olduğu ve bu iddiaları kimlerin kaleme aldığı, bu gün bile çok netlikler ortaya konulmuş değildir. Dönemim Adana sorumlusu ( Halil- Y.K);
“Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi olayı ile ilgisi olmadığını, öldürüldüğünü sonradan duyduğunu” söylüyor.
Örgütün Merkez Komitesi, bizim böyle bir kararımız yoktu, “Bu karar ne merkezi ne de bir yerel organ kararıdır,” diyor.
Bu açıklamalar sonrasında öncelikle tek bir şey netleşmektedir. Ali Çakmaklı, Acil örgütü tarafından öldürülmemiştir.
O zaman Ali Çakmaklı kimler tarafından ve neden öldürüldü?
Kimler Ali Çakmalı için polis dedi?
Ali Çakmaklı, Karanlık Adam bildirisinde hakkında polis olduğuna dair iddialarda bulunanlar tarafından mı öldürülmüştür, yoksa başka birileri tarafından mı öldürülmüştür?
Kuşkusuz, hakkında Karanlık Adam diye bildiri dağıtılmış ve tüm devrimci kamuoyuna polis diye açıklama yapılmış birisinin öldürülmesi durumunda akla gelen ilk şey, eylemin böylesi bir bildiriyi yazanlar tarafından yapılmış olduğudur. Doğal olarak Ali Çakmaklı öldürüldüğünde hemen herkes bu eylemin Acil örgütü tarafından yapılmış oluğu konusunda tartışmasız hemfikir oldu. Bunun üzerine, eylemin üstlenildiği “Neden Karanlık” bildirisi de eklenince, tarihsel olarak bu eylem Acil Hareketinin hanesine yazılmıştır.
Merkezi ve Yerel olarak kararı alınmamış bir eylemin Merkezi olarak üstlenilmesi
gibi bir yanlışlık yapılarak, kimin ne için işlediği bilinmeyen bir cinayetin tarihsel sorumluluğu altına girilmiştir.
Yaşanan dönemin özgünlüğü ile yapılan ve sonrası düşünülemeyen bu davranışın o dönemki sorumluları konuya ilişkin gerekli açıklamayı yapmalı ve Ali Çakmaklı’yı öldüren gerçek sorumluların ortaya çıkarılmasına katkı sağlamalıdır. Bu tarihsel bir yükümlülüktür.
ALİ ÇAKMAKLI VE HDÖ İLİŞKİSİ
HDÖ iddianamesinde Ali Çakmaklı’nın öldürülmeden önce HDÖ Adana sorumlusu olduğu ve bu sorumluk çerçevesinde Eylül ayı içerisinde İstanbul’dan Nebil Rahuma ve Melis Düvenci ile iki ayrı dönemde görüştüğü yer almaktadır. İddianamede geçen bu olay yaşayan canlı tanıklar tarafından da doğrulanmakta, Nebil Rahuma ile öldürüldüğü gün Adana da K.Katkat’ın ablasının evinde görüştüğü ifade edilmektedir. Ayrıca Melis Düvenci, Adana’ya ilk Eylül ayı başlarından N. Rahuma ile birlikte geldiklerinde, beraberlerin de bir kutu içerisinde altın getirdiklerini ve bu altınları silah alması için HDÖ Adana sorumlusu Ali Çakmaklı’ya verdiklerini söylemektedir. İkinci gelişlerinin ilk gelişlerinden 15 gün kadar sonra olduğunu, geliş amaçlarının da alınacak silahları teslim almak ve İstanbul’a götürmek olduğunu, ancak silahların alınmadığını gördüklerini ve kendisinin yalnız olarak İstanbul’a geri döndüğünü yine iddianamesinde söylemektedir. Yani Nebil Rahuma Melis Düvenci ile birlikte geldiği Adana da kalmıştır ve sonrasında da Ali Çakmaklı ile öldürüldüğü gün öğleden sonra (K.Katkat’ın ablasının evinde) görüşmüştür. Nebil Rahuma ile Ali Çakmaklı yalnız görüşmüştür. Görüşmeyi sağlayan kişi yan odada beklemiş ve görüşmenin içeriğini duymamıştır. Yaklaşık 45 dakika süren bu görüşme sonrasında ilkin N.Rahuma’nın evden ayrılmış arkasından Ali Çakmaklı yalnız olarak evi terk etmiştir. Ali Çakmaklı aynı günün akşamı saat 18-19 sularında, aynı mahalledeki kaldığı evin karşısındaki bakkalda, yoğurt almaya çıktığı bir sırada tek bir kişi tarafından, arkasından ve yakın mesafeden 3 yada 4 el ateş edilmek suretiyle öldürülmüştür. Ali Çakmaklı’ya ilişkin ulaşılan son bilgi bu kadardır.
Nebil Rahuma, 29 Eylül 1980 tarihinde İstanbul da, (HDÖ) arkadaşları tarafından öldürülmüştür. HDÖ Genel Komite üyesi ve İstanbul İl Komitesi üyesi olan Nebil Rahuma Adana dan döndükten hemen sonra kendi arkadaşları tarafından tutuklanarak bir evde sorgulanır. Olayın canlı tanıklarının bilgilerine göre öldürülmeden önce 3-yada 4 gün bir evde esir tutulur. Yani N. Rahuma Adana dönüşünün akabinde arkadaşları tarafından esir alınarak örgüte ihanet ile sorgulanır. 29 Eylül 1980 günü akşam saatlerinde Merter de bir arazide öldürülür. N.Rahuma’yı öldüren silah olaydan 6 gün sonra MHP Fatih ilçe binasında Davut Yüce’nin üzerinde yakalanır. N. Rahuma’yı yargılayan 5 kişiden 3 olaydan kısa bir süre sonra polisle ve asker ile girilen çatışmalar sonrasında öldürülür. Olay sonrasın da ve bugün de yaşayan iki kişi de, N.Rahuma’yı kendilerinin öldürmediğini ve kimin öldürdüğünü bilmediklerini söylemektedirler. Kimliği öldürüldükten hemen sonra tespit edilen ve nüfus kayıtlarından düşürülen N.Rahuma’nın cenazesi ailesine verilmez ve kimsesizler mezarlığında bilinmeyen bir yere defnedilir.
N.Rahuma’yı yargılayanlar onu hainlikle suçlarlar. Örgütün altınlarını bir başka örgüte vermekle itham ederler. (Diğer düzmece ithamlara burada değinmek bile gereksizdir.) Ve 12 Eylül darbe koşullarında, örgütün hemen bütün ilişkilerini bilen N.Rahuma’yı esir olarak tutmak güçleşince ve serbest bırakmanın da riski olduğu düşünülerek öldürürler.(Canlı tanıklarla yapılan görüşmeler sonrasında edinilen bilgidir.)
N.Rahuma ve M. Düvenci’nin Adana’ya götürdükleri ve Ali Çakmaklı’ya silah alımı için teslim ettikleri yaklaşık 8-10 kg. olan altınlardan hiçbir iz yoktur. Yakalanmalarda ve evlerde yapılan operasyonlarda ortaya çıkmamıştır.
Konuya ilişkin diğer bir ilginç nokta ise HDÖ örgütünün, kendi yapısının Adana Sorumlusu olan Ali Çakmaklı’yı ölümünden sonra hiçbir zaman anmamasıdır. Bu durum Ali Çakmaklı’nın (ki HDÖ Adana sorumlusu düzeyinde bir kişidir) HDÖ tarafından açıklanmayan bir nedenden dolayı kabullenilmediği, ölümü sonrasında da bu durumun değişmediği, bu tavrını da anmayarak gösterdiği şeklinde yorumlanmaktadır. Tüm şehitlerini,sıradan militanlarını düzenli olarak anan ve ölüm yıldönümlerinde yaptığı açıklamalarla sahiplenen HDÖ örgütünün, Ali Çakmaklı’ya karşı böylesi bir tavrının başka bir açıklaması olamaz.
Ali Çakmaklı, ölmeden önce HDÖ örgütü ile de sorun yaşamış olmalıdır. Ve bu sorunu boyutu Ali Çakmaklı’yı ölümünden sonra bile anılmasını ve sahiplenilmesini engelleyecek boyutta olmalıdır ki böyle bir tavra zemin oluşturabilmelidir.
Bu sorun nedir? Bu sorunun Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi ile bir ilişkisi var mıdır? Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin N.Rahuma’nın öldürülmesi ile bir ilişkisi var mıdır? Veya tam tersi, N. Rahuma’nın Ali Çakmaklı’nın öldürülmesinin ile bir ilişkisi var mıdır?
Tüm bu soruların yanıtlarının aranması gereken yer, o dönem HDÖ saflarında yer alan unsurlardır.
ACİL ÖRGÜTÜ, TARİHİNDE HİÇ KİMSEYİ POLİS İTHAMIYLA ÖLDÜRMEMİŞTİR.
1980 ve öncesi dönem şiddetin değişik biçimlerde egemen olduğu bir dönem olarak biçimlenmiştir. Karşıta karşı yoğunlaşan şiddet aynı zamanda içe dönükte kimi gelişmelere karşısında kullanılmaktan geri durulmayan bir yöntem olarak öne çıkmaktaydı. Daha devrimci mücadelenin ilk adımındaki kimi unsurlar ihanet ve polislik suçlamasıyla yaşamlarını vermiş ve bu türden suçlamalar yaygın bir şekilde ortalıkta dolaşır olmuştu. Böylesi dönemde diğer örgütlerin aksine dönemin Acil hareketi hiç kimseyi benzer bir itham nedeniyle ölümle cezalandırmamış hatta yönetici konumundaki bir şahsın polisle iş birliği noktasına gelen çözülmesi karşısında bile bu kararı alıp uygulama yolunu seçmemiştir.
Özellikle polislik gibi ispatı çok mümkün olmayan iddialar için öldürerek cezalandırma yerine teşhir etme, uzaklaştırma ve ilişik kesme gibi cezalar verilerek örgütsel yapı korunmaya ve hakkında şaibe bulunan unsurlar izole edilmeye çalışılmıştır. 80 öncesi süreçte böylesi bir cezai yatırım yolunu tercih etmeyen, insan unsuru azami ölçüde gözeten bir anlayışın, 80 sonrası süreçte bu anlayışının tersine bir tutumla Ali Çakmaklıyı öldürme karar alması, akla yatkın değildir. Acil hareketi süreçte aktif olduğu hiçbir dönemde hiç kimse için benzer bir suçlama ile ölüm kararı almamış ve dolayısıyla da uygulamamıştır.
Pek çok örgütün çok acımasızca ve pervasızca iç şiddete yöneldiği böylesi bir süreci, bir biçimde sendeleyen, örgütsel ilkeler dışında davranan insanlarına karşı şiddet kullanmadan atlatan bir yapının, bu prensibini 12 eylül gibi çok sıkıntılı ve başka kaçınılmazlıkların öne çıktığı bir zorlu süreçte, kullanma kararı vermesi mümkün değildir.
Acil hareketinin tarihine bakıldığında bu açıkça görülecektir
SON SÖZ
Son dönemler de bir düğmeye basılmış gibi birkaç insan bir tarihsel sürece saldırarak, insanların kafalarını bulandırmaya, yaşamlar pahasına yükseltilen bir hareketin tarihine saldırmaya başladılar. Siyasi ve örgütsel hiçbir kaygı ve sorumluluk taşımayan, işbirlikçi bu insanlar hemen her olayda gerçek dışı iddiaları seslendirerek bir yerlere bilgi taşımaya koyuldular. Yaşamlarını devrimci mücadeleye adamış, bedeller ödemiş insanlara karşı pervasız bir karalama kampanyasına giriştiler. Gerçekleri çarpıtarak, yalanlar uydurarak bir tarihsel süreci bilinçlerde yok etmeye çalışmaktadırlar. Devrimci mücadelede dik durmayı becerememiş bu insanların saldırıları, yalanları ve çamurları Acil hareketinin tarihsel gerçekliğini çarpıtmaya, kirletmeye yetmeyecektir. Kendine ve tarihine saygı duyan, şehitlerine karşı sorumluluk hisseden her unsur bu döküntülere karşı gerekli tavrı olacak ve tüm saldırıları boşa çıkartacaktır. Hiçbir gerçek çarpıtılarak yok edilemez. Tarih her zaman gerçeklerin ve onların savunucuların yanında yer almıştır. Bu kez de böyle olacaktır. İşbirlikçi ve satılmışların tüm çabaları sonuçsuz kalacaktır.
Ali Çakmaklı doğrusuyla ve yanlışlarıyla yaşamını devrimci mücadeleye vermiş, bölgede kimlikleşmiş devrimci bir unsur olarak tarihteki yerini alacaktır.
Solda Diyalog Yanlışı
Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com
Soldaki diyalog yanlışlığına son vermek için, diyalog sözcüğü üzerine fikirlerimi yazmak istiyorum. Bu konu üzerine durmamın iki özelliği vardır. Birincisi, çok kullanılan ama anlamı yanlış olarak bilinen bir diyalog sözcüğü var. İkincisi, diyalog sözcüğünün, yine, son derece yanlış bir biçimde, ”tartışma” sözcüğü ile eş anlamda kullanılıyor olmasıdır.
Bu kavram karmaşasına son vermek ve bunları kullanılır hale getirmek için en çok biz, aydınlara gorevler düşmektedir. Zamanıdır. Artık zamanıdır; kavram karmaşıklığına son vermenin; doğru olarak kullanılmayan bazı kavramları tersine çevirip, onları doğru tanımlamanın zamanıdır. Bu yolda yanlız olmadığımı görüyorum. Örnek olsun değerli Yener Orkunoğlu’da uzun süredir kavramlar üzerine kafa yoruyor; ulus, ulusçuluk, devlet, demokrasi gibi kavramları tekrar masaya yatırıp onları yeniden sorguluyor, tarif ediyor. Orkunoğlu’nun tüm analiz ve tariflerine katılmazsam dahi, yaptığı aydınca ve sorumluca çalışmalardır. Aydın olmak, devrimci aydın olmak bence budur. İşte bir örnek:
Yener Orkunoğlu, ”İrrsayonel Politika”(*) başlıklı yazısının bir yerinde, ”diyalog” ile ”çatışma” sözcükleri üzerine durup; diyalog sözcüğünün anlamına dair kısa ipuçlarını da veriyor: ”Diyalog, birlikte düşünme ve birlikte gerçeği aramayı gerektirir. Birbirini gerçekten seven iki insanın arasında diyalog vardır. Diyalog özgürlük bilincinin ve erdemliğin ürünüdür. Diyalog sevgi işidir. Siyasal yaşamda da diyalogun anlamı aynıdır: Çıkarları ortak olanların birlikte düşünme ve birlikte gerçeği aramaları diyalogu gerektirir.” diyor. Gerçekten katılmamak mümkün değil. Türkiye’de, Türkiye sosyalistleri arasında uzun süredir devam eden bir diyalog eksikliği vardır. Buna diyalog yanlışlığı demek daha doğru olur. Yanlışlık, aslında, diyalog sözcüğünün yanlış anlaşılmasından kaynaklanıyor. Kavramlar da yanlış anlaşılınca; çok renkli ve dilli Anadolu coğrafyasında, ”eşitlik” ve ”dayanışmayı” sağlayacak, geliştirici bir konuşma modeli yani diyalogu yaratılamıyor.
Yanlışlık devam ediyor; solda diyalog yanlışlığı devam ediyor…Devam ediyor ama sosyalizmi savunanlar, eşitlik, ortaklık ve özgürlük uğruna mücadele edenler, var olan ”diyalog” yanlışından bir an önce kurtulmanın metod ve yollarını da bulmaları gerekir. İşte üzerinde durulması gereken can alıcı nokta budur. Birinci noktadır. İkinci noktaya devam edeceğim ama devam etmeden önce, izniniz ile, bir parentez açmak istiyorum:
Ben, sosyalizmi savunuyorum. Sosyalist Anadolu Cumhuriyetler Birliği’nden yanayım. Yıllardır bunun için uğraş veriyorum. Açıkçası bunun için yaşıyorum. Bu yolda yaşamanın ve yürümenin, “yaşamların en güzeli” olduğuna inanıyorum. Ama bu yolda yürüyen yalnız ben değilim; başka yoldaşların da olduğunu kabûl etmek gerekiyor. Onların da “eşitlik, ortaklık ve özgürlük” için yürüdüklerini hesaba katmak gerekiyor. Direkt yazıyorum; onları hesaba katmadan ve onlarla kalıcı bir diyaloga geçmeden, hedefe ulaşmanın zorluğunu da biliyorum.
Devam ediyorum. İkinci nokta, çok renkliliğin coğrafyasında – Anadolu’da – devrim için yürüyüş, çeşitlilik arzedecektir. Bu, Anadolu halkları için bir zenginliktir! Bu zengin yürüyüşte; kapitalizme, tekellere, emperyalizme, sömürgeciliğe, ırkçılığa, şovenizme...karşı mücadele edenlerle açık ve kalıcı bir diyalog gerektiriyor. Bu, zorunludur. Zira hedefe ulaşmanın yolu bizlerden başka yoldaşların da olduğunu ve olacağını kabûl etmekten geçiyor. Bu bir. İkincisi, kabûl etmek olumludur ama yeterli değildir. Önemli olan soldaki diyalog eksikliğini ve yanlışlığını gidermek için uğraş vermek ve buna aracı olacak konuşma modelini bulmaktır.
Yukarda da yazıldı: Türkiye’de diyalog sözcüğü hep yanlış anlaşılmıştır. Büyük bir kesim diyalogun ya “geçici bir günlük konuşma” olduğunu sanıyor; ya da “ölüm” veya “anma günlerinde” bir arada olmak olarak algılıyor / algılanıyor. Doğru değildir. Diyalog, başka bir şeydir; diyalogun daha sonuç verici bir anlam ve işlevi vardır.
Diyalog, belirli bir hedef ve amaç için “süreklileşen” bir konuşmadır. Bu bağlamda diyalog, konuşmanın konuşması oluyor. Bu bağlamda diyalog, birlikte iş yapmanın iletişim aracı oluyor.
Hatırlatmakta yarar var, diyalog (dialogos), Sokrates ve Platon döneminde pedagojik ve felsefik olarak geliştirilen bir kavramdır. Bu kavram, karşılıklı bir iletişimi ve anlayışı yaratmanın metodu olarak kullanılmıştır.
Ama Türkiye’de, nedense, bu kavram hep yanlış anlaşıldı, yanlış anlaşılıyor. Zamanıdır, var olan diyalog eksikliğini ve yanlışlığını gidermenin zamanıdır. Birinci noktadır.
İkincisi, Türkiye’de diyalog sözcüğü “tartışma” sözcüğü ile karıştırılmış ve ne yazık ki, iki farklı kavram birbirinin yerini almıştır.Bu da doğal olarak karşılıklı konuşmanın yolu, daha baştan ”tartışma” sözcüğü ile tıkanmış oluyor. Bunu da düzeltmek gerekiyor.
Diyalog, insanlar, örgütler arasında eşitlik ve dayanışmayı sağlaması gereken bir komünikasyon türüdür. Burada amaç, belirli bir hedefe varmak için karşılıklı bir anlayış ve iletişim tarzını yaratmaktır. Oysa ki, tartışma ayrıdır. Ayrı bir konudur.
Diyalog, tartışma değildir. Diyalog, birlikte iş yapmanın yolunu sağlayan ve bunu süreklileştiren bir konuşma modeli oluyor. Bu konuşma modelinin değerleri vardır: Karşılıklı olarak birbirinin bağımsızlığına saygı gösterme, birbirlerinin deneyimlerinden yararlanma, güven, dayanışma, eşitlik, saygı, bir arada olma yeteneğine sahip olma, duygudaşlık (empati) ve geleceği kurmanın merakı gibi değerler, diyaloğun değerleri arasına giriyor. Bu değerleri içeren bir konuşma modeli, birlikte iş yapmanın ve kurmanın yolu ve yol pusulası oluyor.
Amacımız bellidir: Eşitlik, ortaklık ve özgürlük yoluna hizmet veren, bir diyalog tarzı ve anlayışı yaratmaktır.
Kavramları yeniden sorgulamamızın nedeni budur.
Amacımız, soldaki diyalog yanlışlığına son vermektir.
Amacımız, Sosyalist Anadolu Cumhuriyeti’ni kurmak için doğru bir diyalog anlayışı başlatmaktır.
---------------------
(*) Yener Orkunoğlu: İr-rasyonal Politika. Ortakça sitesi. 16 Eylül 2009
link: http://ortaklikicin.blogspot.com/2009/09/irrasyonal-politika.html
Web adres: www.ortaklikicin.blogspot.com
faizce@hotmail.com
Soldaki diyalog yanlışlığına son vermek için, diyalog sözcüğü üzerine fikirlerimi yazmak istiyorum. Bu konu üzerine durmamın iki özelliği vardır. Birincisi, çok kullanılan ama anlamı yanlış olarak bilinen bir diyalog sözcüğü var. İkincisi, diyalog sözcüğünün, yine, son derece yanlış bir biçimde, ”tartışma” sözcüğü ile eş anlamda kullanılıyor olmasıdır.
Bu kavram karmaşasına son vermek ve bunları kullanılır hale getirmek için en çok biz, aydınlara gorevler düşmektedir. Zamanıdır. Artık zamanıdır; kavram karmaşıklığına son vermenin; doğru olarak kullanılmayan bazı kavramları tersine çevirip, onları doğru tanımlamanın zamanıdır. Bu yolda yanlız olmadığımı görüyorum. Örnek olsun değerli Yener Orkunoğlu’da uzun süredir kavramlar üzerine kafa yoruyor; ulus, ulusçuluk, devlet, demokrasi gibi kavramları tekrar masaya yatırıp onları yeniden sorguluyor, tarif ediyor. Orkunoğlu’nun tüm analiz ve tariflerine katılmazsam dahi, yaptığı aydınca ve sorumluca çalışmalardır. Aydın olmak, devrimci aydın olmak bence budur. İşte bir örnek:
Yener Orkunoğlu, ”İrrsayonel Politika”(*) başlıklı yazısının bir yerinde, ”diyalog” ile ”çatışma” sözcükleri üzerine durup; diyalog sözcüğünün anlamına dair kısa ipuçlarını da veriyor: ”Diyalog, birlikte düşünme ve birlikte gerçeği aramayı gerektirir. Birbirini gerçekten seven iki insanın arasında diyalog vardır. Diyalog özgürlük bilincinin ve erdemliğin ürünüdür. Diyalog sevgi işidir. Siyasal yaşamda da diyalogun anlamı aynıdır: Çıkarları ortak olanların birlikte düşünme ve birlikte gerçeği aramaları diyalogu gerektirir.” diyor. Gerçekten katılmamak mümkün değil. Türkiye’de, Türkiye sosyalistleri arasında uzun süredir devam eden bir diyalog eksikliği vardır. Buna diyalog yanlışlığı demek daha doğru olur. Yanlışlık, aslında, diyalog sözcüğünün yanlış anlaşılmasından kaynaklanıyor. Kavramlar da yanlış anlaşılınca; çok renkli ve dilli Anadolu coğrafyasında, ”eşitlik” ve ”dayanışmayı” sağlayacak, geliştirici bir konuşma modeli yani diyalogu yaratılamıyor.
Yanlışlık devam ediyor; solda diyalog yanlışlığı devam ediyor…Devam ediyor ama sosyalizmi savunanlar, eşitlik, ortaklık ve özgürlük uğruna mücadele edenler, var olan ”diyalog” yanlışından bir an önce kurtulmanın metod ve yollarını da bulmaları gerekir. İşte üzerinde durulması gereken can alıcı nokta budur. Birinci noktadır. İkinci noktaya devam edeceğim ama devam etmeden önce, izniniz ile, bir parentez açmak istiyorum:
Ben, sosyalizmi savunuyorum. Sosyalist Anadolu Cumhuriyetler Birliği’nden yanayım. Yıllardır bunun için uğraş veriyorum. Açıkçası bunun için yaşıyorum. Bu yolda yaşamanın ve yürümenin, “yaşamların en güzeli” olduğuna inanıyorum. Ama bu yolda yürüyen yalnız ben değilim; başka yoldaşların da olduğunu kabûl etmek gerekiyor. Onların da “eşitlik, ortaklık ve özgürlük” için yürüdüklerini hesaba katmak gerekiyor. Direkt yazıyorum; onları hesaba katmadan ve onlarla kalıcı bir diyaloga geçmeden, hedefe ulaşmanın zorluğunu da biliyorum.
Devam ediyorum. İkinci nokta, çok renkliliğin coğrafyasında – Anadolu’da – devrim için yürüyüş, çeşitlilik arzedecektir. Bu, Anadolu halkları için bir zenginliktir! Bu zengin yürüyüşte; kapitalizme, tekellere, emperyalizme, sömürgeciliğe, ırkçılığa, şovenizme...karşı mücadele edenlerle açık ve kalıcı bir diyalog gerektiriyor. Bu, zorunludur. Zira hedefe ulaşmanın yolu bizlerden başka yoldaşların da olduğunu ve olacağını kabûl etmekten geçiyor. Bu bir. İkincisi, kabûl etmek olumludur ama yeterli değildir. Önemli olan soldaki diyalog eksikliğini ve yanlışlığını gidermek için uğraş vermek ve buna aracı olacak konuşma modelini bulmaktır.
Yukarda da yazıldı: Türkiye’de diyalog sözcüğü hep yanlış anlaşılmıştır. Büyük bir kesim diyalogun ya “geçici bir günlük konuşma” olduğunu sanıyor; ya da “ölüm” veya “anma günlerinde” bir arada olmak olarak algılıyor / algılanıyor. Doğru değildir. Diyalog, başka bir şeydir; diyalogun daha sonuç verici bir anlam ve işlevi vardır.
Diyalog, belirli bir hedef ve amaç için “süreklileşen” bir konuşmadır. Bu bağlamda diyalog, konuşmanın konuşması oluyor. Bu bağlamda diyalog, birlikte iş yapmanın iletişim aracı oluyor.
Hatırlatmakta yarar var, diyalog (dialogos), Sokrates ve Platon döneminde pedagojik ve felsefik olarak geliştirilen bir kavramdır. Bu kavram, karşılıklı bir iletişimi ve anlayışı yaratmanın metodu olarak kullanılmıştır.
Ama Türkiye’de, nedense, bu kavram hep yanlış anlaşıldı, yanlış anlaşılıyor. Zamanıdır, var olan diyalog eksikliğini ve yanlışlığını gidermenin zamanıdır. Birinci noktadır.
İkincisi, Türkiye’de diyalog sözcüğü “tartışma” sözcüğü ile karıştırılmış ve ne yazık ki, iki farklı kavram birbirinin yerini almıştır.Bu da doğal olarak karşılıklı konuşmanın yolu, daha baştan ”tartışma” sözcüğü ile tıkanmış oluyor. Bunu da düzeltmek gerekiyor.
Diyalog, insanlar, örgütler arasında eşitlik ve dayanışmayı sağlaması gereken bir komünikasyon türüdür. Burada amaç, belirli bir hedefe varmak için karşılıklı bir anlayış ve iletişim tarzını yaratmaktır. Oysa ki, tartışma ayrıdır. Ayrı bir konudur.
Diyalog, tartışma değildir. Diyalog, birlikte iş yapmanın yolunu sağlayan ve bunu süreklileştiren bir konuşma modeli oluyor. Bu konuşma modelinin değerleri vardır: Karşılıklı olarak birbirinin bağımsızlığına saygı gösterme, birbirlerinin deneyimlerinden yararlanma, güven, dayanışma, eşitlik, saygı, bir arada olma yeteneğine sahip olma, duygudaşlık (empati) ve geleceği kurmanın merakı gibi değerler, diyaloğun değerleri arasına giriyor. Bu değerleri içeren bir konuşma modeli, birlikte iş yapmanın ve kurmanın yolu ve yol pusulası oluyor.
Amacımız bellidir: Eşitlik, ortaklık ve özgürlük yoluna hizmet veren, bir diyalog tarzı ve anlayışı yaratmaktır.
Kavramları yeniden sorgulamamızın nedeni budur.
Amacımız, soldaki diyalog yanlışlığına son vermektir.
Amacımız, Sosyalist Anadolu Cumhuriyeti’ni kurmak için doğru bir diyalog anlayışı başlatmaktır.
---------------------
(*) Yener Orkunoğlu: İr-rasyonal Politika. Ortakça sitesi. 16 Eylül 2009
link: http://ortaklikicin.blogspot.com/2009/09/irrasyonal-politika.html
Web adres: www.ortaklikicin.blogspot.com
23 Eylül 2009 Çarşamba
DÖNÜŞÜM ve DİRENENLER
Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com
Türkiye’deki baskıcı oligarşik sistemin dönüşümünü zorunlu hale getiren
iki neden vardır. 1. Dış koşullar; 2. İç koşullar.
Dış koşulların etkisi ikilidir: Birincisi, 1990’lı yıllardan sonra
dünyada çok şeyler değişti. Sermayenin küreselleşmesi son 10 yılda daha
da hızlandı. Bu durum, küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre devletlerin
iç siyasal ve toplumsal yeniden örgütlenmelerini zorunlu kılmaktadır;
İkincisi, Iraktan çekilmeyi planlayan ABD yönetimi, Ortadoğu’da
Türkiye’ye taşaronluk görevi vermeyi amaçlıyor. Ama bunun için
Türkiye’nin kendi içindeki sorunları halletmesini ‘istemektedir’.
İç koşullar hakkında ise söylenecek çok şeyler var. Ancak bir kaç
noktaya değinmekle yetineceğim.
Devlet ile PKK arasında yaklaşık 30 yıl süren bir savaş var. Çözüme
götürmeyen savaşın acı sonuçları gözler önünde. T.C devleti PKK’yi yok
edebilmek için her yolu denedi ve hala denemektedir. Öyle bir durum
yaşanıyor ki, hem yönetenler hem de yönetilenler durumdan hoşnut
değiller.
Dönüşümün zorunluluğu artık yaygın bir kabul görüyor. Faşizan
eğilimleri olan ve gücünü kısmen kooperatizmden alan sistem artık
herkesin gözlerinin önünde fiilen çözülmüştür. Tutucu liberaller dahi
dönüşümü kabul etmenin , Kürt sorununu çözmenin zorunluluğunu
görmektedirler.
Ancak Türkiye’de demokratik dönüşümün olmasına direnenler var. 1930’lu
yılların kafasında olan bu kesim son zamanlarda umutsuzca da olsa
direnişini daha da artırmıştır ve artıracaktır.
***
Demokratik dönüşüme direneceklerin başında, askeri bürokrasi
gelmektedir. Bu savaşta 400 milyar dolar harcanmış ve 30 binden fazla
insan yaşamını kaybetmiştir. Kendi imtiyazlarını kaybetme korkusuyla
yaşana askeri bürokrasi, ‘irrasyonal politikası’ nedeniyle bu durumu
görebilecek durumda değildir. İmtiyazları kaybetme korkusu, rasyonal
politikayı devre dışı bırakmış gözükmektedir. Askeri bürokrasi, ancak
kendi imtiyazlarına dokunmayan bir ‘değişimden’ yana olabilir.
Türkiye devletinin en büyük sorunu, kendini irrasyonalizmden
kurtaramamış olmasıdır. Bu nedenle rasyonal bir analiz yapmaktan
yoksundur. Bu nedenle PKK’yi gerçekten analiz etmekten yoksundur. PKK,
‘terörist’ örgüt, PKK gerillalar ıda ‘aldatılmış gençler’ olarak
değerlendirilmektedir. Sorun böçyle yaklaşan bir mantığın açılımının
nasıl olabileceğine artık siz karar verin.
30 yıldır süren bir sorunun, bir kaç ayda çözülebileceğini umut etmek,
kendini aldatmaktır. Siyasal dönüşüm sorunu, güç sorunudur. Türkiye’de
deverimci ve demokrat güçler, örgütlü olarak aktiv bir şekilde toplumun
demokratikleşmesini gerçekleştirmedikçe, kısa vadade çözüm
beklenilmemelidir.
Demokratik bilinç ve demokratik kurumlar öyle birden bire oluşmuyor.
Avrupa bunun için yüzyıllarını verdi. Ama tarihde öyle dönemler vardır
ki, bir yıl içinde on yıllar boyunca elde edilemeyen gelişme ve
başarılar olabilir. Ama böyle bir durum, bir tarafta hedefte ve
amaçlarda net olmayı, diğer tarafta düşünsel, politik ve örgütsel
hazırlığı gerektirmektedir. Türkiye’de devrimci ve demokratik güçleri
büyük sorumluluklar beklemektedir.
y.orkunoglu@googlemail.com
Türkiye’deki baskıcı oligarşik sistemin dönüşümünü zorunlu hale getiren
iki neden vardır. 1. Dış koşullar; 2. İç koşullar.
Dış koşulların etkisi ikilidir: Birincisi, 1990’lı yıllardan sonra
dünyada çok şeyler değişti. Sermayenin küreselleşmesi son 10 yılda daha
da hızlandı. Bu durum, küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre devletlerin
iç siyasal ve toplumsal yeniden örgütlenmelerini zorunlu kılmaktadır;
İkincisi, Iraktan çekilmeyi planlayan ABD yönetimi, Ortadoğu’da
Türkiye’ye taşaronluk görevi vermeyi amaçlıyor. Ama bunun için
Türkiye’nin kendi içindeki sorunları halletmesini ‘istemektedir’.
İç koşullar hakkında ise söylenecek çok şeyler var. Ancak bir kaç
noktaya değinmekle yetineceğim.
Devlet ile PKK arasında yaklaşık 30 yıl süren bir savaş var. Çözüme
götürmeyen savaşın acı sonuçları gözler önünde. T.C devleti PKK’yi yok
edebilmek için her yolu denedi ve hala denemektedir. Öyle bir durum
yaşanıyor ki, hem yönetenler hem de yönetilenler durumdan hoşnut
değiller.
Dönüşümün zorunluluğu artık yaygın bir kabul görüyor. Faşizan
eğilimleri olan ve gücünü kısmen kooperatizmden alan sistem artık
herkesin gözlerinin önünde fiilen çözülmüştür. Tutucu liberaller dahi
dönüşümü kabul etmenin , Kürt sorununu çözmenin zorunluluğunu
görmektedirler.
Ancak Türkiye’de demokratik dönüşümün olmasına direnenler var. 1930’lu
yılların kafasında olan bu kesim son zamanlarda umutsuzca da olsa
direnişini daha da artırmıştır ve artıracaktır.
***
Demokratik dönüşüme direneceklerin başında, askeri bürokrasi
gelmektedir. Bu savaşta 400 milyar dolar harcanmış ve 30 binden fazla
insan yaşamını kaybetmiştir. Kendi imtiyazlarını kaybetme korkusuyla
yaşana askeri bürokrasi, ‘irrasyonal politikası’ nedeniyle bu durumu
görebilecek durumda değildir. İmtiyazları kaybetme korkusu, rasyonal
politikayı devre dışı bırakmış gözükmektedir. Askeri bürokrasi, ancak
kendi imtiyazlarına dokunmayan bir ‘değişimden’ yana olabilir.
Türkiye devletinin en büyük sorunu, kendini irrasyonalizmden
kurtaramamış olmasıdır. Bu nedenle rasyonal bir analiz yapmaktan
yoksundur. Bu nedenle PKK’yi gerçekten analiz etmekten yoksundur. PKK,
‘terörist’ örgüt, PKK gerillalar ıda ‘aldatılmış gençler’ olarak
değerlendirilmektedir. Sorun böçyle yaklaşan bir mantığın açılımının
nasıl olabileceğine artık siz karar verin.
30 yıldır süren bir sorunun, bir kaç ayda çözülebileceğini umut etmek,
kendini aldatmaktır. Siyasal dönüşüm sorunu, güç sorunudur. Türkiye’de
deverimci ve demokrat güçler, örgütlü olarak aktiv bir şekilde toplumun
demokratikleşmesini gerçekleştirmedikçe, kısa vadade çözüm
beklenilmemelidir.
Demokratik bilinç ve demokratik kurumlar öyle birden bire oluşmuyor.
Avrupa bunun için yüzyıllarını verdi. Ama tarihde öyle dönemler vardır
ki, bir yıl içinde on yıllar boyunca elde edilemeyen gelişme ve
başarılar olabilir. Ama böyle bir durum, bir tarafta hedefte ve
amaçlarda net olmayı, diğer tarafta düşünsel, politik ve örgütsel
hazırlığı gerektirmektedir. Türkiye’de devrimci ve demokratik güçleri
büyük sorumluluklar beklemektedir.
22 Eylül 2009 Salı
ORTAK ÜLKEMİZ
Mihrac Ural
21 Eylül 2009
Değerli Hikmet Acun,
İletinizi okudum. Ellerinize sağlık. Emek vermiş "Ortak ülkemiz" söylemini eleştirmişsiniz. Dil kurgularınızdan aldığım önceki mesajların imgemde oluşturduğu algıyı alt üst eden bu eleştirinize ne deyeyim bilemiyorum.
Acaba, “Out of Afrika” teorisine göre, ilk anamızın "Afrikalı Havva" (Milford
Wolpoff, Wilson) olduğu, ilk yaşam enerjimiz olan anneden gelen mitokondrilerin izi takip edilerek tespit edildiği varsayımına bağlı olarak kendimizi Afrikan saymamız mı gerekecek dersem nasıl karşılarsınız. Bununla da kalmayıp, bu gün bizi anne diye sahiplenen kadına hakkımızı ödemek için emzirdiği sütün iki katını bir bidon süt vererek ödeyip, Ataana olan Afrikalı Havva anayı mı arayalım.
Tabiî ki ne biri ne de ötekisi.
Dil kurgunuzda termolojik bir karışıklık var gibi. Genetik olanla coğrafi-kültürel yaşam alanı olarak “Ortak Ülkemiz” sözümü hangi kıstasla aynı ölçekle ölçüyorsunuz doğrusu bilmiyorum. Siyasal mücadelenin gentik verilerle yürümeyeceğini ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım.
Siyasi mücadelemin ülke algıları ise her zaman sınırlarla çatışmalı oldu. Hele hele orta-doğu coğrafyası sınırlarının suniliğini tarih algılarıyla olduğu kadar bire bir yaşamın içinden de iliklerine kadar acısını bilen biri olarak.
Ayrıca, şahıs olarak bana hitap ettiğiniz için belirteyim. Bu toprakların en kadim komünist hareketlerinden biri de “Liva İskenderun Komünist Partisi”dir. Bu hareketin oluşumunda yer alan çevrem ve hocam M. Ali Zerka gibi Arap aleminin önemli düşün insanlarından yeterli komünal feyzler aldığım kanısındayım; fazlasının zararını hala bedel olarak onurla ödüyorum da. Bu geleneğin fikir mirasçılarından biri olmaktan da gururluyum. Zindan ve sürmekte olan sürgün yıllarımda bu medresede diz çürütüp durdum naçizane.
Ama bana gençlik yıllarımı değil de bugün drek sorarsanız, dünyayı algılama ve değiştirme açısından bağlı olduğum bu medresenin 19 ve 20.yy daki siyasal önermeleriyle aramda ciddi mesafelerin doğduğunu dile getireceğim.
İletinizde vurguladığınız birçok kavram benim için tartışmalıdır. Zorlama hallerindesiniz gibi geliyor, söyleminiz. İlk selde yıkılacak kağıttın bir şatoyu dere yatağında kurmuş gibisiniz. Bence bu kaygan zeminden, aynı coğrafyada kalarak, aynı yöntemlerle ve hatta araçlarla ayaklarımızın yere iyice basacağı yüksek bir yerde binalarımızı kurmalıyız. Sözüm muğlak değil. Kendimi anlatmaya çalıştığımı varsayın. Dil kurgularıyla ilgilisiniz bunu bir bakışta bileceksiniz.
Bu girişten sonra Ortak ülkemiz kavramından çıkarılması gereken şey, bir kimlik aidiyetidir. Siz bunu yer küremiz diye okuyun, ya da evren diye. Ben tevazu gösteriyorum ve ilgili olabileceğim ölçekleri, olası siyasal etki alanıma, gerçekçi yaşam alanıma ait ölçüleri kullanıyorum. İddiası altından kalkamayacağım büyük taşları taşıma gibi gençlik yıllarıma ait deneyleri geride bıraktım.
Sizin yaklaşımınıza ait “verili insanı yıkıp yeni insan için” büyük evrim birikimlerinin ürünü ve doğanın kendi iç evriminin sonucu olabilecek önermeleri hemen şimdi çözülmesi gereken bir sorun olarak algılanmasını gerçekçi bulmuyorum. Doğanın eğitilmesinden söz ettiğim çok oluyor, bunun bir sonucu olarak da insanın evriminden söz ediyorum. Bunların belli nesnel zeminler üzerinde irade dışı süreçlerin birikimleriyle olgunlaşarak dengeli bir değişime yöneleceği kanaatlerimi ayakları yere basan önermeler olarak dile de getiriyorum (Kadınların doğum sorunu gibi). Bu noktada ayrıca, biyolojik genden bağımsız olarak, düşüncenin kendine özgün genleri olduğunu bunun insanlığın kültürel gelişimi anlamında kültür-gen (benim uydurmam) miras yoluyla da biriktiğini ve doğanın eğitilmesinde önemli olduğunu belirteceğim. Devrimciliğimi, yeniyi yakalama, dönüşümü gerçekleştirme eylemi olarak belirliyor, öznel etkimi de bu çerçevede algılıyorum. Darbe değil, tarihsel geri dönüşü olmayacak birikimler üzerindeki devrimden söz ediyorum. Bunun içindeki öznel öğenin rolünden söz ediyorum. Bu açıdan aceleci değilim.
İddialarım, belli bir coğrafyada yaşayan (kıta sahanlığım diyebileceğim) insanların tamamlanmamış siyasal haklarının kazanımıyla ilgili olduğu için “Ortak Ülkemiz” söylemini önemli buluyorum. Özellikle de ortak ülkemizde özgürlük için çırpınan Kürt halkının mücadelesi hepimiz adına hala bir şeyler yapmaya çalışırken bunu daha çok önemsiyorum.
Uzun bir zamandan beri, yazılarımda bunu kullanıyorum. Birimizin değil hepimizin olan bu ülke diyorum. Bu ülkede eşitler olarak yaşamak için siyasal mücadele veren, doğal toprakları tarihte ilk kez yaşama, tarıma açarak buraları anavatana çeviren insanların gelecek kuşaklara miras bıraktıkları ve bizim de aynı yolla, gelecek kuşaklara ait bir emanet olarak korumamız gereken bir ortak ülkeden söz ediyorum. Gelecek kuşakların ortak ülkesinin yeryüzünün her köşesi ve evren olacağının bilincinde olarak bu belirlemeyi yapıyorum. Gerçekten altından kalkabileceğimiz hedeflerle ilgili pratik değeri olan bir söylemle kendimi sınırlıyorum. Çok sevmeme ve bağlı olmama rağmen felsefe yapmıyorum.
Bu günün görevlerini yarın için yararlı olma yönünde, felsefi algılarımın rotasından çıkmadan ayakları yere basar hale getiriyorum.
Bu ülke birimizin olduğunu sananlara karşı yükümlenmem gereken siyasal görevler adına, bu ülke birimizin değil, hepimizindir bunu birbirimize kanıtlamakla yükümlüyüz, bu ülke ortak ülkemizdir diyorum
Bu noktada ben bu günün insanı ve bu gün önüme çıkan sorunların çözümü için kendi jargonumu oluşturarak belirlemeler yapıyorum. Yarın için öngörülerim ise sizden çok farklı gibi.
Aynı medreseden geliyor olabiliriz. Çok ortak noktamızda olabilir. Ama bu günkü algılarım, mensup olduğum medresenin siyasal tespitlerinden çok farklı bir yerde, dünyayı yorumlayıp değiştirme noktasına gelmiştir diyeceğim.
Yeni bir küresel uygarlığa doğru gidişin olduğunu, yeni bir üretim tarzının küresel üretim tarzı olacağını belirliyorum. Bu Toplumsal mülkiyette kendini ifade eden bir sistem değildir diyorum. Küresel üretim uygarlığı, piyasada uçuşan küreselleşmeyle da en ciddi mücadeleyi yürüten bir uygarlık olduğunu belirteceğim; feodalizmin bağrından kapitalizmin doğuşu ve o kesitte verdiği mücadele gibi. Emperyalist küreselleşmenin gerici ve tarihi doldurmuş kapitalist sistemi korumak için başvurulan bir siyasal davranış olarak ortaya koyduğu reflekse karşı, küresel üretim uygarlığı insanlığı yeni ve bir üst örgütlenmeyle götürmekte olduğunu, kendine özgü mülkiyet ilişkisi kadar kendine özgü insanı ve insan ilişkilerini oluşturduğunu dile getireceğim. Marksist söylemdeki yabancılaşma algılarının aksine, yabancılaşmanın evrensel ölçeklerde gerçek anlamda devrimci bir rol oynadığını, bilginin evrensel dönüşümünde ve birikimlerinde bunun tecelli ettiğini ve bunun küresel üretimin en önemli verisi olduğunu belirteceğim.
Benim algıladığım küreselleşme yeni bir uygarlıktır, küresel üretim uygarlığıdır. Bu günkü haliyle küresel üretim uygarlığı, dün kapitalizmin feodal kralların kanatları altında büyümesi gibi, kapitalist tekelci güçlerin kanatları altında büyüse de galip gelecek olan ve egemen olması muhkem olan bir uygarlıktır. Sanal üretimin, artık üretimin temel bir öncülü olduğu dünyada küresel üretimin bu ilk verilerinden bile farklı bir üretim tarzına doğru gidişi yakalamak zor olmayacaktır.
Benim devrimcilik algım tam bu noktada belirginleşiyor. Çok somut ve çok gerçekçi, bu gün için ve yarına taşınabilir bir işlevi olan devrimciliktir. Hayallerle ilgili değil. Bu noktada devrim çok daha geniş bir alanla ilgidir. Bir iktidar algısından çok, tarihsel geri dönüşü olmayan bütünsel ve dengeli bir dönüşümün evrim sürecindeki irili ufaklı dönüşümleri olduğu kadar sonuçtaki büyük dönüşümünü de içerir. Doğru yöne gidişte aşılan her engel bu devrim sürecinin bir parçası olarak gerçekleşir. Bir bilgisayar iletiş ağının, PTT ye karşı yaptığı geri dönüşü olmayan devrim gibi. Motorun, eski tarihin tüm ulaşım etkinliklerine karşı yaptığı devrim gibi.
Bu noktada mülkiyet konunda da çok farklı düşündüğümü belirtmeliyim. Mülkiyetin tarihi toplumsal mülkiyete gidişe işaret etmiyor diyeceğim. Tersine, daha çok ufalarak parçalanan, daha yaygınlaşan bir mülkiyet tarzına gidişi söz konusudur. Ancak böyle olmasına karşın toplumsal sonuçları da ters orantılı olarak bir o kadar büyüyen bir ufalmadır. Bilim ve tekniğin yarattığı objektif veriler bunu göstermeye yeterlidir.
Kapitalizmle birlikte nasıl ki feodal büyük toprak mülkiyeti, feodaller için artık taşınmaz bir boyun bağı olduysa, kapitalist mülkiyette taşınmayacak bir yük haline gelmektedir. Küresel üretim uygarlığının mülkiyet ilişkisi, küçük alan ve yaygın mülkiyet koşullarında dev fabrikaların ürettiğinden daha çok üretebilecek ve olumlu toplumsal sonuçları daha da büyüyecektir.
Bu açıdan toplumsal mülkiyet beklentimizin tarihsel olarak mümkün olmadığı sonucuna varıyorum. Toplumsal mülkiyetin üretici güçleri gürbüzce geliştireceği tezi, “köleci üretim tarzı en gelişmiş üretim tarzıdır” demek kadar gerçekten uzak olduğunu belirteceğim. Böylesi nesnel temelden kopuk iddiaların dere yatağında ilk sel sularıyla çökecek kağıttan şatolar olduğuna da yakın tarihlerde ki tanıklığımızı kanıt olarak göstereceğim. Kimse, tarihin tanık olduğu en aydın önderlerin en kapsamlı kültürel birikimlerle mücehhez liderlerin hayata geçirme iddiasında oldukları sosyalizmden daha ileri bir uygulama yapılabileceğini sanmasın. Sorun ne uygulamada nede yetersizlikte. Sorun tarihsel birikim ve olgunlaşmaların yetersizliğinde olduğu kadar, toplum projesini o toplumun hiçbir verisi ortaya çıkmadan uydurmaktandır; “sosyalizm sosyalistin kurduğu şey” değildir.
Tarihsel gelişim itibariyle bölünüp parçalanan mülkiyet gerçek devrimci yenilenmenin aracıdır. Kölecilik insan dahil topraklar üzerindeki mülkiyetle, feodalizm büyük topraklar, kapitaliz üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle kendini bilerler. Tartışmalı bir toplum tarih çizelgesi olsa da mülkiyetin bu toplumlardaki artan parçalanma ufalma yönelimini göstermeye yeterlidir. Tersi bir durum öznel algılarda olsa da nesnel varlıklar arasında yer edinmeyecektir; gelecek, “toplumsal mülkiyet” lehine değildir, toplumsal etkisi çok daha yoğun ufalmış mülkiyete lehinedir. Ulusu ulusçular, sosyalizmi sosyalistler kendi beyinlerinin zindanında üretebilir ama gerçekte bu olmayacaktır.
19.yy Marksist toplum tahlillerinin siyasal sonuçları arasında yer alan toplumsal mülkiyetin gerçekçi olmadığına inanıyorum. Böyle bir adımın Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan tecrübesiyle tarihe gömüldüğü kanaatindeyim. Bu algı devrimciliğimizin daha sağlıklı bir yere oturmasını getirdi. Umutlarımızı yıkmadı gerçekleşebilir önermelerimizin ikamesine güç verdi.
Kestirmeden eksik kalan bir noktayı belirteyim. O da, ihmal edilmemesi gereken sınıf mücadelesinin devrimci bir mücadele olmadığı, sınıf mücadelesinin geçmişi ve bugünüyle reformist bir mücadele olmaktan ileri gitmediğini belirteceğim. Son makalelerimden birinde yazdığım şu aktarım kanaatlerimi net olarak ortaya koyabilir sanırım.
“Materyalist felsefe ilkelerinin diyalektik yöntemiyle de düşündüğümüzde göreceğiz ki, tarihinin tüm verilerini sınıf mücadelesi açısından bir araya getirdiğimizde bu mücadele sistemin içindeki bir reformist düzenlemeden ileri gidememiştir. Yeni bir uygarlığı, yeni bir üretim tarzını ortaya koyamamıştır. Köleci Spartaküs isyanları bu yüzden Roma kapıları önünde durmuş, Munzer hareketi feodal karlık karşısında sonuç alamamış, çağdaş tarihin hiçbir ülkesinde sınıf mücadeleleri yeni bir uygarlık kuramamıştır. Doğu Avrupa sosyalist ülkelerin ve sosyalist sistemin ortaya koyduğu tabloda bu gerçek bir kez daha tekrar etmiştir.
Köleci sistemi köleler yıkamadı, feodalizmi onlar kuramadı. Feodalizmi köylüler (serfler) yıkamadı kapitalizmi onlar kurmadı. Dünyadaki tüm sendikal sınıf mücadelesine dönüp bakın, komünist partilere ve onların sınıf mücadelelerine dönüp bakın, Komünternden sosyalist enternasyonale tümünde sınıf mücadelesinin gelip dayandığı yer Spartaküs’ün gelip dayandığı yer olmuştur. Başkası da olamazdı.
Devrimden, darbeyi, isyanı, ayaklanmayı değil de geri dönüşü mümkün olmayan yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir mülkiyet ilişkisiyle tanımlanan sosyal bir sistem, yeni bir uygarlığı anlıyorsak sınıf mücadelesinin reformist bir mücadele olduğunu anlamamız zor olmayacaktır. Tarihin tüm verileri sınıf mücadelesinin devrimci olmadığını reformist olduğunu göstermektedir. Bu aralar sürekli tekrar ediyorum: Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken bir reformist mücadeledir.
Devrim ise darbe değil, bir tarihsel dönüşümdür. Nesnel verilerin olgunluğuyla gerçekleşen büyük dönüşümdür, geri dönüşü mümkün olmayan; internet iletişiminden, bildiğimiz PTT iletişimine geri dönülmesinin mümkün olmaması gibidir. Nitelikçe dönüşümdür devrim, objektif koşulların olgunluğu sonucu üst yapının dönüştürülmesinde öznel iradenin oynadığı ebelik rolüdür. Darbecilik ve devrimcilik arasındaki ayrım budur. Biz mücadelemizi devrimci bir mücadele olarak belirlerken bu kıstasları temel aldık.
Toplumsal sistemin temel bir sınıfı, o sistemle var olduğu gibi, o sistemle birlikte yok olacaktır. Bu yüzden parçası olduğu sistemi yok etmesi mümkün değildir. Sistemle doğan bir sınıfın düşünce sınırları o sistemin sınırlarıdır. Daha ilerisi daha farklı sınıf, kitle, topluluk vb unsurlara aittir. Tersini düşünmek, materyalizme de diyalektiğe de aykırıdır; nesnel varlıkların bilince yansıması temel sınıflarından biri olduğu toplumu, aynı sınıfın yıkamayacağıdır. Bu yüzden ezen ve ezilen sınıflar bir biçimde ekonomik ya da siyasal örgütlerinin yönlendiriciliğinde mensup oldukları sistemi, daha rasyonel çalıştırmanın yollarına gelip dayanmaktadırlar. Bu da çok doğaldır. Bunun nedeni ne sarı sendikacılıktır ne de teslimiyetçi komünist particiliktir.
Bu nedenle gerçek devrimciliği sınıf mücadelesine endeksli kılmak, demokrasi dahil gerçekçi yeni uygarlıkların önünü tıkamaktır, onları reformculuğa mahkum etmektir; bu hiçbir zaman sınıf mücadelesini inkar ya da ihmal etme anlamına gelmemelidir. Ancak bu mücadele her şeyi açıklayan bir mücadele değildir.
Devrimler tarihsel ve geri dönüşü olmayan devrimler olarak kavranmadıkça, devrimlerin yeni bir uygarlığı yani yeni bir toplumsal üretim sistemi, üretim ilişki ve mülkiyet ilişkilerini nitelik farklılıklarıyla kurması mümkün değildir. Bu durumda devrim bir darbe olacaktır ve bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle geldiği gibi (doğu Avrupa ülkelerindeki örnekte olduğu gibi) yine bir gece ansızın gerisin geriye geldiği koşullara dönmeye mahkum olacaktır.” (Mihrac Ural, Dicle Haber Ajansıyla (DİHA)röportaj 6 Ağustos 2009)
İşte bu yönelimlerimin, tüm sınırları yok edecek küresel üretim uygarlığının kendi alanımdaki mücadele platformu olarak “ortak ülkemiz”den söz ediyorum. Bunu da hiçte çelişkili görmüyorum. Şapkadan da çıksa demokrasinin bu sürecin açılımı için çok önemli bir geçiş köprüsü olduğunu düşünüyorum.
En özgür en gelişmiş demokrasi yeni uygarlığın kapılarını açacak bir araçtır diyorum. Tarihin yönelimini tespit etmek ve buna göre tutum takınarak tarihle çatışmaya düşmemenin yolu buradan geçiyor diye vurguluyorum. Bu ister ortak ülkemiz açısından tamamlanmamış demokratik görevlerin tamamlanması anlamında olsun, isterse bildik burjuva demokrasisinin sınırlarını çok zorlayan ve ileri bir yeniden yapılanmaya yönelimin nüveleri sayılabilecek demokrasi birikimleri içinde de gereklidir.
Dolaysıyla,
Ortak ülke söylemim bu günümün siyasal yükümlülüklerimi belirlemesi açısından anlamlıdır. Birleştiricidir de. Kiminle birleştiricidir denseniz “şapkadan çıkan” tüm demokrasi güçleriyle diyeceğim.
Batı kadar doğu felsefe disiplinlerini takip ediyorum. Ömrü on yılı geçmeden sönen felsefelerin bol ezberli tilmizlerinin baskısı altında zaten solun musalla taşındaki mevta halini hepimiz biliyoruz. Orijinalitemize dönmek, ortak ülkemizde ortak değerlerimizi oluşturmak ve bunu yukarıda belirlediğim genel insanlık kazanımı süreçlerine bir manivela olarak katmak için mücadele etmek gerekiyor.
Felsefe disiplinlerinin, tek boyutlu özü-biçimi aynı olan bir ürünü haline gelme kaygısı taşımıyorum. Tarihin hiçbir felsefesi önermelerini hayata geçirememiştir. Tersine hayata geçen nesnel verileriyle kendini ortaya koyan varlıklara uydurmaya çalışmış onu yönlendirmek için yeniden kurgulanmıştır. Tekrarla diyeceğim o ki, ulus ulusçunun kafasında oluşmuyor, sosyalizm de sosyalistin kafasında oluşmuyor. Nesnesi olmayanın öznesi olmaz diyorum. Gelecek toplum ve insan kurgularımızın gerekçelerini felsefede bulmaya çalışmak olmayacak duaya amin demektir. Felsefe gerçeği bulmada bir yöntem olarak yararlı olsa da siyasal, toplumsal kurgularda hep hayalci olmuştur. Gerçeğe götürecek yöntem, gerçeğin üzerinde yararlıdır, gerçeği ötekileştirdiğimiz an elimizde gerçekleşebilir hiçbir şey kalmayacaktır.
Ortak ülkemiz deyimi benim nesnem, gerçeğim. Bunu seslendiriyorum. Gelecek kuşakların yeryüzünü, halefleri de evreni seslendireceğini biliyorum. Dünyayı algılayıp, öznel etkimizle değiştirmek için her şeyin gerçek olması gerektiği açıktır. Marksist felsefenin bu ilkesine sıkı sıkıya sadakat gösteriyorum.
21 Eylül 2009
Değerli Hikmet Acun,
İletinizi okudum. Ellerinize sağlık. Emek vermiş "Ortak ülkemiz" söylemini eleştirmişsiniz. Dil kurgularınızdan aldığım önceki mesajların imgemde oluşturduğu algıyı alt üst eden bu eleştirinize ne deyeyim bilemiyorum.
Acaba, “Out of Afrika” teorisine göre, ilk anamızın "Afrikalı Havva" (Milford
Wolpoff, Wilson) olduğu, ilk yaşam enerjimiz olan anneden gelen mitokondrilerin izi takip edilerek tespit edildiği varsayımına bağlı olarak kendimizi Afrikan saymamız mı gerekecek dersem nasıl karşılarsınız. Bununla da kalmayıp, bu gün bizi anne diye sahiplenen kadına hakkımızı ödemek için emzirdiği sütün iki katını bir bidon süt vererek ödeyip, Ataana olan Afrikalı Havva anayı mı arayalım.
Tabiî ki ne biri ne de ötekisi.
Dil kurgunuzda termolojik bir karışıklık var gibi. Genetik olanla coğrafi-kültürel yaşam alanı olarak “Ortak Ülkemiz” sözümü hangi kıstasla aynı ölçekle ölçüyorsunuz doğrusu bilmiyorum. Siyasal mücadelenin gentik verilerle yürümeyeceğini ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım.
Siyasi mücadelemin ülke algıları ise her zaman sınırlarla çatışmalı oldu. Hele hele orta-doğu coğrafyası sınırlarının suniliğini tarih algılarıyla olduğu kadar bire bir yaşamın içinden de iliklerine kadar acısını bilen biri olarak.
Ayrıca, şahıs olarak bana hitap ettiğiniz için belirteyim. Bu toprakların en kadim komünist hareketlerinden biri de “Liva İskenderun Komünist Partisi”dir. Bu hareketin oluşumunda yer alan çevrem ve hocam M. Ali Zerka gibi Arap aleminin önemli düşün insanlarından yeterli komünal feyzler aldığım kanısındayım; fazlasının zararını hala bedel olarak onurla ödüyorum da. Bu geleneğin fikir mirasçılarından biri olmaktan da gururluyum. Zindan ve sürmekte olan sürgün yıllarımda bu medresede diz çürütüp durdum naçizane.
Ama bana gençlik yıllarımı değil de bugün drek sorarsanız, dünyayı algılama ve değiştirme açısından bağlı olduğum bu medresenin 19 ve 20.yy daki siyasal önermeleriyle aramda ciddi mesafelerin doğduğunu dile getireceğim.
İletinizde vurguladığınız birçok kavram benim için tartışmalıdır. Zorlama hallerindesiniz gibi geliyor, söyleminiz. İlk selde yıkılacak kağıttın bir şatoyu dere yatağında kurmuş gibisiniz. Bence bu kaygan zeminden, aynı coğrafyada kalarak, aynı yöntemlerle ve hatta araçlarla ayaklarımızın yere iyice basacağı yüksek bir yerde binalarımızı kurmalıyız. Sözüm muğlak değil. Kendimi anlatmaya çalıştığımı varsayın. Dil kurgularıyla ilgilisiniz bunu bir bakışta bileceksiniz.
Bu girişten sonra Ortak ülkemiz kavramından çıkarılması gereken şey, bir kimlik aidiyetidir. Siz bunu yer küremiz diye okuyun, ya da evren diye. Ben tevazu gösteriyorum ve ilgili olabileceğim ölçekleri, olası siyasal etki alanıma, gerçekçi yaşam alanıma ait ölçüleri kullanıyorum. İddiası altından kalkamayacağım büyük taşları taşıma gibi gençlik yıllarıma ait deneyleri geride bıraktım.
Sizin yaklaşımınıza ait “verili insanı yıkıp yeni insan için” büyük evrim birikimlerinin ürünü ve doğanın kendi iç evriminin sonucu olabilecek önermeleri hemen şimdi çözülmesi gereken bir sorun olarak algılanmasını gerçekçi bulmuyorum. Doğanın eğitilmesinden söz ettiğim çok oluyor, bunun bir sonucu olarak da insanın evriminden söz ediyorum. Bunların belli nesnel zeminler üzerinde irade dışı süreçlerin birikimleriyle olgunlaşarak dengeli bir değişime yöneleceği kanaatlerimi ayakları yere basan önermeler olarak dile de getiriyorum (Kadınların doğum sorunu gibi). Bu noktada ayrıca, biyolojik genden bağımsız olarak, düşüncenin kendine özgün genleri olduğunu bunun insanlığın kültürel gelişimi anlamında kültür-gen (benim uydurmam) miras yoluyla da biriktiğini ve doğanın eğitilmesinde önemli olduğunu belirteceğim. Devrimciliğimi, yeniyi yakalama, dönüşümü gerçekleştirme eylemi olarak belirliyor, öznel etkimi de bu çerçevede algılıyorum. Darbe değil, tarihsel geri dönüşü olmayacak birikimler üzerindeki devrimden söz ediyorum. Bunun içindeki öznel öğenin rolünden söz ediyorum. Bu açıdan aceleci değilim.
İddialarım, belli bir coğrafyada yaşayan (kıta sahanlığım diyebileceğim) insanların tamamlanmamış siyasal haklarının kazanımıyla ilgili olduğu için “Ortak Ülkemiz” söylemini önemli buluyorum. Özellikle de ortak ülkemizde özgürlük için çırpınan Kürt halkının mücadelesi hepimiz adına hala bir şeyler yapmaya çalışırken bunu daha çok önemsiyorum.
Uzun bir zamandan beri, yazılarımda bunu kullanıyorum. Birimizin değil hepimizin olan bu ülke diyorum. Bu ülkede eşitler olarak yaşamak için siyasal mücadele veren, doğal toprakları tarihte ilk kez yaşama, tarıma açarak buraları anavatana çeviren insanların gelecek kuşaklara miras bıraktıkları ve bizim de aynı yolla, gelecek kuşaklara ait bir emanet olarak korumamız gereken bir ortak ülkeden söz ediyorum. Gelecek kuşakların ortak ülkesinin yeryüzünün her köşesi ve evren olacağının bilincinde olarak bu belirlemeyi yapıyorum. Gerçekten altından kalkabileceğimiz hedeflerle ilgili pratik değeri olan bir söylemle kendimi sınırlıyorum. Çok sevmeme ve bağlı olmama rağmen felsefe yapmıyorum.
Bu günün görevlerini yarın için yararlı olma yönünde, felsefi algılarımın rotasından çıkmadan ayakları yere basar hale getiriyorum.
Bu ülke birimizin olduğunu sananlara karşı yükümlenmem gereken siyasal görevler adına, bu ülke birimizin değil, hepimizindir bunu birbirimize kanıtlamakla yükümlüyüz, bu ülke ortak ülkemizdir diyorum
Bu noktada ben bu günün insanı ve bu gün önüme çıkan sorunların çözümü için kendi jargonumu oluşturarak belirlemeler yapıyorum. Yarın için öngörülerim ise sizden çok farklı gibi.
Aynı medreseden geliyor olabiliriz. Çok ortak noktamızda olabilir. Ama bu günkü algılarım, mensup olduğum medresenin siyasal tespitlerinden çok farklı bir yerde, dünyayı yorumlayıp değiştirme noktasına gelmiştir diyeceğim.
Yeni bir küresel uygarlığa doğru gidişin olduğunu, yeni bir üretim tarzının küresel üretim tarzı olacağını belirliyorum. Bu Toplumsal mülkiyette kendini ifade eden bir sistem değildir diyorum. Küresel üretim uygarlığı, piyasada uçuşan küreselleşmeyle da en ciddi mücadeleyi yürüten bir uygarlık olduğunu belirteceğim; feodalizmin bağrından kapitalizmin doğuşu ve o kesitte verdiği mücadele gibi. Emperyalist küreselleşmenin gerici ve tarihi doldurmuş kapitalist sistemi korumak için başvurulan bir siyasal davranış olarak ortaya koyduğu reflekse karşı, küresel üretim uygarlığı insanlığı yeni ve bir üst örgütlenmeyle götürmekte olduğunu, kendine özgü mülkiyet ilişkisi kadar kendine özgü insanı ve insan ilişkilerini oluşturduğunu dile getireceğim. Marksist söylemdeki yabancılaşma algılarının aksine, yabancılaşmanın evrensel ölçeklerde gerçek anlamda devrimci bir rol oynadığını, bilginin evrensel dönüşümünde ve birikimlerinde bunun tecelli ettiğini ve bunun küresel üretimin en önemli verisi olduğunu belirteceğim.
Benim algıladığım küreselleşme yeni bir uygarlıktır, küresel üretim uygarlığıdır. Bu günkü haliyle küresel üretim uygarlığı, dün kapitalizmin feodal kralların kanatları altında büyümesi gibi, kapitalist tekelci güçlerin kanatları altında büyüse de galip gelecek olan ve egemen olması muhkem olan bir uygarlıktır. Sanal üretimin, artık üretimin temel bir öncülü olduğu dünyada küresel üretimin bu ilk verilerinden bile farklı bir üretim tarzına doğru gidişi yakalamak zor olmayacaktır.
Benim devrimcilik algım tam bu noktada belirginleşiyor. Çok somut ve çok gerçekçi, bu gün için ve yarına taşınabilir bir işlevi olan devrimciliktir. Hayallerle ilgili değil. Bu noktada devrim çok daha geniş bir alanla ilgidir. Bir iktidar algısından çok, tarihsel geri dönüşü olmayan bütünsel ve dengeli bir dönüşümün evrim sürecindeki irili ufaklı dönüşümleri olduğu kadar sonuçtaki büyük dönüşümünü de içerir. Doğru yöne gidişte aşılan her engel bu devrim sürecinin bir parçası olarak gerçekleşir. Bir bilgisayar iletiş ağının, PTT ye karşı yaptığı geri dönüşü olmayan devrim gibi. Motorun, eski tarihin tüm ulaşım etkinliklerine karşı yaptığı devrim gibi.
Bu noktada mülkiyet konunda da çok farklı düşündüğümü belirtmeliyim. Mülkiyetin tarihi toplumsal mülkiyete gidişe işaret etmiyor diyeceğim. Tersine, daha çok ufalarak parçalanan, daha yaygınlaşan bir mülkiyet tarzına gidişi söz konusudur. Ancak böyle olmasına karşın toplumsal sonuçları da ters orantılı olarak bir o kadar büyüyen bir ufalmadır. Bilim ve tekniğin yarattığı objektif veriler bunu göstermeye yeterlidir.
Kapitalizmle birlikte nasıl ki feodal büyük toprak mülkiyeti, feodaller için artık taşınmaz bir boyun bağı olduysa, kapitalist mülkiyette taşınmayacak bir yük haline gelmektedir. Küresel üretim uygarlığının mülkiyet ilişkisi, küçük alan ve yaygın mülkiyet koşullarında dev fabrikaların ürettiğinden daha çok üretebilecek ve olumlu toplumsal sonuçları daha da büyüyecektir.
Bu açıdan toplumsal mülkiyet beklentimizin tarihsel olarak mümkün olmadığı sonucuna varıyorum. Toplumsal mülkiyetin üretici güçleri gürbüzce geliştireceği tezi, “köleci üretim tarzı en gelişmiş üretim tarzıdır” demek kadar gerçekten uzak olduğunu belirteceğim. Böylesi nesnel temelden kopuk iddiaların dere yatağında ilk sel sularıyla çökecek kağıttan şatolar olduğuna da yakın tarihlerde ki tanıklığımızı kanıt olarak göstereceğim. Kimse, tarihin tanık olduğu en aydın önderlerin en kapsamlı kültürel birikimlerle mücehhez liderlerin hayata geçirme iddiasında oldukları sosyalizmden daha ileri bir uygulama yapılabileceğini sanmasın. Sorun ne uygulamada nede yetersizlikte. Sorun tarihsel birikim ve olgunlaşmaların yetersizliğinde olduğu kadar, toplum projesini o toplumun hiçbir verisi ortaya çıkmadan uydurmaktandır; “sosyalizm sosyalistin kurduğu şey” değildir.
Tarihsel gelişim itibariyle bölünüp parçalanan mülkiyet gerçek devrimci yenilenmenin aracıdır. Kölecilik insan dahil topraklar üzerindeki mülkiyetle, feodalizm büyük topraklar, kapitaliz üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle kendini bilerler. Tartışmalı bir toplum tarih çizelgesi olsa da mülkiyetin bu toplumlardaki artan parçalanma ufalma yönelimini göstermeye yeterlidir. Tersi bir durum öznel algılarda olsa da nesnel varlıklar arasında yer edinmeyecektir; gelecek, “toplumsal mülkiyet” lehine değildir, toplumsal etkisi çok daha yoğun ufalmış mülkiyete lehinedir. Ulusu ulusçular, sosyalizmi sosyalistler kendi beyinlerinin zindanında üretebilir ama gerçekte bu olmayacaktır.
19.yy Marksist toplum tahlillerinin siyasal sonuçları arasında yer alan toplumsal mülkiyetin gerçekçi olmadığına inanıyorum. Böyle bir adımın Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan tecrübesiyle tarihe gömüldüğü kanaatindeyim. Bu algı devrimciliğimizin daha sağlıklı bir yere oturmasını getirdi. Umutlarımızı yıkmadı gerçekleşebilir önermelerimizin ikamesine güç verdi.
Kestirmeden eksik kalan bir noktayı belirteyim. O da, ihmal edilmemesi gereken sınıf mücadelesinin devrimci bir mücadele olmadığı, sınıf mücadelesinin geçmişi ve bugünüyle reformist bir mücadele olmaktan ileri gitmediğini belirteceğim. Son makalelerimden birinde yazdığım şu aktarım kanaatlerimi net olarak ortaya koyabilir sanırım.
“Materyalist felsefe ilkelerinin diyalektik yöntemiyle de düşündüğümüzde göreceğiz ki, tarihinin tüm verilerini sınıf mücadelesi açısından bir araya getirdiğimizde bu mücadele sistemin içindeki bir reformist düzenlemeden ileri gidememiştir. Yeni bir uygarlığı, yeni bir üretim tarzını ortaya koyamamıştır. Köleci Spartaküs isyanları bu yüzden Roma kapıları önünde durmuş, Munzer hareketi feodal karlık karşısında sonuç alamamış, çağdaş tarihin hiçbir ülkesinde sınıf mücadeleleri yeni bir uygarlık kuramamıştır. Doğu Avrupa sosyalist ülkelerin ve sosyalist sistemin ortaya koyduğu tabloda bu gerçek bir kez daha tekrar etmiştir.
Köleci sistemi köleler yıkamadı, feodalizmi onlar kuramadı. Feodalizmi köylüler (serfler) yıkamadı kapitalizmi onlar kurmadı. Dünyadaki tüm sendikal sınıf mücadelesine dönüp bakın, komünist partilere ve onların sınıf mücadelelerine dönüp bakın, Komünternden sosyalist enternasyonale tümünde sınıf mücadelesinin gelip dayandığı yer Spartaküs’ün gelip dayandığı yer olmuştur. Başkası da olamazdı.
Devrimden, darbeyi, isyanı, ayaklanmayı değil de geri dönüşü mümkün olmayan yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir mülkiyet ilişkisiyle tanımlanan sosyal bir sistem, yeni bir uygarlığı anlıyorsak sınıf mücadelesinin reformist bir mücadele olduğunu anlamamız zor olmayacaktır. Tarihin tüm verileri sınıf mücadelesinin devrimci olmadığını reformist olduğunu göstermektedir. Bu aralar sürekli tekrar ediyorum: Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken bir reformist mücadeledir.
Devrim ise darbe değil, bir tarihsel dönüşümdür. Nesnel verilerin olgunluğuyla gerçekleşen büyük dönüşümdür, geri dönüşü mümkün olmayan; internet iletişiminden, bildiğimiz PTT iletişimine geri dönülmesinin mümkün olmaması gibidir. Nitelikçe dönüşümdür devrim, objektif koşulların olgunluğu sonucu üst yapının dönüştürülmesinde öznel iradenin oynadığı ebelik rolüdür. Darbecilik ve devrimcilik arasındaki ayrım budur. Biz mücadelemizi devrimci bir mücadele olarak belirlerken bu kıstasları temel aldık.
Toplumsal sistemin temel bir sınıfı, o sistemle var olduğu gibi, o sistemle birlikte yok olacaktır. Bu yüzden parçası olduğu sistemi yok etmesi mümkün değildir. Sistemle doğan bir sınıfın düşünce sınırları o sistemin sınırlarıdır. Daha ilerisi daha farklı sınıf, kitle, topluluk vb unsurlara aittir. Tersini düşünmek, materyalizme de diyalektiğe de aykırıdır; nesnel varlıkların bilince yansıması temel sınıflarından biri olduğu toplumu, aynı sınıfın yıkamayacağıdır. Bu yüzden ezen ve ezilen sınıflar bir biçimde ekonomik ya da siyasal örgütlerinin yönlendiriciliğinde mensup oldukları sistemi, daha rasyonel çalıştırmanın yollarına gelip dayanmaktadırlar. Bu da çok doğaldır. Bunun nedeni ne sarı sendikacılıktır ne de teslimiyetçi komünist particiliktir.
Bu nedenle gerçek devrimciliği sınıf mücadelesine endeksli kılmak, demokrasi dahil gerçekçi yeni uygarlıkların önünü tıkamaktır, onları reformculuğa mahkum etmektir; bu hiçbir zaman sınıf mücadelesini inkar ya da ihmal etme anlamına gelmemelidir. Ancak bu mücadele her şeyi açıklayan bir mücadele değildir.
Devrimler tarihsel ve geri dönüşü olmayan devrimler olarak kavranmadıkça, devrimlerin yeni bir uygarlığı yani yeni bir toplumsal üretim sistemi, üretim ilişki ve mülkiyet ilişkilerini nitelik farklılıklarıyla kurması mümkün değildir. Bu durumda devrim bir darbe olacaktır ve bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle geldiği gibi (doğu Avrupa ülkelerindeki örnekte olduğu gibi) yine bir gece ansızın gerisin geriye geldiği koşullara dönmeye mahkum olacaktır.” (Mihrac Ural, Dicle Haber Ajansıyla (DİHA)röportaj 6 Ağustos 2009)
İşte bu yönelimlerimin, tüm sınırları yok edecek küresel üretim uygarlığının kendi alanımdaki mücadele platformu olarak “ortak ülkemiz”den söz ediyorum. Bunu da hiçte çelişkili görmüyorum. Şapkadan da çıksa demokrasinin bu sürecin açılımı için çok önemli bir geçiş köprüsü olduğunu düşünüyorum.
En özgür en gelişmiş demokrasi yeni uygarlığın kapılarını açacak bir araçtır diyorum. Tarihin yönelimini tespit etmek ve buna göre tutum takınarak tarihle çatışmaya düşmemenin yolu buradan geçiyor diye vurguluyorum. Bu ister ortak ülkemiz açısından tamamlanmamış demokratik görevlerin tamamlanması anlamında olsun, isterse bildik burjuva demokrasisinin sınırlarını çok zorlayan ve ileri bir yeniden yapılanmaya yönelimin nüveleri sayılabilecek demokrasi birikimleri içinde de gereklidir.
Dolaysıyla,
Ortak ülke söylemim bu günümün siyasal yükümlülüklerimi belirlemesi açısından anlamlıdır. Birleştiricidir de. Kiminle birleştiricidir denseniz “şapkadan çıkan” tüm demokrasi güçleriyle diyeceğim.
Batı kadar doğu felsefe disiplinlerini takip ediyorum. Ömrü on yılı geçmeden sönen felsefelerin bol ezberli tilmizlerinin baskısı altında zaten solun musalla taşındaki mevta halini hepimiz biliyoruz. Orijinalitemize dönmek, ortak ülkemizde ortak değerlerimizi oluşturmak ve bunu yukarıda belirlediğim genel insanlık kazanımı süreçlerine bir manivela olarak katmak için mücadele etmek gerekiyor.
Felsefe disiplinlerinin, tek boyutlu özü-biçimi aynı olan bir ürünü haline gelme kaygısı taşımıyorum. Tarihin hiçbir felsefesi önermelerini hayata geçirememiştir. Tersine hayata geçen nesnel verileriyle kendini ortaya koyan varlıklara uydurmaya çalışmış onu yönlendirmek için yeniden kurgulanmıştır. Tekrarla diyeceğim o ki, ulus ulusçunun kafasında oluşmuyor, sosyalizm de sosyalistin kafasında oluşmuyor. Nesnesi olmayanın öznesi olmaz diyorum. Gelecek toplum ve insan kurgularımızın gerekçelerini felsefede bulmaya çalışmak olmayacak duaya amin demektir. Felsefe gerçeği bulmada bir yöntem olarak yararlı olsa da siyasal, toplumsal kurgularda hep hayalci olmuştur. Gerçeğe götürecek yöntem, gerçeğin üzerinde yararlıdır, gerçeği ötekileştirdiğimiz an elimizde gerçekleşebilir hiçbir şey kalmayacaktır.
Ortak ülkemiz deyimi benim nesnem, gerçeğim. Bunu seslendiriyorum. Gelecek kuşakların yeryüzünü, halefleri de evreni seslendireceğini biliyorum. Dünyayı algılayıp, öznel etkimizle değiştirmek için her şeyin gerçek olması gerektiği açıktır. Marksist felsefenin bu ilkesine sıkı sıkıya sadakat gösteriyorum.
21 Eylül 2009 Pazartesi
ALİ ÇAKMAKLI'NIN YEĞENİ ZEKİ BAYTERİN'İN MEKTUPLARI VE CEVAPLAR
Zeki Bayterin’in 1. Mektubu (25 Haziran 2009):
merhaba,
Ben ali Çakmaklı'nın yiğeni Zeki Bayterin bir gün seninle yazışacağımı hiç düşünemezdim gelişmeleri gördükçe gerekli buldum o yüzden yazıyorum Engin Erkiner’in sitesine hastaneden kaçış olayını ben yazdım resimleri ben gönderdim onları değerlendirip sık sık yazmamı istedikleri halde bundan sonra yazacaklarımın kendi kötülerine dokunacağını düşünerek bu işten vazgeçtiklerini gördüm.
Bugün senin için yazı yazanları hiç tanımasam da içlerinde tanıdıklarım var ali hocanın adını ağzına alma hakkı olmayan miras yediler var ben herkesten çok sana 28 yıldır tepkili olan birisi olarak sürecin düşüncelerimi değiştirdiğini Ali Çakmaklı yerinde yatsın varsa yoldaşları sahip çıksın kendini ispat edemeyenlerde uzak dursun çünkü o yakın tanıdığımız insanların yağmurun yağdığı yere tarla çektiğini işlerine geldiği gibi davrandığını gördüm ne engini şahsen tanırım nede internette karşılaştığım diğerlerini ama tanıdıklarımda var bildiklerimin de sonuna kadar arkasındayım 80 sonrası yaşadıklarımdan sonra duygusal bakmıyorum.
Bu şehirde yıllardır yanlız yaşıyorum o günden bu yana uygun yaşadım bugünde uygun yaşamayanlar ali çakmaklı üzerinden yeniden kendilerine çeki düzen vermek istiyorlar düne kadar lüks yaşamın gerisinde kalmamak için her türlü madrabazlığı yapanlar şimdi ahkam kesiyorlar detaya girersem madrabazlıkları bir kitap yapar ilerleyen zamanlarda anlatacaklarımdan rahatsız olanlar.
Hastaneden kaçış bilgisi ve resimler dışında çok heyecanlı olmalarına rağmen küçük bir sorumdan sonra sanki hiç yokmuşuz gibi davrandılar hayatın içerisinde olmayan kendileridir ali hoca konusunda en yakını olarak beni aydınlatacağın bir bilgi varsa sabırsızlıkla bekliyorum
MİHRAC URAL’IN
ZEKİ BAYTERİN’İN
1.MEKTUBUNA CEVABIDIR. ( 25 Haziran 2009)
Değerli Zeki Bayterin,
Daha önce de kısaca yazıştık. Sana anlatmaya çalıştım. Ancak yazışmamız süreklilik arz etmedi. Ali Çakmaklı olayını tüm yönleriyle bir dosya içinde aktardım. Onu okudunuz mu bilemiyorum. Bu iletiyle gönderiyorum.
Bilmeniz gereken en önemli şey, İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın derdi ne Nebil’dir ne de Ali Çakmaklı'dır. Onlar Mihrac Ural sendromuyla müpteladırlar. Onlarla işim THKP-C(Acilciler) 1.Kongresinde, demokratik bir ortamda, gizli oy açık sayım ve geçmişin aklanmasıyla bitmiştir. Kongre gibi büyük bir kurumun kararı dururken gerisin geriye tartışma yapmak abestir.
Buna rağmen Ali Çakmaklı olayı dahil tüm olaylar tartışıldı. Biz de buna nokta koyduk, yeter artık devrimci harekete zarar veriliyor dedik.
Antakyalıyım ve orta-doğudayım diye kolay suçlama Muhabaratçılğa sarılmaları, bana PKK ya yapılan ithamları hatırlatıyor. PKK de Başkan Öcalan Suriye’de iken aynı suçlamalara muhatap olmuştu. Bunları 93. dosyada da aktardım. Sana gönderiyorum. Bu tür karalamaların tek adresi Özel Harp Dairesidir. Bu suçlamalar, kimseye bir şey kazandırmaz.
İşkencede 21 gün ser verdim sır vermedim. 12 zindanı ülkemde, 6 zindanı yurtdışında alnım ak devirdim. 12 Eylül karanlığından yoldaşlarımı ve örgütümü korumak için güvenli bir liman olarak orta-doğuda kamplar kurdum (PKK; DEV-SOL ve diğer devrimci örgütler gibi) Örgütüme en zor koşullarda kazasız belasız kongre yaptırdım, konferansını da. FKBDC kurucu üyesi yaptım. DevrimciBirlik Platformunun da. Filistin davası için enternasyonalist bir tutum aldık ve savaşlara girdik.
Bu süreçte hatalarımız ve sevaplarımız oldu. Ama tek amacımız ülkemizdi demokrasi ve devrim mücadelesiydi. Bu gün aynı doğrultuda ortak ülkemizin demokrasi mücadelesi için halkımın kimlik haklarının da ele alınması gereklidir dedim. Bunu bir manivela olarak sürece katmalıyız dedim. Bu milliyetçileri kötü sıkıştırdı. Yüzlerini açığa çıkardı.
27 yıldır TKEP’li olan itirafçı Engin Erkiner saldırıya geçti ve hiç tesadüf olmayan 20 yıllık TKEP’li MİT ajanı İbrahim Yalçın’la buluştu. Saldırılar devam etti. Çamur at izi kalsın yapıldı. Bu yöntem bildik Özel Harp Dairesi yöntemiydi.
Ali çakmaklı olayını Nebil olayıyla ilişkilendirip bana saldırmak istediler. Oysa ayrıntılı incelemeler bunun böyle olmadığını gösterdi. Ali Çakmaklı'nın katlinde başka bir olay ve isim çıkabilir gibi. Bu araştırmayı Öner Ödemiş ve Mehmet Yavuz detaylarıyla yapıyor. Bu arkadaşlarla şahsi olarak da görüşebilirsin, ilginç şeyler dinleyeceksin.
Sana şunu son söz olarak belirteyim. Ali çakmaklı çok yakın dostumdu. Ziyaretlerime zindana sık gelip gitti. Konya, Niğde... O anda birlikte ziyarette olanlar da yazıyor, biz çok iyi dost insanlardık. Ama Adana’yı bilirsin, altta kimler kimlerle ne sorunu olur bunu nasıl derhal şiddetle çözmeye çalışır...
Dosyada anlattım ben 10 Ağustosta 1980’de Suriye’deydim ve ne telefon ne elektriğin olduğu bir köydeydim. Ali çakmaklı 23 Eylül 1980’de öldürüldü. Adana’da kim vardı kim yoktu bunu yapan Acilciler miydi yoksa şu aralar belirmeye başlayan başka isimler miydi? Kimseyi suçlamadan çok iyi araştırma yapmak gerek. Bu olayı Mihrac Ural’a havale etmek abestir.
Böyle bir olayın kararını verecek olan Adana’da olmalı ve bu olayı yapanın kendisi olmalıdır. Başka türlü olamazdı. Ali Çakmaklı, 12 Eylül faşizminin bastırdığı bir yerde, herkes kaygı ve dağılma halindeyken katledildi. Bu koşulda özel olarak birini katletmek aklı başında siyasetin yapacağı şey değildir.
Engine gönderdiğin yazını okudum. "Mihrac'ın çevresi"nden söz etmeni anlamadım. Şimdi de sormuyorum. Unutma Mihrac Ural Acilcilerin Genel Sekreteridir. Tüm örgüt benim çevremdir: Ama Ali Çakmaklı olayını yapanlar benim çevrem olamazdı. Bunu örgüte mal eden ve "karanlık adam" yazısını hazırlayanlar bunun vebali altındadır.
Buna rağmen sana da tekrar ediyorum Örgütümün altına imza attığı her şeyin sorumlusuyum kişisel kanaatlerime aykırı olsa da. Zira ben bu örgütün başındayım ve kurumsal işleyişe en çok benim sadık olmam gerekir.
Yazışmak istersen, diyaloga ve bunun olumlu sonuçlarına inanan biri olarak, seninle yeniden yazışırım.
Bu konuda açık ve şeffaf olmalıyız. Kötü söz söylemeden diyalog ahlakına bağlı kalarak her zaman yazışabiliriz.
Gönderdiğin yazıyı blogumda yayınlamamda bir sakınca yoksa yayınlıyorum.
Baki selamlarımla.
Mihrac Ural
25Haziran 2009
Ek ileti:
Değerli Zeki Bayterin,
…
Ali Çakmaklı için vereceğim bilgiler yapılmakta olan kapsamlı araştırmanın bulguları olabilir: Bunun için size iki isim verdim bu arkadaşları her an bulabilirsiniz. Konuşabilirsiniz. Aruzu ederseniz yanıma da gelin, yüz yüze görüşüp konuşalım ben de size, arşivden Ali Çakmaklı'ya ait belgeleri okutayım. Gerçekleri daha yakından izleyin.
Cumali Çakmaklı dayınızı da yakından tanırım, enişteniz sanırım Bülent Tanık'ı da. Cumail'ye bir kanaldan haber gönderdim. "Kanaatlerini değiştirmen için değil, devrimci bir adaletli duruş için karşı tarafı da dinle" dedim. "gel beni yüz yüze dinle ya da yazış" dedim.
Hep söylüyorum, burjuva adalet bile uzun mahkeme sürecinde belge toplanır kanıt aranır. hüküm çıksa bile yargıtay yolu var. devrimciler bunu çok daha aşmalıdır. Duyumla yargısız infaz yapmak onurlu değil. Ali Çakmaklı böyle biri değildi, onu çok çok iyi tanırım. Ona "tıslak Ali" diye takılacak en yakın insanlardan biriydim. Aynı sofrada yedim içtim, Adana çalışmasında ilk gizli evi o tuttu. Zindanda yalnız bırakmadı. İnsaflı olsun bu soysuz ahlaksız insanlar insaflı. Ama nerede. Şimdi mi akıllarına geldi Ali çakmaklı? Bireysel kin için yakıtları mı eksikti...
Ali Çakmaklı'yı kin sofralarına meze yapanları lanetliyorum...
Baki selamlar
Mihrac Ural
25 Haziran 2009.
Zeki Bayterin’in 3. Mektubundan (25 Haziran 2009):
29 yıldır dayımın katili sen ve Kocavezir grubuydu bize böyle öğretenleri işaret ettikleri insanlarla yan yana kol kola çok gördüm
en ağırı 23 eylülde yani yıl dönümlerinde devrimci kurumlar dahil ali hocayı anma metni almıyordu trafik kazasında ölenleri bile bayrak bayrak resimleri asılırken ali hoca dergilerde bile tereddüt ediliyordu çünkü cezalandırılmış biri olarak bakıyorlardı
internette tesadüfen bulduğum ali hocayla ilgili yazıların bulunduğu siteye giriş yapıp yazılarını takip ettim çok heyecanlılardı resim istiyor bazı yazılar bekliyorlardı bende elimde bulunan 3 tane resmini gönderdim ve üzerinde çok durdukları hastaneden kaçış olayını tüm gerçekliğiyle anlattım resim konusuna daha fazla yardım edemeyeceğimi söyleyip kimden yararlanabileceklerini işaret ettim neden yararlanmıyorsunuz diye sordum bilgisayar adabı bumu devrimcilikten bahsedenlerin demokrasi anlayışını size bırakıyorum.
aynılar aynı ayrılar ayrı. son olarak ali hocanın yiğeni olarak benim işim buraya kadar desem de Ahmet’in fabrikadan serdarın, hakanın, kadirin, arabın, alperin mahalleden arkadaşı olarak yazışabilirim
selamlar
Zeki Bayterin’in 4. Mektubundan (26 Haziran2009):
son dönemde yaşanan olaylar ve yazışmaları sonuna kadar takip ettim kim ne dedi ne yazdı hepsini biliyorum ve kendimce yorumluyorum dedim ya bir sorumdan sonra cevap vermez oldular diye bu cevapsızlık benim kafamda bir çok soru işareti yarattı. sormayan sorgulamayan insanlar istiyorlarsa o eskidendi.
…. başka amacı olanlara diyorum ki siz cebinde renkli pasaportla dünya turu atarken emek verildi ali çakmaklı’nın genç beyinlerde yaşadığı görülecek küçücük bir ayrıntı diğer gözümü de kullanmama neden oldu diyebilirim bu kendime verdiğim özeleştiridir iki gözümle bakıyor dünkü gibi düşünmüyorum.
Zeki Bayterin’in 5. Mektubundan (27 Haziran 2009):
gönderdiğin cevapta yazımın onların sitesinde yayınlanmasını haksız ve adil olmadığını söylemişsin. Bulanık bir süreçte netleşmeye çalışıyorum
…ilk etapta sadece hocanın yoldaşları olarak baktım ama senin dahi görmediğin bir ayrıntıyı gördüm o ayrıntıda seninle görüşmeme neden oldu su bulanmadan durulmaz.
Zeki Bayterin’in 6. Mektubundan (1 Temmuz 2009):
“…sağlıklı mesaj çıkmayacağı çıkmadığı inancını bende taşıyorum, senin Erkiner’in ve İbrahim Yalçın’ın yazılarını bir kaç gündür okuyorum hiç farkında bile değildim. yayınlandığı sürece okuruyum takip edeceğim yazılmamasını temenni ederim, senin yayınladığın Erkiner’in ifadesi benim değil demiyorsa zaten bir şey yazmaya da, anlamak için arif olmaya da gerek yok. Bu deneylerde ekleyeceğim bir örnek olursa yazacağım, benim tutumumla ilgili gerekçelerim adanalı olmayan bir dostumda saklıdır.”
Zeki Bayterin’in 10. Mektubundan ( 11 Temmuz 2009)
Merhaba hoca,
…
ali hoca ile anma yapılacağı açıklandı, hoca vurulmadan 4 veya 5 saat önce evde bulunan bir pantolon birde ceketini çantaya koyup çıktım evden çarşıya doğru giderken semtten çıkmamıştım ki hoca ile M.T. karşıdan geliyorlardı hocanın sırtında bir çanta vardı omuz çantasına sadece pantolonu sığdı ceketini de omzundaki çantanın üstüne atıp M.T. ile birlikte mahallenin içine doğru girdi akşam yolculuk vardı o kadarını biliyordum.
Akşam evde olduğum bir sırada bir kaç dakika önce duyulan ve hep o normal sayılan silah sesleri sustuktan 3 yada 5 dakika sonrasıydı yoldan geçen birilerinin ali hoca vurulmuş sözüyle o yöne doğru ilerleyen adımlarımda kimilerinin de Şaziye’nin kardeşi vurulmuş sözlerini duyuyordum olay yerine geldiğimde hoca vurulmuş yatıyordu ilk gelendim elinden tutup yanına uzanan düştüğü dar sokağın önünde kanlar içinde sırtından vurulmuştu tanıdık kimse yoktu toplananlarda çok yabancı değil mahalle insanıydı ben ali hocanın tetikçisi olarak çok adam belledim. fısıldamışlar, işlerine bakmışlar çeyrek asırdır tetikçi olarak bilinen ikisi eceliyle ölmüş, birisi Adana’da, birisi Avrupa’da yaşayan bu şahıslar suçsuz muydu yani ne kadar yanılmışız, ya da nek adar yanıltmışlar. Burunlarını çıkarsalar sormak istiyorum çünkü sorma hakkım bakidir, sormak istediklerimden biriside hocayı hastaneden hangi yoldaşları kaçırmış, merakımın nedeni yanlış bildiklerimden arınmak.
evet tatilden sonra anmaya davet var Mihraç Ural’ın çanına ot tıkadılar mahkum ettiler ne büyük iş başardılar gerisi ali çakmaklının mezarı başında toplanmaya kaldı söz konusu dayımsa duyarlılıkta var belki yolu bulamazsınız diye tarif olur direk ali hocaya götürmez sizi yolu biraz uzatır sağa bakarsanız Halit Pelitözü karşılar ilk sizi, yıkanacak devrimci cenazesi de yok sırtınızda sola hiç bakmayın eylülün son günleri eser oralar neyse Pelitözü, Serdarı gösterir gibidir serdarda ali hocayı sonra cemal, arif yılmaz ve bir çok değer her biri bir köşede eğer program çok yoğunsa kestirmeden gidersiniz, hayırlı işler.
Birde kahramanlık öykülerini kendi var oldukları tarihle örtüştürenler bu örgütün en çok iz bırakan en çok tanıtan en çok sempati toplayan eylemi cezaevindeki Filistinlilerin özgürleştirilmesiyle başladı Serdar ve Süleyman’la noktalandı. Kahramanlık öykülerini bir tarihle sınırlayıp ondan sonrası yokmuş gibi söylemlerde bulunanlar Soyergin'in bilince çıkaracağı çok fazla bilgi birikimi yoktu asaleti ile ipe kadar işkence gördü yaralı bacağıyla ilmeğe doğru ölüme atılan her adımda acizleştiremedi mi ölümü yoldaşı Bahçelievlerden Adana cezaevi avlusuna söylenmesi gerekeni söylemedi mi?
İsterseniz dünden bugüne yani tam çeyrek asırdır kim nasıl yaşadı çeyrek asırlık yaşam bugünkü konuşmalarını doğruluyor mu, hoş bazıları hiç konuşmuyor
Yaşam dışarıda farklı Adana’da daha farklı, 2 Adana vardır her kıstasta da çok Adana
bilinmesini istediğim bu sitelerin hepinizin çanına ot tıkadığıdır önümüzdeki süreçte o çandan ses gelmeyeceğidir devrimci örgütlerin şaibe ile baktığı hatta bu bölgeye gelen her kurum temsilcisine yapılan uyarı Adana’da özellikle bir semt ve acilcilere karşı temkinli olunmasıdır bütün bu olumsuzlukların sorumlusu bu site cambazları değilse ben miyim yoksa benim gibi kenarda köşede kalmış insanlar mı
Hoca saygılar
Zeki Bayterin
MİHRAC URAL’IN
ZEKİ BAYTERİN’İN
10. MEKTUBUNA CEVABIDIR. ( 13 Temmuz 2009)
Değerli Zeki Bayterin,
Seninle yazıştıkça, benden de ilk izlenimlerin sisli ufukları aralanıyor. Bu maille seni çok daha iyi tanıdım. Bundan memnunum..
Yüzüne söylemek ne kadar yerinde olur bilemem ama söyleyeyim, olayları ele alışın ve birbirine bağlayışın, sürdürdüğün diyalektik mantık, kendini sorgulayan ve bunu açıkça ifade eden duruşun, yanlışa karşı kararlı tutumunu bu mailde çok iyi yansıyor. Dürüstçe konuşuyorsun. Bu belki çok kişinin hoşuna gitmez, ama kendi doğrularını sahiplenmen kendi tutarlılığını gösterir. Ben buna kimlik sahibi olmak diyorum. Kimlik sahibi olanla dostlukta düşmanlıkta erdemlice olur. Hayatını devrimci mücadeleye adamış, doğrularının peşinde koşan ve bu uğurda çok bedel ödemiş benim gibi bir insan için yazıştığı bir insana bunları söylemek ilkedir.
Bu yazışmaları okuyacak her insan diyalogun, bir saygın düşünce dolaşımı olduğunu anlayacaktır. Bu yazışmaları yayınlamamız gerektiğine inanıyorum, kurgudan uzak, karalamadan, kin ve dedikodudan arınmış doğrular için ve gerçekleri bulmak için nasıl bir çaba verildiğinin bilinmesi gereklidir. Bu kararı da birlikte vermeliyiz.
Değerli Bayterin,
30 yıldır akıllarına hiç gelmemiş, geldiğinde de kötüledikleri, hatta “bakın adamı nasıl yaparız” diye böbürlendikleri Ali Çakmaklı'nın katledilmesi olayını, sadece kin saikleriyle, tek bir kişiye karşı olan düşmanlıkları için, aylardır durmayan saldırılarından sonuç alamamanın şaşkınlığıyla bir daha ve bir kez daha kurgu ve yalanlarla Ali Çakmaklı’ya sahip çıkmaları komik bir durumdur. Bu sahtekarlar öbeği Ali çakmaklıyı Mihrac Ural’a karşı kullanılabilirliği ölçüsünde ve büyük bir ihtimalle ilk ve son kez anacaklardır. Anmanın kararlılığı, gösteriden uzaklığı ve kimseyle bir şahsi muhasebe olmaması gerçeğini zedeleyen bu eğilimlerin ciddiyeti yoktur. Sonuçta bulundukları yeri de kirleteceklerdir. Doğa kanunu soğuk sıcağa hiçbir şey veremez. Alır. Onlar almak için bir hırsız telaşesı içindedirler. Yangından mal kaçırma benzetmelerin buraya oturur; birileri itirafçılık yaparak kendini kurtarmak için, diğeri para sevdası arkasından Mit ajanı olarak işlev gördü. Bunlar alıcıdır Ali Çakmaklı’yı anma çabaları da bundan ibarettir.
Kirli olan kimseyi aklayamaz. Onlar Ali çakmaklı mezarı başında vaftiz olma ihtiyaçları vardır. Ancak bu tavaf bunların girecekleri bir yer değildir. Ali Çakmaklı’dan almaya gelmişler verebilecek hiçbir şeyleri yoktur. Yardım istiyorlar. Ali çakmaklı bunları asla kabul etmeyecektir: benim bildiğim Ali Hoca ayrı bir dünyanın insanı bunlar ise çok daha ayrı bir kirli dünyanın insanlarıdır.
Evet Ali Çakmaklı haksızca katledildi. Bunu yapan ve yaptıran Acil hareketinin hiç bir sorumlu kademesinin kararına dayanmamıştır. Bunları yazdım. Kimsenin sırtına bir şey atmadığımı da açıkça söyledim ve bunu şu ifadeyle dile getirdim; “örgütümün altına imza attığı her şeyden ben sorumluyum. Bu imza kanaatlerime aykırı olsa da.” Bunlar bu cümlenin anlamını, içinde yatan kuralların arkasında dik duruşu anlamayacak kadar aptaldırlar. Anlamak işlerine de gelmez. Bilirsin fareler gemiyi ilk terk edenlerdir. Ben bu geminin başındayım, buradayım. Bir kez daha yazıyorum ki bu yazışmalar tarihe not olarak düşsün. Ali Çakmaklı’ya sıkan tetikçi kim ise, kararı veren de hemen onun yanında olandır. Kimse kimseyi aldatmasın, laf cambazlıkları doğrulara ulaştırmaz, sadece bulanıklığı artırır. Bizim ise gerçeğe varmak için netliğe ihtiyacımız var.
Bu konuda bende gerekli araştırmaların sonuna gelmek üzereyim. Bunu bilecek ilk insanlardan biri de sen olacaksın. Ama bunu hasımlarım için değil, kendi doğrularım için yapıyorum, Ali çakmaklı katlinin haksız olduğunu bildiğim için bunu yapıyorum.
Şimdi Ali Çakmaklı’yı çerez yapmak isteyenler, kendi günahlarını örtmek, sorgudaki teslimiyetlerinin, MİT'e teslimiyetlerinin günahını çıkarmak için Ali Çakmaklı'nın mezarına gitme arzuları onlara bir şey kazandırmayacaktır. Dün neden sustunuz da bu gün neden konuşuyorsunuz diye sorarlar. Mihrac Ural sendromunuz olmasaydı böyle bir şey aklınızın ucundan geçer miydi ? diye sorarlar. Ama inanıyorum ki, Ali Çakmaklı mezarından bu sahtekarlar sürüsüne, “beni kullanmayın, suçladığınız insanlar sizden daha iyi tanıyorum gidin kirli amaçlarınızı başka yerde aklayın” diyecektir. Bunu suratlarına haykıracak onurlu insanlar da olacaktır.
Adana iki adana tespitin doğrudur. Ben de öyle düşünüyorum . Hatta bu iki Adana’nın her biri kendi içinde birçok Adana taşıyordur. Ama bu Adana’nın zenginliğidir. Metropol olmak da budur. Bunu olumluya ya da olumsuza yönlendirmek mümkündür. Bu koca şehir bu zenginlikleriyle bana göre ülkemiz devrimci mücadelesinin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin merkezlerinden biridir. İstanbul Atatürk’ün bile kaçtığı bir oyunbazlar hokkabazlar kentidir ( bu şehrin terbiyesi almış itirafçı Engin ve MİT ajanı İbrahim Yalçın, bu medresenin tilmizleridir, bunların yolunu Doğu Pearinçek’le kesiştiren de aynı medresedir). Ankara bürokrasinin, ağırlığın hantallığı yeridir. Ankara elçilik mantığıyla dizayn edilmiştir çevrenin başarısını, emeğini alır ve içselleştirir; sorup sorgulamadan bu gün ile yürür. Ama Diyarbakır’a bak örnek al, Adana da budur taşranın gücüdür, kararlılığı ve inatçılığıdır.
Anı zengini olarak bana aktardığın bilgiler tanıdığım insanların, tanıdık davranışlarıdır. Ancak somut yaşamlarını verdiğin örneklerle daha yakından algılama şansım oldu. Aynı dönemde bir arada olmuşuz. Ben zindanda olsam da bu çevre ile Adana örgütlenmesinin ilk adımlarını birlikte atmıştık.
Belirlemelerine tamamen katılıyorum. O gün bu isimler ve davranışları ne ise, yıllar sonra da aynıyla devam etti. Kimi edilgen, kimi etken, kimi de şekil olarak yaşadı. Sanki belli bir yaştan sonra kişiyi ne eğitim ne de başka bir şey düzeltmiyor, o ne ise odur. Öyle kalıyor. Kendi tecrübelerimden de bilirim, hiçbir devrimci eğitim, ailesinden terbiye almamış olanları eğitememiştir.
Antakya'ya yolun düşerse, Müzik kursları veren Amcamoğlu İrfanla tanış, o da senin gibi ayrıntıların ve hatıraların küpüdür. Bilmediği beş vakit namaz. Derneği de o yönetiyor.
Satırlarımı sonlarken sana ve yeğenim Ali’ye sevgilerimi iletiyorum. Baki selamlarımla.
Mihrac Ural
13 Temmuz 2009
Zeki Bayterin’in 11. Mektubundan (14 Temmuz 2009):
Merhaba hoca
sisli ufukların aralanması yazıştığımızdan bu yana beni en çok mutlu eden şey oldu,
samimi olduğumu bunun bazılarının hoşuna gitmeyeceğini belirtmişsin, o bazılarından birisi bugünleri de düşünerek 2 yıl önce en yakınlarıma fısıldayıp defterimi dürdü.
…o yüzden çok fazla kimseyi rahatsız etmeden yazmam gerektiğinde de sadece kendi yaşadıklarımdan anlatacağım, burası adana sende bilirsin bazen Bizans’a da Bizanslıya da parmak ısırtır.
Yazışmaların yayınlanmasına gelince bence bir sakıncası yok gerekli düzenlemeleri yapıp yayınlayabilirsiniz.
Saygılar hoca Adana’dan kucak dolusu selamlar.
Zeki Bayterin
MİHRAC URAL’IN
ZEKİ BAYTERİN’İN
11. MEKTUBUNA CEVABIDIR. ( 16 Temmuz 2009)
Değerli Zeki Bayterin,
Yazmak zordur. Ama anılar ve kişinin varlık olarak yaşamın sürekliliği içinde kendini yazılı ifade etmesi tarihi oluşturan bir çok veriden birisidir. Hatta en önemlisidir diyeceğim.
Seninle düzenli yazışmaya başladığımızdan bu yana ortaya çıkan verilere bir göz at belki bir cümleyle, belki bir satırla ifade edilmiş ama bir dönemin çarpıcı tarihi gerçekliğini dile getiren bilgilerdir.
Sen de ben de herkes gibi faniyiz. "Kulü nefsin zaikatul mavat" diye bir ayet var Kuran'da, Her canlı (nefs) ölümü tadacaktır diye tercüme edilebilecek. Geride kalacak olan, belki bir noktadır okyanusta bizden yana. Ama işte bu noktalar birikince tarih oluşuyor. Tarihin önemi de belli, yeni kuşaklara geçmişten, geleceğin kuruluşuna bir katkıdır bir harçtır. Bunun hikmeti nedir diye sormayacağım bu sorunun cevabı yoktur; insanlık tarihi bu tartışmayı ezelden ebede götürecek. Ancak hiç bir şeyin kaybolmadığı mutlaka bir yerde bir işlevle geleceğe taşındığını biliyoruz.
Seninle yazışmalarımızın da böyle bir işlevi olması gerek. Kendi adıma, böylesi algılarımın ve doğrularımın sonucu her yazışmamı arşivliyorum, ciddiye alıyor emek verip, hiç bir yazıyı cevapsız bırakmıyorum.
Bu yazışmalarımız birden çok Adana gerçeğine rağmen, bildiğin Adana'yı, bildiğin Acilciler sürecini aktararak, uzun bir zaman dilimine yayılacağını düşündüğüm THKP-C(Acilciler) tarihinin yazımına katkı yapmanı istiyorum. Bunun için çevredeki tüm eski dostları yeni sürece bu biçimde de olsa katkı yapacak sohbetlerini aktarmanı rica edeceğim. Özellikle eski fotoğraflar varsa bunları bir biçimde bana ulaştırırsan çok memnun olurum.
Esasında senin siyasi yazı deneyimlerin olmalıdır diye düşünüyorum. Bunu da yapmalısın. "Bin mil bir adımla başlar" der Çinliler. Sen de öyle yap. Halkımızın çıkarlarına uygun olanı da budur. Seninle sohbetlerimin amacına sadık olmakta budur. Benim bu yazışmalarda varmam gereken hedefte budur. Yazışmalarımızı, kendi kurgu ve yalanlarının sakızı yapmak isteyen zavallılara verilecek en iyi cevaptır.
Bu iletimle birlikte, son makale ve anma yazılarımı gönderiyorum.
Baki selamlarımla. Yeğenim Ali'ye selamlarımı ilet.
Mihrac Ural
16 Temmuz 2009
Zeki Bayterin’in 12. Mektubundan (19 Temmuz 2009):
Merhaba hoca
İletini ve ekini aldım sağol hoca eline sağlık
yazmamı istediğini anlıyorum ağustos sıcağında Adana’da kazma kürek işinden daha zor geliyor.
Diyelim ki aştım, açık söylemeliyim ki kafam darmadağın nerden başlayacağımı bilemiyorum aslında en baştan yazmam gerektiğine inansam altından kalkamayacak kadar biriktirmeseydim başlamaya cesaretim olurdu, bu düşüncelerimden hep suskun yaşadığım çıkartılmasın tam tersi yaşadım ama uçmayan yazılarmış.
hoca burada ilerde yanlış anlaşılmamak için sana özel bir açıklama yapıyorum ilk defa seninle paylaşıyorum…
…
Saygılar hoca, Ali’nin de çok selamı var
Zeki Bayterin
Zeki Bayterin’in 25. Mektubundan (12 Ağustos 2009):
Merhaba hoca
Ben gerçekten internete girip Ali ÇAKMAKLI adının geçtiği yazıları okuduğumda yıllardır hiç söz edilmemesinden kaynaklı çarpılmıştım. Seninle yazışmasam, karşı tarafa dikkatli bakmasam birde tanıdık çevre ağım olmasa memleket meselelerine ucundan bende bakayım desem yanlış yerde olacaktım. Burada kazancım seni tanımak oldu şeref duyarım.
O günden bugüne seni en dik olan gördüm derken tüm samimiyetimle söyledim, aciz olana çaresize daha dokunmadan biraz sarsıldım bundan sonraki yazılarımı sohbet olarak da algılayabilirsin ama elimden geldiği kadar eskilerden az söz edeceğim çünkü ben eskiden yeni çıktım.
Talihsizliğe bak, eskilerde yeni yeni eskiyi konuşuyor
Ben bundan sonraki yaşamımda bu anlamdaki susan olmak istiyorum nedeni; çeyrek asır konuşmadıkları için kızdım çeyrek asır mevzu muhabbet geyik bir teftişte düzenliler, belki de yıllarca anlatılacak, anlattıkça çoğalacak birçok şeyi bir kaç cümleye belki yaşamımdan bir örnekle noktalayarak yaşamımı anlatarak Çukobirlik işçisiydim, Adana'yı 70'den bu yana anlatırım icap etmedikçe isim bahsetmem kodlarız ikimiz biliriz.
Desteğin için teşekkür ederim, ayrıca bir arkadaşa cephe yayın hayatına başladığında okuru olacağıma söz verdim haberdar olursam sevinirim.
Sevgilerimizle
Zeki BAYTERİN
MİHRAC URAL’IN
ZEKİ BAYTERİN’İN
25. MEKTUBUNA CEVABIDIR. ( 17 Ağustos 2009)
Değerli Kardeşim Zeki Bayterin,
Ülkemizin sorunlarına bakmak sanırım gelip durmamız gereken en önemli noktadır. Bu noktada birbirimizi daha iyi tanımak, sanırım tanışıklığımızın en önemli yanı olacaktır. Senin gibi olgun ne dediğini bilen ve söylediğinin arkasında durma kararlılığı ifade eden bir yoldaşı yeniden tanımaktan mutluyum.
İnsanlar bir biçimde bir araya geliyor, gördüğün gibi. Ya bir tepki ya bir kavga sonrası ya da süreçle süzülerek birbirini tanıyor. Bu bir araya geliş bu tanışmanın bu noktadan itibaren ikimiz için olduğu kadar, taşıdığımız insani mesajın bizim çevremize iletilmesi dolaysıyla önemi bulunmaktadır. Sanırım 45’ten fazla karşılıklı iletimizle bunu nispeten yerine getirmeye çalıştık.
Yazışmamızın ana ekseni özel olarak Ali çakmaklı konusu etrafında başlasa da orda kalmadı, bir dönemi, bir tarihi kesiti belli bir alan için de olsa ele almaya başladı. Bilgi paylaşımı düz bir alan üzerinde dönüşmeye başladı. Bilişim çağının bu anlamda avantajlarıyla da bunu okurumuza iletme fırsatı bulduk.
Şimdi benim anladığım kadarıyla Adana’nın devrimci sürecinin, en az senin gözlemlediğin sürecini anlatman gerektiğidir. Bu sadece Acil, HDÖ için değil, o dönemlerin bütünü için önemlidir. İsimler konusunda doğal olarak hassasiyet göstermeliyiz.
Adana sadece bizim için değil ülkemiz için çok stratejik bir şehir. Devlet gibi bir şehir. Burada olası bir deprem, etkilerini ülkenin her köşesinde yankılatır. Bu şehrin her bir mahallesi bile bir şehir gibi, dünden bu güne gelen özgünlüğüyle, farklılıklarıyla, etkileriyle siyasal mücadeledeki yerini anlamlı kılar.
Tarihi ele alırken de okura, gelecek için mesajlar verirsek en yararlı olanı yapmış oluruz. Ve sanırım yazışmalarımızın okura sunacağı en yaralı şey bu olacaktır.
Kişileri bile ele alırken sosyal, siyasal çerçevenin dışında ele almayacağız. İşimiz bireysel sorunların peşine takılmak olmayacaktır. Kimseyle şahsi bir sorunumuz yoktur olmayacaktır da.
Sen de bilirsin, kimi insanlarla yüz ışık yılı kapı komşu olsa bile, dönüp bir selam atmasın. Bunlarla zaman tüketmek yararlı değil. Ama kısa bir süre daha sönerek devam eden kirlilik doğal seyri içinde bitence o dar çevrenin bile aşıldığına tanık olacağız..
Özetle, eskiyi ve eskileri yazacağız ama kimseyle şahsi bir takıntımız olmayacak. Bilgiye dayanacağız bilgi paylaşacağız.
Baki selamlarımla
Mihrac Ural
17 Ağustos 2009
Zeki Bayterin’in 27. Mektubundan (23 Ağustos 2009):
Merhaba hoca
Umarım iyisindir, iyi olman dileğimdir
Genel olarak aile büyüğü sağlıklı olunca, sağlıklı ve olumlu yansımalar bireylere de olumlu etki yaratır. Son günlerde yaşadığım şehirdeki olumlu yada olumsuz birebir karşılaştığım tepkilerden kafamın karışmasından çok, kafamın daha da netleştiğini yazım içerisinde örnekliyorum.
Seninle tanıştığım şu kısa süre içerisinde çekincelerim oldu yanında durmaktan yoldaş dedin şeref duyarım, ama şehrimdeki bir dolu ihanet şerbeti içmişler, kimi Ali ÇAKMAKLI kimi Mihrac URAL varlığından nefesinden yararlanmış sizden sonra kırk yöne dönmüş ırzı kırıklar hala senin ya da Ali hocanın yakını geçiniyorlar
MİHRAC URAL’IN
ZEKİ BAYTERİN’İN
27. MEKTUBUNA CEVABIDIR. ( 23 Ağustos 2009)
Değerli kardeşim Zeki Bayterin,
Herkes yaşadığı deneylerden soyutlama yapamaz. Soyutlama insan aklının bulduğu en müthiş şeydir. İlerleme bunun sonucudur. Bin bir olaydan yola çıkarak yaptığı formülasyon olan soyutlama (buna atasözü de, buna veciz söz de, buna ayet de ) insanlığı bir bütün olarak ileriye götürdü.
Soyutlama yapmak herkesin harcı da değil. Çok okur, çok konuşur, çok yazabilir insanlar. çok ağdalı da yazar ama soyutlamaya gelince yapamazlar apışıp kalırlar. Soyutlama yapabilmek için olayları, okumaları iyice özümsemek gerek. "Bilim ve teknik" adlı bir makalemde (bu iletiyle söz konusu makaleyi sana da gönderiyorum) “her okuma bilgi birikimine götürmez” demiştim. Soyutlama bilgi birikiminin ve ilerlemenin özüdür. Bu bir tür yabancılaşmadır.
Benim yabancılaşma konusunda da görüşlerim çok farklı bir boyutta. Yabancılaşmayan bilgi sığıdır, yereldir olduğu yerde çürüyendir. Bunun için bilginin bin bir kanaldan akıp gelmesi tek tek sahiplerinden uzaklaşarak, yabancılaşarak farklı bilgilerle eşleşip, büyük bir bilgi havuzundan yeniden sentezleşerek, katkısı olanlara ve olmayanlara dönmesi gerek. Bu yabancılaşma, tarihi ilerletecek bilgi yabancılaşmasıdır: Yabancılaşmayan bilgi ilerlemeyi sağlamaz diyorum. Eskiden her kes yabancılaşmayı “tu kaka” sanırdı. Oysa yaşamın en devrimci dinamiği yabancılaşmadır. Bu olumlu yabancılaşma, tıpkı olumlu küreselleşme gibidir ve küreselleşmeyle de yakından ilgilidir. Tüm insanlığın bilgi dönüşümüyle küresel bir üretime yönelmesi gibi (bu makalemi de bu iletiyle birlikte gönderiyorum)
Soyutlama kararlılık ve sorumluluk gerektir, diye devam edeceğim. Çünkü her zaman ve mekanda geçerli bir atasözü gibidir. Söyleyeni bağlar, sorumlu kılar. Hiç bir sorumsuz soyutlama yapamaz.
Sen bu iletinde bir kez daha deneylerini soyutlayacak kadar özümsemiş biri olduğunu gösterdin. Önemli cümleler kuruyorsun, sorumluca. Bu bir birikimdir. Bunu siyasal yazımlarına da aktarmanı isterim.
Yazışmamıza gelince.
Biz şu saate kadar sadece bilgi paylaşımında bulunduk. Haklı kimi kaygıları bir kenara bırakacak olursak, kim okursa okusun yazışmamız, sadece insani olanı, güzel olanı, iyi olanı kimseyi şahsi planda konu etmeden mübadele ettik. Bu benim ilkelerim, doğrularımdır. Bunun arkasında durarak onlarca insanla yazışıyorum. Bu yazışmalarda senin de olman benim için önemlidir. Soyutlamasını bilen biriyle dostluk çok önemli. Sorumlu olmaktır bu kimlik sahibi olmaktır bu.
Hayıtım boyunca kimliksizlerden çok çektim. İstismar edildim. Bu açıdan seninle yazışmamın açık ve net olan, hatta aleni olmasında da bir sakınca olmayan bu sürecini oto kontrollerle tıkamayı uygun görmem. İyi niyetle bunu söyleyenlere, bu yazışmaları takip etmelerini tavsiye etmek yeterlidir.
Üç gündür, “Demir Küçükaydın'ın Talihsiz Ulus Algısı” üzerine bir makale hazırlıyordum. Şimdi bitti ki hattı açtım. İletini gördüm ve cevabını yazıyorum.
Yarın bu uzun makaleyi sana da gönderebileceğimi umuyorum. Biraz teorik bir makale oldu üstelik uzun. Bu aralar okuma isteksizliği göz önüne alındığında bu makalelerin okuru da çok seçmeli olacağı açık. Ama bu dönemi kavramak için bu gereklidir. Özet okumalar için her makalemde olduğu gibi spotlarda (giriş kısmında) bir özetleme yapıyorum.
Değişen dünyamızı algılamak için daha çok bilgi dönüşümüne ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.
Baki selamlarımla
Ali yeğenime de selamlarımı iletmen dileğiyle.
Mihrac Ural
23 Ağustos 2009
Zeki Bayterin’in 28. Mektubundan (23 Ağustos 2009):
merhaba hoca
Son yazılan yazıyı okudum hiç birşey anlamadım anladığım tek şey tek silahlarının yalan olduğu okurken koşullarım uygun olsa yazmak yerine nerde olursa bulup karşına dikilmek içimden geçiyor ahlaksızlık yalancılık boylarını aşmış. Hayalide olsa haksızca yazılan bu tip yazılar gerçekten deli cesareti bu insanların uygun bir şekilde konumları uygundur tarihin çöplüğüne gömmek gerekir zaaflarım vardır her insan gibi ama utanılacak arkasında duramayacağım hiçbir şeyim yoktur. var olanlar çok huzursuzdur sinsice amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar Adana'da benimle ilgili bilgi aldıkları insanı yada insanları çok merak ediyorum kim kalmış devrimci kurumlarda olanı bile kahraman ilan ettikleri bile durumlarıyla ortadadır.
Sana yazmamı sindiremedikleri de ortadadır bu anlamda en zor şeyi samimi olmayan bu insanlarla bu düzeyde yazışmak sorgudan daha ağırdır.
Sana saygımdan dolayı bu yalancı şaklabana hakkettiği cevabı vermiyorum sağlıklı araştırma devrimci kurumlar içerisinde azınlıkta olan devrimcilere sorulmalıdır mahalleliye sorulmalıdır halka sorulmalıdır eskilere dayanıldığında sağlıklı bilgi çıkmayacağı ortadadır. ben kendimi adlandırıyorum feodal yanım ağır basar halktan birisiyim asabiyim deli derler bir dönem çok içtim hep sarhoş gezdim işte yazdım hoca bu kadar, ya diğerleri. örgütün silahını sattığı söylenilen adamı yanlarında olunca aklarlar duygularıyla doğruları yazan insanıda hala nefes alıyor ölmesi yada inandırıcılığını yitirmesi gerek diye düşünenlerin bilmeden sözcüsüdür hasan balcı. Bugün sana yazdığım için beni ağır ithamlarla eleştiren bu şahsın elinde bilgisi dosyasının var olduğunu biliyorum tarihin çöplüğüne gönderilmesinin gerektiğine inanıyorum
Sevgiler
Zeki BAYTERİN
MİHRAC URAL’IN
ZEKİ BAYTERİN’İN
29-32. MEKTUPLARINA CEVABIDIR. ( 24 Ağustos 2009)
Değerli kardeşim,
Senin adına çok üzgünüm. Ben bunlara alıştım. Kendi deneylerinle de bunları çok iyi yakalamış oldun. Bunlar, kurgu, yalan, abartı, ölü konuşturucuları, üçüncü kişilerce doğrulanmamış iddialardan ibarettirler. Yalancının ipi de çok kısadır.
Ama sakin ol. İkimiz de Akdenizliyiz, adam olsalar bunları yüzümüze söylerler, ama nerede. Ama ben yemin içtim yüzleşeceğim diye. Zamanı da şahit koydum. Bu olanları gel de bana sor. Yeminle zamanı bekliyorum…
İnsan olanın asla başvurmayacağı çamurlar deryası. 35 yıllık siyasal yaşantımda böylesine tanık olmadım. Hiçbir yerde hiç kimse arasında böyle bir şey olmadı. Burada siyaset değil bir lağım ortamı var, bu cemaat kurdukları cami için de çok derin işlerle meşguller. Ama her şey açık oldu. Gerisini zamana bırak sana da ahdim olsun.
Bunlar küçük insanlar, kılımı bile kıpırdatamaz, ilkelerimden taviz vermeme neden olamazlar. Yoksa böyle kesintisiz yazı yazmam, bu yoğunlukta üretmem mümkün değildi.
Yazılarımda da ifade ettim, bunlar benim algımda sadece, belgelerde açık ve net olarak yer alan itirafçı ve mit ajanıdırlar. Sana da hırlayan bu Paranoyak sadece bir klinik vaka, paranoyaktır; bu adamın başka izahı olamaz, ilgisi olmayan bir tarihle, hayatta görmediği ama ailesinin sofrasında yemek yemiş, evinde yatmış olduğu insanlara böylesine kin taşımasının bir izahı olamaz. Bu gün bana ilettiğin mailleri önemli gördüğüm yoldaşlarla paylaştım ve onlara bir kez daha, onların da tanıdığı Paranoyağı senin yaşamakta olduğun süreç üzerinde ifade ettim. Ve dedim ki bu kadar ısrar kişisel kin bile olamaz, bunun tek izahı var, görevli olmaktır. Bu satırların sonunda, bu iletimi okuman için sana da aktaracağım.
Sakin ol değerli kardeşim, sakin ol. Sen onlardan siyasi olarak da insan olarak da doğruları arkasında dik duruşunla da çok daha iyi ve çok daha ilerdesin. Buna inan.
…
Baki selamlarımla.
Mihrac Ural
24 Ağustos 2009
Zeki Bayterin’in 24. Mektubundan (9 Eylül 2009):
Merhaba hoca,
Bilgilendirmeler için teşekkür ediyorum, ellerine sağlık.
Gelişmeleri izliyorum.
Sen yazdıkça da dikkat çeken noktanın ortak olduğunu Ali ile birlikte
gözlemleyip, bazen gülüp, bazen de defalarca ayıp ayıp bu kadar da olmaz
dediğimiz oluyor.
Fazla zamanından çalmak istemiyorum, kısa yazıyorum
yakınında olduğumu bilmeni istiyorum.
Sevgiler
Zeki Bayterin
***
Mihrac Ural’ın notu:
Bu yazışmalardan yayına almadığım önemli bir yazışma bulunuyor.
Zeki Bayterin kardeşim, Adana bölgesinde sorumluluk alan bir yoldaşla ilgili değerlendirme yapmıştır. Bu değerlendirmeye benim uzun bir cevabım da oldu. Ayrı bir dosya haline getirdiğim bu değerlendirme yazışmasını, Zeki Bayterin’den yayınlama ertelemesi isteğiyle ve kabulüyle yayınlamadım.
Belge olgunca bir tarihi kesitin ve bu kesitte sorumlu olan bir arkadaşın değerlendirilmesini ihtiva etmektedir. Adana THKP-C (Acilciler) tarihiyle ilgili yanları itibariyle, Örgüt tarihi içindeki yazım çalışması içinde yer verilecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)