HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

21 Nisan 2010 Çarşamba

ERMENİLERİ CUMHURİYET DE KATLETTİ (3) Ön Söz

(3) BÖLÜM

LEOPOLD GASZCZYK’NİN ANI BELGESİ

“DİE SANCAK EPİSODE”

(( ÖNSÖZ ))




Mihrac Ural

1.Yazım: 12 Temmuz 2009
2. Yazım: 21 Nisan 2010


Bir tarihi belge.

Sizlerle paylaşacağım bu belge, araştırmalarımıza göre ilk kez yayınlanacak Leopold Gaszczyk’nin (Gazçik) anı belgesidir.

Bu belge, vukuatın tarih tanıklığını yapmış bir inanç yolcusunun, olayları abartısız, gördüğü gibi, dünden bu güne 8 sayfalık anısıyla taşımasıdır.

1919-1946 dönemini içeren bu anı belge, üzerinde çok durulan Ermeni soykırımına farklı bir boyuttan ve zaman kesitinden bakıyor. Bununla kalmıyor; Hatay davasında halkın tutum ve davranışlarını, iradesini ve eğilimlerini, Arapları, Ermenileri, Kürtleri hatta Kemalist Türklerin hangi aklıselimle zulme, baskıya, zorbalığa ve faşizanlığa karşı omuz omuza duruşlarını dile getiriyor.

Leopold Gaszczyk’nin anı belgesi, Danimarka Krallık Arşivinden temin edilmiştir. Bu arşivlerde şu kayıtlarla yer almaktadır. “ Die Sandjak Episode/Leopold Gaszczyk. Rigsarkivet, Danske Armenierevenners Arkiv, 1058, pakke10, 1919-1949. Diverse materiale

Bu belge bir anıdır. Dile getirdiklerini başka belgelerle de kesiştirdiğimizde bir dönemin özgün gerçeklerini, tarihin gerektirdiği akademik bilimsel kesinlikle ortaya koymak güç olmayacaktır. Leopold’un anılarında geçen, Hatay’da yaşayan halkların baskılara karşı omuz omuza Cumhuriyette süren Osmanlı aklı zulmüne karşı dayanışması, bu güne taşınabilecek önemli bir gözlemdir. Bu enstantanelerin orijinal fotoğrafları, belgeyle birlikte okura sunulacaktır; fotoğraflar, üstadım Av. Muhammed Ali el Zerka’nın vefatından önce bana emanet ettiği arşivdendir.

Belge aylardır elimizde bulunuyor. Yayını için 5 Temmuz 1938 Hatay’ın askerle işgal günü anısını bekledim. Bu günün önemini ve bir halkın iradesini hiç saymakta kullanılan yöntemlerin bilince bir kez daha çıkmasını istedim. Darbe, darbeci tartışmalarının sürdüğü, Ergenekon çetecilerinin yargılandığı, Askeri faşist bir darbe silahlarının gölgesinde, mutlak bir çoğunluk sağlamanın nasıl kolay olduğu ve bunun sonucu 1982 Anayasasının onaylandığı ülkemiz gerçeğinin hatırlanmasını istedim. İradesi askeri baskıyla kuşatılmış bir toplumun tarihte nelere maruz kalmış olabileceğinin hatırlanmasını tarihle yüzleşmemiz açısından hangi kriterleri algılamamız gerektiği mesajını göndermek istedim. Bu amaçla 5 Temmuz anısıyla ilgili belirlemelerimi ortaya koydum.

5 Temmuz 1938 günü Arap halkının iradesine, üç kez yapılan seçim ve sayımlarla, ezici çoğunlukla ve açıkça beyan ettiği tercihine, askeri işgalle cevap verildiği gündür; Fransız emperyalistleriyle çıkar birliği içinde, II. Dünya savaşı hazırlıklarının çirkin pazarlıklarıyla Hatay halkının iradesine karşı bir askeri işgal gündeme gelmiştir. Hatay’ın ilhakı da bu işgalin ardından gelmiştir.

5 Temmuz 1938 günü, Hatay halkın iradesi, askerlerin at nalları altında tutsak alınmıştır. Bu süreci uzun bir makaleyle, belgeleri ve fotoğraflarıyla ortaya koydum. Halkıma ve demokrasi tutkunlarına “bu günü unutmayın” dedim.

Sözüm, intikam değil, tarihle cesurca yüzleşme amaç ve hedefine yönelik bir mesajdı. Ortak ülkemin demokrasi mücadelesinin birlik yolu için, bu coğrafyada hepimizin özgür olması ve kazanımlarımızın güvence altına alınarak barışçıl bir ortak yaşam için 5 Temmuz günü anısını dile getirdim.

Türk, Kürt, Arap vb. milliyetçilik eğilimlerinin ortak yaşamımız karşısında en büyük tehlike olduğunu her yazımda dile getirdim. Burada da bir kez daha tekrar ediyorum; milliyetçiliğin her türü insanlığı katleden bir vebadır.

Milliyetçilik vebasını her koşulda ve mekanda yenilgiye uğratmamız gerek. Bunun en kestirme yolu özgürlük ve demokrasinin derinleşmesi ve genişletilmesidir. Bu yol güçlülerin yoludur. Tarihe ilerleme yönünde bakanların, kendine ve dayandığı tarihi köklere güveni olanların yolu. Bu yol düşüncelerin yarış yoludur, kavgaların değil. Bu yol, düşünceyi düşünceyle, belge ve kanıtların tanıklıklarıyla dönüştürmeyi temel alan bir yoldur. Halkımın kimlik hakları için bu yola güveniyor, bu yola inanıyorum.

Var olmayı başaran bir düşünce yok edilemez, ancak dönüştürülebilir diye düşünüyorum. Bu, doğa kanunu olan maddenin sakınımıdır. Düşünce için de aynıyla geçerlidir. Mücadelemi bu ilke üzerinde algılıyorum. Milliyetçi statücülüğe, gericiliğe ve bu aklın yarattığı tahribatlara karşı ortak ülkemizin tüm halklarını kapsayan ortak bir mücadeleyle başarı sağlanacağına inanıyorum. Bu yüzden, tarihle cesurca yüzleşebilmemiz için daha çok belgeye, daha çok kanıta, daha çok insanın ortak erdem ve değerlerini temsil eden düşüncelerine ihtiyacımız var. Bu verileri buldukça, bunları çağdaş dünyanın iletişim ağlarıyla, küresel üretim ve küresel paylaşım için, bilgi paylaşımı olarak da aramızda işlevlendirmeliyiz diyorum.

Bu amaçla ve bu zemin üzerinden halkımın kimlik hakları uğruna mücadelesini, ortak ülkemizin demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası ve önemli bir manivelası olarak ele alıyorum. Bu mücadele, her türden bölücülüğe de karşı bir duruştur. Bu gün yayınlamakta olduğum bu belgede dile gelen gerçekler, bu amaçların mesajı olarak algılanmalıdır.


Anı belgenin yazarı Leopold Gaszczyk Polonyalı bir sivil toplum gönüllüsüdür. Danimarkalı bir sivil etkinlik adına I. Dünya savaşı ardından Ülkemizin güney bölgesine gelmiştir. 1922’den itibaren de Antakya, İskenderun ve Halep arasında insani yardım amacıyla çalışmış, dönemin sosyal, siyasal olaylarına tanıklık etmiştir. Leopold Gaszczk, bölgemizde o dönemler “Urfalı kız” diye ünlenen “Danimarkalı Ermeni dostları” örgütü başkanı Karen Jeppe’in yardımcısıdır. Karen Jeppe’nin sıtmadan ölümü üzerine de (1935), örgütün başkanlığına getirilmiştir. 1946 yılına kadar da soy kırımından kurtulabilmiş Ermenilerin yaşama tutunma mücadelesine yardımcı olmuştur. Bu süreçte, Kilikyalı Ermenilerin İskenderun, Antakya ve havalisine göçlerinin de canlı tanığıdır.

Ermeni soykırımı üzerine çok şey yazıldı. Anlaşılan daha da çok şey yazılmalıdır. Bu konuda ortaya çıkmayan çok az şey kaldı. Ancak tarihte ilk kez Ermeni konusuyla birlikte, Hatay davası ve Arap halkının bu davadaki acı anıları ortak bir belgede yer aldı. Ülkemiz halklarının ortak kaderi acıda bir olduğu kadar özgürlükte de bir olması gerektiğine işaret etmektedir. Bu açıdan belge, ülkemiz tarihiyle yüzleşmenin önemli unsuru olacaktır.

Bu belge özgündür, Ermenilerin Osmanlıdan başlayıp, Cumhuriyet döneminin en önemli yıllarına kadar süren acılarını, Arap halkının Hatay’ın işgaline ve sonra ilhakına kadar uzanan olaylar dizininde yüz yüze kaldığı çok yönlü kırımlarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Leopold o günün bire bir tanığıdır, hiçbir siyasi kaygı taşımadan gördüklerini dile getirmiştir. Tarihi tarih yapan belgeler olduğu gerçeği, ilk kez yayınlanacak bu belgenin tarihi önemine de bir işarettir.

Leopold Gaszczyk, 28 Mayıs 1946 olarak tarihlediği anılarını Almanca kaleme almış. Bu anı belgeyi Danimarka Krallık Arşivinden gün yüzüne çıkaran, toplum bilimci Sayın Nadir Nadi Çelik’tir. Böylesi önemli bir belgenin gün yüzüne çıkışından dolayı Sayın Nadir Nadi Çelik’e okurlarım ve halkım adına teşekkür ederim. İlk kez yayınlanacak olan bu belgenin okura ulaştırılması ve önsözünün yazılması için bana tanıdığı fırsattan dolayı onurlu olduğumu belirtmeliyim.

Bu belgenin çevirisinde Frankfurt’ta haftalarca çalışan, üniversite Proflarıyla yorucu randevu ve ilişkileri sürdüren, halkının kimlik hakları için hiçbir özveriden kaçınmayan Pedagog Sayın Özcan Burno’ya da ayrıca teşekkür ederim.

CUMHURİYETİN OSMANLI AKIL MİRASÇILIĞI

Kurucuları tarafından Cumhuriyet’in ayrı bir planla kurulduğu dile getirilir. Osmanlıyla aralarında keskin bir fay hattı kurdukları söylenir. Ancak bu niyet, gerçekçi bir biçimde yerli yerine oturtulamaz. İçinden çıkılıp gelinen Osmanlı mirası yeni devleti genetik olarak her kurumda ve bu kurumların başında olan yöneticilerin geleneklerinde, düşünce tarzlarında canlı bir geçmiş olarak işlev görmeye devam eder.

24 Nisan 1915 üzerinden henüz uzun bir zaman bile geçmemiştir. İttihat ve Terakki yönetimi Osmanlı devletinin egemen iktidar gücü olarak Ermeni soy kırımını gerçekleştirmiş imparatorluğu savaşlara sürükleyerek, Alman emperyalizminin yanında yer alıp çöküşü hızlandırmıştır. Osmanlı tarihi kapanırken, aynı malzemeden yeni bir dekorla cumhuriyet kurulmuştur; paşalar ve bile istisna tüm devlet kadroları yeni yapının içinde eski akılla yerlerini almıştır. Osmanlı aklı, Türkiye Cumhuriyeti’nin her refleksinde karşımıza çıkacak bir akıl olarak kanlı süreçlere imzasını atmaya hazırdır.

Cumhuriyet değerleri önemlidir. Ortaçağın karanlık teokratik yönetiminin rahmeti altından kurtulan tüm Anadolu halkları, Cumhuriyette bir özgürlük görmüştür. İlk adımlar gerçek bir farklı planla kurgulanmış gibi, farklılıkları anayasal haklarla güvenceye alma eğilimi bile göstermiştir. 24 anayasası kısırlığına rağmen bir başlangıç sayılabilirdi. Ancak kuruluş malzemesi Osmanlı olanın, cumhuriyetçi davranması güçtü. Osmanlı aklı; duruşları ve yönelimleriyle, cumhuriyetin ruhunda kısa sürede tecelli ediyordu. Cumhuriyet döneminde Kürtlere karşı takınılan tutum bunu yansıtıyordu. Dağları korku bürümüştü, cumhuriyet kurucu milletlerinin özgürlüklerine karşı duruyordu

Türkiye Cumhuriyetinin tarih sahnesine çıkışta Sağlık ve Milli Eğitim Bakanı olan Dr.Rıza Nur, anılarında Ermeni’sinden Kürt’üne, Arnavut’undan Araplarına karşı devletin kuruluş çalışmalarında temel alınan ırkçı, milliyetçi yönelimleri şöyle dile getiriyordu. “ Aklım, fikrim yıllardan beri bu kitleleri dağıtıp münferiden iskan suretiyle temessül etmek ve Türkiye’yi mütecanis yapıp ırk belasından, bunların Avrupalılar elinde alet olmasından, bu isyan ve inkiraz kusur ve sebebinden kurtarmak” (Dr. Rıza Nur Hayat ve Hatıratım C.2 sayfa:310)

Türk olmayanın Türklüğü kabul etmeyenin burada yeri yoktur” (Age. C:2. S:461)

Cumhuriyet bu akılla Osmanlının genetik mirasçısı olduğunu yeterince yansıtıyordu. Cumhuriyet ne kadar Osmanlı ise, o kadar da inkarcıdır. Osmanlıya karşı reddi miras yaparken egemenliği altındaki farklılıklara karşı acımasız, “katli vacip” tavırlar sürdürdü. Ermeni konusunda mezar sessizliği sürdüğü gibi, aldatıcı bir görüntünün altında, sürgünler ölüm denklemleri, göçe zorlama ve mülksüzleştirme, açlık altında inletme gibi insanlıktan nasibini almamış yaptırımlar dayatılıyordu. Leopold’un anı belgesinde bu gerçekleri çıplak halleriyle göreceğiz.

Cumhuriyet sadece inkarla kalmadı, inkarın tarihi olayları kangrenleştirip toplumu bozmasına ek Osmanlının politikasını azınlıklar üzerinde zamana yayılmış bir ölüm kumpası haline getirdi. Cumhuriyet, 1920’li yılların ortalarından itibaren Avrupa’yı saran faşist dalganın etkisi altına hızla girdi. 1929 ekonomik kriziyle birlikte de çirkin bir ırkçılık sergilemeye koyuldu. Azınlıkların sindirilmesine yönelik kapılar sonuna kadar açıldı. Kuruluşundan bu güne azınlıklar üzerine sıradan bir istatistik çalışma durumun vahametini göstermeye yeterlidir.

Irkçılık yükselmişti, tarih, dil, kültür ve toplumsal olanla ilgili her şey tek boyutlu olmaya başlamıştı. Farklı olan artık tasfiye edilecekti. Böyle de yapıldı. Cumhuriyet ilk çeyrek asır içinde; Kürtler gibi, Ermenileri ve Arapları da ağır bir faşizan baskı altında göçe zorlamış, kırmış, bataklıklarda iskana mecbur ederek, sıtmanın toplu ölüm girdaplarına geçirmiştir. Osmanlının katli vacibinden, cumhuriyetin kökünü kazıma siyasetine böylece gelinmiştir.

Leopold’un anıları bu önemli kesitin görünmeyen yüzünü ortaya çıkarıyor.

Cumhuriyet gökten zembille gelmedi. O, bir Osmanlı artığıdır. Hala Osmanlı aklıyla da yürütülmek istenmektedir. Yapısı ve dokusuyla tarihin bu süreçlerini, azınlıkların, farklılıkların içselleştirilmesini kapsayabilecek genlikte değildir. Bu tarihe sahip çıkma gibi beyhude bir çaba içinde olanlar, Osmanlının kardeşin kardeşi hunharca katline icazet veren Fatih yasalarına, Sultan Kanuni Süleyman denilen adamın gözleri önünde oğlu, şehzadesi Mustafa’nın kementle boğdurmasına, Yeniçeri cellatlarının bile yapmaya cesaret edemediği bir abesi, Kuyucu Murat Paşanın “yarın büyür de düşmanımız olur” diye günahsız bir çocuğu kuyu başında, boynunu eliyle burkarak katletmesine, Türk halkını “Etrak-i bila idrak” diye aşağılayıp, en asil aşiretleri kılıçtan geçirmesine “Devletun bekası” diye bakabilirler. Ancak 500 yıl sonra da olsa yıkılıp giden Osmanlının, neyin bekası olduğunu nasıl izah ederler bilinmez. Oysa o tarihten baki kalan, kangrenli sorunlardan başka bir şey değildir.

Bu günün kaosları, kimlik bunalımları ve sorunlarının kaynağında da bu tarihi gerçeklerin anlamlı sonuçları yatmaktadır. 1000 yıllık Anadolu serüveninde, tarihe ışık saçan uygarlıklar kılıçla yok edilip dönüştürüldü (Bilim adamlarından bir kısmı, bu gün bile buna “kılıç hakkı” (Erhan Afyoncu) diyebiliyorlar. (Murat Bardakçı’nın Hebertürk TV’de sunduğu “Tarihin Arka Odası” programı. 15 Ağustos 2009 Cumartesi)

Ancak bu dönüştürmeler, herkesi tanımlayacak bir üst kimlik üretemedi. Bu günkü kimlik bunalımlarımızın anlamı da buradadır. Eski toplumlar, imparatorluklar birçok etnik yapının bir üst kimlikle birleşmesiyle modern ulusları yarattılar. Osmanlı bunu başaramadı. Ayrı varlıkların bir üst kimlikle sağlanmayan bileşkeleri nedeniyle, alt kimliklerimiz, kefareti merhametsizce ödenen bir cürüm olarak ele alınmasına gidildi. Kendi ürünleri olan ortamın cürüm bedellerini bize ödetmeye giriştiler.

Kaosların nedeni ol ve buna düşeni yargılayıp, mahkum etmek, tutsak etmek, katletmek üzerine kurulu bir denklemin rahmeti altında yaşamak, ortaçağlara gerisin geriye dönmektir. Bu dayatma bir Osmanlı aklıdır. Cumhuriyetteki Osmanlı da tas tamam budur. Tarihten taşınacak mesaj bu olamaz. Ülkemizin tarihiyle cesurca yüzleşmesinin sac ayağı da bu verilerde yatmaktadır.

Osmanlı mirası onurlu bir miras değildir. Kimse milli gurur yanlışına yaslanmasın, Osmanlının hiçbir boyutu milli değildi. Cumhuriyet tarihte geç kalmış uluslaşma sürecini, yine yanlış bir milli algıyla, ırkçı bir düzlemde tek boyutlu olarak sürdürdü. Bu gün yaşadığımız sorunların önemli bir kısmının, Osmanlının kapanmamış dosyaları olması da bundandır.

1000 yıldır, bu topraklarda farklı olmak ölümle eş değer olmuştur. Ayrı varlık olmak, potansiyel düşman olmaktır. Bu ırkçı içgüdünün Solun çirkin simalarında bile kendini azı dişleriyle gösterdiğine tanık olmaktayız. Farklı olanı itham, şaibeli göstermek kolaycılığı bu aklın alâmetifarikasıdır.

Bu tarihten ve karanlık sürecinden Türk ulusunu tenzih ederek belirtmeliyim ki, egemenler başkasının özgürlüklerini çiğneyerek, katliama maruz tutarak kendi uluslarını tutsak etmiş ve katletmiştir.


HAK VERDİĞİNİ YOK ET
YOK, SAYDIĞINI KÖLE ET


Lozan Anlaşması cumhuriyetin Kabe’sidir. Ancak Lozan bile bu topraklarda dürüstçe uygulanmadı; ne sınır çizgileriyle ne de azınlık hakları karşısındaki duruşuyla yaşam bulabildi. Yaşama ikircimli duruşlarla yaklaşım geleneği altında Lozan sıradan bir maske olmanın ötesine geçemedi.

Lozan’da azınlık adı altında hak kazananlar (ki, bunlar daha çok etnik ve dini farklılığı bir arada taşıyan Hıristiyanlardı) yok edildiler, Müslüman genellemesi içinde eşitler olarak gösterilenler (ki bunlar Kürtler ve Araplardır, hem Müslüman hem de farklı etnik topluluklardır) ise köle oldular, kültürleri dilleri, alfabeleri kıyıma uğradı.

Bu girişimler, geç kalmış uluslaşma sürecine bir şey katmadı. Zira egemenlerin bu ortak ülkede bir üst kimlik oluşturma çabaları tarihin trenini kaçırmıştı. Her etnik topluluk, bin yılın kasvetine rağmen kendi öz yapısını korumuş ve bu günün verileri içinde farklı bir uluslaşma yönelimiyle özgürlük ister olmuştur. Geri dönüşü olmayan bu fay hattını bir bölünmeye karşı esnek kılacak tek şey ise daha çok özgürlük ve demokrasi olması gerekirken, vahşi bir Osmanlı saldırganlığıyla, yok etme girişimleri ve dış güçlerden alınan desteklerle vatandaşına sınır ötesi operasyonları öne çıkmıştır.

Ermenilerin 1915’te uğradığı talihsizlik bir başka boyutta Kürtlerin ve Arapların başına yıkılmıştır. Ancak Osmanlı gibi, Cumhuriyetin de bir sınırı, bir hacmi vardı. Gelip dayanacağı, ötesine geçemeyeceği bir yer, bir tutum vardı. O yerde kırılmayı toplayacak hiçbir güç olamazdı.

Özgürlük isteyen bir halkın ayağa kalkışını, güvenlik önlemleriyle sindirmek için yeryüzünün hiçbir ordusu yeterli olamazdı. Anadolu’nun İslamlaştırılması %99’a varmış olması bile her şeyin sonu değildi. Farklılıklarımızın Hıristiyan boyutu gerçek anlamda yok edilmiş olsa da, uluslararası kamuoyu hakkın takipçisi olarak yoluna devam edecektir.

Müslüman çoğunluk diye hak verilmeyerek köle edilen Kürtler ve Arapların durumu, içi boş çuvala döndürme halleri ile tanımlanabilirdi. Dil, kültür, alfabe gibi bu çağın insan hakları kapsamında olan haklar, toplu kıyımla içi boşaltılıyordu. Ancak geç kalınmıştı. Tarihin trenini kaçıranlar 1000 yılda başaramadıklarını artık bu çağda asla ikame edemezlerdi. Bu halklar yerliydi, kendi topraklarında, yaşama ilk kez açtıkları ve kesintisizce üzerinde ziraat yaparak anavatana dönüştürdükleri bu topraklar onlarındı. Kökleriyle birlikte bir kez daha bin kez daha yeşerebilme zeminine sahiptiler; nitekim öyle de oldu. Kürtler dün Araplar bu gün özgürlük için buradayız, hakkımızı istiyoruz dedi. Tarihle gerçekçi bir cesur yüzleşmenin kapalı kanallarını böylece açılmaya yöneldi.

Leopold’un anısı bu açıdan da önemli bir basamaktır. Dünü çıplak gözle görmemize yardımcı olacak, hatalarımızın nerede başlayıp nerelere kadar sürdüğünü görmemize yardımcı olacaktır.


ARAP HALKINA SÖZÜM


Torosların güneyi Arap halkının yerleşim alanıdır. Bu alanda yerli bir halk yaşar. Bu halklar ulus gibi tarihi kategoriler içinde kültürel olarak kendilerini farklılıklarıyla ifade etmişlerdir. Ulusal, kültürel ve inanç değişimlerine rağmen bu halk, binlerce yıldır bu topraklar üzerinde yaşar. Bu toprakları yaşama ilk kez açan bu halktır. Bakir toprakları anavatan yapmak için gerekli sürekliliği de temsil etmektedir. Bu topraklarda Araplar, diğer halklarla iç içe çoğunluk olarak yaşamaktadırlar; tarih içinde farkı egemenliklere karşın, topraklarını terk etmeyip, kültürel aidiyetlerine sahip çıkışlarıyla anavatanlarında kültürel-sosyal dokularını, kararlı ca ve kesilmeden üretmektedirler.

Tarihin en eski şehirli Arapları bu coğrafyadadır. Antakya gibi bir metropol merkezinin temel unsuru da bu halktır. Kadim Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı gibi devletsel siyasal egemenlikler bu halkın kültürel çizgisini sürdürme kararlılığını bozamamıştır. Farklılıkların harmonisiyle barış içinde yaşama genişliği de buradan gelmektedir. Bu güne kadar süren bu mozaik, uygarlıkların ve inançların barış coğrafyası olmuştur.

Arap halkı, Cumhuriyetin kuruluşunda Müslüman çoğunluk adı altında eşitlerden biri olarak sayıldığı söylendi. Kurtuluş savaşına katılmış emperyalizme karşı en sert direnişlerin olduğu güney bölgesinde önde olan bu halk, “Cumhuriyetin kurucu eşitleri olan toplumlar” adı altında hiçbir ulusal hakka sahip olamadı. Böylesi “eşit” olmanın bedeli ağır ödendi. Osmanlı döneminde var olan haklarını da kaybettiler. Bu bir kıyımdı.

Kıyım” kelimesini sert bulanları, alfabesi bile başka uluslardan ödünç alınmış bir dilin, 2500 yıllık alfabesiyle tarihte yer alan, yazan, iletişim kuran Arap dili alfabesini yasaklamanın ne anlama geldiğini düşünmeye davet edeceğim. Empati yapıp demokrat olmaya davet edeceğim.

Her şeye rağmen, Cumhuriyet Araplar için önemli bir ilerlemeydi. Bunun için Osmanlı sürecinden çıkışta laikliğe ve özgürlüğe koşar adımlarla yöneldiler. Ama kısa sürede bir vehim peşinde oldukları gördüler. Cumhuriyetin ırkçı, milliyetçi politikaları suratlarına bir şamar gibi indi. İkinci sınıf vatandaş konumuna sürüldüler. Cumhuriyet devletinin hiçbir üst kurumunda onlara yer verilmedi, bir genel müdürlükleri, bir generallikleri bile yoktu. Tarihten gelen soyadlarını almaları yasaktı, ulusal isimleri kullanma hakları yasaktı, köyleri, şehirleri, yerleşim birimlerinin adları bile değiştirildi. Düğünlerinde, hüzünlerinde ana dilleriyle konuşmaları yasaktı. Ağır cezalarla işkence zindanlarla cevap buldu, kültürel her duruşları. Bu gün bile Milli Güvenlik Kurulunun yasak kararlarına özel olarak muhatap olmaya devam etmektedirler.

“Arap halkı ve sorunları de nereden çıktı” diyen ırkçıların ortak ülkemizi ne türden bir yıkıma sürüklemek istediklerini anlamak için, Kürtlerin haklarını savunmaya başladıkları ilk dönemleri hatırlamaya davet ederim. Bu senaryonun kanlı bilançoları ve ağır faturalarını tekrar ödememek için, farklılıklarımızın doğal haklarını öncelikle teslim etmek gerektiğini dile getiririm, Yeni anayasa çalışmalarının bunun için de önem taşıdığına dikkat çekerim. Bu ülkede eşit olmak kendi kimliğiyle barış içinde yaşamanın gereklerini yerine getirmek demektir. Eşitliği, güvenceye almadan kurum, kuruluş ve yasalarla bir toplumsal sözleşme olarak gelecek kuşaklara emanet etmeden eşitlikten söz etmek kendini aldatmaktır; artık kimse kimseyi aldatamayacak bir tarihi dönemeçte olduğumuzu unutmamak gerek.

Cumhuriyet öncelikle Arapça diline karşı ırkçı bir yaklaşım sergiledi. Buna da devam etti. Bu noktada bilinçlice işlenen hataları bilmek gerek. Cumhuriyet, İslam dili ile Arap dilini birbirine karıştırıp Arap halkının üzerine yürüdü.

İslam’ın Kuran’da mesajını bulan dili Arapçaydı ve bu yanıyla evrenseldi, tüm Müslümanlara aitti. Türkü, Kürdü, Farsı, Hindi, Pakistan’ı, Endenozya’sı, Malezya’sı dini inanç ritüellerini Arapça icra eder. Arapçanın bu yanı, Arap dilinin “emperyalist amaçlar taşıdığı” gibi haksız bir suçlamaya maruz kalmasını gündeme getirmiştir. Suçlanmıştır.

Bu yönelimler, Cumhuriyet dönemi boyunca, dini gericiliğin, şeriat taassubunun günahını Arapçanın sırtına yıkmıştır. Bu milliyetçi refleks, ırkçı bir mahiyet alarak Araplara karşı tam bir kültür soykırımına dönüşmüştür.

Cumhuriyetin farklılıklara ilişkin yaklaşımında bu tür hatalar, farklı kültürleri bir üst kimlikte birleştirme dinamiklerinden yoksunluğuyla birleşince, siyasal egemenlik bir hak gaspı haline geldi. Arapçayı ortak ülkemizin etnik bir topluluğunun dil ve ulusal kültürünün olmazsa olmaz unsuru olarak algılamak yerine onu, siyasal bir hedef haline getirdi.

Bu satırların yazarı Atatürk’ün “Ana dille ibadet” tezini savunur ve dini ritüellerin her ulusun anadiliyle ifade edilmesini ister. Her ulusun kendi ana diliyle ibadet etmesinin, Arapçaya yönelen haksız eleştirileri sona erdirmesini umut eder.

Bunun için Arapların ya da Arapçanın yapabileceği bir şey yoktur; egemen ulus kendi siyasal kararlarıyla bunu ikame edecektir. Siyasal erk kararlarıyla bunu yapmıyorsa, Türk halkının bunu talep etmesi ve bunun için direnmesi gerekmektedir. Din algılarının yanlış yönelimleri ve bunun sonucu oluşan statülere mahkum olmaktan kurtulmamış bir halkın sorumluluğunu Arapçaya yüklemek adaletli değildir. Türk halkı bu adaletsiz duruşa karşı tavır sergileme yükümlülüğü altındadır. Tarihiyle bu açıdan da yüzleşmeyi bilmelidir. Bu da olmuyorsa kimse Arapları ve Arapçayı suçlamamalıdır. Bu aynı zamanda, Arapça diline yöneltilen “emperyalizm” suçlamalarına karşı bir özgürlük talebidir.

Arapça bir ulusun dilidir, tarihsel gelişimiyle bir kültürel sürecinin temel taşıdır. Bu dil Cumhuriyetin bu güne kadar süren yasakları altında yok edilmek istenmiştir. Arapça dili yasaklı tek Müslüman ülke Türkiye’dir. Laikliğin yanlış yöntemleri, kendini bu alanda çıplak olarak gösterir. Oysa laiklik, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmaktır; Türkiye laikliği din ve devlet işlerini aynılaştırmak gibi durmaktadır. İnanç özgürlükleri konusunda devletin tutumu bu gerçeğin açık ifadesidir.

Dil konusu, uzun bir konu belgemizle ilgili olarak bu açıklama yeterlidir. Ancak Alfabe kıyımı üzerinde söylenmesi gerekenler vardı. O da çok vahimdir. Çift taraflı keskin bıçak olan bir konudur.

Cumhuriyet Latin alfabesine geçmekle (1928) çağdaş medeniyeti yakalayacağı sanısındaydı. Şekil değiştirmekle özün gelişeceğine inanılıyordu. Ancak özünü bilmeyen, köklerinden beslenmeyen hiçbir kültür gelecekte kendini temsil edecek bir değer yaratamazdı. Nitekim öyle oldu. Bir gece ansızın alfabenin değişmesiyle bin yıllık bir tarih, toplumun hafızası olan arşivlerden silinmiş oldu. Gelecek kuşakların geçmişle bağı bir kılıç darbesiyle kesilmişti. Tipik bir Osmanlı davranışı, tipik bir teşkilatı mahsus-iye, ittihatçı aklı; Cumhuriyetteki Osmanlı tas tamam bu idi.

Bu gün Osmanlıyı okumak için özel uzmanlar bile yetmemektedir. Kendi tarihini alfabe değiştirerek yok eden dünyanın tek devleti Türkiye Cumhuriyetidir.

Arap alfabesi her alfabe gibi bilmeyen için zordur. Bin yıllık Osmanlı alfabesi ise toplumun bildiği bir alfabeydi, onunla okuyup yazıyordu. Kökleri bu alfabedeydi. Dünya iletişim ağlarına baktığımızda en ileri teknolojileri ve bilgi mübadelelerini Arap alfabesiyle yapan 1 milyarı aşkın insan topluluğu var. Alfabe bu açıdan gelişmenin engeli değil tersine kökleri üzerinde yükseldikçe her alfabe çağdaş ilerlemeyi yakalayabilecek kapasiteye sahipti. Çağdaş uluslar arasında alfabesini değiştiren bir ulus tarihle bağını koparması dolaysıyla her zaman bir ayağı aksak kalacaktır. Buna rağmen kendi ulusu için uygun gördüğü bu kararı, egemenliği altında olan bir Arap etnik topluluğu için bir dayatmaya çevirmek ise insan hakları ihlalidir, kültür hakları ihlalidir.

Başka ulusları tutsak eden bir ulus özgür olamaz sözü, burada çok anlamlı bir yere oturuyor. Türk ulusu yöneticilerinin yanlışlarıyla, geçmişini unutmak gibi bir tutsaklığa düşüyordu. Ayrıca, vehim üzerine kurulan Anadolu’yu tek boyutlu milli bir coğrafyaya çevirmek için ortaya konan tezlerin kısa sürede iflas etmesi, bu gidişin sınırlarını da belirlemiş oluyordu. Güneş dil teorisi, “40 asırlık Türk yurdu” söylencesi, “Hitit Türkleri”, “Sümer Türkleri” gibi akıl dışı iddialar, bir ulusa yerlisi olmadığı topraklarda zorlamayla tarih yaratamazdı. Bu veriler ortak ülkemizde, tarihin de kültürün de dil ve alfabenin de herkesi kapsayan bir eşitliğin yükseltilmesinin tek alternatif olduğunu gösteren bir veridir.

Bu tarihi kesit içinde, ülkemizin mozaik dokusunun zedelenmesi, diğer sahalarda olduğu gibi, Araplar üzerinde de yoğun etkisini gösteriyordu.

Leopold’un anıları, bu gerçeklere işaret ediyor.

Atatürk, "Hatayı kurtarmak için" kurduğu ‘’özel teşkilat’’ı devreye sokmuştur. “Hatai” kelimesini çevirirseniz, anlamı Hititlilerin memleketi demektir. Türkler o tarihlerde oraya Hititlilerin beşiği diyorlardı. Bu mıntıka Hatay ve tüm Sancak mıntıkasını kuşatıyor, Türkler de kendilerini Hititlilerin mirasçısı olarak varsayıyorlardı? …Bugün ise bu Hititlilerin beşiği diye övülen vilayet, bütün öteki Türk vilayetleri gibi yağmalanmış bir yerdir, Hititlilik düşü sona ermiş ve unutulmuştur, zaten Hititliler üzerine söylenenler de sadece siyasi bir taktikti.” (Leopold’un anıları s:5)

Bu olguların Hatay kısmını algılamak için öncelikle bilinmesi gereken, Hatay ilhakının gayri kanuniliğidir. Leopold’un anılarını okurken bu noktanın taşıdığı önem için bilinmesi gerekenler bulunmaktadır.

Hatay’ın Türkiye’ye ilhakını onaylayan hiçbir anlaşma, uluslararası geçerliliğe sahip değildir.

Fransa ile Türkiye arasında 23 Haziran 1939 tarihinde Ankara’da, Türk tarafını temsilen Saraçoğlu, Fransa tarafı adına Massigli’nin imzaladığı “Hatay’ın Türkiye’ye bırakılması” anlaşması hukuki değildir. Bu yüzden de Milletler Cemiyeti (MC. Cemiyeti Akvam) yasası 18. maddesi uyarınca kütüğe geçirilmemiştir. Bunun anlamı bu anlaşma uluslararası bir onay almamıştır, batıldır. (Bkz. Em.Büyükelçi İsmail Soysal, Konferanslar. Hatay Sorunu Ve Türk-Fransız Siyasal İlişkileri (1936-1939). Türk Tarih kurumunca verilen konferans 15 Şubat 1985)

Hatay uluslararası hukuka aykırı olarak, 5 Temmuz 1938’de askeri işgal edilmiştir. Türkiye, 23 Haziran 1939’da Fransa’yla yaptığı anlaşmayı, 30 Haziran 1939’da 3658 sayılı yasayla onaylamış ve Hatay’ı, TBMM 7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı yasayla il olarak ilhak etmiştir. 23 Temmuz 1939 tarihinde de TBMM’den gelen bir heyetle Hatay resmen olduğu kadar fiilen de Cumhuriyet Türkiye’sinde (CT) varlığına son verilmiştir.

Bütün bu işlemler çalınacak minarenin kılıfı olarak ardı ardına organize edilmiş, Hatay halkının, Araplar başta olmak üzere Kürt, Türk, Ermenilerin iradesi hiçe sayılmıştır.

II. Dünya savaşı arifesinde, perde arkasında dönen çıkar ve kombinezon oluşumlarının bir çerezi olarak harcanan Hatay, Uluslararası anlaşmalarla kurulmuş devletini bile komik bir oyunla kaybetmiştir. Meclisi, anayasası, mahkemeleri bayrağı ve tüm verileriyle kurulu olan Hatay devletini yıkan irade, Osmanlı aklı iradesidir. Bu akıl, fırsatı, haksız girişimi, halkın iradesini hiçe sayarak halka dayatmıştır.

Hatay’ın ilhakına karşı direnenler sadece Araplar değildi. Onurlu Türk halkı da, Kürt halkı da, Ermeniler, hatta Kemalist Türkler de işgal ve ilhaka karşı duruş sergilemişti. O günlerin tanığı olan Leopold bunu açıkça dile getiriyor. Bunu belgeleyen tarihi fotoğraflar bu önsözle birlikte bloğumda (http://mirural.blogspot.com/ ) yayın halinde olacaktır.

Leopold anılarında bu kesite ilişkin şunları dile getiriyor:

Milletler Cemiyeti tarafından gözlemciler gönderildi. Norveçli Hans Holstad, Hollandalı General Coron, İsviçreli Albay von Wattenyl oluşan komisyonun harcadığı giderler 75.000 İsviçre Frank’ı tutmuştu ve bütün bu masrafları Fransa karşıladı. Çok kısa bir sürede komisyon ayaklanmanın yapıldığını ispat etmişti. Bu komisyon Türkler, Araplar ve Ermenilerin bir arada çok iyi geçindiğini, çok iyi çalıştığını ve nüfusun çok büyük bir çoğunluğunun sadece ve sadece huzur içinde yaşamak istediklerini belgeledi. Komisyon radikallerin partisinin bu krize neden olduğunu ve hala radikallerin ayaklanma için nüfusu kışkırtmaya devam ettiklerini de ispat etti. Kemalistlerin en büyük uğraş verdiği ve ayaklanmanın yoğunlaştığı Antakya’nın merkezinde de Kemalistleri aslında Türkiye’ye bağlanmak istemediklerini ve bağımsız olmak istediklerini beyan ettiler.
Sayfa-7


Fransız ve Türk valilerin huzurunda Milletler Cemiyeti bilirkişileri yeni seçimler için yaptıkları çalışmaları raporladılar. Baştan aslında % 20-%30 oranını geçmeyen radikallerin Türkiye’ye bağlanmak için, yapılacak seçimleri engelleyeceği belliydi. Rüşvet, tehdit ve benzeri zor kullanarak seçimlerin yarıda kesilmesine neden oldular, öte yandan Manda makamları son derece zayıf kaldı ve karşı koymadı. Neden bu şekilde davrandıkları biz ölümlülerin anlamasına imkan yok zaten. Komisyon büyük bir hüzünle ve kızgınlıkla seçimlerde yapılan sahtekarlıklara seyirci kaldı, sonuçlarını Milletler Cemiyetine bildirdi ve sonunda görevini tamamlayamadan geri çekildi. Yapılan bütün görüşmeler Türklerin karşı koyması sonucu başarıya ulaşamadı. 1938 yılı başta Ermeniler olmak üzere Sancak’ta ikamet edenler için korkunç bir yıl oldu, Adeta kaçar gibi Hıristiyanlar, Müslüman Araplar, Ermeniler, Aleviler ve Sünnilerin büyük bir oranı İskenderun ve Antakya’yı ve civardaki öteki yerleri terk ettiler. Fakir halk orada kalmak zorunda kaldığı için buraları terk edemedi, çünkü yolculuk için parası yoktu. Kalanlar haklı olarak korktukları ve kaçtıkları şeyi, sancağın Türkler tarafından işgalini yaşadılar..”
(Leopold’un anıları Sayfa 6-7)

Arap halkının cumhuriyet serüveni bir yana, Hatay davası ise başka bir yana. Ancak bu gün bu iki dava bir toprak davası değil, bir kimlik davası olarak birleşmiştir. Bu noktaya herkesin dikkat etmesi gerek. Hatay davasında Arapların stratejileri, kimlik haklarıdır. Bölünmeye de şiddetle karşıdır. Araplar, yaşadıkları toprakların yerlisidir. Bölünmek isteyenler Arapların hakkını gasp ederek, verme yetkisi olup vermeyenlerdir. Hatay davası bu gün bir halkın kimlik davasıdır. Torosların güneyinde 4 milyon insanı ilgilendiren bir kültür hakkının davasıdır; bir dil, bir alfabe, yaşam ve inanç davasıdır.

Arap halkı Hatay sorunu gündeme geldiği andan itibaren, daha ağır bir baskı ve kültürel kıyım politikasına uğramıştır. Tarihle yüzleşirken atlanmaması gereken ayrıntılar, sağlıklı sonuçların elde edilmesi için çok büyük öneme sahiptir. Bu yanıyla Hatay Arap halkı; üç seçimde de özgürlüğünü ilan etmesine karşın, Türkiye’ye askeri zorla katılmaya mecbur edilmesi, unutulmaması gereken bir dönemeçtir.

Bu sürece gelinirken Kilikya sürgünleri Ermenilerin yeni bir göç dalgasıyla korku ve kaygılarla sürüklenişinin acı tablosu Leopold’un anılarında açıkça yer almıştır.

Kilikya Ermenilerinin İskenderun, Antakya ve havalisine sürgünleri bir trajediydi. Bu alanların o dönem itibariyle bataklık olması, sivrisineklerin taşıdığı sıtmayla ölüme mahkum olmak demekti. Nitekim Osmanlı egemenleri isyancı Çerkez aşiretlerini bu alana toplu olarak sürüp, hastalıktan kırılmalarını sağlıyorlardı. Osmanlı aklı Ermenileri buraya sürerken giydiği cumhuriyet elbisesi onu gizleyemiyordu. Anıların bu kesitini yazarından izlemek, insanlık adına bir acıdır. Katletmek ilkel bir içgüdüdür. Zayıfın davranışıdır, korkularıyla kendini tutsak edenlerin işidir. Cumhuriyette büyük korkuların esiri olarak Osmanlıdan devraldığı bu kıyımı sürdürmekte beis görmemiştir; 24 Nisan 1915 sürgünlerinde katlolmakla, 1930’lu yılların bataklıklarında Sıtmadan katledilmek arasında kimse bir fark aramasın. Mantığa ve bu mantıkta ısrarlı olunup olunmadığına bakmak gerek. Ermeni soykırımı, Arap halkının 1930’larda ki kültürel kıyımıyla birlikte sürdürülmüştür.

Leopold’un anılarını doğrulayan diğer kaynaklar da bu gerçeklere işaret etmektedir. “Sancak’tan Ermeni göçü iltihakla birlikte başlamıştır. Albay Collet taşıma işleminin Fransız askerî araçlarıyla yapılmasını sağlamıştır. Bu faaliyet esnasında 400 askerî araç ve 2 gemi kullanılmıştır. Levant serie E Syrie Liban vol: 471, 862 no’lu telgrafa göre 14.500 Ermeni’nin Sancak’tan ayrılması sağlanmıştır.” (http://www.nuveforum.net/706-tarih-bolumu/52064-fransiz-isgalinden-sonra-antakya-civarina-ermenilerin-yerlestirilmesine-yonelik/ )

Hatay Arap halkı topraklarının yerlisi olarak, ilhaka rağmen, cumhuriyetin getirdiği yeni değerlere angaje olmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Fransız manda yönetiminin belirsizlikleri içinde kıvranan anavatanından kopmaya rağmen, kültürel varlığını, ana dilini koruma eğilimi gösterdi. Hüzünlerinde, sevinçlerinde, manilerinde ağıtlarında Arapçayı yaşattı. Binlerce yıldır kendi toprağında yaşayan insanlar üzerlerinden geçen devletlerin, imparatorlukların siyasal iktidarların at nalları altında olma pahasına anavatan haline getirdikleri toprakları terk etmediler, kültürlerini bırakmadılar.

Hatay bir Arap kentidir. Böyle kalma kararlılığı da göstermektedir. Demografik yapıda yapılan oyunlara; Afganların, Varto deprem mağdurlarının vb. yeni yerleşimcilerin olmalarına rağmen, siyasal tercihleri ve kimlik haklarını, ortak ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesi bazında çözme gibi sağlıklı bir yolu sonuna kadar deneme kararlılığındadır.

Bu konuları “7. Ordu ve Hatay Davası” başlıklı makalemde detaylarıyla anlatmaya çalıştım. Ama bu gün sizlerle bir tarih belgesini paylaşıyorum. Bir görgü tanığının, işgal ve ilhaka giden sürecin acı tablosunu sunacağım. Bu anı belgeyle, o güne gidecek acıyı içinizde hissedeceksiniz. İnsan olarak ve özelde Arap olarak ne kadar onursuzlaştığınızı anlayacak ve yüzünüze bir şamar yemiş hale geleceksiniz.

Acıyı erdem sayma yanlışına düşmüş bir Arap halkı duruşu olduğunu göreceksiniz ve bundan utanç duyacaksınız. Bu gün ortak ülkemizin anti-demokratik yuvarlanışının halklarımıza dayattığı sessiz ölümü, dün Hatay’da Arap halkının nasıl yaşadığına tanık olacaksınız.

Bu gün haksızlığa uğrayan her haklının aynaya dönüp duyarsızlığının kefareti olarak suratına iki şamar indirmesi önerisini kendi halkıma önereceğim. “Arap” demenin bile hafif alaylı bir serzeniş anlamı taşıdığı bu ülkede, artık kimlik haklarımız için yapmamız gereken çok önemli görevlerin olduğunu bilince çıkarmalıyız.

İnsanlığa büyük bir uygarlık sunmuş Arap ulusunun tüm erdem ve değerlerini üzerinde taşıyan Arapların hakları için yapmaları gereken çok şey bulunmaktadır. Onursuzlaştırılan, ikinci sınıf vatandaş diye ötelenen, kolektif kimliğine milyonlarca temsilcisiyle duyarsız kalan her Arap, insanlığını da duyarsızlaştırmış demektir. Kendisi için bir şey yapamayanın, başkası için bir şey yapması beklenemez.

On yıllar önce bir Polonyalının, “Danimarkalı Ermeni dostları” örgütü başkanının onurlu duruşu ve anılarını tarihe not edişiyle, Arapların hikayesini yazmıştır. Bu hikaye tarihle cesurca yüzleşecek olan tüm halklar için önemli bir çıkış noktasıdır. Siz okuyun siz karar verin.

Hiç yorum yok: