10 Nisan 2010 Cumartesi
AYDINOLMANIN YÜKÜMLÜLÜĞÜ
Değerli Salim Diyap,
Yazınızı okudum. Ellerinize sağlık. İşlerimin yoğunluğu nedeniyle biraz geç cevap verndim.
Farklı yaklaşımlarımıza rağmen, olumlu dil ve akıl yürütmelerin dolayısıyla bir kez daha teşekkürlerimi iletirim.
Sonra,
Yazınızın cevabı, uzun zamandır yazdığım temel teorik yazılarda yer alıyor. Bunları okumanı rica edeceğim. Bu konuyla ilgili, görüşlerimi de yansıtan bir dizi yazı iletiyorum.
Önemli iki ayrıntı var; Arap Alevilik algınızı yeniden gözden geçirmenizi isteyeceğim. Alevilik Hasibi'nin önemli yazılarında yerli yerine oturuyor. 1100 yıl önceki yazılar felsefi açıdan çok önemli. Aydınlanma çağı (18.yy) söylemlerinin (aklın cesaretle kullanılması), 800 yıl önce dile geldiği veriler bulunuyor.
Aleviliği bütünsel değerlendirmek çok yerindedir. Bütünsel ele aldığımızda çok daha önemli doneler bulacağız. Bu eğilimin yaşama karşı direnişini eriyip yok olacak bir veri olarak göremeyeceğimizi belirtmeliyim.
Alevilikte, yeni yorum ve çağdaş sorunlara aynı zeminde verilecek yanıtları sadece şeyhlerden beklememek gerek, derim. Şeyhler, önemli aydınlanma gerçeklerini ve gerekçelerini sırtlarında taşıyıp bu güne getirdiler, bunu bu günün verileriyle, akıl diyalektiğinin harmanlamasıyla ortaya koymak bu topluluğun aydınlarına aittir; şeyhler, en azından ilkel milliyetçi ve bir o kadar metafizik yaklaşımların kökeninde yer alan Emevi yaklaşımından farklı duruşlarıyla bu güne geldiler. Akıl dediler, Mana dediler, maddenin özüne işaret ettiler. Ki, Mana ve Akıl olayı Yunan felsefesinden bu yana aydınlanmanın en önemli parametresidir. Şeyhlerin 1400 yıldır toplumlarını başarıyla Emevi gibi tehlikeli bir ilkellikten korumuş olmaları bile hanelerine yazılacak önemli bir tarihi duruş olarak yorumlanmalıdır. Bunları genişçe açacağım; en azından toplumu camilerin metafizik showlarından uzak tuttular, hatırlatmasını yapmakla yetineceğim.
"Siz buna felsefe diyorsunuz lakin Arap Alevileri sizin söylediklerinizi söylemiyor." bu noktada farklı söylemlerin olması normal, bizde kendi açımızdan söylenmesi gereken çağdaş söylemleri dile getirmeliyiz derim. Bu Alevilerin mozayik zenginliği olarak görülmeli ve derinleşmelidir derim.
Bu çabaları da sosyalizmin çöküşü, emperyalist küreselleşmenin baskın egemenliği karşısındaki son çırpınış olarak yorumlamanız ise biraz aceleye gelmiş gibi duruyor.
Bu noktada küreselleşmenin iki boyutu olduğunu dile getireceğim. Siz emperyalist siyasi küreselleşmeden söz ediyorsunuz. Oysa kapitalizmin doğasında küreselleşme yoktur. Buna dikkatinizi çekeceğim ki, sizinle tartışmamızın en önemli noktası tam da buradadır.
Bu diğer tüm konuları da açıklığa kavuşturacaktır. Bunları gönderdiğim yazılarda uzunca işledim, bir kaç satıra sığdırılamayacak yazılar.
Bilmenizi isterim, küreselleşmeden yanayım. Ama hangi küreselleşme?
İnsan aklının kollektif ürünü olan, bilim ve teknik devrimleri yapan ve bilgi çağına yönelen ve bunun sonucu insanlığı bir birine sınırsızca düz bir alan içinde bağlayıp nispi eşitlik ortamında bilgi dönüşümünü sağlayan ve dolayısıyla yeni bir uygarlığa yönelen, kapitalizmi tarihsel olarak aşıp, geri dönüşü olmayan devrimleri yaratan küreselleşmeden yanayım. (Bkz. Yazılarımda bunlar genişçe işlendi). Bu bir yeni üretim tarzıdır. Yabancılaşmanın devrimci dinamiğinde de kendini ifade eden bir gelişmedir.
Yabancılaşma, iş bölümü ile gelişen bir süreç (Engels), bilişim çağı bunu en derinlemesine ve en genişlemesine yaygınlaştırıyor. Daha çok yabancılaşma, daha çok devrim ve tüm insanlığın bilgi etkinliğiyle, üretim sürecine sınırsız katılımı demektir. Bilgi de yabancılaşıyor (olumlu anlamda) yani bilgi, onu bilen ve üretenin tekelinden çıkıyor, insanlığa iletişim ağları ve bilgi bankaları aracılığıyla en ucuz ve en hızlı şekilde ulaşıyor. Bu ise kapitalizme ait üretim tarzını zorluyor. Yeni uygarlık, feodalizmin bağrında kapitalizmin doğuşu ve gelişmesi gibi, kapitalizmin bağrında ve onun kanatları altında gelişiyor onu yadsıyacak gerçek yeni toplumsal üretim ilişkisi oluşturuyor.Tarihin bu anlamda toplumsal devrimleri, Marks'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözünde dile getirdiği verilere yöneliyor; olgunluğunun belli bir aşamasında, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çatışması esprisi...
(Bunları ayrıntılarıyla size ilettiğim yazılardan da takip ederseniz, tartışmamız daha kısa ve etkince sürebilir.)
Emperyalist küreselleşme bu değildir. Onlar yıkılmaya mahkum üretici güçleri dizginleyen sistemlerine pazar açmak için; talan, savaş, gasp, işgal, askeri baskı, ekonomik baskı vb. siyasetlerini daha çok küreselleştiriyorlar. Globalizm bu anlamıyla emperyalistlerin kapitalist sistemi tarihe karşı, küresel üretim ilişkisine karşı koruma savaşı olarak görmek yanlış değildir; bu anlamda küreselleşme karşıtı olmak doğru bir devrimci tutumdur. Siz de bu gerçeği şu cümlelerinizle iyi ifade etmişsiniz. "Küreselleşme denilen ve özünde uluslararası finans kapitalin bütün dünyayı kendi için serbest bir Pazar konumuna dönüştürme çabasından başka bir şey olmayan asıl adının Emperyalizm olduğu tartışma götürmez olgu, dünyaya kendi Pazar kurallarını dayatırken kaçınılmaz olarak kendi kültürünü de dayatmaktadır"
Bu da küreselleşmedir, ama farklı bir küreselleşmedir. Siyasi, askeri bir dayatmadır ve amacı eski üretim sistemini korumak onu ekonomik gerekleri için Pazar ve nufus alanlarını ele geçirmedir.
İki küreselleşme algılanmadan çağı ve çağın devrimciliğini ve bundan kaynaklanan görevlerimizi kavramanını mümkünü yoktur,
Bu noktadan işçi sınıfı ve devrim, sınıf mücadelesi ve devrim olayına bakarsanız farklı bir şey bulacaksınız. Bunu yazılarımda uzunca anlattım.
Konumuza dönelim,
Benim anladığım küreselleşme ise Aleviliğe çok geniş bir alan açıyor. Bir saatin onlarca irili ufaklı dişlilerle çalışması gibi, her dişli olmazsa olmaz bir veri olarak saati çalıştırıyor. Gerçekçi yeni bir üretim tarzı olarak, yeni bir uygarlık adımı olarak küreselleşme, daha çok özgürlük ve daha çok demokrasi üzerine inşa oluyor. Bu da Alevilik gibi, siyasi iktidar kavga yönelimi olmayan kültürel dokulara çok etkin yaşama şansı sunuyor. İnsan bilgi birikimlerine bu zeminden yapılacak katkı az olmayacaktır. Bunları sık sık yazıyor dile getiriyorum.
Bunun için Alevilik, şeyhlerine bırakılmayacak kadar önemli, insan merkezli, akıl yönelimli parametrelere sahip olması dolaysıyla etkin olma şansına sahiptir, diyorum. Bununla da Aleviliği şeyhlerin söyleminin sınırlarında tutmuyorum. Sizinle ayrıldığımız nokta, tam burada bir fay hattına dönüşüyor.
Daha sakince ve birlikte düşünürsek, kendi yerelimizden insanlığa katacağımız çok şeyin olduğunu bulmakta da zorlanmayacağız (bunları yazı mübadelelerimiz süreci içinde tek tek aktaracağım).
Yazınızda dile getirdiğiniz tüm kaygılları tek tek cevaplandıracağım (kadına bakış, çağdaşlık olgusu, siyasete yaklaşım, iktidarlara yaklaşım, sosyal önermeleri, kültürel önermeleriyle ilgili siyasal-toplumsal bileşkeleri vb). Bunları kısa bir süre sonra ele alıp size ileteceğim.
Değerli Diyap,
Kapitalizmi doğru kavramamız gerek. 19. yy kapitalizm değerlendirmelerinin öncüleri bazı siyasal sonuçlara vardılar. 20. yy'da bu siyasal veriler daha da derinleştirildi. Bence ekonomik çözümlemelerin hak ettiği, ayakları yere basan siyasal yorum yapılamadı. Yapılan siyasal yorumlar, derbecilikten başka bir şey değildi (yazılarımda bunu işledim; bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle toplumsal mülkiyet ilan edenler tarihsel devrim, yeni bir uygarlık, yeni bir toplumsal ilişki sürecine girileceğini sandılar. Bunu Marks çok iyi anlatır, ama Marksistlerin vardığı siyasal sonuçlar bunu kavramakta yetersiz kaldı. Bundan dolayı geri dönüşü olmayan, tarihsel ilerleme olması gereken yeni uygarlık ya da yeni toplumsal üretim ilişkisi, yine bir gece ansızın, bir siyasal kararnameyle gerisin geriye döndü.)
İşçi sınıfı kapitalizmin temel bir sınıfıdır. Onunla var olur onunla yok olur. Kültürü de, siyaseti de bununla sınırlıdır. Kimse kimseyi yanlışa götürmesin, tarihte, eski sistemin hiç bir sınıfı, yeni sistemi kurmadı kuramazda. Bu doğanın ve aklın yasalarına aykırıdır. Eski, mensup olduğu onu var eden koşullarla birlikte söner gider. İşçi sınıfının geleceği de bu zemindedir. Ayrıca, fabrikanın çitleri dışına çıkan işçi, artık işçi sınıfının bir parçası bile değil; mahallesinden, okulundan, komşusundan din ve mezhebinden, tarihten, gelenekten kazandığı bilinçle halkın bir unsurudur. Yer yüzünün hiç bir teorisi, propagandası verili gerçekliğin zeminini aşacak bir bilinci, hiç bir yere taşıyamaz. Fabrikada üretim sürecinin olmazsa olmaz bir unsuru olarak işçi, son tahlilde kendine ait sistemi, işini kaybetmeme adına, kültürel aidiyetliği gereği savunma noktasından öteye geçemez; zaman zaman ortaya çıkan ve kanlı çatışmalarla dile gelen sınıf mücadelesi ise, sistemin sınırlarını aşamaz.
İşçi sınıfı bir iş gücü potansiyelidir. İş gücü esprisi; hammadde+makineler+iş gücü= meta denklemi kapitalist sistemin temel verisidir, ulusal sınırlar, yerel sınırlar, coğrafi merkezler kapitalizmin doğasındadır. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması espirisidir bu. Küreselleşme kapitalizmin bu doğasına aykırıdır.
Bunun için emperyalizim insani olmayan siyasetini küreselleştiriyor. Üretim tarzını değil; çok ince bir ayrım, farklı mekanlarda üretim yapmak küresel üretim değildir. Küresel üretim, hammadde+işgücü+ makineler=meta sisteminden farklıdır. Küresel üretim tarzı bilgi çağının özelliklerini taşır; sanal üretimle başlar, bilgi bu sürecin temel ham maddesi ve gücüdür. Bu tarzda üretim, soyuttan somut üretime geçerek bir ürün oluşturur. Unutmamak gerekir ki insanlık tarihi bir üretim tarihidir. Sonuçta her zaman bir ürün ortaya çıkar ama bunun hangi üretim biçmiyle gerçekleştiği önemlidir, üretim tarzlarını birbirinden ayıran da budur; zanaatçı da "emek aletleri"yle ürün üretir. Kapitalizm de ürün üretir ama iş gücü unsuru devreye girer, makinalaşan eletlerle bunu başarır.. Küresel üretimde bilgi, elektronik iletişim ağlarıyla sanal üretim yapar ve bu kanalla ürünü ürütmeye yönelir. Bu gün sanal olarak üretilmemiş ve sanal olarak denenip sonucu alınmamış bir ürün, çağdaş bir ürün olarak gösterilemez. Dev bir bina, deprep, hava basıncı, kaza, darbe, gibi binlerce testes anal ortamda tutularak inşa edilir. Üretim bu yönüyle güvenli hale gelir. İnternet iletişiminin PTT'ye karşı giriştiği tarihsel devrim yeni üretim tarzının iletişimini tanımlıyor; bu tekelci kapitalistlerin koltukları altında gelişse de kapitalist sistemin iletişiminden bir çıkıştır.
Burada uzunca anlatmayacağım, yazılarımda da var. En eski üretim, kullanım değeri üzerine kuruludur, kapitalizmde ise değişim değeri öne çıkar, kullanım değeriyle birlikte. Küresel üretimde yoğun olarak değişim değeri öne çıkar ve evrensel ölçekte değişim değeri olmayan bir ürün artık kullanılabilir bir ürün olmaz. Bu ise daha hızlı ilerleyen ve daha çok yabancılaşan bir dünya demektir. Yabancılaşma işbölümünün ürünüdür (Engels), Küresel üretim biçminde evrensel ölçekte genişlemesine ve derinlmiğine bir iş bölümü oluşacaktır yabancılaşma varabileceği en yoğun hala gelecektir: bud a yabancılaşmanın önemli bir devrimci dinamik olduğunu gösterir. "Yabancılaşmanın Devrimci Dinamiği" diye bir yazımı birlikte iletiyorum, farklı bir bakış...
Bu noktadan sınıf mücadelesini ele alırsak, bu mücadele tarihinin sınırlarını da açıkça görmüş oluruz. Sınıf mücadelesi, sistemin gergin dengelerini uyumlaştırmak üzere var olmuştur ve sisteme aittir, sistemden çıkış için yalnızca özgürleştirici etkilerle, demokratik kazanımlara katkı yapar. Ama, sınırı buradadır; bu noktada siyasal partilerin devrimci girişkenliğinin bu süreci farklı yerlere götürmesinin kalıcı bir yanı yoktur. Zemini olmayan girişimler ise tarihte hep sonuçsuz kalmıştır; Şeyh Bedreddin'den Sovyetlere, Doğu Avrupa'ya hep öyle olmuştur. Aksini bilimsel olarak iddia etmek mümkün değil. Köleci sistemde Spartaküs Roma kapıları önünde şaşkınca diz çöktü, Münzer Avrupa feodal krallarının tahtları önünde bu nedenle diz çöktü. İşçi sınıfı da doğal olarak sarı sendikacılığı aşamadı. Aşamaz da. Unutmamak gerek ki, tarihin en büyük aydınlarının yönettiği Komünist hareketlerin sonunda gelip dayandığı yer, sistemin içinde bir alan açma olayından ibaret olmuştur. 70 yıl sonra Sovyetlerin gelip dayandığı yer, yeni bir uygarlık değildi. Çöküşe iradevi yanlışlardan dolayı bir gerekçe bulmak ise, bu hareketi yöneten dev akılları, bilgeleri küçümsemektir (yazılarda bunları da bulacaksınız).
Demem o ki,
Dünyayı materyalist felsefeyle yorumlayarak farklı siyasal sonuçlara ulaşılabilir. Tarih okumalarımızı bu açıdan yeniden gözden geçirirken "sapma içindeyiz" gibi anlamsız kaygılar taşımamalıyız.
74-80 döneminde takılı kalan sol yaklaşımın bu gün için geçerli tek bir verisi yoktur. Solun milliyetçileşmesinin altında da bu kaos yatıyor. Bu gün için sağcı-solcu gibi Fransız devrimi bölümlemeleri çok geride kaldı diyeceğim. Bilgi çağında farklı veriler oluştu, farklı standartlar geldi, geliyor diyeceğim.
Bu nedenle Aleviliği bütünsel olarak ele almak yönünde yaptığınız işarete, ben de kapitalizmi bütünsel kavrayarak, bir işçiye değil, işçi sınıfına bakmalıyız, kapitalist sistemi tüm yönleriyle ele almalıyız diyeceğim.
Aleviliğin, bu sürecin (küresel üretime götüren evrensel özgürleşme ve demokratikleşme sürecinin) derinlemesine ve genişlemesine yaygınlaşması noktasında daha anlamlı bir yere oturacağı görüşündeyim. Bu da benim demokrasi algılarımla uyumlu bir veridir. Zira, bana göre demokrasi, liberal uydurmacaların kapitalizme atfettikleri bir aşı olmanın çok ötesinde, tarihsel ilerlemenin olmazsa olmazı, bilgi çağının gereği olarak ele alınmalıdır. Kapitalizm, ne liberallerin yalanı ne de başka bir gücün itimiyle demokrasi sunabilir. Bu günkü doğasına en aykırı şey özgürlük ve demokrasidir. O feodalizme karşı, savaşta tüm ulusu arkasına almak üzere ortaya attığı bir siyasal duruştu, geçmişinde kalmış zorunlu bir veriydi. Bu gün ise yeni uygarlığın, küreselleşme, özgürlük ve demokrasiye ihtiyacı vardır. Emperyalist küreselleşme ise, boyunduruğa, teslimiyete, uşaklığa muhtaçtır. Tarih tas tamam böyle ilerliyor. Bu nedenle demokrasi ve özgürlük, bir burjuva demokratik çaba olmanın çok ötesindedir.
Özgürlük ve demokrasi, tarihsel devrimin bir aracıdır, bunun için de bizler, Alevilerin olduğu kadar toplumsal her ayrı varlığın özgürlük ve demokrasi isteklerini savunma yükümlülüğü ve sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Bunu tarihte yaşama şansı olup olmama noktasında değil, ilkesel ve devrimci bir tutum olarak algılamalıyız derim. Alevilik açısından ise bu sorumluluk, Alevi felsefesinin derinliğinde yer alan aklı özgürleştirici verilerin küresel ölçekte açığa çıkması için de yapılmalıdır.
"Dünyadaki durum bu iken, yerel planda yüzyıllaradır mevcut egemen Sünni ve Türk kültürü karşısında ezilmiş Nusayrilik te kendini daha direngen ve canlı tutma çabasına girme ihtiyacı duymaktadır. " Diyorsunuz. Özgürleşmeyi bu anlamda bir dış etkene bağlamak bence doğru değil. Öyle olsaydı, belirgin ve kararlı bir topluluk olarak ayakta kalmayan bir çok mezhepçik gibi, Arap Aleviliğinin de yok olması gerekirdi ya da silik bir durumda kalması gerekirdi. Oysa 1400 yıldır bilinen en kararlı batini topluluk olarak, öğretisiyle bu güne gelmiştir. Emevilere, Abbasilere ve sonraki bil cümle egemenlere direnmiş, ağır katliamlardan geçmiş, ancak var oluşunun dinamiğiyle yaşamaya devam etmiştir. Aleviliğin iç dinamikleri, bulunduğu mekanla oluşturduğu uyum (çöllerin katı kurallarının dışına çıkıp Emevi şeriatının katı kurallarını, Yunan aklıcılığıyla uyumlaştırarak) bütün içindeki farklılığını da kurumlaştırmıştır. Bu yanıyla "direngen ve canlı tutma çabası" dış baskılarla karşı direnişiyle ortaya çıkmış gibi olsa da iç dinamiklerinin eseredir diyeceğim. Bu da farklılığının önemli belirtilerinden biridir.
1400 yıl içinde devletler, imparatorluklar, sistemler çöküp gitti ancak bu kararlı yapı batiniliğine rağmen kendini bu güne kadar koruyabildi. Bunun tek bir anlamı var o da iç dinamiğinin yeterliliğidir; Arap aleviliği literatür sahibi bir inançtır. Yazım ve diyaloglarla da gelişmiş, kısır olanaklara rağmen buna devam eden bir inançtır.
Materyalist algılarımızla bu inanca yaklaşımımız arasındaki bağın en önemli unsuru, Arap Aleviliğinin siyasal iktidar gibi bir yöneliminin olmamasıdır. İddialara rağmen Arap Alevi inancı fıkıhsızdır. Fıkıh (islam hukuku) şeriatın koruyucusudur. Bunun için tüm İslam mezhepleri kendi şeriatlarını, fıkıhlarıyla korumak için bir iktidar gücüne ihtiyaç duyarlar. Hz. Muhammed'den bu yana durum budur. Tüm İslam mezheplerinin kavgası, siyasal iktidarı ele geçirmi kavgasıdır. Ancak Alevilerin böylesi bir derdi yoktur. Arap ve Anadolu Aleviliğinde inan sosyal yaşamın zeminidir, siyasal iktidarın değil.
Alevilerin her yerde ve her etnik yapadan olanlarıyla dünyayı, insanı ve toplumsal ilişkileri kavrama yönelimleri çok farklıdır; evrimcidirler, aklın tarih içindeki evrimci sürecine inanırlar, insan merkezlidirler, davaları Manayı kavramaktı, yaşamı ilgilendiren her şeyin manasını (özünü) bilince çıkartmaktır. Aradıkları özgürlükte tam bu noktadadır, düşünce özgürlüğüdür.
Bu nedenle, topluluğun kollektif kimliği dışında kalan demokratların, Alevi özgürlüğünden yana tutum alması bir sorumluluktur. Aydın olmanın, bir sınıfı yada bir inanca bağlı olarak ele alınmamasının bu açıdan anlamı açıktır.
Siz de "sol demokrasi anlayışı gereği ezilenin, dışlananın yanında yer almakla mükelleftir" Diye belirtimşsınız.
Benim vurgum bir adım daha ilerde bir vurgudur. Aleviliği yakından tanıyan, kendi kimliğimin oluşmasındaki etkilerini bilen biri olarak ve onun bir parçası olarak bu tutumun alınması gerektiği üzerinde duruyorum; kanaatlerim o yöndedir ki, demokrasi ve özgürlük en etkin şekilde toplumun tüm var oluşlarına yansıyabildiği oranda, gelecek daha adil ve daha eşit dengeler kazanacaktır. Olayı sadece basit bir özgürlük noktasından değil, gelecek toplumun kuruluş parametreleri açısından ele aldığımı izah etmeye çalışıyorum. Bunu yukarıda da aktardım, dosyadaki yazılarda da uzunca işledim (küreselleşme algılarımla ilgili yazılar)
Alevilerle ilgili kadın konusundakı kaygılarınıza gelince. Bence bu konuda da farklı düşünüyoruz.
Sol'un kadın konusundaki algıları kadını aldatan algılardır. Gerçekte "emekçi kadın" yoktur. Bence Sol kadını aldatıyor. Kadın için gerçekçi bir özgürlük çabası içinde de değildir.
"Emeğin özgürlüğü", "sosyalizm" algıları ve devrime bakış açılarıyla sol artık bir mevtadır. Kapitalizm madalyonunun diğer yüzü olarak söylemlerini kurgulamış bir solun, kadın konusunda gerçek bir özgürlük savunusu içinde olması düşünülemez.
Kadın, doğayı ve kendi doğasını eğitme, erkek cinsiyle eşitlenene kadar soyal-siyasal açıdan erkekten de fazla haklara sahip olmalıdır diyorum; 9 ay süren hamilelik süreci içinde, sonra çocukları yetiştiriken, ay başı durumları ve menopoz halleri içinde kıvranışları sürereken, erkeğin yaptığı tarihsel atakların oluşturduğu toplumlarda ikinci sınıfa düşmesinin aşılması gerek.
Sol bunu önermiyor, sol "emek eşitliği" diye, tartışma götürür bir söylemle kadını bir kez daha, bin kez daha aldatıyor.
İnsanlık türünün kadın cinsi vardır. Ve bu cins doğasından dolayı olduğu kadar bu doğanın toplumda onu sıkıştırdığı yerden dolayı da ezilmektedir. Bunun için kadın doğayı ve kendi doğasını eğitmekle karşı karşıyadır. Erkek cinsinin bu yönde hiç bir önerisi yok. Sol ise bununla ilgili değildir. Bu yüzden, sol kadını ütopik söylemlerle aldatarak ikna ettiği ölçüde, kadın da kendini aldatmış demektir.
Bilgi çağının, bilimsel ve teknik devrimlerin özgürleştirici etkisi, kadın cinsinin tarihsel özgürleşmesini sağlayacak önemli kazanımları da birlikte getirecektir. Bu açıdan kadın sorununa farklı bakıyorum. (Bu konuda uzun uzun yazılarım var bunları bu iletide göndermiyorum.)
Tam bu noktada Alevilikte kadın üzerinde şunlar söylenebilir. Evet, Alevilikte kadın inanç aleminden uzakta tutulmasının ötekileştirici anlamı var. Bu sadece Alevilkle lgili değildir tüm dinler ve inançlarla ilgilidir. Kaynağı da yukarıda izah etmeye çalıştığım doğanın ve kadın doğasının yarattığı handikaptır. Alevilik bunun dışında değildir. Ancak Alevilerin sosyal yaşamda kadına verdikleri önem ve yerin kaynağı da Alevi algılarının kendi içeriğindendir;aklı esas alan, evrimi kabul eden, olguları içselliğiyle algılamaya çalışan bir öğreti olarak Alevilik kadına sosyal yaşamda nispeten daha açılımcı ve etkin bir özgürlük alanı tanımaktadır. Bir de unutmamak gerekir ki, tarihinin hiç bir kesitinde yaşadığı coğrafyada özgür olmayan bir toplumun, kovuşturmalar, kıyım ve yıkım altında hayatta kalmaktan başka bir şeyin düşünülmediği atmosferlerde yaşamasının sonuçları da bulunmaktadır.
Bütünsel olarak ele aldığımızda özgürlük haklarını kullanmadan hiç bir topluluğun yaşam karşısında ve kadın karşısında nasıl bir duruş sergileyeceğinin ayrıntılarını yargılayamayız derim.
"Her ne kadar varlığı bir kültürel zenginlik yaratsa da hayatın akışı karşısında tutunamayan birçok kültürel zenginlik tarih içinde kaybolup gitmiştir. Koca bir Firavunlar medeniyeti, bir Babil, bir Aztek, Osmanlı, Bizans medeniyeti şu an yoktur. Bu o kültürlerin süreci yakalamaması ve kendi iç dinamikleri ile kendi kendilerini hayata uyarlayamaması ile ilgili bir şeydir. Bu gün bu kültürleri yeniden, eski de olduğu biçimi ile tekrar yaratmaya çalışmak siyasi, sosyal gericilikten başka bir şey olmaz." Diyorsun
Çok güzel bir tespit. Oturmuş bir algı. Ancak Aztekler, Firavunlar, Bizanslar bir uygarlık olarak her uygarlığın doğup büyüyerek, yaşlanıp yok olarak gelişen sürece muhatap olması çok doğaldır. Tüm tarihi uygarlıkların yolu burdan geçer. Buna Emevi İslam iparatorluğunu da ekleyebiliriz. Ancak, siyasal iktidarları olan uygarlıklarla siyasi iktidarlar içinde yer alan kültürler arasında her zaman bire bir eşitlik kurmamak gerek. İslam tüm, İslam uygarlıklarından daha uzun yaşar, Hıristiyanlık da. Bunları birbirine karıştırmamak gerek. Aleviliğin siyasal iktidar kavcgası yoktur, fıkıh akılla ölçülür ve zamana bağla olarak değiştiği bir gerçektir (tersi söylense de, şeriatımız Kuran'dır dense de). Bu açıdan bir düşün, bir felsefe, bir sosyal yaşam algısı olarak Alevilik özgürlük koşullarında yaşama şansını koruyabileceği düşüncesindeyim. Ayrıca İnsana ait ve insani yaşama zarar vermeyen farklı renklerin algısının özgürce yaşayıp evrensel zenginliğe kendi orijinalitesinden katkı yapması önünde hiç bir ilerici devrimci engel oluşturamaz. Bu nedenle bu tür kültürlerin bir çırpıda yok olmayacağı düşüncesindeyim; insanlık kültür zenginliğine de katkı yaptıklarına inanıyorum.
Buna rağmen var sayalım ki binlerce yıl sonra bunların esamisi anılmayacak olsun, türleri yok olacağını, yayşamın ilerlemesine karşı sonun akadar duramaylacağını var sayalım. Bu duruşumuzu değiştirmemeli. İnsan önüne çıkan sorunların çözümüyle uğraşır. Bu gün önümze çıkan sorun farklılıkların özgürleşymesidir yok olması değildir. Nasıl olsa zayıflar güçlüler önünde hezimete uğrayacak doğadan silinecektir dersek, her türden mücadrelenin anlamı kalmaz; hiç bir kültür desteklenmez, çabalar boşuna kürek çekme çabaları olar. Evreni yaratan big bang ( büyük patlama), önceki evrenin kasılmsanının sonucu oluştuğuna ve bunun tekrar etme ihtimali olduğuna gore bir çaba içinde olmamızın da anlamı olmaz. Özgürlüğün sonuna kadar ve derinlemesine en geniş alanda ikame edilebilmesi için herkes özgün alanlarında bunu yaşama geçirmenin sorumluluğunu göstermelidir. Aleviler ve alevi devrdimciler bu gerçekle yüz yüze sınavdan geçecekler. Bu açıdan şu sözlerine kesinlikle katılıyorum "Lakin tarih olmak istemeyen her kültürün, ulusun, azınlığın, medeniyetin bu günden yapmakla yükümlü olduğu birçok şey vardır. Bu şeyler o kültürün tarihsel süreci yakalaması ve yön vermesi ile ilgili şeylerdir." Bunlar da sözkonusu kollektif kimliğin bir unsuru ve ilerici bir güç olarak devrimcilerin önemle yerine getirmesi gerken çabaların programı olamladır.
Ben bu yükümlülüğü sadece kültürel alanda da değil özgürlüğü ve demokrasiyi kapitalizme karşı en önemli insane hakkı olarak ve gelecek uygarlığın sac ayağı olarak görmemden dolayı ezilen ulusun ve ulusal azınlığın ulusal talepleri içinde geçerlhi görüyorum. Siz ise şunu belirtiyorsunuz: "Bana sorarsanız hayır. Bu iş solcuların işi değildir. Bu iş azınlığın kendi iç dinamiklerinin işidir. Böyle bir talebi olmayan azılığa bu talebi solcuların dayatması solcuları milliyetçilik girdabına sürüklemekten başka biri işe yazmaz."
Uzun uzun yazmayacağım. Sovyet deneyi bu gerçeği (Çarlık baskısı altında yer alan ezilen ulusların uluslaşma sürecini) atlayarak nasıl bir sonuca vardığını hepimiz biliyoruz; bu gün Kafkaslar'da süren etnik çatışmalara, özgürlük hareketleri olmaktan da çıkıp birer terör faliyeti haline dönüşmüştür.
Tarihsel bir süreç olarak yaşanması gereken uluslaşma sürecinin baskı veyasaklarla engellenmiş olması, bu toplumlarda ciddi kimlik bunalımı ve kaosları yaratmıştır. Bu sancılar kuşaklar boyu süren çatışmaların da ortamını beslemiştir. Bu tür haklı davaları teröre yönlendir de inkarcılıktır. Ötekileştirme, inkar ve tarihin en karanlık baskı dönemlerinde başarılmamış asimilasyonu kaçınılmaz olarak bu toplulukları en uç tepkilere götürmektedir. Bölge ve dünya barışını tehdit eden gelişmeler bu alanlardaki bataklıklarda, çıkmaz sokaklarda üremektedir. Bunun önüne geçmenin en kestirme yolu haklı özgürlük taleplerinin karşılanmasıdır.
Devrimciler, ilerici güçler, İnsanlık adına, barış ve adalet adına denge ve bir arada yaşama güvenliği adına bu hakları özgürlük taleplerini baştan itibaren, kayıtsız şartsız savunması gerek. Solculuk bundan yara almaz güç alır. Bu gericilik değil özgürlükçülüktür ve tarihin ilerlemesiyle uyumludur.
Özgürlükler sonuna kadar desteklenmeden sorunlar bitmez. İnsan haklarıyla ilgil olan herkesin, geleceği kurma endişesi taşıyan ve bunun yolunun özgürlüklerin eşitçe kazınılmasından geçtiğine inananların bu rdavalarda bir sorumluluğu bulunmaktadır; ülkemiz solunun kimyasını bozan milliyetçilik, şovenizme kadar derinleştiği bu koşullarda, farklılıkların özgürlükleri için mücadele daha anlamlı bir olmaktadır. Kıbrıs'ta 150 bin soydaş için 80 milyonluk ülkeyi esir eden milliyetçi akılların, 15 milyonluk Kürt halkının haklı taleplerine sırt dönmeye devam etmesi, mücadele edilmesi gereken bir milliyetçiliktir, şovenizmdir.
Milliyetçilik bir vebadır diye yazıp durdum. Ülkemizde topqlumsal sorunların, etnik ve inanç sorunlarının merkezinde bu hastalık bulunuyor. Milliyetçilik vebasıyla savaşılmadan, kalıcı olarak kazanılacak bir hak yoktur; kendi etnisitesinden, kendi inancından olmayanı ötekileştiren, dışlayan, inkar eden her zihniyete karşı özgürlükleri savunmak, devrimci duruştur, siz buna sosyalistçe duruştur deyin.
"Bu yapı; kapalı, edilgen, çağı yorumlamaktan uzak yapısından dolayı, çağı ve süreci yorumlayabilen aydınını yaratmakta da zorlanmıştır. Yarattığı aydınlar, hayatı, tarihi ve bu günü yorumlarken kendi birikimlerini, din bilinci ile (siz buna mitoloji bilinci de diyebilirsiniz) sınırlı tutmuş günün ihtiyacına cevap vermesi mümkün olmayan bir noktada her gün biraz daha egemen kültürlerin etkisiyle asilime olmuş ve olmaya devam etmektedir." Diyorsunuz.
Bu yaklaşımınıza katılmak mümkün değildir. İster Anadola Aleviliği ister Arap Aleviliği, kendi aydınlanmasını yaratma çabası, akıl almaz baskılara ve yasaklara, toplu kıyım ve yıkımlara maruz kadığını burada tekrar etmeye gerek yok sanırım. Buna rağmen Alevilik farklılıklarıyla aydınlanma mücadelesini terk etmemiştir. Bu gün ortaya çıkan ve Türkiye toplumsal sorunlarında, Kürt halkının özgürlük mücadelesi yanı sıra, en etkin siyasal gelişmeleri Alevi saflarda görmekteyiz.
Bu noktada Alevi aydınından değil Alevi aydınlanmasından söz etmek daha doğrudur. Aydınlanmayı bir inanca, bir sınıfa bağlamanın taşıdığı ciddi risklere de dikkat çekiyorum.
Her iki Alevilik, kökende önemli bir hat birliği sürecinden gelmiş olmalarına rağmen, biri (Anadolu Aleviliği) dil kırılması yüzünden (inanç metinlerinin Arapça olması) nedeniyle literatürsüz kalınmış, kuşaklar arası yazınsal bir bilgi aktarımı yapamamıştır). Diğeri (Arap Aleviler) ise dil yasakları ve asmilasyon etkisi altında var olan dev yazınsal birikimleriyle bağını kuramamıştır. Bu nedenle gelişmelere yeterli ve erken cevap veremesi gerçekleşmemiştir. Aydınlanması engellidir. Bu durum topluluğun, kendini yeniden yorumla, tefsir etme ve çağdaş bir algıyla ortaya koyması zorlaşmıştır; siyasal iktidarların her türden azınlık üzerine gösterdiği bu vahşi duruşa rağmen var olmak aydınlanmadan önce ele alınan bir sorundur. Buna rağmen bu azınlıklar kendi aydınlanmaları için azımsanmayacak bir çaba içindedir.
Aydınlanma bir düşünsel evrim ve birikimdir. Bunun için diyalog ve aktarım gereklidir. Her iki Alevilik bundan mahrum bırakılmıştır. Bunları sağlıklı biçimde algılamadan Aydınların rolünü sağlıklı olarak belirlemek mümkün değildir.
Uluslaşma sürecinin, egemen ulus açısından bile Jön Türkler ve ardıllarınca yükselmiş olması, ezilen ulus ve inançların aydınlanmasını da geciktiriyor. Bunu anlamak ve bunun önünü tıkayan gerici duruşları, siyasal iktidar yaptırımlarını aşmak ezilenlerle dayanışma halinde ve onlar adına mücadele etmek, demokrat olmanın önemli bir işaretidir. Devrimcilik bu yükümlülük altındadır. Bu görev hiç bir yönüyle bu çağda bir burjuva görev değildir. Tersine liberallerin aldatıcı özgürlük illizyonlarına karşıda bir mücadeledir.
SONUÇ
Özgürlük talebi olan tüm topluluklar için demokrasiyi savunmak, devrimci olmanın ilk şartıdır. Bunun için ne Alevi olmaya ne de işçi olmaya gerek yoktur. Aydınlanma bütünsel bir insan kültürüdür, tarihle uyumlu bir duruştur. Bunun için Alevi aydınları, işçi aydınları gibi söylemlerin yerine Aydın olma ve bunun çağdaş görevlerinden söz etmek gerek.
Aydınların görevi de demokrasi ve özgürlüğün ikamesi için açık, ikircimsiz tutum almaktır. Tarihin kasvetli süreçlerinden çıkıp bu güne kadar gelmiş her kültür, bundan sonra da yaşama şansı olan kültürdür; tarihi geçmiş değildir.
İnsanlık ailesinin bilgi dönüşümüne her kültürün bir katkısı olacaktır. Bunu sağlamak için mücadele etmek, çağın görevleri arasında en devrimci tutumudur. Bunun için devrimcilerin, etnik ve sınıfsal sınırları aşmış olmaları gerek. Aydınlanmayı bir sınıfa ya da bir inanca bağlı olarak görmek büyük bir handikaptır. Gericiliktir. İşçisınıfının aydını olmak kapitalizmde, "aydın" adı altında yaşamayı ebedileştirmektir; her cümlede devrimden söz etse de nesnel konumu budur. İnananç aydını olmakda tutuculuğun bir biçmidir. Aydın insanlık ailesine mensup olandır.
Küresel yeni uygarlığın önemli oranda ortaya çıkan verileri, küresel bir bilgi dönüşümüne, yeni bir aydınlanmanın yükselişine de işarettir. Yeni aydınlanma küresel bir aydınlanma olacaktır. Kapitalizmi yaratan ve belli bir coğrafi alanla ya da ulusla tanımlayan aydınlanma, evrensey ölçekte yeni bir aydınlanma tarafından yadsınacaktır. Bu yadsınma, kapitalizmi temel sınıflarıyla birlikte tarihin gerisine itecektir. Evrensel aydınlanma, insanlığı kapsayacak sonuçarı için en küçük kültür birikimlerinden en büyüğüne kadar katkı yapabilecek tüm değerlere açık olacaktır. Bu katkıda kimse ikinci sınıf değildir.
Yazınızı okudum. Ellerinize sağlık. İşlerimin yoğunluğu nedeniyle biraz geç cevap verndim.
Farklı yaklaşımlarımıza rağmen, olumlu dil ve akıl yürütmelerin dolayısıyla bir kez daha teşekkürlerimi iletirim.
Sonra,
Yazınızın cevabı, uzun zamandır yazdığım temel teorik yazılarda yer alıyor. Bunları okumanı rica edeceğim. Bu konuyla ilgili, görüşlerimi de yansıtan bir dizi yazı iletiyorum.
Önemli iki ayrıntı var; Arap Alevilik algınızı yeniden gözden geçirmenizi isteyeceğim. Alevilik Hasibi'nin önemli yazılarında yerli yerine oturuyor. 1100 yıl önceki yazılar felsefi açıdan çok önemli. Aydınlanma çağı (18.yy) söylemlerinin (aklın cesaretle kullanılması), 800 yıl önce dile geldiği veriler bulunuyor.
Aleviliği bütünsel değerlendirmek çok yerindedir. Bütünsel ele aldığımızda çok daha önemli doneler bulacağız. Bu eğilimin yaşama karşı direnişini eriyip yok olacak bir veri olarak göremeyeceğimizi belirtmeliyim.
Alevilikte, yeni yorum ve çağdaş sorunlara aynı zeminde verilecek yanıtları sadece şeyhlerden beklememek gerek, derim. Şeyhler, önemli aydınlanma gerçeklerini ve gerekçelerini sırtlarında taşıyıp bu güne getirdiler, bunu bu günün verileriyle, akıl diyalektiğinin harmanlamasıyla ortaya koymak bu topluluğun aydınlarına aittir; şeyhler, en azından ilkel milliyetçi ve bir o kadar metafizik yaklaşımların kökeninde yer alan Emevi yaklaşımından farklı duruşlarıyla bu güne geldiler. Akıl dediler, Mana dediler, maddenin özüne işaret ettiler. Ki, Mana ve Akıl olayı Yunan felsefesinden bu yana aydınlanmanın en önemli parametresidir. Şeyhlerin 1400 yıldır toplumlarını başarıyla Emevi gibi tehlikeli bir ilkellikten korumuş olmaları bile hanelerine yazılacak önemli bir tarihi duruş olarak yorumlanmalıdır. Bunları genişçe açacağım; en azından toplumu camilerin metafizik showlarından uzak tuttular, hatırlatmasını yapmakla yetineceğim.
"Siz buna felsefe diyorsunuz lakin Arap Alevileri sizin söylediklerinizi söylemiyor." bu noktada farklı söylemlerin olması normal, bizde kendi açımızdan söylenmesi gereken çağdaş söylemleri dile getirmeliyiz derim. Bu Alevilerin mozayik zenginliği olarak görülmeli ve derinleşmelidir derim.
Bu çabaları da sosyalizmin çöküşü, emperyalist küreselleşmenin baskın egemenliği karşısındaki son çırpınış olarak yorumlamanız ise biraz aceleye gelmiş gibi duruyor.
Bu noktada küreselleşmenin iki boyutu olduğunu dile getireceğim. Siz emperyalist siyasi küreselleşmeden söz ediyorsunuz. Oysa kapitalizmin doğasında küreselleşme yoktur. Buna dikkatinizi çekeceğim ki, sizinle tartışmamızın en önemli noktası tam da buradadır.
Bu diğer tüm konuları da açıklığa kavuşturacaktır. Bunları gönderdiğim yazılarda uzunca işledim, bir kaç satıra sığdırılamayacak yazılar.
Bilmenizi isterim, küreselleşmeden yanayım. Ama hangi küreselleşme?
İnsan aklının kollektif ürünü olan, bilim ve teknik devrimleri yapan ve bilgi çağına yönelen ve bunun sonucu insanlığı bir birine sınırsızca düz bir alan içinde bağlayıp nispi eşitlik ortamında bilgi dönüşümünü sağlayan ve dolayısıyla yeni bir uygarlığa yönelen, kapitalizmi tarihsel olarak aşıp, geri dönüşü olmayan devrimleri yaratan küreselleşmeden yanayım. (Bkz. Yazılarımda bunlar genişçe işlendi). Bu bir yeni üretim tarzıdır. Yabancılaşmanın devrimci dinamiğinde de kendini ifade eden bir gelişmedir.
Yabancılaşma, iş bölümü ile gelişen bir süreç (Engels), bilişim çağı bunu en derinlemesine ve en genişlemesine yaygınlaştırıyor. Daha çok yabancılaşma, daha çok devrim ve tüm insanlığın bilgi etkinliğiyle, üretim sürecine sınırsız katılımı demektir. Bilgi de yabancılaşıyor (olumlu anlamda) yani bilgi, onu bilen ve üretenin tekelinden çıkıyor, insanlığa iletişim ağları ve bilgi bankaları aracılığıyla en ucuz ve en hızlı şekilde ulaşıyor. Bu ise kapitalizme ait üretim tarzını zorluyor. Yeni uygarlık, feodalizmin bağrında kapitalizmin doğuşu ve gelişmesi gibi, kapitalizmin bağrında ve onun kanatları altında gelişiyor onu yadsıyacak gerçek yeni toplumsal üretim ilişkisi oluşturuyor.Tarihin bu anlamda toplumsal devrimleri, Marks'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözünde dile getirdiği verilere yöneliyor; olgunluğunun belli bir aşamasında, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çatışması esprisi...
(Bunları ayrıntılarıyla size ilettiğim yazılardan da takip ederseniz, tartışmamız daha kısa ve etkince sürebilir.)
Emperyalist küreselleşme bu değildir. Onlar yıkılmaya mahkum üretici güçleri dizginleyen sistemlerine pazar açmak için; talan, savaş, gasp, işgal, askeri baskı, ekonomik baskı vb. siyasetlerini daha çok küreselleştiriyorlar. Globalizm bu anlamıyla emperyalistlerin kapitalist sistemi tarihe karşı, küresel üretim ilişkisine karşı koruma savaşı olarak görmek yanlış değildir; bu anlamda küreselleşme karşıtı olmak doğru bir devrimci tutumdur. Siz de bu gerçeği şu cümlelerinizle iyi ifade etmişsiniz. "Küreselleşme denilen ve özünde uluslararası finans kapitalin bütün dünyayı kendi için serbest bir Pazar konumuna dönüştürme çabasından başka bir şey olmayan asıl adının Emperyalizm olduğu tartışma götürmez olgu, dünyaya kendi Pazar kurallarını dayatırken kaçınılmaz olarak kendi kültürünü de dayatmaktadır"
Bu da küreselleşmedir, ama farklı bir küreselleşmedir. Siyasi, askeri bir dayatmadır ve amacı eski üretim sistemini korumak onu ekonomik gerekleri için Pazar ve nufus alanlarını ele geçirmedir.
İki küreselleşme algılanmadan çağı ve çağın devrimciliğini ve bundan kaynaklanan görevlerimizi kavramanını mümkünü yoktur,
Bu noktadan işçi sınıfı ve devrim, sınıf mücadelesi ve devrim olayına bakarsanız farklı bir şey bulacaksınız. Bunu yazılarımda uzunca anlattım.
Konumuza dönelim,
Benim anladığım küreselleşme ise Aleviliğe çok geniş bir alan açıyor. Bir saatin onlarca irili ufaklı dişlilerle çalışması gibi, her dişli olmazsa olmaz bir veri olarak saati çalıştırıyor. Gerçekçi yeni bir üretim tarzı olarak, yeni bir uygarlık adımı olarak küreselleşme, daha çok özgürlük ve daha çok demokrasi üzerine inşa oluyor. Bu da Alevilik gibi, siyasi iktidar kavga yönelimi olmayan kültürel dokulara çok etkin yaşama şansı sunuyor. İnsan bilgi birikimlerine bu zeminden yapılacak katkı az olmayacaktır. Bunları sık sık yazıyor dile getiriyorum.
Bunun için Alevilik, şeyhlerine bırakılmayacak kadar önemli, insan merkezli, akıl yönelimli parametrelere sahip olması dolaysıyla etkin olma şansına sahiptir, diyorum. Bununla da Aleviliği şeyhlerin söyleminin sınırlarında tutmuyorum. Sizinle ayrıldığımız nokta, tam burada bir fay hattına dönüşüyor.
Daha sakince ve birlikte düşünürsek, kendi yerelimizden insanlığa katacağımız çok şeyin olduğunu bulmakta da zorlanmayacağız (bunları yazı mübadelelerimiz süreci içinde tek tek aktaracağım).
Yazınızda dile getirdiğiniz tüm kaygılları tek tek cevaplandıracağım (kadına bakış, çağdaşlık olgusu, siyasete yaklaşım, iktidarlara yaklaşım, sosyal önermeleri, kültürel önermeleriyle ilgili siyasal-toplumsal bileşkeleri vb). Bunları kısa bir süre sonra ele alıp size ileteceğim.
Değerli Diyap,
Kapitalizmi doğru kavramamız gerek. 19. yy kapitalizm değerlendirmelerinin öncüleri bazı siyasal sonuçlara vardılar. 20. yy'da bu siyasal veriler daha da derinleştirildi. Bence ekonomik çözümlemelerin hak ettiği, ayakları yere basan siyasal yorum yapılamadı. Yapılan siyasal yorumlar, derbecilikten başka bir şey değildi (yazılarımda bunu işledim; bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle toplumsal mülkiyet ilan edenler tarihsel devrim, yeni bir uygarlık, yeni bir toplumsal ilişki sürecine girileceğini sandılar. Bunu Marks çok iyi anlatır, ama Marksistlerin vardığı siyasal sonuçlar bunu kavramakta yetersiz kaldı. Bundan dolayı geri dönüşü olmayan, tarihsel ilerleme olması gereken yeni uygarlık ya da yeni toplumsal üretim ilişkisi, yine bir gece ansızın, bir siyasal kararnameyle gerisin geriye döndü.)
İşçi sınıfı kapitalizmin temel bir sınıfıdır. Onunla var olur onunla yok olur. Kültürü de, siyaseti de bununla sınırlıdır. Kimse kimseyi yanlışa götürmesin, tarihte, eski sistemin hiç bir sınıfı, yeni sistemi kurmadı kuramazda. Bu doğanın ve aklın yasalarına aykırıdır. Eski, mensup olduğu onu var eden koşullarla birlikte söner gider. İşçi sınıfının geleceği de bu zemindedir. Ayrıca, fabrikanın çitleri dışına çıkan işçi, artık işçi sınıfının bir parçası bile değil; mahallesinden, okulundan, komşusundan din ve mezhebinden, tarihten, gelenekten kazandığı bilinçle halkın bir unsurudur. Yer yüzünün hiç bir teorisi, propagandası verili gerçekliğin zeminini aşacak bir bilinci, hiç bir yere taşıyamaz. Fabrikada üretim sürecinin olmazsa olmaz bir unsuru olarak işçi, son tahlilde kendine ait sistemi, işini kaybetmeme adına, kültürel aidiyetliği gereği savunma noktasından öteye geçemez; zaman zaman ortaya çıkan ve kanlı çatışmalarla dile gelen sınıf mücadelesi ise, sistemin sınırlarını aşamaz.
İşçi sınıfı bir iş gücü potansiyelidir. İş gücü esprisi; hammadde+makineler+iş gücü= meta denklemi kapitalist sistemin temel verisidir, ulusal sınırlar, yerel sınırlar, coğrafi merkezler kapitalizmin doğasındadır. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması espirisidir bu. Küreselleşme kapitalizmin bu doğasına aykırıdır.
Bunun için emperyalizim insani olmayan siyasetini küreselleştiriyor. Üretim tarzını değil; çok ince bir ayrım, farklı mekanlarda üretim yapmak küresel üretim değildir. Küresel üretim, hammadde+işgücü+ makineler=meta sisteminden farklıdır. Küresel üretim tarzı bilgi çağının özelliklerini taşır; sanal üretimle başlar, bilgi bu sürecin temel ham maddesi ve gücüdür. Bu tarzda üretim, soyuttan somut üretime geçerek bir ürün oluşturur. Unutmamak gerekir ki insanlık tarihi bir üretim tarihidir. Sonuçta her zaman bir ürün ortaya çıkar ama bunun hangi üretim biçmiyle gerçekleştiği önemlidir, üretim tarzlarını birbirinden ayıran da budur; zanaatçı da "emek aletleri"yle ürün üretir. Kapitalizm de ürün üretir ama iş gücü unsuru devreye girer, makinalaşan eletlerle bunu başarır.. Küresel üretimde bilgi, elektronik iletişim ağlarıyla sanal üretim yapar ve bu kanalla ürünü ürütmeye yönelir. Bu gün sanal olarak üretilmemiş ve sanal olarak denenip sonucu alınmamış bir ürün, çağdaş bir ürün olarak gösterilemez. Dev bir bina, deprep, hava basıncı, kaza, darbe, gibi binlerce testes anal ortamda tutularak inşa edilir. Üretim bu yönüyle güvenli hale gelir. İnternet iletişiminin PTT'ye karşı giriştiği tarihsel devrim yeni üretim tarzının iletişimini tanımlıyor; bu tekelci kapitalistlerin koltukları altında gelişse de kapitalist sistemin iletişiminden bir çıkıştır.
Burada uzunca anlatmayacağım, yazılarımda da var. En eski üretim, kullanım değeri üzerine kuruludur, kapitalizmde ise değişim değeri öne çıkar, kullanım değeriyle birlikte. Küresel üretimde yoğun olarak değişim değeri öne çıkar ve evrensel ölçekte değişim değeri olmayan bir ürün artık kullanılabilir bir ürün olmaz. Bu ise daha hızlı ilerleyen ve daha çok yabancılaşan bir dünya demektir. Yabancılaşma işbölümünün ürünüdür (Engels), Küresel üretim biçminde evrensel ölçekte genişlemesine ve derinlmiğine bir iş bölümü oluşacaktır yabancılaşma varabileceği en yoğun hala gelecektir: bud a yabancılaşmanın önemli bir devrimci dinamik olduğunu gösterir. "Yabancılaşmanın Devrimci Dinamiği" diye bir yazımı birlikte iletiyorum, farklı bir bakış...
Bu noktadan sınıf mücadelesini ele alırsak, bu mücadele tarihinin sınırlarını da açıkça görmüş oluruz. Sınıf mücadelesi, sistemin gergin dengelerini uyumlaştırmak üzere var olmuştur ve sisteme aittir, sistemden çıkış için yalnızca özgürleştirici etkilerle, demokratik kazanımlara katkı yapar. Ama, sınırı buradadır; bu noktada siyasal partilerin devrimci girişkenliğinin bu süreci farklı yerlere götürmesinin kalıcı bir yanı yoktur. Zemini olmayan girişimler ise tarihte hep sonuçsuz kalmıştır; Şeyh Bedreddin'den Sovyetlere, Doğu Avrupa'ya hep öyle olmuştur. Aksini bilimsel olarak iddia etmek mümkün değil. Köleci sistemde Spartaküs Roma kapıları önünde şaşkınca diz çöktü, Münzer Avrupa feodal krallarının tahtları önünde bu nedenle diz çöktü. İşçi sınıfı da doğal olarak sarı sendikacılığı aşamadı. Aşamaz da. Unutmamak gerek ki, tarihin en büyük aydınlarının yönettiği Komünist hareketlerin sonunda gelip dayandığı yer, sistemin içinde bir alan açma olayından ibaret olmuştur. 70 yıl sonra Sovyetlerin gelip dayandığı yer, yeni bir uygarlık değildi. Çöküşe iradevi yanlışlardan dolayı bir gerekçe bulmak ise, bu hareketi yöneten dev akılları, bilgeleri küçümsemektir (yazılarda bunları da bulacaksınız).
Demem o ki,
Dünyayı materyalist felsefeyle yorumlayarak farklı siyasal sonuçlara ulaşılabilir. Tarih okumalarımızı bu açıdan yeniden gözden geçirirken "sapma içindeyiz" gibi anlamsız kaygılar taşımamalıyız.
74-80 döneminde takılı kalan sol yaklaşımın bu gün için geçerli tek bir verisi yoktur. Solun milliyetçileşmesinin altında da bu kaos yatıyor. Bu gün için sağcı-solcu gibi Fransız devrimi bölümlemeleri çok geride kaldı diyeceğim. Bilgi çağında farklı veriler oluştu, farklı standartlar geldi, geliyor diyeceğim.
Bu nedenle Aleviliği bütünsel olarak ele almak yönünde yaptığınız işarete, ben de kapitalizmi bütünsel kavrayarak, bir işçiye değil, işçi sınıfına bakmalıyız, kapitalist sistemi tüm yönleriyle ele almalıyız diyeceğim.
Aleviliğin, bu sürecin (küresel üretime götüren evrensel özgürleşme ve demokratikleşme sürecinin) derinlemesine ve genişlemesine yaygınlaşması noktasında daha anlamlı bir yere oturacağı görüşündeyim. Bu da benim demokrasi algılarımla uyumlu bir veridir. Zira, bana göre demokrasi, liberal uydurmacaların kapitalizme atfettikleri bir aşı olmanın çok ötesinde, tarihsel ilerlemenin olmazsa olmazı, bilgi çağının gereği olarak ele alınmalıdır. Kapitalizm, ne liberallerin yalanı ne de başka bir gücün itimiyle demokrasi sunabilir. Bu günkü doğasına en aykırı şey özgürlük ve demokrasidir. O feodalizme karşı, savaşta tüm ulusu arkasına almak üzere ortaya attığı bir siyasal duruştu, geçmişinde kalmış zorunlu bir veriydi. Bu gün ise yeni uygarlığın, küreselleşme, özgürlük ve demokrasiye ihtiyacı vardır. Emperyalist küreselleşme ise, boyunduruğa, teslimiyete, uşaklığa muhtaçtır. Tarih tas tamam böyle ilerliyor. Bu nedenle demokrasi ve özgürlük, bir burjuva demokratik çaba olmanın çok ötesindedir.
Özgürlük ve demokrasi, tarihsel devrimin bir aracıdır, bunun için de bizler, Alevilerin olduğu kadar toplumsal her ayrı varlığın özgürlük ve demokrasi isteklerini savunma yükümlülüğü ve sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Bunu tarihte yaşama şansı olup olmama noktasında değil, ilkesel ve devrimci bir tutum olarak algılamalıyız derim. Alevilik açısından ise bu sorumluluk, Alevi felsefesinin derinliğinde yer alan aklı özgürleştirici verilerin küresel ölçekte açığa çıkması için de yapılmalıdır.
"Dünyadaki durum bu iken, yerel planda yüzyıllaradır mevcut egemen Sünni ve Türk kültürü karşısında ezilmiş Nusayrilik te kendini daha direngen ve canlı tutma çabasına girme ihtiyacı duymaktadır. " Diyorsunuz. Özgürleşmeyi bu anlamda bir dış etkene bağlamak bence doğru değil. Öyle olsaydı, belirgin ve kararlı bir topluluk olarak ayakta kalmayan bir çok mezhepçik gibi, Arap Aleviliğinin de yok olması gerekirdi ya da silik bir durumda kalması gerekirdi. Oysa 1400 yıldır bilinen en kararlı batini topluluk olarak, öğretisiyle bu güne gelmiştir. Emevilere, Abbasilere ve sonraki bil cümle egemenlere direnmiş, ağır katliamlardan geçmiş, ancak var oluşunun dinamiğiyle yaşamaya devam etmiştir. Aleviliğin iç dinamikleri, bulunduğu mekanla oluşturduğu uyum (çöllerin katı kurallarının dışına çıkıp Emevi şeriatının katı kurallarını, Yunan aklıcılığıyla uyumlaştırarak) bütün içindeki farklılığını da kurumlaştırmıştır. Bu yanıyla "direngen ve canlı tutma çabası" dış baskılarla karşı direnişiyle ortaya çıkmış gibi olsa da iç dinamiklerinin eseredir diyeceğim. Bu da farklılığının önemli belirtilerinden biridir.
1400 yıl içinde devletler, imparatorluklar, sistemler çöküp gitti ancak bu kararlı yapı batiniliğine rağmen kendini bu güne kadar koruyabildi. Bunun tek bir anlamı var o da iç dinamiğinin yeterliliğidir; Arap aleviliği literatür sahibi bir inançtır. Yazım ve diyaloglarla da gelişmiş, kısır olanaklara rağmen buna devam eden bir inançtır.
Materyalist algılarımızla bu inanca yaklaşımımız arasındaki bağın en önemli unsuru, Arap Aleviliğinin siyasal iktidar gibi bir yöneliminin olmamasıdır. İddialara rağmen Arap Alevi inancı fıkıhsızdır. Fıkıh (islam hukuku) şeriatın koruyucusudur. Bunun için tüm İslam mezhepleri kendi şeriatlarını, fıkıhlarıyla korumak için bir iktidar gücüne ihtiyaç duyarlar. Hz. Muhammed'den bu yana durum budur. Tüm İslam mezheplerinin kavgası, siyasal iktidarı ele geçirmi kavgasıdır. Ancak Alevilerin böylesi bir derdi yoktur. Arap ve Anadolu Aleviliğinde inan sosyal yaşamın zeminidir, siyasal iktidarın değil.
Alevilerin her yerde ve her etnik yapadan olanlarıyla dünyayı, insanı ve toplumsal ilişkileri kavrama yönelimleri çok farklıdır; evrimcidirler, aklın tarih içindeki evrimci sürecine inanırlar, insan merkezlidirler, davaları Manayı kavramaktı, yaşamı ilgilendiren her şeyin manasını (özünü) bilince çıkartmaktır. Aradıkları özgürlükte tam bu noktadadır, düşünce özgürlüğüdür.
Bu nedenle, topluluğun kollektif kimliği dışında kalan demokratların, Alevi özgürlüğünden yana tutum alması bir sorumluluktur. Aydın olmanın, bir sınıfı yada bir inanca bağlı olarak ele alınmamasının bu açıdan anlamı açıktır.
Siz de "sol demokrasi anlayışı gereği ezilenin, dışlananın yanında yer almakla mükelleftir" Diye belirtimşsınız.
Benim vurgum bir adım daha ilerde bir vurgudur. Aleviliği yakından tanıyan, kendi kimliğimin oluşmasındaki etkilerini bilen biri olarak ve onun bir parçası olarak bu tutumun alınması gerektiği üzerinde duruyorum; kanaatlerim o yöndedir ki, demokrasi ve özgürlük en etkin şekilde toplumun tüm var oluşlarına yansıyabildiği oranda, gelecek daha adil ve daha eşit dengeler kazanacaktır. Olayı sadece basit bir özgürlük noktasından değil, gelecek toplumun kuruluş parametreleri açısından ele aldığımı izah etmeye çalışıyorum. Bunu yukarıda da aktardım, dosyadaki yazılarda da uzunca işledim (küreselleşme algılarımla ilgili yazılar)
Alevilerle ilgili kadın konusundakı kaygılarınıza gelince. Bence bu konuda da farklı düşünüyoruz.
Sol'un kadın konusundaki algıları kadını aldatan algılardır. Gerçekte "emekçi kadın" yoktur. Bence Sol kadını aldatıyor. Kadın için gerçekçi bir özgürlük çabası içinde de değildir.
"Emeğin özgürlüğü", "sosyalizm" algıları ve devrime bakış açılarıyla sol artık bir mevtadır. Kapitalizm madalyonunun diğer yüzü olarak söylemlerini kurgulamış bir solun, kadın konusunda gerçek bir özgürlük savunusu içinde olması düşünülemez.
Kadın, doğayı ve kendi doğasını eğitme, erkek cinsiyle eşitlenene kadar soyal-siyasal açıdan erkekten de fazla haklara sahip olmalıdır diyorum; 9 ay süren hamilelik süreci içinde, sonra çocukları yetiştiriken, ay başı durumları ve menopoz halleri içinde kıvranışları sürereken, erkeğin yaptığı tarihsel atakların oluşturduğu toplumlarda ikinci sınıfa düşmesinin aşılması gerek.
Sol bunu önermiyor, sol "emek eşitliği" diye, tartışma götürür bir söylemle kadını bir kez daha, bin kez daha aldatıyor.
İnsanlık türünün kadın cinsi vardır. Ve bu cins doğasından dolayı olduğu kadar bu doğanın toplumda onu sıkıştırdığı yerden dolayı da ezilmektedir. Bunun için kadın doğayı ve kendi doğasını eğitmekle karşı karşıyadır. Erkek cinsinin bu yönde hiç bir önerisi yok. Sol ise bununla ilgili değildir. Bu yüzden, sol kadını ütopik söylemlerle aldatarak ikna ettiği ölçüde, kadın da kendini aldatmış demektir.
Bilgi çağının, bilimsel ve teknik devrimlerin özgürleştirici etkisi, kadın cinsinin tarihsel özgürleşmesini sağlayacak önemli kazanımları da birlikte getirecektir. Bu açıdan kadın sorununa farklı bakıyorum. (Bu konuda uzun uzun yazılarım var bunları bu iletide göndermiyorum.)
Tam bu noktada Alevilikte kadın üzerinde şunlar söylenebilir. Evet, Alevilikte kadın inanç aleminden uzakta tutulmasının ötekileştirici anlamı var. Bu sadece Alevilkle lgili değildir tüm dinler ve inançlarla ilgilidir. Kaynağı da yukarıda izah etmeye çalıştığım doğanın ve kadın doğasının yarattığı handikaptır. Alevilik bunun dışında değildir. Ancak Alevilerin sosyal yaşamda kadına verdikleri önem ve yerin kaynağı da Alevi algılarının kendi içeriğindendir;aklı esas alan, evrimi kabul eden, olguları içselliğiyle algılamaya çalışan bir öğreti olarak Alevilik kadına sosyal yaşamda nispeten daha açılımcı ve etkin bir özgürlük alanı tanımaktadır. Bir de unutmamak gerekir ki, tarihinin hiç bir kesitinde yaşadığı coğrafyada özgür olmayan bir toplumun, kovuşturmalar, kıyım ve yıkım altında hayatta kalmaktan başka bir şeyin düşünülmediği atmosferlerde yaşamasının sonuçları da bulunmaktadır.
Bütünsel olarak ele aldığımızda özgürlük haklarını kullanmadan hiç bir topluluğun yaşam karşısında ve kadın karşısında nasıl bir duruş sergileyeceğinin ayrıntılarını yargılayamayız derim.
"Her ne kadar varlığı bir kültürel zenginlik yaratsa da hayatın akışı karşısında tutunamayan birçok kültürel zenginlik tarih içinde kaybolup gitmiştir. Koca bir Firavunlar medeniyeti, bir Babil, bir Aztek, Osmanlı, Bizans medeniyeti şu an yoktur. Bu o kültürlerin süreci yakalamaması ve kendi iç dinamikleri ile kendi kendilerini hayata uyarlayamaması ile ilgili bir şeydir. Bu gün bu kültürleri yeniden, eski de olduğu biçimi ile tekrar yaratmaya çalışmak siyasi, sosyal gericilikten başka bir şey olmaz." Diyorsun
Çok güzel bir tespit. Oturmuş bir algı. Ancak Aztekler, Firavunlar, Bizanslar bir uygarlık olarak her uygarlığın doğup büyüyerek, yaşlanıp yok olarak gelişen sürece muhatap olması çok doğaldır. Tüm tarihi uygarlıkların yolu burdan geçer. Buna Emevi İslam iparatorluğunu da ekleyebiliriz. Ancak, siyasal iktidarları olan uygarlıklarla siyasi iktidarlar içinde yer alan kültürler arasında her zaman bire bir eşitlik kurmamak gerek. İslam tüm, İslam uygarlıklarından daha uzun yaşar, Hıristiyanlık da. Bunları birbirine karıştırmamak gerek. Aleviliğin siyasal iktidar kavcgası yoktur, fıkıh akılla ölçülür ve zamana bağla olarak değiştiği bir gerçektir (tersi söylense de, şeriatımız Kuran'dır dense de). Bu açıdan bir düşün, bir felsefe, bir sosyal yaşam algısı olarak Alevilik özgürlük koşullarında yaşama şansını koruyabileceği düşüncesindeyim. Ayrıca İnsana ait ve insani yaşama zarar vermeyen farklı renklerin algısının özgürce yaşayıp evrensel zenginliğe kendi orijinalitesinden katkı yapması önünde hiç bir ilerici devrimci engel oluşturamaz. Bu nedenle bu tür kültürlerin bir çırpıda yok olmayacağı düşüncesindeyim; insanlık kültür zenginliğine de katkı yaptıklarına inanıyorum.
Buna rağmen var sayalım ki binlerce yıl sonra bunların esamisi anılmayacak olsun, türleri yok olacağını, yayşamın ilerlemesine karşı sonun akadar duramaylacağını var sayalım. Bu duruşumuzu değiştirmemeli. İnsan önüne çıkan sorunların çözümüyle uğraşır. Bu gün önümze çıkan sorun farklılıkların özgürleşymesidir yok olması değildir. Nasıl olsa zayıflar güçlüler önünde hezimete uğrayacak doğadan silinecektir dersek, her türden mücadrelenin anlamı kalmaz; hiç bir kültür desteklenmez, çabalar boşuna kürek çekme çabaları olar. Evreni yaratan big bang ( büyük patlama), önceki evrenin kasılmsanının sonucu oluştuğuna ve bunun tekrar etme ihtimali olduğuna gore bir çaba içinde olmamızın da anlamı olmaz. Özgürlüğün sonuna kadar ve derinlemesine en geniş alanda ikame edilebilmesi için herkes özgün alanlarında bunu yaşama geçirmenin sorumluluğunu göstermelidir. Aleviler ve alevi devrdimciler bu gerçekle yüz yüze sınavdan geçecekler. Bu açıdan şu sözlerine kesinlikle katılıyorum "Lakin tarih olmak istemeyen her kültürün, ulusun, azınlığın, medeniyetin bu günden yapmakla yükümlü olduğu birçok şey vardır. Bu şeyler o kültürün tarihsel süreci yakalaması ve yön vermesi ile ilgili şeylerdir." Bunlar da sözkonusu kollektif kimliğin bir unsuru ve ilerici bir güç olarak devrimcilerin önemle yerine getirmesi gerken çabaların programı olamladır.
Ben bu yükümlülüğü sadece kültürel alanda da değil özgürlüğü ve demokrasiyi kapitalizme karşı en önemli insane hakkı olarak ve gelecek uygarlığın sac ayağı olarak görmemden dolayı ezilen ulusun ve ulusal azınlığın ulusal talepleri içinde geçerlhi görüyorum. Siz ise şunu belirtiyorsunuz: "Bana sorarsanız hayır. Bu iş solcuların işi değildir. Bu iş azınlığın kendi iç dinamiklerinin işidir. Böyle bir talebi olmayan azılığa bu talebi solcuların dayatması solcuları milliyetçilik girdabına sürüklemekten başka biri işe yazmaz."
Uzun uzun yazmayacağım. Sovyet deneyi bu gerçeği (Çarlık baskısı altında yer alan ezilen ulusların uluslaşma sürecini) atlayarak nasıl bir sonuca vardığını hepimiz biliyoruz; bu gün Kafkaslar'da süren etnik çatışmalara, özgürlük hareketleri olmaktan da çıkıp birer terör faliyeti haline dönüşmüştür.
Tarihsel bir süreç olarak yaşanması gereken uluslaşma sürecinin baskı veyasaklarla engellenmiş olması, bu toplumlarda ciddi kimlik bunalımı ve kaosları yaratmıştır. Bu sancılar kuşaklar boyu süren çatışmaların da ortamını beslemiştir. Bu tür haklı davaları teröre yönlendir de inkarcılıktır. Ötekileştirme, inkar ve tarihin en karanlık baskı dönemlerinde başarılmamış asimilasyonu kaçınılmaz olarak bu toplulukları en uç tepkilere götürmektedir. Bölge ve dünya barışını tehdit eden gelişmeler bu alanlardaki bataklıklarda, çıkmaz sokaklarda üremektedir. Bunun önüne geçmenin en kestirme yolu haklı özgürlük taleplerinin karşılanmasıdır.
Devrimciler, ilerici güçler, İnsanlık adına, barış ve adalet adına denge ve bir arada yaşama güvenliği adına bu hakları özgürlük taleplerini baştan itibaren, kayıtsız şartsız savunması gerek. Solculuk bundan yara almaz güç alır. Bu gericilik değil özgürlükçülüktür ve tarihin ilerlemesiyle uyumludur.
Özgürlükler sonuna kadar desteklenmeden sorunlar bitmez. İnsan haklarıyla ilgil olan herkesin, geleceği kurma endişesi taşıyan ve bunun yolunun özgürlüklerin eşitçe kazınılmasından geçtiğine inananların bu rdavalarda bir sorumluluğu bulunmaktadır; ülkemiz solunun kimyasını bozan milliyetçilik, şovenizme kadar derinleştiği bu koşullarda, farklılıkların özgürlükleri için mücadele daha anlamlı bir olmaktadır. Kıbrıs'ta 150 bin soydaş için 80 milyonluk ülkeyi esir eden milliyetçi akılların, 15 milyonluk Kürt halkının haklı taleplerine sırt dönmeye devam etmesi, mücadele edilmesi gereken bir milliyetçiliktir, şovenizmdir.
Milliyetçilik bir vebadır diye yazıp durdum. Ülkemizde topqlumsal sorunların, etnik ve inanç sorunlarının merkezinde bu hastalık bulunuyor. Milliyetçilik vebasıyla savaşılmadan, kalıcı olarak kazanılacak bir hak yoktur; kendi etnisitesinden, kendi inancından olmayanı ötekileştiren, dışlayan, inkar eden her zihniyete karşı özgürlükleri savunmak, devrimci duruştur, siz buna sosyalistçe duruştur deyin.
"Bu yapı; kapalı, edilgen, çağı yorumlamaktan uzak yapısından dolayı, çağı ve süreci yorumlayabilen aydınını yaratmakta da zorlanmıştır. Yarattığı aydınlar, hayatı, tarihi ve bu günü yorumlarken kendi birikimlerini, din bilinci ile (siz buna mitoloji bilinci de diyebilirsiniz) sınırlı tutmuş günün ihtiyacına cevap vermesi mümkün olmayan bir noktada her gün biraz daha egemen kültürlerin etkisiyle asilime olmuş ve olmaya devam etmektedir." Diyorsunuz.
Bu yaklaşımınıza katılmak mümkün değildir. İster Anadola Aleviliği ister Arap Aleviliği, kendi aydınlanmasını yaratma çabası, akıl almaz baskılara ve yasaklara, toplu kıyım ve yıkımlara maruz kadığını burada tekrar etmeye gerek yok sanırım. Buna rağmen Alevilik farklılıklarıyla aydınlanma mücadelesini terk etmemiştir. Bu gün ortaya çıkan ve Türkiye toplumsal sorunlarında, Kürt halkının özgürlük mücadelesi yanı sıra, en etkin siyasal gelişmeleri Alevi saflarda görmekteyiz.
Bu noktada Alevi aydınından değil Alevi aydınlanmasından söz etmek daha doğrudur. Aydınlanmayı bir inanca, bir sınıfa bağlamanın taşıdığı ciddi risklere de dikkat çekiyorum.
Her iki Alevilik, kökende önemli bir hat birliği sürecinden gelmiş olmalarına rağmen, biri (Anadolu Aleviliği) dil kırılması yüzünden (inanç metinlerinin Arapça olması) nedeniyle literatürsüz kalınmış, kuşaklar arası yazınsal bir bilgi aktarımı yapamamıştır). Diğeri (Arap Aleviler) ise dil yasakları ve asmilasyon etkisi altında var olan dev yazınsal birikimleriyle bağını kuramamıştır. Bu nedenle gelişmelere yeterli ve erken cevap veremesi gerçekleşmemiştir. Aydınlanması engellidir. Bu durum topluluğun, kendini yeniden yorumla, tefsir etme ve çağdaş bir algıyla ortaya koyması zorlaşmıştır; siyasal iktidarların her türden azınlık üzerine gösterdiği bu vahşi duruşa rağmen var olmak aydınlanmadan önce ele alınan bir sorundur. Buna rağmen bu azınlıklar kendi aydınlanmaları için azımsanmayacak bir çaba içindedir.
Aydınlanma bir düşünsel evrim ve birikimdir. Bunun için diyalog ve aktarım gereklidir. Her iki Alevilik bundan mahrum bırakılmıştır. Bunları sağlıklı biçimde algılamadan Aydınların rolünü sağlıklı olarak belirlemek mümkün değildir.
Uluslaşma sürecinin, egemen ulus açısından bile Jön Türkler ve ardıllarınca yükselmiş olması, ezilen ulus ve inançların aydınlanmasını da geciktiriyor. Bunu anlamak ve bunun önünü tıkayan gerici duruşları, siyasal iktidar yaptırımlarını aşmak ezilenlerle dayanışma halinde ve onlar adına mücadele etmek, demokrat olmanın önemli bir işaretidir. Devrimcilik bu yükümlülük altındadır. Bu görev hiç bir yönüyle bu çağda bir burjuva görev değildir. Tersine liberallerin aldatıcı özgürlük illizyonlarına karşıda bir mücadeledir.
SONUÇ
Özgürlük talebi olan tüm topluluklar için demokrasiyi savunmak, devrimci olmanın ilk şartıdır. Bunun için ne Alevi olmaya ne de işçi olmaya gerek yoktur. Aydınlanma bütünsel bir insan kültürüdür, tarihle uyumlu bir duruştur. Bunun için Alevi aydınları, işçi aydınları gibi söylemlerin yerine Aydın olma ve bunun çağdaş görevlerinden söz etmek gerek.
Aydınların görevi de demokrasi ve özgürlüğün ikamesi için açık, ikircimsiz tutum almaktır. Tarihin kasvetli süreçlerinden çıkıp bu güne kadar gelmiş her kültür, bundan sonra da yaşama şansı olan kültürdür; tarihi geçmiş değildir.
İnsanlık ailesinin bilgi dönüşümüne her kültürün bir katkısı olacaktır. Bunu sağlamak için mücadele etmek, çağın görevleri arasında en devrimci tutumudur. Bunun için devrimcilerin, etnik ve sınıfsal sınırları aşmış olmaları gerek. Aydınlanmayı bir sınıfa ya da bir inanca bağlı olarak görmek büyük bir handikaptır. Gericiliktir. İşçisınıfının aydını olmak kapitalizmde, "aydın" adı altında yaşamayı ebedileştirmektir; her cümlede devrimden söz etse de nesnel konumu budur. İnananç aydını olmakda tutuculuğun bir biçmidir. Aydın insanlık ailesine mensup olandır.
Küresel yeni uygarlığın önemli oranda ortaya çıkan verileri, küresel bir bilgi dönüşümüne, yeni bir aydınlanmanın yükselişine de işarettir. Yeni aydınlanma küresel bir aydınlanma olacaktır. Kapitalizmi yaratan ve belli bir coğrafi alanla ya da ulusla tanımlayan aydınlanma, evrensey ölçekte yeni bir aydınlanma tarafından yadsınacaktır. Bu yadsınma, kapitalizmi temel sınıflarıyla birlikte tarihin gerisine itecektir. Evrensel aydınlanma, insanlığı kapsayacak sonuçarı için en küçük kültür birikimlerinden en büyüğüne kadar katkı yapabilecek tüm değerlere açık olacaktır. Bu katkıda kimse ikinci sınıf değildir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder