HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

9 Mart 2010 Salı

ÇAĞIN DEVRİMCİ GÖREVLERİ

Mihrac Ural
6 Mart 2010


Ahmet Otçu adlı okurumuzun
"ÇAĞIN DEVRİMCİLİĞİ"
Başlıklı makalem üzerine yaptığı yorum üzerine
cevabi yazımdır.




Değerli Ahmet Otçu,

Yaptığınız yorum için birkez daha teşekkür ederim (yorum altta).

Önceki yazılarımda yer alan temel parametrelerimi tekrar etmemek için, bir daha üzerinde durmayacağım. Ancak bunlara da açıklık getirecek farklı noktalar üzerinde yurumunuzu yanıtlayacağım.

Dikkatli bir okuyucu olmanız diyalogumuz için de olumlu. Yorumunuzun en önemli cümlesi şudur.

"...sormak isterim.

Yazınızda,"bu görev devrimcilere aittir" diyerek böylelikle devrimcileri kapitalist sistem içersindeki sınıflardan soyutlayarak, dış bir tarihsel güç olarak göstermiş olmuyor musunuz?

Demek istediğim,elbette sizin de değindiğiniz gibi,feodalizmi yıkan burjuvazidir,ki o,sistem içersinde ezilen serfleri tarafına çekmiş ve böylelikle devrimi gerçekleştirmiştir.

Fakat,bu durum kapitalist sistemi yıkacak olan devrimcilerin,sistem içersinde bulunmayan ayrı bir "dış sınıf" şeklinde anlamlandırılmasına sebebiyet verir mi?
Yani bu anlayışınız dolayısıyla,devrimciler bir "ilerici ayrı bir sınıf" şeklinde algılanmıyor mu?

Oysa,devrimciler de bir ya da birkaç sınıfa aittir;proleter olabilir,küçük burjuva olabilir(ki ben de,kendimi bu sınıfa ait görmekteyim), köylü olabilir ve bunun gibi.."
(Ahmet Otçu, ikinci yorumu) Demişsiniz


Birincisi; "Bu görev devrimcilere aittir" cümlemden, devrimcileri sistem dışında, "dış bir tarihsel güç" olarak ela aldığım kaygısı taşımışsınız.

Hemen belirteyim, böyle bir duruşum yok, olamaz da. Buna rağmen belirlemenin ikili yanı olduğunu dile getireceğim. a). Bu gün topluma eğemen olan kapitalisit sistemdir ve her şey bu sistemin içinda şekillenmektedir. Onu yıkacak güçler de gelecek toplumsal sistemin nüveleri de onun şemsiyesi, kanatları altındadır. Bu anlamda hareket alanımız, eski sistemin içinde olacağı açıktır. O zeminin üzerinde, içinde, çevresinde bir bütün olarak sürecek bir mücadele gündeme gelecektir. Doğal olarak "içte olma"nın avantaj ve dezavantajlarıyla birlikte müttefiklerimizi ve karşıtlarımızı burada bulacağız. b). Devrimci güçler aynı zamanda sistemin dışındadır. Eski sistemin ilişkilerinden nitelikçe farklı, yeni sistemin unsurları olarak, kapitalizmin kanatları altında da olsa aldıkları konum itibariyle, neslen yapıları gereği oluşun nitelik farklılıklarıyla sistem dışıdır. Böyle olmazsa, sistemi aşma iddiaları olmaz. Devrimci olan da bu güçlerdir. Gerçek anlamda devrimden yana olan, nesnel yapısı devrim için öznel eğilim yaratabilen bu güçlerin tümü, birey olarak eski ya da yeni sistemin temel unsurlarından birine mensup olsa da aydınlar, siyasal kadro ve etkinlikleri devrimci güçleri temsil ederler.

Bu güçleri, bilgi çağının, bilimsel ve teknik devrimin, küresel üretim ilişkisini temsil eden tüm üretici güçler olarak tanımlamak mümkün. Bunları, bu günden yarına belli bir kalıp içinde, şu ya da bu sınıf olarak tanımlamak güç olsa da genel gidişin verileriyle, bir geneleme içinde tanımlamak yeterli sayılabilir. Bu güçlerin aydınları ise bu alanla ilgili olan ve inanılmaz bir hızla yetişmekte olan genç kuşağın içinden, artan oranda çıkacaktır. Bilgi çağının araçlarıyla beslenen yeni kuşaklar bunun göstergesidir.

Gözlenebilir bir örnekle anlatayım. İnternet yayıncılığı ele alalım. Gazete, blog, site, facebook, Tiwiter gibi etkinlikleriyle artık kapitalist yayın üretimciliği değildir. Bu yayıncılık burjuvazinin kanatları altında da olsa, nitelikçe farklı bir üretim ilişkisini temsil ediyor. Gelecek toplumun yayın sisteminde bir nüve olan bu tür yayıncılık, bir kaç kuşak sonraki gelişimiyle, dev binalar, yüksek maliyetler, kalabalık iş-gücü, taşıma araçları filoları akıl almaz ebatlardaki baskı makina ve kağıt bobinleriyle, doğayı da tahrip eden gereksinimleriyle üretim yapan kapitalist tarzdan nitelikçe farklıdır; sanaldır, maliyeti çok düşüktür, bilgi iletişim ağları sayesinde tüm insanlığın katkısını alabilecek mülkiyet ve üretim tarzıyla kapitalize ilişkiyi tarihin gerisinde bırakmıştır. Geri dönüşü olmayan, gelişen, daha yararlı olan, insanı ve doğayı gözeten, en küçük bilgi kırıntısını küresel ölçekte istihdam edebilen bu tarz artık kapitalist bir üretim tarzı değildir, yeni uygarlığın belirtisidir.

Bir düğmeyi tıklamakla, dünyanın dört bir köşesine, tek tek herkesin masa üstüne, üretilen yayını koyabilme yetisi, yeni üretim tarzının karekteridir. Kapitalist üretim tarzında, aynı sonucu elde edebilmek için, akıl almaz maliyetler, dağıtım şebekeleri, taşıma araçları filosu, kabarık iş-gücü, kurumlar, yöneticiler, memurlar ve bunlara ek, alıcının bu ürünü elde edebilmek için katlanacağı zorlukları eklediğimizde, iki sistem arasındaki nitelik fark tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar.

Denilebilirki, bu üretim araçları, uluslararası tekkellerin merkezinde üretilmiyor mu? Onlar bu tür üretim araçlarını bu anlamda da olsa kuşatmış ve kıskaca almış değiller mi? Siyasal iktidarları, mali kaynaklarıyla, toplumsal, kültürel etkinlikleriyle herşeyin son tahlildeki belirleyicileri onlar değil mi? Evet bu doğrudur, ancak bu gelişmelerin yarattığı üretim tarzının kapitalizmden farklı olduğu gerçeğini dışlamıyor. Eski sistemin (kapitalizm) kanatları altında da olsa, yeni üretim ilişkileri olarak kendi varlıklarını, etkinliklerini, artan oranda eğemen olma hızlarını, gelceği temsil etme ve eskiyi tasfiye etme süreçlerini göstermektedirler; bu dengede tarihle uyumlu olarak gelişen ve egemen olacak olanla eskiyi, gerileyeni görmek zor değildir. bizde buna işaret ediyoruz.

Tarihsel dönüşümün bu verilerinde yer alan insanların oluşturduğu topluluk, her ne ad alırsa alsın, nesnel yapısı itibariyle devrimci bir güçtür. Tarihsel dönüşümün dayanaklarından biridir. Bu örneği, üretim yapan tüm alanlara uyarladığımızda, tabloyu daha net görmemiz zor olmayacaktır. Bu gelişmelerin genel ve kapsayıcı olabilmesi için özgürlük ve demokrasinin na ölçüde gerekli olduğunu çıkarmak güç değildir.

Bu nedenle demokrasi ve özgürlük talebini burjuva liberal bir talep olarak algılamak hataların en büyüğüdür. Kimi aklı evvel "sosyalistler", demokrasi burjuvazinin işidir, daha çok demokrasi daha çok kapitilist süreç demektir diye kestirip atıyorlar. Bu, kesinlikle bir yanılgıdır. Kapitalizmin burjuva önderliğinde, feodalizme karşı mücadelesinde elbetteki demokrasiye ve devrimci duruşa ihtiyacı vardı, feodal sistem üretici güçlerin gelişimi önünde nesnel bir engeldi. Şimdi de kapitalizmin konumu budur. Burjuvazinin demokrasiden yana olma süreci artık tarihi olarak kapanmıştır. Emperyalizm çağıyla birlikte bu eğilimler sona ermiştir. Bu günün sınıf mücadelesi artık sistemin revize edilmesiyle ilgilidir, reformdur, daha rasyonel çalışması için, sistemin temel sınıf dengelerine bağlı olarak yeniden düzenlenişindir. Bu, ihmal edilmemesi gereken bir mücadele olsa da ne geleceği kurmak için yeterli bir özgürlükçü demokrasi üretebilir ne de tarihsel ilerleme için yeterlidir.

"Çağımızın Devrimciliği" başlıklı makalemde de dile getirdim. Algımdaki devrim için ve dolaysıyla devrimci görevler için hayati önemi olan referans, demokrasi ve özgürlüktür; bu unsurlar derinlemesine ve genişlemesine ne kadar kökleşirse, yeni sistem için daha sağlıklı bir süreç birikmeye başlamış demektir. Bir enerji biriktirme olayıdır. Yadsınmanın yadsınması kuralı gereği de bu enerjinin birikimi gereklidir; hem içte, hem de dışta olma esprisi budur.

Dikkat ederseniz yazımın spotlarında ve sonuç bölümünde kimi riskli ve yanlış anlaşılmaya açık algıları, ortadan kaldırmak için, ısrarla şunu belirtim: " Sınıf mücadelesi devrimci değil reformist bir mücadele olsa da işçilerin, emekçilerin yanında olmadan, onların hak kazanım davalarının önünde yürünmeden, özgürlük ve demokrasi alanlarını genişletme mücadelesi vermeden devrimci olunmaz ." (Çağımızın devrimciliği)

Siz de farketmişsiniz zaten, gerçek anlamda devrimle ilgili algım, geri dönüşü olmayan tarihsel bir devrimdir algısıdır. Marks'ın "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı" kitabının ön sözünde dile getirdiği ünlü cümledeki devrim algısı bunu izah eder. " Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar"

"İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar."
( Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz)

Bu belirleme gerçek anlamda metaryalist bir tarih algısını içeriyor. Toplumsal ilişkinin diyalektiği de budur. Bence yanlış olan, 19. ve 20 YY Markssist siyasi önermelerin, o kesitlerde yükselen sınıf çatışmasının baskısı altında, ekstrem bir boyut almasıdır. Bu hepimiz için geçerliydi. Doğu Avrupa devrimlerinin gerisin geriye dönüşünü, Sovyetlerin çözülüşünü, başka bir şeyle izah etmek mümkün değlidir; kapitalizm madalyonunun diğer yüzü olan toplumlar aslına döndüler. Bir gece ansızın siyasal bir kararla ilan edilen toplumsal mülkiyet ("sosyalizim"), bir başka gece ansızın, yine siyasal bir kararnameyle gerisin geriye (kapitalizme) döner. Bu sosyalizim değildir, sosyalizim bu ise, bu yeni bir üretim ilişkisi ya da yeni bir uygarlık değildir.

Eski toplumun bağrında, yeni toplumsal ilişkilerin gelişmesi, yeterli ölçekte olgunlaşmadan, eskinin tasfiyesi mümkün değlidir. Şimdi bu noktada söz konusu olan bir süreç bulunmaktadır. Marks bunu nerden çıkarıyor. Tabi ki, feodal sistemin bağrında kapitalist ilişkilerin gelmişmesiyle ilgili süreçlerden çıkarıyor. Marks'ın iddialarını tez haline getiren de budur. Zira böylesi tezler, tarihin tüm toplumsal süreçlerini izah edebilme kabiliyeti içinde olmak durumundalar, soyutlamaları bunu uygun değilse tez olma şansını kaybederler. Kuru bir iddia olurlar. Bu teze dayanarak, bir gece ansızın bir siyasal kararnameyle sosyalizm kuruluşunu izah etmek ise imkansızdır.

Devrimcilik, aşırı olmak, heyecanlı olmak, ekstrem olmak değildir, diye sözlerime devam edeceğim. Bu duyarlılıklar devrimcilerde olması gerenek diriliktir. Geçmişimizde bunun en iyi şekilde taşıdık. Bundan kaynaklanan görevlerimizi de yerine getirmekte bir an tereddüt etmedik. O günün verileriyle, algılarımızın doğruları arkasında durarak yürüdük. Her bedeli ödedik. Hala da ödüyoruz. Sorun bu değil. Sorun, tarih içinde, toplumsal evrimin birikim süreçlerinde, yerimizi doğru belirleyebilmektir. Bu sürecin neresindeyiz? dediğimiz zaman, devrimciliğimizin gerçekliği de belirginleşmiş olacaktır. Tarihsel süreçte, eskiyen sistemi ve ona ait tüm etkinlikleri, sınıfları ve bileşenleri belirleyerek, bunlarala ilgili belirgin duruşlar sergilemek ve tarih yönünde gelişen, ileriyi temsil eden ve dolasıyla devrimci olanın safında yerimizi almak. Ben de bunları dile getiriyorum.


İkincisi
; Devrimciliği tek başına bir altyapı olayı olarak algılama hatası. Bu konuda bilinmesi gereken ilk şey, kendiliğindenci (determinist) hiç bir gelişme, yarattığı öznenin, düzenlemesi olmadan evrimini tamamlayamaz, bir ayağı sakat kalır. Determinizme dayalı devrimcilik, eksik devrimciliktir, insan eylemiyle değil, doğal süreçlerle ilgilidir. İnsan kaba ve doğal süreçlerin ürünü olan devrimciliği de eğiten bir varlıktır. Bu nedenle de insan toplumsal bir varlıktır.

Devrimcilik öznel bir çabada anlam bulur ve tamamlanır. Nesnel gelişmeler irade dışı olsa da aynı anda kendilerine ait iradeleri de geliştirir ve olgunlaştırır. Bu anlamda öznel tutum, boşluk olmadan gelip kendini ortaya koyar. Tarihte insanın rolü de bu noktada anlam kazanır. İnsan, tarihi verili nesnel koşullar üzerinde böylece yapılandırır. Alt yapıda ortaya çıkan gelişmelerin, aynı zamanda üst yapıdaki karşılıkları ve bunun için verilen emekler, bilgi dönüşümleri, bütünün birer parçası olarak yerlerini alır. Bir bekleme, kendi kendine olgunlaşıp sonuçlanma olayı ya da bunu izleme fiili değil, sürecin gelişme yönünü bilerek onu kültürleştirme, toplumsal bir prosüdüre oturtma, yön verme, eksik ve fazlalıklarıyla ilgili biçimlendirme çabası, devrimci çabanın da kendisidir; bunun kapsamı, insanı ve doğayı ilgilendiren her alandır. Bu yanıyla da eski toplum kapitalizme karşı her alanda, yeni uygarlığın altarnatif nüvelerini oturtumak gerek Bu da ancak siyasal özgürlük ve demokrasinin ikamesinde anlam bulur. Bu mücadele bu yanıyla çağın en gerçekçi devrimci mücadelesedir.

Bu durumda çağımızın devrimcileri olarak bizler de eski toplumun içinde olacağız ve eskinin ortamı içinde gelişerek onu yadsıyacağız. Bunun için birey olarak burjuvalar dahil (Senyörlerin topraklarını satarak, feodal sınıf mensubiyetlerini atıp burjuvalaşma olaylarında olduğu gibi), küçük burjuvalar, işçi sınıfı, tarım işçileri , köyleler, aydınlar, gençler ve bil cümle, toplumun tüm dinamik kesimlerini safımıza çekerek mücadele vereceğiz.

Bu açıdan sınıf mücadelesi yanı sıra, gelişen kadın özgürlük hareketleri, doğa koruma, çocukların korunması, inanç özgürlükleri, etnik özgürlükler gibi onlarca çeşit toplumsal hareket bu sürece katkı yapacaktır; önemli olan, bunu devrimci bir iradeyle yönlendirmek değerlendirmektir. Ama bu ne işçi sınıfı iktidarı için ne de küçük burjuva ya da eski sisteme ait bir sınıfın iktidarı için değil, gelecek toplumun, gelip sancısızca kendi ilişkisini oturtmak için vereceğiz. Gelecek kuşakların çıkarı da tam buradadır.

Bu çabanın ana teması nedir. Onu açıklamaya çalıştım.

Kapitalizmi aşacak olan yeni toplum bilgi çağının bilimsel ve teknik devremler çağının ortaya koyduğu gelişmelerin sonucu olacaktır, dedim. Böylesi bir sonuca varmak için özgürlüklerin, demokrasinin derinlemesine ve genişlemesine açılımı gerek. Bunun için, bu çağın devrimcilerinin, gelecek ileri toplumu kurma yönünde daha çok özgürlük ve demokrasi için mücadele etmeleri gerek. Bu mücadele sonuna kadar götürülebildikçe, yeni toplumun kurucusu olan veriler, daha çok ortaya çıkacaktır.

Bu noktada devrimciler kimdir sorusu gelir dayanır. Bunlar gelecek toplumun bir sınıfı, bir kastı bir etkinliği mi? Bunların üretimdeki yerleri nedir? gibi bir dizi soru gelir dayanır. Çok haklı sorular.

Ben hemen belirteyim. Gelecek toplum tüm özelikleriyle, belirgin ağırlığıyla, henüz yerleşmedikçe bu kadar ayrıntılı tanımlamalar yapmak, hiç bir işe yaramaz. Başkasını eleştirdiğimiz, hayalciliğe düşmek olur. Ancak söyleyecek lerimizde az değlidir.

Üçüncüsü
; söyleyeceklerimiz, elimizdeki veriler ölçüsünde olacaktır. Tarihin gidişi evrensel ölçekte küresel üretim tarzına doğrudur. Bunu belirleyebiliyoruz. Bu, tekelci kapitalistlerin kanatları altında olsa da artık kapitalize ilişki değildir. Küresel üretim kapitalist üretim tarzından ayıran etmenler pek çoktur. Bilgi üretim sürecine girimiştir. Bu da sanal üretim ve tüketim süreçlerinin olgunlaşmasını getirmiştir. Artık en karmaşık komplekslerden, sıradan bir eşyaya kadar, sanal olarak üretilip denemeden (tüketilmeden) piyasaya inme durumunda değildir. Bu gelişme üretilen malın kullanım değerinden daha çok değişim değerini öne çıkarmaktadır. Bu eğirlme, kapitalizimdeki boyutundan nitelikçe farklı bir boyuta gitmektedir; artık ne ulus ne ülke ne de belli bir bölge merkezli üretem tarzları geçirli değlidir. Düz bir sahada, herkesin eşit şekilde katılımını sağlayabilecek, yer küremizin her bir köşesinden bilgi katılımıyla gerçekleşebilecek bir sanal üretim ilişkisi olanağını yaratılmıştır. Bu, kapitalizmde yoktur. Sanal üretim-tüketim süreci, tekelcilik, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin verdiği ve sonuçta üretici güçlerin gelişimini engelleyen, çıkarına göre işlevlendiren üretim tarzından bir kopuştur. Dünyanın her köşesinde mübadele edelebilir yeterlilikleri olmayan bir üretim, artık kendine yer bulamaz bir aşamaya gelinmiştir.

Kapitalist üretim bildiğimiz hammade + üretim araçları+ iş gücü>> meta formülü ile tanımlanabilir. Küresel üretim ise, bir fabrika üretimi gibi değlidir; bu üretim tarzı dünyanın her köşesinden, burjuvazinin üretim aracı üzerinde mülk sahibi olmadan, internet ağlarıyla heresin ortak bir porjeye bilgisini aktararak yapılan sanal üretimle tanımlanabilir.

Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, sabrınıza sığınarak, "TEKNOLOJİ ve 'ÜRETİM TARZINDA DEVRİM' başlıklı makalemden uzun bir alıntı aktarcağım.

"Bu konuda yoruma gerek bırakmayacak bir açıklamayı Marks şu cümlelerle veriyor; ” Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)

Marks bu cümlesinin ardından bu iki olgunun (emek-gücü ve emek araçları) öyle bıçak kesiği gibi birbirinden ayrılmayacağı üretim ortamı sürecinde her ikisinin de bir arada istihdam edildiği bir geçiş süreci olduğunu da hatırlatmayı unutmuyor.

4. dipnotta ise Marks’ın cümleleri, tartışmalarımıza önemli bir gönderme sayılabilir; “

Teknoloji, insanın doğayı ele alış biçimini, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimlerini ve bu ilişkilerden doğan kavramları ve düşünce biçimlerini ortaya koyuyor. Bu maddi temeli hesaba katmayan din tarihleri bile, eleştirici bir tarih sayılamaz. Dinin imgesel yaratıklarının bu dünyadaki özlerini inceleyerek bulmak, aslında, tersinden giderek yaşamın gerçek ilişkilerinden yola çıkarak, bu ilişkilerin kutsallaştırılmış şekillerini bulmaktan çok daha kolaydır. Bu sonuncu yöntem, biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntemdir.” (Age. S.386, 4. dipnot)

Birkaç tartışmadır alıntılara başvurmadan aktarmaya çalıştığım budur. Ancak okuduklarını kutsal metin sayanların alıntısız huşu olmayacakları için bu ayetleri aktarmayı gerekli gördüm.

Tartıştığımız konuyu tarih bağlamlarıyla soyutlamak için Marksın “18. yüzyılda sanayi devrimini başlatan” diye yorumladığı bu teknolojik dönüşüm kesitinde alet ile makine farkı üzerini söylediği şu cümleleri aktaralım: “ Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)

Sayın hikmet Acun, Marks’tan yaptığımız şu birkaç alıntıyı 21. yüzyılın ortaya koyduğu bilim ve teknoloji verileriyle, bilgi ve iletişim unsurlarıyla bir kez daha okur musunuz.? Biz yeni uygarlığı bu yöntemle belirlemeye çalışıyoruz. Bu tarihi gelişmelerin önünün tıkayan kapitalist sistemin ve burjuvazinin de bu nedenle demokrasi karşıtı olduğunu belirliyoruz. Demokrasiyi savunmamız, tam bu noktada burjuvazinin çağımızdaki gericiliğinden çıkıyor bir devrimci duruş olarak beliriyor. Somut konuşmakta tas tamam budur. Yaptığımız, sistemin bir parçası olan ve en az siz gibi sistem içinde reformdan başka bir sonuca ulaşmayacak marjinal önermeler yapan liberalliğe de karşı bir duruştur. Çağın gerçekçi devrimciliği budur; demokrasi mücadelesini temel almayan bir devrimcilik bu çağa ait değildir.

Bizim yaptığımız Marks’ın “biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntem”ini, 21. yüz yılın verileriyle mantıki sonuçlarına götürme çabasıdır.

Engels bu konuyu şöyle özetliyor. “Bilimin her yeni yönü, bu bilimin teknik terimlerinde bir devrimi içerir” (Age. İngilizce baskıya önsöz, Frederik Engels) Buna açık olmayan kendini ne devrimci nede ilerici saysın. Hele hele Marksist hiç saymasın.


Üretici Güçlerin Dönüşümü

Teşbihte hata olmaz derler.

Önce, Marks’ın kapitalin ilk cildinin ilk cümlesini okuyun, “ kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir. Bunun birimi metadır. Araştırmalarımız bu nedenle, metanın tahliliyle başlaması gerek “ (Age. s:49)

Teşbih ediyorum, küresel üretim tarzının, yani yeni ve gelecek uygarlığın zenginliğini “muazzam bir bilgi birikimi” olarak kendini gösterebilir. Bunun birimi transistorla başlayan bilgisayar teknolojisinin sanal bilgi birimidir. Araştırmalarımız bu nedenle sanal bilgi tahlilleriyle başlaması gerekir.

Bir başka teşbih,

Üretim tarzında devrim, büyük sanayide emek araçları ile küresel üretimde elektronik bilgi ağlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, elektronik bilgi ağlarının, emek araçları olmaktan çıkıp, sanal üretim unsurlarına nasıl dönüştüğü ve aralarındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” (Karl Marks, Kapital cilt I. İkinci baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları. Alıntısından teşbih yoluyla oluşturulmuş cümle )"

Bunu bir formülle karikatürize etmek istersek, şu önerilebilir: Evrensel ölçekte bilgi unsuru + elektronik bilgi ağları + sanal üretim ve sanal tüketim. Bundan sonrası ise nerede nasıl yapılacaksa somut olarak bir üretim devreye girecektir. Bu, dev feodal topraklar yerine küçük bir toprak parçasında makinalı kapitalist üretim yapmak gibidir; küresel üretimde ise makinalı üretimin hantallığı yerine, bilgi ve bilgisayarlarla daha da küçük bir alanda, daha büyük üretim etkinliği sağlamaktır.

Bu parametreler üzerinden söyleyebileceğim şey, daha çok özgürlük ve demokrasi yeni üretim sisteminin hızla gelişmesini ve hakim olmasını sağlayacaktır. Devrimciliğimizde buradadır. Devrimcilik bu anlamda, bir sınıfı belirlemekten çok, işlevsel süreci ve bu süreçte yer alışı belirlemek olarak algılanamaladır. Bu yüzden gelecek toplumun kuruluş mücadelesinde yerini belirleyen devrimcileri, eski toplumun sınıflarından birine mensup olarak tanımlamak hiç doğru olmaz. Yeni belirdikçe, açık ve net olarak gelecek toplumun sınıfı, kast ya da etkinliklerindeki yerimiz de belirlenmiş olacaktır.

Bana, ısrarla gelecek toplumun sınıflarını belirleyin derseniz, bunun bu gün tespit etmenin mümkün olmadığını söyleyeceğim. Onlar kendi tanımlamalarını, kendileri yapacaktır. Kapitalizm 10. yy dan beri evrimleşmiş, 1848 sanayi devrimiyle de oturmuş bir sistem. Bu sürecin son kesitlerinde bu tür isimlendirmeler sistemi tanımlamak üzere kulanılmıştır. 15.yy size bu soruyu sorsalar, vereceğiniz bir cevap olamazdı, sınıfların kim olduğunu söyleme durumunda olamazdınız. Buna rağmen o çağda, gelişmenin yönünü, artan keşif ve icatlarla, feodalizimden farklı ve yeni bir üretim ilişkisine gidildiğini söylemekte zorlanmayabilirdiniz. Bu nedenle, Marksın ünlü sözünü yukarıya aktardım. O alıntının en önemli cümlelerinden biri de şudur. "insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar." ( Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz)

Elimizdeki verilerle önümüze çıkan sorunların çözümü için yapabileceğimiz en kapsamlı önermeleri yapmak, büyük önem taşıyor. O da, demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesidir. Devrimcilik tas tamam bu noktadadır. Bunun için mümkün olan en geniş güç topluluğuyla hareket etmemiz yanlış değildir. Ancak bu, eski sistemin temel sınıf ve unsurlarının öncülüğünde olmayacaktır.

Dördüncüsü; Burjuvazi doğası gereği feodalizmden kurtulduktan sonraki sürecinde, üretici güçleri geliştermenin önünde önemli engeller oluşturmuştur. Daha büyük karların getirisine kanaat getirmediği yerde, bir yenilenmeye gitmemiştir. Ancak insan kollektif aklının bilgi çağını, bilimsel ve teknik devrimler çağını açmasıyla, burjuvazi de bu alanı denetlemek üzere kimi girişimler içinde olmuştur. Gelişmeyi kontrolu altına almak istemiştir.

Bu gün ise, kapitalizmin bağrında doğan gelişmeler hızla yaygınlaşmaktadır. Bu gelişmeler sistemin doğasıyla uyumlu değildir. Bilgi çağının yarattığı sonuçlar, birer üretici güç gelişmi olarak üretim ilişkileriyle çatışma halindedir. Emperyalizm çağında burjuvazi, gelişmelerin, sistimine yönelik yıkıcı etkisini frenlemek için, büyük direnmeler yapmaktadır. Savaşlar, nüfus alanları, baskılar, ekonomik bağımlılıklar, soğuk savaş süreçleri bunun birer ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar, sistemin öz savunma refleksi olarak belirmiştir ve doğaldır. Ancak bu doğallık, tarihin toplumsal ilerlemesine karşıttır.

Burjuvazi, gelişmelere karşı direnişinde yanlız kalmamak için, sistemin doğasında yer alan ve onun kopmaz bir parçası olan tüm güçleri yanın çekmek ister. Bu nedenle, işçileri, sınıf olarak (bu nokta çok önemli, işçilerin birey olarak duruşlarıyla, işçilerin sınıfı olarak duruşu çok farklı kıstaslara sahiptir) yanına çekme çabası verir. İşçi sınıfı, fabrikanın bir parçası olarak, iş-gücünü satan bireylerin bütünü olarak, kendi sistemini (kapitalizmi) bir noktadan sonra, koruma refleksi göstermesi doğaldır. I. Dünya savaşında Sosyal-demokrat partilerin savaşta gösterdiği sosyal–şöven tutumları bu açıdan ele almak gerek. Olay bir yanlış politika olayı değil, sınıfın sistemle olan doğal bağının, kaçınılmaz duruşu olarak gündeme gelmektedir.

Dünün batı Avrupa'sında, yani gelişmiş kapitalist ülkelerde olanların önemli bir kısmını bizim gibi ülkelerin işçi sınıfının yüz yüze kalacağı olayalar olarak algılamak yanlış değidir. Bunu iki açıdan görmek zor olmaz.

Birincisi, ekonomik kirzlerde işçi sınıfının, fabrikaların çalışma sürekliliğini sağlamak için ücretlerinin inmesine de razı olmasıdır. Bu noktada, Leninist politikalarda, ekonomik kirzlerden yararlanma siyaseti, bir yere kadar yararlı sonuçlar üretmişse de kalıcı olmadığı yeterince görülmüştür.

İkincisi, bir dış sorunda işçi sınıfının "ulusal çıkarlar" diye kendi burjuvazisinin şemsiyesi altında politik tutumlar geliştirmesidir. Ben bunu da işçi sınıfının kapitalist sistemin bir parçası olma konumuna bağlıyorum ve bunun hesabını yapmayan devrimciliği, işçi sınıfının duruşunu kavramakta yetersiz görüyorum.

Önceki yazılarımda, PTT ilitişimi ile İnternet iliştişimi arasındaki farkı işlemiştim. Dev ve hantal bir yapı olan PTT'nin nasıl da bir anda, itnernet iletişiminin bir tek tuşa basarak gerçekleştirdiği başarı karşısında, tarihin gerisine itildiğinden söz etmiştim. Bu adımı evrensel ölçekte, her işletme ve eski sistemin kurumlarına ilişkin ele alalım. Karşımıza ne çıkar ve bunun karşısında ilk direnecek olanar kimlerdir, diye sorumuzu soracak olursak gerçeği daha iyi kavrama şansını yakalayabiliriz ( tabi ki, bu değişim bıçak kesiği gibi olmayacağı için, direnmeyİde bir sokak gösterisi olarak göremeyeceğiz, evrimin uzun soluklu algısında bu direnişi görmek ise güç değlidir. Teorik bir anlatımda, konu işlenirken "direnme" kendi mantık tutarlılığı içinde yerini bulur) .

Bana göre, yeni sistemin gelişim evrimi sürecinde, burjuvazi ve işçi sınıfı bir biçimde omuz omuza verecek, gelişmeye karşı direnecektir. Ancak bu direniş zamana yayılmış olduğu için bizler ya da gelecek kuşaklar buna keskin köşeleriyle tanıklık yapmaya bilir. Böylesi gelişmeler, ciddi ve uzun bir evrim sürecinin ürünü olur.

Sonuç olarak şunu belirlemek gerek.

Gelecek toplum, eski toplumun hiç bir sınıfına dayanmayacaktır. Bu sınıflarla yürüyeceği bir mesafe olsa da. Eski topluma ait sınıflar er ya da geç, yeni sisteme karşı birlikte direnecekler. Bu direnişin sıcak bir savaş şeklinde belirmesi görekmiyor. Evrim sürecini tıkama, öteleme anlamında bir direnişi olarak da dayatılabilir. Feodalizmin evrimci tarzda aşılması sürecinde olduğu gibi; Fransız tipi ile Prusya tipi arasındaki fark gibi.

Bu süreci hızlandırmak devrimcilerin sorunudur. Bu sürece yön vermek, kurum ve kuruluşlarını oluşturup öznel müdahelelerle aktivitesini güçlendirmek devrimcilerin işidir. Gelecek toplumsal dokunun bu günden belliren nüvelerinin özgün örgütlenmelerini yaratmak ve bunlarla iktidara yönelik mücadeleleri yükseltmek devrimcilerin işidir. Uzun zamana yayılacak evrim sürecini kısaltmak da bu güçlerin çabasına, bilinçli duruşlarına gereksinim var.

Yeni toplum bu çabaların bütünü daha büyük bir hızla ikame edecektir. Bu da devrimci görevlerimizin özgürlük ve demokrasi yönündeki başarı grafiğine bağlıdır.


*****************************************

Ahmet Otçu (ikinci yorumu)


Öncelikle yazınız için teşekkürler.

Devrimciliğin;kapitalist sistem içersinde yürütülen hak arayışlarıyla,ücret artışı istemiyle,iş saatlerinin azaltılması vs. taleplerle sınırlanmadığı,esas meselenin emperyalizme sebebiyet veren,kapitalizmin kökten yıkılışıyla çözümleneceği noktasında hemfikiriz.

Yazınızda;proletaryanın,kapitalist sistem bünyesinde burjuvaziyle birlikte varolduğuna ve dolayısıyla sınıf mücadelelerinin en fazla olarak sistemi daha özgürleştireceğine fakat devrimci bir yıkım noktasında yetersiz kalacağına değiniyorsunuz.
Böylelikle,sınıf mücadelelerini reformizme indirgemektesiniz....

Tarihsel kanıt olarak;feodalizmi ezilen serflerin değil,feodalizmin bağrında güçlenen burjuvazinin yıktığını öne sürüyor,dolayısıyla kapitalist sistemi yıkacak olanın da proletarya olamayacağına değiniyorsunuz.

Ve yazınızda;reel sosyalizmin büyük bir propagandaya rağmen çöküşünü,"nesnel olarak taşınmayacak görev ve sorumlulukları, tarihi koşulları yeterince olgunlaşmamış dönüşümleri, ilgisi olmadığı yeni bir toplumu, yeni üretim tarzını, yeni bir uygarlık kurma yükümlülüğünü"n proletaryanın sırtına yüklenmesi sebebine dayandırmaktasınız.
Ayrıca,

"Reformist mücadelenin sınırları sistemin içindedir. Devrimcilik ise tarihle uyumlu olma yönünde, kapitalist sistemin yıkılışı, tasfiyesi, aşılması mücadelesidir. Tarihini doldurmuş olan bir sistem olarak kapitalizim ve dolasıyla ona ait hiç bir sınıf ve etkinlik, geri dönüşü olmayan bir tarihsel devrimin ürünü olan yeni üretim tarzını, yeni toplumusal örgütlenişi kurma durumunda olamaz. Bu görev, kapitalizmin hiç bir temel sınıfına ait olamaz, bu görev devrimcilere aittir; nesnesi, eski toplumdan farklı nitelikte olan özneye aittir." demektesiniz.
Elbette,yaşım itibariyle öğreneceğim fazlasıyla şey vardır.

Fakat sormak isterim.
Yazınızda,"bu görev devrimcilere aittir" diyerek böylelikle devrimcileri kapitalist sistem içersindeki sınıflardan soyutlayarak,dış bir tarihsel güç olarak göstermiş olmuyor musunuz?
Demek istediğim,elbette sizin de değindiğiniz gibi,feodalizmi yıkan burjuvazidir,ki o,sistem içersinde ezilen serfleri tarafına çekmiş ve böylelikle devrimi gerçekleştirmiştir.
Fakat,bu durum kapitalist sistemi yıkacak olan devrimcilerin,sistem içersinde bulunmayan ayrı bir "dış sınıf" şeklinde anlamlandırılmasına sebebiyet verir mi?
Yani bu anlayışınız dolayısıyla,devrimciler bir "ilerici ayrı bir sınıf" şeklinde algılanmıyor mu?

Oysa,devrimciler de bir yada birkaç sınıfa aittir;proleter olabilir,küçük burjuva olabilir(ki ben de,kendimi bu sınıfa ait görmekteyim),köylü olabilir ve bunun gibi..
Kapitalist sistem içersindeki sınıfsal mücadelelerin,reformist olduğu müddetçe sistemin süresini uzatacağı konusunda sanırım hemfikiriz.

Fakat,bana kalırsa bu mücadelelere devrimci bir açı kazandırılabilir;devrimcilerin,ayrı bir güç,sınıf(siz her ne kadar buna değinmeseniz de) olmaktan öte küçük burjuva,proleter,köylü şeklindeki aidiyetleri olsa da devrim gerçekleştirilebilir ve böylelikle tümden reformist gördüğünüz "sınıf mücadelesi" devrimci bir raya oturtulabilir.

Reel sosyalizmin çöküşünü;bir kesim,Stalin sonrası dönek revizyonist Krusçev kliğinin işbaşına gelmesine,bazıları Stalin'in kendisine dayandırabiliyor ve sanırım sizde oluşan algı,bu çöküşün,geleceğin toplum yaratıcısı rolünün proletaryaya yüklenmesi yanlışlığıdır.

Belirtmek isterim,emperyalizmin ve kapitalizmin yıkılması noktasında,sınıfsız toplum amacında aynı doğrultuda olsam da,marksist-leninist yöntemi savunmamakta gerekenin tüm ilericileri,sola yakın kesimleri,devrimcileri bütünleştirici yeni bir yol,yöntem olduğuna inanmaktayım.

Bana kalırsa reel sosyalist deneyimlerin çöküşüne ve revizyonuna sebebiyet veren,ne Stalin sonrası işbaşına gelen Krusçev yönetimidir ne de baskıcı,bürokrat olmakla itham edilen Stalin yönetimidir.
Bir ya da bir kaç ülkede değil çok sayıda ülkede rejimin çöküşü,temeli sorgulamama yol açmıştır.

Stalin,Sovyetlerde marksizm neyi gerektiriyorsa o yönde hareket etmiş bir marksisttir,onun bürokrasinin mimarı olduğuna işaret edenler ise yanılgıdadırlar.
Nitekim,Lenin bir yazısında,daha devrimin ilk yıllarında bürokrasinin varlığından rahatsızlık duymuş ve bunun devrimi yıkacağından söz etmiştir.
Bu cüretkardır,fakat değineceğim,

Bana göre,nasıl ki Anarşizm "devlet"i bugünden yarına oradan kaldırmak noktasında aceleciliğe kapılmış ise,Marksizm de "özel mülkiyet"in bugünden yarına ortadan kaldırılması girişiminde aceleci davranmıştır.
Kastettiğim reformizm değil,proleter devrim sonrası yönetimin,biz ve bizim gibi ülkeler açısından konuşursak,başta emperyalist yabancı sermayeyi bütünen devletleştirmesi fakat feodalleri ve burjuvaziyi bugünden yarına yok etmekten öte olarak,bu gerici sınıfları devlet kontrolünde sindirmesidir.

Bu,Stalin yönetimindeki SSCB'nin NEP politikasıyla "kulak"ları Troçkistlerin aksine olarak hemen yok etmeyip,sindirerek eritmesi ve darbeyi indirmesi gibidir.
Devrim sonrası ile evre yabancı sermaye devletleştirilecek,proleter devlet mekanizmasının sermayesi burjuva ve feodaller aleyhine güçlenecektir.

Belli bir servet miktarı saptanarak,bu miktar sonrası feodallerin(nispeten daha gerici sınıf olan foedallere daha ağır baskı kurulmak üzere) mal varlıkları üstünde hakimiyet kurulacak ve burjuvazi içinde bu sindirme politikası yürütülecektir.
Yaşamlarının tek kutsal amacı olarak sermayelerini önemseyen kitleler içersinde küçük işletmesi,toprağı,evleri vs. olanların mal varlığına ise dokunulmayacaktır.
Ayrıca,devrimin ilk evresinde büyük bir propagandaya girişilecek sınıf bilinci kitlelerin zihnine kazınacak,esasında kendi haklarını savunan devrimcilerin tarafına kazandırmak politikası güdülecektir.

Bu yolla,güçlenecek devrimci hükümet,ikinci aşamada oldukça zayıflamış feodal sınıfı,son evrede ise burjuvaziye tarih mezarlığına gönderebilir ve bu oldukça köklü-sağlam bir adım olabilir.

Özel mülkiyetin bugünden yarına tasfiyesine girişmek,ellerinde ufak sermayesi bulunan yurttaşları,devrimcilere karşı amansız bir kavga vermek hatasına yöneltebilir,ve bu da devrimci hükümetin,burjuvazi ve feodallerden öte kendisine daha ateşli şekilde yönelen kitlelere baskı kurması zorunluluğunu getirebilir.
Bu baskı;büyük bir iç savaşa,dolayısıyla devrimci partinin kurmaylarının yetkilerinin olağanüstüleşmesine ve pati-halk arasında uçurumun patlak vermesine sebebiyet verebilir.Bu da devrimci hükümetin baskısı altında kitlelerin seslerini o an çıkartamasalar da zaman içersinde kinlerinin alevlenmesine ve karşı devrime sebebiyet verebilir.

Ve dolayısıyla,bazılarının "yozlaşmış bürokrasi" olmakla özdeşleştirdiği devrimci yönetim,aceleci davranması sonucu çöküş yahut revizyonla yüzyüze gelebilir.
Bundan dolayı savunduğum,kabaca değindiğim ağır fakat köklü adımdır.
Böylelikle,normalde kendi haklarını savunduğumuz halde karşı devrimci saflarda yer alacak olanlar,tarafımıza kazandırılabilir ve bürokrasinin sebebi ortadan kaldırılabilir ve devrim köklüleşir.

Elbette öğreneceklerim çok sayıdadır ve bunlar şu an için düşündüklerimdir.
Saygılar..

Hiç yorum yok: