HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

4 Mart 2010 Perşembe

İŞÇİLER - İŞÇİ SINIFI VE SINIF MÜCADELESİ

TEKEL işçileri, işlerine geri dönmek üzere başlattıkları eylemlerine son verdi, TARİŞ kapandı işçiler fabrikalarını istiyor


Mihrac Ural


2 Mart 2010

Demir Küçükaydın'ın "İşçi Sınıfı Neden Devrim Yapamaz?" başlığını taşıyan makalesine eleştiri yazımın taslağını tamamladım. Bir iki güne kadar yayında olur.

Ben de işçi sınıfı devrim yapamaz diyorum. Daha da ötesi, sınıf mücadelesi, hakim olan her hangi bir sistemin iç mücadelesi olarak, tarihin hiç bir döneminde devrim yapamamıştır, diyorum.

Sınıf mücadelesi, sistemi daha rasyonel çalışma yönünde oturtan reformist bir mücadeledir, devrim üretemez. Sisteminin en gelişmiş ve oturmuş haliyle de ortaya koyduğu sonuç bu mücadelesinin kendi sistemini düzenlemekten öteye geçmediğini göstermektedir. Yeni ve farklı nitelikte ileri bir toplumsal kuruluş yapamadığını göstermiştir.

Sınıf mücadelesi, işçi sınıfı açısından, haklarını koruma ve genişletme mücadelesi olarak, ihmal edilmemesi gereken biricik yoludur. Bu mücadeleye destek bu sistemin karşısında olan tüm güçlerinde görevidir. Ancak kapitalist sistemin kurucu temel sınıfı olarak gelecek toplumda yeri ve çıkarı olmayan işçisınıfının varoluşu ve bunun yeniden üretilmesi kendi sisteminde anlamlıdır. Bu açıdan sınıf mücadelesi, sistemin yeniden üretilmesi ve bekasıyla doğru orantılıdır; kapitalist sistemin temel kurucu unsurları üzerine geliştirilen hiç bir tahayyül (proje, hayal, düşünce, öneri..), ileri bir üretim tarzı, ileri bir toplumsal sistem, yeni bir uygarlık kurma önermesi anlamına gelmez.

Sınıf mücadelesi daha ileri bir toplum için mücadele verenler açısından da açtığı özgürlük alanları ve demokratik kazanımlar oranında önemlidir.

Demir Küçükaydın'la aramızdaki fark, O sınıfları, sınıf gerçekliğiyle değil, üst yapıyı da din genellemesi adı altında ele aldığı gibi, sınıfları ve mücadelelerini de iradeci merkezli bir istek ve yönelim olarak ele almaktadır. Bu nedenle işçilere, devrim yapmanız için insan olunuz diye çağrı yapmaktadır.

Söylediği şudur; "uluslara ve ulusal devletlere karşı bir "Kutsal savaş" başlattıklarında, insan olduklarında; işçi olarak değil, insan olarak mücadele ettiklerinde devrim yapabilirler"

Bu algı, işçinin iredevi bir davranışla sınıfı dışı bir duruş gösterebileceği üzerine kurgulanmaştır. Tek tek işçiler için, işçi Ahmet, işçi Mehmet için geçerli olsa da sınıf olarak işçiler açısından hiç bir mantiki yanı yoktur. İşçiler var oldukça sınıfları da vardır ve her sınıfın davranışını belirleyen nesnel konumuyla ilgili bir duruşu vardır. Buna rağmen, sınıf öznesini, nesnesinden koparıp, bundan kimi sonuçlar beklemek sadece hayaldir. Bu noktada Demir Küçükaydın, eleştirmek istediği aklı evvel "sosyalist" algılardan farklı değildir. Onlar da işçi sınıfına, sınıf nesnesi gerçekliğini hesaba katmadan hayali sorumluluklar yüklemiştir. Yeni bir uygarlığın kuruluşunu sistem içi bir mücadele olan sınıf mücadelesinden beklemiştir. Darbeyi devrim sanmıştır. Siyasi kararla ilan edilen toplumsal mülkiyeti sosyalizim olarak algılamıştır. Bütün bu hangamenin iflası, sosyalist sistemin çöküşüyle yetirence belirgin olmuştur.

Demir Küçükaydın ve eleştirdiği çevrelerin ortak noktası, sınıfı nesnel konumundan kopararak, yapıları (üst-alt yapı) parçalayıp birbirinden bağımsızlaştırarak, bu tezleri ileri sürüyorlar. Yani, nesnesi olmayan özneye hitap ediyor.

Nitekim her iki yaklaşımın iflas ettiğini tarihin her kesitinde gösteren binlerce deneyim bulunmaktadır. Bir çok yazıda bu konuyu işledim. Köleci çağda Spartaküsün, Roma kapıları önünde diz çöküşü, köleci dönem sınıf ve mücadelesinin gelip dayanacağı son sınırı göstermişti. Münzer hareketinin feodal kralların tahtları önünde diz çöküşü, feodal çağ köylü sınıfının varacağı son yere, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin o kesitteki son durağına bir işaretti. Kapitalizm çağında durumu anlamak için, 20. yy. Sosyalist Devrimlerin sonucunu bilmek yeterlidir; bir gece ansızın bir siyasal kararnameyle toplumsal mülkiyet ilan ederek sosyalist toplumu kurduğunu, yeni uygarlığa geçtiğini dile getirip, sosyalist sistemi kuranların bir başka gecede (1990) ansızın, yine bir siyasi kararnameyle gerisin geriye dönüşünü hatırlamak yeterlidir. İşçi sınıfı ve mücadelesinin gelip dayanacağı en son düzlem budur.

Sosyalizmin, kapitalist madalyonun diğer yüzü olma esprisi budur. Sosyalizmi ahlaki bir kültürel, toplumsal eğilim olarak değil de bilimsel sosyalizm adı altında siyasal tezlerin bileşkesi olarak, bir yeni uygarlığa geçiş olarak, ortaya koyan yaklaşımların bu anlamıyla gerçekçi olmadığı, öznel eğilim ve söylemlerin gelip tıkandığı ve iflas ettiği bir yer olduğu görülmüştür. Bu ise, tarihi ilerleme değildi, yeni bir uygarlık ise hiç değildi.

Yukarıda sunduğum belirlemeler, sınıf ve sınıf mücadeleleriyle ilgili siyasal görüşlerimin verilebilecek en kısa özetiydi.

Bu kısa özetin açılımlarını http://mirural.blogspot.com adresindeki yazılardan izlemek mümkün.

Bu girişi, ülkemizde işçiler ve işçi sınıfıyla ilgili olarak ortaya çıkan iki önemli gelişme üzerine aktardım. Bu gün TEKEL işçileri, işyerlerine geri dönmek üzere başlattıkları eylemlerine son verdiklerini açıkladılar, çadırlarını toplayıp dağıldılar. İkinci haber ise, TARİŞ'in kapanmasıyla açığa alınan 600 işçinin "fabrikamız kapanmasın" protestolarıyla dile getirdikleri tepkileridir.

Her iki haberde de işçileri gördük. Çektikleri zorluklara, direnişlerine ve protestolarına tanık olduk. Bu eylemler, ülkemiz işçi sınıfı tarihi eylemleri diye bilinç altımıza kazılan eylemlerin belki de en yumuşakları, en basitleri, en sıradan olanlarıydı. Bu eylemlerde işçiler vardı ama işçi sınıfı yoktu.

İşçiler önemli bir direnme ortaya koydular. Ülkemizin soluna ruh verip, umutlandıran bu eylemler sol güçler tarafından da yoğun olarak desteklendi.

Bizler de hareket olarak, üzerimize düşen herşeyi yaptık; Ankara'ya etrafında toplandığımız yayın organımız ATAK pankartlarıyla, siyasal yönelimlerimizi, emekçiden yana tutumlarımızı sergiledik. Eylemin orta yerinde, işçilerle omuz omuza olduk. İşçi sınıfı, işçiler, sınıf mücadelesi üzerine geliştirdiğimiz tezlerin radikalliğine rağmen, emekçi hakları ve demokratik taleplerinin, demokrasinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve bu etkinliklerden yana olduğumuzu gösterdik. Sınıf mücadelesi üzerine gelişen siyasal algılarımızın stratejik önemi, genel ve kapsayıcı yaklaşımlarımızın, bu çabalarımızla bir tutarlılık içinde olduğunu göstermek için "emekçi hakları, demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır" diye de belirlemelerimizi yaptık.

Ancak bu duruş, bütün içindeki özgün bir parçayla ilgilidir. Stratejik yönelimler ise daha ayrıdır. İşçi eylemleriyle ilgili gelişen son iki haberle ilgili olarak ele aldığım bu makalenin konusu da bu iki duruşun ilişkisini açıklamaktır. Bunun için temel kimi belirlemeleri kısaca ifade etmek gerek.

TEKEL işçileri ve TARİŞ işçileri, işçi sınıfının birer hücresidir. Sınıfın tüm özelliğini üzerinde taşıyan bir birimidir. Ancak işçiler, birey olarak sınıfın kendisi değillerdir. İşçi, tüm farklılıklarıyla, "namazına giderken ölen işçi" ve "5 vakit komünistlik"e kadar eylemde yer alan işçi olarak sınıfının içinde yer alır. Farklılıklarıyla işçilerin fabrika dışında, farklı katmanlarla birlikteki yaşam içinde oluşturduğu birlik ise halktır. Mahallelerde, sitelerde, şehir ve köylerde var olan halktır; halk bu yanıyla daha esnek, daha çoğul ve daha özgür olarak siyasal duruşlar sergileyebilecek bir toplumsal oluşumdur. Bu yanıyla halk işçi sınıfının potansiyellerinden çok daha büyük potansiyelleri barındırır. Bu nedenle on yıllar önce, "Yaşasın Halklaşan İşçi Sınıfı" gibi bir slogan geliştirdik. Bunu TEKEL işçileriyle dayanışmamızda da taşıdık. Bu her ne kadar, bir sınıf olarak işçilerin asla halklaşamayacakları, ancak birey işçi olarak içinde yer aldığı alanın bir unsuru olarak halklaşabileceği gerçeğini dışlamasa da öyledir.

Buna rağmen TEKEL ve TARİŞ olayında tanık olduğumuz mücadele, bir sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı hareketinin var oluş biçimlerinin küçük bir birimi olarak, tüm özelliklerini üzerinde taşımaktadır.

İşçi sınıfını ve sınıf mücadelesini irdelerken, bu birimden yola çıkmak ve soyutlamalara varmak yanlış değildir. Zaten, soyut anlamıyla, genel olarak işçi sınıfı ve mücadelesi bu birimin ortaya koyduğu varoluşun temel ifadesidir.

Her iki mücadele de, son 200 yılın sınıf mücadelesinin, hatta en kanlı türlerinin ortaya koyduğu mücadelenin amaçlarından hiç bir fark taşımamaktadır; sözde siyasal bir amaç olsa da, tarihin hiç bir kesitinde siyasal amacın gerçekçi bir üretim ilişkisi devrimi ya da dönüşümü yapmamış olması, sınıf mücadelesinin bir yanıyla, sistem içi reform mücadelesi olduğunu gösterir, diğer yanıyla da sınırlarının ne olduğuna işaret eder. Bu mücadeleler ekonomik demokratik boyutlarla sınırlıdır. Orada doğar ve orada biterler. TEKEL ve TARİŞ işçilerinin bu küçük eylem etkinlikleri bin kat, yüz bin kat daha büyütülse de bu temel çizgiden öteye gidemez.

İşçi sınıfı partileri denilen siyasal örgütler ise, siyasal iktidarı işçi sınıfı adına, sınıf mücadelesinin etkinliklerine dayanarak ele geçirmeyi ileri sürse de bu gerçek olmamıştır, olamazdı da. Dünyanın tüm sınıf mücadelelerinin bu gün gelip dinginleştiği yer, burjuvazinin işçi sınıfıyla sistemi daha iyi çalıştırmada, omuz omuza oldukları yer olması da bundandır. Bu, ülkemiz içinde tamamiyle geçerlidir.

Avrupa'da sınıf mücadeleleri tarihinin, her doruğunda ve sonrasında ortaya çıkan tablosu bundan başka bir şey değildir. İnsan aklının en gelişmiş düşün adamları, aydınları, militan ve kadrolarının öbek öbek yer aldığı Komünist Partiler, kızıl ya da devrimci sendikalar bile istisna bir bütün olarak ve özellikle sosyalist sistemin çözülüşüyle, "sarı-sendikacılık" diye ötelenen yapıların sınırını aşamadıkları görülmüştür. Bu anormal bir durum değil, öznelerle ilgili bir durum da değil. Tercih, "satılmışlık", ihmal, yetersizlik de değil. Böyle bir iddia, 20. yy. aydınlarına yapılacak en büyük hakaret olur, bu çağın sosyalist aydınlarının gösterdikleri özveri ve ortaya koydukları performans, tarihin hiç bir döneminde, hiç bir insan örgütlülüğü tarafından ortaya konmamıştır. Hadise öznel eğilim değil, nesnelerin sınırını çizdiği gerçeklerdir...

TEKEL işçileri de TARİŞ işçileri de fabrikalarını istediler, çalışmaya devam etme hakkını istediler. İşsiz kalmamayı dile getirdiler. Bu talepleri haklıydı. Ancak bu söylemin altında yatan büyük mesajı algılamak ve soyutlama yaparak bunun genel bir belirleme haline nasıl gelebileceğini görmek gerek.

Bunu anlamak için, her iki haberin ortak özelliği olan, işçilerin işlerini istemesi, fabrikalarını istemesidir. Yani işçi sınıfının fabrikasını istemesidir. İşçiyi işçi yapan, işçi sınıfı haline getiren ve sınıf mücadelesi denilen olayı var eden, fabrikanın çalışmasını istemesidir. Sistemin yeniden üretilmesidir bu. İşçi de doğası gereği (sistemle var olmasının anlamı da budur) sistemini yeniden üretecektir. Yok sayılmasına karşı direnecektir, gerekirse daha az ücretle de olsa sistemin yeniden üretilmesi, kendisinin de yeniden üretilmesi olduğundan bunu savunacaktır. Bu ise, işçiyi, işçi sınıfını ve sınıf mücadelesini kapitalist sistem içi bir olgu olarak kavramak demektir. Doğrusu da budur. Bunun ötesinde ne bir işçi sınıfı gerçekliği ne de kapitalizm dışı bir duruş olayı bulunabilir. Bu iki haberin, tarih boyunca süren işçi sınıfı mücadelesinin tekrar ederek verdiği mesaj da budur.

İşçiler iş istiyor, fabrikalar kapanmasın diyor ve bunun için burjuvazisinin (ki, bu devlet de olsa, şahısta olsa aynıdır) başında kalmasını istiyor. Yani, sistemin yeniden üretilmesini istiyor. Kapitalist sistemin her şeyiyle devamından yana bir istekle eylem yapılıyor ve aynı istekle fabrikaların çalışması için yalvarıyor. Ne üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyet ne de ücret fazlalığı, iş sahibi olmak, sistemi yeniden üretmek istiyor. İşçiler de, sınıfları da mücadeleleri de fabrikanın çalışan çarkları önünde sınırlarının sonuna gelmektedirler; Spartaküs Roma kapıları önünde, Münzer feodal kralların tahtları önünde, işçi sınıfı da çarkları dönen fabrikası önünde sınırın sonuna geliyor.

İşçiler, talepleriyle en doğal tutumları ve sınırlarını ortaya koyuyorlar. Bunun ötesi olamaz da. İşçi sınıfı ve mücadelesi, kapitalizmin şafağında doğdu. O sistemin olmazsa olmaz bir öğesi olarak var oldu. Sistemin varlığını oluşturan, çelişkinin bir yanıdır ve sistemin bütünlüğü de bu birlikle var olmaktadır. Biri olmadan diğeri olamaz.

Bu bir dengedir. Buna ben gergin denge diyorum. "Suni denge" demeyeceğim. Suni denge kırılmaya eğilim gösterir, gergin denge ise bir arada, kavgalı halde, nesnel nedenlerle birlikte yaşama hali olarak değerlendirilebilir.

Bir kez daha, TEKEL ve TARİŞ gibi küçük örnekleriyle ülkemizde olduğu kadar, dünyanın her yerinde görüldüğü gibi, işçiler ve sınıfları, sistemi yeniden üretirken istedikleri tek şey çalışmanın bir parçası olmak, işsiz kalmamak ve bunun sonucunda, sınırında da olsa aç kalmamak, insanca yaşam için düzenlemeler istemektir. İşçi sınıfının ve mücadelesinin sınırı da budur.

Bu sınırları öznel iddialarla, çok derin bilimsel tezler adı altındaki sanal söylemlerle zorlamak hiç bir sonuç getirmez. Boşuna enerji yitimi olur. İşçinin ve sınıfının ve mücadelesinin omzuna hacmini aşan, takatini zorlayan yükümlülükler koyarak, ne işçi sınıfı ve işçileri kendi nesnel verilerinden (iş gücünü satan olma anlamında, kapitalizmin bir temel sınıfı olarak) koparmak ne de onları "insanlaşma" çağrılarıyla ne olduğu ve neye yöneleceği belli olmayan bir devrime davet etmek mantıklıdır.

Bütün bunlardan sonra, ne demek istiyorsun diye sorulabilir?

Benim söylediğim şudur: Üretim tarzları artık eski tarihlerin ülkesel, bölgesel alanlarına ait bir olay olmaktan çıkmıştır. Eski uygarlıklar, üretim tarzı farklılıklarına rağmen (köleci-feodal), farklı coğrafyalarda, aynı zaman dilimi ya da farklı zaman dilimlerinde de çıkabilirdi. Bu gün ise üretim tarzıyla uygarlık aynı düzlem üzerinde birleşmiştir. Üretim tarzının değişimi aynı zamanda bir uygarlık değişimi olarak belirecektir. Bu bir olumlu küreselleşmedir.

Kapitalizmin, emperyalizm çağında, siyasetini evrensel ölçekte talan, baskı ve müdahalelerle dayatmasında anlamını bulan "küreselleşme" ile, bir üretim tarzı olarak, üretici güçlerin gelişimi, bilimsel ve teknik devrimin yarattığı değişimlerin ürünü olarak, yeni bir uygarlık anlamında üretim ilişkilerinin "küreselleşme"si birbirinden nitelikçe farklıdır. Biri küreselleşmenin siyasi bir boyutta emperyalistlerin tarihe karşı direnişine hizmet ederken, diğeri ise, iradelerden bağımsız, alttan gelen, değişimi tarihsel devrim anlamında, geri dönüşümü mümkün olmayan bir ilerlemedir.

Bu anlamda küresel devrim ve devrimcilik süreci açılmıştır demek yanlış olmayacaktır. Bilgi çağı, üretimin tarzını kapitalist tarzdan farklı bir yere taşımaktadır. Kapitalistlerin kanatları altında gibi görünse de artık yeni ilişkiler kapitalist ilişki değildir. Feodal krallıkların kanatları altındaki kapitalizm, nasıl ki anaokulu yıllarını yaşadıysa, yeni uygarlık, yani yeni üretim tarzının kapitalistlerin kanatları altında büyümesi de gündemdedir; yadsınmanın yadsınması esprisidir bu. Tarihin her döneminde, doğanın ve toplumun yasalarında ifadesini bulan gelişmedir yaşanan.

Bu noktadan bakınca; gelişmeler yeni uygarlığa işaret ediyor, diyeceğim. Küresel üretim sistemi, farklı mülkiyet ilişkisi gelişiyor. Bu gelişmeler, tarihsel bir devrime doğru gidiyor. Bu devrim, geri dönüşü olmayan dönüşümlerin devrimidir. Ne öznel bir karara bağlı ne de kapitalizmin temel herhangi bir sınıfının "insanlaşmasına" (her ne demekse!?) bağlıdır. Tersine, sistemin biten tarihsel rolüne paralel, bu sınıflar da sönecektir. Burjuvazinin bu bitişe karşı her yerde bir direniş sergilemekte olduğuna da dikkat çekerek şunu söylemek yanlış değildir; bir zamanlar feodalizme karşı devrimci rolünü oynayan burjuvazi, işçileri ve tüm halk kesimlerini nasıl ki çıkarları için, "ulus çıkarları" adı altında peşine sürüklediyse, bu gün de sisteminin yıkılışına karşı, demagojileriyle benzer bir sürükleyişi karşı-devrimci bir duruş olarak sergileyebilir.

Sonuç,

Üretim tarzında devrim, teknolojik büyük değişimlerin, bilgi devriminin ortaya koyduğu sonuçların kaçınılmaz olarak yarattığı yeni ilişkilerin tarihsel dönüşümüdür.

Bu süreçte işçiler, işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi; bilginin, düşüncenin, teknolojinin ve insanın daha çok özgürlüğü ve demokrasisi için açtığı alan kadar önemlidir. İşçi sınıfı burjuvaziyle yollarının ayrılıp gerginleştiği kesitlerde, bu sürece önemli katkılar sağlayabilir. Bu nedenle sınıf mücadelesinin ihmal edilmez bir reformist mücadele olma esprisinin gelecek toplum ve yeni uygarlık açısından taşıdığı önem de buradadır. Sınıf gerginliği bu olanakları yaratan zeminlerdir. Katkı da bu gerginlikte üretilecektir.

Bu nedenle stratejik mücedelemiz, demokrasi ve özgürlük mücadelesidir diyoruz. Tüm farklılıkların özgürleşmesi mücadelesine omuz vermektir diyoruz. Özgün ve özgür örgütlenmenin, bu anlamda, öneminden ve yeni uygarlık oluşumu için katkısından söz ediyoruz. Hayallerle yeni bir toplum oluşturmak değil, eski toplumun gerginliklerinden, yeni toplumu kurmak için, daha çok özgürlük alanı açmaktan, daha çok kullanılabilir demokratik haktan söz ediyoruz.

Hiç yorum yok: