9 Nisan 2010 Cuma
UNUTMAK
Sevda Akkur
Elazığ´ın Sako mahallesidir burası. 60´lı yılların sonları, 70´li yılların başında suya, elektriğe yarımyamalak kavuşmuş bu mahalle aslında bir mahalleden çok büyükçe bir ev, geniş bir aile gibidir. Fakiri, zengini, orta hallisi, alevisi, sünnisi, ermenisi, hacısı ve hatta orospularıyla, delileriyle ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla renkli, çelişkili, yaşayan bir aile. Harput´un altında, Garo bahçesi ve Nene bahçesinin kollarına, (Garo ve Nene yani bahçeler bile kardeşlikten vazgeçmemiş.) sığınmış, daha çok yokluğun kol gezdiği bir yer. Bu yerde biz çocuklar bütün mahallenin çocuklarıydık ve gençler bütün mahallenin gençleri ve yaşlılar bütün mahallenin yaşlıları idiler. Komşular komşu değil, bir güvenli limandı. İstediğinde karnını doyurur, hatta bu akşam yemeğiyse orada uyuyup kalabilirdin de. Sadece merak etmesinler diye eve haber verilirdi.
İşte bu mahallede ben ve diğer çocuklar yaz aylarında sıklıkla toplu yıkanır, bunun için sokağın bir köşesinde yakılan ateşe iri kazanlar oturtulup, sıcak sular hazırlanırken bizler orta yere konulan büyükçe “teşt” lerin içinde, bir panayır yerini ziyaret etme havasıyla bir heyecan, bir oyun tadında yıkanılırdık. Oramızı, buramızı, ille de başımızı sert sert ovan eller çoklukla annemizin değil, bu işte en seri, en usta olan komşumuz, köylümüz Nuriye ablanındır.
Bu yıkama fasıllarında öpüle, sevile, veren Allah´a kurban oluna alınırım teşte ve Bismillahirramanirrahim´le dökülür ilk su ve başlar oyun. Sabun köpükleri başımı aşıp yüzüme ulaştığında, gözlerim yanmaya başlar. Nuriye abla bunu hemen anlar. Daha ben ah of demeden tatlı bir sıcaklıktaki su başımdan aşağı dökülür. Bazen de su fazla sıcak olur. Hiç sevmem bunu. Ilık suya hatta soğuk suya razıyımdır yeterki çok sıcak olmasın. O ellerimi yumruk yapıp gerilmemden anlar suyun bana göre çok sıcak olduğunu. Aslında suyun sıcaklığı normaldir ama beni memnun etmek için yan taraftaki soğuk su kovasından bir iki tas su dökererk aşlar suyu mahallenin Nuriye ablası. Ama her zaman huzurlu, her zaman tadına doyulmaz olmaz bu sokak ortası toplu yıkanmalar. Bunun nedeni odur, Sıdo bacıdır! Yaşını artık kimsenin bilemeyeceği yaşlılıktaki yüzü onlarca, belkide yüzlerce çizgi ile parsellenmiş Sıdo bacıya kimse Sıdo nene ya da Sıdo teyze demez. Hep Sıdo bacıdır o. Gözleri hep ıslak, yüzü hep acılı ve bir okadar da mahzun. Ona bakan, yaşlı, çok yaşlı bir kadını görmez önce. Islak ve mahzun bakan ve hep soran, on yıllardır, 50 yıldır hep soran gözleri görülür ilkin. Neden, niçin...niçin...diye soran, hep soran ama cevabını alamayan bir çift göz. Islak ve acılı bir çift göz.
Başımdan aşağı akan sular köpüğü alıp götürünce daracık “dar zuvah”ın karşı geçesinde, kerpiç bahçe duvarının önünde çömelip oturmuş Sıdo bacıyı görüyorum. Başını hafifçe sallayıp yaşları akıtıyor. En çok da çocuklara baktığında, en çok da bir çocuğun başını melek yumuşaklığında okşadığında nemleniyor gözleri. Bunu iyi anlamışım ya, yanına gittiğimde elini tap tap yere vurup “otur yanıma” dediğinde biraz ürkek, biraz sıkılarak otururum. Sıdo´nun acısından, kederinden ürkerim. Bilirim ki o acı çok büyük ve çok derinlerdedir. Nedenini bilmesem bile bunun farkındayım. Kimi kimsesi yoktur sanılmasın. Yaşının ilerlemişliğiyle yalnız başına otursa da onu yalnız bırakmazlar. Sık sık gelip giderler. Çamaşırlarını yıkar, evini temizler, alış verişini yaparlar. Hele yumurta bayramında ya da Noel´de gelip gideni hiç bitmez. Kiliseden önce Sıdo bacıya uğrarlar. Nadir, çok nadir onu da götürürler ama belli ki o çok fazla gitmek istemez çünkü her şey onun istemiyle gerçekleşir. Saygı, sevgi eksik edilmez Sıdo bacıdan. Ama hiç bir şey koparılıp alınanın, parçalanıp yok edilenin yerini tutmaz yüreğinde. Yürek bir kez en onulmaz, en canlı yerinden almıştır yarayı ve belkide bizler, yani 60´lı yılların sonundaki Dar Sokak´ın çocukları Sıdo bacı için, en acılı, en özlemi çekilen tabloyu oluştursak da zaman zaman o yokedilene duyulan sonsuz özlemi birazıcık da olsa gideriyorduk. Belki de Sıdo bacı paramparça edilmiş dünyasında tek hayalini bizlere bakarak kuruyordu: “Yaşasaydı torunlar verirdi bana. Yaşatsalardı şimdi bu boyda çocuklarıyla, torunlarıyla gelirdi bana.” Ve daha niceleri.
Bir gün Sıdo bacı bakıp biz ´çağalara´ belli belirsiz dökerken yaşları sordum anneme.
“Anne Sıdo bacının çocuğu yok mu?”
Annem önce derin bir ah çekip ardından cevaplıyor sorumu ya da cevaplar gibi yapıyor.
“Vanmış...varmış da...yokmuş...”
Bu cevapsız cevabın ardından annem de gözlerinde birikmiş yaşları siliyor aceleyle. Annemin acısına, ağlamasına hiç dayanamam. Hızla bahçeye, sonra da Sako mahallesinin dar sokağına yani sokağımıza fırlayıp oyuna dalıyorum. Çocukluğumun en unutulmaz simaları bu sokakta tanıştı benimle. Bir çoğu ben farkında olmasam da, Sako mahallesinden uzağa, çok uzağa gitmiş olsam da, bir ömür boyu hissedeceğim izler bıraktı. O kerpiç evler, o üzerinde irili ufaklı onlarca deliğin açıldığı kerpiç duvarlar, solgun sarısıyla, o sarının aralarından dışarı çıkan saman parçaları, güneş ışığıyla parıldayıp bizleri masalların sırça köşklerine götürmeye yeterdi. Bazen bir kerpiç duvarda alabildiğine parıldayan şeyin peşine düşüp, avucumda onlarca saman çöpüyle yere çöküp hayallere daldığım çok olmuştur. Kerpiçi yaparken arasına saman katmayı icat edene çocukluğum adına şükran borçluyum. Birde filim artistlerine ve bir de “Naba Sakızları” ından çıkan artist resimlerine.
Ellerimizde bu üç beş santimlik artist resimleri, önce yana yakıla bütün mahalle taranıp kırık cam parçaları bulunur. Yeşil ve kahverengi olanları daha makbuldur ama beyaz renkli olanları da idare eder. Sonra yere çökülüp artist resmi kadar ufak çukurlar açılır yan yana. O çukurlara resimler konup, camlar yerleştirilir ve üzerleri toprakla kapatılır. Sonra başlar “sinemacılık oyunu.” istediğin sayıda çocukla oynanabilir ama biletçi ve sinemacı en önemli rollerdir. Bu roller saatler boyu sırayla oynanır. Biletler satılır, biletler eski gazete parçaları, yoksa yeşil yapraklardı. Evet bildiğimiz yeşil yaprak. Herhangi bir ağacın bir dalından vırrrt diye bir avuç yaprak sıyrılıp, parasını ödeyene bilet olarak geri döner. Para mı? O da tabii ki taşlardan. irili ufaklı taşlar, bazen de ufak tahta parçaları sihirli bir çocuk elinin dokunuşuyla bir anda paraya dönüşebilir. Sonra bilet alanlar arka arkaya dizilip, bir bir gelip sinemacının önünde otururlar. O da sırayla parmağını kumla kaplı camların üzerinde gezdirip filmi izlettirir. Parmağın camın üzerinde halkavi hareketlerle dönmesinin arıdndan, camın altında parlayan artist resminin çıkışı oyunun en can alıcı yeridir. Ve yan yana bütün çukurlar açılıp, filim izlettirildikten sonra camların üzeri hızla kumla kapatılır ve aynı işlem ikinci seyirci için tekrarlanır. Aynı artistleri, aynı çukurları, aynı filimleri defalarca izlemelerine karşın, karınları acıkana, kızgın güneş tepelerinde yakıp kavurana kadar sürer oyun. Bunun gibi daha nice gizemli, zekice, alabildiğine macera ve hayal yüklü oyunları vardır Sako mahallesinin ve çocuklarının. Ama bir de Sıdo bacıları vardır ki hiç bir çocuk onun sırrını, gizemini çözememişdir. Sonraları, çok sonraları, büyüyüp, “adam olduklarında” anlatıldı onlara.
Ben ilk duyduğumda hissetiğim, suçluluk duygusuydu ama bunu çabucak pişmanlık izledi. Neden Sıdo bacıya sarılmadım hiç, neden onu öpüp sevmedim, neden biraz olsun özlemini, acısını hafifletmedim, neden...neden? Oysa bütün bu hissedilenler bir çaresizliktir. Bu kadar derin yaralanmış bir anneyi, kim, hangi öpücük, hangi kucaklayış, hangi sarılış teselli eder ki?..
Sako mahallesindeki çocukluk yıllarından yıllar sonra bir gün, anneme, çalıştığım yerdeki bir iş arkadaşımın, 12 Eylül işkencehanesinde 8 aylık bebeğine elektrik verilmesini anlatıyordum. O iş arkadaşım benim servisimde ilk çalışmaya başladığında çok tuhaftı. Sonra onunla dost, arkadaş oldum ve bir gün onun bir noktaya takılı donuk bakışları eşliğinde anlattıklarıyla tuhaflığının nedenini öğrenmiştim:
“Sekiz aylık bebeğimin çığlıkları beynimi yırtıyordu. Gerçekten beynim yırtılıyor sandım. Sonra bebeğim kayboldu. Başı gövdesinden yeni kopmuş, çırpınan bir tavuk oldu. Onun o körpecik bedenini havada tutup elektrik veren polisler, delirdiğimi, çıldırdığımı anlamamışlar önce. Rol yaptığımı sanmışlar.Sonra...sonrası uzun tedavi dönemleri, psikiyatri klinikleri, terapiler ve işte tuhaf haliyle ben karşındayım. Kızım 4 yaşında şimdi. O bir şey hatırlamıyor ama ben tavuğu değil yemek sokakta görmeye bile dayanamıyorum.”
Onun anlattıkları karşısında şok olmuştum ama şaşırmamıştım. Kendim de 12 Eylül işkencehanelerinin “misafiri” olmuştum ve anlatılan hiç bir şey artık bana inanılmaz gelmiyordu. Sadece insanın güç elindeyken nasıl bir canavana dönüştüğüne aklım bir türlü ermiyordu. Anneme iş arkadaşımın “hikayesini” anlattığımda ilk tepkisi, “Bu hep böyle oldu. Önce çocukları aldılar karşılarına . Çünkü çocuk gelecektir. Düşman gördüğünü yok etmek istiyorsan önce geleceğini yok edeceksin. O zaman onun bu gününü de yok etmiş olursun. Sıdo bacının bütün ömrünü mahvetmediler mi?” oldu. Annemin sanki bu gün gibi 20 yıl önce oturduğumuz Sako mahallesinin şimdiye çoktan toprak olmuş Sıdo bacısından bahsetmesine şaşırarak ama bir okadar da merakla dinledim. Annem gözleri hem eskinin hem de yeninin acısıyla yaşla dolmuş, devam etti.
“ Süngü takmış askerler eve kapıyı, bacayı kırarak girdiklerinde Sıdo daha yeni yeni yürümeye başlamış kızını kapıp arkadaki bahçeye koşmuş ama başka kaçacağı yer yok. Kocasını süngülerlerken bir kaçı Sıdo´ya tecavüze başlamış. Kucağında kızı, üstünde bir asker sıkı sıkı sarılır kızına.Onun sıcaklığı yaşananın ağırlığını hafifletir diye. Ama askerin biri bebeğin ayak bileğinde takılı altın bukayı görür. Üstü değerli taşlarla süslüdür. Hızla çekip alır kızını Sıdo´dan ve hiç tereddütsüz yönelir bahçenin bir köşesinde yığılı odunlardan birine saplı nacağa. Sıdo çığlık çığlığadır. Üstündeki askerler habire değişirken onun gözü sadece kızındadır.”
Annem durup iç geçirirken ikimizin gözleri de ıslak tıpkı Sako mahallesinin Sıdo bacısının gözleri gibi. Annemin anlattıklarının sonrası bileğinden kopup yere düşen bir küçük bebek ayağı. 10 santim var yok ve alabildiğine fışkıran kan ve bir bebek çığlığı ardından yerde sessiz çırpınan bir küçük yavru, bir insan yavrusu, bir yaralı kuş, bir yaralı serçe, bir Sona bebek. Sayısını bilmediği kadar tecavüze uğramış, paramparça, ısırıklar içindeki sütlü göğüslerinin acısını duymaz bile Sıdo. Sürünerek gider bebeğine. Sonrası gene Sıdo´nun kendisinin anneme anlattığından.”Ben yanına gittiğimde kızım yaşıyordu. Ama sanki ben üzülmeyeyim diye hiç sesini çıkarmadı. Sonra titreyen bedeni hareketsizleşti.” Büyümüş, adam olmuş ben, Yıllar sonra da olsa nihayet Sıdo bacının sırrına ermiştim.
Bir duygu, o gün annemin anlattıklarından sonra ve bu gün de bütün hissetiklerimin en önüne çıkmıştı. Utanmak! ínsanlığımdan ve bütün bebeklerden utanmıştım, utanıyorum!
Elazığ´ın Sako mahallesidir burası. 60´lı yılların sonları, 70´li yılların başında suya, elektriğe yarımyamalak kavuşmuş bu mahalle aslında bir mahalleden çok büyükçe bir ev, geniş bir aile gibidir. Fakiri, zengini, orta hallisi, alevisi, sünnisi, ermenisi, hacısı ve hatta orospularıyla, delileriyle ve de pavyon kabadayıları, sarhoşlarıyla renkli, çelişkili, yaşayan bir aile. Harput´un altında, Garo bahçesi ve Nene bahçesinin kollarına, (Garo ve Nene yani bahçeler bile kardeşlikten vazgeçmemiş.) sığınmış, daha çok yokluğun kol gezdiği bir yer. Bu yerde biz çocuklar bütün mahallenin çocuklarıydık ve gençler bütün mahallenin gençleri ve yaşlılar bütün mahallenin yaşlıları idiler. Komşular komşu değil, bir güvenli limandı. İstediğinde karnını doyurur, hatta bu akşam yemeğiyse orada uyuyup kalabilirdin de. Sadece merak etmesinler diye eve haber verilirdi.
İşte bu mahallede ben ve diğer çocuklar yaz aylarında sıklıkla toplu yıkanır, bunun için sokağın bir köşesinde yakılan ateşe iri kazanlar oturtulup, sıcak sular hazırlanırken bizler orta yere konulan büyükçe “teşt” lerin içinde, bir panayır yerini ziyaret etme havasıyla bir heyecan, bir oyun tadında yıkanılırdık. Oramızı, buramızı, ille de başımızı sert sert ovan eller çoklukla annemizin değil, bu işte en seri, en usta olan komşumuz, köylümüz Nuriye ablanındır.
Bu yıkama fasıllarında öpüle, sevile, veren Allah´a kurban oluna alınırım teşte ve Bismillahirramanirrahim´le dökülür ilk su ve başlar oyun. Sabun köpükleri başımı aşıp yüzüme ulaştığında, gözlerim yanmaya başlar. Nuriye abla bunu hemen anlar. Daha ben ah of demeden tatlı bir sıcaklıktaki su başımdan aşağı dökülür. Bazen de su fazla sıcak olur. Hiç sevmem bunu. Ilık suya hatta soğuk suya razıyımdır yeterki çok sıcak olmasın. O ellerimi yumruk yapıp gerilmemden anlar suyun bana göre çok sıcak olduğunu. Aslında suyun sıcaklığı normaldir ama beni memnun etmek için yan taraftaki soğuk su kovasından bir iki tas su dökererk aşlar suyu mahallenin Nuriye ablası. Ama her zaman huzurlu, her zaman tadına doyulmaz olmaz bu sokak ortası toplu yıkanmalar. Bunun nedeni odur, Sıdo bacıdır! Yaşını artık kimsenin bilemeyeceği yaşlılıktaki yüzü onlarca, belkide yüzlerce çizgi ile parsellenmiş Sıdo bacıya kimse Sıdo nene ya da Sıdo teyze demez. Hep Sıdo bacıdır o. Gözleri hep ıslak, yüzü hep acılı ve bir okadar da mahzun. Ona bakan, yaşlı, çok yaşlı bir kadını görmez önce. Islak ve mahzun bakan ve hep soran, on yıllardır, 50 yıldır hep soran gözleri görülür ilkin. Neden, niçin...niçin...diye soran, hep soran ama cevabını alamayan bir çift göz. Islak ve acılı bir çift göz.
Başımdan aşağı akan sular köpüğü alıp götürünce daracık “dar zuvah”ın karşı geçesinde, kerpiç bahçe duvarının önünde çömelip oturmuş Sıdo bacıyı görüyorum. Başını hafifçe sallayıp yaşları akıtıyor. En çok da çocuklara baktığında, en çok da bir çocuğun başını melek yumuşaklığında okşadığında nemleniyor gözleri. Bunu iyi anlamışım ya, yanına gittiğimde elini tap tap yere vurup “otur yanıma” dediğinde biraz ürkek, biraz sıkılarak otururum. Sıdo´nun acısından, kederinden ürkerim. Bilirim ki o acı çok büyük ve çok derinlerdedir. Nedenini bilmesem bile bunun farkındayım. Kimi kimsesi yoktur sanılmasın. Yaşının ilerlemişliğiyle yalnız başına otursa da onu yalnız bırakmazlar. Sık sık gelip giderler. Çamaşırlarını yıkar, evini temizler, alış verişini yaparlar. Hele yumurta bayramında ya da Noel´de gelip gideni hiç bitmez. Kiliseden önce Sıdo bacıya uğrarlar. Nadir, çok nadir onu da götürürler ama belli ki o çok fazla gitmek istemez çünkü her şey onun istemiyle gerçekleşir. Saygı, sevgi eksik edilmez Sıdo bacıdan. Ama hiç bir şey koparılıp alınanın, parçalanıp yok edilenin yerini tutmaz yüreğinde. Yürek bir kez en onulmaz, en canlı yerinden almıştır yarayı ve belkide bizler, yani 60´lı yılların sonundaki Dar Sokak´ın çocukları Sıdo bacı için, en acılı, en özlemi çekilen tabloyu oluştursak da zaman zaman o yokedilene duyulan sonsuz özlemi birazıcık da olsa gideriyorduk. Belki de Sıdo bacı paramparça edilmiş dünyasında tek hayalini bizlere bakarak kuruyordu: “Yaşasaydı torunlar verirdi bana. Yaşatsalardı şimdi bu boyda çocuklarıyla, torunlarıyla gelirdi bana.” Ve daha niceleri.
Bir gün Sıdo bacı bakıp biz ´çağalara´ belli belirsiz dökerken yaşları sordum anneme.
“Anne Sıdo bacının çocuğu yok mu?”
Annem önce derin bir ah çekip ardından cevaplıyor sorumu ya da cevaplar gibi yapıyor.
“Vanmış...varmış da...yokmuş...”
Bu cevapsız cevabın ardından annem de gözlerinde birikmiş yaşları siliyor aceleyle. Annemin acısına, ağlamasına hiç dayanamam. Hızla bahçeye, sonra da Sako mahallesinin dar sokağına yani sokağımıza fırlayıp oyuna dalıyorum. Çocukluğumun en unutulmaz simaları bu sokakta tanıştı benimle. Bir çoğu ben farkında olmasam da, Sako mahallesinden uzağa, çok uzağa gitmiş olsam da, bir ömür boyu hissedeceğim izler bıraktı. O kerpiç evler, o üzerinde irili ufaklı onlarca deliğin açıldığı kerpiç duvarlar, solgun sarısıyla, o sarının aralarından dışarı çıkan saman parçaları, güneş ışığıyla parıldayıp bizleri masalların sırça köşklerine götürmeye yeterdi. Bazen bir kerpiç duvarda alabildiğine parıldayan şeyin peşine düşüp, avucumda onlarca saman çöpüyle yere çöküp hayallere daldığım çok olmuştur. Kerpiçi yaparken arasına saman katmayı icat edene çocukluğum adına şükran borçluyum. Birde filim artistlerine ve bir de “Naba Sakızları” ından çıkan artist resimlerine.
Ellerimizde bu üç beş santimlik artist resimleri, önce yana yakıla bütün mahalle taranıp kırık cam parçaları bulunur. Yeşil ve kahverengi olanları daha makbuldur ama beyaz renkli olanları da idare eder. Sonra yere çökülüp artist resmi kadar ufak çukurlar açılır yan yana. O çukurlara resimler konup, camlar yerleştirilir ve üzerleri toprakla kapatılır. Sonra başlar “sinemacılık oyunu.” istediğin sayıda çocukla oynanabilir ama biletçi ve sinemacı en önemli rollerdir. Bu roller saatler boyu sırayla oynanır. Biletler satılır, biletler eski gazete parçaları, yoksa yeşil yapraklardı. Evet bildiğimiz yeşil yaprak. Herhangi bir ağacın bir dalından vırrrt diye bir avuç yaprak sıyrılıp, parasını ödeyene bilet olarak geri döner. Para mı? O da tabii ki taşlardan. irili ufaklı taşlar, bazen de ufak tahta parçaları sihirli bir çocuk elinin dokunuşuyla bir anda paraya dönüşebilir. Sonra bilet alanlar arka arkaya dizilip, bir bir gelip sinemacının önünde otururlar. O da sırayla parmağını kumla kaplı camların üzerinde gezdirip filmi izlettirir. Parmağın camın üzerinde halkavi hareketlerle dönmesinin arıdndan, camın altında parlayan artist resminin çıkışı oyunun en can alıcı yeridir. Ve yan yana bütün çukurlar açılıp, filim izlettirildikten sonra camların üzeri hızla kumla kapatılır ve aynı işlem ikinci seyirci için tekrarlanır. Aynı artistleri, aynı çukurları, aynı filimleri defalarca izlemelerine karşın, karınları acıkana, kızgın güneş tepelerinde yakıp kavurana kadar sürer oyun. Bunun gibi daha nice gizemli, zekice, alabildiğine macera ve hayal yüklü oyunları vardır Sako mahallesinin ve çocuklarının. Ama bir de Sıdo bacıları vardır ki hiç bir çocuk onun sırrını, gizemini çözememişdir. Sonraları, çok sonraları, büyüyüp, “adam olduklarında” anlatıldı onlara.
Ben ilk duyduğumda hissetiğim, suçluluk duygusuydu ama bunu çabucak pişmanlık izledi. Neden Sıdo bacıya sarılmadım hiç, neden onu öpüp sevmedim, neden biraz olsun özlemini, acısını hafifletmedim, neden...neden? Oysa bütün bu hissedilenler bir çaresizliktir. Bu kadar derin yaralanmış bir anneyi, kim, hangi öpücük, hangi kucaklayış, hangi sarılış teselli eder ki?..
Sako mahallesindeki çocukluk yıllarından yıllar sonra bir gün, anneme, çalıştığım yerdeki bir iş arkadaşımın, 12 Eylül işkencehanesinde 8 aylık bebeğine elektrik verilmesini anlatıyordum. O iş arkadaşım benim servisimde ilk çalışmaya başladığında çok tuhaftı. Sonra onunla dost, arkadaş oldum ve bir gün onun bir noktaya takılı donuk bakışları eşliğinde anlattıklarıyla tuhaflığının nedenini öğrenmiştim:
“Sekiz aylık bebeğimin çığlıkları beynimi yırtıyordu. Gerçekten beynim yırtılıyor sandım. Sonra bebeğim kayboldu. Başı gövdesinden yeni kopmuş, çırpınan bir tavuk oldu. Onun o körpecik bedenini havada tutup elektrik veren polisler, delirdiğimi, çıldırdığımı anlamamışlar önce. Rol yaptığımı sanmışlar.Sonra...sonrası uzun tedavi dönemleri, psikiyatri klinikleri, terapiler ve işte tuhaf haliyle ben karşındayım. Kızım 4 yaşında şimdi. O bir şey hatırlamıyor ama ben tavuğu değil yemek sokakta görmeye bile dayanamıyorum.”
Onun anlattıkları karşısında şok olmuştum ama şaşırmamıştım. Kendim de 12 Eylül işkencehanelerinin “misafiri” olmuştum ve anlatılan hiç bir şey artık bana inanılmaz gelmiyordu. Sadece insanın güç elindeyken nasıl bir canavana dönüştüğüne aklım bir türlü ermiyordu. Anneme iş arkadaşımın “hikayesini” anlattığımda ilk tepkisi, “Bu hep böyle oldu. Önce çocukları aldılar karşılarına . Çünkü çocuk gelecektir. Düşman gördüğünü yok etmek istiyorsan önce geleceğini yok edeceksin. O zaman onun bu gününü de yok etmiş olursun. Sıdo bacının bütün ömrünü mahvetmediler mi?” oldu. Annemin sanki bu gün gibi 20 yıl önce oturduğumuz Sako mahallesinin şimdiye çoktan toprak olmuş Sıdo bacısından bahsetmesine şaşırarak ama bir okadar da merakla dinledim. Annem gözleri hem eskinin hem de yeninin acısıyla yaşla dolmuş, devam etti.
“ Süngü takmış askerler eve kapıyı, bacayı kırarak girdiklerinde Sıdo daha yeni yeni yürümeye başlamış kızını kapıp arkadaki bahçeye koşmuş ama başka kaçacağı yer yok. Kocasını süngülerlerken bir kaçı Sıdo´ya tecavüze başlamış. Kucağında kızı, üstünde bir asker sıkı sıkı sarılır kızına.Onun sıcaklığı yaşananın ağırlığını hafifletir diye. Ama askerin biri bebeğin ayak bileğinde takılı altın bukayı görür. Üstü değerli taşlarla süslüdür. Hızla çekip alır kızını Sıdo´dan ve hiç tereddütsüz yönelir bahçenin bir köşesinde yığılı odunlardan birine saplı nacağa. Sıdo çığlık çığlığadır. Üstündeki askerler habire değişirken onun gözü sadece kızındadır.”
Annem durup iç geçirirken ikimizin gözleri de ıslak tıpkı Sako mahallesinin Sıdo bacısının gözleri gibi. Annemin anlattıklarının sonrası bileğinden kopup yere düşen bir küçük bebek ayağı. 10 santim var yok ve alabildiğine fışkıran kan ve bir bebek çığlığı ardından yerde sessiz çırpınan bir küçük yavru, bir insan yavrusu, bir yaralı kuş, bir yaralı serçe, bir Sona bebek. Sayısını bilmediği kadar tecavüze uğramış, paramparça, ısırıklar içindeki sütlü göğüslerinin acısını duymaz bile Sıdo. Sürünerek gider bebeğine. Sonrası gene Sıdo´nun kendisinin anneme anlattığından.”Ben yanına gittiğimde kızım yaşıyordu. Ama sanki ben üzülmeyeyim diye hiç sesini çıkarmadı. Sonra titreyen bedeni hareketsizleşti.” Büyümüş, adam olmuş ben, Yıllar sonra da olsa nihayet Sıdo bacının sırrına ermiştim.
Bir duygu, o gün annemin anlattıklarından sonra ve bu gün de bütün hissetiklerimin en önüne çıkmıştı. Utanmak! ínsanlığımdan ve bütün bebeklerden utanmıştım, utanıyorum!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder