HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

10 Nisan 2010 Cumartesi

AYDINOLMANIN YÜKÜMLÜLÜĞÜ

Değerli Salim Diyap,


Yazınızı okudum. Ellerinize sağlık. İşlerimin yoğunluğu nedeniyle biraz geç cevap verndim.

Farklı yaklaşımlarımıza rağmen, olumlu dil ve akıl yürütmelerin dolayısıyla bir kez daha teşekkürlerimi iletirim.

Sonra,

Yazınızın cevabı, uzun zamandır yazdığım temel teorik yazılarda yer alıyor. Bunları okumanı rica edeceğim. Bu konuyla ilgili, görüşlerimi de yansıtan bir dizi yazı iletiyorum.

Önemli iki ayrıntı var; Arap Alevilik algınızı yeniden gözden geçirmenizi isteyeceğim. Alevilik Hasibi'nin önemli yazılarında yerli yerine oturuyor. 1100 yıl önceki yazılar felsefi açıdan çok önemli. Aydınlanma çağı (18.yy) söylemlerinin (aklın cesaretle kullanılması), 800 yıl önce dile geldiği veriler bulunuyor.

Aleviliği bütünsel değerlendirmek çok yerindedir. Bütünsel ele aldığımızda çok daha önemli doneler bulacağız. Bu eğilimin yaşama karşı direnişini eriyip yok olacak bir veri olarak göremeyeceğimizi belirtmeliyim.

Alevilikte, yeni yorum ve çağdaş sorunlara aynı zeminde verilecek yanıtları sadece şeyhlerden beklememek gerek, derim. Şeyhler, önemli aydınlanma gerçeklerini ve gerekçelerini sırtlarında taşıyıp bu güne getirdiler, bunu bu günün verileriyle, akıl diyalektiğinin harmanlamasıyla ortaya koymak bu topluluğun aydınlarına aittir; şeyhler, en azından ilkel milliyetçi ve bir o kadar metafizik yaklaşımların kökeninde yer alan Emevi yaklaşımından farklı duruşlarıyla bu güne geldiler. Akıl dediler, Mana dediler, maddenin özüne işaret ettiler. Ki, Mana ve Akıl olayı Yunan felsefesinden bu yana aydınlanmanın en önemli parametresidir. Şeyhlerin 1400 yıldır toplumlarını başarıyla Emevi gibi tehlikeli bir ilkellikten korumuş olmaları bile hanelerine yazılacak önemli bir tarihi duruş olarak yorumlanmalıdır. Bunları genişçe açacağım; en azından toplumu camilerin metafizik showlarından uzak tuttular, hatırlatmasını yapmakla yetineceğim.

"Siz buna felsefe diyorsunuz lakin Arap Alevileri sizin söylediklerinizi söylemiyor." bu noktada farklı söylemlerin olması normal, bizde kendi açımızdan söylenmesi gereken çağdaş söylemleri dile getirmeliyiz derim. Bu Alevilerin mozayik zenginliği olarak görülmeli ve derinleşmelidir derim.

Bu çabaları da sosyalizmin çöküşü, emperyalist küreselleşmenin baskın egemenliği karşısındaki son çırpınış olarak yorumlamanız ise biraz aceleye gelmiş gibi duruyor.

Bu noktada küreselleşmenin iki boyutu olduğunu dile getireceğim. Siz emperyalist siyasi küreselleşmeden söz ediyorsunuz. Oysa kapitalizmin doğasında küreselleşme yoktur. Buna dikkatinizi çekeceğim ki, sizinle tartışmamızın en önemli noktası tam da buradadır.

Bu diğer tüm konuları da açıklığa kavuşturacaktır. Bunları gönderdiğim yazılarda uzunca işledim, bir kaç satıra sığdırılamayacak yazılar.

Bilmenizi isterim, küreselleşmeden yanayım. Ama hangi küreselleşme?

İnsan aklının kollektif ürünü olan, bilim ve teknik devrimleri yapan ve bilgi çağına yönelen ve bunun sonucu insanlığı bir birine sınırsızca düz bir alan içinde bağlayıp nispi eşitlik ortamında bilgi dönüşümünü sağlayan ve dolayısıyla yeni bir uygarlığa yönelen, kapitalizmi tarihsel olarak aşıp, geri dönüşü olmayan devrimleri yaratan küreselleşmeden yanayım. (Bkz. Yazılarımda bunlar genişçe işlendi). Bu bir yeni üretim tarzıdır. Yabancılaşmanın devrimci dinamiğinde de kendini ifade eden bir gelişmedir.

Yabancılaşma, iş bölümü ile gelişen bir süreç (Engels), bilişim çağı bunu en derinlemesine ve en genişlemesine yaygınlaştırıyor. Daha çok yabancılaşma, daha çok devrim ve tüm insanlığın bilgi etkinliğiyle, üretim sürecine sınırsız katılımı demektir. Bilgi de yabancılaşıyor (olumlu anlamda) yani bilgi, onu bilen ve üretenin tekelinden çıkıyor, insanlığa iletişim ağları ve bilgi bankaları aracılığıyla en ucuz ve en hızlı şekilde ulaşıyor. Bu ise kapitalizme ait üretim tarzını zorluyor. Yeni uygarlık, feodalizmin bağrında kapitalizmin doğuşu ve gelişmesi gibi, kapitalizmin bağrında ve onun kanatları altında gelişiyor onu yadsıyacak gerçek yeni toplumsal üretim ilişkisi oluşturuyor.Tarihin bu anlamda toplumsal devrimleri, Marks'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın önsözünde dile getirdiği verilere yöneliyor; olgunluğunun belli bir aşamasında, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çatışması esprisi...

(Bunları ayrıntılarıyla size ilettiğim yazılardan da takip ederseniz, tartışmamız daha kısa ve etkince sürebilir.)

Emperyalist küreselleşme bu değildir. Onlar yıkılmaya mahkum üretici güçleri dizginleyen sistemlerine pazar açmak için; talan, savaş, gasp, işgal, askeri baskı, ekonomik baskı vb. siyasetlerini daha çok küreselleştiriyorlar. Globalizm bu anlamıyla emperyalistlerin kapitalist sistemi tarihe karşı, küresel üretim ilişkisine karşı koruma savaşı olarak görmek yanlış değildir; bu anlamda küreselleşme karşıtı olmak doğru bir devrimci tutumdur. Siz de bu gerçeği şu cümlelerinizle iyi ifade etmişsiniz. "Küreselleşme denilen ve özünde uluslararası finans kapitalin bütün dünyayı kendi için serbest bir Pazar konumuna dönüştürme çabasından başka bir şey olmayan asıl adının Emperyalizm olduğu tartışma götürmez olgu, dünyaya kendi Pazar kurallarını dayatırken kaçınılmaz olarak kendi kültürünü de dayatmaktadır"

Bu da küreselleşmedir, ama farklı bir küreselleşmedir. Siyasi, askeri bir dayatmadır ve amacı eski üretim sistemini korumak onu ekonomik gerekleri için Pazar ve nufus alanlarını ele geçirmedir.

İki küreselleşme algılanmadan çağı ve çağın devrimciliğini ve bundan kaynaklanan görevlerimizi kavramanını mümkünü yoktur,

Bu noktadan işçi sınıfı ve devrim, sınıf mücadelesi ve devrim olayına bakarsanız farklı bir şey bulacaksınız. Bunu yazılarımda uzunca anlattım.

Konumuza dönelim,

Benim anladığım küreselleşme ise Aleviliğe çok geniş bir alan açıyor. Bir saatin onlarca irili ufaklı dişlilerle çalışması gibi, her dişli olmazsa olmaz bir veri olarak saati çalıştırıyor. Gerçekçi yeni bir üretim tarzı olarak, yeni bir uygarlık adımı olarak küreselleşme, daha çok özgürlük ve daha çok demokrasi üzerine inşa oluyor. Bu da Alevilik gibi, siyasi iktidar kavga yönelimi olmayan kültürel dokulara çok etkin yaşama şansı sunuyor. İnsan bilgi birikimlerine bu zeminden yapılacak katkı az olmayacaktır. Bunları sık sık yazıyor dile getiriyorum.

Bunun için Alevilik, şeyhlerine bırakılmayacak kadar önemli, insan merkezli, akıl yönelimli parametrelere sahip olması dolaysıyla etkin olma şansına sahiptir, diyorum. Bununla da Aleviliği şeyhlerin söyleminin sınırlarında tutmuyorum. Sizinle ayrıldığımız nokta, tam burada bir fay hattına dönüşüyor.

Daha sakince ve birlikte düşünürsek, kendi yerelimizden insanlığa katacağımız çok şeyin olduğunu bulmakta da zorlanmayacağız (bunları yazı mübadelelerimiz süreci içinde tek tek aktaracağım).

Yazınızda dile getirdiğiniz tüm kaygılları tek tek cevaplandıracağım (kadına bakış, çağdaşlık olgusu, siyasete yaklaşım, iktidarlara yaklaşım, sosyal önermeleri, kültürel önermeleriyle ilgili siyasal-toplumsal bileşkeleri vb). Bunları kısa bir süre sonra ele alıp size ileteceğim.

Değerli Diyap,

Kapitalizmi doğru kavramamız gerek. 19. yy kapitalizm değerlendirmelerinin öncüleri bazı siyasal sonuçlara vardılar. 20. yy'da bu siyasal veriler daha da derinleştirildi. Bence ekonomik çözümlemelerin hak ettiği, ayakları yere basan siyasal yorum yapılamadı. Yapılan siyasal yorumlar, derbecilikten başka bir şey değildi (yazılarımda bunu işledim; bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle toplumsal mülkiyet ilan edenler tarihsel devrim, yeni bir uygarlık, yeni bir toplumsal ilişki sürecine girileceğini sandılar. Bunu Marks çok iyi anlatır, ama Marksistlerin vardığı siyasal sonuçlar bunu kavramakta yetersiz kaldı. Bundan dolayı geri dönüşü olmayan, tarihsel ilerleme olması gereken yeni uygarlık ya da yeni toplumsal üretim ilişkisi, yine bir gece ansızın, bir siyasal kararnameyle gerisin geriye döndü.)

İşçi sınıfı kapitalizmin temel bir sınıfıdır. Onunla var olur onunla yok olur. Kültürü de, siyaseti de bununla sınırlıdır. Kimse kimseyi yanlışa götürmesin, tarihte, eski sistemin hiç bir sınıfı, yeni sistemi kurmadı kuramazda. Bu doğanın ve aklın yasalarına aykırıdır. Eski, mensup olduğu onu var eden koşullarla birlikte söner gider. İşçi sınıfının geleceği de bu zemindedir. Ayrıca, fabrikanın çitleri dışına çıkan işçi, artık işçi sınıfının bir parçası bile değil; mahallesinden, okulundan, komşusundan din ve mezhebinden, tarihten, gelenekten kazandığı bilinçle halkın bir unsurudur. Yer yüzünün hiç bir teorisi, propagandası verili gerçekliğin zeminini aşacak bir bilinci, hiç bir yere taşıyamaz. Fabrikada üretim sürecinin olmazsa olmaz bir unsuru olarak işçi, son tahlilde kendine ait sistemi, işini kaybetmeme adına, kültürel aidiyetliği gereği savunma noktasından öteye geçemez; zaman zaman ortaya çıkan ve kanlı çatışmalarla dile gelen sınıf mücadelesi ise, sistemin sınırlarını aşamaz.

İşçi sınıfı bir iş gücü potansiyelidir. İş gücü esprisi; hammadde+makineler+iş gücü= meta denklemi kapitalist sistemin temel verisidir, ulusal sınırlar, yerel sınırlar, coğrafi merkezler kapitalizmin doğasındadır. Ulusun kapitalizmin şafağında doğması espirisidir bu. Küreselleşme kapitalizmin bu doğasına aykırıdır.

Bunun için emperyalizim insani olmayan siyasetini küreselleştiriyor. Üretim tarzını değil; çok ince bir ayrım, farklı mekanlarda üretim yapmak küresel üretim değildir. Küresel üretim, hammadde+işgücü+ makineler=meta sisteminden farklıdır. Küresel üretim tarzı bilgi çağının özelliklerini taşır; sanal üretimle başlar, bilgi bu sürecin temel ham maddesi ve gücüdür. Bu tarzda üretim, soyuttan somut üretime geçerek bir ürün oluşturur. Unutmamak gerekir ki insanlık tarihi bir üretim tarihidir. Sonuçta her zaman bir ürün ortaya çıkar ama bunun hangi üretim biçmiyle gerçekleştiği önemlidir, üretim tarzlarını birbirinden ayıran da budur; zanaatçı da "emek aletleri"yle ürün üretir. Kapitalizm de ürün üretir ama iş gücü unsuru devreye girer, makinalaşan eletlerle bunu başarır.. Küresel üretimde bilgi, elektronik iletişim ağlarıyla sanal üretim yapar ve bu kanalla ürünü ürütmeye yönelir. Bu gün sanal olarak üretilmemiş ve sanal olarak denenip sonucu alınmamış bir ürün, çağdaş bir ürün olarak gösterilemez. Dev bir bina, deprep, hava basıncı, kaza, darbe, gibi binlerce testes anal ortamda tutularak inşa edilir. Üretim bu yönüyle güvenli hale gelir. İnternet iletişiminin PTT'ye karşı giriştiği tarihsel devrim yeni üretim tarzının iletişimini tanımlıyor; bu tekelci kapitalistlerin koltukları altında gelişse de kapitalist sistemin iletişiminden bir çıkıştır.

Burada uzunca anlatmayacağım, yazılarımda da var. En eski üretim, kullanım değeri üzerine kuruludur, kapitalizmde ise değişim değeri öne çıkar, kullanım değeriyle birlikte. Küresel üretimde yoğun olarak değişim değeri öne çıkar ve evrensel ölçekte değişim değeri olmayan bir ürün artık kullanılabilir bir ürün olmaz. Bu ise daha hızlı ilerleyen ve daha çok yabancılaşan bir dünya demektir. Yabancılaşma işbölümünün ürünüdür (Engels), Küresel üretim biçminde evrensel ölçekte genişlemesine ve derinlmiğine bir iş bölümü oluşacaktır yabancılaşma varabileceği en yoğun hala gelecektir: bud a yabancılaşmanın önemli bir devrimci dinamik olduğunu gösterir. "Yabancılaşmanın Devrimci Dinamiği" diye bir yazımı birlikte iletiyorum, farklı bir bakış...

Bu noktadan sınıf mücadelesini ele alırsak, bu mücadele tarihinin sınırlarını da açıkça görmüş oluruz. Sınıf mücadelesi, sistemin gergin dengelerini uyumlaştırmak üzere var olmuştur ve sisteme aittir, sistemden çıkış için yalnızca özgürleştirici etkilerle, demokratik kazanımlara katkı yapar. Ama, sınırı buradadır; bu noktada siyasal partilerin devrimci girişkenliğinin bu süreci farklı yerlere götürmesinin kalıcı bir yanı yoktur. Zemini olmayan girişimler ise tarihte hep sonuçsuz kalmıştır; Şeyh Bedreddin'den Sovyetlere, Doğu Avrupa'ya hep öyle olmuştur. Aksini bilimsel olarak iddia etmek mümkün değil. Köleci sistemde Spartaküs Roma kapıları önünde şaşkınca diz çöktü, Münzer Avrupa feodal krallarının tahtları önünde bu nedenle diz çöktü. İşçi sınıfı da doğal olarak sarı sendikacılığı aşamadı. Aşamaz da. Unutmamak gerek ki, tarihin en büyük aydınlarının yönettiği Komünist hareketlerin sonunda gelip dayandığı yer, sistemin içinde bir alan açma olayından ibaret olmuştur. 70 yıl sonra Sovyetlerin gelip dayandığı yer, yeni bir uygarlık değildi. Çöküşe iradevi yanlışlardan dolayı bir gerekçe bulmak ise, bu hareketi yöneten dev akılları, bilgeleri küçümsemektir (yazılarda bunları da bulacaksınız).

Demem o ki,

Dünyayı materyalist felsefeyle yorumlayarak farklı siyasal sonuçlara ulaşılabilir. Tarih okumalarımızı bu açıdan yeniden gözden geçirirken "sapma içindeyiz" gibi anlamsız kaygılar taşımamalıyız.

74-80 döneminde takılı kalan sol yaklaşımın bu gün için geçerli tek bir verisi yoktur. Solun milliyetçileşmesinin altında da bu kaos yatıyor. Bu gün için sağcı-solcu gibi Fransız devrimi bölümlemeleri çok geride kaldı diyeceğim. Bilgi çağında farklı veriler oluştu, farklı standartlar geldi, geliyor diyeceğim.

Bu nedenle Aleviliği bütünsel olarak ele almak yönünde yaptığınız işarete, ben de kapitalizmi bütünsel kavrayarak, bir işçiye değil, işçi sınıfına bakmalıyız, kapitalist sistemi tüm yönleriyle ele almalıyız diyeceğim.

Aleviliğin, bu sürecin (küresel üretime götüren evrensel özgürleşme ve demokratikleşme sürecinin) derinlemesine ve genişlemesine yaygınlaşması noktasında daha anlamlı bir yere oturacağı görüşündeyim. Bu da benim demokrasi algılarımla uyumlu bir veridir. Zira, bana göre demokrasi, liberal uydurmacaların kapitalizme atfettikleri bir aşı olmanın çok ötesinde, tarihsel ilerlemenin olmazsa olmazı, bilgi çağının gereği olarak ele alınmalıdır. Kapitalizm, ne liberallerin yalanı ne de başka bir gücün itimiyle demokrasi sunabilir. Bu günkü doğasına en aykırı şey özgürlük ve demokrasidir. O feodalizme karşı, savaşta tüm ulusu arkasına almak üzere ortaya attığı bir siyasal duruştu, geçmişinde kalmış zorunlu bir veriydi. Bu gün ise yeni uygarlığın, küreselleşme, özgürlük ve demokrasiye ihtiyacı vardır. Emperyalist küreselleşme ise, boyunduruğa, teslimiyete, uşaklığa muhtaçtır. Tarih tas tamam böyle ilerliyor. Bu nedenle demokrasi ve özgürlük, bir burjuva demokratik çaba olmanın çok ötesindedir.

Özgürlük ve demokrasi, tarihsel devrimin bir aracıdır, bunun için de bizler, Alevilerin olduğu kadar toplumsal her ayrı varlığın özgürlük ve demokrasi isteklerini savunma yükümlülüğü ve sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Bunu tarihte yaşama şansı olup olmama noktasında değil, ilkesel ve devrimci bir tutum olarak algılamalıyız derim. Alevilik açısından ise bu sorumluluk, Alevi felsefesinin derinliğinde yer alan aklı özgürleştirici verilerin küresel ölçekte açığa çıkması için de yapılmalıdır.

"Dünyadaki durum bu iken, yerel planda yüzyıllaradır mevcut egemen Sünni ve Türk kültürü karşısında ezilmiş Nusayrilik te kendini daha direngen ve canlı tutma çabasına girme ihtiyacı duymaktadır. " Diyorsunuz. Özgürleşmeyi bu anlamda bir dış etkene bağlamak bence doğru değil. Öyle olsaydı, belirgin ve kararlı bir topluluk olarak ayakta kalmayan bir çok mezhepçik gibi, Arap Aleviliğinin de yok olması gerekirdi ya da silik bir durumda kalması gerekirdi. Oysa 1400 yıldır bilinen en kararlı batini topluluk olarak, öğretisiyle bu güne gelmiştir. Emevilere, Abbasilere ve sonraki bil cümle egemenlere direnmiş, ağır katliamlardan geçmiş, ancak var oluşunun dinamiğiyle yaşamaya devam etmiştir. Aleviliğin iç dinamikleri, bulunduğu mekanla oluşturduğu uyum (çöllerin katı kurallarının dışına çıkıp Emevi şeriatının katı kurallarını, Yunan aklıcılığıyla uyumlaştırarak) bütün içindeki farklılığını da kurumlaştırmıştır. Bu yanıyla "direngen ve canlı tutma çabası" dış baskılarla karşı direnişiyle ortaya çıkmış gibi olsa da iç dinamiklerinin eseredir diyeceğim. Bu da farklılığının önemli belirtilerinden biridir.

1400 yıl içinde devletler, imparatorluklar, sistemler çöküp gitti ancak bu kararlı yapı batiniliğine rağmen kendini bu güne kadar koruyabildi. Bunun tek bir anlamı var o da iç dinamiğinin yeterliliğidir; Arap aleviliği literatür sahibi bir inançtır. Yazım ve diyaloglarla da gelişmiş, kısır olanaklara rağmen buna devam eden bir inançtır.

Materyalist algılarımızla bu inanca yaklaşımımız arasındaki bağın en önemli unsuru, Arap Aleviliğinin siyasal iktidar gibi bir yöneliminin olmamasıdır. İddialara rağmen Arap Alevi inancı fıkıhsızdır. Fıkıh (islam hukuku) şeriatın koruyucusudur. Bunun için tüm İslam mezhepleri kendi şeriatlarını, fıkıhlarıyla korumak için bir iktidar gücüne ihtiyaç duyarlar. Hz. Muhammed'den bu yana durum budur. Tüm İslam mezheplerinin kavgası, siyasal iktidarı ele geçirmi kavgasıdır. Ancak Alevilerin böylesi bir derdi yoktur. Arap ve Anadolu Aleviliğinde inan sosyal yaşamın zeminidir, siyasal iktidarın değil.

Alevilerin her yerde ve her etnik yapadan olanlarıyla dünyayı, insanı ve toplumsal ilişkileri kavrama yönelimleri çok farklıdır; evrimcidirler, aklın tarih içindeki evrimci sürecine inanırlar, insan merkezlidirler, davaları Manayı kavramaktı, yaşamı ilgilendiren her şeyin manasını (özünü) bilince çıkartmaktır. Aradıkları özgürlükte tam bu noktadadır, düşünce özgürlüğüdür.

Bu nedenle, topluluğun kollektif kimliği dışında kalan demokratların, Alevi özgürlüğünden yana tutum alması bir sorumluluktur. Aydın olmanın, bir sınıfı yada bir inanca bağlı olarak ele alınmamasının bu açıdan anlamı açıktır.

Siz de "sol demokrasi anlayışı gereği ezilenin, dışlananın yanında yer almakla mükelleftir" Diye belirtimşsınız.

Benim vurgum bir adım daha ilerde bir vurgudur. Aleviliği yakından tanıyan, kendi kimliğimin oluşmasındaki etkilerini bilen biri olarak ve onun bir parçası olarak bu tutumun alınması gerektiği üzerinde duruyorum; kanaatlerim o yöndedir ki, demokrasi ve özgürlük en etkin şekilde toplumun tüm var oluşlarına yansıyabildiği oranda, gelecek daha adil ve daha eşit dengeler kazanacaktır. Olayı sadece basit bir özgürlük noktasından değil, gelecek toplumun kuruluş parametreleri açısından ele aldığımı izah etmeye çalışıyorum. Bunu yukarıda da aktardım, dosyadaki yazılarda da uzunca işledim (küreselleşme algılarımla ilgili yazılar)

Alevilerle ilgili kadın konusundakı kaygılarınıza gelince. Bence bu konuda da farklı düşünüyoruz.

Sol'un kadın konusundaki algıları kadını aldatan algılardır. Gerçekte "emekçi kadın" yoktur. Bence Sol kadını aldatıyor. Kadın için gerçekçi bir özgürlük çabası içinde de değildir.

"Emeğin özgürlüğü", "sosyalizm" algıları ve devrime bakış açılarıyla sol artık bir mevtadır. Kapitalizm madalyonunun diğer yüzü olarak söylemlerini kurgulamış bir solun, kadın konusunda gerçek bir özgürlük savunusu içinde olması düşünülemez.

Kadın, doğayı ve kendi doğasını eğitme, erkek cinsiyle eşitlenene kadar soyal-siyasal açıdan erkekten de fazla haklara sahip olmalıdır diyorum; 9 ay süren hamilelik süreci içinde, sonra çocukları yetiştiriken, ay başı durumları ve menopoz halleri içinde kıvranışları sürereken, erkeğin yaptığı tarihsel atakların oluşturduğu toplumlarda ikinci sınıfa düşmesinin aşılması gerek.

Sol bunu önermiyor, sol "emek eşitliği" diye, tartışma götürür bir söylemle kadını bir kez daha, bin kez daha aldatıyor.

İnsanlık türünün kadın cinsi vardır. Ve bu cins doğasından dolayı olduğu kadar bu doğanın toplumda onu sıkıştırdığı yerden dolayı da ezilmektedir. Bunun için kadın doğayı ve kendi doğasını eğitmekle karşı karşıyadır. Erkek cinsinin bu yönde hiç bir önerisi yok. Sol ise bununla ilgili değildir. Bu yüzden, sol kadını ütopik söylemlerle aldatarak ikna ettiği ölçüde, kadın da kendini aldatmış demektir.

Bilgi çağının, bilimsel ve teknik devrimlerin özgürleştirici etkisi, kadın cinsinin tarihsel özgürleşmesini sağlayacak önemli kazanımları da birlikte getirecektir. Bu açıdan kadın sorununa farklı bakıyorum. (Bu konuda uzun uzun yazılarım var bunları bu iletide göndermiyorum.)

Tam bu noktada Alevilikte kadın üzerinde şunlar söylenebilir. Evet, Alevilikte kadın inanç aleminden uzakta tutulmasının ötekileştirici anlamı var. Bu sadece Alevilkle lgili değildir tüm dinler ve inançlarla ilgilidir. Kaynağı da yukarıda izah etmeye çalıştığım doğanın ve kadın doğasının yarattığı handikaptır. Alevilik bunun dışında değildir. Ancak Alevilerin sosyal yaşamda kadına verdikleri önem ve yerin kaynağı da Alevi algılarının kendi içeriğindendir;aklı esas alan, evrimi kabul eden, olguları içselliğiyle algılamaya çalışan bir öğreti olarak Alevilik kadına sosyal yaşamda nispeten daha açılımcı ve etkin bir özgürlük alanı tanımaktadır. Bir de unutmamak gerekir ki, tarihinin hiç bir kesitinde yaşadığı coğrafyada özgür olmayan bir toplumun, kovuşturmalar, kıyım ve yıkım altında hayatta kalmaktan başka bir şeyin düşünülmediği atmosferlerde yaşamasının sonuçları da bulunmaktadır.

Bütünsel olarak ele aldığımızda özgürlük haklarını kullanmadan hiç bir topluluğun yaşam karşısında ve kadın karşısında nasıl bir duruş sergileyeceğinin ayrıntılarını yargılayamayız derim.

"Her ne kadar varlığı bir kültürel zenginlik yaratsa da hayatın akışı karşısında tutunamayan birçok kültürel zenginlik tarih içinde kaybolup gitmiştir. Koca bir Firavunlar medeniyeti, bir Babil, bir Aztek, Osmanlı, Bizans medeniyeti şu an yoktur. Bu o kültürlerin süreci yakalamaması ve kendi iç dinamikleri ile kendi kendilerini hayata uyarlayamaması ile ilgili bir şeydir. Bu gün bu kültürleri yeniden, eski de olduğu biçimi ile tekrar yaratmaya çalışmak siyasi, sosyal gericilikten başka bir şey olmaz." Diyorsun

Çok güzel bir tespit. Oturmuş bir algı. Ancak Aztekler, Firavunlar, Bizanslar bir uygarlık olarak her uygarlığın doğup büyüyerek, yaşlanıp yok olarak gelişen sürece muhatap olması çok doğaldır. Tüm tarihi uygarlıkların yolu burdan geçer. Buna Emevi İslam iparatorluğunu da ekleyebiliriz. Ancak, siyasal iktidarları olan uygarlıklarla siyasi iktidarlar içinde yer alan kültürler arasında her zaman bire bir eşitlik kurmamak gerek. İslam tüm, İslam uygarlıklarından daha uzun yaşar, Hıristiyanlık da. Bunları birbirine karıştırmamak gerek. Aleviliğin siyasal iktidar kavcgası yoktur, fıkıh akılla ölçülür ve zamana bağla olarak değiştiği bir gerçektir (tersi söylense de, şeriatımız Kuran'dır dense de). Bu açıdan bir düşün, bir felsefe, bir sosyal yaşam algısı olarak Alevilik özgürlük koşullarında yaşama şansını koruyabileceği düşüncesindeyim. Ayrıca İnsana ait ve insani yaşama zarar vermeyen farklı renklerin algısının özgürce yaşayıp evrensel zenginliğe kendi orijinalitesinden katkı yapması önünde hiç bir ilerici devrimci engel oluşturamaz. Bu nedenle bu tür kültürlerin bir çırpıda yok olmayacağı düşüncesindeyim; insanlık kültür zenginliğine de katkı yaptıklarına inanıyorum.

Buna rağmen var sayalım ki binlerce yıl sonra bunların esamisi anılmayacak olsun, türleri yok olacağını, yayşamın ilerlemesine karşı sonun akadar duramaylacağını var sayalım. Bu duruşumuzu değiştirmemeli. İnsan önüne çıkan sorunların çözümüyle uğraşır. Bu gün önümze çıkan sorun farklılıkların özgürleşymesidir yok olması değildir. Nasıl olsa zayıflar güçlüler önünde hezimete uğrayacak doğadan silinecektir dersek, her türden mücadrelenin anlamı kalmaz; hiç bir kültür desteklenmez, çabalar boşuna kürek çekme çabaları olar. Evreni yaratan big bang ( büyük patlama), önceki evrenin kasılmsanının sonucu oluştuğuna ve bunun tekrar etme ihtimali olduğuna gore bir çaba içinde olmamızın da anlamı olmaz. Özgürlüğün sonuna kadar ve derinlemesine en geniş alanda ikame edilebilmesi için herkes özgün alanlarında bunu yaşama geçirmenin sorumluluğunu göstermelidir. Aleviler ve alevi devrdimciler bu gerçekle yüz yüze sınavdan geçecekler. Bu açıdan şu sözlerine kesinlikle katılıyorum "Lakin tarih olmak istemeyen her kültürün, ulusun, azınlığın, medeniyetin bu günden yapmakla yükümlü olduğu birçok şey vardır. Bu şeyler o kültürün tarihsel süreci yakalaması ve yön vermesi ile ilgili şeylerdir." Bunlar da sözkonusu kollektif kimliğin bir unsuru ve ilerici bir güç olarak devrimcilerin önemle yerine getirmesi gerken çabaların programı olamladır.

Ben bu yükümlülüğü sadece kültürel alanda da değil özgürlüğü ve demokrasiyi kapitalizme karşı en önemli insane hakkı olarak ve gelecek uygarlığın sac ayağı olarak görmemden dolayı ezilen ulusun ve ulusal azınlığın ulusal talepleri içinde geçerlhi görüyorum. Siz ise şunu belirtiyorsunuz: "Bana sorarsanız hayır. Bu iş solcuların işi değildir. Bu iş azınlığın kendi iç dinamiklerinin işidir. Böyle bir talebi olmayan azılığa bu talebi solcuların dayatması solcuları milliyetçilik girdabına sürüklemekten başka biri işe yazmaz."

Uzun uzun yazmayacağım. Sovyet deneyi bu gerçeği (Çarlık baskısı altında yer alan ezilen ulusların uluslaşma sürecini) atlayarak nasıl bir sonuca vardığını hepimiz biliyoruz; bu gün Kafkaslar'da süren etnik çatışmalara, özgürlük hareketleri olmaktan da çıkıp birer terör faliyeti haline dönüşmüştür.

Tarihsel bir süreç olarak yaşanması gereken uluslaşma sürecinin baskı veyasaklarla engellenmiş olması, bu toplumlarda ciddi kimlik bunalımı ve kaosları yaratmıştır. Bu sancılar kuşaklar boyu süren çatışmaların da ortamını beslemiştir. Bu tür haklı davaları teröre yönlendir de inkarcılıktır. Ötekileştirme, inkar ve tarihin en karanlık baskı dönemlerinde başarılmamış asimilasyonu kaçınılmaz olarak bu toplulukları en uç tepkilere götürmektedir. Bölge ve dünya barışını tehdit eden gelişmeler bu alanlardaki bataklıklarda, çıkmaz sokaklarda üremektedir. Bunun önüne geçmenin en kestirme yolu haklı özgürlük taleplerinin karşılanmasıdır.

Devrimciler, ilerici güçler, İnsanlık adına, barış ve adalet adına denge ve bir arada yaşama güvenliği adına bu hakları özgürlük taleplerini baştan itibaren, kayıtsız şartsız savunması gerek. Solculuk bundan yara almaz güç alır. Bu gericilik değil özgürlükçülüktür ve tarihin ilerlemesiyle uyumludur.

Özgürlükler sonuna kadar desteklenmeden sorunlar bitmez. İnsan haklarıyla ilgil olan herkesin, geleceği kurma endişesi taşıyan ve bunun yolunun özgürlüklerin eşitçe kazınılmasından geçtiğine inananların bu rdavalarda bir sorumluluğu bulunmaktadır; ülkemiz solunun kimyasını bozan milliyetçilik, şovenizme kadar derinleştiği bu koşullarda, farklılıkların özgürlükleri için mücadele daha anlamlı bir olmaktadır. Kıbrıs'ta 150 bin soydaş için 80 milyonluk ülkeyi esir eden milliyetçi akılların, 15 milyonluk Kürt halkının haklı taleplerine sırt dönmeye devam etmesi, mücadele edilmesi gereken bir milliyetçiliktir, şovenizmdir.

Milliyetçilik bir vebadır diye yazıp durdum. Ülkemizde topqlumsal sorunların, etnik ve inanç sorunlarının merkezinde bu hastalık bulunuyor. Milliyetçilik vebasıyla savaşılmadan, kalıcı olarak kazanılacak bir hak yoktur; kendi etnisitesinden, kendi inancından olmayanı ötekileştiren, dışlayan, inkar eden her zihniyete karşı özgürlükleri savunmak, devrimci duruştur, siz buna sosyalistçe duruştur deyin.

"Bu yapı; kapalı, edilgen, çağı yorumlamaktan uzak yapısından dolayı, çağı ve süreci yorumlayabilen aydınını yaratmakta da zorlanmıştır. Yarattığı aydınlar, hayatı, tarihi ve bu günü yorumlarken kendi birikimlerini, din bilinci ile (siz buna mitoloji bilinci de diyebilirsiniz) sınırlı tutmuş günün ihtiyacına cevap vermesi mümkün olmayan bir noktada her gün biraz daha egemen kültürlerin etkisiyle asilime olmuş ve olmaya devam etmektedir." Diyorsunuz.

Bu yaklaşımınıza katılmak mümkün değildir. İster Anadola Aleviliği ister Arap Aleviliği, kendi aydınlanmasını yaratma çabası, akıl almaz baskılara ve yasaklara, toplu kıyım ve yıkımlara maruz kadığını burada tekrar etmeye gerek yok sanırım. Buna rağmen Alevilik farklılıklarıyla aydınlanma mücadelesini terk etmemiştir. Bu gün ortaya çıkan ve Türkiye toplumsal sorunlarında, Kürt halkının özgürlük mücadelesi yanı sıra, en etkin siyasal gelişmeleri Alevi saflarda görmekteyiz.

Bu noktada Alevi aydınından değil Alevi aydınlanmasından söz etmek daha doğrudur. Aydınlanmayı bir inanca, bir sınıfa bağlamanın taşıdığı ciddi risklere de dikkat çekiyorum.

Her iki Alevilik, kökende önemli bir hat birliği sürecinden gelmiş olmalarına rağmen, biri (Anadolu Aleviliği) dil kırılması yüzünden (inanç metinlerinin Arapça olması) nedeniyle literatürsüz kalınmış, kuşaklar arası yazınsal bir bilgi aktarımı yapamamıştır). Diğeri (Arap Aleviler) ise dil yasakları ve asmilasyon etkisi altında var olan dev yazınsal birikimleriyle bağını kuramamıştır. Bu nedenle gelişmelere yeterli ve erken cevap veremesi gerçekleşmemiştir. Aydınlanması engellidir. Bu durum topluluğun, kendini yeniden yorumla, tefsir etme ve çağdaş bir algıyla ortaya koyması zorlaşmıştır; siyasal iktidarların her türden azınlık üzerine gösterdiği bu vahşi duruşa rağmen var olmak aydınlanmadan önce ele alınan bir sorundur. Buna rağmen bu azınlıklar kendi aydınlanmaları için azımsanmayacak bir çaba içindedir.

Aydınlanma bir düşünsel evrim ve birikimdir. Bunun için diyalog ve aktarım gereklidir. Her iki Alevilik bundan mahrum bırakılmıştır. Bunları sağlıklı biçimde algılamadan Aydınların rolünü sağlıklı olarak belirlemek mümkün değildir.

Uluslaşma sürecinin, egemen ulus açısından bile Jön Türkler ve ardıllarınca yükselmiş olması, ezilen ulus ve inançların aydınlanmasını da geciktiriyor. Bunu anlamak ve bunun önünü tıkayan gerici duruşları, siyasal iktidar yaptırımlarını aşmak ezilenlerle dayanışma halinde ve onlar adına mücadele etmek, demokrat olmanın önemli bir işaretidir. Devrimcilik bu yükümlülük altındadır. Bu görev hiç bir yönüyle bu çağda bir burjuva görev değildir. Tersine liberallerin aldatıcı özgürlük illizyonlarına karşıda bir mücadeledir.


SONUÇ

Özgürlük talebi olan tüm topluluklar için demokrasiyi savunmak, devrimci olmanın ilk şartıdır. Bunun için ne Alevi olmaya ne de işçi olmaya gerek yoktur. Aydınlanma bütünsel bir insan kültürüdür, tarihle uyumlu bir duruştur. Bunun için Alevi aydınları, işçi aydınları gibi söylemlerin yerine Aydın olma ve bunun çağdaş görevlerinden söz etmek gerek.

Aydınların görevi de demokrasi ve özgürlüğün ikamesi için açık, ikircimsiz tutum almaktır. Tarihin kasvetli süreçlerinden çıkıp bu güne kadar gelmiş her kültür, bundan sonra da yaşama şansı olan kültürdür; tarihi geçmiş değildir.

İnsanlık ailesinin bilgi dönüşümüne her kültürün bir katkısı olacaktır. Bunu sağlamak için mücadele etmek, çağın görevleri arasında en devrimci tutumudur. Bunun için devrimcilerin, etnik ve sınıfsal sınırları aşmış olmaları gerek. Aydınlanmayı bir sınıfa ya da bir inanca bağlı olarak görmek büyük bir handikaptır. Gericiliktir. İşçisınıfının aydını olmak kapitalizmde, "aydın" adı altında yaşamayı ebedileştirmektir; her cümlede devrimden söz etse de nesnel konumu budur. İnananç aydını olmakda tutuculuğun bir biçmidir. Aydın insanlık ailesine mensup olandır.

Küresel yeni uygarlığın önemli oranda ortaya çıkan verileri, küresel bir bilgi dönüşümüne, yeni bir aydınlanmanın yükselişine de işarettir. Yeni aydınlanma küresel bir aydınlanma olacaktır. Kapitalizmi yaratan ve belli bir coğrafi alanla ya da ulusla tanımlayan aydınlanma, evrensey ölçekte yeni bir aydınlanma tarafından yadsınacaktır. Bu yadsınma, kapitalizmi temel sınıflarıyla birlikte tarihin gerisine itecektir. Evrensel aydınlanma, insanlığı kapsayacak sonuçarı için en küçük kültür birikimlerinden en büyüğüne kadar katkı yapabilecek tüm değerlere açık olacaktır. Bu katkıda kimse ikinci sınıf değildir.

Hiç yorum yok: