1 Nisan 2010 Perşembe
ORTADOĞUDA SON DURUM
Mihrac Ural
1 Nisan 2010
ABD bölgemizde büyük bir çıkmaz içindedir. Tecrit olmuş, daha fazla tutunma durumunda da değildir.
ABD, Afganistan'dan, Irak'tan çıkıp çıkmayacağı değil, kaçarcasına bir hızla mı? Yerli müttefiklerini hesaba katarak ve onlarla birlikte, yavaşça çekilmek mi? Arasında bir tercihle karşı karşıyadır.
Bush yönetimi, ABD'yi bölgemizde mevta haline getirmiştir; hasta adam ABD yurduna sırtüstü taşınmakla yüz yüze gelmiştir.
İsrail, tarihinin en büyük kaybına uğramıştır. 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında, Araplar karşısında ilk kez yenilgiye uğramıştır. Bin kez kazansa da bir kez kaybedince, gerisin geriye çözülecek yapısıyla İsrail, bölgemizde tüm savaşların nedeni ve başlatıcısıdır; bölge ve dünya istikrarını bozan provakatif bir devlet olarak batılılar içinde riskli ve güvenilmez konumadadır. Bu günün en büyük kaygısı, Siyonist terör devleti İsrail'in, dünyayı bir kan gölüne çevirecek Iran'a karşı porvakatif saldırı ihtimalidir. Başta ABD olmak üzere, batılı ülkelerin bu kaygısı, İsrail'in askeri caydırıcılığı üzerine doğan kuşkularla birleşince, bölgemizde gergin bir barış ortamına yol açmıştır.
Büyük Ortadoğu projesi (BOP) ardından sürüklenen işbirlikçi Arap rejimleri tarihlerinin en ağır darbesini aldılar. Halkları tarfından inanılmaz ölçekte tecrit olmuş bu yönetimler, bölgenin siyasal etkinliklerinden de silindiler; Mısır bunların başında yer almaktadır. Bu ise İsrail açısından kaybedilen en büyük mevzidir.
Bölgenin direnen ülke ve halkları kazanan taraf olmuştur. Filistin, Lübnan, Suriye ve Kürtler bölgemizin direnme unsurları olarak, ağır baskılardan, akıl almaz kuşatmalardan çıkıp gelerek bu günkü etkin konumlarına ulaştılar. Irak işgali ardından, işgal hedefi olarak baskı altına alınan, Lübnan başbakanı Refik el Hariri suikasti gibi, başına örülmeyen feleket kalmamış Suriye bu gün bölgemizin olmazsa olmaz etkinliğidir. Filistin halkı adına direnme güçleri Gazze'de gösterdikleri direnişle artık İsrail'in hoyratça tepinemeyeceği mevziler kazanmış durumdadır. Lübnan ise, dış müdahaleleri öteleyebilecek bir istikrar ve direnme güçlerinin etkinliğiyle dik tutumlar almayı başarmaktadır. Kürtler bölgemizin her alanında, demokratik hakları için, özgürlük, adelet ve eşitlik için yürüttükleri mücadelenin sonuçlarını, adım adım elde etmeye başlamıştır.
Halkına güvenmeyen, coğrafyasına ve tarihine güvenmeyen, bu derinliklerdeki direnmenin hak kazınımındaki rolunü bilmeyenlerin kaybettiği bölgemizde, yarınları kurma çabası yükselmektedir. Bunun için her ülke, daha çok özgürlük ve demokrasiyle iç sorunlarını çözmek, komşuluk ilişkilerinde herkesin kazandığı bir süreci gözetmekle karşı karşıyadır.
Tek boyutlu bir dünya kadar tek boyutlu bir bölge ve ülke yaşama şansına sahip değildir. Bunu bilince çıkartmak gerek.
***
14 Şubat 2005, "Yaratıcı Anarşi"nin kahredici pervasızlığı sonucu, Lübnan'ın Sünni Başbakanı Refik El Hariri bir suikast sonucu katledildi. Suikast Suriye'nin sırtına yıkıldı. Irak işgali sonrası bölgede hayata geçirmek istedikleri Büyük Ortadoğu Projesine (BOP) yeni bir boyut verildi.
Refik El Hariri suikastı bölgeye indirilen soğuk bir duş etkisi yarattı. Kardeşi kardeşe düşman etmenin en kestirme yoluydu. Aynı anda patlak veren medya ilanlarıyla konuyu evrensel bir boyuta taşıyanlar, katilin, cenaze namazına katılmasını hatırlatıyordu. İsrail-ABD parmağı böylece örtülmek istendi. İki devlette tek halk olan, Lübnan ve Suriye halkı birbirine düşecek boyutta bir düşmanlığa sürüklenmek istendi. Ayrıca, kimi inanç ve etnik topluluklar birbirine karşı kışkırtılarak fay hatları derinleştirilmeye çalışıldı.
Bu süreç, Fransa'nın da kışkırtmasıyla BM tarihinde ilk kez, şahsa münhasır (şahısla sınırlı) Uluslararası Cinayet Mahkemesinin kuruluşuna kadar uzandı; Suriye'ye dünya dar ediliyor, çökmesi ya da en azından teslim olması isteniyordu.
Yine bu süreçte, Lübnan İlerici Sosyalist Partisi'nin lideri Dürzi Velid Canbolat, siyasal tarihinin bilinen "U" dönüşlerinden birini daha yaparak, aleni bir biçimde ABD'nin müttefiki, BOP'un da taraftarı olduğunu açıkladı. Böylece, on yılların dostları, tek tek konjonktüre bağlı olarak Suriye düşmanlığı safına geçiyordu.
Daha düne kadar İsrail'e karşı direnme cephesinde Suriye'nin en yakın müttefiki olan Velid Canbolat; bu süreçteki ABD gezisinde, "New York Belediyesinde çöpçü olmayı yeğlerim" diyerek belirlediği yeni safına ilişkin kararlılığını dile getirmişti. Canbolat için bölge tarihi değişmişti, artık Büyük Ortadoğu Projesinin ayaklarından biri olarak Lübnan'da siyaset yürüteceğini dünyaya ilan ediyor, Suriye düşmanı olarak sahnedeki yerini alarak, gericilik odağı Müslüman Kardeşler Örgütüyle yakın temaslara, liberal muhaliflerle de ABD önderliğinde Suriye'nin işgaline katılmaya hazır olmaya uzanan bir ilişki geliştiriyordu. Canbolat, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar El Esad'ı, değil bir siyasinin, sıradan bir lümpenin dahi ağıza almayacağı sözlerle tahkir etmesi, ahlaksız suçlamalar yöneltmesi, bölgede unutulmaz izler bırakmıştı. Velid Canbolat, çok okuyan, kültürlü olduğu sanılan bir kişidir. Ancak, bölge tarihini ve bu bölge halklarının tarihte Hitit'lerden Mısır'lılara, Roma'dan Bizans'a, Haçlı Seferlerinden Selçuklulara, Osmanlıya, 1. Dünya paylaşım savaşında Fransız-İngiliz işgallerine kadar bir direnme destanıyla yürüdüğünün farkında değildi.
Irak savaşı, küçük entelektüel beyinlerde olduğu kadar, tarihsel kararsızlığını aşmamış, Hegel'in de sözünü ettiği "tarihsiz uluslar"da (siz bunu tarihsiz ve talihsiz etnik ve inanç toplulukları olarak okuyun) büyük travmalara yol açtı. Bu travma Dürzi siyasal liderlikte çok daha yoğun olarak, tarihin değişik kesitlerinde olduğu gibi, bu gün de kendini gösteriyordu. Dürzi topluluğunun tarih içinde bu türden liderleri nedeniyle dış güçlerin çatışmasında, bir daldan bir başka dala atlayarak saf değiştirdiği yakından bilinmektedir. Bu kararsız rolü, bir kez daha, Irak savaşı ardından ortaya çıkan karanlık tabloda oynuyordu. Dürzilerin çoğunluğunu temsil eden Velid Canbolat'ın, yanlış ata riskli söylemlerle oynamaya yönelişi böylece gündeme geldi. Dürzi lider ABD'nin bölgeye, tam teçhizatlı, dünyanın tüm lojistik imkanlarını da arkasına alan 450.000 askerini konuşlandırmasından huşu içinde güven duyuyordu. Oysa koşullar bu gücün, bu gün itibariyle bölgeden nasıl çekilebileceği, kaygı ve telaşıyla yüz yüze kalındığını gösteriyor; hesapsızlar, halkına güvenmeyenler, yanlış ata oynamanın teslimiyetlerinde bocalamakla da yüz yüze geldiler.
BÖLGEDE ABD STRATEJİSİ
Irak işgali sonrası bölgemizde Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında bölgenin mümkün olan en küçük coğrafi, etnik, inançsal birimlere ayrılarak parçalanması hedeflenmişti. ABD; Akdeniz'den başlayıp, Ortadoğu'dan geçerek, Kafkaslara uzanan bölgedeki tüm enerji kaynaklarını kontrolü altına alma gibi tarihsel bir stratejiyle hareket etmekteydi. Bu amaçla enerji kaynakları yollarının güven altına alınması için de tüm gücüyle sürece yükleniyordu. Bölgeyi alt üst edip atomlarına ayıracağına da kendini inandırmıştı. Yeni muhafazakarlar diye bilinen, çoğunluğu Yahudi kökenli, İsrail'in bölgedeki çıkarları için, ABD'yi sürükleyen Bush yönetiminin karanlık prensleri, bölgemiz kadar, dünyayı da bir ateş çemberinin ortasına atıyordu.
Bölgede ABD'nin planlarına uyumlu olacak mutedil ülkeler ve yandaş irili ufaklı kuvvetler de az değildi. Ancak, ABD'liler bölgenin tarihini, en azından İngilizler kadar bilmiyorlardı. Çok boyutlu güç, lojistik imkan, saldırı etkinliği, erken vuruş, "temiz eller" operasyonu (el sürmeden birbirine kırdırma yöntemi), "yaratıcı anarşi" tezleriyle bu bölgeyi şaşkına uğratacağını sanmıştı. Bu dehşet ortamının korku ve kaygılarıyla, halkına güvenmeyen ve iktidarını elde tutmak için çırpınan yönetimlerin, ABD'nin ardından sürüklenmeleri, talan siyasetlerine büyük rahatlama veriyordu. Bu projenin sıkıntısı, eksik halkası Lübnan ve Suriye idi. Akdeniz'den Ortadoğu'ya, Kafkaslara giden hat, bu iki ülke tarafından kapatılmıştı. Irak savaşı sonrası böylesine bir kanalın kapalı kalması, BOP'u çok riskli hale getiriyordu. Bu kanalı açmak için Suriye'nin çökmesi, en azından teslim alınması gerekiyordu. Lübnan, Suriye'nin zayıf halkasıydı. ABD bunun üzerinde yoğunlaşacaktı.
KIRILMA NOKTASI; LÜBNAN...
Lübnan, ABD'nin bölgemize ilişkin projelerinde jeostratejik açıdan hayati bir öneme yükselmişti. Bu aynı zamanda İsrail'in rahatlatılması açısından da büyük öneme sahipti. En zayıf olanın en güçlü olmak gibi bir kritik noktada, Lübnan bölgede kilit rolü oynuyordu. Bu ülkenin bir biçimde tasfiyesi gündeme gelmişti. Irak savaşı sonrası süren tüm hazırlıklar, İsrail'in savaş açması için sudan sebepler arayışı sürmekteydi. Ve 12 Temmuz 2006 savaşı, bu hazırlıkların bir sonucuydu.
Ayrıca Lübnan, Suriye'nin yumuşak karnı bir komşuydu. Lübnan tarihi boyunca da bu konumundan dolayı, bölge üzerinde çıkarı olan dış güçlerle, yerli güçlerin savaş sahası olmuştu. ABD'nin bölge çıkarları içinde Lübnan gerçekte bir hiçti. Ancak Suriye dolayısıyla bir anlam kazanıyordu.
Lübnan devleti, anavatanı Suriye topraklarından koparılarak, tarihte geçmişi olmayan bir devlet olarak yaratılmıştı. Sözde Hıristiyanların korunması amaçlanmış, onların çoğunluk olduğu ve en iyi toprakların yaşam alanı olarak tanzimi esas alınmıştı. Gerçekte Lübnan devletinin kuruluşu, bu gün İsrail'in ABD adına bölgede oynamakta olduğu rolü, o gün Fransa için oynayacak bir oluşumdan başka bir şey değildi. Lübnan mozayiği böylesi bir sürecin önemli piyonu olma eğilimlerini bağrında taşıyordu.
Aynı halk, iki devlet altında parçalanmıştı. Bu yanıyla Lübnan, bir yandan bölge direnişinin merkezi, diğer yandan da dış güçlerin en etkin oyun alanı oluyordu.
Lübnan, Suriye'nin zayıf halkasıdır. Bu doğru, ancak aynı zamanda bölgede siyasal etkinliklerin kontrol edilme alanı olarak da Lübnan, Suriye'nin elinde bir güç merkezidir. Bu yanıyla Lübnan halk kitlesinin çoğunluğunu oluşturan Şiileri, Kuzey Lübnan Sünnilerini, Alevileri, zaman zaman Ermeni ve Maruni Hıristiyanlarıyla, Ortodoksların desteğini de eklediğimizde, bölgede Suriye'siz hiç bir şeyin yapılamayacağı gerçeğini dile getirmek yanlış olmayacaktır. Filistin davasında takındığı tutumla da Suriye, bölgenin siyasal olarak en güçlü ülkesidir. Mısır bu ortamda hiç bir zaman etkinlik kuramadı. Suudi Arabistan, Sünni çevreler ve büyük mali etkinliklerle (Hariri ailesi gibi) oynamaya çalıştığı zorlama rollere rağmen, Şam'ın onayını almayan bir adımın bölgemizde atılabilmesi mümkün değildi. Suikastte katledilen baba Refik El Hariri'nin oğlu, genç Başbakan Saad El Hariri'nin Şam'a giderek vaftiz olması da bu gerçeğin son halkada nasıl bir biçim aldığını gösteriyordu.
ABD bölgeyi pervasız planlarla parçalamak istedi. Yüz yıllık plan diye takdim edilen BOP'un ömrü, bir savaşa bile dayanamadı. İsrail'in Lübnan'a saldırısıyla başlayan 12 Temmuz 2006 savaşı, bu bölgenin kader savaşı olarak, direnen halklar lehine sonuçlandı.
Bu savaşa yıllardır hazırlık yapılıyor, Lübnan'ın düşmesi gerekiyordu. Akdeniz'den Afganistan'a tüm yolların açık olması stratejik bir zorunluluktu. Bahane aranıyordu. Güney Lübnan sınırında sürekli gergin bir ortam ve irili ufaklı çatışmalar, iki İsrail askerinin kaçırılması üzerine, İsrail Lübnan'a savaş açtı.
İsrail-Arap savaşlarının bir yenisi başlamıştı. İsrail bölgedeki tüm savaşları, kıymeti kendinden menkul bahanelerle başlatan taraf olmuştur. 1967 savaşını, Mısır savaş hazırlığı yapıyor, erken vuruş hakkını kullanma bahanesiyle başlatmıştır. 1982 Lübnan savaşını, MOSAD'ın kurduğu bir tezgahla İsrail, Londra'daki kendi Büyük Elçisine suikast yapıyor, bu olayı da Filistinlilerin sırtına yıkarak savaşa neden sayıyor. 12 Temmuz 2006 savaşının bahanesi de kaçırılan iki İsrail askeri olarak gösteriyordu. Yalan ve iki yüzlülük, kurgu ve provakasyon bu bölgenin olduğu kadar, verilerin göstermekte olduğu yeni işaretlerle de dünyanın savaşlara sürüklenmesine yol açan tek tarafın İsrail siyonizmi olduğunu göstermektedir. ABD bu sıralar, İran'a karşı İsrail'in yapacağı bir provakasyon saldırısının ardından sürüklenme kaygısı taşıdığını en yetkili ağızlardan dile getirmektedir.
12 Temmuz 2006 savaşının ilk günlerinde, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Lübnan'a gelerek, Suriye karşıtı güçlerle toplantı yapar. Bu toplantının flaş ismi Dürzi lider Velid Canbolat'tır. Bunun yanı sıra, Sünni lider Suudi Arabistan yerleştirmesi Saad El Hariri, Falanjist Partisi lideri eski Cumhurbaşkanı Emin Cemayel, faşist Lübnan Kuvvetleri lideri (Lübnan Başbakanı Sünni lider Reşit Kerami'nin katili, Maruni Cumhurbaşkanı Süleyman Franjiye'nin oğlu Toni Franjiye ve tüm ailesinin katili ve müebbed hüküm cezasını çekerken siyasi ittifaklar ardından serbest bırakılan) Semir Caca bu toplantının baş aktörleriydi.
Rice, bölge ABD'nin denetiminde bir bölgedir, sürmekte olan savaş İsrail'in mutlak ve kesin galibiyetiyle bitecektir (ki bu savaşa en çok 10 günlük bir süre tanıyorlardı). Bu savaş BOP'un doğum sancılarıdır diyerek, kurulacak esir kamplarının nerede ve nasıl olacağını bile tartışmaktaydılar. Bu toplantıda yer alanlar, algılarından emin, bölgenin geri dönüşü olmayan çöküşünü bekliyorlardı. Böylece BOP'un son halkaları da düşerek tamamlanmış olacaktı.
Afganistan'ın işgali ardından, Irak işgali tamamlanmış, geriye tek engel Suriye ve Lübnan kalmıştı. Lübnan bir kaç güne kadar çökecek, ardından Suriye de üç parçaya ayrılarak, üç devletli ya da üç otonom yapılı bir federasyona, Lübnan ise en azından 5 parçaya bölünecekti. Ancak Beyaz Saray'ın hiç bir hesabı meydanlarda tutmadı. Bu bölgenin halkları direniyordu, savaşın sonucunu güçler dengesi değil, iradelerin dengesi belirliyordu.
İsrail, sunulan tüm lojistik desteklere ve BM Güvenlik Konseyinin ahlaksızca uzattığı savaşa rağmen, ağır bir yenilgi almaktan kurtulamadı. Tarih bu noktadan itibaren bölge üzerinde çok farklı süreçlerin başlayacağına işaret ediyordu. 14 Ağustos'ta savaş durmasıyla, İsrail'de iç sorgulamalar ve hesaplaşmalar başlamıştı bile.
Bu aynı zamanda tarihi bir durumdu. İlk kez Arap halkı İsrail'e karşı galip geliyordu. ABD dahil tüm emperyalist güçler, İsrail'in, bölgedeki çıkarlarını korumakta yeterli olamadıklarını görüyordu.
12 TEMMUZ 2006 BÖLGENİN KADER SAVAŞI
12 Temmuz 2006 bir kader savaşının başlangıcı, bu bölgenin yeniden doğum tarihiydi. 33 gün süren savaşta İsrail ağır bir hezimete uğradı. Tarihi boyunca her savaşta kalabalık Arap ordularını bir haftayı geçmeyen sürelerde ağır hezimete uğratan İsrail, bu kez, bir direnme hareketi, bir gerilla savaşı karşısında diz çöküyordu; çok uğraşmasına karşın İsrail, kara harekatı yapamadı, yapmaya kalkınca da ağır kayıplarla yerinde çakılı kaldı. Dünyanın en gelişmiş hava kuvvetleri sayılan İsrail hava kuvvetleri felç olmuş, füze savunması hiç bir işe yaramaz hale gelmişti. Deniz kuvvetleri ise savaşın ilk adımında, Hizbullah'ın karadan denize atılan füzeleriyle ağır hasar görüp, savaş dışı kalmıştı. İsrail, Lübnan'ı yakıp-yıkmıştı 1000 masum insanı katletmişti ama, iradesini yenememiş ve sonunda onun direnci karşısında yenilmişti. Bu savaşta Hizbullah'ın temel kadrolarından kimseye zarar veremez, binası yıkılmasına rağmen MANAR TV'yi susturamazken, gerisin geriye kaçışta perişan hallere düşmüştü.
Bu savaş İsrail'in kendi halkı üzerindeki inandırıcılığını yıkmıştı. Kurmaylarının söyledikleri yalanlar üzerine, İsrail halkı, savaş hakkındaki gerçekçi bilgileri yalnızca Hizbullah'ın lideri Hasan Nasrullah'ın konuşmalarından elde ediyordu.
Sonuçta, bölgede savaşın tarihi de alt üst olmuştu. Direnen halk kazanmıştı. BOP işte tam burada yenilmişti. Bu hezimet, kaçınılmaz olarak süreci doğru kavrayamamış olanların da hezimet saatinin geldiğine işaret ediyordu.
ÇÖZÜLÜŞ
Bu tarihten sonrası, adım adım her şey değişmeye başlamıştı. Fransa'da Cumhurbaşkanlığı seçimleri ardından Jacques Chirac yerine, Nikolas Sarkozy gelmişti (6 Mayıs 2007). Bu seçimle birlikte, Refik El Hariri'ye bin bir çıkar bağıyla bağlı olan Chirac'ın, kişisel kinle Suriye'ye karşı yürüttüğü siyaset sona ermişti. Fransız'ların aklı selim çıkar çevreleri, Suriye'siz bir Ortadoğu'nun Fransa için geçerli olmayacağını, Lübnan üzerindeki Fransız etkisinin Suriye'siz devam etmesinin mümkün olamayacağını biliyorlardı. Özellikle bölgedeki laik rejim olarak Suriye'nin boşluğunu, yalnızca dini sapmaların doldurabileceği gerçeği karşısında Fransa, müttefiklerine anlamlı mesajlar geçiyordu.
Fransa'nın ardından, diğerleri de döküldü. Suriye'ye karşı boğucu bir kumpas kuran ve buna iştirak eden tüm emperyalist devletler, kaybettikleri oyun sahası için Suriye'ye koşmaya başladılar. ABD'nin bölge diplomasinin etkin isimleri "ABD bu sürece katılmasaydı, Suriye'yi tecrit edelim derken kendimizi tecrit etmiş olacaktık" diye açık beyanatlar verir hale gelmişti.
Bu gelişmeleri tarih sırasıyla iki önemli gelişme daha takip etti.
Birincisi; 7 Mayıs 2008 müdahalesi diye niteleyebileceğimiz, Lübnan halkının direniş güçlerinin Hızbullah önderliğinde, başta beşkent Beyrut olmak üzere, Velid Canbolat Kuvvetlerinin mevzilendiği dağ mevkilerini ele geçirmesi olayıdır.
Hadisenin özeti, 5 mayıs 2008'de yani iki gün önce, Hariri yanlısı Fuad Senyora hükümeti, Hizbullahın 12 Temmuz savaşını kazanmasında temel rol oynayan özel telefon şebekesini sökme kararı olmasıyla başlar. Bu karara karşı şiddetli tepki gösteren direnme güçleri, "İsrailin savaşla başaramadığını, hükümetin kararıyla başarmanın ihanet olduğunu" ilan ederler. Bunun üzerine, Hizbullah önderliğinde direnme güçleri, 7 Mayısta Beyrutta, şu ana kadar detayları bilinmeyen ancak, Canbolat ve Saad el Hariri'nin evleri, silahlı adamları ve tüm etkinlikleriyle esir alındığı, silahsızlandırılıp kuşatıldıkları, dağda Dürzi güçlerin istisnasız tüm mezilerinin ele geçirlidiği bir operasyon başlatılır. Bir kaç saat içinde Lübnan'ın, Hizbullahın eline düştüğü anlaşılır. Dürzi ve Sünni liderler ev hapsina tabi tutulur.
Böylece, uzun süredir, karşılıklı ağır suçlamalarla süren çekişmeler 7 Mayıs müdahalesiyle, Lübnan'ın tüm siyasal dengeleri alt üst olur. Artık bu ülke direnme güçlerinin karalarına aykırı bir siyasal tutumun alınamıyacağı ülke olduğu açığa çıkmış olur. Bu süreç Katar'ın başkentinde iç barış için yapılan toplantılarında başlangıcı olur. 7 Mayıs bu yanıyla bölgemiz için de önemli bir günü olarak kendini gösterir. ABD'nin Lübnan'daki son siyasal etkinlikleri bu müdahaleyle noktalanmış olur.
İkincisi; böylece, 8 aydır ertelenen Cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından genel seçimler Katar'ın başkenti Doha'da, 7 Mayıs müdahalesinin ardından doğan yeni konjoktürün sonucu karar bağlanır.
16 Mayıs 2008'de Katar'ın başkenti Doha'da başlayan Lübnan koferansı, yoğun tartışmalar sonucu, Cumhurbaşkanı seçimi ve genel seçimler üzerinde ve daha sonra kurulacak olan "vatan birliği" hükümetinin bileşkesi üzerinde anlaşmaya varılır. Bu anlaşmalarla, 14 Şubat 2005 Refik el Hariri'nin katledilişiyle başlayan sancılı ve bir o kadar sorunlu, dışa endeksli süreç, ilk kez belli bir denge içinde barış ortamına yönelmeye başlar.
Lübnan'da bu gelişmeler, bölge açısından olduğu kadar Suriye açısından da birinci derecede önemli gelişmelerdi.
Bilinen o ki, İsrail ve Akdeniz üzerinden gelecek tüm tehliklere karşı Suriye'inn güvenliği Lübnan'da başlar. İki ülkenin tarihsel kaderi "bilad el Şam" denilen bu coğrafyanın birleşik yapısındandır. Emperyalist çıkar bölümlemeleriyle farklı siyasal erklere parçalanan coğrafyalar, gerçekleri değiştiremiyordu. Suriye'nin güvenliğinin, Lübnan'da başladığı gerçeği, bölgemizin en önemli gerçeklerinden biriydi. İki ülke arasında Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerden farklı bin bir bağın varlığıyla da, birbirinden koparılmaz bir bağdır. Bu yanıyla Lübnan'daki her gelişme Suriye'yi de birinci derecede ilgilindermektedir.
Suriye Bölgede Lübnan halkının çıkarlarını kendi halkının çıkarları olarak savunmasında bu veriler önemli rol oynar. Buna Filistin davası ve Irak işgalina karşı tutumlarını da eklediğimiz de, Suriye'nin bölgenin köklü toplumsal algılarını temsil ettiğini tespit etket zor değildir. Tüm baskı ve ambargolara karşın, sonuçta Suriye'nin kazanan tarf olması, bu algı ve tutumlarla yakından ilgilidir.
TÜRKİYE'NİN BÖLGEYE GİRİŞİ
Türkiye yüz yıl sonra bölgede yer almaya başladı. Bu yer, Suriye'nin açtığı kapı aralığından girişle gündeme geldi. Irak savaşı ardından ABD'nin çıkarlarına alet olan, kendi halklarının çıkarlarını bir kenara itip, BOP politikalarının peşine sürüklenen ülkeler kaybetmişti. Mısır bu süreçte tarihinin en büyük siyasal kaybını yaşıyordu. Özellikle de 12 Temmuz 2006 savaşında açıkça İsrail yanlısı tutum almakla çok şey kaybetmişti. Mısır'ın 200 yıllık bölge etkinliği bu noktada sarsılmış, oluşan boşlukta yeni güçlerin sahaya inmesine olanak vermişti. Suriye'nin kuzey komşusu Türkiye'yle süren uzun gerginliği aşmanın olanakları da böylece oluşmuştu. II. Dünya savaşı sonrası bir NATO kuklası rolünde, bölge halklarına düşmanlık yapan Türkiye'ye, yeni arayışlarında bir Arap eli uzanmıştı; 1958 Lübnan iç savaşında Falanjistlerden yana tutumlarıyla, Bağdat Paktı, CENTO ile bölge halklarına karşı komünizmin kuşatılması adı altında, emperyalistlere maşalık siyaseti, Irak devrimi sırasındaki krallık yanlısı tutumu (14 Temmuz 1958) Türkiye'yi bu bölgenin kabul edilmez bir ülkesi haline getirmişti.
Son on yıllık süreçte görüntüde de olsa, oturmamış bir yönelim olarak da olsa, Türkiye farklılık gösterme çabasındaydı. Suriye bu verileri değerlendirdi. Türkiye'ye, İsrail'le dolaylı barış görüşmeleriyle ilgili rol verdi. Kararsız da olsa, bu süreç olumlu komşuluk ilişkileri çerçevesinde devam ediyor.
Bölgede dengeler değiştikçe, büyük güçler kendi aralarında nispi anlaşmalara uzandıkça, siyasal sahnede de her kesin rolü değişme eğilimi gösteriyordu. Bunlar arasında Dürzi lider Canbolat'ın bilenen "U" dönüşlerinin belirtileri ortaya çıkmaya başladı. Arada kalanların ezilmeye mahkum olduğu, önceki sürecin küçük figüranlarının tasfiyeye mahkum olduğu bir döneme girilmişti. Velid Canbolat'da, Refik El Hariri'nin ölümü ardından girdiği kirli siyasete son verip, dönem Suriye'ye yamanma dönemi haline gelince, kolları sıvayıp özür dilemeye yöneldi.
Bölgedeki gelişmeler, evrensel ölçekteki güçlerin gergin ilişkileri sonucu çözülürken, bölge açısından ciddiye alınmayacak kadar küçük etkinliklerin çaresizliğini anlamak zor olmayacaktı. Dürzi lider Velid Canbolat yine akıl almaz bir utanmazlıkla "U" dönüşü için kolları sıvıdı. Tavrını hiç bir şey olmamış gibi, eski tüm saldırılarını, ahlaksızlığa uzanan şahsi karalamaları ve iddialarını, Refik El Hariri suikastı sonrası kurulan 14 Mart hareketindeki yerinden çekildiğini ilan ederek ortaya koydu.
Suriye yönetimi ve halkı, Dürzi lidere karşı tepkiliydi. Yaptıklarını, sözlerini kimse unutmamıştı. Böylesine onursuz bir dönüşün kabul edilmesi de çok güçtü. Ancak Ortadoğu siyaset stratejileri, bu tür dönüşlere alışkındı. ABD-İsrail saflarından çıkıp, halkın direnen güçlerinin safına geri dönüş yapacaklara, kapıların sonuna kadar kapanması gereksizdi. İhtiyatlarla da olsa, bu kapının aralanması bekleniyordu. Suriye bu konuyu tamamıyla ikinci bir ele bıraktı.
Hizbullah lideri Hasan Nasrullah'a verilen bu görev, Dürzi lideri kalıba sokana kadar süren bir süreç olarak planlandı. Velid Canbolat bu sürecin tüm yaptırımlarına ceza çeker gibi uydu; siyasetini yeniden gözden geçirdiğini gösterme çabası verdi. Bu durum gerek Lübnan ve gerekse bölgemizde ABD'nin çöküşünün bir yansımasıydı.
Bütün bu gelişmelere karşın Suriye, uzun bir süre Velid Canbolat'a ziyaret vizesi vermedi. Onursuzca saldırılarının halkların vicdanında derin yara izleri vardı. Suriye halkı böylesi insanlara prim vermeyecek bir halktı; büyük bedeller ödenmişti, ABD ve İsrail'e karşı direnirken arkadan vuranları affetmek öyle kolay değildi. Siyasette kinin kör ettiği gözler iflas etmiş, diz çökmüştü. Ancak yaralar çok taze ve derindi.
4 yıl gibi uzun bir sürenin ağır temposuyla, Hizbullah, Dürzi lider Velid Canbolat'ın dosyasıyla ilgili olarak sürdürdüğü çalışma sonrasında, Canbolat'ın Şam ziyareti karara bağlandı. Dönüş gündeme geldi. Bu dönüş bir "U" dönüşü olsa da, BOP defterine konan bir son nokta olacaktı.
Şam'a yeniden dönüş, güvenli limana varıştı. Bunu daha önce, Michel Aoun ve Saad El Hariri yapmıştı. Herkes bir biçimde layık olduğu karşılanmayı gördü. Dış güçlerle işbirliği yapmayanlar saygı gördü.
Dürzi lider bunlardan çok farklıydı. Şam'a dönecekti ancak layık olduğu şekliyle dönecekti.
Dün gece 30 Mart 2010 tarihi itibariyle, aylardır beklediği randevu, ertesi güne, 31 Mart 2010 sabahına verilmişti. Gelecekti, yorumsuz, yaygarasız, basınsız, tek başına görüşecek ve derhal geldiği yere dönecekti. Beşşar El Esad kişisel haklarından, halkların çıkarı için vaz geçti. Canbolat, önemsiz ve değersiz biri olarak gelip gitti.
Bu sabah haber ajanslarına bilgi düştüğünde, bölgemizde tüm teslimiyetçilerin halkın direnme güçleri karşısında ağır bir hezimetle teslim olduklarını gösteren buluşma gerçekleşmiş ve bitmişti.
KISSADAN HİSSE
Bölgemizin gergin dengeleri Tel Amrana anlaşmasından bu yana (MÖ. 1278 yılında Firaun II. Ramses ile Hitit Kralı III. Hattusil arasında yapılan antlaşma) dış güçlerin çekim alanı olmuştur.
Bölgemizin yeraltı zenginliklerinin jeostratejik önemi bu çekimi kışkırtmış, bölge halklarının karanlık süreçler içinde kuşaklar boyu ezilmesine yol açmıştır. Bütün bunlara karşın, dış güçler, bölgede yakın işbirlikçiler de bulmasına rağmen halkın kendi coğrafyasını yönetme ve kendi egemenliğinde özgür olma istencini bastıramamıştır. Bölgenin direnen halkları, binlerce yılın tüm deneylerinde, kararlı bir iradeyle özgürlüklerinin arkasında durmuştur.
Bu gün, bölgenin yerli halkları köklüce, yaşama ilk kez açarak anavatan haline getirdikleri topraklarda; işgallere, ilhaklara, zulme direnmiş ve kendi egemenlik haklarını kazanmaya çalışmıştır. Roma, Bizans, Selçuklu, uzun süren Osmanlı egemenlikleri tarihe karışırken, bölge halkları anavatanlarında kendi yönetimlerini kurumlaştırmaya çalışmıştır. I. Dünya savaşı ardından Fransız-İngiliz egemenliğinin ve II. Dünya savaşı peşisıra ABD-İsrail egemenliğinin bu gün ne hallerde olduğu açıktır. ABD artık bölgenin tümünden kaçış arifesindedir; konuşulan, hızlı kaçış mı yavaş kaçışmıdır? İsrail, artık güvenilmez bir kışkırtıcı, provakasyon etkinliği olarak bölgede kendi kaderine terk edilmek üzere olan sathı meyildedir.
Bölgemiz, artık güçsüz ölçekler içinde olan bir dış etki altındadır. Yeniden şekillenen bölge yapılanmasında, bölgemizin yerli güçleri daha çok söz sahibi olacaktır. Bölge yerli halkları birbirine açılmakta ve dış etkilerin yıkıcı kışkırtmalarıyla kurulan düşmanlıklar gerilemektedir. Bu süreç, tek tek her ülkede derinleşecek demokrasi ve özgürlüklerin oturmasına bağlı olarak anlam kazanacaktır.
Bu gelişmeler ülkemize de yansıyacaktır. Ortak ülkemiz, bu açıdan ciddi kaoslarla yüz yüzedir; kimlik bunalımı ve özgürlükler konusunda sancılıdır.
Ülkemizin, farklılıklarından oluşan zenginliği anayasal, yasal ölçeklerde kurum ve kuruluşlarla güvenceye alınmaksızın, bu sürecin içinde etkin yer alması düşünülemez.
Bu bölgenin tarihi yerli olmayı, halkların ortak çıkarlarını eşitçe savunmayı, dış müdahalelere karşı etkince direnmeyi gerektirir. Bunun için demokrasi ve özgürlük konusunda tavizsiz bir derinlik ve genişlik kazanılmalıdır. Onursuz "U" dönüşçüleri ise kimseye yarar getirmeyecek, tersine zayıf halka olarak ilk çökecek olanlardır.
Bu durum, Dürzi lider Velid Canbolat'ta şahıs bazında görüldüğü gibi, ülkeler düzeyinde de aynıyla geçerlidir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder