31 Mayıs 2009 Pazar
ESKİ YENİ TÜM YOLDAŞLAR
Levent Sami sultan
Lübnan bölgesi ve kamplar sorumlusu
THKP-C(Acilciler) MK yedek üyesi
30. 05. 2009
Devrimci harekete katıldığım günden bu güne ülkemde demokrasi mücadelesi için her şeyimi ortaya koyarak bu güne aynı kararlılık, örgütlülük ve bağlılıkla devam ediyorum.
Örgütümüzün gösterdiği yükselişle birlikte, üzerimize salınmak istenen kuklaların çabaları önemsiz olsa da, beni tanıyan yoldaşlarla bu konudaki düşüncelerimi paylaşmak isterim
Bir süreden beri, mücadele alanının dışından "devrimcilik" yapma adına Engin Erkiner ve onunla hangi ortak noktalarda bir araya geldiklerini bilmediğimiz ama geçmişlerinde çirkin işlerle ilgili oldukları bilinen kişiler, şanlı geçmişi olan örgütümüze ve liderliğine milliyetçi-devletçi ağızlarla saldırılarını sürdürmeye devam ettiklerini görüyoruz.
"Demokratlık", "devrimcilik" esintileri içinden, bir dönem birlikte yol arkadaşlığı ettikleri örgütümüz Acilciler'e, genel sekreteri Mihraç Ural yoldaşa karşı yaptıkları iftira ve karalamalar sinsi ve kara bir amaç taşımaktadır.
Çifte standartlı ve her sözlerinde yalanı merkez edinin açıklamaları, Acilci hareketinin ülkede son zamanlarda göstermekte olduğu mücadele ivmesindeki yükselişe karşı sıkıntılarının dışı vurumu olarak gündeme gelmektedir. Milliyetçi bir tepki olarak izlemekte olduğumuz bu yalanların tek amacı şüphe ve kuşku yaygınlaştırmaktır. Bir yalanı kırk kez söylemekle, ne kadar olursa olsun, elde edilecek etkinin peşindedirler. Nazi yöntemidir bu, yalanı çok büyük söyleyeceksin çok tekrar edeceksin inanmasalar da kuşkuya düşecekler yöntemi budur.
Oysa geçmişteki her olayın, her çabanın merkezinde ve en önünde sorumlu olarak yer alan bizler buradayız. Mücadelemize de devam etmekteyiz örgütlü, sorumlu insanlarız da.
Bir tarafta örgütsüz ve hiç kimseye hesap vermeden istediği yalanı söyleme durumunda olanlar ile her sözü kendisini olduğu kadar çevresini, örgütünü, hedef kitlesiyle ilişkisini etkileyecek insanlar karşı karşıyadır.
Bunu düşünmek bile bu kiril insanların ne amaçla bu işleri yaptığını anlamak için önemli bir başlangıçtır. Bunlar bir örgüt içinde olsalardı, bir hedef kitleleri olsaydı, bu sorumlulukların gözleri altında böylesine yalanları ortaya atma durumunda olamazlardı. Çevreleri onları dizginler yalanın çevreleri üzerinde yaratacağı tahribat nedeniyle dizginlenirlerdi.
Ancak bu kirli insanlar örgütsüz, sorumlu olabilecekleri bir çevreleri de yok. Bunun için sorumsuzca konuşmalarının önünde de engelleri yoktur. Ne geçmişte ne de bu gün siyasal bir örgütlülük kaygısı taşımamış olmaları ise böylesi saçmalıklarla kimi insanları rahatsız etmeleri gündeme gelebiliyor.
Eski yoldaşların da dikkatini çekeceğim önemli bir nokta şudur. Tartışılan dönem ve konulara dikkat edin. Kamplardan ve savaş ortamından kim Avrupalara kaçmak istediyse, o savaşı ve savaştığını, kamp yaşamını ve maharetlerini kitap olarak anlatıyor. Bu ilginç değil mi?
Kim örgütten on yıllardır ayrı olup başka örgüte sığınmış ve dönüp ilgisiz olduğu örgütün tarihini, olaylarını, tek tek insanları anlatır. Bu işte bir gariplik yok mu?
Adam ne gazeteci ne de örgüt tarihiyle ilgili akademik bir araştırma işiyle meşgul, on yıllardır örgütle ilgisiz, birçok örgüt değiştirmiş ama Acilciler örgütü tarihi üzerine hiç tanık olmadığı, kulaktan dolma bilgi ve kendi şahsi sorunlarının tepkileriyle yazıyor. Bu tür yazıları önemseyen olur mu?
Bunlara çok dikkat etmek gerek. Bu iş bana sağlıklı gelmiyor? Başka şeyler var bu çabaların altında. Şimdilik buna, şahsi kin nedeniyle yapılıyor demekle yetineceğim.
Bu insanları bizler ne olayların içinde ne de savaş ortamında hiç görmedik ve bilmiyoruz. Bilgi kaynakları nedir onlar konuşsun. Adına kurgu yaparak mektup yazdıkları insanlar ortaya çıktı ve tam tersi şeyler söyledi. Sü.. Uç.. (Cihat Aşkar) olayı ortaya çıktı. Cihat şehitler haftasına katıldı şehitlerimizin önünde saygıyla eğildi ve bu kurguları yapanlara öyle sözler yöneltti ki, bunları buraya aktarmak yazı adabına hiç yakışık olmayacaktır; Engin’in telaşla onu telefonla araması ve “mektubun yazarının adı bende saklı kastedilen Cihat değil” diyerek yayınladığı sahte mektubun örtülmesine çalışması inanılmaz bir çirkinlikteydi. Polis ifadesini örtemeye çalışırken düştüğü haller gibi, şaşkın ve çaresiz.
Yazmak kolay. suçlamak şüphe ve kaygı yaratmakta. Ama her iddiayı tanık, belge ve kanıtla ispat etmeksizin kafa bulandırmak nereye kadar ve kimin işine yarayacaktır. Devrimci harekete ne türden bir yararı olabilir.
Devrimciliği “rezillik “ilan ediliyorlar. Hiçbir devrimci hareketin ilkesiyle uzak yakın ilgisi olmayan, birey hatası dışında bir anlamı olmayan olayları Devrimci hareketin rezillikleri diye çarşaf çarşaf yayınlayanlar. Bunlar bu çabalarıyla ne yapmak istiyorlar. Doğu Perinçek’çi çaba dışında hangi işlevi yerine getirmiş oluyorlar diye sorsak yanılmış olur muyuz?
Şimdi de oturmuş örgütümüzü karalıyorlar. Üstelik içinde yer almadıkları kesitlerle, olaylarla ilgili olarak.
Bunları ciddiye alıp okuyacak magazin severlere diyecek bir şeyim olmaz ama bu yol devrimcilere ait bir yol değildir. Başka şeyler var, elimde kanıt yok ama bu yol devrimci bir yol değildir demekle yetineceğim.
Okur bu yazışmaları dikkatli ve sorumlu olarak takip ederse zorlanmadan bu adamların yapmak istedikleri karanlık işleri çözebilecektir.
Bu kirli insanlar şehitlere bile dil uzattılar. Olayların bire bir tanığı olan, uzun yıllar kamplarda sorumlu biri olarak tanık olduğum, bildiğim, yaşadığım her olayı gerçeğiyle ilgisi olmadan, yalan kurgularla anlatmaları, hiçbir zaman bir iç tartışma olamaz. Bu işin altında başka eller olduğunu belgesiz iddia etmek zor olsa da işaretler bunu gösteriyor.
Son sözümde şudur,
1 Kongreye MİT’ten para ve talimat alarak gelen birine yaslanmak zorunda kalan bir itirafçı Engin’in artık amacının açık olduğunu düşünüyorum. Polis ifadesinin üzerinde oluşturduğu ağır basıncı kaldıramadı. Bir öz eleştiriyle yapması gerekeni yanlışa devam ederek sürdürdü. Böyle başlayan süreç ihbarcılığa, milliyetçi reflekslerle yazmaya, kinle derinleşmeye ve sonunda İbrahim yalçın adlı biriyle ortak olamaya ulaştı.
İbrahim Yalçını bilmeyen yoktur. Malum ya becerikli adam, MİT’e oyun oynamış, üstelik MİT’in parasını alıp onları aldatmış mış, Karısana göz ameliyatını da MİT’e yaptırmış onları atlatmış mış. Kongreyi MİT isteğiyle ve MİT’ten aldığı para ve vaatlerle izlemeyi kabullenmiş birinin ne olabileceğini, ikili oynayıp oynamayacağının, oyunlarına para elde etmek için devam edip etmediğinin garantisi olmayacağını anlamak için çokbilmiş olmaya gerek yok. Biz de onu dinledik el yazısıyla ifadesini aldık. Ama hiç inanmadık bir kez devrimci ahlakını satarak MİT’ten para alıp! Kongreyi takibe gelen birinin oynadığı oyunun iki ağızlı bir testere olduğunu biliyorduk. Zaten sabıkalı biri.
Örgütümüz yapılması gereken en önemli şeyi önlem aldı, sessizce, kuşattı, güven verdi ama asla inanmadı. Ayı Cemal, bir insanın tanıyabileceği en yalancı kişidir. İnanılmaz ölçüde yalan söyler. Tek amaç, kişi yalanlarına inanmasa da, kafasının bunalması yeterlidir. Ama onu bilenler, ağzıyla kuş tutsa ona inanmazlar…
Örgütümüz bunlara önlem alarak yürüdü. Bunlara fiziki zarar vermedi, böyle gerekiyordu. 1. kongrenin güvenliği ve çalışmalarımızın devamı için bu çirkin oyunlara karşı alınması gereken tutumlar yeterince alınmıştı.
Savaş halinde olduğunuz düşmanla duygularla mücadele edemezsiniz. Süreci kontrol edebildiğiniz oranda sinirlerinize hakim olacak ve siyaseti yürüteceksiniz. Her şüpheliye fiziki zarar vermek, kendini aklamak için yazdığı ifadelere inanmak kadar toycadır. İbrahim yalçın olayının çapı da buydu. Bu adamı her kes tüm yönleriyle tanıdığı için bu kadarı ona yeter.
Adil Okay olayı ise çok farklı. Bu adam sadece uzaktan uzağa kendini belli etmeden sinsice iş yapar. Ortalıkta kafa bulandıracak söylemlerle dolaşır. Benim çevremde, köyümde de aynı şeyleri yaptığını biliyorum. Yakın çevremin aktarımları bu sinsi adamın ahlaksızca imalarla neler yaptığını aktarıp duruyor.
Son zamanlarda elinde muhtaç adamları dolaştırıp Mersin’de sağda solda sinsice dedikodularla ortaya çıkmakta. Bu kişiyi ayıp olmasın diye dinleyenler bizi aramakta ve ağza alınmayacak sözlerle bu çirkin utanmaz adamı tanımlamaktadırlar.
Bu utanmaz adam, kamplardan ve savaştan kaçarak Avrupa’ya sığınmasına, el yazılı mektuplarında dile getirdiklerinden örgüt tarafından tutuklandığındaki çirkin yalvarışlarına kadar üzerinde şimdilik durulmayacaktır. Kendini düzeltecek, o bunu yapmak zorunda ona hiç inanmayacağız ama çirkinliğini içinde tutarak yaşayacak. Tersi davranışlara halkımız sessiz kalmayacaktır.
Edebiyatıyla uğraşsın ama babası gibi olsun yalan yazmasın, Cihat adına kurguladığı mektupları Engine göndermesin, Cihat’ın telefon numarasını vererek suç ortağı olmasın. Bir daha memlekete özgürce gelecekse, bu işlerden elini eteğini çeksin demekle yetineceğim. Kitle kaygısı olmayanlara kitleler uyarır. Kitleler, kendileri için kaygılı olanları çok iyi savunur.
Engin Erkiner’i insan olarak hiç tanımam. Siyasi mücadelemizde bu kişinin uzak yşakın hiçbir yeri olmamıştır. Konusu bile önemsizce geçmiştir. Kaçak bir, TKEP’sine sığınmış bir adam. On yıllar sonra aklına geleni söylemesinin ne değeri olur ki. Tüm çabaları altından kalkamadıkları geçmişleridir. Nebil yoldaşın bu kişi için söylediklerini buraya aktarmakla yetineceğim.
Nebil yoldaş Filistin’e gitmeden önce yanımdaydı. Mihrac yoldaşı Konya cezaevi ziyaretinden sonra Filistin’e gitmek üzere gelmişti. 15 gün onu gözüm gibi sakladım. Filistin’e gidişle ilgili uzunca konuştuk, “Sağmalcılardan kaçırdığımız Filistinlilerle buluşacağım ve artık orada da eğitim için bir imkân yaratmaya çalışacağız” dedi. Tacettin Sarı ve bir sempatizan Nebil yoldaşı alarak, emin bir şekilde Filistin’e doğru yolcu ettiler.
Yurtdışına çıkıştan bu güne Mihrac yoldaşla her anım birlikte geçti. Hayatımızı halkımızın çıkarları için mücadele etmekten başka bir amacımız ve çabamız olmadı. Binlerce insan tanıdık, Öcalan’dan tutun Murat Karyalçına, Cemil Bayık’a, SVP liderinden, TKP-B liderlerinde evlerimizde yatıp kalktılar. Devrimci insanlara örgütümüz tüm imkanlarıyla yardım etti. Sınırları sırtımızda taşıyarak geçirdik onlarcasını. Emek verdik Hepsini onurlu bir örgütün insanları olarak yaptık. Bu rezil ikilinin bu emeklerde hiçbir katkısı yokken bu gün gösterdikleri çirkinlik ne olduklarını anlatmaya yeter de artar. Bunların çirkin yüzleri çok açıktır.
Yeterince deşifresiniz beyler. Gidin örgütlü olun sorumlularınız olsun ya da sorumlu olun. Hedef kitleniz olsun ve o çevrenin sorumluluğu altında bulunun. Sorumsuz olunca tepkiyle yaptıklarınızı başka türlü dizginleyemezsiniz.
Yaptığınız boşuna bir uğraş. Bu halk, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde örgütümüze ve liderliğine büyük bir saygı ve umut beslemektedir. Bunun anlamını bilemezsiniz. Çünkü hedef kitleniz yok. Gösterdiğiniz milliyetçi refleksler, Arap düşmanlığı, Hatay davası inkarcılığı bizi daha çok hedef kitlemizle buluşturuyor. Her düşmanca sözünüz hedef kitlemizin göğsümüze taktığı bir madalya oluyor. Daha çok çırpının...
Kalpazanlığı bırakın, yalanla hiçbir şey yürümez. Sizde uydura uydura gittiğinizi biliyorsunuz bu çabalarla koparacağınız fırtına sadece size zarar verecektir.
Bu örgütün onlarca şehidini, halkıyla kaynaşmış olarak örgütün değerli kadrolarının liderliğiyle eşgüdümlü çalışma yükseliyor. Şehitler haftasındaki çabaya bir göz atın utanmayacak mısınız yaptıklarınızdan. Kim halkına gidiyor kim buna köstek olmaya çalışıyor. Bunu görmüyor musunuz.
Yalanlarla attığınız çamur hangi birimizi etkiler sanıyorsunuz. Kime ne türden mesaj verir sanıyorsunuz. İşlevsiz, oturduğunuz dar dünyalarınızdan kalpazanlık yapmayın. Çünkü var olan ve yıkmak istediğiniz şey, binlerce insan ve şehidin ürünüdür. Başta, Mihrac yoldaşın yaptığının yüzde birini bile yapamazsınız. Çünkü amacınız kitleler değil, hak kazanımı değil. Hep tepki hep olumsuzlama, hep şüphe. Çünkü hiç sorumlu olmadınız elinizi taşın altına koymadınız hep kaçak güreştiğin örgütten örgüte kaçıp durdunuz.
Her halükarda size bir misyon yüklenmiş ya da siz bu gerici misyonu gönüllü olarak yükümlenmişseniz, sanmayın ki işleviniz hep öyle kalır. Sizi istihdam edenler sizinle kalmayacaktır…
Gerici ve yıkıcı duruşunuzla, örgütleme sahasında hiç bir şey yapamamış, var olana yamanmış halinizle sahtekarlıklarınıza, yalanlarınıza devam edemezsiniz. Ulaşamadığınız değerleri mundar görmekle hiçbir sonuç alamayacaksınız.
Bu karanlık insanlara eklenen, örgütümüzle uzak yakın bir ilişkisi olmayan, kafa karıştırmak için, gençlerimizle yazışarak tipik bir muhbir işlevlerine giren utanmaz bir ahlaksız, bir paranoyak sağa sola yazdığı ve kızına bile yazdırdığı mektuplarla çabalarımıza darbe vurmak ister. Türkiye milliyetçi solunun ahlaksızları bunlardır. Solu çapsız yapan halk düşmanı bunlardır. Bunları çok iyi tanıyoruz. Kurdukları gruplarında insanı bir ahlak siyasi bir düzeyi olmayan bu insanların kendi örgüt ve yoldaşlarıyla ilişkileri bile yüz kızartıcıdır. Bunları hiçbir surette muhatap bile almayacağımız bilinmelidir.
Bunlara sesleniyoruz, umurumuzda değil sizin karanlıkta kalmış ilişkileriniz. Biz yolumuzu halkımızın hak talepleri olarak belirledik ya sizin yolunuz kinleriniz mi? Devam edin…
Bu satırları size er ya da geç hatırlatacağım.
Bu satırları okuyan tüm yoldaşlarıma ve kamuoyuna sözüm şudur. Hayatımın bilinçli tüm evrelerini demokrasi mücadelesi uğruna örgütlü olarak sürdürdüm öylede devam ediyorum. Liderliğimle örgütümle geçmişimizle şehitlerimiz ve yoldaşlarımla övünçlüyüm. Hiçbir hataya göz yummadım. Beni tanıyanlar sözlerimin ne anlama geldiğini iyi bilirler.
Buradan hepinize sesleniyorum, Engin ve ortağı Mit ajanı İbrahim yalçın, yalan söylüyorlar. Doğu Perinçek’i hatırlayın karşılaştırma yapın, çok lafa gerek kalmayacak.
“vesvese” yaratmak, şaibe yaratmak için yalan üzerine yalan söylüyorlar. Yaptıkları bir tasfiye hareketedir. Sürekli aynı kişiler aynı amaçla bir araya gelmelerini tesadüf saymak mümkün değil.
Lübnan bölgesi ve kamplar sorumlusu
THKP-C(Acilciler) MK yedek üyesi
30. 05. 2009
Devrimci harekete katıldığım günden bu güne ülkemde demokrasi mücadelesi için her şeyimi ortaya koyarak bu güne aynı kararlılık, örgütlülük ve bağlılıkla devam ediyorum.
Örgütümüzün gösterdiği yükselişle birlikte, üzerimize salınmak istenen kuklaların çabaları önemsiz olsa da, beni tanıyan yoldaşlarla bu konudaki düşüncelerimi paylaşmak isterim
Bir süreden beri, mücadele alanının dışından "devrimcilik" yapma adına Engin Erkiner ve onunla hangi ortak noktalarda bir araya geldiklerini bilmediğimiz ama geçmişlerinde çirkin işlerle ilgili oldukları bilinen kişiler, şanlı geçmişi olan örgütümüze ve liderliğine milliyetçi-devletçi ağızlarla saldırılarını sürdürmeye devam ettiklerini görüyoruz.
"Demokratlık", "devrimcilik" esintileri içinden, bir dönem birlikte yol arkadaşlığı ettikleri örgütümüz Acilciler'e, genel sekreteri Mihraç Ural yoldaşa karşı yaptıkları iftira ve karalamalar sinsi ve kara bir amaç taşımaktadır.
Çifte standartlı ve her sözlerinde yalanı merkez edinin açıklamaları, Acilci hareketinin ülkede son zamanlarda göstermekte olduğu mücadele ivmesindeki yükselişe karşı sıkıntılarının dışı vurumu olarak gündeme gelmektedir. Milliyetçi bir tepki olarak izlemekte olduğumuz bu yalanların tek amacı şüphe ve kuşku yaygınlaştırmaktır. Bir yalanı kırk kez söylemekle, ne kadar olursa olsun, elde edilecek etkinin peşindedirler. Nazi yöntemidir bu, yalanı çok büyük söyleyeceksin çok tekrar edeceksin inanmasalar da kuşkuya düşecekler yöntemi budur.
Oysa geçmişteki her olayın, her çabanın merkezinde ve en önünde sorumlu olarak yer alan bizler buradayız. Mücadelemize de devam etmekteyiz örgütlü, sorumlu insanlarız da.
Bir tarafta örgütsüz ve hiç kimseye hesap vermeden istediği yalanı söyleme durumunda olanlar ile her sözü kendisini olduğu kadar çevresini, örgütünü, hedef kitlesiyle ilişkisini etkileyecek insanlar karşı karşıyadır.
Bunu düşünmek bile bu kiril insanların ne amaçla bu işleri yaptığını anlamak için önemli bir başlangıçtır. Bunlar bir örgüt içinde olsalardı, bir hedef kitleleri olsaydı, bu sorumlulukların gözleri altında böylesine yalanları ortaya atma durumunda olamazlardı. Çevreleri onları dizginler yalanın çevreleri üzerinde yaratacağı tahribat nedeniyle dizginlenirlerdi.
Ancak bu kirli insanlar örgütsüz, sorumlu olabilecekleri bir çevreleri de yok. Bunun için sorumsuzca konuşmalarının önünde de engelleri yoktur. Ne geçmişte ne de bu gün siyasal bir örgütlülük kaygısı taşımamış olmaları ise böylesi saçmalıklarla kimi insanları rahatsız etmeleri gündeme gelebiliyor.
Eski yoldaşların da dikkatini çekeceğim önemli bir nokta şudur. Tartışılan dönem ve konulara dikkat edin. Kamplardan ve savaş ortamından kim Avrupalara kaçmak istediyse, o savaşı ve savaştığını, kamp yaşamını ve maharetlerini kitap olarak anlatıyor. Bu ilginç değil mi?
Kim örgütten on yıllardır ayrı olup başka örgüte sığınmış ve dönüp ilgisiz olduğu örgütün tarihini, olaylarını, tek tek insanları anlatır. Bu işte bir gariplik yok mu?
Adam ne gazeteci ne de örgüt tarihiyle ilgili akademik bir araştırma işiyle meşgul, on yıllardır örgütle ilgisiz, birçok örgüt değiştirmiş ama Acilciler örgütü tarihi üzerine hiç tanık olmadığı, kulaktan dolma bilgi ve kendi şahsi sorunlarının tepkileriyle yazıyor. Bu tür yazıları önemseyen olur mu?
Bunlara çok dikkat etmek gerek. Bu iş bana sağlıklı gelmiyor? Başka şeyler var bu çabaların altında. Şimdilik buna, şahsi kin nedeniyle yapılıyor demekle yetineceğim.
Bu insanları bizler ne olayların içinde ne de savaş ortamında hiç görmedik ve bilmiyoruz. Bilgi kaynakları nedir onlar konuşsun. Adına kurgu yaparak mektup yazdıkları insanlar ortaya çıktı ve tam tersi şeyler söyledi. Sü.. Uç.. (Cihat Aşkar) olayı ortaya çıktı. Cihat şehitler haftasına katıldı şehitlerimizin önünde saygıyla eğildi ve bu kurguları yapanlara öyle sözler yöneltti ki, bunları buraya aktarmak yazı adabına hiç yakışık olmayacaktır; Engin’in telaşla onu telefonla araması ve “mektubun yazarının adı bende saklı kastedilen Cihat değil” diyerek yayınladığı sahte mektubun örtülmesine çalışması inanılmaz bir çirkinlikteydi. Polis ifadesini örtemeye çalışırken düştüğü haller gibi, şaşkın ve çaresiz.
Yazmak kolay. suçlamak şüphe ve kaygı yaratmakta. Ama her iddiayı tanık, belge ve kanıtla ispat etmeksizin kafa bulandırmak nereye kadar ve kimin işine yarayacaktır. Devrimci harekete ne türden bir yararı olabilir.
Devrimciliği “rezillik “ilan ediliyorlar. Hiçbir devrimci hareketin ilkesiyle uzak yakın ilgisi olmayan, birey hatası dışında bir anlamı olmayan olayları Devrimci hareketin rezillikleri diye çarşaf çarşaf yayınlayanlar. Bunlar bu çabalarıyla ne yapmak istiyorlar. Doğu Perinçek’çi çaba dışında hangi işlevi yerine getirmiş oluyorlar diye sorsak yanılmış olur muyuz?
Şimdi de oturmuş örgütümüzü karalıyorlar. Üstelik içinde yer almadıkları kesitlerle, olaylarla ilgili olarak.
Bunları ciddiye alıp okuyacak magazin severlere diyecek bir şeyim olmaz ama bu yol devrimcilere ait bir yol değildir. Başka şeyler var, elimde kanıt yok ama bu yol devrimci bir yol değildir demekle yetineceğim.
Okur bu yazışmaları dikkatli ve sorumlu olarak takip ederse zorlanmadan bu adamların yapmak istedikleri karanlık işleri çözebilecektir.
Bu kirli insanlar şehitlere bile dil uzattılar. Olayların bire bir tanığı olan, uzun yıllar kamplarda sorumlu biri olarak tanık olduğum, bildiğim, yaşadığım her olayı gerçeğiyle ilgisi olmadan, yalan kurgularla anlatmaları, hiçbir zaman bir iç tartışma olamaz. Bu işin altında başka eller olduğunu belgesiz iddia etmek zor olsa da işaretler bunu gösteriyor.
Son sözümde şudur,
1 Kongreye MİT’ten para ve talimat alarak gelen birine yaslanmak zorunda kalan bir itirafçı Engin’in artık amacının açık olduğunu düşünüyorum. Polis ifadesinin üzerinde oluşturduğu ağır basıncı kaldıramadı. Bir öz eleştiriyle yapması gerekeni yanlışa devam ederek sürdürdü. Böyle başlayan süreç ihbarcılığa, milliyetçi reflekslerle yazmaya, kinle derinleşmeye ve sonunda İbrahim yalçın adlı biriyle ortak olamaya ulaştı.
İbrahim Yalçını bilmeyen yoktur. Malum ya becerikli adam, MİT’e oyun oynamış, üstelik MİT’in parasını alıp onları aldatmış mış, Karısana göz ameliyatını da MİT’e yaptırmış onları atlatmış mış. Kongreyi MİT isteğiyle ve MİT’ten aldığı para ve vaatlerle izlemeyi kabullenmiş birinin ne olabileceğini, ikili oynayıp oynamayacağının, oyunlarına para elde etmek için devam edip etmediğinin garantisi olmayacağını anlamak için çokbilmiş olmaya gerek yok. Biz de onu dinledik el yazısıyla ifadesini aldık. Ama hiç inanmadık bir kez devrimci ahlakını satarak MİT’ten para alıp! Kongreyi takibe gelen birinin oynadığı oyunun iki ağızlı bir testere olduğunu biliyorduk. Zaten sabıkalı biri.
Örgütümüz yapılması gereken en önemli şeyi önlem aldı, sessizce, kuşattı, güven verdi ama asla inanmadı. Ayı Cemal, bir insanın tanıyabileceği en yalancı kişidir. İnanılmaz ölçüde yalan söyler. Tek amaç, kişi yalanlarına inanmasa da, kafasının bunalması yeterlidir. Ama onu bilenler, ağzıyla kuş tutsa ona inanmazlar…
Örgütümüz bunlara önlem alarak yürüdü. Bunlara fiziki zarar vermedi, böyle gerekiyordu. 1. kongrenin güvenliği ve çalışmalarımızın devamı için bu çirkin oyunlara karşı alınması gereken tutumlar yeterince alınmıştı.
Savaş halinde olduğunuz düşmanla duygularla mücadele edemezsiniz. Süreci kontrol edebildiğiniz oranda sinirlerinize hakim olacak ve siyaseti yürüteceksiniz. Her şüpheliye fiziki zarar vermek, kendini aklamak için yazdığı ifadelere inanmak kadar toycadır. İbrahim yalçın olayının çapı da buydu. Bu adamı her kes tüm yönleriyle tanıdığı için bu kadarı ona yeter.
Adil Okay olayı ise çok farklı. Bu adam sadece uzaktan uzağa kendini belli etmeden sinsice iş yapar. Ortalıkta kafa bulandıracak söylemlerle dolaşır. Benim çevremde, köyümde de aynı şeyleri yaptığını biliyorum. Yakın çevremin aktarımları bu sinsi adamın ahlaksızca imalarla neler yaptığını aktarıp duruyor.
Son zamanlarda elinde muhtaç adamları dolaştırıp Mersin’de sağda solda sinsice dedikodularla ortaya çıkmakta. Bu kişiyi ayıp olmasın diye dinleyenler bizi aramakta ve ağza alınmayacak sözlerle bu çirkin utanmaz adamı tanımlamaktadırlar.
Bu utanmaz adam, kamplardan ve savaştan kaçarak Avrupa’ya sığınmasına, el yazılı mektuplarında dile getirdiklerinden örgüt tarafından tutuklandığındaki çirkin yalvarışlarına kadar üzerinde şimdilik durulmayacaktır. Kendini düzeltecek, o bunu yapmak zorunda ona hiç inanmayacağız ama çirkinliğini içinde tutarak yaşayacak. Tersi davranışlara halkımız sessiz kalmayacaktır.
Edebiyatıyla uğraşsın ama babası gibi olsun yalan yazmasın, Cihat adına kurguladığı mektupları Engine göndermesin, Cihat’ın telefon numarasını vererek suç ortağı olmasın. Bir daha memlekete özgürce gelecekse, bu işlerden elini eteğini çeksin demekle yetineceğim. Kitle kaygısı olmayanlara kitleler uyarır. Kitleler, kendileri için kaygılı olanları çok iyi savunur.
Engin Erkiner’i insan olarak hiç tanımam. Siyasi mücadelemizde bu kişinin uzak yşakın hiçbir yeri olmamıştır. Konusu bile önemsizce geçmiştir. Kaçak bir, TKEP’sine sığınmış bir adam. On yıllar sonra aklına geleni söylemesinin ne değeri olur ki. Tüm çabaları altından kalkamadıkları geçmişleridir. Nebil yoldaşın bu kişi için söylediklerini buraya aktarmakla yetineceğim.
Nebil yoldaş Filistin’e gitmeden önce yanımdaydı. Mihrac yoldaşı Konya cezaevi ziyaretinden sonra Filistin’e gitmek üzere gelmişti. 15 gün onu gözüm gibi sakladım. Filistin’e gidişle ilgili uzunca konuştuk, “Sağmalcılardan kaçırdığımız Filistinlilerle buluşacağım ve artık orada da eğitim için bir imkân yaratmaya çalışacağız” dedi. Tacettin Sarı ve bir sempatizan Nebil yoldaşı alarak, emin bir şekilde Filistin’e doğru yolcu ettiler.
Yurtdışına çıkıştan bu güne Mihrac yoldaşla her anım birlikte geçti. Hayatımızı halkımızın çıkarları için mücadele etmekten başka bir amacımız ve çabamız olmadı. Binlerce insan tanıdık, Öcalan’dan tutun Murat Karyalçına, Cemil Bayık’a, SVP liderinden, TKP-B liderlerinde evlerimizde yatıp kalktılar. Devrimci insanlara örgütümüz tüm imkanlarıyla yardım etti. Sınırları sırtımızda taşıyarak geçirdik onlarcasını. Emek verdik Hepsini onurlu bir örgütün insanları olarak yaptık. Bu rezil ikilinin bu emeklerde hiçbir katkısı yokken bu gün gösterdikleri çirkinlik ne olduklarını anlatmaya yeter de artar. Bunların çirkin yüzleri çok açıktır.
Yeterince deşifresiniz beyler. Gidin örgütlü olun sorumlularınız olsun ya da sorumlu olun. Hedef kitleniz olsun ve o çevrenin sorumluluğu altında bulunun. Sorumsuz olunca tepkiyle yaptıklarınızı başka türlü dizginleyemezsiniz.
Yaptığınız boşuna bir uğraş. Bu halk, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde örgütümüze ve liderliğine büyük bir saygı ve umut beslemektedir. Bunun anlamını bilemezsiniz. Çünkü hedef kitleniz yok. Gösterdiğiniz milliyetçi refleksler, Arap düşmanlığı, Hatay davası inkarcılığı bizi daha çok hedef kitlemizle buluşturuyor. Her düşmanca sözünüz hedef kitlemizin göğsümüze taktığı bir madalya oluyor. Daha çok çırpının...
Kalpazanlığı bırakın, yalanla hiçbir şey yürümez. Sizde uydura uydura gittiğinizi biliyorsunuz bu çabalarla koparacağınız fırtına sadece size zarar verecektir.
Bu örgütün onlarca şehidini, halkıyla kaynaşmış olarak örgütün değerli kadrolarının liderliğiyle eşgüdümlü çalışma yükseliyor. Şehitler haftasındaki çabaya bir göz atın utanmayacak mısınız yaptıklarınızdan. Kim halkına gidiyor kim buna köstek olmaya çalışıyor. Bunu görmüyor musunuz.
Yalanlarla attığınız çamur hangi birimizi etkiler sanıyorsunuz. Kime ne türden mesaj verir sanıyorsunuz. İşlevsiz, oturduğunuz dar dünyalarınızdan kalpazanlık yapmayın. Çünkü var olan ve yıkmak istediğiniz şey, binlerce insan ve şehidin ürünüdür. Başta, Mihrac yoldaşın yaptığının yüzde birini bile yapamazsınız. Çünkü amacınız kitleler değil, hak kazanımı değil. Hep tepki hep olumsuzlama, hep şüphe. Çünkü hiç sorumlu olmadınız elinizi taşın altına koymadınız hep kaçak güreştiğin örgütten örgüte kaçıp durdunuz.
Her halükarda size bir misyon yüklenmiş ya da siz bu gerici misyonu gönüllü olarak yükümlenmişseniz, sanmayın ki işleviniz hep öyle kalır. Sizi istihdam edenler sizinle kalmayacaktır…
Gerici ve yıkıcı duruşunuzla, örgütleme sahasında hiç bir şey yapamamış, var olana yamanmış halinizle sahtekarlıklarınıza, yalanlarınıza devam edemezsiniz. Ulaşamadığınız değerleri mundar görmekle hiçbir sonuç alamayacaksınız.
Bu karanlık insanlara eklenen, örgütümüzle uzak yakın bir ilişkisi olmayan, kafa karıştırmak için, gençlerimizle yazışarak tipik bir muhbir işlevlerine giren utanmaz bir ahlaksız, bir paranoyak sağa sola yazdığı ve kızına bile yazdırdığı mektuplarla çabalarımıza darbe vurmak ister. Türkiye milliyetçi solunun ahlaksızları bunlardır. Solu çapsız yapan halk düşmanı bunlardır. Bunları çok iyi tanıyoruz. Kurdukları gruplarında insanı bir ahlak siyasi bir düzeyi olmayan bu insanların kendi örgüt ve yoldaşlarıyla ilişkileri bile yüz kızartıcıdır. Bunları hiçbir surette muhatap bile almayacağımız bilinmelidir.
Bunlara sesleniyoruz, umurumuzda değil sizin karanlıkta kalmış ilişkileriniz. Biz yolumuzu halkımızın hak talepleri olarak belirledik ya sizin yolunuz kinleriniz mi? Devam edin…
Bu satırları size er ya da geç hatırlatacağım.
Bu satırları okuyan tüm yoldaşlarıma ve kamuoyuna sözüm şudur. Hayatımın bilinçli tüm evrelerini demokrasi mücadelesi uğruna örgütlü olarak sürdürdüm öylede devam ediyorum. Liderliğimle örgütümle geçmişimizle şehitlerimiz ve yoldaşlarımla övünçlüyüm. Hiçbir hataya göz yummadım. Beni tanıyanlar sözlerimin ne anlama geldiğini iyi bilirler.
Buradan hepinize sesleniyorum, Engin ve ortağı Mit ajanı İbrahim yalçın, yalan söylüyorlar. Doğu Perinçek’i hatırlayın karşılaştırma yapın, çok lafa gerek kalmayacak.
“vesvese” yaratmak, şaibe yaratmak için yalan üzerine yalan söylüyorlar. Yaptıkları bir tasfiye hareketedir. Sürekli aynı kişiler aynı amaçla bir araya gelmelerini tesadüf saymak mümkün değil.
88. Dosya. Bir uydurma adam için not
İtirafçı Engin Erkiner’in mahkum olduğu kader
ve
bir uydurma adam Adil Okay’ın yalanları
Mihrac Ural
30 Mayıs 2009
Nihayet adımı andı. Bu benim ikinci doğum günüm olmalı ne dersiniz…
Ben de kendi kendime, birden dünyam nasıl değişti diye soruyordum. “Adımı anması için çırpınıp durmuş”um, o reklamımı yapmamak için adımı bile anmazmış.
Kimden söz ettiğimi anladınız mı? Yazdıklarımı “hiç okumayan” ama, yazdığım her kelimeyi büyüteçle takip eden İtirafçı Engin den mi söz ediyorum sandınız? Hayır, Hayır onu geçeli çok oldu. Onu (bildiğiniz itirafçıyı) ömrü boyu hakkımda yazmaya mahkum ettim. Artık adımın geçmediği tek bir yazısı olmayacak. Onu dünya aleme meşhur etmemin karşılığını verecek. 20 sayfalık Polis ifadesini yayınladım ve bitti; O bir itirafçıdır, buraya kadardı yolu. Hayatı boyunca bu kamburu taşıyacak. Bunun intikamı için, her tür yalandan medet umacak; onu sakızıyla baş başa bırakıyorum artık.
Bahsettiğim kişi onun çömezi, savaş kaçkını Adil Okay. Artık sayesinde tüm dünya beni tanımış oldu çünkü adımı bir yazısında anmış oldu. Ne mutlu bana ne mutlu…
Uzatmayacağım bu fareyle hiç ilgilenmem zaten. Ancak bilinmesi gereken önemli bir iki noktayı kısaca geçeceğim.
1. Bu adam kendini reklam etmek için her türlü şaklabanlık yaptığını bana o kadar çok kişi söyledi ki, gülüp geçtim hep. Çünkü onların bana okudukları şeyleri ben bin kez yaşamıştım. Kitaplarını satın alması için eski arkadaşlarına para vermesinden tutun, başkası adına sahte mektuplar dizmesine, eski bir dostunun ağzından sarhoş bir gecede rasgele aldığı konuşmaları, yazılı belge gibi sunmasından yayınlamaktan utandığım, bu gün 301. maddeden yargılanan onurlu bir aydın için Paris günlerinde yazdığı ağza alınmayacak mektuba kadar. Bu adam eniyle boyuyla aklıyla sıradan bir uydurmadır, o kadar. Şimdi de Ali çakmaklı olayından dolayı özeleştiri çekerek beraat reklamını kazanmak istiyor. Hayırlı olsun. Ben buradayım, örgütüm adına siyasi savunma yapacağım.
2. Bu uyduruk adam, çıkarına gelince beni tanımaz adımı anmazmış, ama çıkarına gelince sözü emir kabul edilen “şef” olarak ilan eder. Bu türler zikzak derslerini cemaatlerinin başın olan itirafçı Engin adam ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın’dan ders alarak öğrenmişler. Ama çehrelerini bilmeyen kalmadı. Yalan ve kurgularla insan akınla gelebilecek birbiriyle sonsuz çelişkili suçlamaları yapıp durdular. Yayınladığı yazıda ali çakmaklı olayıyla ilgili olarak öz eleştiri çekmiş. Çok iyi etmiş. Ama huyudur yalan söylemeden edemez. “Neden karanlık” başlıklı yazıyı benim kaleme aldığımı söylemiş ve görgü tanıkları varmış. Hemen söyleyeyim, yazı örgüt arşivindedir. Altındaki tarih “Eylül 1980” ve ben bu tarihte cezaevinde değil, orta-doğudaydım. Ali Çakmaklı dosyasında (61. Dosya) olayı tüm yönleriyle anlattım. Hanımıyla birlikte, çok sevdiğim ve saydığım bir yoldaşım yayınladığım belgeden dolayı rahatsız olmuştu, nedense? Ben belgeyi sorumluluktan uzaklaşmak için yayınlamadım. 61. dosyada sözlerim çok açık ve net; örgütümün altına imza attığı her şeyin alytına imzamı atarım ben buradayım dedim. Bu nokta nedense dikkatten kaçmış.
Adil Okay’ın el yası ile verdiği bilgiler her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Herkes bilmeli ki, belgesiz, kanıtsız bir şey yazmayız. İnsana değer veririz. Pol Potçu adaletle kimsenin kişilik haklarına kara çalmayız. “duyum”, “vesvese”, üçüncü kişi onayına muhtaç söylem, ölü konuşturmacılığı bizde yoktur olmayacakta. Burjuvazi bile bir iddiasını yıllarca kanıtlamak için mahkemeler kurar, hüküm verse de Yargıtay yolunu açık bırakır, itiraz hakkı verir. Bunun adı, hukuk herkese lazım olur. Devrimciler ise burjuva hukuktan da daha titiz olmalıdır. Gelecek bir toplum için daha ileri olmak zorunluluğu var. Bu açık. Acilcilik budur, böylesine bir ahlak ve hukuk algısıdır. Bilmeyenlere duyurulur. Buna rağmen dinleyin beni:
3. Bir daha tekrar ediyorum. Dost düşman duysun. Örgütüm THKP-C(Acilcilerin) sorumluluğunu üstlendiği bu olayı, bireysel kanaatim ne olursa olsun görevim gereği 2. kongre bağlanıp yeni bir karar alana kadar altına imzamı atıyorum. Bu konuda kim ne demek istiyorsa, örgüt adına onun muhatabı da benim. Bu kadar açık ve net olan sözlerimin olduğu bir yerde, kimse öküz altında buzağı aramasın. Kimseyi suçlamıyor kimseyi de aklamıyorum. “Neden karanlık” adlı yazının oluşumunda bu korkaklar sürüsünün tümünün payı etkin olarak vardı. Onların işi bu, savaştan kaçtıkları gibi örgütsel sorumluluktan da kaçarlar. Ben buradayım, örgütümün başındayım ve örgütümün tüm olumlu ve olumsuzluklarından sorumluyum. Bireyin özeleştiri çekmesi hiçbir olayı ne hata yapar ne de aklar. Kurum algısı olmayanlara duyurulur.
4. Bu utanmaz adam Adil Okay “örgüte verdiği raporları yayınlıyormuşuz” diye bir incide bulundu. Adam yalancı ya, yapamaz illa yalan söyleyecek. Yayınlanan mektupların tümü, itirafçı Engin adamla gizli, gizli yaptığı yazışma mektuplarıdır. Yani illegal örgüt kurallarını ihlal eden kaçak mektuplardır. Bunlar yakalandı ve arşivdedir. Yayınlanan diğer belgeler ise, örgüte yönelik işlediği suçlardan dolayı sorguya çekilmek üzere tutuklandığı kesitte öz eleştiri olarak sunduğu ve herkese açık olan bilgilerdir. Örgüte verilmiş iç yazışma değildir. CEPHE Ekim-Kasım 1982, sayı 14-15 te “DEVRİMCİ KAMUOYUNA” başlığı altında, 21. sayfada yayınlanan bildirinin altında, Adil Okay ve Ahmet Yeğenlerin imzası bulunmaktadır.
5. ölü konuşturmacıları, duyumcular bizim askeri eylemlerimizi ihbar ediyorlar. Provokasyon yapıp eylemlerimizi söylemeye zorluyorlar. Kurgu şu, Adana’daki eylem ABD konsolosluğuna karış askeri bir eylem. İsimler konuyor yalan biçimlendirmeler yapılıyor. Ölü konuşuyor ya. Şüpheli olduğu için, Nebil yoldaşın talimatıyla ağzına tabanca konmuş bir ahlaksız tiyo işinden sorumlu, durmadan ölü konuşturtuyor.
Amaç ülkemize dönüş yolunu tıkamak, varsa bir imkanı ABD’ye karşı uluslararası terör yapanlar olarak afişe edilip arkasından gelecek süreçlere itilmemiz isteniyor. Şakamı sanıyorsunuz bu sözleri. Bu ihbarların açacağı yaralar için ilk ipuçları gözüktü bile. Adamlar ihbarlarına devam ediyorlar. Bu cemaatin sacayaklarından biri Adil Okay’dır. Sinsi ve kendini ele vermez gibi görüneni budur. Edebiyatçılık onun maskesidir, biliyor ve izliyoruz.
6. Hep tehditten yakınır. Sakin olsun. Biz örgütümüzü polise teslim etmiş İtirafçı Engin Erkiner’e, MİT ajanı İbrahim Yalçın’a karşı bile şiddet uygulamadık. Onları kuşattık işlevsiz kıldık; bu günkü cazgırlıkları bundan.
Sakin ol. Adil Okay seni tehdit etmiyoruz, ama uyarıyoruz. Bir kez daha da uyarıyoruz. Halkımız kendi değerlerine sahip çıkacaktır, kendi yalanlarınız kendinize kalsın, algı boşluklarınız çok, onunla dolgu yaparsınız.
7. Arkadaşlar kesin karar aldılar. Bu sürüyle muhatap olunmayacaktır. Bu karara uyacağız. Bundan sonrası sözün bittiği yerdir bizim için.
ve
bir uydurma adam Adil Okay’ın yalanları
Mihrac Ural
30 Mayıs 2009
Nihayet adımı andı. Bu benim ikinci doğum günüm olmalı ne dersiniz…
Ben de kendi kendime, birden dünyam nasıl değişti diye soruyordum. “Adımı anması için çırpınıp durmuş”um, o reklamımı yapmamak için adımı bile anmazmış.
Kimden söz ettiğimi anladınız mı? Yazdıklarımı “hiç okumayan” ama, yazdığım her kelimeyi büyüteçle takip eden İtirafçı Engin den mi söz ediyorum sandınız? Hayır, Hayır onu geçeli çok oldu. Onu (bildiğiniz itirafçıyı) ömrü boyu hakkımda yazmaya mahkum ettim. Artık adımın geçmediği tek bir yazısı olmayacak. Onu dünya aleme meşhur etmemin karşılığını verecek. 20 sayfalık Polis ifadesini yayınladım ve bitti; O bir itirafçıdır, buraya kadardı yolu. Hayatı boyunca bu kamburu taşıyacak. Bunun intikamı için, her tür yalandan medet umacak; onu sakızıyla baş başa bırakıyorum artık.
Bahsettiğim kişi onun çömezi, savaş kaçkını Adil Okay. Artık sayesinde tüm dünya beni tanımış oldu çünkü adımı bir yazısında anmış oldu. Ne mutlu bana ne mutlu…
Uzatmayacağım bu fareyle hiç ilgilenmem zaten. Ancak bilinmesi gereken önemli bir iki noktayı kısaca geçeceğim.
1. Bu adam kendini reklam etmek için her türlü şaklabanlık yaptığını bana o kadar çok kişi söyledi ki, gülüp geçtim hep. Çünkü onların bana okudukları şeyleri ben bin kez yaşamıştım. Kitaplarını satın alması için eski arkadaşlarına para vermesinden tutun, başkası adına sahte mektuplar dizmesine, eski bir dostunun ağzından sarhoş bir gecede rasgele aldığı konuşmaları, yazılı belge gibi sunmasından yayınlamaktan utandığım, bu gün 301. maddeden yargılanan onurlu bir aydın için Paris günlerinde yazdığı ağza alınmayacak mektuba kadar. Bu adam eniyle boyuyla aklıyla sıradan bir uydurmadır, o kadar. Şimdi de Ali çakmaklı olayından dolayı özeleştiri çekerek beraat reklamını kazanmak istiyor. Hayırlı olsun. Ben buradayım, örgütüm adına siyasi savunma yapacağım.
2. Bu uyduruk adam, çıkarına gelince beni tanımaz adımı anmazmış, ama çıkarına gelince sözü emir kabul edilen “şef” olarak ilan eder. Bu türler zikzak derslerini cemaatlerinin başın olan itirafçı Engin adam ve ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın’dan ders alarak öğrenmişler. Ama çehrelerini bilmeyen kalmadı. Yalan ve kurgularla insan akınla gelebilecek birbiriyle sonsuz çelişkili suçlamaları yapıp durdular. Yayınladığı yazıda ali çakmaklı olayıyla ilgili olarak öz eleştiri çekmiş. Çok iyi etmiş. Ama huyudur yalan söylemeden edemez. “Neden karanlık” başlıklı yazıyı benim kaleme aldığımı söylemiş ve görgü tanıkları varmış. Hemen söyleyeyim, yazı örgüt arşivindedir. Altındaki tarih “Eylül 1980” ve ben bu tarihte cezaevinde değil, orta-doğudaydım. Ali Çakmaklı dosyasında (61. Dosya) olayı tüm yönleriyle anlattım. Hanımıyla birlikte, çok sevdiğim ve saydığım bir yoldaşım yayınladığım belgeden dolayı rahatsız olmuştu, nedense? Ben belgeyi sorumluluktan uzaklaşmak için yayınlamadım. 61. dosyada sözlerim çok açık ve net; örgütümün altına imza attığı her şeyin alytına imzamı atarım ben buradayım dedim. Bu nokta nedense dikkatten kaçmış.
Adil Okay’ın el yası ile verdiği bilgiler her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Herkes bilmeli ki, belgesiz, kanıtsız bir şey yazmayız. İnsana değer veririz. Pol Potçu adaletle kimsenin kişilik haklarına kara çalmayız. “duyum”, “vesvese”, üçüncü kişi onayına muhtaç söylem, ölü konuşturmacılığı bizde yoktur olmayacakta. Burjuvazi bile bir iddiasını yıllarca kanıtlamak için mahkemeler kurar, hüküm verse de Yargıtay yolunu açık bırakır, itiraz hakkı verir. Bunun adı, hukuk herkese lazım olur. Devrimciler ise burjuva hukuktan da daha titiz olmalıdır. Gelecek bir toplum için daha ileri olmak zorunluluğu var. Bu açık. Acilcilik budur, böylesine bir ahlak ve hukuk algısıdır. Bilmeyenlere duyurulur. Buna rağmen dinleyin beni:
3. Bir daha tekrar ediyorum. Dost düşman duysun. Örgütüm THKP-C(Acilcilerin) sorumluluğunu üstlendiği bu olayı, bireysel kanaatim ne olursa olsun görevim gereği 2. kongre bağlanıp yeni bir karar alana kadar altına imzamı atıyorum. Bu konuda kim ne demek istiyorsa, örgüt adına onun muhatabı da benim. Bu kadar açık ve net olan sözlerimin olduğu bir yerde, kimse öküz altında buzağı aramasın. Kimseyi suçlamıyor kimseyi de aklamıyorum. “Neden karanlık” adlı yazının oluşumunda bu korkaklar sürüsünün tümünün payı etkin olarak vardı. Onların işi bu, savaştan kaçtıkları gibi örgütsel sorumluluktan da kaçarlar. Ben buradayım, örgütümün başındayım ve örgütümün tüm olumlu ve olumsuzluklarından sorumluyum. Bireyin özeleştiri çekmesi hiçbir olayı ne hata yapar ne de aklar. Kurum algısı olmayanlara duyurulur.
4. Bu utanmaz adam Adil Okay “örgüte verdiği raporları yayınlıyormuşuz” diye bir incide bulundu. Adam yalancı ya, yapamaz illa yalan söyleyecek. Yayınlanan mektupların tümü, itirafçı Engin adamla gizli, gizli yaptığı yazışma mektuplarıdır. Yani illegal örgüt kurallarını ihlal eden kaçak mektuplardır. Bunlar yakalandı ve arşivdedir. Yayınlanan diğer belgeler ise, örgüte yönelik işlediği suçlardan dolayı sorguya çekilmek üzere tutuklandığı kesitte öz eleştiri olarak sunduğu ve herkese açık olan bilgilerdir. Örgüte verilmiş iç yazışma değildir. CEPHE Ekim-Kasım 1982, sayı 14-15 te “DEVRİMCİ KAMUOYUNA” başlığı altında, 21. sayfada yayınlanan bildirinin altında, Adil Okay ve Ahmet Yeğenlerin imzası bulunmaktadır.
5. ölü konuşturmacıları, duyumcular bizim askeri eylemlerimizi ihbar ediyorlar. Provokasyon yapıp eylemlerimizi söylemeye zorluyorlar. Kurgu şu, Adana’daki eylem ABD konsolosluğuna karış askeri bir eylem. İsimler konuyor yalan biçimlendirmeler yapılıyor. Ölü konuşuyor ya. Şüpheli olduğu için, Nebil yoldaşın talimatıyla ağzına tabanca konmuş bir ahlaksız tiyo işinden sorumlu, durmadan ölü konuşturtuyor.
Amaç ülkemize dönüş yolunu tıkamak, varsa bir imkanı ABD’ye karşı uluslararası terör yapanlar olarak afişe edilip arkasından gelecek süreçlere itilmemiz isteniyor. Şakamı sanıyorsunuz bu sözleri. Bu ihbarların açacağı yaralar için ilk ipuçları gözüktü bile. Adamlar ihbarlarına devam ediyorlar. Bu cemaatin sacayaklarından biri Adil Okay’dır. Sinsi ve kendini ele vermez gibi görüneni budur. Edebiyatçılık onun maskesidir, biliyor ve izliyoruz.
6. Hep tehditten yakınır. Sakin olsun. Biz örgütümüzü polise teslim etmiş İtirafçı Engin Erkiner’e, MİT ajanı İbrahim Yalçın’a karşı bile şiddet uygulamadık. Onları kuşattık işlevsiz kıldık; bu günkü cazgırlıkları bundan.
Sakin ol. Adil Okay seni tehdit etmiyoruz, ama uyarıyoruz. Bir kez daha da uyarıyoruz. Halkımız kendi değerlerine sahip çıkacaktır, kendi yalanlarınız kendinize kalsın, algı boşluklarınız çok, onunla dolgu yaparsınız.
7. Arkadaşlar kesin karar aldılar. Bu sürüyle muhatap olunmayacaktır. Bu karara uyacağız. Bundan sonrası sözün bittiği yerdir bizim için.
30 Mayıs 2009 Cumartesi
KARARLI İRADE
Mihrac Ural
30 Mayıs 2009
Mustafa Elveren hocanın "KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN TARAFLARIN İRADESİ VAR MI?" yazısını okudum. Hoca, bir kez daha Kürt sorunun tek boyutlu ele alınmayacağını dile getirmiş eksikliklere parmak basmış. Farklılıklarımızın eşitler olarak yer alacağı bir demokratik cumhuriyetin tek çıkış yolu olduğu gerçeğinde bir netliğin oluşması gerektiğini belirtmiş. Net olanları ve hala karmaşada olanları göstermiş. Kısa ama çok anlamlı bir makale yazmış. Bu makaleye not düşmem gerektiği kanısıyla yazıyorum.
Okurlarımla uzun zamandır paylaşmakta olduğum yazılarımda dile getirmeye çalıştığım temel algı burada tekamül ediyor. Özellikle Ülkemizin Türk ve Kürtlerden sonra üçüncü en büyük ulusal topluluğu olan Arap kökenli ve üstelik Alevi bir inanç ailesinden geliyor olmam bu duyarlılıkların önemini daha yakından izleme şansı veriyor.
Bu yanımla uğramadığım saldırı, itham, karalama, çamur atma da kalmadı. Uzun yıllar benim kişiliğimi, işkencede ser verip sır vermeyen tutumlarımı, yurt içinde zindan zindan 12 zindan sürgünlerimi, yurt dışında 6 zindan yatışımı ve hala siyasi mülteci hallerimi yakından bilen solcu maskesi takmış Türk milliyetçisi reflekslilerin saldırılarına maruz kaldım. Bunlar arasında itirafçı olmanın utancını taşımayan onursuzlar dahil farklı tipleri saymak mümkün; poliste 20 sayfa itiraflarla her şeyi teslim edip yıkıp yakmış olanlar, MİT'le anlaşıp açıkça para alarak bunu el yazılı itiraflarında dile getirenler, sinsice ortalığa fesat sokuşturup “vesvese” yapanlar, paranoyaklar da dahildir. Kürt halk lideri Sayın Öcalan’ın ve Kürt özgürlük mücadelesinin özel harp dairesinden çektiklerinin bir boyutunu biz de bu kanaldan çekip duruyoruz. Bunları “Azınlık Olmak Zor Zanaattır” başlığı taşıyan makalemde dile getirdim. Şahsileşmemesi için bunları bu boyutuyla geçiştirmeyi yeğlerim. Ama biliyoruz ki bilinç bulanıklığı, net olmama halleri hep bu reflekslerden, hep bu ötekileştirmelerden geliyor. Tam bu noktada Mustafa Elveren hocanın yazısının önemi öne çıkıyor.
Özgürlüğü parçalara ayırmadan, ağlamayan çocuğa da meme hakkı olduğunu düşünerek, her farklı yapıyı, inanç ve kültürel topluluğu hak sahibi bir eşit sayarak ele almak gerektiğini belirlemek gerek. Sorun, ne tek başına Kürt sorunudur ne de Cumhuriyet Türkiye’sinin sorunlarını güvenlik yöntemleriyle çözemediği açık hale geldiği bir noktada, bu sorunların ekonomik önlemler paketiyle çözülebilir olduğu sanısına kapılma olayıdır. Sorun tüm boyutları, farklılıkları, ayrı varlık ve inanç türlerinin sorunu olarak bir ülkenin tüm temel konularının sorunu olarak ele almak ve buna eşitlerin çözüm arayışı olarak bakmak gereklidir.
Kimse kimsenin adına bir çözüm üretmesin. Bu bir dayatma olur. Zaten tarih boyunca “komünizm gerekiyorsa da onu biz getiririz” diyen mantığın esiri olduk. Bu mantık yalnızca kaos üretti.
Çözüm taraflarca olur, ilgili tarafın talepleri bir eşit olarak yaptırım sahibi olmadan her çözüm iddiası bir dayatmaya dönüşür. Sil yeniden başa dön halleri buradan üreyip durur. Buna son vermek gerçekçi çözüm iradesini ortaya koymakla yükümlüyüz. Bu ise farklılıklarımızı eşitler olarak kabul etmemizi zorunlu kılar.
Eşitlerin, yasalarla, anayasa, kurum ve kuruluşlarla yeniden yapılandırmaya yöneldikleri bir ülke sorunlarını rahat aşar. Bu ise, toplumun doğrudan doğruya kendi tarihiyle yüzleşmesinden geçiyor. Bu konuyu okurlarımla uzun zamandır paylaşmakta olduğum bir dizi makalede dile getirdim; tarihiyle yüzleşemeyen toplumlar geleceği kurma şansını kaybetmiştir dedim.
Tarafların iradesini aramak bu açıdan çok önem taşıyor. İşte bu tarihi kesitin parolası da budur; ülkemizin içinde olduğu kaostan kurtulmak için tarafların iradesi var mıdır yok mudur? Bu soruya açık net ve ikircimsizce yanıt vermemiz gereklidir; geçerli cevap fiili olarak kurum ve yasal güvenceler oluşturabildiği ölçüde gerçekçi sayılabilir.
Bu nedenle, doğrunun arkasında duracak kararlı bir irade yoksa, tüm söylemler zaman kaybı için üretilen uydurmalar olacaktır. Ta ki, bir tarafın diğeri üzerine askeri hükümranlığını ezici biçimde dayatana kadar. Bu ise çözüm bile değil kaosu derinleştirmektir.
Bu ülke birimizin değil de hepimize ait bir ortak ülke ise, çözüm iradesini üretmek zorundayız. İradesi arkasında durmayan bir söylem çözüm olamaz diyorum.
30 Mayıs 2009
Mustafa Elveren hocanın "KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN TARAFLARIN İRADESİ VAR MI?" yazısını okudum. Hoca, bir kez daha Kürt sorunun tek boyutlu ele alınmayacağını dile getirmiş eksikliklere parmak basmış. Farklılıklarımızın eşitler olarak yer alacağı bir demokratik cumhuriyetin tek çıkış yolu olduğu gerçeğinde bir netliğin oluşması gerektiğini belirtmiş. Net olanları ve hala karmaşada olanları göstermiş. Kısa ama çok anlamlı bir makale yazmış. Bu makaleye not düşmem gerektiği kanısıyla yazıyorum.
Okurlarımla uzun zamandır paylaşmakta olduğum yazılarımda dile getirmeye çalıştığım temel algı burada tekamül ediyor. Özellikle Ülkemizin Türk ve Kürtlerden sonra üçüncü en büyük ulusal topluluğu olan Arap kökenli ve üstelik Alevi bir inanç ailesinden geliyor olmam bu duyarlılıkların önemini daha yakından izleme şansı veriyor.
Bu yanımla uğramadığım saldırı, itham, karalama, çamur atma da kalmadı. Uzun yıllar benim kişiliğimi, işkencede ser verip sır vermeyen tutumlarımı, yurt içinde zindan zindan 12 zindan sürgünlerimi, yurt dışında 6 zindan yatışımı ve hala siyasi mülteci hallerimi yakından bilen solcu maskesi takmış Türk milliyetçisi reflekslilerin saldırılarına maruz kaldım. Bunlar arasında itirafçı olmanın utancını taşımayan onursuzlar dahil farklı tipleri saymak mümkün; poliste 20 sayfa itiraflarla her şeyi teslim edip yıkıp yakmış olanlar, MİT'le anlaşıp açıkça para alarak bunu el yazılı itiraflarında dile getirenler, sinsice ortalığa fesat sokuşturup “vesvese” yapanlar, paranoyaklar da dahildir. Kürt halk lideri Sayın Öcalan’ın ve Kürt özgürlük mücadelesinin özel harp dairesinden çektiklerinin bir boyutunu biz de bu kanaldan çekip duruyoruz. Bunları “Azınlık Olmak Zor Zanaattır” başlığı taşıyan makalemde dile getirdim. Şahsileşmemesi için bunları bu boyutuyla geçiştirmeyi yeğlerim. Ama biliyoruz ki bilinç bulanıklığı, net olmama halleri hep bu reflekslerden, hep bu ötekileştirmelerden geliyor. Tam bu noktada Mustafa Elveren hocanın yazısının önemi öne çıkıyor.
Özgürlüğü parçalara ayırmadan, ağlamayan çocuğa da meme hakkı olduğunu düşünerek, her farklı yapıyı, inanç ve kültürel topluluğu hak sahibi bir eşit sayarak ele almak gerektiğini belirlemek gerek. Sorun, ne tek başına Kürt sorunudur ne de Cumhuriyet Türkiye’sinin sorunlarını güvenlik yöntemleriyle çözemediği açık hale geldiği bir noktada, bu sorunların ekonomik önlemler paketiyle çözülebilir olduğu sanısına kapılma olayıdır. Sorun tüm boyutları, farklılıkları, ayrı varlık ve inanç türlerinin sorunu olarak bir ülkenin tüm temel konularının sorunu olarak ele almak ve buna eşitlerin çözüm arayışı olarak bakmak gereklidir.
Kimse kimsenin adına bir çözüm üretmesin. Bu bir dayatma olur. Zaten tarih boyunca “komünizm gerekiyorsa da onu biz getiririz” diyen mantığın esiri olduk. Bu mantık yalnızca kaos üretti.
Çözüm taraflarca olur, ilgili tarafın talepleri bir eşit olarak yaptırım sahibi olmadan her çözüm iddiası bir dayatmaya dönüşür. Sil yeniden başa dön halleri buradan üreyip durur. Buna son vermek gerçekçi çözüm iradesini ortaya koymakla yükümlüyüz. Bu ise farklılıklarımızı eşitler olarak kabul etmemizi zorunlu kılar.
Eşitlerin, yasalarla, anayasa, kurum ve kuruluşlarla yeniden yapılandırmaya yöneldikleri bir ülke sorunlarını rahat aşar. Bu ise, toplumun doğrudan doğruya kendi tarihiyle yüzleşmesinden geçiyor. Bu konuyu okurlarımla uzun zamandır paylaşmakta olduğum bir dizi makalede dile getirdim; tarihiyle yüzleşemeyen toplumlar geleceği kurma şansını kaybetmiştir dedim.
Tarafların iradesini aramak bu açıdan çok önem taşıyor. İşte bu tarihi kesitin parolası da budur; ülkemizin içinde olduğu kaostan kurtulmak için tarafların iradesi var mıdır yok mudur? Bu soruya açık net ve ikircimsizce yanıt vermemiz gereklidir; geçerli cevap fiili olarak kurum ve yasal güvenceler oluşturabildiği ölçüde gerçekçi sayılabilir.
Bu nedenle, doğrunun arkasında duracak kararlı bir irade yoksa, tüm söylemler zaman kaybı için üretilen uydurmalar olacaktır. Ta ki, bir tarafın diğeri üzerine askeri hükümranlığını ezici biçimde dayatana kadar. Bu ise çözüm bile değil kaosu derinleştirmektir.
Bu ülke birimizin değil de hepimize ait bir ortak ülke ise, çözüm iradesini üretmek zorundayız. İradesi arkasında durmayan bir söylem çözüm olamaz diyorum.
KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN TARAFLARIN İRADESİ VAR MI?
Mustafa elveren – Em. Öğrt.
Ülkemizin içinde bulunduğu çok önemli siyasal ve sosyal sorunlarla karşı karşıyayız. Bu ülkede Kürtlerin sorunları olduğu kadar, Alevilerin ve diğer inanç gruplarının da aynı şekilde sorunları mevcuttur. Artık sorunların varlığı ve nedenleri netleşmiş durumdadır. Bundan sonra sorunları tartışılırken daha çok çözüm yollarını ortaya koymak gerekir. dolayısıyla, sorunların çözüm önerileri net olarak belirtilmelidir.
Peki, bu sorunların çözümü için gerek devletin ilgili kurumları ve gerekse başta Kürtler olmak üzere, kendilerine yapılan haksızlıkları gidermek için taraf olan diğer toplum kesimlerinin iradesi netleşmiş midir? Aslında soruyu biraz daha genişletebiliriz. Hangi Kürt örgütü ne istiyor? Ya da kürtler kendi aralarında siyasi bir irade oluşturabilmişler mı? Aynı sorular Aleviler için de geçerlidir.
Kürtlerin bir çok kurum ve kuruluşları dururken, sistem tarafından asimile edilmiş benim gibi emekli bir öğretmenin bu soruya vereceği yanıtlar, kişisel düşüncesinden öteye gitmez. Hali hazırda KURD-DER, KÜRT ENSTİTÜSÜ, DTP, PDK, YNK, KNK, HAK-PAR-PSK ve PKK gibi partiler başta olmak üzere, onlarca kürt siyasi örgütleri ile kurum ve kuruluşları mevcuttur. Keşke imkanım olsaydı, saydığım bu kurumlardan sorunun cevabını alabilseydim.
Belki bir işe yarar diye, kişisel düşüncelerimi buraya aktarmak istiyorum;
Tüm Kürt örgütleri arasında bir siyasi iradenin oluştuğunu söylemek doğru olmaz. Ancak, DTP-PKK-KNK paralelindeki örgütler arasında siyasi bir irade oluştuğu kesindir. Bu oluşumlar İmralı'da tutuklu bulunan Sayın A.Öcalan'ı siyasi irade olarak kabul etmiş ve Öcalan'ın önerdiği "Demokratik Özerklik" çözüm projesini desteklemektedirler.
“Demokratik Özerklik” olarak isimlendirilen bu projede sadece Kürtler değil, Aleviler başta olmak üzere, tüm diğer inanç grupları ile azınlıkları da kapsamaktadır. Proje, Konfederalizm ile genişletildiği takdirde, tüm ortadoğu halkları için de geçerli bir çözüm niteliğindedir. Bu projeye destek veren oluşumlar Türkiye'nin sınırlarının değişmesinden yana değildirler. Türk milliyetçiliği, Arap milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği gibi her türlü milliyetçiliği reddederler.
O nedenle, PSK, HAKPAR, Ş.Elçi, PDK, YNK ve benzeri kürt siyasi örgütleri "Demokratik Özerklik" projesine şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu örgütler daha çok Federatif yönetimden yanadırlar. Ancak, federatif tezinde de ortak bir iradeleri henüz oluşmadığını görmekteyiz.
Diğer taraftan, devlet hala bölünme korkusunu taşımaktadır. Bu konuyla ilgili olan devlet kurumları arasında da bir irade oluştuğunu söylemek bence henüz erkendir. Cumhurbaşkanlığı Makamınca konu duyarlı bir şekilde dile getirilmesi çok önemli olmakla birlikte, devletin tüm kurumları arasında ortak bir iradenin olduğunu söylemek mümkün değildir.
Ben tüm oluşumların düşüncelerine saygı göstermekle birlikte, "Demokratik Özerklik" projesinin Türkiye için daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Yani “Demokratik Özerklik”-“Demokratik Cumhuriyet”-Demokratik Konfederalizm” adına ne derseniz deyin, bu projede tüm halkların kendi dilini ve kültürlerini koruyarak, bir arada kardeşçe yaşayabileceklerdir. Özcesi, Cumhuriyettin demokratikleştirilmesidir.
Yeri gelmişken ve birkaç okuyucu tarafından bana yöneltilen; “Kürtler ne istiyor?” şeklindeki klasik bir soruyu da kısaca yanıtlamak istiyorum.
Kürtler de Türkler gibi eşit haklara sahip olmak istiyorlar. Kendi anadillerinde yayın hakkı, eğitim hakkı, eşit yurttaş olarak kendi ülkesinde yaşamak istiyorlar. Aynı şekilde, Alevilerin ve mevcut diğer inanç gruplarının da kendilerini özgürce ifade etmelidirler. Yani düşünceyi ifade etme özgürlüğünü istiyorlar. Kısacası; gerçek laiklik ve demokratik bir yapı içerisinde birlikte ve dostça, kardeşçe yaşamak istiyorlar.
Eğer bu isteklerden dolayı ülkemiz hıyar gibi bölünecekse, buyursun bölünsün. Tarihte, hak ve özgürlüklerin güçlü olduğu ülkelerin bölündüğünü ben bilmiyorum. Ancak, hak ve özgürlükleri kısıtlayan ve bu istekleri zülümle, baskıyla, kanla bastıran ülkelerin yıkılmaktan kurtulamadıkları da bir gerçektir. Umarım Türkiye bu tuzağın içine düşmez.
29.05.2009
Mustafa Elveren
E-Posta: mustafaelveren@gmail.com
Web: www.gomanweb.com
Ülkemizin içinde bulunduğu çok önemli siyasal ve sosyal sorunlarla karşı karşıyayız. Bu ülkede Kürtlerin sorunları olduğu kadar, Alevilerin ve diğer inanç gruplarının da aynı şekilde sorunları mevcuttur. Artık sorunların varlığı ve nedenleri netleşmiş durumdadır. Bundan sonra sorunları tartışılırken daha çok çözüm yollarını ortaya koymak gerekir. dolayısıyla, sorunların çözüm önerileri net olarak belirtilmelidir.
Peki, bu sorunların çözümü için gerek devletin ilgili kurumları ve gerekse başta Kürtler olmak üzere, kendilerine yapılan haksızlıkları gidermek için taraf olan diğer toplum kesimlerinin iradesi netleşmiş midir? Aslında soruyu biraz daha genişletebiliriz. Hangi Kürt örgütü ne istiyor? Ya da kürtler kendi aralarında siyasi bir irade oluşturabilmişler mı? Aynı sorular Aleviler için de geçerlidir.
Kürtlerin bir çok kurum ve kuruluşları dururken, sistem tarafından asimile edilmiş benim gibi emekli bir öğretmenin bu soruya vereceği yanıtlar, kişisel düşüncesinden öteye gitmez. Hali hazırda KURD-DER, KÜRT ENSTİTÜSÜ, DTP, PDK, YNK, KNK, HAK-PAR-PSK ve PKK gibi partiler başta olmak üzere, onlarca kürt siyasi örgütleri ile kurum ve kuruluşları mevcuttur. Keşke imkanım olsaydı, saydığım bu kurumlardan sorunun cevabını alabilseydim.
Belki bir işe yarar diye, kişisel düşüncelerimi buraya aktarmak istiyorum;
Tüm Kürt örgütleri arasında bir siyasi iradenin oluştuğunu söylemek doğru olmaz. Ancak, DTP-PKK-KNK paralelindeki örgütler arasında siyasi bir irade oluştuğu kesindir. Bu oluşumlar İmralı'da tutuklu bulunan Sayın A.Öcalan'ı siyasi irade olarak kabul etmiş ve Öcalan'ın önerdiği "Demokratik Özerklik" çözüm projesini desteklemektedirler.
“Demokratik Özerklik” olarak isimlendirilen bu projede sadece Kürtler değil, Aleviler başta olmak üzere, tüm diğer inanç grupları ile azınlıkları da kapsamaktadır. Proje, Konfederalizm ile genişletildiği takdirde, tüm ortadoğu halkları için de geçerli bir çözüm niteliğindedir. Bu projeye destek veren oluşumlar Türkiye'nin sınırlarının değişmesinden yana değildirler. Türk milliyetçiliği, Arap milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği gibi her türlü milliyetçiliği reddederler.
O nedenle, PSK, HAKPAR, Ş.Elçi, PDK, YNK ve benzeri kürt siyasi örgütleri "Demokratik Özerklik" projesine şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu örgütler daha çok Federatif yönetimden yanadırlar. Ancak, federatif tezinde de ortak bir iradeleri henüz oluşmadığını görmekteyiz.
Diğer taraftan, devlet hala bölünme korkusunu taşımaktadır. Bu konuyla ilgili olan devlet kurumları arasında da bir irade oluştuğunu söylemek bence henüz erkendir. Cumhurbaşkanlığı Makamınca konu duyarlı bir şekilde dile getirilmesi çok önemli olmakla birlikte, devletin tüm kurumları arasında ortak bir iradenin olduğunu söylemek mümkün değildir.
Ben tüm oluşumların düşüncelerine saygı göstermekle birlikte, "Demokratik Özerklik" projesinin Türkiye için daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Yani “Demokratik Özerklik”-“Demokratik Cumhuriyet”-Demokratik Konfederalizm” adına ne derseniz deyin, bu projede tüm halkların kendi dilini ve kültürlerini koruyarak, bir arada kardeşçe yaşayabileceklerdir. Özcesi, Cumhuriyettin demokratikleştirilmesidir.
Yeri gelmişken ve birkaç okuyucu tarafından bana yöneltilen; “Kürtler ne istiyor?” şeklindeki klasik bir soruyu da kısaca yanıtlamak istiyorum.
Kürtler de Türkler gibi eşit haklara sahip olmak istiyorlar. Kendi anadillerinde yayın hakkı, eğitim hakkı, eşit yurttaş olarak kendi ülkesinde yaşamak istiyorlar. Aynı şekilde, Alevilerin ve mevcut diğer inanç gruplarının da kendilerini özgürce ifade etmelidirler. Yani düşünceyi ifade etme özgürlüğünü istiyorlar. Kısacası; gerçek laiklik ve demokratik bir yapı içerisinde birlikte ve dostça, kardeşçe yaşamak istiyorlar.
Eğer bu isteklerden dolayı ülkemiz hıyar gibi bölünecekse, buyursun bölünsün. Tarihte, hak ve özgürlüklerin güçlü olduğu ülkelerin bölündüğünü ben bilmiyorum. Ancak, hak ve özgürlükleri kısıtlayan ve bu istekleri zülümle, baskıyla, kanla bastıran ülkelerin yıkılmaktan kurtulamadıkları da bir gerçektir. Umarım Türkiye bu tuzağın içine düşmez.
29.05.2009
Mustafa Elveren
E-Posta: mustafaelveren@gmail.com
Web: www.gomanweb.com
28 Mayıs 2009 Perşembe
(87. Dosya) Antakya Düşmanlığı Derin Devletin Demokrasi Düşmanlığıdır.
Mihrac Ural
17 Mayıs 2009
Antakya, doğası gereği her türlü milliyetçiliğe, inanç ayrımcılığına karşı bir duruşu temsil eder. Antakya, Roma’dan önceye ve sonrasına, Bizans’tan, Arap-İslam’a, Osmanlıya, Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan tüm süreçlerde hakim olanlara inat, tek boyutlu dayatmaya direnerek mozaik yapısını barışla korumuştur. Bu şehrin her alanında kapı komşusu oldu tüm dinler, etnik yapılar, inançlar.
Acilcilik bu doğanın verileriyle yükseldi, Antakya’yı başkent yaptı. Acilcilerin ülke çapındaki farkı da tam bu noktada belirginleşti; milliyetçi bölücülüğe karşı, inanç ve etnik özgürlükle kaynaşmış ortak bir hatta devrimci mücadeleyi kaynaştırdı.
İşte bu gerçeğe dil uzatmak istiyorlar.
Önce Antakya’yı küçümsemek istediler bir ton kirli yazı yazdılar. On yılların emeklerini, her mahalledeki örgütlülükleri, her köydeki etkinlikleri, her ailesinden yıllarca zindan yatan kadroları, militanları, işkenceleri, sürgünleri. “Abartma” olarak hafife aldılar. Ama bu çabalar tutmadı. Antakya gerçekliği her yerde ayakları üzerinde dik duran doğrulardan oluşuyordu. Kirli insanların çabalarını iflasla sonuçlandıran da bu oldu.
Antakya, Acilcilerin başkentiydi ve yeniden her şeye inat özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltiyordu. Bu dinamizmi kavramayanlar, derin devlet adına saldırılarını yükseltiyordu.
Antakya’yı küçümsemek tutmayınca, komiser Colomboca kriminal arkeoloji kazılarına ve böl yönet taktiklerine soyundular. Siyasetle ilgisi olmayan, Nebil yoldaşın şüpheleri ve önerisiyle, sorguya çekilip, ağzına tabanca dayanmış bir sinsi adamın (E.U) ölü konuşturuculuğundan medet umdular; yeryüzünde kendisinden başka kimsenin duymadığı bir söylenti üzerinde şato kurmaya çalıştılar. Tutmadı. Belgesiz, kanıtsız ithamlarını örtmek için beyhude çabalara yöneldiler.
Mektup yazdılar bir Antakyalı adına (S.Ü). Bu yoldaş yalanlarını suratlarına şamar gibi vurdu. Açıklamasını yaptı ve susturdu.
Arapça konuşturdular hiç Arapça bilmeyen bir Antakyalıya (H.Y), yüzlerine vurdu yalanlarını, balans ayarlarıyla geçiştirdiler, özür dilemeden.
Son üretimleri, geçmişinde olumlu duruşları olan bir Acilci eskisiyle (M.B) kurdukları dirsek temasıydı. Onunla sohbetlerinden cımbızlanmış, konuyla ilgisiz, nerede ne amaçla söylendiği belli olmayan bir “duyum”u öne sürdüler. Bu girişimin yalan olduğunu aynı kişi suratlarına vurdu, benim söylemediğim şeyleri adıma yazıyorsunuz dedi. Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma girişiminin bu son tiyatrosu da fiyasko oldu.
***
Acımasız bir Antakya düşmanlığı, Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma taktiği, böl yönet çabaları ortaya konmak isteniyor. Bu çabalar bir halkın kimlik hakları uğruna mücadelede yüz yıla yakın bir zaman sonra yeniden ayağa kalkmasıyla birlikte başladı. Kaynağında Özel Harp Dairesinin milliyetçi refleksleri bulunuyor. Ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinde bölücülük yapmak isteyenlerin kin ve milliyetçi saiklerle, şehir ayrımcılığı, inanç ve etnik ayrımcılık üzerine kurulu saldırılarına tanık olunuyor.
Antakya, doğası gereği her türlü milliyetçiliğe, inanç ayrımcılığına karşı bir duruşu temsil eder. Kadim tarihi, Roma’dan önceye ve sonrasına, Bizans’tan, Arap-İslam’a, Osmanlıya, Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan tüm süreçlerde hakim olanlara inat, tek boyutlu dayatmaya direnerek mozaik yapısını barışla korumuştur. Bu şehrin her alanında kapı komşusu oldu tüm dinler, etnik yapılar, inançlar. Acilcilik bu doğanın verileriyle yükseldi, Antakya’yı başkent yaptı. Acilcilerin ülke çapındaki farkı da tam bu noktada belirginleşti; milliyetçi bölücülüğe karşı, inanç ve etnik özgürlükle kaynaşmış ortak bir hatta devrimci mücadeleyi kaynaştırdı.
İşte bu gerçeğe dil uzatmak istiyorlar. On yıllardır örgütümüzle ilgileri kalmamış olan, bir itirafçıyla ortağı olan mit ajanı, özel harp dairesi adına çirkin bir hamle yöneltiyorlar. 27 yıldır TEKP’li biri olan itirafçı Engin Erkiner ve 19 yıllık TEKP’li bir Mit ajanı İbrahim Yalçın bu saldırıların merkezinde yer almaktadırlar. Örgütümüzün 1982 ve 1990 döneminde tanık olduğu tasfiyelerin başında olan bu Özel Harp Dairesi ajanları, bu gün de işlerine devam ediyorlar, Doğu Perinçek yöntemleriyle de ihbarlarını aralıksız sürdürüyorlar.
Antakya’yı hedef seçen bu kirli insanlar, bir kez daha mücadeleyi yükselten Antakya geleneğine karşı milliyetçi bir refleks sergileme yarışındalar; kin bu saldırıların dinamosu olarak rol oynamaktadır.
Önce Antakya’yı küçümsemek istediler bir ton kirli yazı yazdılar. On yılların emeklerini, her mahalledeki örgütlülükleri, her köydeki etkinlikleri, her ailesinden yıllarca zindan yatan kadroları, militanları, işkenceleri, sürgünleri. “Abartma” olarak hafife aldılar. Ama bu çabalar tutmadı. Antakya gerçekliği her yerde ayakları üzerinde dik duran doğrulardan oluşuyordu. Çabalarını iflasla sonuçlandıran da bu oldu. Antakya, Acilcilerin başkentiydi ve yeniden her şeye inat özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltiyordu. Bu dinamizmi kavramayanlar, derin devlet adına saldırılarını yükseltiyordu.
Antakya’yı küçümsemek tutmayınca, komiser Colomboca kriminal arkeoloji kazılarına ve böl yönet taktiklerine soyundular. Siyasetle ilgisi olmayan, Nebil yoldaşın şüpheleri ve önerisiyle, sorguya çekilip, ağzına tabanca dayanmış bir sinsi adamın (E.U) ölü konuşturuculuğundan medet umdular; yeryüzünde kendisinden başka kimsenin duymadığı bir söylenti üzerinde şato kurmaya çalıştılar. Tutmadı. Belgesiz, kanıtsız ithamlarını örtmek için beyhude çabalara yöneldiler.
Mektup yazdılar bir Antakyalı bir yoldaş adına (S.Ü). Yoldaş yalanları suratlarına şamar gibi vurdu. Açıklamasını yaptı ve susturdu. Arapça konuşturdular hiç Arapça bilmeyen bir Antakyalıya (H.Y), yüzlerine vurdu yalanlarını, balans ayarlarıyla geçiştirdiler, özür dilemeden.
Son üretimleri, geçmişinde olumlu duruşları olan bir Acilci eskisiyle (M.B) kurdukları dirsek temasıydı. Onunla sohbetlerinden cımbızlanmış, konuyla ilgisiz, nerede ne amaçla söylendiği belli olmayan bir “duyum”u öne sürdüler. Bu girişimin yalan olduğunu aynı kişi suratlarına vurdu, benim söylemediğim şeyleri adıma yazıyorsunuz dedi. Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma girişiminin bu son tiyatrosu da fiyasko oldu.
Bu ikilinin (itirafçı ve mit ajanı) tüm yazılarında akılın almayacağı ölçekte tezatlık, yalan ve kurgularla yaptıkları girişimler, derin devletin ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesine karşı bir tutumu olarak yansıyordu. Ortak ülkemizde, Tüm azınlıklar, Kürt halkı ve siyasal temsilcilerinin, aynı dairelerden uğradığı zulümden bizlerde payımızı alıyoruz. Biz Acilcilerin, payına düşen bu saldırıları bir onur belgesi olarak algıladık. Yolumuza devam ettik.
Bu cemaati, halkımız çok iyi tanıyor. Bize yönelen saldırılarının kaynağındaki kini ve milliyetçiliği iyi biliyor. Bu tartışmalar bir kez daha halkımızla kenetlenmemizi sağlıyor, mesajlarımızın doğru algılanmasını kolaylaştırıyor.
Roma’nın kadim kenti Antakya bir başkenttir. Her iki anlamda da öyledir. Ankara’nın resmi İstanbul’un fiili, Diyarbakır’ın ihtiyari başkent olması kadar başkenttir. Bir de Acilcilerin başkentidir. 1 Mayıs 2009 bir kez daha geçmişten bu güne uzanan süreçte halkımızla omuz omuza meydanları inişimiz bu gerçeği ortaya koydu. Tüm renkleriyle, etnik ve inanç farklılıklarıyla, Acilciler demokrasi mücadelesi için yollarda etkinlikleriyle yer aldılar.
Bunun bir tarihi vardı. Bunun bir geçmişi, gelecekte yer alacak olan dik duruşları vardı.
Bu şehrin 1975’lerden itibaren yükselen demokrasi mücadelesi, devletin gerici güçlerine karşı yükselmişti. Mit ajanı İbrahim Yalçın, bu tarihi kirletmek için şehrimizin uğradığı operasyonları yok sayma çabaları aynı dairelerin kurgularıdır; katlet ve cenazesini taşı taktiğidir. Antakya bitip tükenmez operasyonların mağduru bir şehirdir. Mit ajanlarının bu şehrin mücadelesine dil uzatmaları ise çok doğaldır; böl yönet taktikleri başka türlü anlamlı olamaz.
Bu şehirde, 76-77 Ağustosuna kadar yapılan bir dizi askeri eylemle faşistlere karşı mücadelemiz, mahallerde polislerle çatışmalardan baskınlara kadar tüm ağırlığıyla sürmüştü. İllegal yazımlar, bildiri dağıtımı ve afiş asma süreçlerinde sürekli polis operasyonlarıyla yüz yüze kalınmıştır.
Ancak burası Antakya, kitlesel gücümüzle halkın içinde mümkün olan en iyi şekilde kamufle oluşumuzla bu operasyonları başarısız kıldık. Bu süreç 1977 Ağustosunda beni ve Nebil Rahuma’yla tüm bölgemizi ele veren itirafçı Engin Erkiner, bu şehrin taşıdığı baskılara yenisini ekledi. O gün bu gündür, bu şehir kesilmeden operasyonlara maruzdur. Bu şehrin militanları kadroları ve yöneticileri uzun yıllar zindan yatmış sürgün olmuştur. İtirafçı Engin’in polise yardımla başlayan itirafçılığının gadrine uğramıştır. Öyle ki, 1975 -1980 dönemi boyunca polis operasyonuna uğramamış bir mahalle, sorguya çekilmemiş bir siyasal çalışma etkinliğimiz kalmamıştır. Her aileden kadro ve militanlarımız işkenceden zindana ve sürgüne uzanan süreçleri yaşamıştır. Antakya bu saldırılara karşı her zaman halkıyla direnmiştir. Acilcilerin gücü de buradadır; Acilciler Antakya’da halkın kendisiydi.
Bu gerçeği kimse kirletemez. Bu gerçek karşısında sadece saygıyla boyun eğilir.
Bu şehir, her mahallede örgütün denetiminde derneği olan bir şehirdi. Bu şehir her köyünde örgütün etkin çalışmaları olan ve bu gün belediye başkanlıklarına kadar yükselen örgütlenmenin şehridir. Bu şehirde operasyonlar hep halkın örgütlü insanı korumasıyla iflas edilmiştir. Bu gün yeniden dirilen bu şehir Acilcilerin başkenti olmaya devam ediyor.
1978 Samandağı Ziraat Bankası soygunu bu şehre kapsamlı bir darbeye yönelmiştir. Çocukluk arkadaşlarım, amcam oğlu ve öğrencilerim bu darbeden nasiplerini almıştır. Ama işkencede gösterdikleri direnişle ser verip sır vermeyerek, itirafçı Engin’in iki tokat yemeden tüm örgütü vermesine inat tek bir bilgi verilmemiştir. Örgüt diz çökmemiştir. Yola devam edilmiştir, yeni yöneticileriyle örgütsel çabalar yükselmiştir. Ardından gelen süreçte bitip tükenmez polis kovuşturmaları olmuş, ancak örgüt son ana kadar 12 Eylül sonrası sürecin direnişinde yer alarak yola devam etmiştir.
Bu örgüt, itirafçı Engin’in, mit ajanı Şahin’in havsalasının almayacağı etkilikle bu şehirde var olmuştur. Bu gün Antakya düşmanlığı edenler, kendi bölgelerinde Antakya’daki çalışmanın binde birini bile yapamamış aptallardır. Bu tartışmanın hiçbir sürecinde yer almayıp gerçekleri bilen tüm eski yoldaşlarımızı tenzih ederek söylemem gerekir ki, konu ne Antakya ne Mihrac Ural’dır. Böyle olsaydı bu tartışmalar çoktan biterdi. Konu demokrasi mücadelesinde ısrarlı ve örgütlü olmaya karşı derin devletin tutumudur. Bu sözümüze zamanı hakem koyuyoruz.
Bu ülkenin devrimci hareketinde Antakya denilince, marka olarak Acilcilerin akla gelmesi, başka bir anlama sahip değildir. Bu emek tüm yoldaşların, tük renklerine ve farklılıklarına karşın Acilci her militanın doğrudan emeğinin ürünüdür. Bu gün bu şehrin gerçeğinden çıkıp gelmiş olup da bunu inkar eden hiçbir insan yoktur, olamaz da. Bu nedenle Antakyalıyı Antakyalıyla kırdırmak ya da Antakya’yı hor görmek sadece belli dairelerin ajanlarına kalmış bildik bir karşı-devrimci işdir.
Bu karşı devrimci ikilinin (Engin-Şahin) tek işi geçmişi inkar yöntemiyle geleceği karartmaktır. Geçmişin her şeyini kirli göstererek geleceği kirli yapmaktır. “geçmişiniz varsa geleceğiniz yoktur” diyen itirafçı Engin, gerçekte zıvanadan çıkmış bir kinin esiri olmuştur. Mit ajanı bu kine balıklama dalmasının vazifeyi icabı olduğu açıktır. Bu ikilinin derin kinleri, Antakya ve Mihrac Ural sendromunda kesişmesi görüntüseldir. Derinde Özel Harp Dairesi’nin yönlendiriciliği vardır.
Mihrac Ural bu şehrin bir gerçeğidir. Bu şehrin tüm özgünlüğünün yansımasıdır; bu kirli ikilinin Mihrac Ural düşmanlığıyla Antakya düşmanlığını birbirine harmanlamasının nedeni de tas tamam bu dairelerin işidir.
Bilinmeli ki, bu kirli insanların yaptığını halkımız hiç unutmayacaktır. Çünkü bu halk haklı taleplerini dile getirirken siyasal temsilcilerine sonuna kadar sahip çıktığını göstermiştir. Bu halkın haklı taleplerini, bölücülüğe ve milliyetçiliğe karşı bir duruş temelinde yükseltenlere ortak ülkemizin demokrasi güçleri de sonuna kadar sahip çıkmaktadır.
Halkımızın kimlik hakları savunuyoruz dememizle birlikte kıyametleri kopanlar, her “memur” gibi bu gerçeği anlayamazlar. Kürt halkının ve liderlerinin başına gelen çamur atmaların aynıyla bizlere yönelmeleri onlar için kinle bezenmiş bir görevdir; milliyetçilik bu cemaatin mihrabıdır. Antakya’nın bunlarla kavgası var, bitmemiş bir mücadelesi var.
Örgütümüzü tasfiye etmek için, aynı kişilerce 1977 ağustosunda başlayan, 1982 ve 1990 da devam eden bu çirkin girişimler, bu gün açık bir saldırı olarak gündemdedir. Bu cemaat kirli görevleri icra ediyor. Bu nedenle Antakya’mıza karşı gösterilen düşmanlığı başka yerde aramıyoruz.
Bu düşmanlık ortak ülkemizin tüm şehirlerine, tüm demokrasi güçlerine karşı saldırı halinde olan mantığın Antakya’ya karşı tecellisidir diyoruz.
Antakya vurgusu konumuzla ilgisindendir. Bu gerçeklerin ışığında, derin devlet elamanlarını muhatap almayacağız. Davamız gerici devletin kendisiyle, onun derin açık sistemiyledir. Buna devam edeceğiz.
17 Mayıs 2009
Antakya, doğası gereği her türlü milliyetçiliğe, inanç ayrımcılığına karşı bir duruşu temsil eder. Antakya, Roma’dan önceye ve sonrasına, Bizans’tan, Arap-İslam’a, Osmanlıya, Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan tüm süreçlerde hakim olanlara inat, tek boyutlu dayatmaya direnerek mozaik yapısını barışla korumuştur. Bu şehrin her alanında kapı komşusu oldu tüm dinler, etnik yapılar, inançlar.
Acilcilik bu doğanın verileriyle yükseldi, Antakya’yı başkent yaptı. Acilcilerin ülke çapındaki farkı da tam bu noktada belirginleşti; milliyetçi bölücülüğe karşı, inanç ve etnik özgürlükle kaynaşmış ortak bir hatta devrimci mücadeleyi kaynaştırdı.
İşte bu gerçeğe dil uzatmak istiyorlar.
Önce Antakya’yı küçümsemek istediler bir ton kirli yazı yazdılar. On yılların emeklerini, her mahalledeki örgütlülükleri, her köydeki etkinlikleri, her ailesinden yıllarca zindan yatan kadroları, militanları, işkenceleri, sürgünleri. “Abartma” olarak hafife aldılar. Ama bu çabalar tutmadı. Antakya gerçekliği her yerde ayakları üzerinde dik duran doğrulardan oluşuyordu. Kirli insanların çabalarını iflasla sonuçlandıran da bu oldu.
Antakya, Acilcilerin başkentiydi ve yeniden her şeye inat özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltiyordu. Bu dinamizmi kavramayanlar, derin devlet adına saldırılarını yükseltiyordu.
Antakya’yı küçümsemek tutmayınca, komiser Colomboca kriminal arkeoloji kazılarına ve böl yönet taktiklerine soyundular. Siyasetle ilgisi olmayan, Nebil yoldaşın şüpheleri ve önerisiyle, sorguya çekilip, ağzına tabanca dayanmış bir sinsi adamın (E.U) ölü konuşturuculuğundan medet umdular; yeryüzünde kendisinden başka kimsenin duymadığı bir söylenti üzerinde şato kurmaya çalıştılar. Tutmadı. Belgesiz, kanıtsız ithamlarını örtmek için beyhude çabalara yöneldiler.
Mektup yazdılar bir Antakyalı adına (S.Ü). Bu yoldaş yalanlarını suratlarına şamar gibi vurdu. Açıklamasını yaptı ve susturdu.
Arapça konuşturdular hiç Arapça bilmeyen bir Antakyalıya (H.Y), yüzlerine vurdu yalanlarını, balans ayarlarıyla geçiştirdiler, özür dilemeden.
Son üretimleri, geçmişinde olumlu duruşları olan bir Acilci eskisiyle (M.B) kurdukları dirsek temasıydı. Onunla sohbetlerinden cımbızlanmış, konuyla ilgisiz, nerede ne amaçla söylendiği belli olmayan bir “duyum”u öne sürdüler. Bu girişimin yalan olduğunu aynı kişi suratlarına vurdu, benim söylemediğim şeyleri adıma yazıyorsunuz dedi. Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma girişiminin bu son tiyatrosu da fiyasko oldu.
***
Acımasız bir Antakya düşmanlığı, Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma taktiği, böl yönet çabaları ortaya konmak isteniyor. Bu çabalar bir halkın kimlik hakları uğruna mücadelede yüz yıla yakın bir zaman sonra yeniden ayağa kalkmasıyla birlikte başladı. Kaynağında Özel Harp Dairesinin milliyetçi refleksleri bulunuyor. Ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinde bölücülük yapmak isteyenlerin kin ve milliyetçi saiklerle, şehir ayrımcılığı, inanç ve etnik ayrımcılık üzerine kurulu saldırılarına tanık olunuyor.
Antakya, doğası gereği her türlü milliyetçiliğe, inanç ayrımcılığına karşı bir duruşu temsil eder. Kadim tarihi, Roma’dan önceye ve sonrasına, Bizans’tan, Arap-İslam’a, Osmanlıya, Cumhuriyet Türkiye’sine uzanan tüm süreçlerde hakim olanlara inat, tek boyutlu dayatmaya direnerek mozaik yapısını barışla korumuştur. Bu şehrin her alanında kapı komşusu oldu tüm dinler, etnik yapılar, inançlar. Acilcilik bu doğanın verileriyle yükseldi, Antakya’yı başkent yaptı. Acilcilerin ülke çapındaki farkı da tam bu noktada belirginleşti; milliyetçi bölücülüğe karşı, inanç ve etnik özgürlükle kaynaşmış ortak bir hatta devrimci mücadeleyi kaynaştırdı.
İşte bu gerçeğe dil uzatmak istiyorlar. On yıllardır örgütümüzle ilgileri kalmamış olan, bir itirafçıyla ortağı olan mit ajanı, özel harp dairesi adına çirkin bir hamle yöneltiyorlar. 27 yıldır TEKP’li biri olan itirafçı Engin Erkiner ve 19 yıllık TEKP’li bir Mit ajanı İbrahim Yalçın bu saldırıların merkezinde yer almaktadırlar. Örgütümüzün 1982 ve 1990 döneminde tanık olduğu tasfiyelerin başında olan bu Özel Harp Dairesi ajanları, bu gün de işlerine devam ediyorlar, Doğu Perinçek yöntemleriyle de ihbarlarını aralıksız sürdürüyorlar.
Antakya’yı hedef seçen bu kirli insanlar, bir kez daha mücadeleyi yükselten Antakya geleneğine karşı milliyetçi bir refleks sergileme yarışındalar; kin bu saldırıların dinamosu olarak rol oynamaktadır.
Önce Antakya’yı küçümsemek istediler bir ton kirli yazı yazdılar. On yılların emeklerini, her mahalledeki örgütlülükleri, her köydeki etkinlikleri, her ailesinden yıllarca zindan yatan kadroları, militanları, işkenceleri, sürgünleri. “Abartma” olarak hafife aldılar. Ama bu çabalar tutmadı. Antakya gerçekliği her yerde ayakları üzerinde dik duran doğrulardan oluşuyordu. Çabalarını iflasla sonuçlandıran da bu oldu. Antakya, Acilcilerin başkentiydi ve yeniden her şeye inat özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltiyordu. Bu dinamizmi kavramayanlar, derin devlet adına saldırılarını yükseltiyordu.
Antakya’yı küçümsemek tutmayınca, komiser Colomboca kriminal arkeoloji kazılarına ve böl yönet taktiklerine soyundular. Siyasetle ilgisi olmayan, Nebil yoldaşın şüpheleri ve önerisiyle, sorguya çekilip, ağzına tabanca dayanmış bir sinsi adamın (E.U) ölü konuşturuculuğundan medet umdular; yeryüzünde kendisinden başka kimsenin duymadığı bir söylenti üzerinde şato kurmaya çalıştılar. Tutmadı. Belgesiz, kanıtsız ithamlarını örtmek için beyhude çabalara yöneldiler.
Mektup yazdılar bir Antakyalı bir yoldaş adına (S.Ü). Yoldaş yalanları suratlarına şamar gibi vurdu. Açıklamasını yaptı ve susturdu. Arapça konuşturdular hiç Arapça bilmeyen bir Antakyalıya (H.Y), yüzlerine vurdu yalanlarını, balans ayarlarıyla geçiştirdiler, özür dilemeden.
Son üretimleri, geçmişinde olumlu duruşları olan bir Acilci eskisiyle (M.B) kurdukları dirsek temasıydı. Onunla sohbetlerinden cımbızlanmış, konuyla ilgisiz, nerede ne amaçla söylendiği belli olmayan bir “duyum”u öne sürdüler. Bu girişimin yalan olduğunu aynı kişi suratlarına vurdu, benim söylemediğim şeyleri adıma yazıyorsunuz dedi. Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma girişiminin bu son tiyatrosu da fiyasko oldu.
Bu ikilinin (itirafçı ve mit ajanı) tüm yazılarında akılın almayacağı ölçekte tezatlık, yalan ve kurgularla yaptıkları girişimler, derin devletin ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesine karşı bir tutumu olarak yansıyordu. Ortak ülkemizde, Tüm azınlıklar, Kürt halkı ve siyasal temsilcilerinin, aynı dairelerden uğradığı zulümden bizlerde payımızı alıyoruz. Biz Acilcilerin, payına düşen bu saldırıları bir onur belgesi olarak algıladık. Yolumuza devam ettik.
Bu cemaati, halkımız çok iyi tanıyor. Bize yönelen saldırılarının kaynağındaki kini ve milliyetçiliği iyi biliyor. Bu tartışmalar bir kez daha halkımızla kenetlenmemizi sağlıyor, mesajlarımızın doğru algılanmasını kolaylaştırıyor.
Roma’nın kadim kenti Antakya bir başkenttir. Her iki anlamda da öyledir. Ankara’nın resmi İstanbul’un fiili, Diyarbakır’ın ihtiyari başkent olması kadar başkenttir. Bir de Acilcilerin başkentidir. 1 Mayıs 2009 bir kez daha geçmişten bu güne uzanan süreçte halkımızla omuz omuza meydanları inişimiz bu gerçeği ortaya koydu. Tüm renkleriyle, etnik ve inanç farklılıklarıyla, Acilciler demokrasi mücadelesi için yollarda etkinlikleriyle yer aldılar.
Bunun bir tarihi vardı. Bunun bir geçmişi, gelecekte yer alacak olan dik duruşları vardı.
Bu şehrin 1975’lerden itibaren yükselen demokrasi mücadelesi, devletin gerici güçlerine karşı yükselmişti. Mit ajanı İbrahim Yalçın, bu tarihi kirletmek için şehrimizin uğradığı operasyonları yok sayma çabaları aynı dairelerin kurgularıdır; katlet ve cenazesini taşı taktiğidir. Antakya bitip tükenmez operasyonların mağduru bir şehirdir. Mit ajanlarının bu şehrin mücadelesine dil uzatmaları ise çok doğaldır; böl yönet taktikleri başka türlü anlamlı olamaz.
Bu şehirde, 76-77 Ağustosuna kadar yapılan bir dizi askeri eylemle faşistlere karşı mücadelemiz, mahallerde polislerle çatışmalardan baskınlara kadar tüm ağırlığıyla sürmüştü. İllegal yazımlar, bildiri dağıtımı ve afiş asma süreçlerinde sürekli polis operasyonlarıyla yüz yüze kalınmıştır.
Ancak burası Antakya, kitlesel gücümüzle halkın içinde mümkün olan en iyi şekilde kamufle oluşumuzla bu operasyonları başarısız kıldık. Bu süreç 1977 Ağustosunda beni ve Nebil Rahuma’yla tüm bölgemizi ele veren itirafçı Engin Erkiner, bu şehrin taşıdığı baskılara yenisini ekledi. O gün bu gündür, bu şehir kesilmeden operasyonlara maruzdur. Bu şehrin militanları kadroları ve yöneticileri uzun yıllar zindan yatmış sürgün olmuştur. İtirafçı Engin’in polise yardımla başlayan itirafçılığının gadrine uğramıştır. Öyle ki, 1975 -1980 dönemi boyunca polis operasyonuna uğramamış bir mahalle, sorguya çekilmemiş bir siyasal çalışma etkinliğimiz kalmamıştır. Her aileden kadro ve militanlarımız işkenceden zindana ve sürgüne uzanan süreçleri yaşamıştır. Antakya bu saldırılara karşı her zaman halkıyla direnmiştir. Acilcilerin gücü de buradadır; Acilciler Antakya’da halkın kendisiydi.
Bu gerçeği kimse kirletemez. Bu gerçek karşısında sadece saygıyla boyun eğilir.
Bu şehir, her mahallede örgütün denetiminde derneği olan bir şehirdi. Bu şehir her köyünde örgütün etkin çalışmaları olan ve bu gün belediye başkanlıklarına kadar yükselen örgütlenmenin şehridir. Bu şehirde operasyonlar hep halkın örgütlü insanı korumasıyla iflas edilmiştir. Bu gün yeniden dirilen bu şehir Acilcilerin başkenti olmaya devam ediyor.
1978 Samandağı Ziraat Bankası soygunu bu şehre kapsamlı bir darbeye yönelmiştir. Çocukluk arkadaşlarım, amcam oğlu ve öğrencilerim bu darbeden nasiplerini almıştır. Ama işkencede gösterdikleri direnişle ser verip sır vermeyerek, itirafçı Engin’in iki tokat yemeden tüm örgütü vermesine inat tek bir bilgi verilmemiştir. Örgüt diz çökmemiştir. Yola devam edilmiştir, yeni yöneticileriyle örgütsel çabalar yükselmiştir. Ardından gelen süreçte bitip tükenmez polis kovuşturmaları olmuş, ancak örgüt son ana kadar 12 Eylül sonrası sürecin direnişinde yer alarak yola devam etmiştir.
Bu örgüt, itirafçı Engin’in, mit ajanı Şahin’in havsalasının almayacağı etkilikle bu şehirde var olmuştur. Bu gün Antakya düşmanlığı edenler, kendi bölgelerinde Antakya’daki çalışmanın binde birini bile yapamamış aptallardır. Bu tartışmanın hiçbir sürecinde yer almayıp gerçekleri bilen tüm eski yoldaşlarımızı tenzih ederek söylemem gerekir ki, konu ne Antakya ne Mihrac Ural’dır. Böyle olsaydı bu tartışmalar çoktan biterdi. Konu demokrasi mücadelesinde ısrarlı ve örgütlü olmaya karşı derin devletin tutumudur. Bu sözümüze zamanı hakem koyuyoruz.
Bu ülkenin devrimci hareketinde Antakya denilince, marka olarak Acilcilerin akla gelmesi, başka bir anlama sahip değildir. Bu emek tüm yoldaşların, tük renklerine ve farklılıklarına karşın Acilci her militanın doğrudan emeğinin ürünüdür. Bu gün bu şehrin gerçeğinden çıkıp gelmiş olup da bunu inkar eden hiçbir insan yoktur, olamaz da. Bu nedenle Antakyalıyı Antakyalıyla kırdırmak ya da Antakya’yı hor görmek sadece belli dairelerin ajanlarına kalmış bildik bir karşı-devrimci işdir.
Bu karşı devrimci ikilinin (Engin-Şahin) tek işi geçmişi inkar yöntemiyle geleceği karartmaktır. Geçmişin her şeyini kirli göstererek geleceği kirli yapmaktır. “geçmişiniz varsa geleceğiniz yoktur” diyen itirafçı Engin, gerçekte zıvanadan çıkmış bir kinin esiri olmuştur. Mit ajanı bu kine balıklama dalmasının vazifeyi icabı olduğu açıktır. Bu ikilinin derin kinleri, Antakya ve Mihrac Ural sendromunda kesişmesi görüntüseldir. Derinde Özel Harp Dairesi’nin yönlendiriciliği vardır.
Mihrac Ural bu şehrin bir gerçeğidir. Bu şehrin tüm özgünlüğünün yansımasıdır; bu kirli ikilinin Mihrac Ural düşmanlığıyla Antakya düşmanlığını birbirine harmanlamasının nedeni de tas tamam bu dairelerin işidir.
Bilinmeli ki, bu kirli insanların yaptığını halkımız hiç unutmayacaktır. Çünkü bu halk haklı taleplerini dile getirirken siyasal temsilcilerine sonuna kadar sahip çıktığını göstermiştir. Bu halkın haklı taleplerini, bölücülüğe ve milliyetçiliğe karşı bir duruş temelinde yükseltenlere ortak ülkemizin demokrasi güçleri de sonuna kadar sahip çıkmaktadır.
Halkımızın kimlik hakları savunuyoruz dememizle birlikte kıyametleri kopanlar, her “memur” gibi bu gerçeği anlayamazlar. Kürt halkının ve liderlerinin başına gelen çamur atmaların aynıyla bizlere yönelmeleri onlar için kinle bezenmiş bir görevdir; milliyetçilik bu cemaatin mihrabıdır. Antakya’nın bunlarla kavgası var, bitmemiş bir mücadelesi var.
Örgütümüzü tasfiye etmek için, aynı kişilerce 1977 ağustosunda başlayan, 1982 ve 1990 da devam eden bu çirkin girişimler, bu gün açık bir saldırı olarak gündemdedir. Bu cemaat kirli görevleri icra ediyor. Bu nedenle Antakya’mıza karşı gösterilen düşmanlığı başka yerde aramıyoruz.
Bu düşmanlık ortak ülkemizin tüm şehirlerine, tüm demokrasi güçlerine karşı saldırı halinde olan mantığın Antakya’ya karşı tecellisidir diyoruz.
Antakya vurgusu konumuzla ilgisindendir. Bu gerçeklerin ışığında, derin devlet elamanlarını muhatap almayacağız. Davamız gerici devletin kendisiyle, onun derin açık sistemiyledir. Buna devam edeceğiz.
25 Mayıs 2009 Pazartesi
Leylekian ile Leylekgillere dair
Baskın Oran
Yazımın iki amacı var. Bir: Türk ulusalcılarının yüzüne ayna tutmak. İki: Özür Kampanyası sırasında bizlere “vatan haini” diyenlerin kimlerle aynı çanaktan yediklerini göstermek.
Avignon yakınlarında bir Ermeni festivaline Özür Kampanyası’nı anlatmak için davetliyim. Gerçekten çok hoş insanların arasındayız. Etkinliklerden biri de açıkoturum. Konusu: “Türkiye’de İnkarcılık ve Sivil Toplum”. Benden sonra Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı L. Leylekian konuştu. (tamamı: http://www.france-armenie.net/spip.php?article391#forum587)
Konuşmanın başlığı, içeriğini yansıtan cinsten: “Türkiye’de Sivil Toplum ve Aydınlar Devlet İnkarcılığının Hizmetinde”. Önce özetleyeceğim, düşüncelerimi parantez içinde italik harflerle ekleyeceğim, sonra tahlile girişeceğim.
Leylekian’ın özeti
2000’lerde bazı Türkler Ermenileri konuşmaya başladılar. Bunlar Batı kalıplarını yakından bilen ve özümsemiş, Türkiye’de genelde ulusalcılığı ve devleti eleştiren kişiler. Bu nedenle, liberal-sosyalist Avrupa oydaşması bunları hemen benimsedi. Şimdi biz Ermeniler de bunları, Ermeni Soykırımı’nı ve onun bütün sonuçlarını gerçekten tanıyan ve tanıtmak isteyen kişilerle aynı sanıyoruz.
Oysa gerçek çok farklı. Bir yanda Türk devlet sistemine karşı çıkanlar var, diğer yanda bu sisteme daha kozmetik bir şekil verip imajını düzeltmeye çalışanlar var (burada bu sistem makyajcılarına örnek olarak benim ve Ahmet İnsel’in adı veriliyor).
Bu ikincileri Türkiye’nin AB’ye girmesini destekleyen Türk medyası da Avrupa siyasal güçleri de yüceltiyor. Bunların öncelikleri AB’ye girmek, bununla tencere-kapak olacak reformlar yapmak, insan ve azınlık haklarına saygı istemek. Mesela meşhur Azınlık Raporu burada devreye giriyor (yine benim adım veriliyor).
Bu aydınlar bir yandan devleti eleştiriyorlar, bir yandan da AB’ye girmek ve ayrıca başa dert olmuş sorunlardan kurtulmak biçimindeki Türk amaçlarına hizmet ediyorlar. Bunların arasında en yüceltilenlerin (burada yine bizi anıyor: A. İnsel, B. Oran, O. Pamuk, C. Aktar), Ankara’nın işine en çok yarayan kişiler olması rastlantı değil. Bunlar Soykırım konusunu uluslararası toplum tarafından cezalandırılır olmaktan çıkarıp Türklere acı vermeyecek hale sokmaya çalışıyorlar. Yöntemleri şunlar:
1) Aşağılanmış gibi davranmak. Aman, Avrupa Türkiye’yi aşağılamasın; zaten O. Pamuk’un böyle bir demeci de var. Aman sözlerini tutsun. Oysa, sözlerini tutmayan Türkiye. Mesela Soykırım’ın tanınması işin başında müzakerelerin açılması için bir önkoşuldu, sonradan kalktı (Konuşmacı fütursuzca yanlış/yalan söylüyor; Soykırımı tanımak TC-AB sürecinde asla hiçbir dönemde önkoşul olmadı). Tabii, Ermenilere “lobi” ve “diaspora” gibi terimler atfetmek serbest.
2) Tartışmanın çerçevesini daraltmak. Tarih Komisyonu isteyerek. Aslında bu aydınlar bu işi memnuniyetle devlete ihale etmiş vaziyetteler.
3) “Hepimiz acı çektik” söylemi. Soykırım yerine “Büyük Felaket” deyip acıları paylaştırarak Ermenilerin çektiklerini hafif göstermek.. “Aynı Sudan İçtik” gibi hoşluklar. (Burada, ünlü yönetmen Serge Avedikian’a şey atıyor). Ana fikir: Birşeyler olmuş ama kimin yaptığı belli değil. En uç noktada da, başlatıcılarından biri şu anda aramızda oturmakta olan, meşhur Özür Kampanyası. Siyasal ve hukuksal sonuç verecek tek terim olan Soykırım’dan dikkatle kaçınan kampanya. (Tam tersine, bu terimin asla hiçbir hukuksal sonuç taşımadığını, Radikal’e hazırlamayı düşündüğüm yazı dizisinde anlatacağım. Konuşmacının bu sözleri A’dan Z’ye “wishful thinking/temenni”).
4) Aşırıların her iki tarafta da olduğunu söylemek. (Burada Leylekian’ı tam alıntılamam lazım:) “Sayın Oran bu işin büyük uzmanı. Diasporanın Şahinleri’nden, ASALA’dan, 1917’de intikam için birkaç yüz kişi öldürmüş olan Komitacılar’dan bahsediyor sürekli. Sayın Oran, tekrar sizden alıntı yapmak zorundayım, ‘Ermeniler için Soykırım 1915 demektir, Türkler içinse 1933-45 demektir. Bu, Türklere Deden Nazi İdi demek anlamına geliyor’ dediniz. Evet Sayın Oran, dedeleriniz Nazi idi. Kolay değil ama, kabul edin artık. Ne kadar geciktirirseniz o kadar acılı olacaktır.”
5) Ermenileri tartışmadan dışlamak. Türkiye tartışıyor: Kim ne demiş, kim nereye kadar gidebilirmiş, kim karşıymış kim değilmiş… “1915 Olayları”na nasıl yaklaşmak gerektiğine karar verecekler. Ama bütün dünya ve Ermeniler bu tartışmaların dışında. Bu strateji meyvelerini vermeye başladı bile; Liberation’da makaleleri çıkmaya başladı. Soykırım konusunda konuşmak bir tek Ermenilere yasak.
Özellikle bu son üç taktiğin derdi bizim konumuzda bizim için karar vermek, bizi özneden nesneye çevirmek. Türk aydınlarının amacını özetleyeyim: a) Bizi adaletten yoksun bırakmak. Atalarımıza yapılanların tanınmasını istediğimiz için biz şimdi tehlikeli aşırılar oluyoruz. b) Bizi kelâmımızdan yoksun bırakmak. “1915 olayları” üzerine tekel kurarak Millet-i Hakime’nin Millet-i Mahkûme üzerindeki çocuklaştırıcı tutumunu sürdürüyorlar.
(Bundan sonra Leylekian’ın bildirisi “Türk aydınlarına nasıl davranmalıyız?” başlığı altında devam ediyor:)
“Türk aydınlarının bu iki amacı insanlık haysiyetine doğrudan saldırıdır. Bu insanlar işte böyle bir projenin bilinçli aletleridir. Bu koşullarda bu aydınlarla sürdürülecek kontrolsüz her diyalog meşruiyetimizi elimizden alacak, bizi felakete götürmüş olan hakimiyet biçimini yeniden üretecektir. Bunlar özünde uğursuz girişimlerden ibarettir”.
Ve şöyle son buluyor: “Biz artık bu kişilerle diyaloga önkoşullar getirmeliyiz. Bir: Soykırım’ı tanıyacaklar. Öyle Felaket, Trajedi falan değil; tek kelimeyle Soykırım. İki: Soykırım’ı yapmış devletin halefi olarak Türkiye’nin siyasal, hukuksal ve manevi sorumluluğunu kabul edecekler. Bu arada, muhataplarımızı en berbatlar arasından seçmek zorunda olmadığımızı da bilelim.”
Gelelim kıssadan hisse’ye
O kadar insanı ürperten cinsten kin ve nefret dolu (ve tartışma âdâbı dışına rahatlıkla kayıveren) bir konuşma ki, bir an düşündüm. Yahu, ben bu adamı daha önce tanımış ve kavga etmiş olabilir miyim, diye. Yok. İlk defa karşılaşıyoruz.
Bilmem siz de benim kadar saf mısınız. Sonra ayıldım: Bizzat kendisi sistemin tipik ürünü olan Leylekian’ın ben ve arkadaşlarımdan söz ederken “sistem tarafından yüceltiliyorlar” demesi. Bunu yaparken de düpedüz “nefret söylemi” sergilemesi. (Özetlemediğim paragraflardan birinde Türkler için “Vampirleşme” tabirini kullanıyordu). Üstüne bir de, bizde domuz gribi varmış gibi (ve, daha önemlisi, Ermeniler aldatılmaya hazır gerizekalılarmış gibi) “Sakın bu adamlarla temasta bulunmayın” diye herkesi uyarması. Hepsi de fevkalade tutarlı.
Çünkü, Türkiye şu andaki gerizekalı inkarcılığını yumuşatıverir, hatta düzeliverir diye ödü kopuyor Leylekian’ın; şu andaki durum tam dişine göre. Bu tür Taşnakların bütün yakıtı bu gerizekalı inkarcılıktan gelmekte.
Çünkü Türk devletinin bugüne kadar izlediği (ve, bittabii, bize “hain” diye bildiri yayınlamayı becermiş emekli diplomatlarımızın uyguladığı) zavallı inkar politikamız sayesinde lök gibi yerleşmiş bir “Soykırım” terimine birdenbire alternatifler çıktı. ABD başkanı bile Özür Kampanyamızdaki terimi aynen kullandı. Bu gelişmeler panik yaratıcı.
Çünkü, 1915’in devlet katliamı olduğunu tartışmaya yeltenecekse tabii ki fevkalade saçma olur ama, Tarih Komisyonu 1915’e kadar adım adım tırmanan merdiveni tespit edecek. Yahudi olayı ile Ermeni olayının farkları ortaya çıkacak. Bu arada Türkler 1915’de atalarının ne korkunçluklar yaptıklarını görecekler. Leylekian bunların farkında.
Ama Leylekgiller hiçbir şeyin farkında değil. Ömürleri aynı lâklâkayla geçiyor. Okur-yazarları “hain” diyor, yazması olan ama okuması olmayanları ise “Kendi hesabıma özür dilerim” diyen insanlardan “Bizim adımıza nasıl özür dilersin?” diye hesap soruyor. Tek kelimeyle, fan-tas-tik.
Paniğin tıbbi izahı
Fransa’da kliniği olan hekim dostum Dilaver de festivalde. Mırıldanıyor yanımda:
“TSK’nın PKK’ya, İsrail’in Filistinlilere, Taşnakların da Türk inkarcılığına ihtiyacı var. Üçü de bizim tıpta ‘pre-objektal’ yani ‘nesne-öncesi’ dediğimiz evrede”.
Anlamayıp soruyorum. Açıyor:
“Emmeye yeni başlamış bebek için obje/nesne yoktur. Kendisi bile yoktur; çünkü annesine kaynamış haldedir, onun bir parçasından ibarettir. Bu evrede annenin görsel alandan yitmesi bebek tarafından bizzat kendinin yitmesi, mahvı olarak algılanır. Tam bir paniktir”.
Tamamlıyor: “Sonradan, ağzıyla dokunup bir bir keşfederek, yani oral evreye geçerek tanır objeleri ve panik duygusu yavaş yavaş kalkar.”
Tabii ki Ermenilerin acıları ve dolayısıyla gerilimleri mukayese kabul etmeyecek kadar daha fazla; birkaç bin Komitacı isyan etti de Avrupa devletlerine koz verdi diye Anadolu’daki o muazzam Ermeni uygarlığını ortadan kaldırmışız, daha ne olsun. Ama bu böyle sürdükçe her iki taraf da sürekli acı çekiyor. Türklerin ve Ermenilerin artık oral evreye geçmeye, konuşmaya başlaması lazım.
Ve bunu yaşıyoruz, farkındaysanız. Birinciler dünyada İnkar, ikinciler de Soykırım kelimesinden başka şeyler olduğunu keşfetmeye başlıyorlar. Ağızlarıyla birbirine dokunup.
İki taraftan da, bu iki kelimenin görsel alandan yitmekte olduğunu fark edip panikleyenler var; hepsi bu. Kervan ise yürüyor.
Yazımın iki amacı var. Bir: Türk ulusalcılarının yüzüne ayna tutmak. İki: Özür Kampanyası sırasında bizlere “vatan haini” diyenlerin kimlerle aynı çanaktan yediklerini göstermek.
Avignon yakınlarında bir Ermeni festivaline Özür Kampanyası’nı anlatmak için davetliyim. Gerçekten çok hoş insanların arasındayız. Etkinliklerden biri de açıkoturum. Konusu: “Türkiye’de İnkarcılık ve Sivil Toplum”. Benden sonra Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı L. Leylekian konuştu. (tamamı: http://www.france-armenie.net/spip.php?article391#forum587)
Konuşmanın başlığı, içeriğini yansıtan cinsten: “Türkiye’de Sivil Toplum ve Aydınlar Devlet İnkarcılığının Hizmetinde”. Önce özetleyeceğim, düşüncelerimi parantez içinde italik harflerle ekleyeceğim, sonra tahlile girişeceğim.
Leylekian’ın özeti
2000’lerde bazı Türkler Ermenileri konuşmaya başladılar. Bunlar Batı kalıplarını yakından bilen ve özümsemiş, Türkiye’de genelde ulusalcılığı ve devleti eleştiren kişiler. Bu nedenle, liberal-sosyalist Avrupa oydaşması bunları hemen benimsedi. Şimdi biz Ermeniler de bunları, Ermeni Soykırımı’nı ve onun bütün sonuçlarını gerçekten tanıyan ve tanıtmak isteyen kişilerle aynı sanıyoruz.
Oysa gerçek çok farklı. Bir yanda Türk devlet sistemine karşı çıkanlar var, diğer yanda bu sisteme daha kozmetik bir şekil verip imajını düzeltmeye çalışanlar var (burada bu sistem makyajcılarına örnek olarak benim ve Ahmet İnsel’in adı veriliyor).
Bu ikincileri Türkiye’nin AB’ye girmesini destekleyen Türk medyası da Avrupa siyasal güçleri de yüceltiyor. Bunların öncelikleri AB’ye girmek, bununla tencere-kapak olacak reformlar yapmak, insan ve azınlık haklarına saygı istemek. Mesela meşhur Azınlık Raporu burada devreye giriyor (yine benim adım veriliyor).
Bu aydınlar bir yandan devleti eleştiriyorlar, bir yandan da AB’ye girmek ve ayrıca başa dert olmuş sorunlardan kurtulmak biçimindeki Türk amaçlarına hizmet ediyorlar. Bunların arasında en yüceltilenlerin (burada yine bizi anıyor: A. İnsel, B. Oran, O. Pamuk, C. Aktar), Ankara’nın işine en çok yarayan kişiler olması rastlantı değil. Bunlar Soykırım konusunu uluslararası toplum tarafından cezalandırılır olmaktan çıkarıp Türklere acı vermeyecek hale sokmaya çalışıyorlar. Yöntemleri şunlar:
1) Aşağılanmış gibi davranmak. Aman, Avrupa Türkiye’yi aşağılamasın; zaten O. Pamuk’un böyle bir demeci de var. Aman sözlerini tutsun. Oysa, sözlerini tutmayan Türkiye. Mesela Soykırım’ın tanınması işin başında müzakerelerin açılması için bir önkoşuldu, sonradan kalktı (Konuşmacı fütursuzca yanlış/yalan söylüyor; Soykırımı tanımak TC-AB sürecinde asla hiçbir dönemde önkoşul olmadı). Tabii, Ermenilere “lobi” ve “diaspora” gibi terimler atfetmek serbest.
2) Tartışmanın çerçevesini daraltmak. Tarih Komisyonu isteyerek. Aslında bu aydınlar bu işi memnuniyetle devlete ihale etmiş vaziyetteler.
3) “Hepimiz acı çektik” söylemi. Soykırım yerine “Büyük Felaket” deyip acıları paylaştırarak Ermenilerin çektiklerini hafif göstermek.. “Aynı Sudan İçtik” gibi hoşluklar. (Burada, ünlü yönetmen Serge Avedikian’a şey atıyor). Ana fikir: Birşeyler olmuş ama kimin yaptığı belli değil. En uç noktada da, başlatıcılarından biri şu anda aramızda oturmakta olan, meşhur Özür Kampanyası. Siyasal ve hukuksal sonuç verecek tek terim olan Soykırım’dan dikkatle kaçınan kampanya. (Tam tersine, bu terimin asla hiçbir hukuksal sonuç taşımadığını, Radikal’e hazırlamayı düşündüğüm yazı dizisinde anlatacağım. Konuşmacının bu sözleri A’dan Z’ye “wishful thinking/temenni”).
4) Aşırıların her iki tarafta da olduğunu söylemek. (Burada Leylekian’ı tam alıntılamam lazım:) “Sayın Oran bu işin büyük uzmanı. Diasporanın Şahinleri’nden, ASALA’dan, 1917’de intikam için birkaç yüz kişi öldürmüş olan Komitacılar’dan bahsediyor sürekli. Sayın Oran, tekrar sizden alıntı yapmak zorundayım, ‘Ermeniler için Soykırım 1915 demektir, Türkler içinse 1933-45 demektir. Bu, Türklere Deden Nazi İdi demek anlamına geliyor’ dediniz. Evet Sayın Oran, dedeleriniz Nazi idi. Kolay değil ama, kabul edin artık. Ne kadar geciktirirseniz o kadar acılı olacaktır.”
5) Ermenileri tartışmadan dışlamak. Türkiye tartışıyor: Kim ne demiş, kim nereye kadar gidebilirmiş, kim karşıymış kim değilmiş… “1915 Olayları”na nasıl yaklaşmak gerektiğine karar verecekler. Ama bütün dünya ve Ermeniler bu tartışmaların dışında. Bu strateji meyvelerini vermeye başladı bile; Liberation’da makaleleri çıkmaya başladı. Soykırım konusunda konuşmak bir tek Ermenilere yasak.
Özellikle bu son üç taktiğin derdi bizim konumuzda bizim için karar vermek, bizi özneden nesneye çevirmek. Türk aydınlarının amacını özetleyeyim: a) Bizi adaletten yoksun bırakmak. Atalarımıza yapılanların tanınmasını istediğimiz için biz şimdi tehlikeli aşırılar oluyoruz. b) Bizi kelâmımızdan yoksun bırakmak. “1915 olayları” üzerine tekel kurarak Millet-i Hakime’nin Millet-i Mahkûme üzerindeki çocuklaştırıcı tutumunu sürdürüyorlar.
(Bundan sonra Leylekian’ın bildirisi “Türk aydınlarına nasıl davranmalıyız?” başlığı altında devam ediyor:)
“Türk aydınlarının bu iki amacı insanlık haysiyetine doğrudan saldırıdır. Bu insanlar işte böyle bir projenin bilinçli aletleridir. Bu koşullarda bu aydınlarla sürdürülecek kontrolsüz her diyalog meşruiyetimizi elimizden alacak, bizi felakete götürmüş olan hakimiyet biçimini yeniden üretecektir. Bunlar özünde uğursuz girişimlerden ibarettir”.
Ve şöyle son buluyor: “Biz artık bu kişilerle diyaloga önkoşullar getirmeliyiz. Bir: Soykırım’ı tanıyacaklar. Öyle Felaket, Trajedi falan değil; tek kelimeyle Soykırım. İki: Soykırım’ı yapmış devletin halefi olarak Türkiye’nin siyasal, hukuksal ve manevi sorumluluğunu kabul edecekler. Bu arada, muhataplarımızı en berbatlar arasından seçmek zorunda olmadığımızı da bilelim.”
Gelelim kıssadan hisse’ye
O kadar insanı ürperten cinsten kin ve nefret dolu (ve tartışma âdâbı dışına rahatlıkla kayıveren) bir konuşma ki, bir an düşündüm. Yahu, ben bu adamı daha önce tanımış ve kavga etmiş olabilir miyim, diye. Yok. İlk defa karşılaşıyoruz.
Bilmem siz de benim kadar saf mısınız. Sonra ayıldım: Bizzat kendisi sistemin tipik ürünü olan Leylekian’ın ben ve arkadaşlarımdan söz ederken “sistem tarafından yüceltiliyorlar” demesi. Bunu yaparken de düpedüz “nefret söylemi” sergilemesi. (Özetlemediğim paragraflardan birinde Türkler için “Vampirleşme” tabirini kullanıyordu). Üstüne bir de, bizde domuz gribi varmış gibi (ve, daha önemlisi, Ermeniler aldatılmaya hazır gerizekalılarmış gibi) “Sakın bu adamlarla temasta bulunmayın” diye herkesi uyarması. Hepsi de fevkalade tutarlı.
Çünkü, Türkiye şu andaki gerizekalı inkarcılığını yumuşatıverir, hatta düzeliverir diye ödü kopuyor Leylekian’ın; şu andaki durum tam dişine göre. Bu tür Taşnakların bütün yakıtı bu gerizekalı inkarcılıktan gelmekte.
Çünkü Türk devletinin bugüne kadar izlediği (ve, bittabii, bize “hain” diye bildiri yayınlamayı becermiş emekli diplomatlarımızın uyguladığı) zavallı inkar politikamız sayesinde lök gibi yerleşmiş bir “Soykırım” terimine birdenbire alternatifler çıktı. ABD başkanı bile Özür Kampanyamızdaki terimi aynen kullandı. Bu gelişmeler panik yaratıcı.
Çünkü, 1915’in devlet katliamı olduğunu tartışmaya yeltenecekse tabii ki fevkalade saçma olur ama, Tarih Komisyonu 1915’e kadar adım adım tırmanan merdiveni tespit edecek. Yahudi olayı ile Ermeni olayının farkları ortaya çıkacak. Bu arada Türkler 1915’de atalarının ne korkunçluklar yaptıklarını görecekler. Leylekian bunların farkında.
Ama Leylekgiller hiçbir şeyin farkında değil. Ömürleri aynı lâklâkayla geçiyor. Okur-yazarları “hain” diyor, yazması olan ama okuması olmayanları ise “Kendi hesabıma özür dilerim” diyen insanlardan “Bizim adımıza nasıl özür dilersin?” diye hesap soruyor. Tek kelimeyle, fan-tas-tik.
Paniğin tıbbi izahı
Fransa’da kliniği olan hekim dostum Dilaver de festivalde. Mırıldanıyor yanımda:
“TSK’nın PKK’ya, İsrail’in Filistinlilere, Taşnakların da Türk inkarcılığına ihtiyacı var. Üçü de bizim tıpta ‘pre-objektal’ yani ‘nesne-öncesi’ dediğimiz evrede”.
Anlamayıp soruyorum. Açıyor:
“Emmeye yeni başlamış bebek için obje/nesne yoktur. Kendisi bile yoktur; çünkü annesine kaynamış haldedir, onun bir parçasından ibarettir. Bu evrede annenin görsel alandan yitmesi bebek tarafından bizzat kendinin yitmesi, mahvı olarak algılanır. Tam bir paniktir”.
Tamamlıyor: “Sonradan, ağzıyla dokunup bir bir keşfederek, yani oral evreye geçerek tanır objeleri ve panik duygusu yavaş yavaş kalkar.”
Tabii ki Ermenilerin acıları ve dolayısıyla gerilimleri mukayese kabul etmeyecek kadar daha fazla; birkaç bin Komitacı isyan etti de Avrupa devletlerine koz verdi diye Anadolu’daki o muazzam Ermeni uygarlığını ortadan kaldırmışız, daha ne olsun. Ama bu böyle sürdükçe her iki taraf da sürekli acı çekiyor. Türklerin ve Ermenilerin artık oral evreye geçmeye, konuşmaya başlaması lazım.
Ve bunu yaşıyoruz, farkındaysanız. Birinciler dünyada İnkar, ikinciler de Soykırım kelimesinden başka şeyler olduğunu keşfetmeye başlıyorlar. Ağızlarıyla birbirine dokunup.
İki taraftan da, bu iki kelimenin görsel alandan yitmekte olduğunu fark edip panikleyenler var; hepsi bu. Kervan ise yürüyor.
24 Mayıs 2009 Pazar
NEBİL NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ ?
Mehmet Yavuz
24 Mayıs 2009
Bir süredir Nebil'i katledenlerin ya da katline sebep olanların mahkeme dosyalarına yansıyan hazırlık soruşturmalarını, savcılık ifadelerini ve duruşma tutanaklarını yayınlıyoruz.. Bu ifadelerin bir kısmı çok can yakıcı olsa da sonuca gitmek açısından yayınlanması gerekmektedir...
Güneş balçıkla sıvanmaz sözü; Nebil yoldaşımız için de bu ifadelerden yola çıkılarak varılacak bir sonuç olacaktır. Eğer yoldaşımızı tanımıyorsak, katledilen kişi hakkında en küçük bir bilgimiz yoksa bu ifadelerden yanlış sonuçlara varmak mümkündür. İşte biz, işin zor olan kısmından başlayarak doğruya varacağımıza ve gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaracağımıza inanıyoruz.
Herkes şu gerçeği bilmelidir: Bizler Nebil Rahuma yoldaşımız için ANIT yapma kararı aldığımız ve bunu hayata geçirdiğimiz zaman da bu ifadelerden kısmen haberdardık. Nebil'in öldürülme gerekçelerini ilgili olan herkes farklı şekillerde de olsa dile getiriyordu. Bütün gerekçelerin en tepesinde hep bu sarkıntılık suçlaması vardı.
Bu ifadeler yayınlanmasa, kamuoyuyla paylaşılmasa ne olurdu..? Kesin olarak belirtmeliyiz ki; böyle bir durumda en büyük kötülüğü Nebil'in anısına yapmış olurduk.. Nebil Rahuma yoldaşımız bu suçlamalar karşısında kişiliğinden ve onurundan hiç ödün vermeden ölümü tercih etmişti. Nebil'in kim olduğunu nasıl anlatıyorsak ona kurulan kumpası da tüm gerçekliğiyle anlatmalı, hiç bir ifadeyi görmezden gelmemeliyiz.
Nebil'i yok eden süreci bütün ayrıntılarıyla okuyunca görüyoruz ki insanları yok etmeye yönelik süreç bugün de dolu dizgin devam etmektedir. İnsanlar bugün de; ordan burdan derleme yalanlarla yargılanmadan insafsızca mahkum edilmiyor mu ?
Bu duruşma tutanakları ve yargılama süreci, Nebil'in öldürülme kurgusuyla birlikte ele alındığında ortaya çok ilginç gerçekler çıkmaktadır. Bu yazıları okuyanların alınganlık göstermek yerine durum değerlendirmesi yapmaları daha yerinde olur.
Olayın canlı tanıklarıyla da konuştuk. Elbette hem bu ifadeler hem de kurulan komployu açıklayan diğer tanık değerlendirmeleri zamanı geldikçe yayınlanacaktır. İşte o ifadelerin anlamlı olabilmesi için, can yakıcı da olsa suçlayıcı ifadelerin de yayınlanması gerekmektedir. Aksi halde bu tür ifadelerle başka ortamlarda yüz yüze gelecek insanların tepkileri daha değişik olabilir.
Bizler, kendimizden daha fazla güvendiğimiz Nebil için herşeyi korkusuzca tartışmaya ve konuşmaya hazır olmalıyız. Güven ve saygı; var olan bilgi ve belgeleri saklayarak değil onları deşifre edip çürüterek gösterilmelidir.
Yayınlanan ifadeler, mahkeme süreci ve gerekçeli karardan bugün için ortaya çıkan en basit gerçekleri kısaca açıklamak gerekirse;
1* Nebil'in öldürülmesinin iddia edildiği gibi Ali Çakmaklı olayıyla hiç bir ilgisi yoktur,
2* Nebil'in İbrahim Yalçın'a para vermesinden Ziya Erdönmez'in zerre kadar bilgisi yoktur ve cinayetin temel nedenlerinden biri bu olaydır. Bu para verme olayı İbrahim Yalçın tarafından neden farklı bir şekilde sunulmuştur ? Böyle sunulmasının ardında yatan gerçek neden; Nebil cinayetini Ali Çakmaklı olayına bağlamak düşüncesi midir ?
3* İlginç olan HDÖ Genel Komitesi ile il komitesinde yer alan kimi kişilerin kısa aralıklarla şu veya bu şekilde öldürülmesidir. Nedense hiç kimse üst üste gelen bu ölümlerin müsebbiblerini araştırmamaktadır,
4* Nebil'i öldüren silahın olaydan 6 gün sonra nasıl MHP'li bir katilin eline geçtiğini kimse araştırmamakta, bu olayı derinlemesine sorgulamamaktadır,
5* Nebil'in öldürülmesiyle ilgili olarak ne HDÖ davasında ne de başka bir davada hiç kimse mahkum olmamıştır. Neden ?
Sizce de bu işin içinde başka bir iş yok mu ? Nebil'in ortadan kaldırılmasını isteyen asıl odak kimdir ?
Bu soruların cevapları belgelerle kanıtlanamasa da mutlaka verilecektir.
Mehmet Yavuz
24 Mayıs 2009
Bir süredir Nebil'i katledenlerin ya da katline sebep olanların mahkeme dosyalarına yansıyan hazırlık soruşturmalarını, savcılık ifadelerini ve duruşma tutanaklarını yayınlıyoruz.. Bu ifadelerin bir kısmı çok can yakıcı olsa da sonuca gitmek açısından yayınlanması gerekmektedir...
Güneş balçıkla sıvanmaz sözü; Nebil yoldaşımız için de bu ifadelerden yola çıkılarak varılacak bir sonuç olacaktır. Eğer yoldaşımızı tanımıyorsak, katledilen kişi hakkında en küçük bir bilgimiz yoksa bu ifadelerden yanlış sonuçlara varmak mümkündür. İşte biz, işin zor olan kısmından başlayarak doğruya varacağımıza ve gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaracağımıza inanıyoruz.
Herkes şu gerçeği bilmelidir: Bizler Nebil Rahuma yoldaşımız için ANIT yapma kararı aldığımız ve bunu hayata geçirdiğimiz zaman da bu ifadelerden kısmen haberdardık. Nebil'in öldürülme gerekçelerini ilgili olan herkes farklı şekillerde de olsa dile getiriyordu. Bütün gerekçelerin en tepesinde hep bu sarkıntılık suçlaması vardı.
Bu ifadeler yayınlanmasa, kamuoyuyla paylaşılmasa ne olurdu..? Kesin olarak belirtmeliyiz ki; böyle bir durumda en büyük kötülüğü Nebil'in anısına yapmış olurduk.. Nebil Rahuma yoldaşımız bu suçlamalar karşısında kişiliğinden ve onurundan hiç ödün vermeden ölümü tercih etmişti. Nebil'in kim olduğunu nasıl anlatıyorsak ona kurulan kumpası da tüm gerçekliğiyle anlatmalı, hiç bir ifadeyi görmezden gelmemeliyiz.
Nebil'i yok eden süreci bütün ayrıntılarıyla okuyunca görüyoruz ki insanları yok etmeye yönelik süreç bugün de dolu dizgin devam etmektedir. İnsanlar bugün de; ordan burdan derleme yalanlarla yargılanmadan insafsızca mahkum edilmiyor mu ?
Bu duruşma tutanakları ve yargılama süreci, Nebil'in öldürülme kurgusuyla birlikte ele alındığında ortaya çok ilginç gerçekler çıkmaktadır. Bu yazıları okuyanların alınganlık göstermek yerine durum değerlendirmesi yapmaları daha yerinde olur.
Olayın canlı tanıklarıyla da konuştuk. Elbette hem bu ifadeler hem de kurulan komployu açıklayan diğer tanık değerlendirmeleri zamanı geldikçe yayınlanacaktır. İşte o ifadelerin anlamlı olabilmesi için, can yakıcı da olsa suçlayıcı ifadelerin de yayınlanması gerekmektedir. Aksi halde bu tür ifadelerle başka ortamlarda yüz yüze gelecek insanların tepkileri daha değişik olabilir.
Bizler, kendimizden daha fazla güvendiğimiz Nebil için herşeyi korkusuzca tartışmaya ve konuşmaya hazır olmalıyız. Güven ve saygı; var olan bilgi ve belgeleri saklayarak değil onları deşifre edip çürüterek gösterilmelidir.
Yayınlanan ifadeler, mahkeme süreci ve gerekçeli karardan bugün için ortaya çıkan en basit gerçekleri kısaca açıklamak gerekirse;
1* Nebil'in öldürülmesinin iddia edildiği gibi Ali Çakmaklı olayıyla hiç bir ilgisi yoktur,
2* Nebil'in İbrahim Yalçın'a para vermesinden Ziya Erdönmez'in zerre kadar bilgisi yoktur ve cinayetin temel nedenlerinden biri bu olaydır. Bu para verme olayı İbrahim Yalçın tarafından neden farklı bir şekilde sunulmuştur ? Böyle sunulmasının ardında yatan gerçek neden; Nebil cinayetini Ali Çakmaklı olayına bağlamak düşüncesi midir ?
3* İlginç olan HDÖ Genel Komitesi ile il komitesinde yer alan kimi kişilerin kısa aralıklarla şu veya bu şekilde öldürülmesidir. Nedense hiç kimse üst üste gelen bu ölümlerin müsebbiblerini araştırmamaktadır,
4* Nebil'i öldüren silahın olaydan 6 gün sonra nasıl MHP'li bir katilin eline geçtiğini kimse araştırmamakta, bu olayı derinlemesine sorgulamamaktadır,
5* Nebil'in öldürülmesiyle ilgili olarak ne HDÖ davasında ne de başka bir davada hiç kimse mahkum olmamıştır. Neden ?
Sizce de bu işin içinde başka bir iş yok mu ? Nebil'in ortadan kaldırılmasını isteyen asıl odak kimdir ?
Bu soruların cevapları belgelerle kanıtlanamasa da mutlaka verilecektir.
Mehmet Yavuz
23 Mayıs 2009 Cumartesi
DUYGULARA SAHİP ÇIKMAK !
Faiz Cebiroğlu
"...İşgalin yarattığı korku, acı ve öfke, geleceğin umudu ve coşkusuyla birleşiyor. Böylesi içsel bir öz-güven ile duygularını ifade ediyorlar. Bu öz-güvenle biz “buyuz” diyorlar. Bu öz-güvenle, geleceğin “kaliteli çocukluk ve kimlikliklerini” kuruyorlar..."
Duygular, önemlidir. Duygulara sahip çıkmak ve bunları korumak çok önemlidir. Zira duygu / duygular “çekirdeğimizdir”; ve var oluşumuzun kalitesi oluyor. En zor koşullarda, işgal altında, duygularını ifade eden Kürt çocukları böylesi bir önemin bilincine varmışlar. Bastırılmış çocukluk, kimlik ve duyguları kurtarmak için bu bilinçle mücadele ediyorlar. Bu bilinçle, Türkiye’de “sömürge” kafalı aydın, eğitimci ve psikologlara insanlık dersi veriyorlar! Duygularına sahip çıkıyorlar. Önemlidir.
Duygular, önemlidir!
Duygulardan yoksun insan ya da duygularını hissetmeyen insan “taş insan” oluyor. Taş insan, taş insandır. İlkeldir. İnsanlar için zulümdür! Örnek olsun, Orta Asya’dan gelip, Kürdistan’ı, Anadolu’yu işgal eden Cengiz, Timur ve Moğol sürüleri, “taş insanlar” oluyor: Vahşiliktir!
Dünün vahşiliği, bugünde devam ediyor. Kemalist Cumhuriyet’in, Kemalist Cengiz, Kemalist Timur, Kemalist Moğol sürüleri, Kürt halkını hiç bir statüye tabi tutmayarak, onları tarihten silmek için uğraştı, uğraşıyor. Yıllardır insanlar, Kürdistan’da, fiziki ve ruhsal olarak “tutsak” altında tutuluyor. Burada küçük / büyük... hiç bir ayrım yapılmayarak, 7 – 10 yaşlarındaki işgalin çocuklarına, Kürt çocuklarına dahi bombalar atılıyor; üzerlerine panzerler sürülüyor.
Panzerler sürüluyor ama Kürt çocukları; “Panzerler üstümüze kalkar / Armut çiçeğindeyiz” biz, diyor. Duygularına sahip çıkıyorlar. Kuşatılmış çocukluk ve kimlik ortamında, Armut çiçekleri, “çekirdeklerine” sahip çıkıyor.
İşgalin çocukları, Kürt çocukları,“kim olduklarını”, duygularda anlıyor; duygularda hem kendilerini, hem de başkalarını anlıyor.
Duygular, önemlidir. Böylesi zor koşullarda duygulara sahip çıkmak ve bunları korumak önemlidir. Duyguların işgal altında tutulduğu bir ortamda ve yaşanan bunca zulüme karşı, Kürt çocukların kendi duygularını tanıması ve bunları işgal meydanında Kemalist işgalcilerine karşı “sergilemesi” çok önemlidir! Yaratılan korku ortamında “öfkelerini” dile getiriyorlar. Yaratılan korku ortamında, “coşku” ve “umutlarını” sergiliyorlar.
Kemalist Cengiz, Kemalist Timur, Kemalist Moğol sürülerinin işgalin çocuklarına, Kürt çocuklarına saldırmaları bundandır.
Peki nereye kadar?
Baskı, zulüm ve işgal bir halkı susturmaya yeter mi?
Anlaşılan, son Kürdistan sahasında yaşanan ve Kürt çocuklarının başlatmış olduğu “intifada”, Kemalist işgalcilere korkular yaşatmıştır.
Ama korkunun ecele faydası yok.
İşgalin çocukları, Kürt çocukları duygularına sahip çıkıyor. İşgalin yarattığı korku, acı ve öfke, geleceğin umudu ve coşkusuyla birleşiyor. Böylesi içsel bir öz-güven ile duygularını ifade ediyorlar. Bu öz-güvenle biz “buyuz” diyorlar. Bu öz-güvenle, geleceğin “kaliteli çocukluk ve kimlikliklerini” kuruyorlar.
Kürdistan’da duygulara sahip çıkmak bu oluyor. Budur.
"...İşgalin yarattığı korku, acı ve öfke, geleceğin umudu ve coşkusuyla birleşiyor. Böylesi içsel bir öz-güven ile duygularını ifade ediyorlar. Bu öz-güvenle biz “buyuz” diyorlar. Bu öz-güvenle, geleceğin “kaliteli çocukluk ve kimlikliklerini” kuruyorlar..."
Duygular, önemlidir. Duygulara sahip çıkmak ve bunları korumak çok önemlidir. Zira duygu / duygular “çekirdeğimizdir”; ve var oluşumuzun kalitesi oluyor. En zor koşullarda, işgal altında, duygularını ifade eden Kürt çocukları böylesi bir önemin bilincine varmışlar. Bastırılmış çocukluk, kimlik ve duyguları kurtarmak için bu bilinçle mücadele ediyorlar. Bu bilinçle, Türkiye’de “sömürge” kafalı aydın, eğitimci ve psikologlara insanlık dersi veriyorlar! Duygularına sahip çıkıyorlar. Önemlidir.
Duygular, önemlidir!
Duygulardan yoksun insan ya da duygularını hissetmeyen insan “taş insan” oluyor. Taş insan, taş insandır. İlkeldir. İnsanlar için zulümdür! Örnek olsun, Orta Asya’dan gelip, Kürdistan’ı, Anadolu’yu işgal eden Cengiz, Timur ve Moğol sürüleri, “taş insanlar” oluyor: Vahşiliktir!
Dünün vahşiliği, bugünde devam ediyor. Kemalist Cumhuriyet’in, Kemalist Cengiz, Kemalist Timur, Kemalist Moğol sürüleri, Kürt halkını hiç bir statüye tabi tutmayarak, onları tarihten silmek için uğraştı, uğraşıyor. Yıllardır insanlar, Kürdistan’da, fiziki ve ruhsal olarak “tutsak” altında tutuluyor. Burada küçük / büyük... hiç bir ayrım yapılmayarak, 7 – 10 yaşlarındaki işgalin çocuklarına, Kürt çocuklarına dahi bombalar atılıyor; üzerlerine panzerler sürülüyor.
Panzerler sürüluyor ama Kürt çocukları; “Panzerler üstümüze kalkar / Armut çiçeğindeyiz” biz, diyor. Duygularına sahip çıkıyorlar. Kuşatılmış çocukluk ve kimlik ortamında, Armut çiçekleri, “çekirdeklerine” sahip çıkıyor.
İşgalin çocukları, Kürt çocukları,“kim olduklarını”, duygularda anlıyor; duygularda hem kendilerini, hem de başkalarını anlıyor.
Duygular, önemlidir. Böylesi zor koşullarda duygulara sahip çıkmak ve bunları korumak önemlidir. Duyguların işgal altında tutulduğu bir ortamda ve yaşanan bunca zulüme karşı, Kürt çocukların kendi duygularını tanıması ve bunları işgal meydanında Kemalist işgalcilerine karşı “sergilemesi” çok önemlidir! Yaratılan korku ortamında “öfkelerini” dile getiriyorlar. Yaratılan korku ortamında, “coşku” ve “umutlarını” sergiliyorlar.
Kemalist Cengiz, Kemalist Timur, Kemalist Moğol sürülerinin işgalin çocuklarına, Kürt çocuklarına saldırmaları bundandır.
Peki nereye kadar?
Baskı, zulüm ve işgal bir halkı susturmaya yeter mi?
Anlaşılan, son Kürdistan sahasında yaşanan ve Kürt çocuklarının başlatmış olduğu “intifada”, Kemalist işgalcilere korkular yaşatmıştır.
Ama korkunun ecele faydası yok.
İşgalin çocukları, Kürt çocukları duygularına sahip çıkıyor. İşgalin yarattığı korku, acı ve öfke, geleceğin umudu ve coşkusuyla birleşiyor. Böylesi içsel bir öz-güven ile duygularını ifade ediyorlar. Bu öz-güvenle biz “buyuz” diyorlar. Bu öz-güvenle, geleceğin “kaliteli çocukluk ve kimlikliklerini” kuruyorlar.
Kürdistan’da duygulara sahip çıkmak bu oluyor. Budur.
21 Mayıs 2009 Perşembe
KÜRT ÖZERKLİĞİ
Mihrac Ural
21 Mayıs 2009
Son düello da sonuçlandı. Kendini 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde galip sananların mağlubiyeti, 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle, açığa çıktı. Bu topraklar özgürlük istiyordu ve bu talebin arkasında halkın kararlı iradesi duruyordu. Akıl almaz engellere rağmen Kürt özgürlük hareketi açıkça söylendiği gibi Kürdistan’ın sınırlarını çizecek mahiyette bir sonuç alıyordu. On yılların mücadelesini taçlandıran bu sonuç, kaçınılmaz olarak kendi mantıki süreçlerinin ifadesini de dile getirecekti.
Kürt özerkliği bu noktada haklı bir talep olarak tarihin tüm evrimi içinde olan güçler dengesi çatışmalarının son sözü olarak beliriyordu.
Kürt özerkliği, bütünsel anlamda Anadolu halkları özerkliği projesinin bir parçası olarak algılanmadan bir ayağı aksak kalır. Bu gelecek anayasa tartışmaları için olduğu kadar, halkın bilince çıkartacağı demokratikleşmenin yol haritası içinde çok büyük öneme sahiptir. Bunun da yolu, özerklik talebinde bulunacak her farklılığımızın, ayrı varlığın özgün örgütlenmesi ve mücadelesiyle fiili olarak siyasetin sahnesinde yer almasını gerekli kılar. Kürt halkı bu yolu büyük bedeller ödeyerek hepimiz adına açtı. Bu yoldan yürümek için herkesin üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Son tahlilde özgürlük, ona sahip olmak isteyene aittir. Kimse kimsenin adına özgürlüğü kullanamaz.
Yazılarımda milliyetçileri çılgına çeviren, Fırat’ın ötesinden yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesine Torosların güneyini de bir manivela olarak katalım çağrısı gerçekte, Fırat’ın ötesini ve berisini, Torosların güneyini ve kuzeyini kapsayan bir ortak ülke algısının özgürlük projesidir. Bunun mantıki sonuçları, ortak ülkemizin çok başkentli olması gerektiğine işaret eder. Bunu da açıkça ilan etmemiz gerekiyor. Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, Ankara resmi, İstanbul filli başkent olduğu gibi, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari başkent olmalıdır diyorum. Bu önerme bu gün her zamandan daha gerçekçidir; Kürt özerklik talebinin de doğal sonucudur. Anadolu halklarının tarihsel özleminin en açık şekilde demokrasi ilkeleriyle, bölücülüğe, milliyetçiliğe yer vermeden dile gelişidir.
Bir milliyetçi komünist softa, bu söylemim üzerine; “bölün daha ne kadar bölecekseniz bu ülkeyi” diye havladı. Kullanım tarihi bitmiş bu akılsızlıkları muhatap almayacağımız açıktır.
Gerçekte, ülkemizin en birleştirici söylem buydu. Anadolu halklar gerçekliğinin en birleştirici söylemi her ayrı varlığın, her farklılığın kendi özgün mücadele zenginliğiyle, kendini ifade ederek örgütlenmesi ve siyasal taleplerini bu ortak paydaya dökmesini gerektiriyordu. Birleştirici tek yol budur. Bu yolu özveriyle açan Kürt halkına omuz vermek, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin kendisidir. Bu açıdan Kürt özerkliği tüm halkların özgürlüğüdür diyorum.
***
29 Mart 2009 yerel seçimlerin ardından ortak ülkemizin siyasal dengeleri farklı bir boyuta yöneldi. Bu süreç 22 Temmuz 2007 genel seçimleri ardından kendine özgü sinyalleri vermişti. Son genel seçimlerde ezici bir üstünlük alanlar, iktidar olduklarını, halka rağmen artık siyasal bir etkinliğin varılabilecek son boyutuna ulaştıkları sanısına kapıldılar. Buradan yola çıkarak ve ülkemizin bilinen geleneklerinde siyasal iktidarın rahatça yerel seçimleri alabileceği sonucuna vardılar. Yerel seçimler bu yanıyla bir son düelloydu. Bu düelloya bir hazırlık ve bir toparlanış ortamıyla, yerel seçimlere gidildi. Genel seçimleri kazananlar yerel seçimle iktidar olacaklarına mutlak olarak inanıyorlardı. Devlet ellerindeydi, orduyu ekarte etmişlerdi. Uyumlu bir milliyetçi hamleyle sonuç alacaklardı. Böylece yerel seçimler, genel seçimlerin önemini de aşan bir öneme oturmuş oldu.
Son düelloya giderken, geleneksel gerici siyasal iktidarın kırılmasından geçilmişti. Devlet statüleri değişmemişti, ancak siyasal kombinezon öylesine köklü değişime uğradı ki, bunun etkileri yakın zamanda devletin birçok alanında hissedilecek ve anayasa çalışmaları bunun önemli göstergesi olacaktı.
Genel seçimlerde ortak ülkemizin siyasal sahnesinde güçler dengesi tamamen değişime uğramıştı. Farklı bir ortama doğru hızla yürünüyordu. Ülkemiz tarihinde ilk kez saklanmadan, örtü taşımadan özgürlük hareketi kendini siyasal arenada ifade ediyordu. Bu ifade tarzı da genel seçim galipleri arasında ivmesi en yüksen olan taraf olarak beliriyordu. Bu süreç öylesine bariz bir veriye sahipti ki, barajlara, engellemelere, yasak ve ardı arkası kesilmeyen parti kapatmalara rağmen “bin umut adayları” bağımsız olarak parlamentoda gurup kuracak ölçekte seçilebiliyorlardı. Özgürlük talebinde mücadele eden halk engelleri aşarak parlamentoda yerini almıştı.
22 Temmuz 2007 genel seçimleri tarihi gerici egemenlik dengelerini kırdı. Ancak kırılma ne yeni güçler dengesinin ne de sonuçlarının etkisiyle oturmadı. Kaos sürmeye devam ediyordu. Galipler, mağlupların kim olduğu konusunda belirgin bir kanaate de sahip değildi. Galibin mağlubiyeti vardı ancak bunun farkında değildi. Seçim kazanmaya rağmen iktidar olmamak bu anlama geliyordu.
Geleneksel güçler devlet statülerinin temsilcileri genel seçim galipleriyle bitip tükenmeyen çekişmeleri bir dengeye yönelmek zorundaydı. Ancak bir üçüncü güç sahneye yeni girmişti. Kürt halkının özgürlük mücadelesi siyasetin tam orta yerinde kilit bir rol üstlenmiş bulunuyordu. Bu durum yeni kombinezonları zorladı. Hükümet mevkiinde yer alan siyasal görüşle, devletin statüleri arasında süren yarım asırlık siyasal mücadele, bu üçüncü gücün ortaya çıkışıyla yeni bir biçim alma zorunda oldu.
Cumhurbaşkanlığı sorunu, ordu-hükümet ilişkileri, AKP’nin kapatılma tehlikesi gibi birçok sorun sihirli bir el değmiş gibi, hızla çözülüp geride bırakıldı. Yükselen özgürlük hareketi bu iki ezeli düşmanı birçok ortak paydada birleştirdi. Bu noktadan itibaren hızla 29 Mart 2009 yerel seçimleri gündemin en önemli maddesi haline geldi. Kürt halkının mücadelesinin yükselme ivmesi, galibi mağlup yapacak cinstendi. Buna karşı birleşme gereği bir milliyetçi refleks olarak siyasetin diğer kanatlarını sarıyordu. Bu sarılışta, ülkemiz solunun çok kötü bir sınav verdiğini ifade etmek gerek; milliyetçilik virüsü mevta solun özgürlük hareketinin yükselişine karşı kayıtsız ya da tepkili olmasına yol açıyordu. Komünist yaftalılar işçiler tek bayrak altında birleşin derken aymaz bir milliyetçilik yapıyorlardı. Kızları da alın askeri derken özgürlük hareketine karşı kontr-gerillada kızların neden yer almadığını sorgular gibiydiler.
Kürtlerin özerklik talepleri gökten inen bir talep değildi. Bu, çok acılı ve çok ciddi özverilerle yükselen bir tarihin son halkası olarak belirdi.
On yılların mücadele birikiminden 22 Temmuz 2007 seçimlerine gelirken, Kürt halkı tarihin külleri altından adım adım parlamentoda koyduğu ağırlıkla beliren sonuçlara yükseliyordu. Bu yükselişin dışa vurumu olarak, tüm engellere karşın ben buradayım diyordu. Seçimlerden en dinamik olarak ve başarı grafiği hızla yükselen bir siyasi güç olarak çıkarken yarattığı ortam, seçim galibi gibi görünün AKP ve mağlubu olan klasik güçleri amansız bir tedirginliğe sürüklüyordu. 29 Mart yerel seçimleri öncesi bu güçler arasında özgürlük hareketine karşı ortaya çıkan kombinezonun altında bu veriler yatıyordu. Özgürlük Anadolu’ya ve tüm halklarına bir özgürlük havası getirmişti. Demokrasinin yol haritasını değiştiren bu gelişme, ortak ülkemizin her ayrı varlığını kendi özgün örgütlenmesiyle, özgün mücadele süreçleriyle başarı için bir ortak süreç içinde alma bilinci taşımıştır. Kürtlerin Anadolu’ya tarihleri boyunca taşıdıkları uygarlık etkilerinden birini bu kesitte de taşıyorlardı.
Bu süreçleri, adım adım izleyen yorumlarım farklı makalelerimde dile getirilmişti. 22 Temmuz 2007 seçim sonuçları değerlendirmelerim bunu yeterince açığa vurur niteliktedir:
“Seçim sonuçları bir kez daha siyasal tek boyutlu baskı sistemin kırıldığını gösterdi. Bu kırılma fiilen gerçekleşti, resmi düzlemde ise hızla etkisini göstermeye başladı. Seçim sonuçlarının oluşturduğu siyasal arena bunun ifadesidir. Halkımız gerçekçi değişimlerin özgürlük ve demokrasi ikamesi yönündeki taleplerinin ilk adımını böylece atmış oldu.
“Artık halkımız kendi talepleri için siyasal temsilcilerine doğru akmaya başlamıştır. Bu ivme, mecliste halkın çıkarları için yürütülecek mücadeleyle de hız kazanacaktır.
“Ülkemiz tarihinde siyaset ilk kez belli dengeler üzerinde göreli de olsa, oturmuş oldu. Siyasetin, bu nispi dengesi, meclis bileşiminin önemli siyasal mücadele alanı olmasına yol açacak sonuçları da beraberinde getirdi. Ülkemiz gerçekliğinin nesnel ve siyasal var oluşlarının meclisteki temsil oranları bu mücadelenin temelini belirleyecektir.
“ ‘Son şans’ diye nitelenebilecek bir siyasal tablo oluşmuştur. Değişim için yeterli olmayan niceliksel oranlara karşın, nitelik ayrışma ve yönelimler belli olmuştur. Bu belirginlik aynı zamanda ikamesi yapılacak siyasal girişimlerin de yol haritasıdır. Bunların başında anayasanın yeniden şekillendirilmesi gelmektedir. Çağdaş bir anayasa tüm farklılıkların güvencesi olacak kısa öz anlatımlarla, her türden milliyetçilikten arınmış, tek boyutlu söylemlerine son vermiş, özgür tercihlere kapı aralamış bir anayasa olarak ikame edilmelidir. Bu çerçevede siyasal sistemin bel kemiği olan tüm yasa ve mevzuatların, kararnamelerin, yüksek kurum ve kuruluş yapılanmalarının, yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bu görevlerin ne ölçüde başarılacağı ise bu mücadelenin süreçlerine bağlıdır. Yükseliş trendinin halkımızın talepleri lehine olduğu bu ortamda, meclisteki temsilciler, halkımızın yaşadığı her alanda yalnız kalmayacaklarını da göreceklerdir.
Kırılan tek boyutlu siyasal baskı sistemi her alanda çözülürken, halkın demokratik cesareti, mecliste yürütülecek siyasi mücadelenin de temel desteği olacaktır.
“Tarihi tek boyutlu siyasal sistemi kırabilen bir halkın umutlarını gerçekleştirme şansı bugün her zamandan daha uygun koşullara sahiptir. Bugünün sınavı ve görevi budur.
“Seçim sonuçlarının başarısı ve devamında bu kazanımların her şeye yeterli olmadığını belirtmeye gerek yoktur.
Bu kazanımlar, tersine diğer tüm mücadelelerin tarih içindeki birikimlerinin bir sonucudur. Sonuçları korumak ve geliştirmek ise, temel olanları güçlendirmekten geçeceği tartışmasızdır.
Dolayısıyla, dağlarından, ovalarına, şehirlerinden en küçük yerleşim birimine kadar her alanda ve uygun her araçla mücadeleye derinlemesine devam edilmelidir.
Seçim sonuçlarının yarattığı olanaklarla, bu temel alan ve araçların mücadelesi daha da anlamlı ve üretken olmaya adaydır.” (Bkz. Mihrac Ural. 22 Temmuz seçim sonuçları değerlendirmesi. http://mirural.blogspot.com/ )
Genel seçimler bitmişti. Yeni bir pencere açılmış siyasal arenada güçlerin düzenlenişi farklılaşmıştı. Bu sürecin ardından beklenen ve geleceği kesin olan son bir düelloydu.
Genel seçimler, galibi mağlup bir sonuç yaratmıştı. Galip olan, köhnemiş bir tarihi statüyle vuruşacak, gerçekçi değişimleri sağlayacak, demokrasinin gerekli yapılanmalarını kuracak bir siyasi yönelim ve irade taşımıyordu. Özgürlük kendi siyasal eğilimlerinin iktidar olmasına kadardı. Sonrası herkes için tufan.
Bu veriler doğal olarak yerel seçimlerin önemini artırıyordu. Başbakan Diyarbakır’a girmekten acizdi. Bu dengesizliğin gerçekçiliğini farklı kavrıyor bunun giderilmesi için bu alanda da ezici bir sonuç arıyordu. Böyle bir sonuç için, tarihi bir mağlubiyet alan ulusalcı-laik güçlerle ittifak etmek, her iki kesimin de işine geliyordu. Birlikte yürüyeceklerdi. Birlikte Kürt özgürlük hareketine diz çökerteceklerdi; buzdolapları çamaşır makineleri, kanepeler ve bil cümle edevatlarıyla işe koyulmalarının arka planında bu gerçekler vardı; halkın iradesine diz çökerteceklerdi. Buna “Son Düello” dedim.
Süreci dikkatlice izleyen gözlemlerimizle de algılarımızı, “Son Düelloya Doğru” adlı makalemde şu şekilde aktardım:
“AKP’nin tamamlanmamış kuşatmaları ile ordunun ülküsüzlüğü birbirine denk gelen bir uyumluluk sağladı. Dinin kültürde birleştirdiği ümmeti Muhammed’iye; ordunun eksik ülküsüne yakıt taşıdı, enerji getirdi. Kürtleri katletmede çözümsüz ve çaresiz kalan orduya AKP den gelen destek, AKP’nin Kürdistan’daki kuşatması için, ordudan gelen destekle uyumlaştı.
Böylece AKP orduya, ordu da AKP ye Kürt ulusal özgürlük hareketini bastırmak için muhtaç oldu.
Son düello yerel seçimlerdir. Devlet varını yoğunu buna koyacaktır: PKK’nin Kürt halkı üzerindeki etkisini yerel seçimlerde kırıp, on yıllardır süren dengeyi lehine çevirmek isteyecektir.
Fırat’ın iki yakasını savaşın birleştiremediği gerçeğine karşı, bir yerel seçimle bunun başarılacağına inanılmaktadır. Dinin sihirli gücünü burada gösterme çabası öne geçecektir. Kürtlerin etkin muhafazakarlıklarına rehin olmuş bir girişim yapacaklardır.
Bunun için tüm araçlarla ve her yerden PKK’ye ait temiz bir alan bırakmama yönünde saldırıya geçmiştir. Ergenekon’un Fırat’ın ötesindeki binlerce kirli işini PKK’ye ihale çabaları tırmandırılmaktadır. Yalanlar yalanları, komplolar komploları böylece takip ederek son düellonun kazınılması için, tüm güçleriyle uğraşmaktadırlar.”(bkz. Mihrac Ural. Son Düelloya Doğru, makalesi. 3 Eylül 2008 http://mirural.blogspot.com/)
Aylar öncesinden bu konuyu ısrarla işledik. Yerel seçimler bir son düello olarak geçecek, belirlemesini yaptık. Ülkemizin kaderi bu son düelloda kimin kazanacağıyla belirlenecektir dedik. Önümüzdeki 25 yıllık siyasal sürecin temelleri burada atılacaktı.
Son düello da sonuçlandı. Kendini 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde galip sananların mağlubiyeti, 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle, açığa çıktı. Bu topraklar özgürlük istiyordu ve bu talebin arkasında halkın kararlı iradesi duruyordu. Akıl almaz engellere rağmen Kürt özgürlük hareketi açıkça söylendiği gibi Kürdistan’ın sınırlarını çizecek mahiyette bir sonuç alıyordu. On yılların mücadelesini taçlandıran bu sonuç, kaçınılmaz olarak kendi mantıki süreçlerinin ifadesini de dile getirecekti.
Kürt özerkliği bu noktada haklı bir talep olarak tarihin tüm evrimi içinde olan güçler dengesi çatışmalarının son sözü olarak beliriyordu.
Bütün bu sürecin sonucu olarak “Kürt özerkliği” söylemi, ortalığa bomba gibi düştü. Bu talebin Kürtlerin dilinden gündeme gelmesi normaldir. Ancak sadece Kürtlere ait değildir. Tersine Kürtlerin tarih içinde Anadolu’ya yaptığı uygarlık katkılarının son halkası olarak tüm Anadolu halklarına ait bir özlem ve taleptir.
Bu noktanın anlaşılması çok önemlidir ve Anadolu halklarının, Türk halkı dahil bütünüyle özgürlük ve demokrasi talepleri adına. gerçekçi bir talep olduğunun algılanması gerekmektedir.
Kürt özerkliği, bütünsel anlamda Anadolu halkları özerkliği projesinin bir parçası olarak algılanmadan bir ayağı aksak kalır. Bu gelecek anayasa tartışmaları için olduğu kadar, halkın bilince çıkartacağı demokratikleşmenin yol haritası içinde çok büyük öneme sahiptir. Bunun da yolu, özerklik talebinde bulunacak her farklılığımızın, ayrı varlığın özgün örgütlenmesi ve mücadelesiyle fiili olarak siyasetin sahnesinde yer almasını gerekli kılar. Kürt halkı bu yolu büyük bedeller ödeyerek hepimiz adına açtı. Bu yoldan yürümek için herkesin üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Son tahlilde özgürlük, ona sahip olmak isteyene aittir. Kimse kimsenin adına özgürlüğü kullanamaz.
Bu noktada önemle yaptığım bir belirlemeyi yeniden tekrar edeceğim:
Yazılarımda milliyetçileri çılgına çeviren, Fırat’ın ötesinden yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesine Torosların güneyini de bir manivela olarak katalım çağrısı gerçekte, Fırat’ın ötesini ve berisini, Torosların güneyini ve kuzeyini kapsayan bir ortak ülke algısının özgürlük projesidir. Bunun mantıki sonuçları, ortak ülkemizin çok başkentli olması gerektiğine işaret eder. Bunu da açıkça ilan etmemiz gerekiyor. Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, Ankara resmi, İstanbul filli başkent olduğu gibi, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari başkent olmalıdır diyorum. Bu önerme bu gün her zamandan daha gerçekçidir; Kürt özerklik talebinin de doğal sonucudur. Anadolu halklarının tarihsel özleminin en açık şekilde demokrasi ilkeleriyle, bölücülüğe, milliyetçiliğe yer vermeden dile gelişidir.
Bir milliyetçi komünist softa, bu söylemim üzerine; “bölün daha ne kadar bölecekseniz bu ülkeyi” diye havladı. Kullanım tarihi bitmiş bu akılsızlıkları muhatap almayacağımız açıktır.
Gerçekte, ülkemizin en birleştirici söylem buydu. Anadolu halklar gerçekliğinin en birleştirici söylemi her ayrı varlığın, her farklılığın kendi özgün mücadele zenginliğiyle, kendini ifade ederek örgütlenmesi ve siyasal taleplerini bu ortak paydaya dökmesini gerektiriyordu. Birleştirici tek yol budur. Bu yolu özveriyle açan Kürt halkına omuz vermek, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin kendisidir. Bu açıdan Kürt özerkliği tüm halkların özgürlüğüdür diyorum.
AYRI DEVLETTEN, ÖZERKLİĞE
BİR YOL HARİTASI
Felsefe mega-ideal projeleri önümüze koyar. Aristo’nun başımıza açtığı bir bela gibidir. Ama başarı için de gereklidir. Peşine düşülen bu idealler, gerçekçi verilerin kazanabileceği kadarıyla yetinildiğine de her zaman tanıklık ederiz. Gerçekleşebilen, güçler dengesinin çekişme ve çatışmasının oluşturduğu verinin ötesine geçemez. Bu açıdan Kürt özerkliği kendine ait bir büyük ideal çıkışı ve güçler dengesinin çatışmalı süreçleri sonucu gerçekleşebilir yeri bulunmaktadır. Bu yeri bugünün verileriyle “Kürt Özerkliği” söyleminde anlam buldu.
Bu güne son yüzyılın Kürt özgürlük hareketinin ilişki ve çelişkilerinin üzerinde yükseldi. Bu sürecin iki kolu vardı.
Birincisi; doğuşuyla birlikte özerkliği isteyerek yola koyulmuştu. Son sözü ilk adımda söylemenin kefaretini, halkını ikna edemeyerek, devletin baskıları ve kovuşturmaları altında ezilerek ödedi. Özerklik talebiyle yola çıkanlar ilk çatışmada siyasal kartlarını bitirmişlerdi. İkinci hamlede söyleyebilecekleri bir şey yoktu. Önemli entelektüel birikimlerin üretildiği bu alan Kürt halkının dinamiklerine sağladığı katkı az olmamasına rağmen, direnme çizgisinde tutarlı olamamaları, gelişen PKK sürecinde hala devam eden olumsuzlukları başarısızlıklarını getirdi. “Özerklik talebi” başlangıçta bu kesimin talebi olmasına rağmen, buna sahip çıkmadılar. Böylesi bir talebin uzun bir mücadele sürecinin güçler dengesinde getirip dayattığı verilerle gündeme gelmesi, sonucun da mücadelede direnme çizgisini yükseltenlerin lehine olmasını sağladı.
İkincisi; halkının haklı taleplerini mümkün olan en yüksek boyutuyla talep edenler. Bu kesimde, Kürdistan’ın tüm bölgelerinin özgürlüğü ve ayrı devleti talebiyle başlayanlardan tek tek parçaların ayrı devlet örgütlenmesine kadar giden taleplere kadar farklılıklar bulunuyordu.
Bu talepler, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine bakmaksınız, Kürt ulusunun en doğal hakkı olan taleplerdi. Bunun mesajını ilk alan da Kürt ulusu oldu. Bu yöndeki talep ve direnme mücadelesinin arkasında durdu. Evlatlarını akın akın dağlara gönderdi savaşa tüm diriliğiyle katıldı. Bu duyarlılık bir yanıyla Kürtlerin çağdaş bir ulus algısı içinde olduklarının, diğer yanıyla haklı davaları uğruna savaşanların arkasında duracaklarına bir işaretti. Yüz yıllık mücadele birikimlerinin ardından PKK hareketinin geliştirdiği çizgi, böylesine bir halk hareketi haline dönüşmesinin imkanlarıyla ortaya çıktı.
Devlet bir eşkıya gurubu olarak tanımladığı bu mücadeleyi zamanla, söylemese de bir halkın özgürlük mücadelesi olduğunu kavrıyordu. Bu günün söylemleri, Devletin en üst yetkilileri ve Genelkurmayın dile getirdikleri, artık algıların açıkça bir orta yola doğru gittiğini göstermektedir. Bu özgürlük hareketinin bir kazanımı ve başarısıydı.
Bu süreç 1960-70 yıllarının entelektüel Kürt birikimlerini de arkasına alarak, 1980 döneminin zor askeri mücadele ve başarıları üzerinde yükselip bu güne geldi. Bu gün siyasetin her alanında ve zamanda yer alınarak dile gelmeye başladı. Ahmet Türk’ün ağzından “DTP ile PKK’nin taleplerinin kesişiyor” söyleminin anlamı da budur.
Mücadelenin bu gün gelip dayandığı yerde, güçler dengesinin karşılıklı sürtünmesinin vardığı yerde sonuç, özgürlük özerklik talebiyle yerli yerine oturmaya başlamıştır. Büyük ideallerin mücadele süreci içinde gerçekleşebilir verileri, bu gün özerklikte anlam bulması da bundandır. Bu talep dün ne kadar yetersizse, bu gün o kadar doğrudur. Dünkü talepler bu gün ne kadar gerçekleşemez ise, özerklik bu gün o kadar gerçekleşebilir bir taleptir.
Özerklik özgürlüktür. Bu özgürlük ezenin de ezileninde özgürleşmesidir. Bu yol haritasından halkımızın kimlik haklarını ve özgürlüğünü sağlamanın mücadelesini yükseltmekle yükümlüyüz.
21 Mayıs 2009
Son düello da sonuçlandı. Kendini 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde galip sananların mağlubiyeti, 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle, açığa çıktı. Bu topraklar özgürlük istiyordu ve bu talebin arkasında halkın kararlı iradesi duruyordu. Akıl almaz engellere rağmen Kürt özgürlük hareketi açıkça söylendiği gibi Kürdistan’ın sınırlarını çizecek mahiyette bir sonuç alıyordu. On yılların mücadelesini taçlandıran bu sonuç, kaçınılmaz olarak kendi mantıki süreçlerinin ifadesini de dile getirecekti.
Kürt özerkliği bu noktada haklı bir talep olarak tarihin tüm evrimi içinde olan güçler dengesi çatışmalarının son sözü olarak beliriyordu.
Kürt özerkliği, bütünsel anlamda Anadolu halkları özerkliği projesinin bir parçası olarak algılanmadan bir ayağı aksak kalır. Bu gelecek anayasa tartışmaları için olduğu kadar, halkın bilince çıkartacağı demokratikleşmenin yol haritası içinde çok büyük öneme sahiptir. Bunun da yolu, özerklik talebinde bulunacak her farklılığımızın, ayrı varlığın özgün örgütlenmesi ve mücadelesiyle fiili olarak siyasetin sahnesinde yer almasını gerekli kılar. Kürt halkı bu yolu büyük bedeller ödeyerek hepimiz adına açtı. Bu yoldan yürümek için herkesin üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Son tahlilde özgürlük, ona sahip olmak isteyene aittir. Kimse kimsenin adına özgürlüğü kullanamaz.
Yazılarımda milliyetçileri çılgına çeviren, Fırat’ın ötesinden yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesine Torosların güneyini de bir manivela olarak katalım çağrısı gerçekte, Fırat’ın ötesini ve berisini, Torosların güneyini ve kuzeyini kapsayan bir ortak ülke algısının özgürlük projesidir. Bunun mantıki sonuçları, ortak ülkemizin çok başkentli olması gerektiğine işaret eder. Bunu da açıkça ilan etmemiz gerekiyor. Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, Ankara resmi, İstanbul filli başkent olduğu gibi, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari başkent olmalıdır diyorum. Bu önerme bu gün her zamandan daha gerçekçidir; Kürt özerklik talebinin de doğal sonucudur. Anadolu halklarının tarihsel özleminin en açık şekilde demokrasi ilkeleriyle, bölücülüğe, milliyetçiliğe yer vermeden dile gelişidir.
Bir milliyetçi komünist softa, bu söylemim üzerine; “bölün daha ne kadar bölecekseniz bu ülkeyi” diye havladı. Kullanım tarihi bitmiş bu akılsızlıkları muhatap almayacağımız açıktır.
Gerçekte, ülkemizin en birleştirici söylem buydu. Anadolu halklar gerçekliğinin en birleştirici söylemi her ayrı varlığın, her farklılığın kendi özgün mücadele zenginliğiyle, kendini ifade ederek örgütlenmesi ve siyasal taleplerini bu ortak paydaya dökmesini gerektiriyordu. Birleştirici tek yol budur. Bu yolu özveriyle açan Kürt halkına omuz vermek, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin kendisidir. Bu açıdan Kürt özerkliği tüm halkların özgürlüğüdür diyorum.
***
29 Mart 2009 yerel seçimlerin ardından ortak ülkemizin siyasal dengeleri farklı bir boyuta yöneldi. Bu süreç 22 Temmuz 2007 genel seçimleri ardından kendine özgü sinyalleri vermişti. Son genel seçimlerde ezici bir üstünlük alanlar, iktidar olduklarını, halka rağmen artık siyasal bir etkinliğin varılabilecek son boyutuna ulaştıkları sanısına kapıldılar. Buradan yola çıkarak ve ülkemizin bilinen geleneklerinde siyasal iktidarın rahatça yerel seçimleri alabileceği sonucuna vardılar. Yerel seçimler bu yanıyla bir son düelloydu. Bu düelloya bir hazırlık ve bir toparlanış ortamıyla, yerel seçimlere gidildi. Genel seçimleri kazananlar yerel seçimle iktidar olacaklarına mutlak olarak inanıyorlardı. Devlet ellerindeydi, orduyu ekarte etmişlerdi. Uyumlu bir milliyetçi hamleyle sonuç alacaklardı. Böylece yerel seçimler, genel seçimlerin önemini de aşan bir öneme oturmuş oldu.
Son düelloya giderken, geleneksel gerici siyasal iktidarın kırılmasından geçilmişti. Devlet statüleri değişmemişti, ancak siyasal kombinezon öylesine köklü değişime uğradı ki, bunun etkileri yakın zamanda devletin birçok alanında hissedilecek ve anayasa çalışmaları bunun önemli göstergesi olacaktı.
Genel seçimlerde ortak ülkemizin siyasal sahnesinde güçler dengesi tamamen değişime uğramıştı. Farklı bir ortama doğru hızla yürünüyordu. Ülkemiz tarihinde ilk kez saklanmadan, örtü taşımadan özgürlük hareketi kendini siyasal arenada ifade ediyordu. Bu ifade tarzı da genel seçim galipleri arasında ivmesi en yüksen olan taraf olarak beliriyordu. Bu süreç öylesine bariz bir veriye sahipti ki, barajlara, engellemelere, yasak ve ardı arkası kesilmeyen parti kapatmalara rağmen “bin umut adayları” bağımsız olarak parlamentoda gurup kuracak ölçekte seçilebiliyorlardı. Özgürlük talebinde mücadele eden halk engelleri aşarak parlamentoda yerini almıştı.
22 Temmuz 2007 genel seçimleri tarihi gerici egemenlik dengelerini kırdı. Ancak kırılma ne yeni güçler dengesinin ne de sonuçlarının etkisiyle oturmadı. Kaos sürmeye devam ediyordu. Galipler, mağlupların kim olduğu konusunda belirgin bir kanaate de sahip değildi. Galibin mağlubiyeti vardı ancak bunun farkında değildi. Seçim kazanmaya rağmen iktidar olmamak bu anlama geliyordu.
Geleneksel güçler devlet statülerinin temsilcileri genel seçim galipleriyle bitip tükenmeyen çekişmeleri bir dengeye yönelmek zorundaydı. Ancak bir üçüncü güç sahneye yeni girmişti. Kürt halkının özgürlük mücadelesi siyasetin tam orta yerinde kilit bir rol üstlenmiş bulunuyordu. Bu durum yeni kombinezonları zorladı. Hükümet mevkiinde yer alan siyasal görüşle, devletin statüleri arasında süren yarım asırlık siyasal mücadele, bu üçüncü gücün ortaya çıkışıyla yeni bir biçim alma zorunda oldu.
Cumhurbaşkanlığı sorunu, ordu-hükümet ilişkileri, AKP’nin kapatılma tehlikesi gibi birçok sorun sihirli bir el değmiş gibi, hızla çözülüp geride bırakıldı. Yükselen özgürlük hareketi bu iki ezeli düşmanı birçok ortak paydada birleştirdi. Bu noktadan itibaren hızla 29 Mart 2009 yerel seçimleri gündemin en önemli maddesi haline geldi. Kürt halkının mücadelesinin yükselme ivmesi, galibi mağlup yapacak cinstendi. Buna karşı birleşme gereği bir milliyetçi refleks olarak siyasetin diğer kanatlarını sarıyordu. Bu sarılışta, ülkemiz solunun çok kötü bir sınav verdiğini ifade etmek gerek; milliyetçilik virüsü mevta solun özgürlük hareketinin yükselişine karşı kayıtsız ya da tepkili olmasına yol açıyordu. Komünist yaftalılar işçiler tek bayrak altında birleşin derken aymaz bir milliyetçilik yapıyorlardı. Kızları da alın askeri derken özgürlük hareketine karşı kontr-gerillada kızların neden yer almadığını sorgular gibiydiler.
Kürtlerin özerklik talepleri gökten inen bir talep değildi. Bu, çok acılı ve çok ciddi özverilerle yükselen bir tarihin son halkası olarak belirdi.
On yılların mücadele birikiminden 22 Temmuz 2007 seçimlerine gelirken, Kürt halkı tarihin külleri altından adım adım parlamentoda koyduğu ağırlıkla beliren sonuçlara yükseliyordu. Bu yükselişin dışa vurumu olarak, tüm engellere karşın ben buradayım diyordu. Seçimlerden en dinamik olarak ve başarı grafiği hızla yükselen bir siyasi güç olarak çıkarken yarattığı ortam, seçim galibi gibi görünün AKP ve mağlubu olan klasik güçleri amansız bir tedirginliğe sürüklüyordu. 29 Mart yerel seçimleri öncesi bu güçler arasında özgürlük hareketine karşı ortaya çıkan kombinezonun altında bu veriler yatıyordu. Özgürlük Anadolu’ya ve tüm halklarına bir özgürlük havası getirmişti. Demokrasinin yol haritasını değiştiren bu gelişme, ortak ülkemizin her ayrı varlığını kendi özgün örgütlenmesiyle, özgün mücadele süreçleriyle başarı için bir ortak süreç içinde alma bilinci taşımıştır. Kürtlerin Anadolu’ya tarihleri boyunca taşıdıkları uygarlık etkilerinden birini bu kesitte de taşıyorlardı.
Bu süreçleri, adım adım izleyen yorumlarım farklı makalelerimde dile getirilmişti. 22 Temmuz 2007 seçim sonuçları değerlendirmelerim bunu yeterince açığa vurur niteliktedir:
“Seçim sonuçları bir kez daha siyasal tek boyutlu baskı sistemin kırıldığını gösterdi. Bu kırılma fiilen gerçekleşti, resmi düzlemde ise hızla etkisini göstermeye başladı. Seçim sonuçlarının oluşturduğu siyasal arena bunun ifadesidir. Halkımız gerçekçi değişimlerin özgürlük ve demokrasi ikamesi yönündeki taleplerinin ilk adımını böylece atmış oldu.
“Artık halkımız kendi talepleri için siyasal temsilcilerine doğru akmaya başlamıştır. Bu ivme, mecliste halkın çıkarları için yürütülecek mücadeleyle de hız kazanacaktır.
“Ülkemiz tarihinde siyaset ilk kez belli dengeler üzerinde göreli de olsa, oturmuş oldu. Siyasetin, bu nispi dengesi, meclis bileşiminin önemli siyasal mücadele alanı olmasına yol açacak sonuçları da beraberinde getirdi. Ülkemiz gerçekliğinin nesnel ve siyasal var oluşlarının meclisteki temsil oranları bu mücadelenin temelini belirleyecektir.
“ ‘Son şans’ diye nitelenebilecek bir siyasal tablo oluşmuştur. Değişim için yeterli olmayan niceliksel oranlara karşın, nitelik ayrışma ve yönelimler belli olmuştur. Bu belirginlik aynı zamanda ikamesi yapılacak siyasal girişimlerin de yol haritasıdır. Bunların başında anayasanın yeniden şekillendirilmesi gelmektedir. Çağdaş bir anayasa tüm farklılıkların güvencesi olacak kısa öz anlatımlarla, her türden milliyetçilikten arınmış, tek boyutlu söylemlerine son vermiş, özgür tercihlere kapı aralamış bir anayasa olarak ikame edilmelidir. Bu çerçevede siyasal sistemin bel kemiği olan tüm yasa ve mevzuatların, kararnamelerin, yüksek kurum ve kuruluş yapılanmalarının, yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bu görevlerin ne ölçüde başarılacağı ise bu mücadelenin süreçlerine bağlıdır. Yükseliş trendinin halkımızın talepleri lehine olduğu bu ortamda, meclisteki temsilciler, halkımızın yaşadığı her alanda yalnız kalmayacaklarını da göreceklerdir.
Kırılan tek boyutlu siyasal baskı sistemi her alanda çözülürken, halkın demokratik cesareti, mecliste yürütülecek siyasi mücadelenin de temel desteği olacaktır.
“Tarihi tek boyutlu siyasal sistemi kırabilen bir halkın umutlarını gerçekleştirme şansı bugün her zamandan daha uygun koşullara sahiptir. Bugünün sınavı ve görevi budur.
“Seçim sonuçlarının başarısı ve devamında bu kazanımların her şeye yeterli olmadığını belirtmeye gerek yoktur.
Bu kazanımlar, tersine diğer tüm mücadelelerin tarih içindeki birikimlerinin bir sonucudur. Sonuçları korumak ve geliştirmek ise, temel olanları güçlendirmekten geçeceği tartışmasızdır.
Dolayısıyla, dağlarından, ovalarına, şehirlerinden en küçük yerleşim birimine kadar her alanda ve uygun her araçla mücadeleye derinlemesine devam edilmelidir.
Seçim sonuçlarının yarattığı olanaklarla, bu temel alan ve araçların mücadelesi daha da anlamlı ve üretken olmaya adaydır.” (Bkz. Mihrac Ural. 22 Temmuz seçim sonuçları değerlendirmesi. http://mirural.blogspot.com/ )
Genel seçimler bitmişti. Yeni bir pencere açılmış siyasal arenada güçlerin düzenlenişi farklılaşmıştı. Bu sürecin ardından beklenen ve geleceği kesin olan son bir düelloydu.
Genel seçimler, galibi mağlup bir sonuç yaratmıştı. Galip olan, köhnemiş bir tarihi statüyle vuruşacak, gerçekçi değişimleri sağlayacak, demokrasinin gerekli yapılanmalarını kuracak bir siyasi yönelim ve irade taşımıyordu. Özgürlük kendi siyasal eğilimlerinin iktidar olmasına kadardı. Sonrası herkes için tufan.
Bu veriler doğal olarak yerel seçimlerin önemini artırıyordu. Başbakan Diyarbakır’a girmekten acizdi. Bu dengesizliğin gerçekçiliğini farklı kavrıyor bunun giderilmesi için bu alanda da ezici bir sonuç arıyordu. Böyle bir sonuç için, tarihi bir mağlubiyet alan ulusalcı-laik güçlerle ittifak etmek, her iki kesimin de işine geliyordu. Birlikte yürüyeceklerdi. Birlikte Kürt özgürlük hareketine diz çökerteceklerdi; buzdolapları çamaşır makineleri, kanepeler ve bil cümle edevatlarıyla işe koyulmalarının arka planında bu gerçekler vardı; halkın iradesine diz çökerteceklerdi. Buna “Son Düello” dedim.
Süreci dikkatlice izleyen gözlemlerimizle de algılarımızı, “Son Düelloya Doğru” adlı makalemde şu şekilde aktardım:
“AKP’nin tamamlanmamış kuşatmaları ile ordunun ülküsüzlüğü birbirine denk gelen bir uyumluluk sağladı. Dinin kültürde birleştirdiği ümmeti Muhammed’iye; ordunun eksik ülküsüne yakıt taşıdı, enerji getirdi. Kürtleri katletmede çözümsüz ve çaresiz kalan orduya AKP den gelen destek, AKP’nin Kürdistan’daki kuşatması için, ordudan gelen destekle uyumlaştı.
Böylece AKP orduya, ordu da AKP ye Kürt ulusal özgürlük hareketini bastırmak için muhtaç oldu.
Son düello yerel seçimlerdir. Devlet varını yoğunu buna koyacaktır: PKK’nin Kürt halkı üzerindeki etkisini yerel seçimlerde kırıp, on yıllardır süren dengeyi lehine çevirmek isteyecektir.
Fırat’ın iki yakasını savaşın birleştiremediği gerçeğine karşı, bir yerel seçimle bunun başarılacağına inanılmaktadır. Dinin sihirli gücünü burada gösterme çabası öne geçecektir. Kürtlerin etkin muhafazakarlıklarına rehin olmuş bir girişim yapacaklardır.
Bunun için tüm araçlarla ve her yerden PKK’ye ait temiz bir alan bırakmama yönünde saldırıya geçmiştir. Ergenekon’un Fırat’ın ötesindeki binlerce kirli işini PKK’ye ihale çabaları tırmandırılmaktadır. Yalanlar yalanları, komplolar komploları böylece takip ederek son düellonun kazınılması için, tüm güçleriyle uğraşmaktadırlar.”(bkz. Mihrac Ural. Son Düelloya Doğru, makalesi. 3 Eylül 2008 http://mirural.blogspot.com/)
Aylar öncesinden bu konuyu ısrarla işledik. Yerel seçimler bir son düello olarak geçecek, belirlemesini yaptık. Ülkemizin kaderi bu son düelloda kimin kazanacağıyla belirlenecektir dedik. Önümüzdeki 25 yıllık siyasal sürecin temelleri burada atılacaktı.
Son düello da sonuçlandı. Kendini 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde galip sananların mağlubiyeti, 29 Mart 2009 yerel seçimleriyle, açığa çıktı. Bu topraklar özgürlük istiyordu ve bu talebin arkasında halkın kararlı iradesi duruyordu. Akıl almaz engellere rağmen Kürt özgürlük hareketi açıkça söylendiği gibi Kürdistan’ın sınırlarını çizecek mahiyette bir sonuç alıyordu. On yılların mücadelesini taçlandıran bu sonuç, kaçınılmaz olarak kendi mantıki süreçlerinin ifadesini de dile getirecekti.
Kürt özerkliği bu noktada haklı bir talep olarak tarihin tüm evrimi içinde olan güçler dengesi çatışmalarının son sözü olarak beliriyordu.
Bütün bu sürecin sonucu olarak “Kürt özerkliği” söylemi, ortalığa bomba gibi düştü. Bu talebin Kürtlerin dilinden gündeme gelmesi normaldir. Ancak sadece Kürtlere ait değildir. Tersine Kürtlerin tarih içinde Anadolu’ya yaptığı uygarlık katkılarının son halkası olarak tüm Anadolu halklarına ait bir özlem ve taleptir.
Bu noktanın anlaşılması çok önemlidir ve Anadolu halklarının, Türk halkı dahil bütünüyle özgürlük ve demokrasi talepleri adına. gerçekçi bir talep olduğunun algılanması gerekmektedir.
Kürt özerkliği, bütünsel anlamda Anadolu halkları özerkliği projesinin bir parçası olarak algılanmadan bir ayağı aksak kalır. Bu gelecek anayasa tartışmaları için olduğu kadar, halkın bilince çıkartacağı demokratikleşmenin yol haritası içinde çok büyük öneme sahiptir. Bunun da yolu, özerklik talebinde bulunacak her farklılığımızın, ayrı varlığın özgün örgütlenmesi ve mücadelesiyle fiili olarak siyasetin sahnesinde yer almasını gerekli kılar. Kürt halkı bu yolu büyük bedeller ödeyerek hepimiz adına açtı. Bu yoldan yürümek için herkesin üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Son tahlilde özgürlük, ona sahip olmak isteyene aittir. Kimse kimsenin adına özgürlüğü kullanamaz.
Bu noktada önemle yaptığım bir belirlemeyi yeniden tekrar edeceğim:
Yazılarımda milliyetçileri çılgına çeviren, Fırat’ın ötesinden yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesine Torosların güneyini de bir manivela olarak katalım çağrısı gerçekte, Fırat’ın ötesini ve berisini, Torosların güneyini ve kuzeyini kapsayan bir ortak ülke algısının özgürlük projesidir. Bunun mantıki sonuçları, ortak ülkemizin çok başkentli olması gerektiğine işaret eder. Bunu da açıkça ilan etmemiz gerekiyor. Bu ülke birimizin değil de hepimizin ise, Ankara resmi, İstanbul filli başkent olduğu gibi, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari başkent olmalıdır diyorum. Bu önerme bu gün her zamandan daha gerçekçidir; Kürt özerklik talebinin de doğal sonucudur. Anadolu halklarının tarihsel özleminin en açık şekilde demokrasi ilkeleriyle, bölücülüğe, milliyetçiliğe yer vermeden dile gelişidir.
Bir milliyetçi komünist softa, bu söylemim üzerine; “bölün daha ne kadar bölecekseniz bu ülkeyi” diye havladı. Kullanım tarihi bitmiş bu akılsızlıkları muhatap almayacağımız açıktır.
Gerçekte, ülkemizin en birleştirici söylem buydu. Anadolu halklar gerçekliğinin en birleştirici söylemi her ayrı varlığın, her farklılığın kendi özgün mücadele zenginliğiyle, kendini ifade ederek örgütlenmesi ve siyasal taleplerini bu ortak paydaya dökmesini gerektiriyordu. Birleştirici tek yol budur. Bu yolu özveriyle açan Kürt halkına omuz vermek, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin kendisidir. Bu açıdan Kürt özerkliği tüm halkların özgürlüğüdür diyorum.
AYRI DEVLETTEN, ÖZERKLİĞE
BİR YOL HARİTASI
Felsefe mega-ideal projeleri önümüze koyar. Aristo’nun başımıza açtığı bir bela gibidir. Ama başarı için de gereklidir. Peşine düşülen bu idealler, gerçekçi verilerin kazanabileceği kadarıyla yetinildiğine de her zaman tanıklık ederiz. Gerçekleşebilen, güçler dengesinin çekişme ve çatışmasının oluşturduğu verinin ötesine geçemez. Bu açıdan Kürt özerkliği kendine ait bir büyük ideal çıkışı ve güçler dengesinin çatışmalı süreçleri sonucu gerçekleşebilir yeri bulunmaktadır. Bu yeri bugünün verileriyle “Kürt Özerkliği” söyleminde anlam buldu.
Bu güne son yüzyılın Kürt özgürlük hareketinin ilişki ve çelişkilerinin üzerinde yükseldi. Bu sürecin iki kolu vardı.
Birincisi; doğuşuyla birlikte özerkliği isteyerek yola koyulmuştu. Son sözü ilk adımda söylemenin kefaretini, halkını ikna edemeyerek, devletin baskıları ve kovuşturmaları altında ezilerek ödedi. Özerklik talebiyle yola çıkanlar ilk çatışmada siyasal kartlarını bitirmişlerdi. İkinci hamlede söyleyebilecekleri bir şey yoktu. Önemli entelektüel birikimlerin üretildiği bu alan Kürt halkının dinamiklerine sağladığı katkı az olmamasına rağmen, direnme çizgisinde tutarlı olamamaları, gelişen PKK sürecinde hala devam eden olumsuzlukları başarısızlıklarını getirdi. “Özerklik talebi” başlangıçta bu kesimin talebi olmasına rağmen, buna sahip çıkmadılar. Böylesi bir talebin uzun bir mücadele sürecinin güçler dengesinde getirip dayattığı verilerle gündeme gelmesi, sonucun da mücadelede direnme çizgisini yükseltenlerin lehine olmasını sağladı.
İkincisi; halkının haklı taleplerini mümkün olan en yüksek boyutuyla talep edenler. Bu kesimde, Kürdistan’ın tüm bölgelerinin özgürlüğü ve ayrı devleti talebiyle başlayanlardan tek tek parçaların ayrı devlet örgütlenmesine kadar giden taleplere kadar farklılıklar bulunuyordu.
Bu talepler, gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine bakmaksınız, Kürt ulusunun en doğal hakkı olan taleplerdi. Bunun mesajını ilk alan da Kürt ulusu oldu. Bu yöndeki talep ve direnme mücadelesinin arkasında durdu. Evlatlarını akın akın dağlara gönderdi savaşa tüm diriliğiyle katıldı. Bu duyarlılık bir yanıyla Kürtlerin çağdaş bir ulus algısı içinde olduklarının, diğer yanıyla haklı davaları uğruna savaşanların arkasında duracaklarına bir işaretti. Yüz yıllık mücadele birikimlerinin ardından PKK hareketinin geliştirdiği çizgi, böylesine bir halk hareketi haline dönüşmesinin imkanlarıyla ortaya çıktı.
Devlet bir eşkıya gurubu olarak tanımladığı bu mücadeleyi zamanla, söylemese de bir halkın özgürlük mücadelesi olduğunu kavrıyordu. Bu günün söylemleri, Devletin en üst yetkilileri ve Genelkurmayın dile getirdikleri, artık algıların açıkça bir orta yola doğru gittiğini göstermektedir. Bu özgürlük hareketinin bir kazanımı ve başarısıydı.
Bu süreç 1960-70 yıllarının entelektüel Kürt birikimlerini de arkasına alarak, 1980 döneminin zor askeri mücadele ve başarıları üzerinde yükselip bu güne geldi. Bu gün siyasetin her alanında ve zamanda yer alınarak dile gelmeye başladı. Ahmet Türk’ün ağzından “DTP ile PKK’nin taleplerinin kesişiyor” söyleminin anlamı da budur.
Mücadelenin bu gün gelip dayandığı yerde, güçler dengesinin karşılıklı sürtünmesinin vardığı yerde sonuç, özgürlük özerklik talebiyle yerli yerine oturmaya başlamıştır. Büyük ideallerin mücadele süreci içinde gerçekleşebilir verileri, bu gün özerklikte anlam bulması da bundandır. Bu talep dün ne kadar yetersizse, bu gün o kadar doğrudur. Dünkü talepler bu gün ne kadar gerçekleşemez ise, özerklik bu gün o kadar gerçekleşebilir bir taleptir.
Özerklik özgürlüktür. Bu özgürlük ezenin de ezileninde özgürleşmesidir. Bu yol haritasından halkımızın kimlik haklarını ve özgürlüğünü sağlamanın mücadelesini yükseltmekle yükümlüyüz.
18 Mayıs 2009 Pazartesi
“Parti İşçilere Yardımcı Olmanın Tarihsel Aracıdır”
Rıza Aydın
Şimdi parti nedir? Birliğin özü nedir? Bu birlik, olayların ve görevlerin ortak bir kavrayışıdır ve bu ortak kavrayış partinin programıdır. Nasıl ki günümüzün işçisi ilkel insan gibi aletsiz çalışamıyorsa, partide bu alet programdır.
Küçük burjuva anarşistleri ve entelektüelleri, partiye, ortak fikirlerin, ortak bir tavrın verilmesini onaylamaktan korkalar. Buna karşın ahlaki programlar önerirler. Ama bizim için bu program ortak deneylerin ürünüdür. Hiç kimseye zorla kabul ettirilmemiştir, çünkü bu partiye katılan herkes bunu gönüllü olarak benimsemiştir.
Bu programda, zorunluluğun karşıtı olarak özgürlükten neyi anladığımızı vurgulamak gerekir. Özgür bir bireyselliğe sahip olmamız gerektiği çok yaygın olan bir küçük burjuva kavramıdır. Bu yalnızca bir aldatmacadır, bir hatadır. Biz özgür değiliz. Metafizik felsefe anlamında özgür iradeye sahip değiliz. Bir bardak bira içmeyi dilediğimde özgür bir insan gibi davranırım, ama susuzluğumu giderme ihtiyacını kendim yaratmam. Bu ihtiyaç benim vücudumdan gelir. Ben yalnızca, bu ihtiyacın giderilmesinin icraatçısıyım. Ama vücudumun ihtiyaçlarını anlaya bildiğim ve onları bilinçli olarak tatmin edebildiğim ölçüde, zorunluluğun kavranışından doğan özgürlüğe, özgürlük duygusuna sahibim demektir. Burada vücudumun ihtiyaçlarının doğru bir kavranışı, her durumda hayvanlara( canlılara demek gerekir) verilmiş olan tek gerçek özgürlüktür ve insan bir hayvandır. Aynı şey işçi sınıfı içinde geçerlidir. İşçi sınıfının programı cennetten düşmez. Biz ancak zorunluluğun bir kavranışına ulaşabiliriz. Birinci benim vücudumdu, diğerinde o, toplumun gereksinmeleridir. Program, kavramayı öğrendiğimiz zorunluluğun ifadesidir. Ve zorunluluk sınıfın tüm üyeleri için aynı olduğundan, görevlerin ortak bir kavranışına ulaşabirirz; bu zorunluluğun kavranışı da programdır.
Zatı muhterem parti disiplini ile de şöyle diyor.
Mutlak bir disiplin gereklidir ama, bu, ortak anlayıştan gelmelidir. Bu olmadan dayatılan disiplin bir boyunduruktur. Eğer kavrayıştan geliyorsa kişiliğin bir ifadesidir ama aksi taktirde bir boyunduruktur. Disiplin ortak kavrayıştan geldiği zaman benim özgür kişiliğimin bir ifadesidir. Kişisel irade ile parti arasında ki karşıtlık değildir çünkü ben kendi özgür irademle katılmış oluyorum. Bu aynı zamanda programın temelidir de, ve bu programın sağlam bir politik ve moral temele oturması ancak bizim onu çok iyi kavramamızla mümkündür.
Kaynak: Troçki’nin, “Geçiş Programını anlattığı “Programın tanımlanması ve kullanımı” adlı yazıdan. M Yenice Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” anlayışı.
Şimdi parti nedir? Birliğin özü nedir? Bu birlik, olayların ve görevlerin ortak bir kavrayışıdır ve bu ortak kavrayış partinin programıdır. Nasıl ki günümüzün işçisi ilkel insan gibi aletsiz çalışamıyorsa, partide bu alet programdır.
Küçük burjuva anarşistleri ve entelektüelleri, partiye, ortak fikirlerin, ortak bir tavrın verilmesini onaylamaktan korkalar. Buna karşın ahlaki programlar önerirler. Ama bizim için bu program ortak deneylerin ürünüdür. Hiç kimseye zorla kabul ettirilmemiştir, çünkü bu partiye katılan herkes bunu gönüllü olarak benimsemiştir.
Bu programda, zorunluluğun karşıtı olarak özgürlükten neyi anladığımızı vurgulamak gerekir. Özgür bir bireyselliğe sahip olmamız gerektiği çok yaygın olan bir küçük burjuva kavramıdır. Bu yalnızca bir aldatmacadır, bir hatadır. Biz özgür değiliz. Metafizik felsefe anlamında özgür iradeye sahip değiliz. Bir bardak bira içmeyi dilediğimde özgür bir insan gibi davranırım, ama susuzluğumu giderme ihtiyacını kendim yaratmam. Bu ihtiyaç benim vücudumdan gelir. Ben yalnızca, bu ihtiyacın giderilmesinin icraatçısıyım. Ama vücudumun ihtiyaçlarını anlaya bildiğim ve onları bilinçli olarak tatmin edebildiğim ölçüde, zorunluluğun kavranışından doğan özgürlüğe, özgürlük duygusuna sahibim demektir. Burada vücudumun ihtiyaçlarının doğru bir kavranışı, her durumda hayvanlara( canlılara demek gerekir) verilmiş olan tek gerçek özgürlüktür ve insan bir hayvandır. Aynı şey işçi sınıfı içinde geçerlidir. İşçi sınıfının programı cennetten düşmez. Biz ancak zorunluluğun bir kavranışına ulaşabiliriz. Birinci benim vücudumdu, diğerinde o, toplumun gereksinmeleridir. Program, kavramayı öğrendiğimiz zorunluluğun ifadesidir. Ve zorunluluk sınıfın tüm üyeleri için aynı olduğundan, görevlerin ortak bir kavranışına ulaşabirirz; bu zorunluluğun kavranışı da programdır.
Zatı muhterem parti disiplini ile de şöyle diyor.
Mutlak bir disiplin gereklidir ama, bu, ortak anlayıştan gelmelidir. Bu olmadan dayatılan disiplin bir boyunduruktur. Eğer kavrayıştan geliyorsa kişiliğin bir ifadesidir ama aksi taktirde bir boyunduruktur. Disiplin ortak kavrayıştan geldiği zaman benim özgür kişiliğimin bir ifadesidir. Kişisel irade ile parti arasında ki karşıtlık değildir çünkü ben kendi özgür irademle katılmış oluyorum. Bu aynı zamanda programın temelidir de, ve bu programın sağlam bir politik ve moral temele oturması ancak bizim onu çok iyi kavramamızla mümkündür.
Kaynak: Troçki’nin, “Geçiş Programını anlattığı “Programın tanımlanması ve kullanımı” adlı yazıdan. M Yenice Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” anlayışı.
14 Mayıs 2009 Perşembe
DİRENMENİN ERDEMİ
Mihrac Ural
18 Mayıs 2009
İbo'nun anısına
Yaşadıkları tarihi kesitte, nesnel ve öznel koşulların gerektirdiği duruşları duran, tutumları takınan insanların birer lider olarak o toplumları ve o tarihi kesitleri temsil ettiklerini görürüz. İbrahim Kaypakkaya budur.
O, aylarca ağır işkencelere karşı direnmiştir: ancak hiçbir zaman acıyı erdem saymamıştır.
Acı çekmek erdem değildir, insani değildir. Ancak, verilerin gerektirdiği duruş için, tutum için, dayatılan acıyı erdeme dönüştürmek bir başka şeydir. Bu, acıyı dayatan düşmana karşı dik durmaktır, temsil edilen değerlere karşı sorumluca bir duruş ortaya koymaktır. Bunun adı tarihi gerisin geriye çevirmek isteyenlere karşı direnmektir…
Bu bir fay hattıdır. Bu bir kırılma noktasıdır. Acıyı erdem görme değil, dayatılan acıyı erdeme dönüştürerek göğüslemektir. Mitsizim değil, ilerlemedir, direnmenin diğer adıdır. İbo kendi orijinalitesi olan, Anadolu gerçekliğini temsil eden önder ve lider olarak bunu başarmıştır. Bu ise bir yoğunluk halidir, bir bilgi birikimi ve net bir amaç, hedef arkasında dik duruştur. İbo’nun, hepimize bıraktığı mirası budur.
Orijinal olmak, evrensel olmanın giriş kapısı ise bu kapıdan devrimci hareket tarihinde ilk geçen İbrahim Kaypakkaya’dır diyeceğim. Bize ait olana, bizden olana, kendi gerçekliğimize, tarihimizle şekillenmiş olana sahip çıkışımızın algısı da buradadır.
***
Hz. Musa, Hz. İsa, Hz Muhammed yeryüzüne bir kez daha gelip çağrılarını yapsalar, onlara kaç kişi inanırdı, peşlerinden kaç kişi giderdi. Kendi adıma Suudi Arabistan’dan bu gün bir değil bin Hazret çıksa ona inanmazdım, kâla almaz, dönüp bakmazdım. Benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğu da kesin. Zaten 6 milyarlık dünya nüfusunda semavi dinlerle hiç ilgisi olmayan yarıdan fazla beşer yaşıyor. Ayrıca, yer küremizde kendini peygamber sayan binlerce insan yaşıyor, enteresan ve çok akıllıymış gibi gelen çağrılar yapıyorlar. Uzaydan gelenlerinden tutun vahiyi peşin ya da taksitle alanlara kadar. Ülkemizde TV ekranlarında boy gösteren peygamberler de cabası.
Peki, bu gün inanmadığımız ve asla inanmayacağımız, metafizik (ilkel ya da çağdaş) olarak görüp, elimizin tersiyle iteceğimiz hurafelere karşın, bildik peygamberlerin sihirli duruşları neydi ki bu güne kadar uzanan karizmaları ve etkinlikleriyle aramızda yaşayabiliyorlar.
Bunu dünya ve tek tek ülkelerin tarihlerinde yaşayan liderler içinde sorgulayabiliriz. Almanların Bismarkı, Arapların Abdül-Nasırı, Spartakus ve Şeyh Bedreddin gibi isimler farklılıklarına rağmen eklenebilir. Bu tür listelerde yer alanların ortak özelliklerini soyutlayıp kıstas olarak ortaya koyacak olursak karşımıza önemli bir formül çıkar. O da, yaşadıkları tarihi kesitte, nesnel ve öznel koşulların gerektirdiği duruşları duran, tutumları takınan insanların birer lider olarak o toplumları ve o tarihi kesitleri temsil ettiklerini görürüz. Karizmaları da buradan beslenir.
O konjonktürde duruşu ve tutumu yaratan etkinlikte sayısal hiçbir şeyin değerin ve önemi yoktur; kaç yaşında oldukları, ne kadar kitap okudukları, kaç savaş kazanıp kazanmadıkları, sonunda iktidar olup olmadıkları da önemli değil. Bulundukları tarihsel kesitte gösterdikleri duruş ve tutum, o tarihi kesiti aşıp geçtiğimizde hala onların anılarını yaşatan bir toplum ya da ilgili kesim var ise bu onların klasikleştiklerine bir göstergedir, ölümsüzlüklerine de bir veridir.
Kerbela olayında Hz. Hüseyn’in, Arap-İslam imparatorluğunu, uygarlığını kuran Emevilerin başı Muaviye’ye karşı duruş ve tutumu o dönemin, o tarihi kesitin alınması gereken tutum ve duruşunu temsil etmekteydi. Bu yanıyla Kerbela ve Ehlibeytin Hz. Hüseyn adıyla duruşları klasikleşmiştir. Bu gün Hz. Hüseyn her bir Alevi de ölümsüz olarak yaşarken, Muaviye’yi açık ve net biçimde sahiplenecek bir İslam mezhebinin olmaması, es geçilmesi de bundandır. Bunun adı orijinal olmak ve bunun gerektirdiği tutumu ortaya koymaktır. Devrimci tutum böylesi bir tarihsel tutumdur. Kalıcı olan, yaşayan, geri dönülmesi mümkün olmayan duruş da budur.
Evrensel ölçekte herkesin bildiği binlerce örnek üzerinde durmayacağım. Yerele bakacağım. Kendi topraklarımda ayaklarım yere basarak, evrensele gitmeyi tercih edeceğim. Uzun zamandan beri yazıp durduğum orijinalite vurgularıma bir yenisini ekleme çabası vereceğim. Bunu Kızıldere katliamı anısına Mahir Çayan ve arkadaşlarını anarken, Keza, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını da anarken dile getirdim. Bu halkanın üçüncü boyutu İbrahim Kaypakkaya’yı anarken de aynıyla tekrar etmeye çalışacağım.
Bu noktada ilginç bir kesişmeye dikkat çekeceğim. Mahirler Kızıldere’de çatışarak, Denizler idam edilerek, İbo işkencede ser verip sır vermeyerek direndiler. 12 Mart askeri faşist darbesinin halklarımızın haklarını gasp edişine karşı, o kesitin tüm ilişki ve çelişkileri adına direnme tutumu koydular. Faşist bir iktidar yapılanmasına karşı genç yaşlarında, Halkları adına alınması gereken tutumu alarak o tarihi kesiti temsil ettiler. Klasikleştiler ve bugüne kadar süren karizmalarını, önderliklerini ve arkalarında dik durma kararlılığı sürdüren kitleleri oluşturdular. Türkiye devrimci hareketinin tarihi bin yıl sonra anıldığı zaman da bu dönem, bu liderlerle anılacak ve anıları her bir devrimcide bir biçimiyle yaşayacaktır.
Bu gün inkar edilmeyecek sayıda genç-yaşlı o kesitin önderlerinin anısıyla mücehhez olarak yollarına devam ediyor. Ancak hala lider olan önder olan geçmişten geleceğe içimizde aramızda yaşayan onlardır.
O tarihi kesitin gereklerini ilk yerine getirenler onlardı. Klasikleşen onlardı. Devrimci hareket hala o süreci aşamadı ve klasikleşen liderlerini aşıp yeni donemin kendine ait tutum ve duruşlarını gündeme getirerek, farklı bir klasikleşme yaratacak önderleri üretemedi. Ülkemizin, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin tamamlanmamış görevleri tamamlanana kadar da bunun aşılması mümkün değildir. Bu dönemin liderleri ve önderleri Denizler Mahirler ve İbolardır.
Bu yanıyla geçmiş geleceğimizde yaşamaya tüm canlılığıyla devam ediyor demek yanlış değildir. “Geçmişi olanın geleceği olmaz” diyen aptalların geçmiş inkarcılığı ise tek amaca sahiptir; o da bize ait ve bizden olup yaşayan her gerçeği katletmektir. Geleceğimizin olmaması için geçmişimizi yok saymaktır.
İbrahim Kaypakkaya, aylar süren amansız bir işkence karşısında devrimci tarihimize altın harflerle not düşülen, düşmana ser verip sır vermemesiyle bilinir. Kendini lider sayan ve iki tokat yemeden her şeyi ortaya döküp örgütünü, yoldaşlarını polise teslim edenlerin bol olduğu bir ülkede yaşıyoruz. İbo’nun direnişi üzerine geçen yılki anma yazımda “SON SÖZÜMÜZ” diye başlık geçtim. Orada da dile getirdim. Devrimci olmak direnmektir. Direnmek hepimiz adına bir yükümlülük bir sorumluluk gösterebilmektir. Temsil ettiğimizi iddia ettiğimiz değerler ve dava uğruna bir duruş bir tutum sergilemektir. Bunu insan olarak yapmayanların yapacağı tek şey özür dileyerek işledikleri cürümü bir noktada sona erdirmektir. Ancak hayasızca işledikleri cürümü pervasızca savunma girişimleri bu gün bu insanların devam eden tahribatlarına bir işarettir. Bizler bunu, kendi örgütsel deneyimimizde bir itirafçıyla yaşadık. Etkileri bu güne kadar süren bir yıkımın acıları hala sürmektedir; sürgünlerimizin, polise afişe oluşumuzun sonuçları hala çekilmektedir.
Ser verip sır vermeyen İbo, Kızldere katliamındaki direnişe, idam sehpasındaki direnişe, işkencedeki direnişiyle katılmış ve döneminin klasikleşen duruş ve tutumlarına önemli bir veri sağlamıştır. O günde işkencede direnen ve ölümüne bu tutarlı tutumuyla dik duranlar olmuştur. Ancak İbo’nun tutumu bu boyutuyla başlayıp biten bir tutum değildi. O aynı zamanda müthiş bir bilgi birikimiyle, yazdıkları ve temsil ettiği değerlere karşı gösterdiği orijinalitesiyle de bu gün üzerinde durmakta olduğumuz değer manzumesini, liderlik ve önderlik vasfını kazanmıştır.
Bunu sağlayan öncelikli veri İbo’nun tipik bir yerli olmasıdır. Tam bir Anadolu insanı olarak önder ve lider olmayı başarmasıdır. Geldiği kültürel geleneğin direnme menkıbeleri, söylem ve nefesleri İbo’da öylesine derin öylesine birebir bir köklülük göstermiştir ki, akıllara ziyan işkencelere dayanmanın erdemi burada tecelli etmiştir. Bu noktada, kendi adıma önemli bir belirleme yapacağım.
Acı çekmeyi erdem saymam. Acı insani olmayan bir unsurdur. Acı çekerek yaratılan mistizme karşı her zaman durmuş bir düşün geleneğine sahibim. Bizim gelenekte Kerbela olayı, Şiilikte dile gelen acının tekrar yaşanarak Hz. Hüseyn’in anılmasını içermez. Bizim gelenekte Hz. Hüseyn ölmemiştir, her bir Alevinin devam eden direnişinde yaşamaya devam etmektedir. Bu yanıyla evrimin sürekliliği, devinimi vardır. Direnmenin yaşamı yenilemek için ortaya koyduğu tutumda, devamlılığı dile getiren bu öğretide donukluk yoktur. Emevi şeriatının iflas ettiği alan da bu alandır. “Akıl süzgecinden geçmeyen hiçbir şey şer-i olamaz” diyen büyük şeyhimiz Hüseyn bin Hamdan el Hasibi’nin 1100 yıl önceden belirlenmiş, bu güne dik olarak gelebilmiş evrensel insan akıl süreçlerini tanımlayan eğretisi de budur. Acı çekmek erdem değildir diyorum bir kez daha.
Anadolu Aleviliğini de Şiilikten ayıran önemli referanslardan biri de budur. Bu gelenekte direnmek acı çekmeyi erdemli kılmak için ortaya konmaz.
Acı çekmek erdem değildir insani değildir ancak, verilerin gerektirdiği duruş için, tutum için, dayatılan acıyı erdeme dönüştürmek bir başka şeydir. Bu, acıyı dayatan düşmana karşı dik durmaktır, temsil edilen değerlere karşı sorumluca bir duruş ortaya koymaktır. Bunun adı direnmektir…
Bu bir fay hattıdır. Bu bir kırılma noktasıdır. Acıyı erdem görme değil, dayatılan acıyı erdeme dönüştürerek göğüslemektir. Mitsizim değil, ilerlemedir direnmenin diğer adıdır. İbo kendi orijinalitesi olan Anadolu gerçekliğini temsil eden önder ve lider olarak bunu başarmıştır. Bu ise bir yoğunluk halidir, bir bilgi birikimi ve net bir amaç, hedef arkasında dik duruştur. İbo’nun, hepimize bıraktığı mirası budur.
Orijinal olmak, evrensel olmanın giriş kapısı ise bu kapıdan devrimci hareket tarihinde ilk geçen İbrahim Kaypakkaya’dır diyeceğim. Bize ait olana, bizden olana, kendi gerçekliğimize, tarihimizle şekillenmiş olana sahip çıkışımızın algısı da buradadır.
Denizler, Mahirler ve İbolar birbirini tamamlayan duruşlarıyla geçmişimizin yaşayan verileri olarak, önder ve liderleri olarak geleceğimizde haklı yerlerini almaya devam etmektedirler. Geçmişi olmayanların geleceği olmayacağını bu tabloda bir kez daha bilince çıkarmak güç değildir.
İbrahim Kaypakkaya bizim demokrasi düşmanlarına son sözümüzdür. Bu söz sonsuz bir nefes, kesintisiz bir duruş ve tutumdur. Geçmişimizdir, gelecekte yaşayan verimizdir.
Bu sözün kod adı da, açık adı da DİRENMEKTİR.
Tarihi yaratan evrim, devrimci bir direnme tarihidir. Bin bir biçim ve bin bir yoldan doğruya varışıyla tarihi ilerleten kolektif akıl, her mevzide ortaya koyduğu direnmeyle bunu başarmıştır.
İbrahim Kaypakkaya budur.
18 Mayıs 2009
İbo'nun anısına
Yaşadıkları tarihi kesitte, nesnel ve öznel koşulların gerektirdiği duruşları duran, tutumları takınan insanların birer lider olarak o toplumları ve o tarihi kesitleri temsil ettiklerini görürüz. İbrahim Kaypakkaya budur.
O, aylarca ağır işkencelere karşı direnmiştir: ancak hiçbir zaman acıyı erdem saymamıştır.
Acı çekmek erdem değildir, insani değildir. Ancak, verilerin gerektirdiği duruş için, tutum için, dayatılan acıyı erdeme dönüştürmek bir başka şeydir. Bu, acıyı dayatan düşmana karşı dik durmaktır, temsil edilen değerlere karşı sorumluca bir duruş ortaya koymaktır. Bunun adı tarihi gerisin geriye çevirmek isteyenlere karşı direnmektir…
Bu bir fay hattıdır. Bu bir kırılma noktasıdır. Acıyı erdem görme değil, dayatılan acıyı erdeme dönüştürerek göğüslemektir. Mitsizim değil, ilerlemedir, direnmenin diğer adıdır. İbo kendi orijinalitesi olan, Anadolu gerçekliğini temsil eden önder ve lider olarak bunu başarmıştır. Bu ise bir yoğunluk halidir, bir bilgi birikimi ve net bir amaç, hedef arkasında dik duruştur. İbo’nun, hepimize bıraktığı mirası budur.
Orijinal olmak, evrensel olmanın giriş kapısı ise bu kapıdan devrimci hareket tarihinde ilk geçen İbrahim Kaypakkaya’dır diyeceğim. Bize ait olana, bizden olana, kendi gerçekliğimize, tarihimizle şekillenmiş olana sahip çıkışımızın algısı da buradadır.
***
Hz. Musa, Hz. İsa, Hz Muhammed yeryüzüne bir kez daha gelip çağrılarını yapsalar, onlara kaç kişi inanırdı, peşlerinden kaç kişi giderdi. Kendi adıma Suudi Arabistan’dan bu gün bir değil bin Hazret çıksa ona inanmazdım, kâla almaz, dönüp bakmazdım. Benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğu da kesin. Zaten 6 milyarlık dünya nüfusunda semavi dinlerle hiç ilgisi olmayan yarıdan fazla beşer yaşıyor. Ayrıca, yer küremizde kendini peygamber sayan binlerce insan yaşıyor, enteresan ve çok akıllıymış gibi gelen çağrılar yapıyorlar. Uzaydan gelenlerinden tutun vahiyi peşin ya da taksitle alanlara kadar. Ülkemizde TV ekranlarında boy gösteren peygamberler de cabası.
Peki, bu gün inanmadığımız ve asla inanmayacağımız, metafizik (ilkel ya da çağdaş) olarak görüp, elimizin tersiyle iteceğimiz hurafelere karşın, bildik peygamberlerin sihirli duruşları neydi ki bu güne kadar uzanan karizmaları ve etkinlikleriyle aramızda yaşayabiliyorlar.
Bunu dünya ve tek tek ülkelerin tarihlerinde yaşayan liderler içinde sorgulayabiliriz. Almanların Bismarkı, Arapların Abdül-Nasırı, Spartakus ve Şeyh Bedreddin gibi isimler farklılıklarına rağmen eklenebilir. Bu tür listelerde yer alanların ortak özelliklerini soyutlayıp kıstas olarak ortaya koyacak olursak karşımıza önemli bir formül çıkar. O da, yaşadıkları tarihi kesitte, nesnel ve öznel koşulların gerektirdiği duruşları duran, tutumları takınan insanların birer lider olarak o toplumları ve o tarihi kesitleri temsil ettiklerini görürüz. Karizmaları da buradan beslenir.
O konjonktürde duruşu ve tutumu yaratan etkinlikte sayısal hiçbir şeyin değerin ve önemi yoktur; kaç yaşında oldukları, ne kadar kitap okudukları, kaç savaş kazanıp kazanmadıkları, sonunda iktidar olup olmadıkları da önemli değil. Bulundukları tarihsel kesitte gösterdikleri duruş ve tutum, o tarihi kesiti aşıp geçtiğimizde hala onların anılarını yaşatan bir toplum ya da ilgili kesim var ise bu onların klasikleştiklerine bir göstergedir, ölümsüzlüklerine de bir veridir.
Kerbela olayında Hz. Hüseyn’in, Arap-İslam imparatorluğunu, uygarlığını kuran Emevilerin başı Muaviye’ye karşı duruş ve tutumu o dönemin, o tarihi kesitin alınması gereken tutum ve duruşunu temsil etmekteydi. Bu yanıyla Kerbela ve Ehlibeytin Hz. Hüseyn adıyla duruşları klasikleşmiştir. Bu gün Hz. Hüseyn her bir Alevi de ölümsüz olarak yaşarken, Muaviye’yi açık ve net biçimde sahiplenecek bir İslam mezhebinin olmaması, es geçilmesi de bundandır. Bunun adı orijinal olmak ve bunun gerektirdiği tutumu ortaya koymaktır. Devrimci tutum böylesi bir tarihsel tutumdur. Kalıcı olan, yaşayan, geri dönülmesi mümkün olmayan duruş da budur.
Evrensel ölçekte herkesin bildiği binlerce örnek üzerinde durmayacağım. Yerele bakacağım. Kendi topraklarımda ayaklarım yere basarak, evrensele gitmeyi tercih edeceğim. Uzun zamandan beri yazıp durduğum orijinalite vurgularıma bir yenisini ekleme çabası vereceğim. Bunu Kızıldere katliamı anısına Mahir Çayan ve arkadaşlarını anarken, Keza, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını da anarken dile getirdim. Bu halkanın üçüncü boyutu İbrahim Kaypakkaya’yı anarken de aynıyla tekrar etmeye çalışacağım.
Bu noktada ilginç bir kesişmeye dikkat çekeceğim. Mahirler Kızıldere’de çatışarak, Denizler idam edilerek, İbo işkencede ser verip sır vermeyerek direndiler. 12 Mart askeri faşist darbesinin halklarımızın haklarını gasp edişine karşı, o kesitin tüm ilişki ve çelişkileri adına direnme tutumu koydular. Faşist bir iktidar yapılanmasına karşı genç yaşlarında, Halkları adına alınması gereken tutumu alarak o tarihi kesiti temsil ettiler. Klasikleştiler ve bugüne kadar süren karizmalarını, önderliklerini ve arkalarında dik durma kararlılığı sürdüren kitleleri oluşturdular. Türkiye devrimci hareketinin tarihi bin yıl sonra anıldığı zaman da bu dönem, bu liderlerle anılacak ve anıları her bir devrimcide bir biçimiyle yaşayacaktır.
Bu gün inkar edilmeyecek sayıda genç-yaşlı o kesitin önderlerinin anısıyla mücehhez olarak yollarına devam ediyor. Ancak hala lider olan önder olan geçmişten geleceğe içimizde aramızda yaşayan onlardır.
O tarihi kesitin gereklerini ilk yerine getirenler onlardı. Klasikleşen onlardı. Devrimci hareket hala o süreci aşamadı ve klasikleşen liderlerini aşıp yeni donemin kendine ait tutum ve duruşlarını gündeme getirerek, farklı bir klasikleşme yaratacak önderleri üretemedi. Ülkemizin, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin tamamlanmamış görevleri tamamlanana kadar da bunun aşılması mümkün değildir. Bu dönemin liderleri ve önderleri Denizler Mahirler ve İbolardır.
Bu yanıyla geçmiş geleceğimizde yaşamaya tüm canlılığıyla devam ediyor demek yanlış değildir. “Geçmişi olanın geleceği olmaz” diyen aptalların geçmiş inkarcılığı ise tek amaca sahiptir; o da bize ait ve bizden olup yaşayan her gerçeği katletmektir. Geleceğimizin olmaması için geçmişimizi yok saymaktır.
İbrahim Kaypakkaya, aylar süren amansız bir işkence karşısında devrimci tarihimize altın harflerle not düşülen, düşmana ser verip sır vermemesiyle bilinir. Kendini lider sayan ve iki tokat yemeden her şeyi ortaya döküp örgütünü, yoldaşlarını polise teslim edenlerin bol olduğu bir ülkede yaşıyoruz. İbo’nun direnişi üzerine geçen yılki anma yazımda “SON SÖZÜMÜZ” diye başlık geçtim. Orada da dile getirdim. Devrimci olmak direnmektir. Direnmek hepimiz adına bir yükümlülük bir sorumluluk gösterebilmektir. Temsil ettiğimizi iddia ettiğimiz değerler ve dava uğruna bir duruş bir tutum sergilemektir. Bunu insan olarak yapmayanların yapacağı tek şey özür dileyerek işledikleri cürümü bir noktada sona erdirmektir. Ancak hayasızca işledikleri cürümü pervasızca savunma girişimleri bu gün bu insanların devam eden tahribatlarına bir işarettir. Bizler bunu, kendi örgütsel deneyimimizde bir itirafçıyla yaşadık. Etkileri bu güne kadar süren bir yıkımın acıları hala sürmektedir; sürgünlerimizin, polise afişe oluşumuzun sonuçları hala çekilmektedir.
Ser verip sır vermeyen İbo, Kızldere katliamındaki direnişe, idam sehpasındaki direnişe, işkencedeki direnişiyle katılmış ve döneminin klasikleşen duruş ve tutumlarına önemli bir veri sağlamıştır. O günde işkencede direnen ve ölümüne bu tutarlı tutumuyla dik duranlar olmuştur. Ancak İbo’nun tutumu bu boyutuyla başlayıp biten bir tutum değildi. O aynı zamanda müthiş bir bilgi birikimiyle, yazdıkları ve temsil ettiği değerlere karşı gösterdiği orijinalitesiyle de bu gün üzerinde durmakta olduğumuz değer manzumesini, liderlik ve önderlik vasfını kazanmıştır.
Bunu sağlayan öncelikli veri İbo’nun tipik bir yerli olmasıdır. Tam bir Anadolu insanı olarak önder ve lider olmayı başarmasıdır. Geldiği kültürel geleneğin direnme menkıbeleri, söylem ve nefesleri İbo’da öylesine derin öylesine birebir bir köklülük göstermiştir ki, akıllara ziyan işkencelere dayanmanın erdemi burada tecelli etmiştir. Bu noktada, kendi adıma önemli bir belirleme yapacağım.
Acı çekmeyi erdem saymam. Acı insani olmayan bir unsurdur. Acı çekerek yaratılan mistizme karşı her zaman durmuş bir düşün geleneğine sahibim. Bizim gelenekte Kerbela olayı, Şiilikte dile gelen acının tekrar yaşanarak Hz. Hüseyn’in anılmasını içermez. Bizim gelenekte Hz. Hüseyn ölmemiştir, her bir Alevinin devam eden direnişinde yaşamaya devam etmektedir. Bu yanıyla evrimin sürekliliği, devinimi vardır. Direnmenin yaşamı yenilemek için ortaya koyduğu tutumda, devamlılığı dile getiren bu öğretide donukluk yoktur. Emevi şeriatının iflas ettiği alan da bu alandır. “Akıl süzgecinden geçmeyen hiçbir şey şer-i olamaz” diyen büyük şeyhimiz Hüseyn bin Hamdan el Hasibi’nin 1100 yıl önceden belirlenmiş, bu güne dik olarak gelebilmiş evrensel insan akıl süreçlerini tanımlayan eğretisi de budur. Acı çekmek erdem değildir diyorum bir kez daha.
Anadolu Aleviliğini de Şiilikten ayıran önemli referanslardan biri de budur. Bu gelenekte direnmek acı çekmeyi erdemli kılmak için ortaya konmaz.
Acı çekmek erdem değildir insani değildir ancak, verilerin gerektirdiği duruş için, tutum için, dayatılan acıyı erdeme dönüştürmek bir başka şeydir. Bu, acıyı dayatan düşmana karşı dik durmaktır, temsil edilen değerlere karşı sorumluca bir duruş ortaya koymaktır. Bunun adı direnmektir…
Bu bir fay hattıdır. Bu bir kırılma noktasıdır. Acıyı erdem görme değil, dayatılan acıyı erdeme dönüştürerek göğüslemektir. Mitsizim değil, ilerlemedir direnmenin diğer adıdır. İbo kendi orijinalitesi olan Anadolu gerçekliğini temsil eden önder ve lider olarak bunu başarmıştır. Bu ise bir yoğunluk halidir, bir bilgi birikimi ve net bir amaç, hedef arkasında dik duruştur. İbo’nun, hepimize bıraktığı mirası budur.
Orijinal olmak, evrensel olmanın giriş kapısı ise bu kapıdan devrimci hareket tarihinde ilk geçen İbrahim Kaypakkaya’dır diyeceğim. Bize ait olana, bizden olana, kendi gerçekliğimize, tarihimizle şekillenmiş olana sahip çıkışımızın algısı da buradadır.
Denizler, Mahirler ve İbolar birbirini tamamlayan duruşlarıyla geçmişimizin yaşayan verileri olarak, önder ve liderleri olarak geleceğimizde haklı yerlerini almaya devam etmektedirler. Geçmişi olmayanların geleceği olmayacağını bu tabloda bir kez daha bilince çıkarmak güç değildir.
İbrahim Kaypakkaya bizim demokrasi düşmanlarına son sözümüzdür. Bu söz sonsuz bir nefes, kesintisiz bir duruş ve tutumdur. Geçmişimizdir, gelecekte yaşayan verimizdir.
Bu sözün kod adı da, açık adı da DİRENMEKTİR.
Tarihi yaratan evrim, devrimci bir direnme tarihidir. Bin bir biçim ve bin bir yoldan doğruya varışıyla tarihi ilerleten kolektif akıl, her mevzide ortaya koyduğu direnmeyle bunu başarmıştır.
İbrahim Kaypakkaya budur.
12 Mayıs 2009 Salı
Sayın AHMET ERDOĞAN....
Sayın Ahmet Erdoğan,
Bu satırları öncelikle hangi adrese göndereceğimi bilmiyordum. Size ulaşabilmek için, üç ihtimali deneyecektim. Hotmail.com, gmail.com ya da Yahoo.com.
Öncelikle, Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesine, Kürtlerin bir ulus olması ve devlet kurma haklarının gerekliliğine olan düşüncelerimi içeren "Kürtler ve Ulusal Devlet" başlıklı yazımı eleştirmişsiniz. Bunun için teşekkür edeceğim. Buna cevap vermeyi çok isterdim. Ancak yorumunuzu hiç bir yerde okuyamadım. Yorumunuzu ilk kez, çok kötü bir ortamda ve insan aklının kabul etmeyeceği küfürlerin tek taraflı yapıldığı bir grupta rastladım. Yazınıza istediğim cevabı bu satırlardan da vermeyeceğim. Çünkü değerli eleştirinize vereceğim cevabı sağlıklı ve okura yararı olmasını istiyorum. Bu satırlar kısa açıklamalarla sınırlı kalacağı için özür dilerim.
Buna rağmen, küreselleşe algılarımı yanlış ele aldığınızdan söz edeceğim. Benim anlatmaya çalıştığım küreselleşme emperyalizmi tarihe gömecek olan ve insan kolektif aklının ürünü olan bilişim çağının egemenliği kaçınılmaz olan gelecek uygarlığın küreselleşmesidir. Yeni bir uygarlık algısıdır bu. Devrimi de bu çerçevede tarihsel devremler olarak alıyorum. Bir gece ansızın bir siyasal darbe olarak ortaya çıkan şeyin devrim olmadığına inanıyorum. 1990 sonrası da gördük ki, bir gece ansızın bir siyasal kararnameyle kurulan yine bir gece ansızın gidiyor…
Bu konuda ona yakın makale yazdım size de iletebilirim. Benim algılarımda, Emperyalist küreselleşme emperyalist talan siyasetinin evrensel ölçekte olmasıdır, kapitalizm emperyalistler lehine dünya pazarlarını ele geçirmesidir. Bunun için savaş yıkım işgal esastır. Üretim değil paylaşım değil. Benim sözünü ettiği Küreselleşme ise çok farklı bir şey, ulusları aşan bir üretim tarzıdır, yeni bir mülkiyet anlayışı ve yeni yaşam uygarlığı. Bu tam anlamıyla Marksist materyalist verilerle tespit edilmiş bir belirlemedir. En azından bana göre. Ben üretici güçlerle üretim ilişkisinin nerede kırılacağı konusunda bir fikir olarak bu verile ulaştım diyeceğim. Bunu yakında çıkaracağım uzun bir yazıyla tüm yönlerinden inceleyeceğim. Bu verileri Kürt sorunun bu süreçteki çözümünden bahsediyorum, özgürlük böylesi bir sistemin temel unsurudur. Kürtlere de bu çerçevede ulus olma, ya da başka tercihlerini kullanmaları gerektiğini savunuyorum. Buradan ulaştığım siyasal sonuçlar oldu ki, Kürt sorunu çözülmeden orta-doğdu ciddi bir barış olamaz diye de bir kez daha ekliyorum.
Uzatmayacağım. Bu iletinin konusu bu değil.
Hasan Balcı’nın ya da başka yerde hakkımda yazılanlar, benim siyasal performansımla yakından ilgili olduğunu söyleyeceğim. Bilinen biriyim, yazılarım kararlı ve süreklilik arz ediyor ve sonuçları da meydanlarda kitlesel gösterilerle, hedef kitlemin topraklarında tecelli ediyor. 1 Mayısta Antakya’nın sokaklarında yürüyenler on yıllarımın çalışmaları olarak beliren özdeyişlerin pankartlarını taşıyorlardı. Bu yükseliş sanrım kimilerine rahatsızlık verdi. Eleştiriler bir tarih yazımı düzeyini ya da siyasi hasım olma özelliğini yeterince de akıl kıstaslarını kaybetti. Artık siyasal olmaktan çıkmıştı. Siyasi hasım tartışmalarını da aşan bu süreç benim için bir ağız dalaşına döndü. Son verilere bakınca da küfürleşmelere gitti. Yazık. Bir de inanılmaz bir çirkin dille yazışmak ne kadar cevaba değer bilemiyorum. Belgesiz kanıtsız, kulaktan duyma ve üçüncü şahısların onayını bile almamış suçlamalar, kurgular gerçek olsaydı, kainatı sadece kaos sarardı.
Siz, beni siyasal olarak eleştirmişsiniz. Size saygı duyarım. Hangi hakla size kötü tek bir söz söyleyebilirim ki. Kişinin ağzından, yazısından duyup okumadığınız bir şeyi size gerçek olarak sunmak ne kadar ahlaklı bir şeydir. “Eleştirdin diye seni suçlar” diyenler bunu nasıl ispatlayabilirler böyle söylemler suçlama olabilir mi? Sizi suçladı anlamına gelebilir mi? Buyurun siz söyleyin. Malum kişiler hep öyle yapıyorlar. Yoktan var edilen dedikodu ve çamur böyle bir bataklığa dönüşüyor. “Sizi suçlayabilir” deniyor siz de buna cevap yazıyorsunuz; yani olmayan bir şeye cevap. O bunun üzerine, onlar bir ekleme daha yapıyorlar. Olamayan bir şey kurgularla kartopu gibi büyütülüp insanlar hakkında şaibe yaratıyorlar. Bunun neresi devrimci ahlaka sığabilir. Oysa adına konuşulan kişi olarak ben, bütün bunlardan bihaberim. Eleştiri yazınızı tesadüf edip görmesem hiçbir bilgim de olmayacaktı ve bu ileti yazılmayacaktı. Bunlar hep öyle yalan, kurgu ve uydurmalarla birbirini tanımayan insanları bile bir birine düşman yapmaya girişiyorlar. Siz yazan, siyasal eleştiri yapan biri olarak buna nasıl aldanabilirsiniz. Size sunulan vehmi gerçek olarak ele alırsınız. İşte bu manipülasyonlarla yürütülmek istenen bu insanların siyasi eğilimler böyle bir kaos böyle bir bataklığa sürekli kan taşıyor. Olay budur Sayın Ahmet Erdoğan.
Bilmenizde ne kadar yarar var bilemiyorum ama belirteyim.
Hasan Balcı’yla MSN üzerinden 551 sayfa yazıştık. İçinde çok yoğun siyasal yazışmalar var. Bilim yaptık, dostluk yaptık. Şehrim Antakya’ya, yaptığımız “Şehitler Haftası” etkinliğine davet ettim. Baba evinde ve sofrasında misafir ettim. Bundan bir ay öncesine kadar da bir biçimde, normal iletişim vardı. İletileri yanımdadır. Bu şahısla dostluğumun olmadığı yerde, ebede kadar bir işim olamaz.Ama Hasan Balcı hiç yeri olmamasına rağmen Acilcilerin 30 yıl önceki tartışmalarında kendini, bir benden yana bir onlardan yana taraf kıldı. Olmaması gereken bir yere kendini zorla getirdi.
Burjuva hukuku bile insanı suçlu ilan etmeden yıllarca delil toplar, belge araştırır ve hükmünü verse bile bunun üst mahkemelerde reddi için kapı aralar. Ama Pol Potçu devrimcilikte bunlar yok. Yapılan tas tamam budur.
Ben sadece Acilin geçmişinde yer alan ve on yıllardır TKEP'li olan iki kişinin örgütsel değerlere saldırılarına cevaben belgeli ve kantlı bir bilgi verdim. O kadar.
Hiç kimseyi hiç bir zaman el yazılı ve belgeli olmayan bir şeyle suçlamadım. Duyum, hasım iddiası, dedikodu, çamur atma benim işim olmadı.
Bu iki kişiden biri Engin Erkiner'dir, polis ifadesini yayınladım 20 sayfa. Bu belgedir. Bu ifadenin tek bir cümlesini aktarayım gerisini siz anlayın: “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
Bu güne kadar örgütün ve bizlerin çektiği sürgün acılarının sebebi bu itirafçıdır dedim. Siz de okuyun bu belgeyi elinizi vicdanınıza koyun ve kara verin.
İkincisi İbrahim Yalçın, el yazılı 12 sayfa itirafnamesini yayınladım. Herkese dikkatli olun bu adam para için her şey yapar. MİT'en 150 000 TL alarak 1 kongremizi gammazlamaya gelmişti dedim. Bundan da size bir aktarma yapayım: “ Gün kestik, (28 Ağustos 1986) ben o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler. Başarılar vs dileyerek 150 bin TL da paralarını alarak vedalaştık.” (İbrahim Yalçın’ın el Yazılı İtiraf Belgesi s:9)
Belgeler ortada. Ama onlar, binlerce makalesiyle, ülkede 12 zindan sürgünüyle, işkencede ser verip sır vermeyerek, sürgünlerde ve yurt dışında mücadelesinin bedelini zindanlar dahil çekerek bu güne gelen bana sadece çamur attılar. Hasan Balcı bu gerçeği tüm ayrıntısıyla bilir. Ben de bunlarla aramda zamanı hakem koydum.
Hasan Balcı’nın bunlar arasında işini ne anlamadım. Onu ilgilendiren ne anlamadım. Ben ne ona ne de bir başkasına belgesiz, kanıtsız bir suçlama yöneltemem. En sert tartışmalarda iken bile telefonlaşmalarımızda (Hasan Balcı’yla), yüz yüze bir yanlış laf edilmedi bile. Hasan bu kavram ve küfürlerle, iyi bir örnek oluşturmadı. Aileleri bile bu sürece yakıt olarak sunmak ne kadar kaliteli bir duruştur. Bir Akdenizli olarak küfrün ansiklopedilerde bile olmayan türlerini bilirim. Ama bu kime ne kazandırır. Türkiye solunun neden bu kadar sığı olduğunu buradan örneklemek yanlış olmasa gerek.
Size gelince, yazan insana, bilgiyle uğraşan insana düşünceye saygı duyan insana ben sadece saygı duyarım. Bu iletimin tek amacı bunu bildirmektir.
Benim tüm yazılarım http://mirural.blogspot.com/ blogumda yer alır.
Yukarıda adı geçen belge ve şahıslar için de http://tarihselhainler.blogspot.com/ linkine göz atabilirsiniz.
Yazan ve düşünen bir insan olarak, benim de abes gördüğüm bu tartışmalarla bir kereden fazla ilgili olmayın diyeceğim. Gerek görürseniz siyasi yazıları okuyun ve onlara eleştirel yaklaşımlarınızı bize de aktarın. Herhangi bir yerde yazıyorsanız link iletin okumayı isterim.
Baki selamlarımla. Mihrac Ural.
11 Mayıs 2009
Bu satırları öncelikle hangi adrese göndereceğimi bilmiyordum. Size ulaşabilmek için, üç ihtimali deneyecektim. Hotmail.com, gmail.com ya da Yahoo.com.
Öncelikle, Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesine, Kürtlerin bir ulus olması ve devlet kurma haklarının gerekliliğine olan düşüncelerimi içeren "Kürtler ve Ulusal Devlet" başlıklı yazımı eleştirmişsiniz. Bunun için teşekkür edeceğim. Buna cevap vermeyi çok isterdim. Ancak yorumunuzu hiç bir yerde okuyamadım. Yorumunuzu ilk kez, çok kötü bir ortamda ve insan aklının kabul etmeyeceği küfürlerin tek taraflı yapıldığı bir grupta rastladım. Yazınıza istediğim cevabı bu satırlardan da vermeyeceğim. Çünkü değerli eleştirinize vereceğim cevabı sağlıklı ve okura yararı olmasını istiyorum. Bu satırlar kısa açıklamalarla sınırlı kalacağı için özür dilerim.
Buna rağmen, küreselleşe algılarımı yanlış ele aldığınızdan söz edeceğim. Benim anlatmaya çalıştığım küreselleşme emperyalizmi tarihe gömecek olan ve insan kolektif aklının ürünü olan bilişim çağının egemenliği kaçınılmaz olan gelecek uygarlığın küreselleşmesidir. Yeni bir uygarlık algısıdır bu. Devrimi de bu çerçevede tarihsel devremler olarak alıyorum. Bir gece ansızın bir siyasal darbe olarak ortaya çıkan şeyin devrim olmadığına inanıyorum. 1990 sonrası da gördük ki, bir gece ansızın bir siyasal kararnameyle kurulan yine bir gece ansızın gidiyor…
Bu konuda ona yakın makale yazdım size de iletebilirim. Benim algılarımda, Emperyalist küreselleşme emperyalist talan siyasetinin evrensel ölçekte olmasıdır, kapitalizm emperyalistler lehine dünya pazarlarını ele geçirmesidir. Bunun için savaş yıkım işgal esastır. Üretim değil paylaşım değil. Benim sözünü ettiği Küreselleşme ise çok farklı bir şey, ulusları aşan bir üretim tarzıdır, yeni bir mülkiyet anlayışı ve yeni yaşam uygarlığı. Bu tam anlamıyla Marksist materyalist verilerle tespit edilmiş bir belirlemedir. En azından bana göre. Ben üretici güçlerle üretim ilişkisinin nerede kırılacağı konusunda bir fikir olarak bu verile ulaştım diyeceğim. Bunu yakında çıkaracağım uzun bir yazıyla tüm yönlerinden inceleyeceğim. Bu verileri Kürt sorunun bu süreçteki çözümünden bahsediyorum, özgürlük böylesi bir sistemin temel unsurudur. Kürtlere de bu çerçevede ulus olma, ya da başka tercihlerini kullanmaları gerektiğini savunuyorum. Buradan ulaştığım siyasal sonuçlar oldu ki, Kürt sorunu çözülmeden orta-doğdu ciddi bir barış olamaz diye de bir kez daha ekliyorum.
Uzatmayacağım. Bu iletinin konusu bu değil.
Hasan Balcı’nın ya da başka yerde hakkımda yazılanlar, benim siyasal performansımla yakından ilgili olduğunu söyleyeceğim. Bilinen biriyim, yazılarım kararlı ve süreklilik arz ediyor ve sonuçları da meydanlarda kitlesel gösterilerle, hedef kitlemin topraklarında tecelli ediyor. 1 Mayısta Antakya’nın sokaklarında yürüyenler on yıllarımın çalışmaları olarak beliren özdeyişlerin pankartlarını taşıyorlardı. Bu yükseliş sanrım kimilerine rahatsızlık verdi. Eleştiriler bir tarih yazımı düzeyini ya da siyasi hasım olma özelliğini yeterince de akıl kıstaslarını kaybetti. Artık siyasal olmaktan çıkmıştı. Siyasi hasım tartışmalarını da aşan bu süreç benim için bir ağız dalaşına döndü. Son verilere bakınca da küfürleşmelere gitti. Yazık. Bir de inanılmaz bir çirkin dille yazışmak ne kadar cevaba değer bilemiyorum. Belgesiz kanıtsız, kulaktan duyma ve üçüncü şahısların onayını bile almamış suçlamalar, kurgular gerçek olsaydı, kainatı sadece kaos sarardı.
Siz, beni siyasal olarak eleştirmişsiniz. Size saygı duyarım. Hangi hakla size kötü tek bir söz söyleyebilirim ki. Kişinin ağzından, yazısından duyup okumadığınız bir şeyi size gerçek olarak sunmak ne kadar ahlaklı bir şeydir. “Eleştirdin diye seni suçlar” diyenler bunu nasıl ispatlayabilirler böyle söylemler suçlama olabilir mi? Sizi suçladı anlamına gelebilir mi? Buyurun siz söyleyin. Malum kişiler hep öyle yapıyorlar. Yoktan var edilen dedikodu ve çamur böyle bir bataklığa dönüşüyor. “Sizi suçlayabilir” deniyor siz de buna cevap yazıyorsunuz; yani olmayan bir şeye cevap. O bunun üzerine, onlar bir ekleme daha yapıyorlar. Olamayan bir şey kurgularla kartopu gibi büyütülüp insanlar hakkında şaibe yaratıyorlar. Bunun neresi devrimci ahlaka sığabilir. Oysa adına konuşulan kişi olarak ben, bütün bunlardan bihaberim. Eleştiri yazınızı tesadüf edip görmesem hiçbir bilgim de olmayacaktı ve bu ileti yazılmayacaktı. Bunlar hep öyle yalan, kurgu ve uydurmalarla birbirini tanımayan insanları bile bir birine düşman yapmaya girişiyorlar. Siz yazan, siyasal eleştiri yapan biri olarak buna nasıl aldanabilirsiniz. Size sunulan vehmi gerçek olarak ele alırsınız. İşte bu manipülasyonlarla yürütülmek istenen bu insanların siyasi eğilimler böyle bir kaos böyle bir bataklığa sürekli kan taşıyor. Olay budur Sayın Ahmet Erdoğan.
Bilmenizde ne kadar yarar var bilemiyorum ama belirteyim.
Hasan Balcı’yla MSN üzerinden 551 sayfa yazıştık. İçinde çok yoğun siyasal yazışmalar var. Bilim yaptık, dostluk yaptık. Şehrim Antakya’ya, yaptığımız “Şehitler Haftası” etkinliğine davet ettim. Baba evinde ve sofrasında misafir ettim. Bundan bir ay öncesine kadar da bir biçimde, normal iletişim vardı. İletileri yanımdadır. Bu şahısla dostluğumun olmadığı yerde, ebede kadar bir işim olamaz.Ama Hasan Balcı hiç yeri olmamasına rağmen Acilcilerin 30 yıl önceki tartışmalarında kendini, bir benden yana bir onlardan yana taraf kıldı. Olmaması gereken bir yere kendini zorla getirdi.
Burjuva hukuku bile insanı suçlu ilan etmeden yıllarca delil toplar, belge araştırır ve hükmünü verse bile bunun üst mahkemelerde reddi için kapı aralar. Ama Pol Potçu devrimcilikte bunlar yok. Yapılan tas tamam budur.
Ben sadece Acilin geçmişinde yer alan ve on yıllardır TKEP'li olan iki kişinin örgütsel değerlere saldırılarına cevaben belgeli ve kantlı bir bilgi verdim. O kadar.
Hiç kimseyi hiç bir zaman el yazılı ve belgeli olmayan bir şeyle suçlamadım. Duyum, hasım iddiası, dedikodu, çamur atma benim işim olmadı.
Bu iki kişiden biri Engin Erkiner'dir, polis ifadesini yayınladım 20 sayfa. Bu belgedir. Bu ifadenin tek bir cümlesini aktarayım gerisini siz anlayın: “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
Bu güne kadar örgütün ve bizlerin çektiği sürgün acılarının sebebi bu itirafçıdır dedim. Siz de okuyun bu belgeyi elinizi vicdanınıza koyun ve kara verin.
İkincisi İbrahim Yalçın, el yazılı 12 sayfa itirafnamesini yayınladım. Herkese dikkatli olun bu adam para için her şey yapar. MİT'en 150 000 TL alarak 1 kongremizi gammazlamaya gelmişti dedim. Bundan da size bir aktarma yapayım: “ Gün kestik, (28 Ağustos 1986) ben o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler. Başarılar vs dileyerek 150 bin TL da paralarını alarak vedalaştık.” (İbrahim Yalçın’ın el Yazılı İtiraf Belgesi s:9)
Belgeler ortada. Ama onlar, binlerce makalesiyle, ülkede 12 zindan sürgünüyle, işkencede ser verip sır vermeyerek, sürgünlerde ve yurt dışında mücadelesinin bedelini zindanlar dahil çekerek bu güne gelen bana sadece çamur attılar. Hasan Balcı bu gerçeği tüm ayrıntısıyla bilir. Ben de bunlarla aramda zamanı hakem koydum.
Hasan Balcı’nın bunlar arasında işini ne anlamadım. Onu ilgilendiren ne anlamadım. Ben ne ona ne de bir başkasına belgesiz, kanıtsız bir suçlama yöneltemem. En sert tartışmalarda iken bile telefonlaşmalarımızda (Hasan Balcı’yla), yüz yüze bir yanlış laf edilmedi bile. Hasan bu kavram ve küfürlerle, iyi bir örnek oluşturmadı. Aileleri bile bu sürece yakıt olarak sunmak ne kadar kaliteli bir duruştur. Bir Akdenizli olarak küfrün ansiklopedilerde bile olmayan türlerini bilirim. Ama bu kime ne kazandırır. Türkiye solunun neden bu kadar sığı olduğunu buradan örneklemek yanlış olmasa gerek.
Size gelince, yazan insana, bilgiyle uğraşan insana düşünceye saygı duyan insana ben sadece saygı duyarım. Bu iletimin tek amacı bunu bildirmektir.
Benim tüm yazılarım http://mirural.blogspot.com/ blogumda yer alır.
Yukarıda adı geçen belge ve şahıslar için de http://tarihselhainler.blogspot.com/ linkine göz atabilirsiniz.
Yazan ve düşünen bir insan olarak, benim de abes gördüğüm bu tartışmalarla bir kereden fazla ilgili olmayın diyeceğim. Gerek görürseniz siyasi yazıları okuyun ve onlara eleştirel yaklaşımlarınızı bize de aktarın. Herhangi bir yerde yazıyorsanız link iletin okumayı isterim.
Baki selamlarımla. Mihrac Ural.
11 Mayıs 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)