15 Mart 2010 Pazartesi
DİPTEN GELEN SİVİL DİKTATÖRLÜK
Mihrac Ural
16 Mart 2010
Bu ülkede darbe ve diktatörlük tartışmaları bitmez. Siyasetin dengelerini oluşturan yapı o kadar çelişkili bir yapı ki, siyasetin normal bir süreç içinde kendi şekillenişini sağlamasına geçit vermez. Dengeler her zaman gergin olmaya muhkumdur.
Bu ülkede, her kim ki, aşırı ölçüde darbe ve diktatörlükten rahatsız olduğunu belirterek kamuoyu oluşturup iktidara gelme hedefi güttüyse, o kendi diktatürlüğü için yolları stbalize ediyor demektir. Menderes bunun önemli bir örneği.
Çeyrek asırdır, "darbe ve diktatörlüklerden en çok çekenler" iddiasında olan, tekelci sistemin son şanası liberal dinciler, toplumu bunun için yedekleme girişmleriyle demokrasi havarisi kesildi.
Bunlar, laik sistem karşısında, toplumun alışkanlık güçleri arkasına sığınarak mazlumu oynadı, iktidarın çamurlarıyla kirlenmemişi oynadı, "geçmiş iktidarların çirkinliklerine karşı refleksin adı" olma çabasına girdiler. Bunu büyük oranda da başardıklarını söylemek yanlış değildir.
Ama bu süreçte gözden kaçan çok önemli bir veri vardı. O da bu gün iktidar olma çabasında, oligarşinin temel kurullarını ele geçirme savaşlarında, pervasızca ileri atılanlar çeyrek asırdır iktidarda olan kadroların üzerinden yürümekteydiler. Dünden bu güne öyle geldiler.
28 Şubat 1997 girişimi, bir askeri dikta girişimidir. Bu girişimin çirken amaçları ülkemizdeki tüm darbeler gibiydi. Demokrasiye balans ayarı verme gibi kıymeti kendinden menkul bu girişim, uzun yılların çalışmasıyla kuşatmasını tamamlayan kesimlere yeni fırsatlar verdi. "beli kırmayan vuruş onu sağlamlaştırır " diyen atasözündeki gibi bir sonuç yarattı. Bunlar çok daha güçlüce ayağa kalktılar. Bölündüler, ama bölünmek onlara diz çökertmedi. Tersine yeni issimle devam dediler. Erbakan'dan, Erdoğana süreç böylece açıldı; sürecin tümünü kapsayacak bir hacime geldiler.
Çeyrek asırdır iktidar koltuğunda oturan kadrolar, bakanlar, bürokratlar, başbakanlar ve sonunda Cumhurbaşkanlığını da ele geçirip, süreci toptan kuşatmış oldular. Bu çevre bu etkinliğe ve bundan sonra elde etmek istedikleri etkinliğe bu gün değil yarım asırlık bir çalışmanın sonucu geldiler.
Bu süreç çok eskilere dayanır. 1950 ve sonrası, soğuk savaş yıllarının ve global emperyalist stratejilerin bir ürünü olarak var edildiler ve siyasal sürecin bir parçası haline getirilmek istendiler.
II. Dünya savaşı ertesi soğuk savaş koşullarının "kömünizme karşı mücadele dernekleri" (1953), Sovyetlerin "yeşil kuşak"la kuşatılma stertejileriyle başlar. Buna Bağdat Paktı'nı, CENTO'yu, lübnan içsavaşı(1958) ve Irak devrimine müdahaleyi (14 Temmuz 1958). ABD de başlayan ve eğitim için atılım adı altında Türkiye'yi de kapsayan arka bahçe ülkeler programı bunun zemini olmuştur. Burada yetişen kuşaklar akıl almaz bir sukunetle, sinsice, adım adım "yükselip, yayılarak" son çeyrek asrın etkinliklerini yarattılar.
16 Şubat 1947'de Ulus gazetesi CHP meclis gurubunda görüşülen din dersi okutulmasını kabul ettiği haberini veriyor. Bu adım ABD baskısıyla 1 mart 1950 de TBMM'den de geçerek yasallaşıyor. Bu adım 27 Aralık 1949'da " Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkındaki anlaşma"nın bir sonucudur. İnönü bu gerçeği yıllar sonra şöyle dile getirir : " Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vadederler. İmzayı attınızmı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sök sökebilirsen." ( Doğan Avcıdan aktaran, Cengiz Özakıncı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı "Yeni Osmanlı" Tuzağı" s: 101)
Bu adımları sivil etkinlikler takip etti. Bu girişimlerin adı "Dinler Arası diyalog". Öncülüğünde ise, meşhur Küçük Hüseyin Efendi'den devraldığı Arusi şeyhliğiyle, deniz subayı Ömer Fevzi Mardin (Prof. Şerif Mardin'in amcası). CİA, dinleri Sovyetlere karşı birleştiriyordu. Avengelist, Ortodoks, katolik ve İslam, çorbası. Bu amaçla bu işin her türden kalpazanı, Hitler'den-ABD'ye her alanın bataklığında yeşeren bir isim, Dr. Frank Buchman, İsviçredeki şatosu Manevi Seferberlik'te (Moral Rearmement) aralıksız toplantılar yapmaktadır. Ardından Türkiye'ye de gelerek karanlık amaçlar ikame edilmeye yönelmiştir. Öyleki, yüz yılların yalanı burada da pazarlanmıştır; çok önceleri Napalyon için, sonra hitler için bu süreçte ise ABD için şunlar pısıldanmakla kalmıyor reklamlarla yaygınlaştırılıyor: "Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah'ın birlik bayrağını çekerek milletlerin kurtuluşuna çalışıyor" (Age. s: 112)
Buna eklenecek onlarca veri, o kesitin kendi özgüllüğü içinde ardı arkası kesilmeden oluştu. " Yeni Osmanlıcılık" bu çabaların temel çerçevesiydi. Bu maya her dönem için ayrı bir rolle sahip olacaktı; Komünizim adı altında Sovyetlere karşı, Bağdat paktı adı altında Ortadoğu halklarının uyanışına karış, Bu gün ise ortadoğululaşma adı altında bölgede gerileyen İsrail ronüne ülkemize dayatma olarak belirmektedir. Bu amaçla Erdoğanı Nasır'a benzetme komedisinin altan alta sürüldüğü de malumdur ( Bkz. Mihrac Ural, Erdoğan-Nasır ve "Yeni Osmanlıcılık" http://mirural.blogspot.com/ )
12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesiyle birlikte bu kesimler için tarihin en büyük fırsatı doğdu. Zindanlar özellikle devrimci güçlerle doldurulduğu bir sırada, ülkücü-milliyetçilere de nispeten yürütülen operasyon ortamında, dinci akımlara gün doğmuştu. Ortalıkta cirit atma koşulları içinde, geçmişten gelen örgütlülükleri, devletin en güvenilir ortakları olarak belirdiler. Mezhepin derin mesajöındada "hakime itaat, Allaha itaatir". Özal bu çevreleri bütünüyle kanatları altına aldı. Dört akım bu militanların, kadroların, yarım asırdır hazırlıklı olan ve her askeri faşist darbede biraz daha güçlenerek çıkanların üzerinde birleşiyordu. Demokrasi güçleri tırpanlandıkları yerde, önceki boylarına, yeni boylar katarak yükselen çevre bunlardı.
Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı, en ilan edilmemiş kadrolaşması bu dönemin sonucu olarak gelip dayandı. Hangi siyasal isim altında olursa olsun, kadrolaşmanın ezici çoğunluğu bunlara aitti. Bunlar için parti adının hiç bir önemi yoktu. Birbirlerini tanıyan, uzun yılların kaynaşması ve ortak bölenlerinde buluşan, birbirine tutkun ve sözde Allah adına iş yapan bir topluluk. Bunun içindir ki, ANAP dağılınca bunlar asla dağılmadı. DYP dağılınca bunlar yine dağılmadı , MNP, RP dağılınca bunlar yine dağılmadı. Ruhani liderleri dışarıda, bunları tek bir kitle halinde korumayı başardılar. Fethullah Gülen'den, İsmail Ağa Cemiyetine, Nakşibendiler den Rufailere her boy ve soy cemiyet, kıymati kendinden menkul, Allahtan alınmış vekaletle bu kitleyi sürekli yek vucud olarak tutuyordu.
Bunlar, parti tabelası ne olursa olsun, kim iktidar olursa onun safında devletin tüm etkin-zayıf her kurumunu ele geçirmek için hazırdı. Kuşak ardı kuşak, dalga dalga tusunami gibi gelip istila ediyorlardı. Bugün, bu yayılmanın son turundayız.
28 Şubat 1997 "demokrasiye balans ayarı" yaptığı iddiasında olan ordu, gerçekte son nefesini veren bir mevta iken, dinci kesim iktidar olma yolunda son balans ayarlarını yapıyordu. AKP balans ayarının bir ürünüdür. Bu ekip yeni isimle eski kadro ve kitleyi, iktidara topluca bir kez daha farklı isimle de olsa taşıdılar.
50 yıllık bir süreç, son 25 yılı dizginsiz bir girişkenlikle, atılımla, devletin her alanına siyrayet ederek, en alttaki dizginlere, en karmaşık araçlarla, en kapsamlı kadrolarla çulandılar.
Bu gün tanık olduğumuz, hukuk savaşı, ordunun dizginlenmesi kavgası gibi son paylaşım savaşları ise, son düellodur. Böylesi bir iktidar, dipten gelen sivil diktatörlük girişiminin alt yapısını oluşturuyor. Bu gün, bu girişimin son dönemeçleri dönülmektedir. Bin milin ilk adımı 1950'lerde atıldı, bu gün son adımları atılmaktadır.
Tarihte böylesi girişmler, bu kapsamda, ağırca, sinsice, yaygın ve derinlikçe de kölleşmesi halinde, iktidarda uzun süreli bir eğemenlikle taçlanmasının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Bu süreçet devrimci hareket, üç kuşak zindanlara tıkıldı, üç darbeyle belleri, kırıldı. Her defasında geçmişten hiç bir miraz arta kalmadan sıfırdan başlamak zorunda kaldı. Ne siyasal bir örgütsel birikim, ne siyasal bir teorik birikim için nefes alma şansı tanınmayan solun bu gün mevta haline geldi. Ölmeyeni ise milliyetçiliğe saparak intihar etti. Son 50 yıllık süreçte, sağ iktidar egemenliğinin sürüyor olması, solun içinde bulunduğu durumla birleşince, tehlikenin boyutunu anlamak için özel bir çabaya gerek kalmıyor.
Gelinen noktada, sivil diktatörlük için her şey hazır gibi. Son engeller aşılmak üzere. Anayasayı, hukuk reformunu bu parlamento yapar mı? Yapmaz mı? Tartışmalarının handikabı da tastamam burasıdır. Kim yaparsa yapsın, bu ülkede farklılıkların özgürlük ve demlokratik hakları tesciline öncelik tanımayan bir yaklaşım hiç bir zaman demokrasiye bir girişi sağlayamayacaktır. Bu karmaşa içinde yine onlar kazanacaktır.
Bu gidişi durdurmanın tek yolu ülke gerçekliğini hukuk zemininde açıkça tanımlamak ve ona uygun düşen anayasa, hukuk, ordu, ve bil cümle demokratik bir cumhuriyetin inşaasına yönelmeyi gerektirir. Bu ise açıkça ve kısaca ülkemizde tüm farklılıkların birer eşit kurucu olacakları birlik ve barışa zemin olan demokrasinin ikamesiyle mümkündür. Bunun için tarihle cesurca yüzleşmek ve bunu fiili sonuçlara götürmek derinleştirmek gerek.
Kimse bizleri ve kendini aldatmasın, bu ülke sivil diktatörlüğün eşiğine gelmiştir bir iki adım sonrası ile on yıllar aynı düzleme ait olacaktır. Bunun için Kürt özgürlük harakete gerçekm anlamda hepimiz adına bir mücadeledir ve hepimizin kendi özgünlüklerini, özgürce örgütleyip, mücadele sürecine katması tarihsel bir görevdir.
Sivil dikta, ne Malezya ne de başka bir yere benzeyecek. Bu ülkede sivil dikta iç savaşa yol açacak, kıyım yapacak, sonunda sahipleri Lozan'ı çok arayacaktır...
16 Mart 2010
Bu ülkede darbe ve diktatörlük tartışmaları bitmez. Siyasetin dengelerini oluşturan yapı o kadar çelişkili bir yapı ki, siyasetin normal bir süreç içinde kendi şekillenişini sağlamasına geçit vermez. Dengeler her zaman gergin olmaya muhkumdur.
Bu ülkede, her kim ki, aşırı ölçüde darbe ve diktatörlükten rahatsız olduğunu belirterek kamuoyu oluşturup iktidara gelme hedefi güttüyse, o kendi diktatürlüğü için yolları stbalize ediyor demektir. Menderes bunun önemli bir örneği.
Çeyrek asırdır, "darbe ve diktatörlüklerden en çok çekenler" iddiasında olan, tekelci sistemin son şanası liberal dinciler, toplumu bunun için yedekleme girişmleriyle demokrasi havarisi kesildi.
Bunlar, laik sistem karşısında, toplumun alışkanlık güçleri arkasına sığınarak mazlumu oynadı, iktidarın çamurlarıyla kirlenmemişi oynadı, "geçmiş iktidarların çirkinliklerine karşı refleksin adı" olma çabasına girdiler. Bunu büyük oranda da başardıklarını söylemek yanlış değildir.
Ama bu süreçte gözden kaçan çok önemli bir veri vardı. O da bu gün iktidar olma çabasında, oligarşinin temel kurullarını ele geçirme savaşlarında, pervasızca ileri atılanlar çeyrek asırdır iktidarda olan kadroların üzerinden yürümekteydiler. Dünden bu güne öyle geldiler.
28 Şubat 1997 girişimi, bir askeri dikta girişimidir. Bu girişimin çirken amaçları ülkemizdeki tüm darbeler gibiydi. Demokrasiye balans ayarı verme gibi kıymeti kendinden menkul bu girişim, uzun yılların çalışmasıyla kuşatmasını tamamlayan kesimlere yeni fırsatlar verdi. "beli kırmayan vuruş onu sağlamlaştırır " diyen atasözündeki gibi bir sonuç yarattı. Bunlar çok daha güçlüce ayağa kalktılar. Bölündüler, ama bölünmek onlara diz çökertmedi. Tersine yeni issimle devam dediler. Erbakan'dan, Erdoğana süreç böylece açıldı; sürecin tümünü kapsayacak bir hacime geldiler.
Çeyrek asırdır iktidar koltuğunda oturan kadrolar, bakanlar, bürokratlar, başbakanlar ve sonunda Cumhurbaşkanlığını da ele geçirip, süreci toptan kuşatmış oldular. Bu çevre bu etkinliğe ve bundan sonra elde etmek istedikleri etkinliğe bu gün değil yarım asırlık bir çalışmanın sonucu geldiler.
Bu süreç çok eskilere dayanır. 1950 ve sonrası, soğuk savaş yıllarının ve global emperyalist stratejilerin bir ürünü olarak var edildiler ve siyasal sürecin bir parçası haline getirilmek istendiler.
II. Dünya savaşı ertesi soğuk savaş koşullarının "kömünizme karşı mücadele dernekleri" (1953), Sovyetlerin "yeşil kuşak"la kuşatılma stertejileriyle başlar. Buna Bağdat Paktı'nı, CENTO'yu, lübnan içsavaşı(1958) ve Irak devrimine müdahaleyi (14 Temmuz 1958). ABD de başlayan ve eğitim için atılım adı altında Türkiye'yi de kapsayan arka bahçe ülkeler programı bunun zemini olmuştur. Burada yetişen kuşaklar akıl almaz bir sukunetle, sinsice, adım adım "yükselip, yayılarak" son çeyrek asrın etkinliklerini yarattılar.
16 Şubat 1947'de Ulus gazetesi CHP meclis gurubunda görüşülen din dersi okutulmasını kabul ettiği haberini veriyor. Bu adım ABD baskısıyla 1 mart 1950 de TBMM'den de geçerek yasallaşıyor. Bu adım 27 Aralık 1949'da " Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkındaki anlaşma"nın bir sonucudur. İnönü bu gerçeği yıllar sonra şöyle dile getirir : " Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vadederler. İmzayı attınızmı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sök sökebilirsen." ( Doğan Avcıdan aktaran, Cengiz Özakıncı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı "Yeni Osmanlı" Tuzağı" s: 101)
Bu adımları sivil etkinlikler takip etti. Bu girişimlerin adı "Dinler Arası diyalog". Öncülüğünde ise, meşhur Küçük Hüseyin Efendi'den devraldığı Arusi şeyhliğiyle, deniz subayı Ömer Fevzi Mardin (Prof. Şerif Mardin'in amcası). CİA, dinleri Sovyetlere karşı birleştiriyordu. Avengelist, Ortodoks, katolik ve İslam, çorbası. Bu amaçla bu işin her türden kalpazanı, Hitler'den-ABD'ye her alanın bataklığında yeşeren bir isim, Dr. Frank Buchman, İsviçredeki şatosu Manevi Seferberlik'te (Moral Rearmement) aralıksız toplantılar yapmaktadır. Ardından Türkiye'ye de gelerek karanlık amaçlar ikame edilmeye yönelmiştir. Öyleki, yüz yılların yalanı burada da pazarlanmıştır; çok önceleri Napalyon için, sonra hitler için bu süreçte ise ABD için şunlar pısıldanmakla kalmıyor reklamlarla yaygınlaştırılıyor: "Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah'ın birlik bayrağını çekerek milletlerin kurtuluşuna çalışıyor" (Age. s: 112)
Buna eklenecek onlarca veri, o kesitin kendi özgüllüğü içinde ardı arkası kesilmeden oluştu. " Yeni Osmanlıcılık" bu çabaların temel çerçevesiydi. Bu maya her dönem için ayrı bir rolle sahip olacaktı; Komünizim adı altında Sovyetlere karşı, Bağdat paktı adı altında Ortadoğu halklarının uyanışına karış, Bu gün ise ortadoğululaşma adı altında bölgede gerileyen İsrail ronüne ülkemize dayatma olarak belirmektedir. Bu amaçla Erdoğanı Nasır'a benzetme komedisinin altan alta sürüldüğü de malumdur ( Bkz. Mihrac Ural, Erdoğan-Nasır ve "Yeni Osmanlıcılık" http://mirural.blogspot.com/ )
12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesiyle birlikte bu kesimler için tarihin en büyük fırsatı doğdu. Zindanlar özellikle devrimci güçlerle doldurulduğu bir sırada, ülkücü-milliyetçilere de nispeten yürütülen operasyon ortamında, dinci akımlara gün doğmuştu. Ortalıkta cirit atma koşulları içinde, geçmişten gelen örgütlülükleri, devletin en güvenilir ortakları olarak belirdiler. Mezhepin derin mesajöındada "hakime itaat, Allaha itaatir". Özal bu çevreleri bütünüyle kanatları altına aldı. Dört akım bu militanların, kadroların, yarım asırdır hazırlıklı olan ve her askeri faşist darbede biraz daha güçlenerek çıkanların üzerinde birleşiyordu. Demokrasi güçleri tırpanlandıkları yerde, önceki boylarına, yeni boylar katarak yükselen çevre bunlardı.
Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı, en ilan edilmemiş kadrolaşması bu dönemin sonucu olarak gelip dayandı. Hangi siyasal isim altında olursa olsun, kadrolaşmanın ezici çoğunluğu bunlara aitti. Bunlar için parti adının hiç bir önemi yoktu. Birbirlerini tanıyan, uzun yılların kaynaşması ve ortak bölenlerinde buluşan, birbirine tutkun ve sözde Allah adına iş yapan bir topluluk. Bunun içindir ki, ANAP dağılınca bunlar asla dağılmadı. DYP dağılınca bunlar yine dağılmadı , MNP, RP dağılınca bunlar yine dağılmadı. Ruhani liderleri dışarıda, bunları tek bir kitle halinde korumayı başardılar. Fethullah Gülen'den, İsmail Ağa Cemiyetine, Nakşibendiler den Rufailere her boy ve soy cemiyet, kıymati kendinden menkul, Allahtan alınmış vekaletle bu kitleyi sürekli yek vucud olarak tutuyordu.
Bunlar, parti tabelası ne olursa olsun, kim iktidar olursa onun safında devletin tüm etkin-zayıf her kurumunu ele geçirmek için hazırdı. Kuşak ardı kuşak, dalga dalga tusunami gibi gelip istila ediyorlardı. Bugün, bu yayılmanın son turundayız.
28 Şubat 1997 "demokrasiye balans ayarı" yaptığı iddiasında olan ordu, gerçekte son nefesini veren bir mevta iken, dinci kesim iktidar olma yolunda son balans ayarlarını yapıyordu. AKP balans ayarının bir ürünüdür. Bu ekip yeni isimle eski kadro ve kitleyi, iktidara topluca bir kez daha farklı isimle de olsa taşıdılar.
50 yıllık bir süreç, son 25 yılı dizginsiz bir girişkenlikle, atılımla, devletin her alanına siyrayet ederek, en alttaki dizginlere, en karmaşık araçlarla, en kapsamlı kadrolarla çulandılar.
Bu gün tanık olduğumuz, hukuk savaşı, ordunun dizginlenmesi kavgası gibi son paylaşım savaşları ise, son düellodur. Böylesi bir iktidar, dipten gelen sivil diktatörlük girişiminin alt yapısını oluşturuyor. Bu gün, bu girişimin son dönemeçleri dönülmektedir. Bin milin ilk adımı 1950'lerde atıldı, bu gün son adımları atılmaktadır.
Tarihte böylesi girişmler, bu kapsamda, ağırca, sinsice, yaygın ve derinlikçe de kölleşmesi halinde, iktidarda uzun süreli bir eğemenlikle taçlanmasının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Bu süreçet devrimci hareket, üç kuşak zindanlara tıkıldı, üç darbeyle belleri, kırıldı. Her defasında geçmişten hiç bir miraz arta kalmadan sıfırdan başlamak zorunda kaldı. Ne siyasal bir örgütsel birikim, ne siyasal bir teorik birikim için nefes alma şansı tanınmayan solun bu gün mevta haline geldi. Ölmeyeni ise milliyetçiliğe saparak intihar etti. Son 50 yıllık süreçte, sağ iktidar egemenliğinin sürüyor olması, solun içinde bulunduğu durumla birleşince, tehlikenin boyutunu anlamak için özel bir çabaya gerek kalmıyor.
Gelinen noktada, sivil diktatörlük için her şey hazır gibi. Son engeller aşılmak üzere. Anayasayı, hukuk reformunu bu parlamento yapar mı? Yapmaz mı? Tartışmalarının handikabı da tastamam burasıdır. Kim yaparsa yapsın, bu ülkede farklılıkların özgürlük ve demlokratik hakları tesciline öncelik tanımayan bir yaklaşım hiç bir zaman demokrasiye bir girişi sağlayamayacaktır. Bu karmaşa içinde yine onlar kazanacaktır.
Bu gidişi durdurmanın tek yolu ülke gerçekliğini hukuk zemininde açıkça tanımlamak ve ona uygun düşen anayasa, hukuk, ordu, ve bil cümle demokratik bir cumhuriyetin inşaasına yönelmeyi gerektirir. Bu ise açıkça ve kısaca ülkemizde tüm farklılıkların birer eşit kurucu olacakları birlik ve barışa zemin olan demokrasinin ikamesiyle mümkündür. Bunun için tarihle cesurca yüzleşmek ve bunu fiili sonuçlara götürmek derinleştirmek gerek.
Kimse bizleri ve kendini aldatmasın, bu ülke sivil diktatörlüğün eşiğine gelmiştir bir iki adım sonrası ile on yıllar aynı düzleme ait olacaktır. Bunun için Kürt özgürlük harakete gerçekm anlamda hepimiz adına bir mücadeledir ve hepimizin kendi özgünlüklerini, özgürce örgütleyip, mücadele sürecine katması tarihsel bir görevdir.
Sivil dikta, ne Malezya ne de başka bir yere benzeyecek. Bu ülkede sivil dikta iç savaşa yol açacak, kıyım yapacak, sonunda sahipleri Lozan'ı çok arayacaktır...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder