30 Mart 2010 Salı
Padişah Macunu!
Nurettin KURTULUŞ
30 Mart 2010
“Kürt Açılımı” iken,
“Demokratikleşme Açılımı” oldu,
Ondan da vazgeçildi “Milli Birlik ve Demokratik Açılım”
Derken “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” sıralandı durdu…
“Ulan” “Yaygara yapma aşağıya gel” deninceye dek ne açılımlar oldu, saymakla bitmez…
Açılım çuvalı doldu neredeyse patlayacak…
Adamın kan çanağı gözlerinin altındaki torbaları patates çuvalı gibi şişmiş “yetim hakkının” yemeğine katılıyor tıkınıyor ve sanatçılar kervanına katılıyor!
Sanatçı mı artiz mi?
Bunlar, yukarıdaki dört tane (!) açılımın destekçileriymiş!
Bu açılımlar uğruna ya rab yalakalar salonlara sığmıyor!
Bu açılımlar uğruna ya rab ortalık Liboşlarla dolup taşıyor!
Bu açılımlar uğruna ya rab ihbarcılar-hainler-ajanlar salonlarda dolaşıp duruyor…
Çıkarlarken bir parmak “Padişah Macunu” dudaklarına sürülüyor!
Yazarlar-çizerler-tiyatoracılar-radyocular-şarkıcılar-türkücüler ha babam de babam ziyafet sofralarını doldurdular…
Yetim hakkı değil mi bu “Padişah sofraları”?
Kimin parasıyla kime caka satılıyor?
Yoksullara-açlara Padişah Macunu yok mu?
Var!
Sabır.
Referandum-seçim sandıklarını bekleyin.
Kış gelecek kömür gelecek.
Ardından beslenme torbaları-paketleri…
Önce bir de Anayasa değişikliğini bekleyelim mi?
Adalet KP Mülkün Temelidir…
“Ulan” Sol’cular bile istemiyor muydu yıllardır?
Anayasadaki geçici 15. madde kaldırılsın 12’ler yargılansın, demiyorlar mıydı?
Nah işte sana yargı, yargılayabilirsen yargıla!
Dokunulmazlık mı?
“Ulan hadi ananı al da git”!
Adalet KP Mülkün Temelidir…
Nassolsa “yapıcı bir muhalefet sergileyeceğini kaydedenler” var!
“Kırmızıçizgileri” sarıya dönecek Nassolsa!
“Padişah macunu” bizim dudaklara sürülürse “katkıda bulunuruz” diyenler de var…
Durdurulmayan-durdurulamayan-durdurulmak istenmeyen-durduracakların kalmadığı gidiş sona yaklaşmaktadır.
Ne olacak bunun sonu?
Hukukun-Yargının-Adaletin olmadığı bir ülkede ne olur?
“Muhbirler saltanatı”, “Baskınlar Operasyonlar” maskeli ve silahlı ekipler evleri basar, aileler ve çocuklar yere yatırılarak gözaltına alınır.
“Tay yipler” mi olacak sonuçta?
“Padişahım çok yaşa” mı olacak?
Yüzyılların en büyük katili tüm kurum ve kuruluşları elinde tutan ve “toplatılmış kıtalarına” “Heil Hitler” dedirtirken Alman Nazi İmparatorluğunun sonunu da hazırlamamış mıydı?
Sonuç çok vahimdi, ikiye bölünen Almanya beş milyon asker öldü bir o kadar da sivil…
Almanya’nın bölünmesi Alman ulusu için bir felâketti, birleşmesi ise tüm dünya için daha büyük bir felâket oldu…
İmparatorluklar tarihe gömüldü, imparatorluklar tarihe gömülecektir.
Acısını İmparatorlar-Padişahlar değil halk çekmiştir, çekecektir.
Adalet-hak-hukuk-yargı “Osmanlının son Padişahı” “adeta 2.Peygamber” “yeni Osmanlıcılıkla” “mollalarla” “Adalet KP Mülkün Temelidir” demekle olmaz-olmayacak, biline…
HERKES YERİNE
30 Mart 2010
“Kürt Açılımı” iken,
“Demokratikleşme Açılımı” oldu,
Ondan da vazgeçildi “Milli Birlik ve Demokratik Açılım”
Derken “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” sıralandı durdu…
“Ulan” “Yaygara yapma aşağıya gel” deninceye dek ne açılımlar oldu, saymakla bitmez…
Açılım çuvalı doldu neredeyse patlayacak…
Adamın kan çanağı gözlerinin altındaki torbaları patates çuvalı gibi şişmiş “yetim hakkının” yemeğine katılıyor tıkınıyor ve sanatçılar kervanına katılıyor!
Sanatçı mı artiz mi?
Bunlar, yukarıdaki dört tane (!) açılımın destekçileriymiş!
Bu açılımlar uğruna ya rab yalakalar salonlara sığmıyor!
Bu açılımlar uğruna ya rab ortalık Liboşlarla dolup taşıyor!
Bu açılımlar uğruna ya rab ihbarcılar-hainler-ajanlar salonlarda dolaşıp duruyor…
Çıkarlarken bir parmak “Padişah Macunu” dudaklarına sürülüyor!
Yazarlar-çizerler-tiyatoracılar-radyocular-şarkıcılar-türkücüler ha babam de babam ziyafet sofralarını doldurdular…
Yetim hakkı değil mi bu “Padişah sofraları”?
Kimin parasıyla kime caka satılıyor?
Yoksullara-açlara Padişah Macunu yok mu?
Var!
Sabır.
Referandum-seçim sandıklarını bekleyin.
Kış gelecek kömür gelecek.
Ardından beslenme torbaları-paketleri…
Önce bir de Anayasa değişikliğini bekleyelim mi?
Adalet KP Mülkün Temelidir…
“Ulan” Sol’cular bile istemiyor muydu yıllardır?
Anayasadaki geçici 15. madde kaldırılsın 12’ler yargılansın, demiyorlar mıydı?
Nah işte sana yargı, yargılayabilirsen yargıla!
Dokunulmazlık mı?
“Ulan hadi ananı al da git”!
Adalet KP Mülkün Temelidir…
Nassolsa “yapıcı bir muhalefet sergileyeceğini kaydedenler” var!
“Kırmızıçizgileri” sarıya dönecek Nassolsa!
“Padişah macunu” bizim dudaklara sürülürse “katkıda bulunuruz” diyenler de var…
Durdurulmayan-durdurulamayan-durdurulmak istenmeyen-durduracakların kalmadığı gidiş sona yaklaşmaktadır.
Ne olacak bunun sonu?
Hukukun-Yargının-Adaletin olmadığı bir ülkede ne olur?
“Muhbirler saltanatı”, “Baskınlar Operasyonlar” maskeli ve silahlı ekipler evleri basar, aileler ve çocuklar yere yatırılarak gözaltına alınır.
“Tay yipler” mi olacak sonuçta?
“Padişahım çok yaşa” mı olacak?
Yüzyılların en büyük katili tüm kurum ve kuruluşları elinde tutan ve “toplatılmış kıtalarına” “Heil Hitler” dedirtirken Alman Nazi İmparatorluğunun sonunu da hazırlamamış mıydı?
Sonuç çok vahimdi, ikiye bölünen Almanya beş milyon asker öldü bir o kadar da sivil…
Almanya’nın bölünmesi Alman ulusu için bir felâketti, birleşmesi ise tüm dünya için daha büyük bir felâket oldu…
İmparatorluklar tarihe gömüldü, imparatorluklar tarihe gömülecektir.
Acısını İmparatorlar-Padişahlar değil halk çekmiştir, çekecektir.
Adalet-hak-hukuk-yargı “Osmanlının son Padişahı” “adeta 2.Peygamber” “yeni Osmanlıcılıkla” “mollalarla” “Adalet KP Mülkün Temelidir” demekle olmaz-olmayacak, biline…
HERKES YERİNE
29 Mart 2010 Pazartesi
KIZILDERE KATLİAMININ ÖĞRETİSİ
Şerif YILMAZ
30 Mart 2010
30 MART 1972, Türkiye devrimci demokratik hareketinin gelişim seyrinde
yaşanan önemli bir tarihsel kesite işaret eder. Bu tarihte uğruna
ölümlere gidilebilecek devrimci, militan dayanışmanın günümüzde ne
kadar ihtiyaç duyulan bir gerçek olduğu tüm yakıcı sıcaklığıyla
önümüzde durmaktadır.
Öyle ki, içinde bulunduğumuz süreçte toplumun aydın, devrimci,
demokrat kişi ve kurumlarına reva görülen her türden baskı ve terörün
milliyetçi tarzda dışa vurumu ayyuka çıkmakta. Bu saldırılar devlet
bünyesinde Kızıldere'den günümüze, farklı adlar altında olsa da Genel
Kurmay Özel Harp Dairesi ve ihbarcı çömezlerinin, MİT ajanlarının
çabalarıyla hayata geçirilmektedir.
Son günlerde devlet terörü Tunceli-Sivas kırsalı ve Cudi dağlarında
maddi yıpratmayla, diğer yanda da psikolojik savaş yöntemleriyle
demokratik açılım adına hayata geçiriliyor. Yakın süreçte yaşanan
yıldırma, korku salma, güvensizlik yaratma türünden gerçekleştirilen
operasyonlar; gerek Barış ve Demokrasi Partisine yönelik saldırılar,
gerekse birkaç gün öncesinden İstanbul-Ankara-Mersin ve Antakya'da
demokratik kurum ve kuruluşlarla temsilcilerine karşı sürdürülen
devlet terörü dikkat çekmektedir.
Mahirlerden günümüze kadar THKP-C'nin devrimci-demokrasi mücadelesinde
şekillenen oluşumu, farklılığı itibariyle, siyasal mücadelede içinden
çıkıp geldiği toplumsal sürecin daha ilerisinde yer alışıyla döneme
damgasını vurmuştur. Devrimci direniş çizgisinde geçmişten
alınabilecek ciddi anlamda hiçbir miras yok iken, ilk kez, siyasal
anlamda geleceğe miras oluşturacak hattın temelleri bu konjonktürde
atılarak, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları
bu sürecin baş mimarları olmuşlardır.
Örgütümüz böylesi bir siyasal mirasın temelleri üzerinde, her türden
ihanete ve yılgınlığa karşı mücadele bayrağını teslim alan İlker Akman
ve yoldaşlarının sürece omuz vermesiyle kendini geliştirerek bu
günlere gelmiştir. Şehitler verme pahasına yükseltilen devrimci
dayanışma ruhu, mücadele azmimizi bileyen onur duyduğumuz geçmişimizin
en önemli mirasıdır.
Kızıldere'den günümüze taşınan en anlamlı miras, Devrimci-demokratik,
siyasal mücadelede oluşturulan direniş hattının bilince çıkartılarak,
bir duruş, bir kültür haline getirilmesidir. Bu inançla yolumuzu
aydınlatıyor, yılmadan, usanmadan, bedeller ödeyerek demokrasi uğruna
mücadelede mevzilerimizi daha da etkin hale getirmenin çabasını
veriyoruz.
Bu ana temalar üzerinde Kızıldere şehitlerini anmak, mücadelemizde
yaşatmak, Onlar'a en yakışır olanı yapmaktır. O dönemin
şekillendirdiği farklılıkları, günümüzün konjontürel değişimleriyle
kucaklaştırarak geleceğe taşımak, bilişim çağının devrimci
açılımlarıyla kesişir. Bu anlamda da bir kez daha geçmişimize sahip
çıkıyor, onur duyuyoruz.
Geçmişini inkar edenlerin, geleceği yakalama şansı olmayacaktır.
30 Mart 2010
30 MART 1972, Türkiye devrimci demokratik hareketinin gelişim seyrinde
yaşanan önemli bir tarihsel kesite işaret eder. Bu tarihte uğruna
ölümlere gidilebilecek devrimci, militan dayanışmanın günümüzde ne
kadar ihtiyaç duyulan bir gerçek olduğu tüm yakıcı sıcaklığıyla
önümüzde durmaktadır.
Öyle ki, içinde bulunduğumuz süreçte toplumun aydın, devrimci,
demokrat kişi ve kurumlarına reva görülen her türden baskı ve terörün
milliyetçi tarzda dışa vurumu ayyuka çıkmakta. Bu saldırılar devlet
bünyesinde Kızıldere'den günümüze, farklı adlar altında olsa da Genel
Kurmay Özel Harp Dairesi ve ihbarcı çömezlerinin, MİT ajanlarının
çabalarıyla hayata geçirilmektedir.
Son günlerde devlet terörü Tunceli-Sivas kırsalı ve Cudi dağlarında
maddi yıpratmayla, diğer yanda da psikolojik savaş yöntemleriyle
demokratik açılım adına hayata geçiriliyor. Yakın süreçte yaşanan
yıldırma, korku salma, güvensizlik yaratma türünden gerçekleştirilen
operasyonlar; gerek Barış ve Demokrasi Partisine yönelik saldırılar,
gerekse birkaç gün öncesinden İstanbul-Ankara-Mersin ve Antakya'da
demokratik kurum ve kuruluşlarla temsilcilerine karşı sürdürülen
devlet terörü dikkat çekmektedir.
Mahirlerden günümüze kadar THKP-C'nin devrimci-demokrasi mücadelesinde
şekillenen oluşumu, farklılığı itibariyle, siyasal mücadelede içinden
çıkıp geldiği toplumsal sürecin daha ilerisinde yer alışıyla döneme
damgasını vurmuştur. Devrimci direniş çizgisinde geçmişten
alınabilecek ciddi anlamda hiçbir miras yok iken, ilk kez, siyasal
anlamda geleceğe miras oluşturacak hattın temelleri bu konjonktürde
atılarak, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları
bu sürecin baş mimarları olmuşlardır.
Örgütümüz böylesi bir siyasal mirasın temelleri üzerinde, her türden
ihanete ve yılgınlığa karşı mücadele bayrağını teslim alan İlker Akman
ve yoldaşlarının sürece omuz vermesiyle kendini geliştirerek bu
günlere gelmiştir. Şehitler verme pahasına yükseltilen devrimci
dayanışma ruhu, mücadele azmimizi bileyen onur duyduğumuz geçmişimizin
en önemli mirasıdır.
Kızıldere'den günümüze taşınan en anlamlı miras, Devrimci-demokratik,
siyasal mücadelede oluşturulan direniş hattının bilince çıkartılarak,
bir duruş, bir kültür haline getirilmesidir. Bu inançla yolumuzu
aydınlatıyor, yılmadan, usanmadan, bedeller ödeyerek demokrasi uğruna
mücadelede mevzilerimizi daha da etkin hale getirmenin çabasını
veriyoruz.
Bu ana temalar üzerinde Kızıldere şehitlerini anmak, mücadelemizde
yaşatmak, Onlar'a en yakışır olanı yapmaktır. O dönemin
şekillendirdiği farklılıkları, günümüzün konjontürel değişimleriyle
kucaklaştırarak geleceğe taşımak, bilişim çağının devrimci
açılımlarıyla kesişir. Bu anlamda da bir kez daha geçmişimize sahip
çıkıyor, onur duyuyoruz.
Geçmişini inkar edenlerin, geleceği yakalama şansı olmayacaktır.
MUHBİRLERİN SALTANATI BURAYA KADAR
Ayhan Azgın
28 Mart 2010
osadiz_az@hotmail.com
İhbarcılıgın sonu son ihbarınızı yapıncaya kadardır.ya sonra…
İnsanın hiç birşekilde dahil olmak istemedigi bazı sahneler vardır ,kesinlikle bizler böylesi bir sahnede yer almayalım der mümkün mertebe kendisini olayın dışında tutmaya çalışırız, ancak dışarıda kalmaya çalışmakla beraber, olaları da yakından takip etmekle kendisini görevli tayin eder. ancak bir yere kadar sessiz kalabilir, o da o da Eyüp sabrının son buldugu gündür.
Hazreti Eyüp, çok sabırlı bir peygamberdi, ama hazreti Eyüp'ün de sabrının bir sonu vardı. O da Eyubun son nefesini verdigi gündü. Ama herkeste bilmeli ki gönlünü halkına kaptırmış halkından başka ayidiyeti olmayan devrimcilerin de sabrı , hazreti Eyuptan daha da sonsuzdur. velakin şunu da herkes, özelikle ihbarcılar iyi bilmelidir ki, devrimcilerin hazreti Eyüp gibi kendisini ölüm döşegine kadar sabırla bekleyip intikamını ahrete ve yahut Allaha havale etmek gibi bir dertleri yok, olamaz da.
Devrim neferlerinin bıçağı kemige dayandıracak kadar kesinlikle dirençleri olabilir. ama velakin bıçak kemige dayandıgı gün, vay düşmanların haline.
Bizler Türkiye'de yaşayan tüm halkların bir bildigi herkes için geçerli olan bir dogru var oda her insanın annesi o insanın kesin deyerlerinin içerisinde birinci sırayı alır.hele ,o,anne rahmetli olmuşsa artık, ölünün arkasından kimse konuşamaz. Ancak insanlıktan nasibini almamış birileri ölünün arkasından konuşur. Kinlerini kusar, o, ölmüş bir anne için için olumsuz cümleler kurarlar ve bizler biliyoruz ki, bu ihbarcılar sayın MİHRAC URAL'IN değerli annesi rahmetli oldugu zaman .(ben bu deyerli annenin elinden öpmüş bir insanım.rahmetli oldugunu ögrendigim gün an itibarıyla çocuklaştıgım gündür.duygularıma gücüm yetmedi...ve ben şu anda kendisini saygıyla anıyorum.)
Ölen bir anenin ardından, hiçte hoş olmayan lafları sanki domates satıyor gibi dile getirme onursuzluğuyla söylemek ne demektir; merakımıza yenilip böyle olamaz deyip bu şeref siz haysiyetsiz kişilerin kendi sayfalarına baktıgımızda da üzüldügümüz cümleleri okumuştuk.
DOGRUDUR BU TÜR İNSANLARDAN HERŞEY BEKLENİR DOGRUDUR BUNLAR .Cenazelere küfür ederek kendilerini tatmin eden insanlardır. AMA ŞUDA BİR DOGRUDURKİ HERYERDE HERAN DEVRİM Cİ ÖFKEDE PATLAMAK ÜZEREDİR.
Bu öfke patladığı zaman bu ihbarcıları kimse kurtaramayacaktır. Çünkü Allahın Ademi seçtigi gün şeytanın,reddedildigi gün gibi olacaktır.ve surat çirkinlikleride şeytanın yüzünden daha igrenç bir görünüm alacaktır.her şey bir tarafa tabi essas onları bu tarzda donatan kişi ve kurumlarda nasıl ve ne yapacaklar .ayrı bir merak konusudur. halk devrimcilerinin İDAM İPİ BOYNUNDA KEFENİ BELİNDE DİR HİÇBİR ZAMAN NE İHBARCILARDAN NEDE ONLARIN AGABABASINDAN ÇEKİNMEZLER .urfalıların güzel bir sözünü söyleyecegim.alçak insan zaten alçaktır.ama alçaktan daha aşagıda bazıları vardırki onlar çukur insanlardır.ve bu çukur insanlara söyleye bilecegimiz tüm seviyesiz cümleleri söyleyerek. gelecegi yoldaşça kolkola bir şekilde yaşayacagımız bir ülkeye azkaldı, ihbarcılara inat yoldaşlar kolkola zındanlarda alanlarda kırlarda ovalarda hep beraber omuz omuza.
28 Mart 2010
osadiz_az@hotmail.com
İhbarcılıgın sonu son ihbarınızı yapıncaya kadardır.ya sonra…
İnsanın hiç birşekilde dahil olmak istemedigi bazı sahneler vardır ,kesinlikle bizler böylesi bir sahnede yer almayalım der mümkün mertebe kendisini olayın dışında tutmaya çalışırız, ancak dışarıda kalmaya çalışmakla beraber, olaları da yakından takip etmekle kendisini görevli tayin eder. ancak bir yere kadar sessiz kalabilir, o da o da Eyüp sabrının son buldugu gündür.
Hazreti Eyüp, çok sabırlı bir peygamberdi, ama hazreti Eyüp'ün de sabrının bir sonu vardı. O da Eyubun son nefesini verdigi gündü. Ama herkeste bilmeli ki gönlünü halkına kaptırmış halkından başka ayidiyeti olmayan devrimcilerin de sabrı , hazreti Eyuptan daha da sonsuzdur. velakin şunu da herkes, özelikle ihbarcılar iyi bilmelidir ki, devrimcilerin hazreti Eyüp gibi kendisini ölüm döşegine kadar sabırla bekleyip intikamını ahrete ve yahut Allaha havale etmek gibi bir dertleri yok, olamaz da.
Devrim neferlerinin bıçağı kemige dayandıracak kadar kesinlikle dirençleri olabilir. ama velakin bıçak kemige dayandıgı gün, vay düşmanların haline.
Bizler Türkiye'de yaşayan tüm halkların bir bildigi herkes için geçerli olan bir dogru var oda her insanın annesi o insanın kesin deyerlerinin içerisinde birinci sırayı alır.hele ,o,anne rahmetli olmuşsa artık, ölünün arkasından kimse konuşamaz. Ancak insanlıktan nasibini almamış birileri ölünün arkasından konuşur. Kinlerini kusar, o, ölmüş bir anne için için olumsuz cümleler kurarlar ve bizler biliyoruz ki, bu ihbarcılar sayın MİHRAC URAL'IN değerli annesi rahmetli oldugu zaman .(ben bu deyerli annenin elinden öpmüş bir insanım.rahmetli oldugunu ögrendigim gün an itibarıyla çocuklaştıgım gündür.duygularıma gücüm yetmedi...ve ben şu anda kendisini saygıyla anıyorum.)
Ölen bir anenin ardından, hiçte hoş olmayan lafları sanki domates satıyor gibi dile getirme onursuzluğuyla söylemek ne demektir; merakımıza yenilip böyle olamaz deyip bu şeref siz haysiyetsiz kişilerin kendi sayfalarına baktıgımızda da üzüldügümüz cümleleri okumuştuk.
DOGRUDUR BU TÜR İNSANLARDAN HERŞEY BEKLENİR DOGRUDUR BUNLAR .Cenazelere küfür ederek kendilerini tatmin eden insanlardır. AMA ŞUDA BİR DOGRUDURKİ HERYERDE HERAN DEVRİM Cİ ÖFKEDE PATLAMAK ÜZEREDİR.
Bu öfke patladığı zaman bu ihbarcıları kimse kurtaramayacaktır. Çünkü Allahın Ademi seçtigi gün şeytanın,reddedildigi gün gibi olacaktır.ve surat çirkinlikleride şeytanın yüzünden daha igrenç bir görünüm alacaktır.her şey bir tarafa tabi essas onları bu tarzda donatan kişi ve kurumlarda nasıl ve ne yapacaklar .ayrı bir merak konusudur. halk devrimcilerinin İDAM İPİ BOYNUNDA KEFENİ BELİNDE DİR HİÇBİR ZAMAN NE İHBARCILARDAN NEDE ONLARIN AGABABASINDAN ÇEKİNMEZLER .urfalıların güzel bir sözünü söyleyecegim.alçak insan zaten alçaktır.ama alçaktan daha aşagıda bazıları vardırki onlar çukur insanlardır.ve bu çukur insanlara söyleye bilecegimiz tüm seviyesiz cümleleri söyleyerek. gelecegi yoldaşça kolkola bir şekilde yaşayacagımız bir ülkeye azkaldı, ihbarcılara inat yoldaşlar kolkola zındanlarda alanlarda kırlarda ovalarda hep beraber omuz omuza.
"DEŞİFRE ETMEK"
Mihrac Ural
29 Mart 2010
33 önce itirafçı olarak örgütle ilgili her şeyi deşifre etti. Bu gün, 33 yıl sonra yeniden, ortağı MİT ajanıyla yine "deşifre" edeceği tehdidi yapıyor.
Aydınlık dergisinin ifşaatlarını, deşifre girişimlerini hatırlayın. Sol güçlere verdiği zararı aklınıza getirin, aynı görevler yerine getiriliyor.
Doğu Perinçek'in ikici nesil modülleri iş başında.
Devrimcilerin dikkatine;
İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın, ihbarlarına devam ediyor...
19 Ağustos 1977. Örgütümüz İstanbul'da ağır bir darbe aldı. Basına "Bombacı Leyla" operasyonu olarak geçti. Baskınlarda biri yakalandı.
Polis bileğini tutuğu an, itirafçı olmak istediğini söyledi.
Eline kalem kağıt verdiler, "kornolojik olarak" örgütle ilgili herşeyi akıl almaz bir ayrıntıyla verdi. Bildiği, tahmin ettiği, olasalıkları dahil tüm eylemleri, kadroları, önceki ve sonraki üst komiteleri, ölüyü diriyi, melzemeleri ev adreslerini, şoförleri, sempatizanları, merhaba dediği, yoldan geçen ilgisiz insanları verdi de verdi...
Aklına geldikçe mazgal deliğinden polisi çağırdı "şimdi hatırladım" dedi ve yeniden verdi. Nebil yoldaşı, Ali çakmaklı'yı, Mihrac Ural'ı, Ali Sönmezi ilk kez polise "deşifre" ediyordu. İlgisiz eylemleri ilgisiz olan bizlerin de sırtına yıkarak, polise yapılabilecek eylem ihtimallerinin neler olabiliceğini kurgulayarak anlattı, döküldükçe döküldü.
Bizleri, bundan tam 33 yıl önce deşifre etmişti. Polis bu gün yine peşimizde. Biz mücadelede onlar takipte. Aynı kişi, İtirafçı Enigin Erkiner bizi yine deşifre etmeye devam ediyor.
Bu gün de deşifre ediyor. O gün polis bileğini tuttuğu an, şimdi ise ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın ve ölü konuşturucusuyla birlikte işine devam ediyor. Yine ilgili ilgisiz herkesin ismini "deşifre" ederek görevini yapıyor.
33 yıl önce (19 Ağustos 1977) şunları söyledi:
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi,19 Ağustos 1977, s:16)
33 yıl sonra (28 Mart 2010) aynı sözleri şöyle tekrar etti:
"Mihrac Ural 'bizi ihbar ediyorlar' diye bağırıp çağırıyor. İhbar etmek, deşifre etmekse, buna bundan sonra da devam edeceğiz"
(Engin Erkiner, Mihrac Ural ile Muhabarat; Uzak Durun!)
İşte Engin Erkiner budur. 33 yıl önce itirafçıydı, şimdi ise pervasız bir muhbir. Bu ne bir hasım iddiası ne de bir suçlama, adam kendi görevini kendi yazısıyla açıkça ifade ediyor. Biz hiç bir iddiada bulunmadan kişi kendini nasıl tanımlıyorsu öyle aktarıyoruz; belge ve kanıtla kendi el yazısını ortaya koyuyoruz.
"Deşifre etmek" sözü kime ait, bunun kaynağı kimdi diye sorarsanız, devrimci süreci iyi bilenler irkilerek Doğu Perinçek diyecektir.
Evet ihbarı sol arasına sokan onu bir medrese haline getiren ve sonunda Genelkurmayın basit bir kuklası olarak yakalanın bu kişi Doğu Perinçek'tir.
Engin Erkiner, ortağı MİT ajanıyla, bu zincirin son halkalarından biridir. Muhbir Engin'in ortağı, MİT ajanı İbrahim yalçın'ı, kendi itirafnamesinde, kendi el yazısıyla, kendini nasıl tanımladığını okuduğumuzda tüm taşlar yerli yerine oturacaktır:
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi, s: 9-10)
İşte bu muhbir taife, demokrasi mücadelesine omuz veren, yasal zemin dışında hiç bir çabası olmayan, yasal dergi ve derneklerde çalışan devrimcileri tek tek "illegal örgüt üyesi" olarak lanse edip ihbar etti. Gözaltına alınmalarını yol açtılar.
Muhbir şebekesi, İtirafçı Engin ve MİT ajanı İbrahim yalçın
Size sesleniyorum;
26 Mart 2010 Cuma günü. Şafak sökerken evlerimize baskın yaptınız, yüzlerinizde kirli sutarınızı örten kara maskeler vardı. Çoluk çocuk, ailece hepimizi yerlere yatırdınız. Karalama ve şaibe uydurması yalan kurgulardan ibaret yazılarla, Doğu Perinçek öğrencileri olarak başaramadığınızı, devletinizle birlikte ölüm kusmak üzere kurulu silahlarınızla başarmaya çalıştınız.
Engin Erkiner, İbrahim Yalçın, Erkan Ulaşan siz dünden bu güne uzanan görevlilersiniz; Özel Harp Dairsenin kuklaları olarak bir ekipsiniz.
Demokrasi mücadelesi nin neferlerini ihbarlarınızla yakmağa çalıştınız. 14 yiğit insanı gözaltına aldırdınız. Bununla da bir şeyleri başardığınızı sandınız; haliniz Kıpti misali, şecaatinizi arz ederken sirkatinizi itiraf ettiniz.
Siz resmi birer polis ajanı, ahlaksız birer ihbarcısınız.
Davamız gerici sisteminizle ve onu koruyan devletinizledir. Onurlu direnme tarihiyle bizler sizleri koruyan güçlere karşı halklarımızınh haklarını savunmaya devam edeceğiz.
On yıllardır katlanmadığımız zulüm kalmadı. Çekmediğimiz acı kalmadı. İşkenceler, zindanlar, firar ve mültecilik koşullarının tüm kesvetini omuzladık.
Başımız dik, halkımız için, demokrasi mücadelesini sürdürdük. Bu gün de aynı yolda, dünden gelen doğrularımızın arkasında durarak mücadele ediyoruz. İhbarlarınız bizi yıldıramaz, mücadele devam edecektir.
DEMOKRATİK AÇILIM'CI BASKIN VE OPERASYONLAR
Bir yanda devletin silahlı güçlerine karşı,
diğer yanda muhbir şebekelerin takip ve ihbarlarına karşı
onurluca direnmenin sorumluluğunu taşımak...
Bu kavga bir tarihin dünden bu güne gelen geleneğidir,
boyun eğmeyeceğiz...
Bedreddin Mahir
28 Mart 2010
Antakya'da, İstanbul, Ankara ve Mersin'de, Demokratik Kültür ve Sanat derneği yöneticileri, ATAK dergisi yöneticilerinden oluşan, dernek başkanı, Barış Meclisi delegesi 14 aydın demokrat, Cuma günü (26 Mart 2010) sabaha karşı saat 06.00 dan itibaren maskeli ve silahlı ekiplerce evleri basılarak, aileler ve çocuklar yere yatırılarak göz altına alındılar.
Yasal çalışma haklarını kullanan bu insanların, özgürlüklerini gaspedenler, bu pervasızlıklarını nereden almaktadırlar? Hukuk bu ülkede orman kanunu mu?
kimlik hakları yok sayılan halkım adına soruyurum...
Burası Türkiye mi, Orman mı? Hangi Türkiye'deyiz bunu bilmek istiyoruz...
Burası demokratik açılım ve demokratik anayasa hazırlığı içinde olan bir ülkemi, karanlık arka sokakların serseri kanunlarıyla yönetildiği batakhane mı?
Demokrat kamuoyunu bilgilendirmek ve duyarlılığı için, bu operasyonların farklılıklarımaza karşı birer operasyon olarak da gündeme geldiğini dile getirmekle yetineceğim...
Haberleri geniş haliyle şu linklerden okuyabilirsiniz.
http://www.antakyagazetesi.com/News2.asp?NewsID=27742
http://www.antakyagazetesi.com/News2.asp?NewsID=27728
http://mirural.blogspot.com/
Ortak ülkemizde ne zaman eşit olacağız? Ne zaman eşit olmanın özgür nefeslerini alacak, evlerimizde rahat uyuyacağız ? Bu coğrafyanın ezilen halkları bu soruların cevabını arıyor...
Antakya ayrıcalıklı bir baskı altına mı alınmak isteniyor, Diyarbakırın çektikleri yetmedi mi bundan ders alınmadı mı?
diğer yanda muhbir şebekelerin takip ve ihbarlarına karşı
onurluca direnmenin sorumluluğunu taşımak...
Bu kavga bir tarihin dünden bu güne gelen geleneğidir,
boyun eğmeyeceğiz...
Bedreddin Mahir
28 Mart 2010
Antakya'da, İstanbul, Ankara ve Mersin'de, Demokratik Kültür ve Sanat derneği yöneticileri, ATAK dergisi yöneticilerinden oluşan, dernek başkanı, Barış Meclisi delegesi 14 aydın demokrat, Cuma günü (26 Mart 2010) sabaha karşı saat 06.00 dan itibaren maskeli ve silahlı ekiplerce evleri basılarak, aileler ve çocuklar yere yatırılarak göz altına alındılar.
Yasal çalışma haklarını kullanan bu insanların, özgürlüklerini gaspedenler, bu pervasızlıklarını nereden almaktadırlar? Hukuk bu ülkede orman kanunu mu?
kimlik hakları yok sayılan halkım adına soruyurum...
Burası Türkiye mi, Orman mı? Hangi Türkiye'deyiz bunu bilmek istiyoruz...
Burası demokratik açılım ve demokratik anayasa hazırlığı içinde olan bir ülkemi, karanlık arka sokakların serseri kanunlarıyla yönetildiği batakhane mı?
Demokrat kamuoyunu bilgilendirmek ve duyarlılığı için, bu operasyonların farklılıklarımaza karşı birer operasyon olarak da gündeme geldiğini dile getirmekle yetineceğim...
Haberleri geniş haliyle şu linklerden okuyabilirsiniz.
http://www.antakyagazetesi.com/News2.asp?NewsID=27742
http://www.antakyagazetesi.com/News2.asp?NewsID=27728
http://mirural.blogspot.com/
Ortak ülkemizde ne zaman eşit olacağız? Ne zaman eşit olmanın özgür nefeslerini alacak, evlerimizde rahat uyuyacağız ? Bu coğrafyanın ezilen halkları bu soruların cevabını arıyor...
Antakya ayrıcalıklı bir baskı altına mı alınmak isteniyor, Diyarbakırın çektikleri yetmedi mi bundan ders alınmadı mı?
MUHBİRLER İŞ BAŞINDA...
AYRI VARLIK blog notu:
Ortak ülkemizin demokrasi çıkarları için, meşru, yasal alan içinde ATAK dergisi, Antkaya Kültür ve Sanat Derneği çevresinde çalışan insanların gözaltına alınması, bir yanıyla bu ülkede demokratik açılımın, çağdaş anayasa oluşturmanın nasıl bir aldatmaca olduğunu gösteriyor. Diğer yanıyla da İtirafçı Engin Erkiner'in ve MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın uzun zamandır belge ve kanıtlarıyla ortaya koyduğumuz polis işbirlikçisi konumlarını da gösteriyor.
Bunlar Doğu Perinçek'in öğrencileridir demiştik, ifşaat, isim listeleri, "papatyalar", orkideler diye diye durmadan ihbar yaptılar. Devletlerine sedakati gösterdiler. Devletleri de onlara inandı işini yapıyor.
Demokratik yasal çalışma dışında hiç bir çabaları olmayan insanları hedef gösteren bu ihbarcı takmı, artık tüm çirkinliğiyle ortadadır. Devlet adına, Özel Harp Dairesi adına kuklalık yapıyorlar. Sonuçlar da ortada.
Zeki Bayterin tepkisini şöyle dile getiriyor birlikte okuyalım.
Zeki BAYTERİN
28 Mart 2010
Sonunda başardılar, Ulusal medyada bir haber yasadışı örgüt üyesi oldukları gerekçesiyle 14 kişinin gözaltına alınmasıyla ilgiliydi.
Türkiye de yaşıyorsanız gözaltı yanlışlık sonucu yatılan mahpusluklar anlaşılmayacak çokta yabancı kavramlar değil kuzu gibi olun diyorlar büyüyüp ortaya çıkınca koyun gibi gütmek için tepkisiz bir toplum yaratmak için sıkça başvurulan yöntemlerden biridir.
Gözaltılar demokratik hak ve taleplerden caydırmak insanı bizzat kendisinden uzaklaştırmanın yöntemlerinden biridir ama bu her gün birçok ilde yaşanılan onlarca gözaltı uygulamalarından oldukça farklı görünüyor yoksa ben mi çok kuşkucu olmaya dana altında buzağı aramaya başladım göz altına alınanların büyük bölümü belli bir geleneğin yıllarca cezaevi yatmış demokratik alanda açık çalışma yapan onlarca yıldır dostlukları olan yoğun olarak bir yıldır her gün malum şahıslarca (İtirafçı Engin ve MİT ajanı İbrahim) değişik yasa dışı suçlamalarla teşhir edilen ama sürekli göz önünde olan insanlardı.
Bu süreçte böylelikle tıkanmış oldu sanırım artık yazamazsınız eliniz artık kaleme gitmez olur utanır sıkılırsınız pişmanlıklar yaşar üzülürsünüz sanırım gelişmelerin bu boyuta varacağını hesaplayamadınız gözlemlediklerim sonuçta bir çoğuyla yaşanmışlıkların olduğu eşlerine çocuklarına karşı son derece mahcubiyet içerisinde olmuşsunuzdur.
Onlar gözaltına alındıklarından itibaren üşüyorlardır duygusuna kapılıp yatarken üstünüzü dahi örtmemişsinizdir büyük bölümü 50 sinin üzerinde olan yaşlı yorgun vücutlarıyla emektarların hücrelerinde soğuk beton zeminde oturacak yerleri varmıydı diye düşünerek yataklarınızda bile yatmamışsınızdır hatta sanırım sıkıntınızdan bir çoğunuz viski duvarını aşıp üzüntüden kahrolmuşsunuzdur.
O kadar abartmayın canım bence onlar 19 yaş ihtişamıyla kendisi ve sevdaları için doğru bildikleri yolda bazen rüzgarı arkalarına alarak bazen de rüzgara karşı önlerine çıkan engelleri bir bir aşarak ilerlememektedirler kısacası yaşamak direnmektir en zor koşullar altında bile her zorluğa gögüs germek insanlık onurundan vazgeçmemeyi öğrenmektir insan kendine saygı duyduğu sürece insandır
İHBARLARINIZ BİZİ YILDIRMAYACAKTIR...
Mihrac Ural
27 Mart 2010
On yıllardır katlanmadığımız zulüm kalmadı. Çekmediğimiz acı kalmadı. İşkenceler, zindanlar, firar ve mültecilik koşullarının tüm kesvetini omuzladık.
Başımız dik halkımız için demokrasi mücadelesini sürdürdük. Bu gün bu yolda dünden gelen doğrularımızın arkasında durarak mücadele ediyoruz.
İtirafçı Engin Erkiner sen,
MİT ajanı İbrahim Yalçın sen,
Özel Harp Dairesinin kuklaları olarak 2 yıldır karalama yapıyor çamur atıyorsunuz. Amacınızı biliyoruz; İHBAR...
Dün, Cuma günü (26 Mart 2010) demokrasi mücadelesi yüreten, devricilere yönelen operasyonlara yol açtınız. İstanbul'da, Ankara'da, Mersin'de Antakya'da baskınlar, tutuklamalar sürüyor. ATAK dergisi çalışanları gözaltına alınıyor, Antakya Demokratik kültür ve sanat Derneği'nın basılıyor...
İHBARLARINZ itabar görmüş gazanız mübarek olsun...
Size sahip çıkanlar kim onu da halkımız bilsin, okur alttaki adrese göz atsın yeter.
http://uluturkculuk.com/forum/index.php?topic=1369.msg8893;topicseen
Ne yaparsanız devrimcileri kirletemeyecek ve iflas edeceksiniz.
Unutmayın, demokrasi mücadelesine girenler, zalim iktidarların her baskısına ğöğüs gerecek kadar kendinden emin, doğruları arkasında duran insanlardır. Yaptıklarınız utanç vericidir, yalanlarınızla, sırtınızdaki kamburla ebede kadar yaşımanın onursuzluğuyla ezileceksiniz. İhbarlarınız ve ifşaatlarınız sadece kirli sicilinizi kabartacaktır.
İtirafçılığınız, MİT ajanlığınız kendi el yazılarınızla belgeli ve kanıtlı, buna ihbarcılığınızı da ekleyin...
Uzun sözün kısası, mücadelemiz sürecek, direneceğiz...
27 Mart 2010
On yıllardır katlanmadığımız zulüm kalmadı. Çekmediğimiz acı kalmadı. İşkenceler, zindanlar, firar ve mültecilik koşullarının tüm kesvetini omuzladık.
Başımız dik halkımız için demokrasi mücadelesini sürdürdük. Bu gün bu yolda dünden gelen doğrularımızın arkasında durarak mücadele ediyoruz.
İtirafçı Engin Erkiner sen,
MİT ajanı İbrahim Yalçın sen,
Özel Harp Dairesinin kuklaları olarak 2 yıldır karalama yapıyor çamur atıyorsunuz. Amacınızı biliyoruz; İHBAR...
Dün, Cuma günü (26 Mart 2010) demokrasi mücadelesi yüreten, devricilere yönelen operasyonlara yol açtınız. İstanbul'da, Ankara'da, Mersin'de Antakya'da baskınlar, tutuklamalar sürüyor. ATAK dergisi çalışanları gözaltına alınıyor, Antakya Demokratik kültür ve sanat Derneği'nın basılıyor...
İHBARLARINZ itabar görmüş gazanız mübarek olsun...
Size sahip çıkanlar kim onu da halkımız bilsin, okur alttaki adrese göz atsın yeter.
http://uluturkculuk.com/forum/index.php?topic=1369.msg8893;topicseen
Ne yaparsanız devrimcileri kirletemeyecek ve iflas edeceksiniz.
Unutmayın, demokrasi mücadelesine girenler, zalim iktidarların her baskısına ğöğüs gerecek kadar kendinden emin, doğruları arkasında duran insanlardır. Yaptıklarınız utanç vericidir, yalanlarınızla, sırtınızdaki kamburla ebede kadar yaşımanın onursuzluğuyla ezileceksiniz. İhbarlarınız ve ifşaatlarınız sadece kirli sicilinizi kabartacaktır.
İtirafçılığınız, MİT ajanlığınız kendi el yazılarınızla belgeli ve kanıtlı, buna ihbarcılığınızı da ekleyin...
Uzun sözün kısası, mücadelemiz sürecek, direneceğiz...
MİT AJANLARI ENGİN ERKİNER ve İBRAHİM YALÇIN'IN YAPTIĞI İHBARLARLA POLİS BASKINLARI VE GÖZALTI
AYRI VARLIK
27 Mart 2010
26 Mart 2010 Cuma sabahı saat 06.00 civarında devrimci demokrat insanların evleri basılarak göz altına alınmaya başlandı.
Uzun süredir İtirafçı Engin Erkiner'in, MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın yaptığı ihbarlarda adı geçenler, ATAK dergisi çalışanları, İstanbul, Mersin ve Ankara'dan devrimci, demokrat insanları evleri basılarak göz altına alınmıştır.
Uzun süredir uyarıp durduğumuz, Özel Harp Dairesi elemanları olan Engin Erkenir, İbrahim Yaçın'ın ifşa ve ihbar furyaları, devrimci demokrat insanların gözaltına alınmasına yol açmıştır; kimseye yararı olmayan, devrimciliğe zarardan başka bir anlamı olmayan tartışmalar, bu kukla şebekelerin polisle işbirliği içinde böylesi sonuçlara yöneleceği açıktı.
Son olarak dillerine doladıkları ANTAKYA DEMOKRATİK KÜLTÜR SANAT DERNEĞİ de, yöneticisi İrfan Ural'ın saat 06.00 civarında evinden alınarak, kapıları açılmış, darman dağınık hale getirilerek dernek evraklarına el konulmuştur.
Ayrı Vralık Blogu çalışanları olarak demokrasiye yönelik bu tür baskıları şiddetle protesto ediyoruz. Göz altına alınanların derhal serbest bıraklıması gerektiğini ilan ederiz.
Kof ihbarlara, yalanlara dayalı olarak yapılan bu tutuklamalar, ülkemizdeki demokratik açılım aldatmacasının da çehresini açığa vurmaktadır.
Buna yol açan MİT ajanı İbrahim Yalçın ve Ortağı itirafçı Engin Erkiner'in çehreleri de tüm devrimci kamuoyu tarafından açıkça görülmüştür.
Dünden bu güne aynı ihbar çizgsinde devrimcileri ele verenler, bu gün yine işbaşı yapmaya devam ediyorlar.
Kamuoyuna duyrulur. ...
27 Mart 2010
26 Mart 2010 Cuma sabahı saat 06.00 civarında devrimci demokrat insanların evleri basılarak göz altına alınmaya başlandı.
Uzun süredir İtirafçı Engin Erkiner'in, MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın yaptığı ihbarlarda adı geçenler, ATAK dergisi çalışanları, İstanbul, Mersin ve Ankara'dan devrimci, demokrat insanları evleri basılarak göz altına alınmıştır.
Uzun süredir uyarıp durduğumuz, Özel Harp Dairesi elemanları olan Engin Erkenir, İbrahim Yaçın'ın ifşa ve ihbar furyaları, devrimci demokrat insanların gözaltına alınmasına yol açmıştır; kimseye yararı olmayan, devrimciliğe zarardan başka bir anlamı olmayan tartışmalar, bu kukla şebekelerin polisle işbirliği içinde böylesi sonuçlara yöneleceği açıktı.
Son olarak dillerine doladıkları ANTAKYA DEMOKRATİK KÜLTÜR SANAT DERNEĞİ de, yöneticisi İrfan Ural'ın saat 06.00 civarında evinden alınarak, kapıları açılmış, darman dağınık hale getirilerek dernek evraklarına el konulmuştur.
Ayrı Vralık Blogu çalışanları olarak demokrasiye yönelik bu tür baskıları şiddetle protesto ediyoruz. Göz altına alınanların derhal serbest bıraklıması gerektiğini ilan ederiz.
Kof ihbarlara, yalanlara dayalı olarak yapılan bu tutuklamalar, ülkemizdeki demokratik açılım aldatmacasının da çehresini açığa vurmaktadır.
Buna yol açan MİT ajanı İbrahim Yalçın ve Ortağı itirafçı Engin Erkiner'in çehreleri de tüm devrimci kamuoyu tarafından açıkça görülmüştür.
Dünden bu güne aynı ihbar çizgsinde devrimcileri ele verenler, bu gün yine işbaşı yapmaya devam ediyorlar.
Kamuoyuna duyrulur. ...
26 Mart 2010 Cuma
TANIDIK GÖZLER
Zeki BAYTERİN
26 Mart 2010
Çoğu zaman yazmaya isteksizliğin birinciyle başlarım.Düşünmek yazmaktan daha mı kolay öğreniliyor ne?Bazen’de öylesine güzel dökülüyorki kelimeler kalemin ucundan akıveriyor kağıda uğraş istemeden.Bazı zamanda çokça olduğu gibi tıkanıp kalıyorsun işlemez oluyor kalem elinde inatlaşıyor.Varsa saçlarını yolasın,yoksa başını duvarlara vurasın geliyor.Bölük pörçük yaşanmışlıkları bir araya getirmekte yeni acemilikler yaşıyor insan.Bir bilinse ne zor dayatılan çirkinliklere burun kıvırmak.
Tercih hakkın nadas’a bırakılmış toprak gibi azalıyor.Yarım kalmışlıkları tamamlama isteği en sonu kök söktürmek istemişsindir.Yarın’a bırakıyorsun,yaban’a atıyorsun,suçlusun,kanında duyumsuyor yazıyorsun yüreğin hafifliyor.Gözlerinizi beynimde her canlandırdığımda ayrı ayrı uç duygularla çalkalanıyor.İçim coşkuyu,sevda’yı ve ölümü bir arada duyumsuyorum.O zaman bazen çocuksu bakıyor,elimi uzatıp dokunmak istiyorum onlara.
Bazen şimşekler çakıyor bakmaya korkuyorum.Yinede en çok göz kapaklarınız yarı kapalıyken yüzlerinizde belirsizde olsa bir gülümseme beliriyor ya, işte o anı düşlemeye doyamıyorum.Ne olurdu hep öyle bakabilseydiniz?Göz göze gelsemde uzaktan gözlediğim gözleriniz ne çok şey anlatıyor çevrenize biliyor musunuz?Ve ne çok değiştiriyor.
Yaşanılanların anlamlarını.Bir devrim bildirisi gibi keskin ve ateşli hemen ardından bir karşı devrim bildirisi gibi ihanet dolan vefa’nın zirvesinden vefasızlığın uçurumuna,sevginin aydınlığından sevgisizliğin karanlığına,dostluğun sıcaklığından düşmanın donduruculuğuna gidiş gelişleri gözlerinizde izlemek öyle olağan ki güneşli bir havada birden korkunç bir gök gürlemesi ile yağmura tutulmak gibi,doğa gibi olağan ve gözlerinizden beyninizdeki düşünceleri okumak.Oysa siz hala susarak düşüncelerinizi sakladığınızı sanıyorsunuz.Gözleriniz var oldukça ve baktıkça gizleyemeyeceksiniz düşüncelerinizi.Öyle ise suskunluğunuz niye?Konuştuğunuzda ise gözleriniz beyninizin sansürlediği sözlerinizi yalanlıyor,bunu sizde biliyorsunuz.
Kimileri bir ayağını kaldırır yalan söylerken.Yazısı silinmiş tura gibidirler.Böyle kurtulamazsınız yalanlarınızın anlaşılmasından.İki gözünüzüde kapatsanız,hiç açmasanız o zamanda gözlerinizdeki anlamı hiç aramadan bilmek mümkün olacak yalanı yaşadığınız.
Ne zaman gözlerinizi kapatsanız düşlerken olmayacak şeyleri bir çeşit yalan yaşamıyor musunuz?En uzun göz kapatışınızda rüyalarınızda dahi en uzun yalanları yaşadığınızı sizde biliyorsunuz.Ve artık etrafınızdakilerde.Öyleyse açın artık gözlerinizi karanlığı aydınlatan güneş gibi yalansız bakın o zamana kadar gözlerinize elveda
26 Mart 2010
Çoğu zaman yazmaya isteksizliğin birinciyle başlarım.Düşünmek yazmaktan daha mı kolay öğreniliyor ne?Bazen’de öylesine güzel dökülüyorki kelimeler kalemin ucundan akıveriyor kağıda uğraş istemeden.Bazı zamanda çokça olduğu gibi tıkanıp kalıyorsun işlemez oluyor kalem elinde inatlaşıyor.Varsa saçlarını yolasın,yoksa başını duvarlara vurasın geliyor.Bölük pörçük yaşanmışlıkları bir araya getirmekte yeni acemilikler yaşıyor insan.Bir bilinse ne zor dayatılan çirkinliklere burun kıvırmak.
Tercih hakkın nadas’a bırakılmış toprak gibi azalıyor.Yarım kalmışlıkları tamamlama isteği en sonu kök söktürmek istemişsindir.Yarın’a bırakıyorsun,yaban’a atıyorsun,suçlusun,kanında duyumsuyor yazıyorsun yüreğin hafifliyor.Gözlerinizi beynimde her canlandırdığımda ayrı ayrı uç duygularla çalkalanıyor.İçim coşkuyu,sevda’yı ve ölümü bir arada duyumsuyorum.O zaman bazen çocuksu bakıyor,elimi uzatıp dokunmak istiyorum onlara.
Bazen şimşekler çakıyor bakmaya korkuyorum.Yinede en çok göz kapaklarınız yarı kapalıyken yüzlerinizde belirsizde olsa bir gülümseme beliriyor ya, işte o anı düşlemeye doyamıyorum.Ne olurdu hep öyle bakabilseydiniz?Göz göze gelsemde uzaktan gözlediğim gözleriniz ne çok şey anlatıyor çevrenize biliyor musunuz?Ve ne çok değiştiriyor.
Yaşanılanların anlamlarını.Bir devrim bildirisi gibi keskin ve ateşli hemen ardından bir karşı devrim bildirisi gibi ihanet dolan vefa’nın zirvesinden vefasızlığın uçurumuna,sevginin aydınlığından sevgisizliğin karanlığına,dostluğun sıcaklığından düşmanın donduruculuğuna gidiş gelişleri gözlerinizde izlemek öyle olağan ki güneşli bir havada birden korkunç bir gök gürlemesi ile yağmura tutulmak gibi,doğa gibi olağan ve gözlerinizden beyninizdeki düşünceleri okumak.Oysa siz hala susarak düşüncelerinizi sakladığınızı sanıyorsunuz.Gözleriniz var oldukça ve baktıkça gizleyemeyeceksiniz düşüncelerinizi.Öyle ise suskunluğunuz niye?Konuştuğunuzda ise gözleriniz beyninizin sansürlediği sözlerinizi yalanlıyor,bunu sizde biliyorsunuz.
Kimileri bir ayağını kaldırır yalan söylerken.Yazısı silinmiş tura gibidirler.Böyle kurtulamazsınız yalanlarınızın anlaşılmasından.İki gözünüzüde kapatsanız,hiç açmasanız o zamanda gözlerinizdeki anlamı hiç aramadan bilmek mümkün olacak yalanı yaşadığınız.
Ne zaman gözlerinizi kapatsanız düşlerken olmayacak şeyleri bir çeşit yalan yaşamıyor musunuz?En uzun göz kapatışınızda rüyalarınızda dahi en uzun yalanları yaşadığınızı sizde biliyorsunuz.Ve artık etrafınızdakilerde.Öyleyse açın artık gözlerinizi karanlığı aydınlatan güneş gibi yalansız bakın o zamana kadar gözlerinize elveda
Sol’cu Olmanın Kriterleri!
Nurettin KURTULUŞ
26 Mart 2010
Sol’cu Olmanın Kriterleri!
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 1960–1980 yılları arasındaki yaklaşık yirmi yıllık süreç Devrim içeren Sol mücadelenin-kavganın gelenek bırakan-bırakabilecek onurlu izleridir.
Burada, Devrimcilerin-Sol’cuların ortak ilkeleri 68 hareketinin dönüm noktası olan “Yankee Go Home” ile başlar, “Tam Bağımsız Türkiye” ile devam eder.
Dünyayı bir ateş topu gibi saran 1968 kuşağının ülkemizdeki yankıları gençliği-emekçileri bir araya getirerek USA emperyalizmine iç ve dış işbirlikçilerine karşı tam bir cephe oluşmasına neden olur.
Bu insanları birbirlerine bağlayan ve mücadele birliğini sağlayan neden USA İmparatorluğunun dünyaya-insanlığa meydan okuyan kanlı tutumunun Türkiye’ye de erktekilerin müsaadesiyle girmesi, bağımlılıkları onaylaması NATO-CENTO-IMF-DB ve AB gibi sömürgeci odaklara ülkeyi teslim etmesi karşısında tavır alınmasıydı.
Devrimcilerin-Sol’cuların-Sosyalistlerin-Komünistlerin birçok örgüt da partide bölünmelerine karşın ortak ilkeleri vardı bu da Türkiye’de Barış-Demokrasi ve insanca ortak yaşamanın koşullarını yaratmaktı.
Solcu olmanın kriteri (kıstası-ölçütü) yukarıda anlatılanların içinde bulmak mümkündür…
Sıkışan USA Emperyalizmi iki 12 ile Mart ve Eylül’de üniformalı faşizm yani yukarıdan aşağıya “karşı devrimle” bu sürece son vermeye çalışmış, kısmen de başarmıştır…
O iki 12’de Anadolu insanı neler çekmiştir-çekmektedir, neler yaşamıştır-yaşamaktadır tüm bunları burada tekrara gerek görmüyorum, istatistikler-belgeler biliniyor heryerde yayınlandı okundu…
12 Eylül’le başlayan “Korku İmparatorluğu”nun Amerikancı “ÖZEL EĞİTİMLE” yetiştirdiği 40 yaş ve altı çoğunluğu politika-siyaset dışı bıraktığı kuşaklardan düzene uygun kafalar yetiştirerek geleceğini korumaya çalışmaktadır.
Eski kuşak içinde hasbelkader (tesadüfen-rastlantı sonucu)) yer alıp da bugün düzenin kuyrukçusu olan-düzene alkış tutan-düzenin nimetlerinden faydalanan moda bir deyimle Sosyalistlerin Tekne Kazıntısı Liboşlar ya da lümpen (Seviyesiz-sefil) Sol ülkenin bugününü-geleceğini karartanların en büyük destekçisi görünümündedirler…
“Ben bu düzenin tepesinde oturanın yaptığı birçok şeyi canı gönülden destekliyorum… Bir yazımı yayınlamama nedenim korku değil, ben kimseden korkmam Allah'tan başka... Ancak benim yazım yüzünden patronuma ve çalıştığım kuruma zarar gelmesini istemedim.”
Bence, Sosyalizmin sembolü olan “Berlin Duvarı” Yeni Çar Mihail Sergeyeviç Gorbaçov tarafından yıktırıldıktan ve Sosyalist Ülkelerin peşkeş çekilmesinden sonra Sosyalistlerin-Devrimcilerin-Komünistlerin inandırıcı-güven verici alternatif bir toplum projesi üretememesi Karşı Devrimcileri-Liboşları da güçlendirmiş, boş kalan meydanda halkların sırtında dolaşmaya başlanmıştır…
Bu üretimsizlik, eski alışkanlıklardan biri olan kopyacılığın virüsü olduğu da bir gerçek.
Sol ve Sosyalistlerin bir bölümü bugün moda deyimiyle yeni bir yol haritası olan “Avrupa Solu” kuyruğuna takılarak, sözde kitle hareketlerine katılarak-destekleyerek kendi örgüt-partilerini sempati toplayarak güçlendirmektir…
Bu bir bölüm Sol ve Sosyalistlerin 2. uğraşı olan bolca dedikodu üretmesi düzenin ekmeğine yağ sürmekten ileri gitmiyor, aradıkları yeri de bulamıyorlar…
Bir de, son günlerde Barış ve Demokrasi için düzene karşı “yapıcı muhalefet” çizgisini, kırmızıdan sarıya tabii ki bu gidişle yeşile çevirecek olanlar da Sol’cu olmanın kriterleri içine alınabilir mi?
(Bkz: Dedikodukolizm 2007 Eylül’den bugüne onlarca sitede yayınlandı… )
Bunlar da sanırım sözde çağdaş (!) Sol’cu olmanın kriterleri sayılıyor…
HERKES YERİNE
26 Mart 2010
Sol’cu Olmanın Kriterleri!
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 1960–1980 yılları arasındaki yaklaşık yirmi yıllık süreç Devrim içeren Sol mücadelenin-kavganın gelenek bırakan-bırakabilecek onurlu izleridir.
Burada, Devrimcilerin-Sol’cuların ortak ilkeleri 68 hareketinin dönüm noktası olan “Yankee Go Home” ile başlar, “Tam Bağımsız Türkiye” ile devam eder.
Dünyayı bir ateş topu gibi saran 1968 kuşağının ülkemizdeki yankıları gençliği-emekçileri bir araya getirerek USA emperyalizmine iç ve dış işbirlikçilerine karşı tam bir cephe oluşmasına neden olur.
Bu insanları birbirlerine bağlayan ve mücadele birliğini sağlayan neden USA İmparatorluğunun dünyaya-insanlığa meydan okuyan kanlı tutumunun Türkiye’ye de erktekilerin müsaadesiyle girmesi, bağımlılıkları onaylaması NATO-CENTO-IMF-DB ve AB gibi sömürgeci odaklara ülkeyi teslim etmesi karşısında tavır alınmasıydı.
Devrimcilerin-Sol’cuların-Sosyalistlerin-Komünistlerin birçok örgüt da partide bölünmelerine karşın ortak ilkeleri vardı bu da Türkiye’de Barış-Demokrasi ve insanca ortak yaşamanın koşullarını yaratmaktı.
Solcu olmanın kriteri (kıstası-ölçütü) yukarıda anlatılanların içinde bulmak mümkündür…
Sıkışan USA Emperyalizmi iki 12 ile Mart ve Eylül’de üniformalı faşizm yani yukarıdan aşağıya “karşı devrimle” bu sürece son vermeye çalışmış, kısmen de başarmıştır…
O iki 12’de Anadolu insanı neler çekmiştir-çekmektedir, neler yaşamıştır-yaşamaktadır tüm bunları burada tekrara gerek görmüyorum, istatistikler-belgeler biliniyor heryerde yayınlandı okundu…
12 Eylül’le başlayan “Korku İmparatorluğu”nun Amerikancı “ÖZEL EĞİTİMLE” yetiştirdiği 40 yaş ve altı çoğunluğu politika-siyaset dışı bıraktığı kuşaklardan düzene uygun kafalar yetiştirerek geleceğini korumaya çalışmaktadır.
Eski kuşak içinde hasbelkader (tesadüfen-rastlantı sonucu)) yer alıp da bugün düzenin kuyrukçusu olan-düzene alkış tutan-düzenin nimetlerinden faydalanan moda bir deyimle Sosyalistlerin Tekne Kazıntısı Liboşlar ya da lümpen (Seviyesiz-sefil) Sol ülkenin bugününü-geleceğini karartanların en büyük destekçisi görünümündedirler…
“Ben bu düzenin tepesinde oturanın yaptığı birçok şeyi canı gönülden destekliyorum… Bir yazımı yayınlamama nedenim korku değil, ben kimseden korkmam Allah'tan başka... Ancak benim yazım yüzünden patronuma ve çalıştığım kuruma zarar gelmesini istemedim.”
Bence, Sosyalizmin sembolü olan “Berlin Duvarı” Yeni Çar Mihail Sergeyeviç Gorbaçov tarafından yıktırıldıktan ve Sosyalist Ülkelerin peşkeş çekilmesinden sonra Sosyalistlerin-Devrimcilerin-Komünistlerin inandırıcı-güven verici alternatif bir toplum projesi üretememesi Karşı Devrimcileri-Liboşları da güçlendirmiş, boş kalan meydanda halkların sırtında dolaşmaya başlanmıştır…
Bu üretimsizlik, eski alışkanlıklardan biri olan kopyacılığın virüsü olduğu da bir gerçek.
Sol ve Sosyalistlerin bir bölümü bugün moda deyimiyle yeni bir yol haritası olan “Avrupa Solu” kuyruğuna takılarak, sözde kitle hareketlerine katılarak-destekleyerek kendi örgüt-partilerini sempati toplayarak güçlendirmektir…
Bu bir bölüm Sol ve Sosyalistlerin 2. uğraşı olan bolca dedikodu üretmesi düzenin ekmeğine yağ sürmekten ileri gitmiyor, aradıkları yeri de bulamıyorlar…
Bir de, son günlerde Barış ve Demokrasi için düzene karşı “yapıcı muhalefet” çizgisini, kırmızıdan sarıya tabii ki bu gidişle yeşile çevirecek olanlar da Sol’cu olmanın kriterleri içine alınabilir mi?
(Bkz: Dedikodukolizm 2007 Eylül’den bugüne onlarca sitede yayınlandı… )
Bunlar da sanırım sözde çağdaş (!) Sol’cu olmanın kriterleri sayılıyor…
HERKES YERİNE
23 Mart 2010 Salı
DEVRİMCİLERDEN KARŞITLARINA...
AYRI VARLIK Blogu notu:
Zeki Bayterin Adana'lıdır. Ansiklopedilerin bilmediği tahkir edici sözleri, küfürleri bilir. Kendini zor tutuyor. Böylesi şahsi küfürlere maruz kalınıyor diye, hatayı hatayla karşılamak devrimcilerin işi değildir, diyoruz.Blogumuz açısından durum budur böyle devam edecek.
Zeki Bayterin, ince eleyip sık dokuyan Acilci bir dedekorkuttur. Özdeyişleri, mesajını yeterince açık vermektedir. Erkek cinsel organlarını ailece ağızlarından indirmeyenlerin ne geveledikleri, ne kadarını yutup ne kadarını ağızda tuttukarıyla ilgili bir sorunumuz olmayacaktır. Bunu, ağızına alan düşünsün.
Temiz aile çocuklarıyla ağız dalaşında yokuz. Siyaset yazdık buna devam edeceğiz. Kimseyi belgesiz, kanıtsız suçlamayacağız. Bu blogda yazanlar da buna riayet edecektir. Zeki Bayterin yoldaşın son yazısını birlikte okuyalım...
Zeki BAYTERİN
23 Mart 2010
Yazıman başlığı "Papatalardan Lağım Farelerine" idi. Sanırım uygun görülmedi. Devrimcilerden karaşıtlara olarak değişti. Bu da our, sakın olamaya devrici söz dışında bir söz söylememeye özen gestereceğiz. Bu kararlılıkla yazacağız.
Yaylanın düzünde vurulsakta arkadan unutulmasın önümezdedir görülecek hesaplar.Yaşamda insanı hırsından ağlatacak kadar ihanet te var umut’ta.Düşmanlık da var dostluk da.Yüreklerde harmanlanmış sessiz sevgilerde var,yaygarayla hesapsız savrulan kin tohumları var.Şaşkınlıkla öfkenin asfalta düşmüş gölgeleri de var.Nekadar üzücü.Ahval halidir.Ülkem mahzun,ben mahzun misali sonsuzluk çukuruna uyanık bir adam halinde rüyada gibiyim ve ancak hudutsuz bir kalbin dayanabileceği sabır ile geleceğin hesapsız maceralarını seyretmekteyim. Seyir desemde duyarsız alim elinde fener olan ama gibidir.
Kur-an da KÜLLÜ YAMELLU ŞAKİLİYETİHİ sözü yani herkez çapına,seviyesine göre davranır.Aklını hakim kıl oğlum kurtul ızdırap’tan.Kör döğüşüdür hesaplaşma saydığın.Yapılan ahlaksızlıkların yaygara ile üzerini örtme çabasıdır.Nafile ok yaydan çoktan çıktı.Suçlamalar seviyeli ve adaletli olmalı.Tarih birkaçisimden ibaret değil.Neden hem var hemde yok gibidir asıl suçlular.Bilesiniz sabrında sınırı var.Beyin hükmeder,el hareket eder,yazıya döker tükenirsiniz.Bilesiniz o kadarsınız.Birkaç saatlik emekle meftaa sınız.Peki bu gözü karalık niye?Çoğunuz 60’ını geçmiş yaşça büyüğümsünüz. Pislik yapmanın alemi ne?Düzeysiz yazma hakkı kullanıldığında ansliklopediler yetersiz kalır.
Tek bir yalan,tek bir yanlış yazarsam ahlaksızım.Tek sıkıntım ahlaksız sayılabilecek cümleler kurmaktan kimsenin dününe bakmaktan imtina etmemdendir.Hata aranırsa kadı kızındada bulunur.Kaldı ki yazmak istemiyorum .Bir çoğunu eşşekten düşmüşe dönderirim.Cevap haklarıda olmaz,zaten verecek gücüde bulamazlar.Yine de bireylere yönelik suçlamalar aciz insan işidir.Siz yazabilirsiniz.Hayalici yahya demirelin ortağını iyi tanırdı.Eşinin hiç banka hesabı olmasada zengin bir iş adamı havale çıkardı diyebilirsiniz.Yıllarca yaptığınız bu ve benzeri şeyler.İnternet yeni icat edildi.Eskiden telefonla yürürdü aslı astarı olmayan bu işler.Akıllı olun.Belgesiz kanıtsız konuşan adamı adamdan saymam.bu düzeyde hiç konuşmadım,umarım konuşmak zorundada kalmam.Hem yıllarca bedel ödeyeceğiz hemde paçasında pislik akanların saldırılarına maruz kalacağız.Saçından tırnağına kadarpisliğe batmış yalancı pehlivanlar lafa geldiğinde tarihte sizsiniz yaşanmışlıklarda. Her bir köşesinden tarihi kemirip tüketmeyi esas almış geçinirsiniz.
Bekleyin haklı olarak sorulacaklar var.Yerelde de genelde de.İnternet üzerinden değil,yaşamın içerisinden.Çok merak ediyorum, mor size ne kadar yakışıyor.Daha önce çok görmüş olsamda anımsayamıyorum, yaşamayı tekrar görmeyi çok arzuluyorum.Bilesiniz konuşması gerekenler hiç ama hiç konuşmadı.Sorma hakkımız saklı ve bakidir.
Devrimciliğin insanca duygulardan,sevgiden, saygıdan,takdirden vazgeçmek ruhsuzlaşmak, duygusuzlaşmak olduğu nerde yazılı.Oysaki devrimciliği yaratan insan sevgisinin ta kendisidir.
Devrimciliğin ortaya çıkması mümkün olduğunda devrimcinin zihnindeki onu ete kemiğe büreyen proleteryanın çektiği acıya,sömürüye,adaletsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele isteği insan ve insanlık sevgisidir.Bu sözler her zaman devrimciler için temeldir.Bu sözleri asla unutmamalı.Sapmalara karşı en etkili silah olarak beyinlere kazımalı.
Zeki Bayterin Adana'lıdır. Ansiklopedilerin bilmediği tahkir edici sözleri, küfürleri bilir. Kendini zor tutuyor. Böylesi şahsi küfürlere maruz kalınıyor diye, hatayı hatayla karşılamak devrimcilerin işi değildir, diyoruz.Blogumuz açısından durum budur böyle devam edecek.
Zeki Bayterin, ince eleyip sık dokuyan Acilci bir dedekorkuttur. Özdeyişleri, mesajını yeterince açık vermektedir. Erkek cinsel organlarını ailece ağızlarından indirmeyenlerin ne geveledikleri, ne kadarını yutup ne kadarını ağızda tuttukarıyla ilgili bir sorunumuz olmayacaktır. Bunu, ağızına alan düşünsün.
Temiz aile çocuklarıyla ağız dalaşında yokuz. Siyaset yazdık buna devam edeceğiz. Kimseyi belgesiz, kanıtsız suçlamayacağız. Bu blogda yazanlar da buna riayet edecektir. Zeki Bayterin yoldaşın son yazısını birlikte okuyalım...
Zeki BAYTERİN
23 Mart 2010
Yazıman başlığı "Papatalardan Lağım Farelerine" idi. Sanırım uygun görülmedi. Devrimcilerden karaşıtlara olarak değişti. Bu da our, sakın olamaya devrici söz dışında bir söz söylememeye özen gestereceğiz. Bu kararlılıkla yazacağız.
Yaylanın düzünde vurulsakta arkadan unutulmasın önümezdedir görülecek hesaplar.Yaşamda insanı hırsından ağlatacak kadar ihanet te var umut’ta.Düşmanlık da var dostluk da.Yüreklerde harmanlanmış sessiz sevgilerde var,yaygarayla hesapsız savrulan kin tohumları var.Şaşkınlıkla öfkenin asfalta düşmüş gölgeleri de var.Nekadar üzücü.Ahval halidir.Ülkem mahzun,ben mahzun misali sonsuzluk çukuruna uyanık bir adam halinde rüyada gibiyim ve ancak hudutsuz bir kalbin dayanabileceği sabır ile geleceğin hesapsız maceralarını seyretmekteyim. Seyir desemde duyarsız alim elinde fener olan ama gibidir.
Kur-an da KÜLLÜ YAMELLU ŞAKİLİYETİHİ sözü yani herkez çapına,seviyesine göre davranır.Aklını hakim kıl oğlum kurtul ızdırap’tan.Kör döğüşüdür hesaplaşma saydığın.Yapılan ahlaksızlıkların yaygara ile üzerini örtme çabasıdır.Nafile ok yaydan çoktan çıktı.Suçlamalar seviyeli ve adaletli olmalı.Tarih birkaçisimden ibaret değil.Neden hem var hemde yok gibidir asıl suçlular.Bilesiniz sabrında sınırı var.Beyin hükmeder,el hareket eder,yazıya döker tükenirsiniz.Bilesiniz o kadarsınız.Birkaç saatlik emekle meftaa sınız.Peki bu gözü karalık niye?Çoğunuz 60’ını geçmiş yaşça büyüğümsünüz. Pislik yapmanın alemi ne?Düzeysiz yazma hakkı kullanıldığında ansliklopediler yetersiz kalır.
Tek bir yalan,tek bir yanlış yazarsam ahlaksızım.Tek sıkıntım ahlaksız sayılabilecek cümleler kurmaktan kimsenin dününe bakmaktan imtina etmemdendir.Hata aranırsa kadı kızındada bulunur.Kaldı ki yazmak istemiyorum .Bir çoğunu eşşekten düşmüşe dönderirim.Cevap haklarıda olmaz,zaten verecek gücüde bulamazlar.Yine de bireylere yönelik suçlamalar aciz insan işidir.Siz yazabilirsiniz.Hayalici yahya demirelin ortağını iyi tanırdı.Eşinin hiç banka hesabı olmasada zengin bir iş adamı havale çıkardı diyebilirsiniz.Yıllarca yaptığınız bu ve benzeri şeyler.İnternet yeni icat edildi.Eskiden telefonla yürürdü aslı astarı olmayan bu işler.Akıllı olun.Belgesiz kanıtsız konuşan adamı adamdan saymam.bu düzeyde hiç konuşmadım,umarım konuşmak zorundada kalmam.Hem yıllarca bedel ödeyeceğiz hemde paçasında pislik akanların saldırılarına maruz kalacağız.Saçından tırnağına kadarpisliğe batmış yalancı pehlivanlar lafa geldiğinde tarihte sizsiniz yaşanmışlıklarda. Her bir köşesinden tarihi kemirip tüketmeyi esas almış geçinirsiniz.
Bekleyin haklı olarak sorulacaklar var.Yerelde de genelde de.İnternet üzerinden değil,yaşamın içerisinden.Çok merak ediyorum, mor size ne kadar yakışıyor.Daha önce çok görmüş olsamda anımsayamıyorum, yaşamayı tekrar görmeyi çok arzuluyorum.Bilesiniz konuşması gerekenler hiç ama hiç konuşmadı.Sorma hakkımız saklı ve bakidir.
Devrimciliğin insanca duygulardan,sevgiden, saygıdan,takdirden vazgeçmek ruhsuzlaşmak, duygusuzlaşmak olduğu nerde yazılı.Oysaki devrimciliği yaratan insan sevgisinin ta kendisidir.
Devrimciliğin ortaya çıkması mümkün olduğunda devrimcinin zihnindeki onu ete kemiğe büreyen proleteryanın çektiği acıya,sömürüye,adaletsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele isteği insan ve insanlık sevgisidir.Bu sözler her zaman devrimciler için temeldir.Bu sözleri asla unutmamalı.Sapmalara karşı en etkili silah olarak beyinlere kazımalı.
ÖMÜR KARAMOLLAOĞLU İNSANCA BİR TEBESSÜM
Mihrac Ural
24 Mart 2010
Ömür Karamollaoğlu yazmakla bitmeyecek bir insani değer. 24 Mart 1977'de, görevi başında şehit düştü.
Onu Yüksel Eriş Hocanın ardından tanıdım. Güney Bölgesi çalışmalarına gelmişti. Ögütüsel çalışmamazın belli bir olgunluk düzeyinde aramıza katıldı. Aramıza gelişi, kitlesiyle, dernekleriyle, dergisiyle, bildirileriyle etkin çalışma ve eylemliliğiyle süren devrimci çalışmalarımıza bir dinamik olmuştu.
Ömür, Antakya devrimci mücadelesine ne örgütsel ne de teorik bir katkıydı. Geride de bıraktığı herhangi bir yazımı da bulunmuyor. Ancak o bunların tek başına bir şey yapamayacağı çok farklı bir katkı sunarak kendini ortaya koymuştu. Ömür, örnek bir devrimci kadın örnek bir insanı bağıydı. Devrimci kişiliğiyle, farklı örgütsel alanları birbirine bağlaması, Ömür'ün en önemli özelliğiydi. O, aramıza gelip insanlığını ortaya koymasaydı ve sosyal ilişki kapasitesini sunmasaydı, yüzünden düşmeyen o tebessümüyle ruhlarımızı fethedip, ufak tefek haliyle bir dev olarak aramızda ağırılığını hisetirmeseydi, şu kadim Roma kenti Antakya'nın yüzlerce militan ve onlarca kadrosunun omuzlarında yükselen "Acilci merkez Antakya" algısı olmayacaktı.
Antakya'da devrimci mücadele tarihi örgüt tarihiyle birlikte en ince ayrıntısına kadar yazılacak. Bu tarihte bu kahraman kadının duruşu da haklı yerini bulacaktır.
Buna karşı, kadim kentimizi birbirine düşürmek isteyen, ölü konuşturuculuğuyla bulanıklık yaratmak isteyenlerin, Ömür Karamollaoğluyla tesadüfen bir araya gelişleri üzerine kurgu yazılar yazması ve bunu çevreye kirlilik saçmak için kullanması lanetle anılacaktır. Acilcileriyle müsemma Antakya'nın, örgüt adına istisnasız her atılım ve eyleminin tek mercii olarak bu satırların yazarı, bu tarihin içindeki her kadro ve militanı emekleriyle, ihmal etmeden dile getirecektir. Ömür Karmollaoğlunun sahiplenişi de bu kapsamda olacaktır.
Bu yıl onun anısına, üç ayrı alanda olaylar karşısındaki duruşunu aktaracağım. Örnek olduğu, derin izlerle içimizde bu güne kadar yaşadığını ifade etmeye çalışacağım.
Birincisi; Antakya çalışmasına katılış.
Ömür, Ayşe kod adıyla, Yüksel hocanın ardından şehrimizin çalışmasına gelip katılmıştı. Yüksle hoca, bu örgütün öğretmeni, akıl ve genişliğinin, olgunluğunun simgesiydi. Örgütsel çalışma alanı olarak karadeniz bölgesine giderken yerine Ömür Karmollaoğlu yoldaşa bırakmıştı. Ankara'da Kızılay meydanında buluşup, Gimada bir kafeteryada hüzünlü bir şekilde ayrılırken bu bilgiyi iletmişti.
Ömür geldi. Bir ufak tefek kadın. Yüzünde tebessümü eksilmeyen. Baba evinde misafir ettim. Evimiz tek odalıydı; gece yatakları açılan, gündüz toplanıp elbise sandığının üzerine konan. Annam terziydi, babamın elektirik dairesindeki memuriyetinden gelen yetersiz gelirine katkı yapardı.
Ömürün aramızdaki ilk günüydü. Kahvalatımız hazırlanıyordu ki Ömür, annemin diktiği elbiseleri düzenlemekle, dikiş sonrası sarkık ipleri kesmekle meşguldü. Yardım ediyordu. İlk anda evin kızı gibi davranma çabası vardı. Mihriban ufaktı, Ömür'ün dibinde oturmuş ona hayretler içinde bakıyordu.
Kahvaltı soframız yerde açılırdı. Ömür elindeki elbiseleri bırakıp sofra kuruluşuna koştu yardım etti. Bir yabancı misafirin ev işinde böylesi koşuşturması gelenkte müsaade edilmeyen bir durumdu. Ama o, öyle bir çaba sarfediyordu ki, "ben de bu evin bir kızıyım, sizden biriyim, beni öyle kabul edin" der gibiydi. Onu öyle kabul ettik. Bu ilk günün tablosu, sonuna kadar devam etti. Ömür ailemizin bir kızı olmuştu...
Ablamın ilk çocuğu kız oluncu, benden isim istendi, Ömür'ü önerdim, onlarda bunu istedi. Ömür ODTÜ'yü bitirdi. Duke üniversitesinde genetik doktarasını yapıyor. Bilim adamı oldu. Bilimsel araştırma makaleleri dünyanın ünlü bilim dergilerinde yayınlanır oldu, konferansları, araştırmaları da devam ediyor. Bu, Ömür Karamollaoğlu'nun ailemizdeki derin insani ve devrimci izlerinin devamıydı. O ailemizin algılarında fiilen yaşamaya devam ediyor.
Ömür'ün Antakya çalışmalarında etkin izleri aynıyla devam etti. Ömür bizim için örgütsel bağlamın önemli bir parametresiydi. Aramızdaki varlığıyla, hepimizi devrimci bir rekabet içinde, en iyisini başarmaya yönlendirdi. Devrimciliği bir aile havasında, kerdeşler sofrasında, bir yapıyı, taş üzerine taş koyarak, heyecan ve sevgiyle yükseltmenin harcı olmuştu.
İkinci gelişinde Rıza Salman'da vardı. Rıza çok farklı bir tarzdı. Çalışmalarımızın genişliğiyle Ömür'ün varlığıyla oda çalışmalarımızdaki yerini almıştı. Rıza, eylemdeki tutumu, işkencede ser verip sır vermeyen duruşuyla bizim için anlamlıydı. Niğde'de cezaevinde kısa bir süre komünlerimiz aynıydı. Kişi ve üslup olarak hiç uyumlu değildik, aramızda siyasi ayrılık da gelip çatmıştı. Ama aramızda hiç bir zaman olumsuz tek bir satır, tek bir cümle söz geçmemişti. Ömür, karşıtların olumsuz süreçlere yönelmesini önleyen etkisi bu ilişkide de devam ediyordu; annem Niğde zindanına getirdiği yemekten Rızay'a pay ayırırken algılar Ömür'le kesişirdi. Bu gün örgütümüze, şahsıma, Anneme, babama kız kardeşime, yeğenlerime ve de dedeme bile, akıllara ziyan karalama yapanların, Annemin elinden yemek yemiş olan hayasızlar olmasının kahredici paradoksu, bu satırlarda mutlaka hatırlanması gereken, tarihe bir nottur diye düşünüyorum.
Ömür, Antakya'da yetişen tüm kadro ve militanların ablasıydı. Ömür hepimize önemli bir dinamik kattı. O, her Acilcinin bilincinde saygın bir yer edinmişti. Bunu bilmeyen, bu ortamın kıyısında duran ahlaksız bir ölü konuşturucusu, bu algıyı kirletmek için sinsi yılan gibi kıvranarak yaptığı uydurmalar, bu anıyı kirletemez. Kimi yoldaşları, "kapı aralığından gözledi" diye Ömür'e ahlaki olmayan bir gözle bakanların olduğunu ima etmesi böylesi bir çirkinliktir. Kimsenin en gizli ikili konuşmalarda bile böyle bir konuyu dile getirmemişolmasına karşın, bu ahlaksının beyninde 33 yıldır taşıdığı irkinlik yanlızca kendi iç dünyasını anlatan bir kanıttır. Bu ahlaksız, ölü konuşturucusunun aklı başka bir şeye çalışmıyor. Ele aldığı her konuda aynı dürtülerle yalan kurgular üretmesi bunu gösterir. Fuat yoldaşı, Eczacı Derviş amcayı, hatta Nebil'i bile kimi konuşmalarında "bilmem neresinde "ben" olduğu doğrudur, ben de gördüm" diyerek, onu katledenlerin ahlaksız suçlamasını haklı gösteren yalanları bunun açık göstergesidir.
Antakya sığıntısı bu hakir zevatın, akıl algılarında o zaman Nebil'e bile yaptığı ahlaksız tekliflerin olduğunu, bunu yer, zaman ve ortam ile Nebil yoldaşın bana aktardığını ve "bu ahlaksıza ne yapılması gerekse bunu yapalım" dediğini hatırlatmakla yetineceğim.
Ömür yalnızca sosyal, kültürel, devrimci duruşuları ve ona karşı istisnasız her Acilcinin saygısıyla anılır. Ömür, bizim insan simgemizdi, çirkinlerin yıllar sonra ortaya çıkan kirli algılarının aleti yapılacak Ömür'ü değildi. Ömür, bilim adamı yetiştiren, devrimciliğe dört elle ve özveriyle sarılan insanların derinliklerinde anlam bulan bir tebessümdü.
İkincisi; Binboğa dağlarına tırmanış.
Örgüt askeri eğitim kararı almıştı. Her bölgeden seçilmiş kişiler, Binboğaya dağlarına tırmanacak askeri eğitim görecektik. Adres, anılarımızda kahramanlığıyla her zaman diri olan Hamdullah Erbil ve Kütüre adlı köyü vardı. Oradan tırmanacaktır. Ömür de en öndeydi. Rıza vardı, Yüksel Eriş hoca vardı, Egeli binbaşı Eşber vardı (Ankarada birlikte yakalandığım yoldaş) ve hatırlamadığı iki yoldaş daha bulunuyordu.
Bu tırmanışta, şehrli kimliğiyle, sosyal ilişki etkinliğiyle tanıdığım Ömür'ü, Ceylan atikliğiyle de tanımış odum. Ömür, bu tırmanışta direncini gösterdiği kadar, yorulan yoldaşlarına da omuz vererek, onları taşımasıylada bir dev gibi durmuştu; yıllarını dağlarda geçirmiş bir kır gerillası olmuştu aynı anda.
"Binboğa tırmanışı" adlı anı yazımda bunları dile getirdim. Bu tırmanış gerçekte ciddi bir askeri eğitim değildi; şehirli insanların dağ sınavında ikmale kalışından ibaret bir girişimdi. Ancak o gün öyle bir ruhla yola koyulduk ki, büyük umutlar sonuç vermese de örgüt içindeinsanların birbirini tanıma şansı olmuştu. Bu tırmanışın kahramanı Hamdullah Erbil ve Ömür'dü.
İşte deverimci kadın buydu. Ufak tefekti ama bir dev gibi kendini ortaya koymuştu. Hamdullah Erbil yoldaşın ordaki performansı örnekti. Yüksel hoca ise çok zorlandı. Ömür ceylan gibiydi, öndeydi ve yoldaşlara yardım için koşuşturuyordu. Uzun yolda kişileri tanımak diye bir gerçek varsa ve bu gerçeğin sonuçları olacaksa, bu tırmanış Acilcilerden üç ayrı örgüt yaratan bir ayrışmanın ilk verilerini oluşturmuştu demek yanlış olmayacaktır. Yüksel Hoca ve Ömür şehit olmuştu. Hamdullah, Devrim Savaşçıları örgütünü kurmuştu. Rıza HDÖ olarak devam etti, bizler Acilciler olarak bu güne geldik.
Hamdullah yoldaşla, bu tırmanışla ilgili algılarımızı yıllar sonra Almanya'da bulunduğu bir sırıda bir kez daha paylaştık. Ömür'ü bir kez daha andık.
Binboğa tırmanışı ardından, Ömür'den bize kalan, bulunduğumuz her yerde direngen olmaktı. İşkencede ser verip sır vermemekti, zindanda direnmekti, yurdışında zindanlara, sürgünlere rağmen örgütsel yükseliş için özverili olmaktı. Dün ve bu gün her bir Acilcide yaşayan Ömür, tas tamam buydu.
Üçüncüsü; Merkez Komite üyeliği.
Yüksel Hoca şehit, Rıza içerdeydi. MK yeniden oluşturuluyordu. Ömür davetini bana yaptı. Ankara'da, Ayrancı'da, örgüt evinde toplanmıştık. Heyecanı yüzüne yansımış, hareketleri serileşmiş, bir sır vermek ister halde, Benim MK'ya kıtılma teklifini yapma hazırlığı içindeydi. İtirafçıyı ilk kez orada görmüştüm. Yine en silik haliyle, diğer odanın bir köşesinde, sorumsuzca oturuyordu. Kerhen görev yapan bir duruşla, Ömür'ün yaptığı Merkez Komite üyeliği teklifi üzerinde konuşuyorduk.
"Ömür, büyük bir şevkle MK’ya katılmamın örgüte güç vereceğini belirterek, daveti bana iletti. O gün Ankara’da Ömür’e verdiğim cevap, “Düşünmem ve bölgemdeki yoldaşlarla konuşmam gerekir” olmuştur. Ömür üzgündü; Merkez Komite bu kadar çabuk elde edilen bir hak olmamalıydı, bana bu teklifi edenler, bunu böyle ucuzca elde etmiş olabilirlerdi ya da kendi kendilerini atamış olabilirlerdi. Ancak ben MK’nın bu kadar basit elde edilmeyeceğini gösterme kararındaydım. Antakya dönüşümde yoldaşlarımla bu kararı paylaştım, aynı kanıda olduğumuzu gördüm. Bunun önemli nedenlerinden biri; bu birlikteliğin tüm detaylarını görme, deneme ve uzun yoldaki kararlılığını algılama gereğiydi. Bölgemizin olanaklarına yönelik istismar sezilerimiz bizi dikkatli olma yönünde uyarmıştı. Nitekim öyle de oldu.Ben, Ömüre de bu sorumsuza da söyledim. Böylesi bir kademede sorumluluk almak daha çok emek ve çaba ister, bu göreve talip değilim, daha çok emek vermem gerek dedim." (dosya no: 5 Binboğa Tırmanışı)
21 yaşındaydım. Kişiliğmin siyasal dengelerini bulma çağında, ortamın dar algılarını görmüştüm. Farklı bir alan ve kültürden geliyordum. Kitlesel örgütlenme alanından, her mahalesinde derneklerin olduğu, ilçe köy ve kasabalarında aleni seminerlerin verildiği, sokak ve okul çatışmalarında faşistlere karşı direnişin yükseldiği, işçilerin grev yaptığı, legal TEK YOL DEVRİM dergisinin çıktığı, TÖB-DER'in elimizde olduğu bir alandan gelmiştim. Karşımda karanlık bir odaya sinmiş, çevresi olmayan, siyasal bir yazım etkinliği olmayan birilerinin kiymeti kendinden menkul görev dağılımı konuşmaları içime sinmemişti. Ama ortada Ömür vardı ve onu kabaca kırmam mümkün değildi.
Bu tabloda, bir kez daha Ömürün yürek çırpıntısını duyumsadım. Örgütsel heyecanın, coşkusunu, örgüte katkı yapacağına inandığı insanın dikkati karşısında yüreğinin sesini duydum. Dün olduğu gibi bu gün de, kitle örgütlenmesinde, kadro ve militan örgütlenmesinde duyduğumuz heyecanın, esasında içimizdeki Ömür'den başkası olmadığını itiraf etmeliyim.
Ömür, bu örgütün tarihinde de önemli bir bilgi kaynağıydı. TDAS'ın yazımı konusunda ona sorduğum soruya verdiği cevap, burada bir kez daha anılmalıdır.
"TDAS'ı kim yazdı? diye sordum.
Ömür, "Hiç bir yazı mutlak doğru değildir" dedi. "Her yazı geliştirilebilir, önemli olan bunu mücadele sürecinde yapmaktır. TDAS'a gelince; bu temel yazımız ilker Akman'ın yoğun emeğiyle, onun öncülüğünde yazılan ortak bir yazıdır." diye devam etti." (Mihrac Ural, TDAS'ı Kim Yazdı?)
Bu bilgi, bizim için yeterliydi. Ne öncesi ne sonrası yazı yazmamış bir itirafçının, bu kollektif yazı sahiplenmeye kalkışmasının, örgüt tarihine ve broşure katkı yapmış Şehtilerimize yönelik bir hakaret olduğunu burada tekrar etmeyeceğim. Her itirafçı bir hakirdir, hakirlerin yalanlara sığınması doğaldır.
Ömür yoldaşı bir kez daha anarken, Acilciler örgütünün onurlu direnme tarihinin yüklediği sorumluluğu sonuna kadar tüm zorluklara rağmen özveriyle yerine getirlmesi gereken bir devrimci göre olduğunu belirteceğim.
İnsanın benliğinden çıkmayan tebessümüyle Ömür içimizde yaşıyor.
Anısı önünüde saygıyla eğilirim.
24 Mart 2010
Ömür Karamollaoğlu yazmakla bitmeyecek bir insani değer. 24 Mart 1977'de, görevi başında şehit düştü.
Onu Yüksel Eriş Hocanın ardından tanıdım. Güney Bölgesi çalışmalarına gelmişti. Ögütüsel çalışmamazın belli bir olgunluk düzeyinde aramıza katıldı. Aramıza gelişi, kitlesiyle, dernekleriyle, dergisiyle, bildirileriyle etkin çalışma ve eylemliliğiyle süren devrimci çalışmalarımıza bir dinamik olmuştu.
Ömür, Antakya devrimci mücadelesine ne örgütsel ne de teorik bir katkıydı. Geride de bıraktığı herhangi bir yazımı da bulunmuyor. Ancak o bunların tek başına bir şey yapamayacağı çok farklı bir katkı sunarak kendini ortaya koymuştu. Ömür, örnek bir devrimci kadın örnek bir insanı bağıydı. Devrimci kişiliğiyle, farklı örgütsel alanları birbirine bağlaması, Ömür'ün en önemli özelliğiydi. O, aramıza gelip insanlığını ortaya koymasaydı ve sosyal ilişki kapasitesini sunmasaydı, yüzünden düşmeyen o tebessümüyle ruhlarımızı fethedip, ufak tefek haliyle bir dev olarak aramızda ağırılığını hisetirmeseydi, şu kadim Roma kenti Antakya'nın yüzlerce militan ve onlarca kadrosunun omuzlarında yükselen "Acilci merkez Antakya" algısı olmayacaktı.
Antakya'da devrimci mücadele tarihi örgüt tarihiyle birlikte en ince ayrıntısına kadar yazılacak. Bu tarihte bu kahraman kadının duruşu da haklı yerini bulacaktır.
Buna karşı, kadim kentimizi birbirine düşürmek isteyen, ölü konuşturuculuğuyla bulanıklık yaratmak isteyenlerin, Ömür Karamollaoğluyla tesadüfen bir araya gelişleri üzerine kurgu yazılar yazması ve bunu çevreye kirlilik saçmak için kullanması lanetle anılacaktır. Acilcileriyle müsemma Antakya'nın, örgüt adına istisnasız her atılım ve eyleminin tek mercii olarak bu satırların yazarı, bu tarihin içindeki her kadro ve militanı emekleriyle, ihmal etmeden dile getirecektir. Ömür Karmollaoğlunun sahiplenişi de bu kapsamda olacaktır.
Bu yıl onun anısına, üç ayrı alanda olaylar karşısındaki duruşunu aktaracağım. Örnek olduğu, derin izlerle içimizde bu güne kadar yaşadığını ifade etmeye çalışacağım.
Birincisi; Antakya çalışmasına katılış.
Ömür, Ayşe kod adıyla, Yüksel hocanın ardından şehrimizin çalışmasına gelip katılmıştı. Yüksle hoca, bu örgütün öğretmeni, akıl ve genişliğinin, olgunluğunun simgesiydi. Örgütsel çalışma alanı olarak karadeniz bölgesine giderken yerine Ömür Karmollaoğlu yoldaşa bırakmıştı. Ankara'da Kızılay meydanında buluşup, Gimada bir kafeteryada hüzünlü bir şekilde ayrılırken bu bilgiyi iletmişti.
Ömür geldi. Bir ufak tefek kadın. Yüzünde tebessümü eksilmeyen. Baba evinde misafir ettim. Evimiz tek odalıydı; gece yatakları açılan, gündüz toplanıp elbise sandığının üzerine konan. Annam terziydi, babamın elektirik dairesindeki memuriyetinden gelen yetersiz gelirine katkı yapardı.
Ömürün aramızdaki ilk günüydü. Kahvalatımız hazırlanıyordu ki Ömür, annemin diktiği elbiseleri düzenlemekle, dikiş sonrası sarkık ipleri kesmekle meşguldü. Yardım ediyordu. İlk anda evin kızı gibi davranma çabası vardı. Mihriban ufaktı, Ömür'ün dibinde oturmuş ona hayretler içinde bakıyordu.
Kahvaltı soframız yerde açılırdı. Ömür elindeki elbiseleri bırakıp sofra kuruluşuna koştu yardım etti. Bir yabancı misafirin ev işinde böylesi koşuşturması gelenkte müsaade edilmeyen bir durumdu. Ama o, öyle bir çaba sarfediyordu ki, "ben de bu evin bir kızıyım, sizden biriyim, beni öyle kabul edin" der gibiydi. Onu öyle kabul ettik. Bu ilk günün tablosu, sonuna kadar devam etti. Ömür ailemizin bir kızı olmuştu...
Ablamın ilk çocuğu kız oluncu, benden isim istendi, Ömür'ü önerdim, onlarda bunu istedi. Ömür ODTÜ'yü bitirdi. Duke üniversitesinde genetik doktarasını yapıyor. Bilim adamı oldu. Bilimsel araştırma makaleleri dünyanın ünlü bilim dergilerinde yayınlanır oldu, konferansları, araştırmaları da devam ediyor. Bu, Ömür Karamollaoğlu'nun ailemizdeki derin insani ve devrimci izlerinin devamıydı. O ailemizin algılarında fiilen yaşamaya devam ediyor.
Ömür'ün Antakya çalışmalarında etkin izleri aynıyla devam etti. Ömür bizim için örgütsel bağlamın önemli bir parametresiydi. Aramızdaki varlığıyla, hepimizi devrimci bir rekabet içinde, en iyisini başarmaya yönlendirdi. Devrimciliği bir aile havasında, kerdeşler sofrasında, bir yapıyı, taş üzerine taş koyarak, heyecan ve sevgiyle yükseltmenin harcı olmuştu.
İkinci gelişinde Rıza Salman'da vardı. Rıza çok farklı bir tarzdı. Çalışmalarımızın genişliğiyle Ömür'ün varlığıyla oda çalışmalarımızdaki yerini almıştı. Rıza, eylemdeki tutumu, işkencede ser verip sır vermeyen duruşuyla bizim için anlamlıydı. Niğde'de cezaevinde kısa bir süre komünlerimiz aynıydı. Kişi ve üslup olarak hiç uyumlu değildik, aramızda siyasi ayrılık da gelip çatmıştı. Ama aramızda hiç bir zaman olumsuz tek bir satır, tek bir cümle söz geçmemişti. Ömür, karşıtların olumsuz süreçlere yönelmesini önleyen etkisi bu ilişkide de devam ediyordu; annem Niğde zindanına getirdiği yemekten Rızay'a pay ayırırken algılar Ömür'le kesişirdi. Bu gün örgütümüze, şahsıma, Anneme, babama kız kardeşime, yeğenlerime ve de dedeme bile, akıllara ziyan karalama yapanların, Annemin elinden yemek yemiş olan hayasızlar olmasının kahredici paradoksu, bu satırlarda mutlaka hatırlanması gereken, tarihe bir nottur diye düşünüyorum.
Ömür, Antakya'da yetişen tüm kadro ve militanların ablasıydı. Ömür hepimize önemli bir dinamik kattı. O, her Acilcinin bilincinde saygın bir yer edinmişti. Bunu bilmeyen, bu ortamın kıyısında duran ahlaksız bir ölü konuşturucusu, bu algıyı kirletmek için sinsi yılan gibi kıvranarak yaptığı uydurmalar, bu anıyı kirletemez. Kimi yoldaşları, "kapı aralığından gözledi" diye Ömür'e ahlaki olmayan bir gözle bakanların olduğunu ima etmesi böylesi bir çirkinliktir. Kimsenin en gizli ikili konuşmalarda bile böyle bir konuyu dile getirmemişolmasına karşın, bu ahlaksının beyninde 33 yıldır taşıdığı irkinlik yanlızca kendi iç dünyasını anlatan bir kanıttır. Bu ahlaksız, ölü konuşturucusunun aklı başka bir şeye çalışmıyor. Ele aldığı her konuda aynı dürtülerle yalan kurgular üretmesi bunu gösterir. Fuat yoldaşı, Eczacı Derviş amcayı, hatta Nebil'i bile kimi konuşmalarında "bilmem neresinde "ben" olduğu doğrudur, ben de gördüm" diyerek, onu katledenlerin ahlaksız suçlamasını haklı gösteren yalanları bunun açık göstergesidir.
Antakya sığıntısı bu hakir zevatın, akıl algılarında o zaman Nebil'e bile yaptığı ahlaksız tekliflerin olduğunu, bunu yer, zaman ve ortam ile Nebil yoldaşın bana aktardığını ve "bu ahlaksıza ne yapılması gerekse bunu yapalım" dediğini hatırlatmakla yetineceğim.
Ömür yalnızca sosyal, kültürel, devrimci duruşuları ve ona karşı istisnasız her Acilcinin saygısıyla anılır. Ömür, bizim insan simgemizdi, çirkinlerin yıllar sonra ortaya çıkan kirli algılarının aleti yapılacak Ömür'ü değildi. Ömür, bilim adamı yetiştiren, devrimciliğe dört elle ve özveriyle sarılan insanların derinliklerinde anlam bulan bir tebessümdü.
İkincisi; Binboğa dağlarına tırmanış.
Örgüt askeri eğitim kararı almıştı. Her bölgeden seçilmiş kişiler, Binboğaya dağlarına tırmanacak askeri eğitim görecektik. Adres, anılarımızda kahramanlığıyla her zaman diri olan Hamdullah Erbil ve Kütüre adlı köyü vardı. Oradan tırmanacaktır. Ömür de en öndeydi. Rıza vardı, Yüksel Eriş hoca vardı, Egeli binbaşı Eşber vardı (Ankarada birlikte yakalandığım yoldaş) ve hatırlamadığı iki yoldaş daha bulunuyordu.
Bu tırmanışta, şehrli kimliğiyle, sosyal ilişki etkinliğiyle tanıdığım Ömür'ü, Ceylan atikliğiyle de tanımış odum. Ömür, bu tırmanışta direncini gösterdiği kadar, yorulan yoldaşlarına da omuz vererek, onları taşımasıylada bir dev gibi durmuştu; yıllarını dağlarda geçirmiş bir kır gerillası olmuştu aynı anda.
"Binboğa tırmanışı" adlı anı yazımda bunları dile getirdim. Bu tırmanış gerçekte ciddi bir askeri eğitim değildi; şehirli insanların dağ sınavında ikmale kalışından ibaret bir girişimdi. Ancak o gün öyle bir ruhla yola koyulduk ki, büyük umutlar sonuç vermese de örgüt içindeinsanların birbirini tanıma şansı olmuştu. Bu tırmanışın kahramanı Hamdullah Erbil ve Ömür'dü.
İşte deverimci kadın buydu. Ufak tefekti ama bir dev gibi kendini ortaya koymuştu. Hamdullah Erbil yoldaşın ordaki performansı örnekti. Yüksel hoca ise çok zorlandı. Ömür ceylan gibiydi, öndeydi ve yoldaşlara yardım için koşuşturuyordu. Uzun yolda kişileri tanımak diye bir gerçek varsa ve bu gerçeğin sonuçları olacaksa, bu tırmanış Acilcilerden üç ayrı örgüt yaratan bir ayrışmanın ilk verilerini oluşturmuştu demek yanlış olmayacaktır. Yüksel Hoca ve Ömür şehit olmuştu. Hamdullah, Devrim Savaşçıları örgütünü kurmuştu. Rıza HDÖ olarak devam etti, bizler Acilciler olarak bu güne geldik.
Hamdullah yoldaşla, bu tırmanışla ilgili algılarımızı yıllar sonra Almanya'da bulunduğu bir sırıda bir kez daha paylaştık. Ömür'ü bir kez daha andık.
Binboğa tırmanışı ardından, Ömür'den bize kalan, bulunduğumuz her yerde direngen olmaktı. İşkencede ser verip sır vermemekti, zindanda direnmekti, yurdışında zindanlara, sürgünlere rağmen örgütsel yükseliş için özverili olmaktı. Dün ve bu gün her bir Acilcide yaşayan Ömür, tas tamam buydu.
Üçüncüsü; Merkez Komite üyeliği.
Yüksel Hoca şehit, Rıza içerdeydi. MK yeniden oluşturuluyordu. Ömür davetini bana yaptı. Ankara'da, Ayrancı'da, örgüt evinde toplanmıştık. Heyecanı yüzüne yansımış, hareketleri serileşmiş, bir sır vermek ister halde, Benim MK'ya kıtılma teklifini yapma hazırlığı içindeydi. İtirafçıyı ilk kez orada görmüştüm. Yine en silik haliyle, diğer odanın bir köşesinde, sorumsuzca oturuyordu. Kerhen görev yapan bir duruşla, Ömür'ün yaptığı Merkez Komite üyeliği teklifi üzerinde konuşuyorduk.
"Ömür, büyük bir şevkle MK’ya katılmamın örgüte güç vereceğini belirterek, daveti bana iletti. O gün Ankara’da Ömür’e verdiğim cevap, “Düşünmem ve bölgemdeki yoldaşlarla konuşmam gerekir” olmuştur. Ömür üzgündü; Merkez Komite bu kadar çabuk elde edilen bir hak olmamalıydı, bana bu teklifi edenler, bunu böyle ucuzca elde etmiş olabilirlerdi ya da kendi kendilerini atamış olabilirlerdi. Ancak ben MK’nın bu kadar basit elde edilmeyeceğini gösterme kararındaydım. Antakya dönüşümde yoldaşlarımla bu kararı paylaştım, aynı kanıda olduğumuzu gördüm. Bunun önemli nedenlerinden biri; bu birlikteliğin tüm detaylarını görme, deneme ve uzun yoldaki kararlılığını algılama gereğiydi. Bölgemizin olanaklarına yönelik istismar sezilerimiz bizi dikkatli olma yönünde uyarmıştı. Nitekim öyle de oldu.Ben, Ömüre de bu sorumsuza da söyledim. Böylesi bir kademede sorumluluk almak daha çok emek ve çaba ister, bu göreve talip değilim, daha çok emek vermem gerek dedim." (dosya no: 5 Binboğa Tırmanışı)
21 yaşındaydım. Kişiliğmin siyasal dengelerini bulma çağında, ortamın dar algılarını görmüştüm. Farklı bir alan ve kültürden geliyordum. Kitlesel örgütlenme alanından, her mahalesinde derneklerin olduğu, ilçe köy ve kasabalarında aleni seminerlerin verildiği, sokak ve okul çatışmalarında faşistlere karşı direnişin yükseldiği, işçilerin grev yaptığı, legal TEK YOL DEVRİM dergisinin çıktığı, TÖB-DER'in elimizde olduğu bir alandan gelmiştim. Karşımda karanlık bir odaya sinmiş, çevresi olmayan, siyasal bir yazım etkinliği olmayan birilerinin kiymeti kendinden menkul görev dağılımı konuşmaları içime sinmemişti. Ama ortada Ömür vardı ve onu kabaca kırmam mümkün değildi.
Bu tabloda, bir kez daha Ömürün yürek çırpıntısını duyumsadım. Örgütsel heyecanın, coşkusunu, örgüte katkı yapacağına inandığı insanın dikkati karşısında yüreğinin sesini duydum. Dün olduğu gibi bu gün de, kitle örgütlenmesinde, kadro ve militan örgütlenmesinde duyduğumuz heyecanın, esasında içimizdeki Ömür'den başkası olmadığını itiraf etmeliyim.
Ömür, bu örgütün tarihinde de önemli bir bilgi kaynağıydı. TDAS'ın yazımı konusunda ona sorduğum soruya verdiği cevap, burada bir kez daha anılmalıdır.
"TDAS'ı kim yazdı? diye sordum.
Ömür, "Hiç bir yazı mutlak doğru değildir" dedi. "Her yazı geliştirilebilir, önemli olan bunu mücadele sürecinde yapmaktır. TDAS'a gelince; bu temel yazımız ilker Akman'ın yoğun emeğiyle, onun öncülüğünde yazılan ortak bir yazıdır." diye devam etti." (Mihrac Ural, TDAS'ı Kim Yazdı?)
Bu bilgi, bizim için yeterliydi. Ne öncesi ne sonrası yazı yazmamış bir itirafçının, bu kollektif yazı sahiplenmeye kalkışmasının, örgüt tarihine ve broşure katkı yapmış Şehtilerimize yönelik bir hakaret olduğunu burada tekrar etmeyeceğim. Her itirafçı bir hakirdir, hakirlerin yalanlara sığınması doğaldır.
Ömür yoldaşı bir kez daha anarken, Acilciler örgütünün onurlu direnme tarihinin yüklediği sorumluluğu sonuna kadar tüm zorluklara rağmen özveriyle yerine getirlmesi gereken bir devrimci göre olduğunu belirteceğim.
İnsanın benliğinden çıkmayan tebessümüyle Ömür içimizde yaşıyor.
Anısı önünüde saygıyla eğilirim.
20 Mart 2010 Cumartesi
BELDEN AŞAĞICILAR
BOK YEMENİN DİLİ
Mehmet Yavuz
24 Mart 2010
Bok yemenin Arapçasını duymuştum. Ne yazık ki, Nebil’in istismarı ile bunun Türkçesine de tanık oldum.
Her şeyi Nebil’e mal ederek geçmişe sövüp saymak, insanları aşağılamak için yırtınmak; bok yemenin Türkçesi oldu.
Harbiye’de oturduk. Güzel bir gece geçirdik. Sonrasında Mustafa, Erkan ve ben Antakya parkında gezerken Fuat’ı cebinden arayıp selamladık. Üçümüz de kendisiyle ayrı ayrı konuşup hal hatır sorduk, saygılar sunduk.
O günden bu yana hiç kimsenin aklına Fuat gelmemişti. Ne zaman ki Fuat oturup bir birkaç çift laf söyledi, uğramadığı hakaret kalmadı. Hatta bu hakaretlerden mezardaki babasına kadar tüm ailesi payını aldı..
Olamaz böyle bir şey.
İnsan olan bir yerde durur diyorum, ama olmuyor.. Her seferinde daha da acımasız bir bombardıman başlıyor..
Ne diyeyim…
Bok yemelerin her lisanını biliyorlar.
Yazıklar olsun
BELDEN AŞAĞICILAR YAZISINA YENİ BİR EK...
Mihrac Ural'ın notu:
Mehmet Yavuz, yazısına yeni bir ek gönderdi.
Bu ek, ölü konuşturucusu sinsi yılan ve patronları İtirafçı Engin'e, MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın suratına iz bırakancinsten yeni bir şemardır...
Sinsi yılan Erkan, evi bilmiyorsa adresini vereyim. Patronlarına da söylesin, kol kola girip evi temaşe etmeye gelsinler. Geliş kararları kendilerine ait. Geri dönelermi onun garantisini veremem, biz bekliyoruz da...
Bu ev tastamam, onurlu insan Mehmet Yavuz'un tarif ettiği gibidir. Kevkep ve Hikmiye teyzelerimin sokağında, ORHANLI MAH. KURTDERE ÇIKMAZI'ında dır. Çıkmazın sol kol üzerinde, son kapıdır.
Yakın bir tanıdıktan, aylık kirası 35 TL karşılığı almıştım. Üç mahalleye açılan, kaçış için çok uygun bir ev. Arka tarafında Hıdır bil Cib'in olduğu mahalle ve Hac Halil çıkmazının olduğu mahalle, sağ tarafından ise caminin olduğu ana sokak...
Üst üste iki odadan ibarettir. Üst odaya tahta merdivenle çıkılır. Kapısı yoktur, yaklaşık 70-90cm boyutlarında, bir açıklıktan üst odaya girilir. Böylesi bir evde ahlaksızlık için kurgu yapacak olan sadece ve sadece amacı kirli bir şerefsiz olur. Ömürü kirletmek için, Erkanın izlediği yol da budur. Nebil için de aynı yol izlenmiştir; "Nebil'deki "ben"i, ben de görmüştüm" diyerek, onu ahlaksız suçlamamalarla katledenlere onay vermiştir.
Sonra, Ömür bu evde kocası Rıza Salman'la birlikte kalmıştır. Tek başına hiç bir zaman kalmamıştır; Tek olduğu zamanlar, baba evimde misafirimdi. Fuat Çiler yoldaşı karalamak için gerçeğe dayalı hiç bir şey yoktur.
Tekrarla diyeceğim o ki, bu yalan furyasının amacını Özel Harp Dairesinde aramak gerek.
Şehit Ömür Karamollaoğluyla ilgili son bilgi:
Ömür'ün giydiği son elbise ve fuları hala Mihriban Ural'ın yanındadır. Ömür, mihriban'a "bunlar burada kalsın sürekli gidip geleceğim, ben evinizin bir kızıyım artık" diyerek bırakmıştır.
Bu bilgi de bu gün, 23 Mart 2010'ta Ömür yoldaşın anısı konuşulurken dile getirilmiştir. Ben de böylece ilk kez duymuş oldum.
Mehmet Yavuz'un ekini birlikte okuyalım.
BELDEN AŞAĞICILAR YAZISINA EK...
Mehmet Yavuz
23 Mart 2010
Not: Bir kez daha vurgulamak istiyorum. Nebil, konuşma sırasında iddia edilen türde bir açıklama ya da gerekçe söylemedi.
Buna ilaveten bir de hatırlatma yapayım. Dörtayak'da Ömür'ün de kaldığı ev alt-üst iki odadan ibaret küçücük iç avlusu olan bir evdi. Alt kattan üste tahta bir merdivenle çıkılıp basamak sonundaki bir delikten odaya girilirdi Yani, düzgün bir oda olmadığı için kapısı da yoktu.
Demem o ki; kapısı dahi olmayan bir yerde hangi anahtar deliğinden ront yapılmış ? Tabii, evin fiziki durumu Engincik tarafından bilinmeyince, kendince senaryoya uygun bir de anahtar deliği uydurmuş.
Ne diyeyim, adamın fantazileri geniş.
Mihrac Ural'ın notu:
Çirkin bir tartışma, kin ve ihbarla devam ediyor. Bu tartışmanın oluşturduğu lağım, çevreye de zarar verir hale geldi. Ancak görevli kuklalara emir üstten gelmiş, yaşamaları için bunu sürdürmeleri gerek. Halkın çıkarları, demokrasinin gerekleri için ortaya tek bir siyasi çaba koymamalarının dile getirdiği gerçek de budur. Bunlar, anaları, babaları, çocukları, karıları, kızkardeşleri ve de dedeleri bile, insan aklının almayacağı bir çirkinlikle bu tartışmalara karıştırılıyorlar.
Bu ahlaksızlara sahip çıkanların kim olduğu bellidir. Şu siteye bir göz atın, orada İtirafçıyı sahiplenenlerin neler yazdığını görün. http://uluturkculuk.com/forum/index.php?topic=1369.msg8893;topicseen
Bir de ölü konuşturucusu var. Sinsi yılan, Sus diyoruz. Arsız, ahlaksız diyoruz, adınla yaz, imzanı koy korkak, ödlek pislik diyoruz. Kendi adına konuş, misafiri olduğun şehrin ekmeğini yemiş bir hakir olarak, altan alta dedikodularla kimseyi kirletme diyoruz. Sen o kadar kirlisin ki, siyasi terbiyemiz bunları açıklamaya el vermez: obuşan bizi zorlama, bunlara girmeyeceğiz . Yalan kurgularınla, Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma intikamını açıkça koy. Sana da söylüyorum, zamanı hakem koyduk aramıza; türkümü söylersin, türkümü dinlersin o zaman göreceksin.
MİT ajanıyla, itirafçıyla bir arada utanmadan da Mehmet Yavuz'u şahit gösteriyorlar. Öyle mi?..
Alın o zaman… İşte şahit gösterdiğiniz onurlu insan burada. Yazısını okuyun.Yüzünüz kızarama nedir bilirse, yediğiniz şamarın izi kalmıştır, aynaya bakın.
Bunlar, gösterdikleri şahide bile güvenmezler, balans ayarına yönelirler; MİT ajanı Nebil'den aldığı altınların hikayesine balans ayarı yapa yapa, düzeni iyice bozmuş. Şimdi bir daha havlayacaklar, kin kusacaklar, Atatürkçülükten başlayıp, onurlu çalışmalara kadar her şeyi kirletmeye çalışyacaklar. Ancak boşuna, ne kendilerine benzer bulabilecekler ne de sırtlarına oturan kamburu örtebilecekler. Biri MİT ajanı İbrahim Yalçın diğeri itirfçı Engin Erkiner ve yamakları ölü konuşturucusu.
Mehmet Yavuz'u birlikte okuyalım...
***
Mehmet Yavuz
20 Mart 2010
Uzunca bir süre BREMEN MIZIKACILARINI takip etmedim. Nedenim çok basit: Bu tür insanlarla tartışmanın bir fayda ya da anlamının olmadığını anladım.. Çünkü, sıkışınca hemen belden aşağı vurmaya, iftiralarla insanlara çamur atmaya başlıyor ve adeta insanları belli merkezlere ihbar ediyorlar.
Arkadaşın biri palavracı güruhun sitesinde yayınlanan MİHRACIN PAPATYALARI başlıklı yazıyı bana göndermiş... Her ne kadar yazı İbrahim Yalçın imzalıysa da, onun Erkan Ulaşan merkezli olduğu bayağı açık. O'nun da belden aşağı vuruşlarla insanları çoluk çocuğu önünde SAPIK durumuna getirmesini yadırgadım ve kendisine yakıştıramadım.
Lakin kerameti kendinden menkul ajan devrimci İbrahim Yalçın efendi, görevli olarak girdiği kısa süreli örgütsel yapıda yine görevli olarak katıldığı tek eylemle hiç tanımadığı, nerelerde neler yaptıklarını bilmediği insanlar hakkında fetvalar vermeye pek bir hevesli.
Ama ben bu konulara hiç girmeyeceğim. Hiç kimseyi böyle çirkin yöntemlerle vurmaya çalışmayacağım. Ancak bir konuyu burada açıklığa kavuşturmam gerekiyor.
Evet, daha önce de yazmıştım: Nebil, örgütlenmenin henüz ilk aşamalarında bir süre ortalıktan yok olmuştu... Bir kaç gün ortada görünmeyince kendisini merak etmeye başlamıştık.
Belli bir gurup içinde bu konu görüşülürken Erkan ve ben Nebil'in evine gitmeye karar vermiştik. Bu konuda Mihrac'ın görev vermesi gibi bir durum yoktu. Aramızda konuşmuş ve Nebil'i ziyarete karar vermiştik.
Nihayet evine gittik. Odasında yatağının üstünde uzanmış halde bulduk. Uzun uzun konuştuk ama Nebil, yazıda anlatıldığı gibi bir gerekçe hiç ifade etmedi.
Kendisiyle çok şey konuştuk ama asla o yazıda anlatılan türde bir gerekçe söylenmedi.
Birilerini vurmak, aşağılamak için: Nebil'in katline neden olan belden aşağı taktikleri hem de O'nun adını alet ederek kullanmak ne kadar acı.
Nebil'e sahip çıkmak; böylesi yöntemleri kullanarak değil, reddetmekle mümkündür. Bunun aksini yapmak; Nebil'in anısına yapılabilecek en büyük saygısızlıktır.
Mehmet Yavuz
24 Mart 2010
Bok yemenin Arapçasını duymuştum. Ne yazık ki, Nebil’in istismarı ile bunun Türkçesine de tanık oldum.
Her şeyi Nebil’e mal ederek geçmişe sövüp saymak, insanları aşağılamak için yırtınmak; bok yemenin Türkçesi oldu.
Harbiye’de oturduk. Güzel bir gece geçirdik. Sonrasında Mustafa, Erkan ve ben Antakya parkında gezerken Fuat’ı cebinden arayıp selamladık. Üçümüz de kendisiyle ayrı ayrı konuşup hal hatır sorduk, saygılar sunduk.
O günden bu yana hiç kimsenin aklına Fuat gelmemişti. Ne zaman ki Fuat oturup bir birkaç çift laf söyledi, uğramadığı hakaret kalmadı. Hatta bu hakaretlerden mezardaki babasına kadar tüm ailesi payını aldı..
Olamaz böyle bir şey.
İnsan olan bir yerde durur diyorum, ama olmuyor.. Her seferinde daha da acımasız bir bombardıman başlıyor..
Ne diyeyim…
Bok yemelerin her lisanını biliyorlar.
Yazıklar olsun
BELDEN AŞAĞICILAR YAZISINA YENİ BİR EK...
Mihrac Ural'ın notu:
Mehmet Yavuz, yazısına yeni bir ek gönderdi.
Bu ek, ölü konuşturucusu sinsi yılan ve patronları İtirafçı Engin'e, MİT ajanı İbrahim Yalçın'ın suratına iz bırakancinsten yeni bir şemardır...
Sinsi yılan Erkan, evi bilmiyorsa adresini vereyim. Patronlarına da söylesin, kol kola girip evi temaşe etmeye gelsinler. Geliş kararları kendilerine ait. Geri dönelermi onun garantisini veremem, biz bekliyoruz da...
Bu ev tastamam, onurlu insan Mehmet Yavuz'un tarif ettiği gibidir. Kevkep ve Hikmiye teyzelerimin sokağında, ORHANLI MAH. KURTDERE ÇIKMAZI'ında dır. Çıkmazın sol kol üzerinde, son kapıdır.
Yakın bir tanıdıktan, aylık kirası 35 TL karşılığı almıştım. Üç mahalleye açılan, kaçış için çok uygun bir ev. Arka tarafında Hıdır bil Cib'in olduğu mahalle ve Hac Halil çıkmazının olduğu mahalle, sağ tarafından ise caminin olduğu ana sokak...
Üst üste iki odadan ibarettir. Üst odaya tahta merdivenle çıkılır. Kapısı yoktur, yaklaşık 70-90cm boyutlarında, bir açıklıktan üst odaya girilir. Böylesi bir evde ahlaksızlık için kurgu yapacak olan sadece ve sadece amacı kirli bir şerefsiz olur. Ömürü kirletmek için, Erkanın izlediği yol da budur. Nebil için de aynı yol izlenmiştir; "Nebil'deki "ben"i, ben de görmüştüm" diyerek, onu ahlaksız suçlamamalarla katledenlere onay vermiştir.
Sonra, Ömür bu evde kocası Rıza Salman'la birlikte kalmıştır. Tek başına hiç bir zaman kalmamıştır; Tek olduğu zamanlar, baba evimde misafirimdi. Fuat Çiler yoldaşı karalamak için gerçeğe dayalı hiç bir şey yoktur.
Tekrarla diyeceğim o ki, bu yalan furyasının amacını Özel Harp Dairesinde aramak gerek.
Şehit Ömür Karamollaoğluyla ilgili son bilgi:
Ömür'ün giydiği son elbise ve fuları hala Mihriban Ural'ın yanındadır. Ömür, mihriban'a "bunlar burada kalsın sürekli gidip geleceğim, ben evinizin bir kızıyım artık" diyerek bırakmıştır.
Bu bilgi de bu gün, 23 Mart 2010'ta Ömür yoldaşın anısı konuşulurken dile getirilmiştir. Ben de böylece ilk kez duymuş oldum.
Mehmet Yavuz'un ekini birlikte okuyalım.
BELDEN AŞAĞICILAR YAZISINA EK...
Mehmet Yavuz
23 Mart 2010
Not: Bir kez daha vurgulamak istiyorum. Nebil, konuşma sırasında iddia edilen türde bir açıklama ya da gerekçe söylemedi.
Buna ilaveten bir de hatırlatma yapayım. Dörtayak'da Ömür'ün de kaldığı ev alt-üst iki odadan ibaret küçücük iç avlusu olan bir evdi. Alt kattan üste tahta bir merdivenle çıkılıp basamak sonundaki bir delikten odaya girilirdi Yani, düzgün bir oda olmadığı için kapısı da yoktu.
Demem o ki; kapısı dahi olmayan bir yerde hangi anahtar deliğinden ront yapılmış ? Tabii, evin fiziki durumu Engincik tarafından bilinmeyince, kendince senaryoya uygun bir de anahtar deliği uydurmuş.
Ne diyeyim, adamın fantazileri geniş.
Mihrac Ural'ın notu:
Çirkin bir tartışma, kin ve ihbarla devam ediyor. Bu tartışmanın oluşturduğu lağım, çevreye de zarar verir hale geldi. Ancak görevli kuklalara emir üstten gelmiş, yaşamaları için bunu sürdürmeleri gerek. Halkın çıkarları, demokrasinin gerekleri için ortaya tek bir siyasi çaba koymamalarının dile getirdiği gerçek de budur. Bunlar, anaları, babaları, çocukları, karıları, kızkardeşleri ve de dedeleri bile, insan aklının almayacağı bir çirkinlikle bu tartışmalara karıştırılıyorlar.
Bu ahlaksızlara sahip çıkanların kim olduğu bellidir. Şu siteye bir göz atın, orada İtirafçıyı sahiplenenlerin neler yazdığını görün. http://uluturkculuk.com/forum/index.php?topic=1369.msg8893;topicseen
Bir de ölü konuşturucusu var. Sinsi yılan, Sus diyoruz. Arsız, ahlaksız diyoruz, adınla yaz, imzanı koy korkak, ödlek pislik diyoruz. Kendi adına konuş, misafiri olduğun şehrin ekmeğini yemiş bir hakir olarak, altan alta dedikodularla kimseyi kirletme diyoruz. Sen o kadar kirlisin ki, siyasi terbiyemiz bunları açıklamaya el vermez: obuşan bizi zorlama, bunlara girmeyeceğiz . Yalan kurgularınla, Antakyalıyı Antakyalıya kırdırma intikamını açıkça koy. Sana da söylüyorum, zamanı hakem koyduk aramıza; türkümü söylersin, türkümü dinlersin o zaman göreceksin.
MİT ajanıyla, itirafçıyla bir arada utanmadan da Mehmet Yavuz'u şahit gösteriyorlar. Öyle mi?..
Alın o zaman… İşte şahit gösterdiğiniz onurlu insan burada. Yazısını okuyun.Yüzünüz kızarama nedir bilirse, yediğiniz şamarın izi kalmıştır, aynaya bakın.
Bunlar, gösterdikleri şahide bile güvenmezler, balans ayarına yönelirler; MİT ajanı Nebil'den aldığı altınların hikayesine balans ayarı yapa yapa, düzeni iyice bozmuş. Şimdi bir daha havlayacaklar, kin kusacaklar, Atatürkçülükten başlayıp, onurlu çalışmalara kadar her şeyi kirletmeye çalışyacaklar. Ancak boşuna, ne kendilerine benzer bulabilecekler ne de sırtlarına oturan kamburu örtebilecekler. Biri MİT ajanı İbrahim Yalçın diğeri itirfçı Engin Erkiner ve yamakları ölü konuşturucusu.
Mehmet Yavuz'u birlikte okuyalım...
***
Mehmet Yavuz
20 Mart 2010
Uzunca bir süre BREMEN MIZIKACILARINI takip etmedim. Nedenim çok basit: Bu tür insanlarla tartışmanın bir fayda ya da anlamının olmadığını anladım.. Çünkü, sıkışınca hemen belden aşağı vurmaya, iftiralarla insanlara çamur atmaya başlıyor ve adeta insanları belli merkezlere ihbar ediyorlar.
Arkadaşın biri palavracı güruhun sitesinde yayınlanan MİHRACIN PAPATYALARI başlıklı yazıyı bana göndermiş... Her ne kadar yazı İbrahim Yalçın imzalıysa da, onun Erkan Ulaşan merkezli olduğu bayağı açık. O'nun da belden aşağı vuruşlarla insanları çoluk çocuğu önünde SAPIK durumuna getirmesini yadırgadım ve kendisine yakıştıramadım.
Lakin kerameti kendinden menkul ajan devrimci İbrahim Yalçın efendi, görevli olarak girdiği kısa süreli örgütsel yapıda yine görevli olarak katıldığı tek eylemle hiç tanımadığı, nerelerde neler yaptıklarını bilmediği insanlar hakkında fetvalar vermeye pek bir hevesli.
Ama ben bu konulara hiç girmeyeceğim. Hiç kimseyi böyle çirkin yöntemlerle vurmaya çalışmayacağım. Ancak bir konuyu burada açıklığa kavuşturmam gerekiyor.
Evet, daha önce de yazmıştım: Nebil, örgütlenmenin henüz ilk aşamalarında bir süre ortalıktan yok olmuştu... Bir kaç gün ortada görünmeyince kendisini merak etmeye başlamıştık.
Belli bir gurup içinde bu konu görüşülürken Erkan ve ben Nebil'in evine gitmeye karar vermiştik. Bu konuda Mihrac'ın görev vermesi gibi bir durum yoktu. Aramızda konuşmuş ve Nebil'i ziyarete karar vermiştik.
Nihayet evine gittik. Odasında yatağının üstünde uzanmış halde bulduk. Uzun uzun konuştuk ama Nebil, yazıda anlatıldığı gibi bir gerekçe hiç ifade etmedi.
Kendisiyle çok şey konuştuk ama asla o yazıda anlatılan türde bir gerekçe söylenmedi.
Birilerini vurmak, aşağılamak için: Nebil'in katline neden olan belden aşağı taktikleri hem de O'nun adını alet ederek kullanmak ne kadar acı.
Nebil'e sahip çıkmak; böylesi yöntemleri kullanarak değil, reddetmekle mümkündür. Bunun aksini yapmak; Nebil'in anısına yapılabilecek en büyük saygısızlıktır.
19 Mart 2010 Cuma
EDEPLİ YAZILAR...
Nurettin KURTULUŞ
19 Mart 2010
Çoğunlukta olan-çoklaştırılan ödlekler-korkaklar topluluğu, azınlıktaki külhanbeyi cesurlarının karşısında biat etme alışkanlığına kapılarak kendilerinin temsil edildiğine inanabilirler.
Bunu gelenek haline getirmek ise ödlekler-korkaklar için sevgi-saygı ve onur kıstası olabilir, O’nlara yani külhanbeyi cesurlarına çeşitli payeler verilebilir. Karşılığını alan azgınlar olacaktır, istediğini alamayanlar ise rütbeler takmaya devam edebilir…
Külhanbeyi cesurları, seçkinlerin seçkini olurken seçkinlerine biat ederler, vekâlet alıp vekilleri olduklarına ise korku salarlar.
Çünkü O’nlar seçkinler ve seçkinleri yani külhanbeyi cesurları kendi korkularını ötelemek-örtelemek telaşına kapılırlar.
Din bezirgânlığı ise her iki taraf için vazgeçilmez beyin mastürbasyonu olurken, yoksulluk-açlık fani dünya için imtihan gerekçeleri olarak kabul ettirilir-edilir…
Böylesi cesaret ve korku irade dışıdır, tersine çevirecek olursak korkunun cesarete dönüşmesi-külhanbeyi cesurlarının korkaklaşması iradi bir sonuçtur…
Hiçbir insan iradesini kullanarak mantığıyla karar vererek korkaklığı tercih etmez…
İradesini-mantığını başkalarına teslim eden baskılara boyun eğer, işini-geleceğini-sonunu belirleme hakkını bilemez-kullanamaz biat kültürü ile dışa bağımlı olur.
Külhanbeyi cesurları da gücünü kendi iradesiyle tayin edemediği için hızlı koşar yorulur, dinlenirken beyin viagrasıyla beslenerek yürümeye başlar seçkinlere biat etmeye devam eder, çünkü O’nların geleceği de iradelerinin dışarıdakilere bağlıdır.
Eğitimle-kültürle verilmesi gerekenlerin yasalarla korku haline getirilmesi, korku yasalarıyla insanların hayatının hareket kabiliyetinin kısıtlanması doğrular üzerinde düşünmesini engellediği gibi iradesi ve karakteri de yok edilmiş olur.
Burada, her iki kesim de yani ödlek-korkak toplum ve külhanbeyi cesurları sorumlu-sağduyulu olmaktan uzak adaletli-Barışçıl yaşamanın ne anlama geldiğini demagojilerle (lafazanlıkla) idare etmeye çalışırlar…
Adalette-hakkaniyette ölçü eğitim ve kültürle olması gerekirken cezaların ağırlaştırılması-çoğaltılması toplumun susturulmaya çalışılması caydırıcılık olur mu?
Bir eğitim-kültür haline getirilmesi gereken “diline-eline-beline hâkim ol” deyimi toplumun temel ilkesi olması gerekirken, bunun cezalarla zorunlu hale getirilmeye çalışılması işin kolayı olmuyor nu?
İnsanın doğaldır ki, kötü yanı ağır cezalarla tedavi edilir mi?
Eğitim bunun en önemli panzehiri değil midir?
Ekmek çalanı Barış isteyeni hapislerde çürütecek yasalar yerine O’nu ekmek alacak Barış içinde yaşayacak düzeye getirmek daha mantıklı daha adilane olmaz mı?
Din bezirgânlığı-milliyetçi-Şovenist kalıtımlarla Emek-Barış çalan seçkinler ve seçkinleri kendilerini korumak için korku vermeleri adaletin-hakkaniyetin hangisidir?
Kendini yönetme kabiliyetinden yoksun, kendine hâkim olamayan külhanbeyi cesurlar etrafında yoğunlaşan-dizginlerini kaptırdığı O’na yapay cesaret aşılayan kişilerin desteğiyle ve “öfkeli hitabet sanatıyla” daha da saldırganlaşabilirken kendi meşruluğunu ispat etmek için “berikilere” nazlanabilir…
Ödlekler-korkaklar aynı zamanda tasaları-acıları ulaşamadıkları böyle kaldıkça da ulaşamayacakları arzuları çok olanlardır, bir başka eklemeyle de yönetilenlerdir, kimin kimlerin yöneteceği konusunda uzlaşamazlar.
Bunu daima değerlendiren seçkinler-mutlu azınlıklar ya da bir diğer tabirle mutlu azgınlar kendilerine en yakın mükemmel doğru plânlama güçleriyle iyi eğittikleri az sayıdaki külhanbeyi cesaretli/leri korunmaları için yönlendirirler tayin ederler…
Bu Tablonun en vahim olanı ise ödlekler-korkaklar topluluğu ya da “toplatılmış besleme kıtalar” kendi kullanmak istediği dili külhanbeyi cesurunda görünce-duyunca biat etmeye daha olgun (!) biçimde devam eder…
HERKES YERİNE
19 Mart 2010
Çoğunlukta olan-çoklaştırılan ödlekler-korkaklar topluluğu, azınlıktaki külhanbeyi cesurlarının karşısında biat etme alışkanlığına kapılarak kendilerinin temsil edildiğine inanabilirler.
Bunu gelenek haline getirmek ise ödlekler-korkaklar için sevgi-saygı ve onur kıstası olabilir, O’nlara yani külhanbeyi cesurlarına çeşitli payeler verilebilir. Karşılığını alan azgınlar olacaktır, istediğini alamayanlar ise rütbeler takmaya devam edebilir…
Külhanbeyi cesurları, seçkinlerin seçkini olurken seçkinlerine biat ederler, vekâlet alıp vekilleri olduklarına ise korku salarlar.
Çünkü O’nlar seçkinler ve seçkinleri yani külhanbeyi cesurları kendi korkularını ötelemek-örtelemek telaşına kapılırlar.
Din bezirgânlığı ise her iki taraf için vazgeçilmez beyin mastürbasyonu olurken, yoksulluk-açlık fani dünya için imtihan gerekçeleri olarak kabul ettirilir-edilir…
Böylesi cesaret ve korku irade dışıdır, tersine çevirecek olursak korkunun cesarete dönüşmesi-külhanbeyi cesurlarının korkaklaşması iradi bir sonuçtur…
Hiçbir insan iradesini kullanarak mantığıyla karar vererek korkaklığı tercih etmez…
İradesini-mantığını başkalarına teslim eden baskılara boyun eğer, işini-geleceğini-sonunu belirleme hakkını bilemez-kullanamaz biat kültürü ile dışa bağımlı olur.
Külhanbeyi cesurları da gücünü kendi iradesiyle tayin edemediği için hızlı koşar yorulur, dinlenirken beyin viagrasıyla beslenerek yürümeye başlar seçkinlere biat etmeye devam eder, çünkü O’nların geleceği de iradelerinin dışarıdakilere bağlıdır.
Eğitimle-kültürle verilmesi gerekenlerin yasalarla korku haline getirilmesi, korku yasalarıyla insanların hayatının hareket kabiliyetinin kısıtlanması doğrular üzerinde düşünmesini engellediği gibi iradesi ve karakteri de yok edilmiş olur.
Burada, her iki kesim de yani ödlek-korkak toplum ve külhanbeyi cesurları sorumlu-sağduyulu olmaktan uzak adaletli-Barışçıl yaşamanın ne anlama geldiğini demagojilerle (lafazanlıkla) idare etmeye çalışırlar…
Adalette-hakkaniyette ölçü eğitim ve kültürle olması gerekirken cezaların ağırlaştırılması-çoğaltılması toplumun susturulmaya çalışılması caydırıcılık olur mu?
Bir eğitim-kültür haline getirilmesi gereken “diline-eline-beline hâkim ol” deyimi toplumun temel ilkesi olması gerekirken, bunun cezalarla zorunlu hale getirilmeye çalışılması işin kolayı olmuyor nu?
İnsanın doğaldır ki, kötü yanı ağır cezalarla tedavi edilir mi?
Eğitim bunun en önemli panzehiri değil midir?
Ekmek çalanı Barış isteyeni hapislerde çürütecek yasalar yerine O’nu ekmek alacak Barış içinde yaşayacak düzeye getirmek daha mantıklı daha adilane olmaz mı?
Din bezirgânlığı-milliyetçi-Şovenist kalıtımlarla Emek-Barış çalan seçkinler ve seçkinleri kendilerini korumak için korku vermeleri adaletin-hakkaniyetin hangisidir?
Kendini yönetme kabiliyetinden yoksun, kendine hâkim olamayan külhanbeyi cesurlar etrafında yoğunlaşan-dizginlerini kaptırdığı O’na yapay cesaret aşılayan kişilerin desteğiyle ve “öfkeli hitabet sanatıyla” daha da saldırganlaşabilirken kendi meşruluğunu ispat etmek için “berikilere” nazlanabilir…
Ödlekler-korkaklar aynı zamanda tasaları-acıları ulaşamadıkları böyle kaldıkça da ulaşamayacakları arzuları çok olanlardır, bir başka eklemeyle de yönetilenlerdir, kimin kimlerin yöneteceği konusunda uzlaşamazlar.
Bunu daima değerlendiren seçkinler-mutlu azınlıklar ya da bir diğer tabirle mutlu azgınlar kendilerine en yakın mükemmel doğru plânlama güçleriyle iyi eğittikleri az sayıdaki külhanbeyi cesaretli/leri korunmaları için yönlendirirler tayin ederler…
Bu Tablonun en vahim olanı ise ödlekler-korkaklar topluluğu ya da “toplatılmış besleme kıtalar” kendi kullanmak istediği dili külhanbeyi cesurunda görünce-duyunca biat etmeye daha olgun (!) biçimde devam eder…
HERKES YERİNE
NEWROZ DOĞANIN YOL HARİTASI
NEWROZ PİROZ BE
Mihrac Ural
19 Mart 2010
Halkı özgür olmayan bir bayram özgürce kutlanamaz.
Resmi olması bu gerçeği değiştiremez.
Newroz, doğanın özgürlük için çizdiği bir yol haritasıdır. Bu pusulayı görmezden gelenler, başkalarına çektirdikleri acının esiri olurlar. Kaoslarını, kimlik bunalımlarını aşmamış bir toplumun, tarihiyle cesurca yüzleşmeden bu yol haritasını izlemesi mümkün değildir. Doğa kabuğunu soyduğu gibi toplumlar da eskimiş, tarihsel işlevini kaybetmiş kabuklarını, statülerini değiştirmekle yükümlüdürler. Bu olmadan hiç bir yol haritası izlenemez. Bir ülkenin en büyük hadikabı bu dımları atmaktaki kararsızlıktır. Ortak ülkemizde Newrozun yolu, bu handikabın engelleriyle, statülerin kahredici ilkelliğiyle kesilmiştir; yeniden doğuşun simgesi olmaya devam etmesi bundandır. Acının da umudun da Newrozda anlam bulan tanımı budur.
Doğayla barış insanla barıştır, siyasetle toplumla sanatla, kültürle barıştır. Bu barışı ikame etmek için Newrozun yol haritasını takip edelim. Adım adım, özgürlüklere, eşitlik ve adalete yükselelim; insan haklarına, emekçilerin sorunlarına eğilelim.
Bunun yolu farklılıklarımızın birer eşit, birer kurucu olduğu bir demokratik cumhuriyetin ikamesiyle mümkündür.
Bunu ikame edelim.
Büyük beddeler ödeyerek bu güne gelindi. Bayramlar da yasaktı. Umut, barış kardeşlik kaosların kurbanıydı. Kimliğini kaybetmiş ülke, her şeyi ve herkesi kimliksizleştirme çabasında kanlı bir süreci tırmandırmak için elinden geleni ardına koymayan siyasal yönetimlere mahkumdu. Bu, iç kanamaları ölümcül hele getiriyordu.
Üzerinde hükümran oldukları toprakları, tarihi ve sosyal dokularıyla tanımayanlar, farklılıklara yaşam hakkı da tınımıyordu; bu coğrafyada ayrı varlık olmak her türden felaketi kabüllenmek demekti. Newrozu bu acılarala, kanlı bir gün haline çevrildi. Bayram, umut, sevinç yeraltına girmişti. Milliyetçilik belasıyla birlikte, çitlerle bölünen doğal coğrafyalar, ortak değerlerini yitirmeye zorlanıyordu. Bu bir zorlamaydı, her zorlama gibi de bir yere kadardı.
Newroz bu baskılar altında bir direnme günü olarak toplumsal hafızamıza işlendi. Newroz, yaşam hakkını, doğanın yaşam hakkı kadar özgürce varolma çabasını, ağır bedeller ödeme pahasına, direnerek dile getiriyordu. Bu bayrak, bu coğrafyada Kürt halkının özverileriyle resmi bir tatil olarak anlam kazandı. Bu halk, bu hak talebinin arkasında dik dururak sonuç aldı. Hepimiz adına alınan bu sonuçta Newroz, özgürlüğe doğru bin milin ilk adımını attı.
Newroz resmi bayram ilan edildi. Bu adım kendi dengelerinin özgür adımı değildi. Bir ayağı aksak adımdı. Her dengesiz adımda olduğu gibi, bu adımda da el çabukluğunun yarattığı dengesizlikleri taşıyordu. Bu günün gerçek bir özgürlük adımı olması, tüm değerlerin özgürlüğüne bağlıydı.
Halkı özgür olmayan bir bayram özgürce kutlanamaz. Resmi olması bu gerçeği değiştiremez.
Newroz, hala acıların, umutların, aşılması gereken dev sorunların, simgesi olmaya devam ediyor. Newroz, doğanın özgürlük için çizdiği bir yol haritasıdır. Bu pusulayı görmezden gelenler, başkalarına çektirdikleri acının esiri olurlar. Kaoslarını, kimlik bunalımlarını aşmamış bir toplumun, tarihiyle cesurca yüzleşmeden bu yol haritasını izlemesi mümkün değildir. Doğa kabuğunu soyduğu gibi toplumlar da eskimiş, tarihsel işlevini kaybetmiş kabuklarını, statülerini değiştirmekle yükümlüdürler. Bu olmadan hiç bir yol haritası izlenemez. Bir ülkenin en büyük hadikabı bu dımları atmaktaki kararsızlıktır. Ortak ülkemizde Newrozun yolu, bu handikabın engelleriyle, statülerin kahredici ilkelliğiyle kesilmiştir; yeniden doğuşun simgesi olmaya devam etmesi bundardır. Acının da umudun da Newrozda anlam bulan tanımı budur.
Doğanın bu güne kazandırdığı anlam, yaşamın yeniden tazahürüdür. Bahara giriştir. Yenilenme kabuk soymadır. Doğanın en kaba haliyle yaşama geçirdiği bu adımı siyasetin ilkel akılları algılamamakta direnmektedir. Bunun için de her türlü zulüm çarkını çalıştırmaktan geri durmamaktadır. Bu noktada zorbalık, siyasal erkin elinde doğaya da insana da insan topluluklarına karşı da bir direniş olarak kendini göstermektedir. Bu olumsuz duruşun sonuçlarından acı çeken yine insandır insanlıktır. Ortak coğrafyada yaşamın adaleti, sadece ezileni değil ezenin arkasında olduğu toplumsal etkinlikleri de esir alarak ezmektedir. Acı, devletin çağdışı statülerini korumak için insana karşı bir dayatma olarak sergilenmektedir.
Newroz, doğanın özgürlük dilidir. Bu dili algılayıp bilince çıkarmak, özgürlükler önünde kendi eliyle koyduğu engelleri kaldırabilmekle mümkündür. Doğa bunun da yollarını gösteriyor, kış uykusundan uyanmak, adım adım yapraklardan dallara, filizlerden çiçeklere ve sonuçta meyvelere kadar uzanan evrimi takip etmek bir yol haritasıdır. Bu anlamıyla, demokratik açılım sürecini başaşağı çeviren ilkel akıllar, doğayala da savaş halindedir.
Oysa doğayla barış insanla barıştır, siyasetle, toplumla, sanatla, kültürle barıştır. Bu barışı ikame etmek için, Newrozun yol haritasını takip edelim. Adım adım, özgürlüklere, eşitlik ve adalete yükselelim; insan haklarına, farklılıklarımızın ve emekçilerin sorunlarına eğilelim.
Bunun yolu eşitler olarak demokratik bir cumhuriyeti ikame etmekten geçer. Bunu ikame edelim.
Bu coğrafyayı bin yılların emekleriyle anavatan haline çevirmiş, ilk kez yaşama açmış, kendisi kadar sonradan gelenlere de bir yaşam zemini olarak sunmuş Kürt halkının ve tüm halkların Newrozunu kutluyorum. Doğanın yol haritasını yaşamda ikame etmek için, demokrasi güçlerini özgün ve özgür örgütlenmeleriyle mücadeleye omuz vermeye davet ediyorum.
Mihrac Ural
19 Mart 2010
Halkı özgür olmayan bir bayram özgürce kutlanamaz.
Resmi olması bu gerçeği değiştiremez.
Newroz, doğanın özgürlük için çizdiği bir yol haritasıdır. Bu pusulayı görmezden gelenler, başkalarına çektirdikleri acının esiri olurlar. Kaoslarını, kimlik bunalımlarını aşmamış bir toplumun, tarihiyle cesurca yüzleşmeden bu yol haritasını izlemesi mümkün değildir. Doğa kabuğunu soyduğu gibi toplumlar da eskimiş, tarihsel işlevini kaybetmiş kabuklarını, statülerini değiştirmekle yükümlüdürler. Bu olmadan hiç bir yol haritası izlenemez. Bir ülkenin en büyük hadikabı bu dımları atmaktaki kararsızlıktır. Ortak ülkemizde Newrozun yolu, bu handikabın engelleriyle, statülerin kahredici ilkelliğiyle kesilmiştir; yeniden doğuşun simgesi olmaya devam etmesi bundandır. Acının da umudun da Newrozda anlam bulan tanımı budur.
Doğayla barış insanla barıştır, siyasetle toplumla sanatla, kültürle barıştır. Bu barışı ikame etmek için Newrozun yol haritasını takip edelim. Adım adım, özgürlüklere, eşitlik ve adalete yükselelim; insan haklarına, emekçilerin sorunlarına eğilelim.
Bunun yolu farklılıklarımızın birer eşit, birer kurucu olduğu bir demokratik cumhuriyetin ikamesiyle mümkündür.
Bunu ikame edelim.
Büyük beddeler ödeyerek bu güne gelindi. Bayramlar da yasaktı. Umut, barış kardeşlik kaosların kurbanıydı. Kimliğini kaybetmiş ülke, her şeyi ve herkesi kimliksizleştirme çabasında kanlı bir süreci tırmandırmak için elinden geleni ardına koymayan siyasal yönetimlere mahkumdu. Bu, iç kanamaları ölümcül hele getiriyordu.
Üzerinde hükümran oldukları toprakları, tarihi ve sosyal dokularıyla tanımayanlar, farklılıklara yaşam hakkı da tınımıyordu; bu coğrafyada ayrı varlık olmak her türden felaketi kabüllenmek demekti. Newrozu bu acılarala, kanlı bir gün haline çevrildi. Bayram, umut, sevinç yeraltına girmişti. Milliyetçilik belasıyla birlikte, çitlerle bölünen doğal coğrafyalar, ortak değerlerini yitirmeye zorlanıyordu. Bu bir zorlamaydı, her zorlama gibi de bir yere kadardı.
Newroz bu baskılar altında bir direnme günü olarak toplumsal hafızamıza işlendi. Newroz, yaşam hakkını, doğanın yaşam hakkı kadar özgürce varolma çabasını, ağır bedeller ödeme pahasına, direnerek dile getiriyordu. Bu bayrak, bu coğrafyada Kürt halkının özverileriyle resmi bir tatil olarak anlam kazandı. Bu halk, bu hak talebinin arkasında dik dururak sonuç aldı. Hepimiz adına alınan bu sonuçta Newroz, özgürlüğe doğru bin milin ilk adımını attı.
Newroz resmi bayram ilan edildi. Bu adım kendi dengelerinin özgür adımı değildi. Bir ayağı aksak adımdı. Her dengesiz adımda olduğu gibi, bu adımda da el çabukluğunun yarattığı dengesizlikleri taşıyordu. Bu günün gerçek bir özgürlük adımı olması, tüm değerlerin özgürlüğüne bağlıydı.
Halkı özgür olmayan bir bayram özgürce kutlanamaz. Resmi olması bu gerçeği değiştiremez.
Newroz, hala acıların, umutların, aşılması gereken dev sorunların, simgesi olmaya devam ediyor. Newroz, doğanın özgürlük için çizdiği bir yol haritasıdır. Bu pusulayı görmezden gelenler, başkalarına çektirdikleri acının esiri olurlar. Kaoslarını, kimlik bunalımlarını aşmamış bir toplumun, tarihiyle cesurca yüzleşmeden bu yol haritasını izlemesi mümkün değildir. Doğa kabuğunu soyduğu gibi toplumlar da eskimiş, tarihsel işlevini kaybetmiş kabuklarını, statülerini değiştirmekle yükümlüdürler. Bu olmadan hiç bir yol haritası izlenemez. Bir ülkenin en büyük hadikabı bu dımları atmaktaki kararsızlıktır. Ortak ülkemizde Newrozun yolu, bu handikabın engelleriyle, statülerin kahredici ilkelliğiyle kesilmiştir; yeniden doğuşun simgesi olmaya devam etmesi bundardır. Acının da umudun da Newrozda anlam bulan tanımı budur.
Doğanın bu güne kazandırdığı anlam, yaşamın yeniden tazahürüdür. Bahara giriştir. Yenilenme kabuk soymadır. Doğanın en kaba haliyle yaşama geçirdiği bu adımı siyasetin ilkel akılları algılamamakta direnmektedir. Bunun için de her türlü zulüm çarkını çalıştırmaktan geri durmamaktadır. Bu noktada zorbalık, siyasal erkin elinde doğaya da insana da insan topluluklarına karşı da bir direniş olarak kendini göstermektedir. Bu olumsuz duruşun sonuçlarından acı çeken yine insandır insanlıktır. Ortak coğrafyada yaşamın adaleti, sadece ezileni değil ezenin arkasında olduğu toplumsal etkinlikleri de esir alarak ezmektedir. Acı, devletin çağdışı statülerini korumak için insana karşı bir dayatma olarak sergilenmektedir.
Newroz, doğanın özgürlük dilidir. Bu dili algılayıp bilince çıkarmak, özgürlükler önünde kendi eliyle koyduğu engelleri kaldırabilmekle mümkündür. Doğa bunun da yollarını gösteriyor, kış uykusundan uyanmak, adım adım yapraklardan dallara, filizlerden çiçeklere ve sonuçta meyvelere kadar uzanan evrimi takip etmek bir yol haritasıdır. Bu anlamıyla, demokratik açılım sürecini başaşağı çeviren ilkel akıllar, doğayala da savaş halindedir.
Oysa doğayla barış insanla barıştır, siyasetle, toplumla, sanatla, kültürle barıştır. Bu barışı ikame etmek için, Newrozun yol haritasını takip edelim. Adım adım, özgürlüklere, eşitlik ve adalete yükselelim; insan haklarına, farklılıklarımızın ve emekçilerin sorunlarına eğilelim.
Bunun yolu eşitler olarak demokratik bir cumhuriyeti ikame etmekten geçer. Bunu ikame edelim.
Bu coğrafyayı bin yılların emekleriyle anavatan haline çevirmiş, ilk kez yaşama açmış, kendisi kadar sonradan gelenlere de bir yaşam zemini olarak sunmuş Kürt halkının ve tüm halkların Newrozunu kutluyorum. Doğanın yol haritasını yaşamda ikame etmek için, demokrasi güçlerini özgün ve özgür örgütlenmeleriyle mücadeleye omuz vermeye davet ediyorum.
15 Mart 2010 Pazartesi
DİPTEN GELEN SİVİL DİKTATÖRLÜK
Mihrac Ural
16 Mart 2010
Bu ülkede darbe ve diktatörlük tartışmaları bitmez. Siyasetin dengelerini oluşturan yapı o kadar çelişkili bir yapı ki, siyasetin normal bir süreç içinde kendi şekillenişini sağlamasına geçit vermez. Dengeler her zaman gergin olmaya muhkumdur.
Bu ülkede, her kim ki, aşırı ölçüde darbe ve diktatörlükten rahatsız olduğunu belirterek kamuoyu oluşturup iktidara gelme hedefi güttüyse, o kendi diktatürlüğü için yolları stbalize ediyor demektir. Menderes bunun önemli bir örneği.
Çeyrek asırdır, "darbe ve diktatörlüklerden en çok çekenler" iddiasında olan, tekelci sistemin son şanası liberal dinciler, toplumu bunun için yedekleme girişmleriyle demokrasi havarisi kesildi.
Bunlar, laik sistem karşısında, toplumun alışkanlık güçleri arkasına sığınarak mazlumu oynadı, iktidarın çamurlarıyla kirlenmemişi oynadı, "geçmiş iktidarların çirkinliklerine karşı refleksin adı" olma çabasına girdiler. Bunu büyük oranda da başardıklarını söylemek yanlış değildir.
Ama bu süreçte gözden kaçan çok önemli bir veri vardı. O da bu gün iktidar olma çabasında, oligarşinin temel kurullarını ele geçirme savaşlarında, pervasızca ileri atılanlar çeyrek asırdır iktidarda olan kadroların üzerinden yürümekteydiler. Dünden bu güne öyle geldiler.
28 Şubat 1997 girişimi, bir askeri dikta girişimidir. Bu girişimin çirken amaçları ülkemizdeki tüm darbeler gibiydi. Demokrasiye balans ayarı verme gibi kıymeti kendinden menkul bu girişim, uzun yılların çalışmasıyla kuşatmasını tamamlayan kesimlere yeni fırsatlar verdi. "beli kırmayan vuruş onu sağlamlaştırır " diyen atasözündeki gibi bir sonuç yarattı. Bunlar çok daha güçlüce ayağa kalktılar. Bölündüler, ama bölünmek onlara diz çökertmedi. Tersine yeni issimle devam dediler. Erbakan'dan, Erdoğana süreç böylece açıldı; sürecin tümünü kapsayacak bir hacime geldiler.
Çeyrek asırdır iktidar koltuğunda oturan kadrolar, bakanlar, bürokratlar, başbakanlar ve sonunda Cumhurbaşkanlığını da ele geçirip, süreci toptan kuşatmış oldular. Bu çevre bu etkinliğe ve bundan sonra elde etmek istedikleri etkinliğe bu gün değil yarım asırlık bir çalışmanın sonucu geldiler.
Bu süreç çok eskilere dayanır. 1950 ve sonrası, soğuk savaş yıllarının ve global emperyalist stratejilerin bir ürünü olarak var edildiler ve siyasal sürecin bir parçası haline getirilmek istendiler.
II. Dünya savaşı ertesi soğuk savaş koşullarının "kömünizme karşı mücadele dernekleri" (1953), Sovyetlerin "yeşil kuşak"la kuşatılma stertejileriyle başlar. Buna Bağdat Paktı'nı, CENTO'yu, lübnan içsavaşı(1958) ve Irak devrimine müdahaleyi (14 Temmuz 1958). ABD de başlayan ve eğitim için atılım adı altında Türkiye'yi de kapsayan arka bahçe ülkeler programı bunun zemini olmuştur. Burada yetişen kuşaklar akıl almaz bir sukunetle, sinsice, adım adım "yükselip, yayılarak" son çeyrek asrın etkinliklerini yarattılar.
16 Şubat 1947'de Ulus gazetesi CHP meclis gurubunda görüşülen din dersi okutulmasını kabul ettiği haberini veriyor. Bu adım ABD baskısıyla 1 mart 1950 de TBMM'den de geçerek yasallaşıyor. Bu adım 27 Aralık 1949'da " Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkındaki anlaşma"nın bir sonucudur. İnönü bu gerçeği yıllar sonra şöyle dile getirir : " Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vadederler. İmzayı attınızmı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sök sökebilirsen." ( Doğan Avcıdan aktaran, Cengiz Özakıncı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı "Yeni Osmanlı" Tuzağı" s: 101)
Bu adımları sivil etkinlikler takip etti. Bu girişimlerin adı "Dinler Arası diyalog". Öncülüğünde ise, meşhur Küçük Hüseyin Efendi'den devraldığı Arusi şeyhliğiyle, deniz subayı Ömer Fevzi Mardin (Prof. Şerif Mardin'in amcası). CİA, dinleri Sovyetlere karşı birleştiriyordu. Avengelist, Ortodoks, katolik ve İslam, çorbası. Bu amaçla bu işin her türden kalpazanı, Hitler'den-ABD'ye her alanın bataklığında yeşeren bir isim, Dr. Frank Buchman, İsviçredeki şatosu Manevi Seferberlik'te (Moral Rearmement) aralıksız toplantılar yapmaktadır. Ardından Türkiye'ye de gelerek karanlık amaçlar ikame edilmeye yönelmiştir. Öyleki, yüz yılların yalanı burada da pazarlanmıştır; çok önceleri Napalyon için, sonra hitler için bu süreçte ise ABD için şunlar pısıldanmakla kalmıyor reklamlarla yaygınlaştırılıyor: "Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah'ın birlik bayrağını çekerek milletlerin kurtuluşuna çalışıyor" (Age. s: 112)
Buna eklenecek onlarca veri, o kesitin kendi özgüllüğü içinde ardı arkası kesilmeden oluştu. " Yeni Osmanlıcılık" bu çabaların temel çerçevesiydi. Bu maya her dönem için ayrı bir rolle sahip olacaktı; Komünizim adı altında Sovyetlere karşı, Bağdat paktı adı altında Ortadoğu halklarının uyanışına karış, Bu gün ise ortadoğululaşma adı altında bölgede gerileyen İsrail ronüne ülkemize dayatma olarak belirmektedir. Bu amaçla Erdoğanı Nasır'a benzetme komedisinin altan alta sürüldüğü de malumdur ( Bkz. Mihrac Ural, Erdoğan-Nasır ve "Yeni Osmanlıcılık" http://mirural.blogspot.com/ )
12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesiyle birlikte bu kesimler için tarihin en büyük fırsatı doğdu. Zindanlar özellikle devrimci güçlerle doldurulduğu bir sırada, ülkücü-milliyetçilere de nispeten yürütülen operasyon ortamında, dinci akımlara gün doğmuştu. Ortalıkta cirit atma koşulları içinde, geçmişten gelen örgütlülükleri, devletin en güvenilir ortakları olarak belirdiler. Mezhepin derin mesajöındada "hakime itaat, Allaha itaatir". Özal bu çevreleri bütünüyle kanatları altına aldı. Dört akım bu militanların, kadroların, yarım asırdır hazırlıklı olan ve her askeri faşist darbede biraz daha güçlenerek çıkanların üzerinde birleşiyordu. Demokrasi güçleri tırpanlandıkları yerde, önceki boylarına, yeni boylar katarak yükselen çevre bunlardı.
Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı, en ilan edilmemiş kadrolaşması bu dönemin sonucu olarak gelip dayandı. Hangi siyasal isim altında olursa olsun, kadrolaşmanın ezici çoğunluğu bunlara aitti. Bunlar için parti adının hiç bir önemi yoktu. Birbirlerini tanıyan, uzun yılların kaynaşması ve ortak bölenlerinde buluşan, birbirine tutkun ve sözde Allah adına iş yapan bir topluluk. Bunun içindir ki, ANAP dağılınca bunlar asla dağılmadı. DYP dağılınca bunlar yine dağılmadı , MNP, RP dağılınca bunlar yine dağılmadı. Ruhani liderleri dışarıda, bunları tek bir kitle halinde korumayı başardılar. Fethullah Gülen'den, İsmail Ağa Cemiyetine, Nakşibendiler den Rufailere her boy ve soy cemiyet, kıymati kendinden menkul, Allahtan alınmış vekaletle bu kitleyi sürekli yek vucud olarak tutuyordu.
Bunlar, parti tabelası ne olursa olsun, kim iktidar olursa onun safında devletin tüm etkin-zayıf her kurumunu ele geçirmek için hazırdı. Kuşak ardı kuşak, dalga dalga tusunami gibi gelip istila ediyorlardı. Bugün, bu yayılmanın son turundayız.
28 Şubat 1997 "demokrasiye balans ayarı" yaptığı iddiasında olan ordu, gerçekte son nefesini veren bir mevta iken, dinci kesim iktidar olma yolunda son balans ayarlarını yapıyordu. AKP balans ayarının bir ürünüdür. Bu ekip yeni isimle eski kadro ve kitleyi, iktidara topluca bir kez daha farklı isimle de olsa taşıdılar.
50 yıllık bir süreç, son 25 yılı dizginsiz bir girişkenlikle, atılımla, devletin her alanına siyrayet ederek, en alttaki dizginlere, en karmaşık araçlarla, en kapsamlı kadrolarla çulandılar.
Bu gün tanık olduğumuz, hukuk savaşı, ordunun dizginlenmesi kavgası gibi son paylaşım savaşları ise, son düellodur. Böylesi bir iktidar, dipten gelen sivil diktatörlük girişiminin alt yapısını oluşturuyor. Bu gün, bu girişimin son dönemeçleri dönülmektedir. Bin milin ilk adımı 1950'lerde atıldı, bu gün son adımları atılmaktadır.
Tarihte böylesi girişmler, bu kapsamda, ağırca, sinsice, yaygın ve derinlikçe de kölleşmesi halinde, iktidarda uzun süreli bir eğemenlikle taçlanmasının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Bu süreçet devrimci hareket, üç kuşak zindanlara tıkıldı, üç darbeyle belleri, kırıldı. Her defasında geçmişten hiç bir miraz arta kalmadan sıfırdan başlamak zorunda kaldı. Ne siyasal bir örgütsel birikim, ne siyasal bir teorik birikim için nefes alma şansı tanınmayan solun bu gün mevta haline geldi. Ölmeyeni ise milliyetçiliğe saparak intihar etti. Son 50 yıllık süreçte, sağ iktidar egemenliğinin sürüyor olması, solun içinde bulunduğu durumla birleşince, tehlikenin boyutunu anlamak için özel bir çabaya gerek kalmıyor.
Gelinen noktada, sivil diktatörlük için her şey hazır gibi. Son engeller aşılmak üzere. Anayasayı, hukuk reformunu bu parlamento yapar mı? Yapmaz mı? Tartışmalarının handikabı da tastamam burasıdır. Kim yaparsa yapsın, bu ülkede farklılıkların özgürlük ve demlokratik hakları tesciline öncelik tanımayan bir yaklaşım hiç bir zaman demokrasiye bir girişi sağlayamayacaktır. Bu karmaşa içinde yine onlar kazanacaktır.
Bu gidişi durdurmanın tek yolu ülke gerçekliğini hukuk zemininde açıkça tanımlamak ve ona uygun düşen anayasa, hukuk, ordu, ve bil cümle demokratik bir cumhuriyetin inşaasına yönelmeyi gerektirir. Bu ise açıkça ve kısaca ülkemizde tüm farklılıkların birer eşit kurucu olacakları birlik ve barışa zemin olan demokrasinin ikamesiyle mümkündür. Bunun için tarihle cesurca yüzleşmek ve bunu fiili sonuçlara götürmek derinleştirmek gerek.
Kimse bizleri ve kendini aldatmasın, bu ülke sivil diktatörlüğün eşiğine gelmiştir bir iki adım sonrası ile on yıllar aynı düzleme ait olacaktır. Bunun için Kürt özgürlük harakete gerçekm anlamda hepimiz adına bir mücadeledir ve hepimizin kendi özgünlüklerini, özgürce örgütleyip, mücadele sürecine katması tarihsel bir görevdir.
Sivil dikta, ne Malezya ne de başka bir yere benzeyecek. Bu ülkede sivil dikta iç savaşa yol açacak, kıyım yapacak, sonunda sahipleri Lozan'ı çok arayacaktır...
16 Mart 2010
Bu ülkede darbe ve diktatörlük tartışmaları bitmez. Siyasetin dengelerini oluşturan yapı o kadar çelişkili bir yapı ki, siyasetin normal bir süreç içinde kendi şekillenişini sağlamasına geçit vermez. Dengeler her zaman gergin olmaya muhkumdur.
Bu ülkede, her kim ki, aşırı ölçüde darbe ve diktatörlükten rahatsız olduğunu belirterek kamuoyu oluşturup iktidara gelme hedefi güttüyse, o kendi diktatürlüğü için yolları stbalize ediyor demektir. Menderes bunun önemli bir örneği.
Çeyrek asırdır, "darbe ve diktatörlüklerden en çok çekenler" iddiasında olan, tekelci sistemin son şanası liberal dinciler, toplumu bunun için yedekleme girişmleriyle demokrasi havarisi kesildi.
Bunlar, laik sistem karşısında, toplumun alışkanlık güçleri arkasına sığınarak mazlumu oynadı, iktidarın çamurlarıyla kirlenmemişi oynadı, "geçmiş iktidarların çirkinliklerine karşı refleksin adı" olma çabasına girdiler. Bunu büyük oranda da başardıklarını söylemek yanlış değildir.
Ama bu süreçte gözden kaçan çok önemli bir veri vardı. O da bu gün iktidar olma çabasında, oligarşinin temel kurullarını ele geçirme savaşlarında, pervasızca ileri atılanlar çeyrek asırdır iktidarda olan kadroların üzerinden yürümekteydiler. Dünden bu güne öyle geldiler.
28 Şubat 1997 girişimi, bir askeri dikta girişimidir. Bu girişimin çirken amaçları ülkemizdeki tüm darbeler gibiydi. Demokrasiye balans ayarı verme gibi kıymeti kendinden menkul bu girişim, uzun yılların çalışmasıyla kuşatmasını tamamlayan kesimlere yeni fırsatlar verdi. "beli kırmayan vuruş onu sağlamlaştırır " diyen atasözündeki gibi bir sonuç yarattı. Bunlar çok daha güçlüce ayağa kalktılar. Bölündüler, ama bölünmek onlara diz çökertmedi. Tersine yeni issimle devam dediler. Erbakan'dan, Erdoğana süreç böylece açıldı; sürecin tümünü kapsayacak bir hacime geldiler.
Çeyrek asırdır iktidar koltuğunda oturan kadrolar, bakanlar, bürokratlar, başbakanlar ve sonunda Cumhurbaşkanlığını da ele geçirip, süreci toptan kuşatmış oldular. Bu çevre bu etkinliğe ve bundan sonra elde etmek istedikleri etkinliğe bu gün değil yarım asırlık bir çalışmanın sonucu geldiler.
Bu süreç çok eskilere dayanır. 1950 ve sonrası, soğuk savaş yıllarının ve global emperyalist stratejilerin bir ürünü olarak var edildiler ve siyasal sürecin bir parçası haline getirilmek istendiler.
II. Dünya savaşı ertesi soğuk savaş koşullarının "kömünizme karşı mücadele dernekleri" (1953), Sovyetlerin "yeşil kuşak"la kuşatılma stertejileriyle başlar. Buna Bağdat Paktı'nı, CENTO'yu, lübnan içsavaşı(1958) ve Irak devrimine müdahaleyi (14 Temmuz 1958). ABD de başlayan ve eğitim için atılım adı altında Türkiye'yi de kapsayan arka bahçe ülkeler programı bunun zemini olmuştur. Burada yetişen kuşaklar akıl almaz bir sukunetle, sinsice, adım adım "yükselip, yayılarak" son çeyrek asrın etkinliklerini yarattılar.
16 Şubat 1947'de Ulus gazetesi CHP meclis gurubunda görüşülen din dersi okutulmasını kabul ettiği haberini veriyor. Bu adım ABD baskısıyla 1 mart 1950 de TBMM'den de geçerek yasallaşıyor. Bu adım 27 Aralık 1949'da " Türkiye ve ABD hükümetleri arasında eğitim komisyonu kurulması hakkındaki anlaşma"nın bir sonucudur. İnönü bu gerçeği yıllar sonra şöyle dile getirir : " Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları vadederler. İmzayı attınızmı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sök sökebilirsen." ( Doğan Avcıdan aktaran, Cengiz Özakıncı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı "Yeni Osmanlı" Tuzağı" s: 101)
Bu adımları sivil etkinlikler takip etti. Bu girişimlerin adı "Dinler Arası diyalog". Öncülüğünde ise, meşhur Küçük Hüseyin Efendi'den devraldığı Arusi şeyhliğiyle, deniz subayı Ömer Fevzi Mardin (Prof. Şerif Mardin'in amcası). CİA, dinleri Sovyetlere karşı birleştiriyordu. Avengelist, Ortodoks, katolik ve İslam, çorbası. Bu amaçla bu işin her türden kalpazanı, Hitler'den-ABD'ye her alanın bataklığında yeşeren bir isim, Dr. Frank Buchman, İsviçredeki şatosu Manevi Seferberlik'te (Moral Rearmement) aralıksız toplantılar yapmaktadır. Ardından Türkiye'ye de gelerek karanlık amaçlar ikame edilmeye yönelmiştir. Öyleki, yüz yılların yalanı burada da pazarlanmıştır; çok önceleri Napalyon için, sonra hitler için bu süreçte ise ABD için şunlar pısıldanmakla kalmıyor reklamlarla yaygınlaştırılıyor: "Yeryüzünde barış ve insanların kurtuluşu işini Amerika üzerine almış, Allah'ın birlik bayrağını çekerek milletlerin kurtuluşuna çalışıyor" (Age. s: 112)
Buna eklenecek onlarca veri, o kesitin kendi özgüllüğü içinde ardı arkası kesilmeden oluştu. " Yeni Osmanlıcılık" bu çabaların temel çerçevesiydi. Bu maya her dönem için ayrı bir rolle sahip olacaktı; Komünizim adı altında Sovyetlere karşı, Bağdat paktı adı altında Ortadoğu halklarının uyanışına karış, Bu gün ise ortadoğululaşma adı altında bölgede gerileyen İsrail ronüne ülkemize dayatma olarak belirmektedir. Bu amaçla Erdoğanı Nasır'a benzetme komedisinin altan alta sürüldüğü de malumdur ( Bkz. Mihrac Ural, Erdoğan-Nasır ve "Yeni Osmanlıcılık" http://mirural.blogspot.com/ )
12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesiyle birlikte bu kesimler için tarihin en büyük fırsatı doğdu. Zindanlar özellikle devrimci güçlerle doldurulduğu bir sırada, ülkücü-milliyetçilere de nispeten yürütülen operasyon ortamında, dinci akımlara gün doğmuştu. Ortalıkta cirit atma koşulları içinde, geçmişten gelen örgütlülükleri, devletin en güvenilir ortakları olarak belirdiler. Mezhepin derin mesajöındada "hakime itaat, Allaha itaatir". Özal bu çevreleri bütünüyle kanatları altına aldı. Dört akım bu militanların, kadroların, yarım asırdır hazırlıklı olan ve her askeri faşist darbede biraz daha güçlenerek çıkanların üzerinde birleşiyordu. Demokrasi güçleri tırpanlandıkları yerde, önceki boylarına, yeni boylar katarak yükselen çevre bunlardı.
Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı, en ilan edilmemiş kadrolaşması bu dönemin sonucu olarak gelip dayandı. Hangi siyasal isim altında olursa olsun, kadrolaşmanın ezici çoğunluğu bunlara aitti. Bunlar için parti adının hiç bir önemi yoktu. Birbirlerini tanıyan, uzun yılların kaynaşması ve ortak bölenlerinde buluşan, birbirine tutkun ve sözde Allah adına iş yapan bir topluluk. Bunun içindir ki, ANAP dağılınca bunlar asla dağılmadı. DYP dağılınca bunlar yine dağılmadı , MNP, RP dağılınca bunlar yine dağılmadı. Ruhani liderleri dışarıda, bunları tek bir kitle halinde korumayı başardılar. Fethullah Gülen'den, İsmail Ağa Cemiyetine, Nakşibendiler den Rufailere her boy ve soy cemiyet, kıymati kendinden menkul, Allahtan alınmış vekaletle bu kitleyi sürekli yek vucud olarak tutuyordu.
Bunlar, parti tabelası ne olursa olsun, kim iktidar olursa onun safında devletin tüm etkin-zayıf her kurumunu ele geçirmek için hazırdı. Kuşak ardı kuşak, dalga dalga tusunami gibi gelip istila ediyorlardı. Bugün, bu yayılmanın son turundayız.
28 Şubat 1997 "demokrasiye balans ayarı" yaptığı iddiasında olan ordu, gerçekte son nefesini veren bir mevta iken, dinci kesim iktidar olma yolunda son balans ayarlarını yapıyordu. AKP balans ayarının bir ürünüdür. Bu ekip yeni isimle eski kadro ve kitleyi, iktidara topluca bir kez daha farklı isimle de olsa taşıdılar.
50 yıllık bir süreç, son 25 yılı dizginsiz bir girişkenlikle, atılımla, devletin her alanına siyrayet ederek, en alttaki dizginlere, en karmaşık araçlarla, en kapsamlı kadrolarla çulandılar.
Bu gün tanık olduğumuz, hukuk savaşı, ordunun dizginlenmesi kavgası gibi son paylaşım savaşları ise, son düellodur. Böylesi bir iktidar, dipten gelen sivil diktatörlük girişiminin alt yapısını oluşturuyor. Bu gün, bu girişimin son dönemeçleri dönülmektedir. Bin milin ilk adımı 1950'lerde atıldı, bu gün son adımları atılmaktadır.
Tarihte böylesi girişmler, bu kapsamda, ağırca, sinsice, yaygın ve derinlikçe de kölleşmesi halinde, iktidarda uzun süreli bir eğemenlikle taçlanmasının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Bu süreçet devrimci hareket, üç kuşak zindanlara tıkıldı, üç darbeyle belleri, kırıldı. Her defasında geçmişten hiç bir miraz arta kalmadan sıfırdan başlamak zorunda kaldı. Ne siyasal bir örgütsel birikim, ne siyasal bir teorik birikim için nefes alma şansı tanınmayan solun bu gün mevta haline geldi. Ölmeyeni ise milliyetçiliğe saparak intihar etti. Son 50 yıllık süreçte, sağ iktidar egemenliğinin sürüyor olması, solun içinde bulunduğu durumla birleşince, tehlikenin boyutunu anlamak için özel bir çabaya gerek kalmıyor.
Gelinen noktada, sivil diktatörlük için her şey hazır gibi. Son engeller aşılmak üzere. Anayasayı, hukuk reformunu bu parlamento yapar mı? Yapmaz mı? Tartışmalarının handikabı da tastamam burasıdır. Kim yaparsa yapsın, bu ülkede farklılıkların özgürlük ve demlokratik hakları tesciline öncelik tanımayan bir yaklaşım hiç bir zaman demokrasiye bir girişi sağlayamayacaktır. Bu karmaşa içinde yine onlar kazanacaktır.
Bu gidişi durdurmanın tek yolu ülke gerçekliğini hukuk zemininde açıkça tanımlamak ve ona uygun düşen anayasa, hukuk, ordu, ve bil cümle demokratik bir cumhuriyetin inşaasına yönelmeyi gerektirir. Bu ise açıkça ve kısaca ülkemizde tüm farklılıkların birer eşit kurucu olacakları birlik ve barışa zemin olan demokrasinin ikamesiyle mümkündür. Bunun için tarihle cesurca yüzleşmek ve bunu fiili sonuçlara götürmek derinleştirmek gerek.
Kimse bizleri ve kendini aldatmasın, bu ülke sivil diktatörlüğün eşiğine gelmiştir bir iki adım sonrası ile on yıllar aynı düzleme ait olacaktır. Bunun için Kürt özgürlük harakete gerçekm anlamda hepimiz adına bir mücadeledir ve hepimizin kendi özgünlüklerini, özgürce örgütleyip, mücadele sürecine katması tarihsel bir görevdir.
Sivil dikta, ne Malezya ne de başka bir yere benzeyecek. Bu ülkede sivil dikta iç savaşa yol açacak, kıyım yapacak, sonunda sahipleri Lozan'ı çok arayacaktır...
11 Mart 2010 Perşembe
POLİS EKİBİ BİZİ GÖZETLİYOR
Mihrac Ural
11 Mart 2010
Bir polis ekibi bizi gözetliyor...
Bir itirafçı, bir MİT ajanı, bir ölü konuşturucu...
Devlet, İtirafçı Engin Erkiner, MİT ajanı İbrahim Yalçın gibilerinden bir ekip kurmuş, gözleme, ihbar , ifşaat yapıyor; siyaset dışı, akıllara ziyan uydurmalar, yalan kurgular hepsi bir arada...
Kimi ne kadar ilgilendirdiği belli olmayan, bu pis ısrarın bilinen tek boyutu devletle ilişkisidir, lağım döküntüsü bir amacın, kin dürtüsüdür...
İddia odur ki, evimin içine giriliyor, ailem, dostlarım, akrabalarım, çocuklarım, yeğenlerim, sofram ve aile ortamının sıcaklığı kıymeti kendinden menkul çirkef amaçlarına alet edilmek üzere fotoğraflanıyor...
Breh.. berh.. ne yaman, ne zor görev... ne ince, ne komplike teknikler kullanılmış da becerilmiş...
Mihrac Ural'a ait bu fotoğraflar kimin ne işine yarar belli değil. Ama onlar "bakın nerele kadar sızdık da çektik" diyorlar. Demek ki bir "sızma" çabası, algısı var işin içinde. "Sızma"cılığın amacı bellidir, bir yerlere aktarma, ispiyonlamadır. Görevlinin görevidir...
Bu yalan kurgucular, fotoğrafları nereden aldıklarını açıklayacak kadar da adam değiller.
Onu da biz açıklayalım.
Bu fotoğraflar, Mihriban Ural'ın ve yeğenim Sabracan'ın facebook adresindeki fotoğraf albümünden alınmıştır. Orada yayınlanan ve yayınlanmasında şefafiyet adına hiç bir sakıncası olmayın, doğal, içten, sıcak insanı ilişkilerin mütavazı fotoğrafları. Geniş siyasal ve dost çevre ilişkisiyle malum bendenizin bu sofraların on katını kurduğumu ifade etmeliyim
Başkan Öcalan misafirim olduğunda, daha özenli ve görkemli sofralarla, etrafında onlarca kahraman devrimci yoldaşla birlikte olurduk; bu bizim kültürümüz, bilenler bilmeyenlere anlatsın. Ama adamın işi ispoynaj olunca, bunu sahiplerine başarı olarak lanse edecek, ihbarcılık yapacak; Görevni yapıyor
Esasında herkes görevini yapıyor derken yanılmıyoruz.
Bilmeyeni aldatmak kolay. Hep aynı şeyi yapıyorlar. "MSN yazışmalarını teknik mahiyeti derin bir operasyonla ele geçirildi" dediler; hep derin işlerle ilgililer ya... Oysa basın ahlak ve şerefi taşıdığı iddiasında olan birinin anılarımı yayınlamak üzere benimle sohbet yazışmaları ve bununla ilgili fotoğraflarıdı. Ahlaksız satmış, benim hatam basın ahlakı ve şerefi diye bir şeye inanmamdı. Bunun kefareti ne ise burdayım, meydan okuyorum... Her şeyin bir nedeni vardı, bunun da nedeni, cevapsız kalan platonik duygularıdı. Sonuçta ne oldu, kim ne kazandı. Kimseyi ilgilendirmeyen konularla devlet adına bizleri taciz etmekten yararlı çıkan kim? Biz siyasal görevlyerimize devam ediyoruz onlarda kendi derin işlerine... değişen bir şey yok... İlgilenmedim bile elimin tersiyle itmişim bu sufli hokobazlıkları...
Altında imzamız olan her şeyin arkasındayım, bunun yeri de yazılı ve sanal yayın ortamlarımız. Adımızın bir imza olarak deklare edilmedği şeyi, kimse bize mal etmesin, sahibine iade etsin, yalan ve kurgu ajanlarının suratına bir tokat gibi yapıştırsın.
Aptalların bilmediği, bizim ailece ve yoldaşlarımız dahil tüm çevremizle açık ve şefaf, devrimci ortamın insanlarıyız. Bir değil, binlerce fotoğrafımızla, gururla, başımız açık ve dik olarak her yerde buradayız diye duruş sergileriz.
Geçmişleri ve bu günleri kirli olanlar korksun. Bizim böyle korkularımız yok. Geçmişimiz, bu günümüz ve geleceğimiz gibi onurlu emeklerle, devrimci mücadeleye sunulan özverilerle örülüdür. Bu şebekenin devlet adına gözlediği, takibe aldığı insanlar ise örgütümüze hayatlarını vermiş, bedeller ödeyerek bu gün de dik durmasını bilen insanlar.
Yoldaşım ve Amcam oğlu İrfan Ural 14 yıl, yoldaşım ve eniştem Hasan Gülbahar 14 yıl, yoldaşım ve komşum Adnan Demir 14 yıl, Yoldaşım Ömer Gazel, Öner Ödemiş, Mehmet Güzel, Fuat Çiler, Stalin Hasan Gençoğlu, Levent, Şerif ve bir bütün olarak, geçmişini onurla taşıyan yoldaşlarım, on yılı aşkın zindan ve sürgünü devirmiş birer kahramandırlar. Bu insanlar doğruları arkasında mücadele ettiler, gençliklerinin en değerli kesitini, karşılıksız olarak halkları için demokrasi ve özgürlk için sundular. Bu gün de başları dik mücadelenin orta yerinde, ülkenin tüm etkinliklerinde yerlerini almaya çalışmaktadırlar.
Ya bizi gözetleyen polis ekibi nerede? Yaptıklarına bakın, nerede olduklarını anlayacaksınız.
Onlar ihbar işlerinde, Özel Harp Dairesi adına ifşaat, karalama, şaibe, itham, yalan kurgulardan oluşan bataklıkta yüzmektedirler; devrimcilere saldırmakta, ölü, dağılmış bir Acilciliği, devletleri için en iyisi olarak lanse etmeye çalışmaktadırlar.
Evet beyler,
Herkes kendi işine, aramızda da zaman hakem olsun, gerisi teferruattır...
11 Mart 2010
Bir polis ekibi bizi gözetliyor...
Bir itirafçı, bir MİT ajanı, bir ölü konuşturucu...
Devlet, İtirafçı Engin Erkiner, MİT ajanı İbrahim Yalçın gibilerinden bir ekip kurmuş, gözleme, ihbar , ifşaat yapıyor; siyaset dışı, akıllara ziyan uydurmalar, yalan kurgular hepsi bir arada...
Kimi ne kadar ilgilendirdiği belli olmayan, bu pis ısrarın bilinen tek boyutu devletle ilişkisidir, lağım döküntüsü bir amacın, kin dürtüsüdür...
İddia odur ki, evimin içine giriliyor, ailem, dostlarım, akrabalarım, çocuklarım, yeğenlerim, sofram ve aile ortamının sıcaklığı kıymeti kendinden menkul çirkef amaçlarına alet edilmek üzere fotoğraflanıyor...
Breh.. berh.. ne yaman, ne zor görev... ne ince, ne komplike teknikler kullanılmış da becerilmiş...
Mihrac Ural'a ait bu fotoğraflar kimin ne işine yarar belli değil. Ama onlar "bakın nerele kadar sızdık da çektik" diyorlar. Demek ki bir "sızma" çabası, algısı var işin içinde. "Sızma"cılığın amacı bellidir, bir yerlere aktarma, ispiyonlamadır. Görevlinin görevidir...
Bu yalan kurgucular, fotoğrafları nereden aldıklarını açıklayacak kadar da adam değiller.
Onu da biz açıklayalım.
Bu fotoğraflar, Mihriban Ural'ın ve yeğenim Sabracan'ın facebook adresindeki fotoğraf albümünden alınmıştır. Orada yayınlanan ve yayınlanmasında şefafiyet adına hiç bir sakıncası olmayın, doğal, içten, sıcak insanı ilişkilerin mütavazı fotoğrafları. Geniş siyasal ve dost çevre ilişkisiyle malum bendenizin bu sofraların on katını kurduğumu ifade etmeliyim
Başkan Öcalan misafirim olduğunda, daha özenli ve görkemli sofralarla, etrafında onlarca kahraman devrimci yoldaşla birlikte olurduk; bu bizim kültürümüz, bilenler bilmeyenlere anlatsın. Ama adamın işi ispoynaj olunca, bunu sahiplerine başarı olarak lanse edecek, ihbarcılık yapacak; Görevni yapıyor
Esasında herkes görevini yapıyor derken yanılmıyoruz.
Bilmeyeni aldatmak kolay. Hep aynı şeyi yapıyorlar. "MSN yazışmalarını teknik mahiyeti derin bir operasyonla ele geçirildi" dediler; hep derin işlerle ilgililer ya... Oysa basın ahlak ve şerefi taşıdığı iddiasında olan birinin anılarımı yayınlamak üzere benimle sohbet yazışmaları ve bununla ilgili fotoğraflarıdı. Ahlaksız satmış, benim hatam basın ahlakı ve şerefi diye bir şeye inanmamdı. Bunun kefareti ne ise burdayım, meydan okuyorum... Her şeyin bir nedeni vardı, bunun da nedeni, cevapsız kalan platonik duygularıdı. Sonuçta ne oldu, kim ne kazandı. Kimseyi ilgilendirmeyen konularla devlet adına bizleri taciz etmekten yararlı çıkan kim? Biz siyasal görevlyerimize devam ediyoruz onlarda kendi derin işlerine... değişen bir şey yok... İlgilenmedim bile elimin tersiyle itmişim bu sufli hokobazlıkları...
Altında imzamız olan her şeyin arkasındayım, bunun yeri de yazılı ve sanal yayın ortamlarımız. Adımızın bir imza olarak deklare edilmedği şeyi, kimse bize mal etmesin, sahibine iade etsin, yalan ve kurgu ajanlarının suratına bir tokat gibi yapıştırsın.
Aptalların bilmediği, bizim ailece ve yoldaşlarımız dahil tüm çevremizle açık ve şefaf, devrimci ortamın insanlarıyız. Bir değil, binlerce fotoğrafımızla, gururla, başımız açık ve dik olarak her yerde buradayız diye duruş sergileriz.
Geçmişleri ve bu günleri kirli olanlar korksun. Bizim böyle korkularımız yok. Geçmişimiz, bu günümüz ve geleceğimiz gibi onurlu emeklerle, devrimci mücadeleye sunulan özverilerle örülüdür. Bu şebekenin devlet adına gözlediği, takibe aldığı insanlar ise örgütümüze hayatlarını vermiş, bedeller ödeyerek bu gün de dik durmasını bilen insanlar.
Yoldaşım ve Amcam oğlu İrfan Ural 14 yıl, yoldaşım ve eniştem Hasan Gülbahar 14 yıl, yoldaşım ve komşum Adnan Demir 14 yıl, Yoldaşım Ömer Gazel, Öner Ödemiş, Mehmet Güzel, Fuat Çiler, Stalin Hasan Gençoğlu, Levent, Şerif ve bir bütün olarak, geçmişini onurla taşıyan yoldaşlarım, on yılı aşkın zindan ve sürgünü devirmiş birer kahramandırlar. Bu insanlar doğruları arkasında mücadele ettiler, gençliklerinin en değerli kesitini, karşılıksız olarak halkları için demokrasi ve özgürlk için sundular. Bu gün de başları dik mücadelenin orta yerinde, ülkenin tüm etkinliklerinde yerlerini almaya çalışmaktadırlar.
Ya bizi gözetleyen polis ekibi nerede? Yaptıklarına bakın, nerede olduklarını anlayacaksınız.
Onlar ihbar işlerinde, Özel Harp Dairesi adına ifşaat, karalama, şaibe, itham, yalan kurgulardan oluşan bataklıkta yüzmektedirler; devrimcilere saldırmakta, ölü, dağılmış bir Acilciliği, devletleri için en iyisi olarak lanse etmeye çalışmaktadırlar.
Evet beyler,
Herkes kendi işine, aramızda da zaman hakem olsun, gerisi teferruattır...
10 Mart 2010 Çarşamba
SER VERDİLER SIR VERMEDİLER
Mihrac Ural
10 Mart 2010
10 MART 1978, örgütümüz üzerine yürüyen devlet ve işbirlikçilerine karşı, mücadelimizin işkincelerde devam ettiği günlerin başlangıcıdır.
Bir itirafçı olarak Engin Erkiner'in ahlaksız teslimiyeti ve örgüte ait her şeyi, bir tokat yemeden polise vermesinin kefaretini, işkencelerde bize ödetmeye çalıştılar; falakalar, kaba dayaklar, elektirik şokları...
19 Ağustos 1977'de İstanbul'da ilk eylemlerinde yakalanan, bileğini polis tutuğu an itirafçı olan birinin yıktığı örgütü, firarı koşullarda yükseltmek kolay değildi. 50 isim saymıştı, tüm yöneticiler, tüm eylemler ve ihtimaller, kadrolar, hatta sempatizanlar bile teslim edilmişti. Bu koşulda örgütü yükseltmek, emekle adım adım yeniden toparlamak, firari bir ekibin boynunda kalmıştı.
Bu ekip, ülkemizin tüm bölgelerine yetişme çabası ve kesintisiz eylem etkinliklerini bir arada yürüttü. CEPHE bu ekibin siyasal algı ve iradesinin ürünüydü; öncülü TEK YOL DEVRİM dergisiydi. Askeri bakış açısının, siyasal bir bakış açısı olarak ehlileştirilmesi böyle başladı. Bu çabanın mimarı ekibimizdi; Mihrac Ural, Nebil rahuma, Fuat çiler ve M. Çiler ve bu temel ekibe bağlı onlarca kadro ve militandı...
Acilciler örgütünün yeniden yükselişi böylece başladı. Bu örgüt artık etikindi ve adı her alanda yankılanmaya başlamıştı. Öncesi ise, bir itirafçının yarattığı bataklıkta erimişti. Geride kalan, şehitlerimizin onurlu anıları ve Örgütsel siyasal iradeydi.
10 Mart 1978'de Ankara, Yukarı Ayrancı daki örgüt evinde, ben, Binbaşı Eşber yoldaş, Rezzan ve adını hala hatırlamadığım bir yoldaş daha, bir bodrum katında yakalandık. Kaçmak istedim pencereden, üzerime çulandılar. İşkencede 21 gün; Ankara-İstanbul arası dolaştırıldım.
Anadilimle şarkı söyledim direnerek, elektirik verdiler çarmıha gererek...
Bu ekib Antakya'dan, İskenderun'a, Adana'dan, İstanbula, Samsun'a, Kayseri'ye, Niğde'ye, Ankara'ya düğüm düğüm örgütü yeniden kurdu...
Bu ekip, şu ana kadar kimsenin bilmediği eylemlere imzasını attı. İşkencede birlikte direndi, tek kelime bile açık vermedi. Önceki yakalanmaların tüm kefaretini işkencede ödedi, ama teslim olmadı.
İtirafçı Engin'in yandığı yer tas tamam burasıydı. Zira ondan önce bu örgütte Rıza Salman, en üst yönetici olarak yakalandı, ama tek kelime konuşmadı, işkencede adam gibi dik durdu. İtirafçıdan sonra ise ben ve ekibim yakalandık, tek kelime konuşmadık, örgüt üyeliğini bile kabul etmedim, dik durduk, üstelik itirafçı onlarca kez adımızı, ilgil-ilgisiz herşeyde anmış olmasına rağmen…
Bu gerçekler, itirafçının kabusuydu. Bu yüzden de MİT ajanı ortağının kucağında, her çirkefe battı, ihbarlara, karalama ve şaşkınca, çılgınca ifşaatlara yöneldi...
Acilciler örgütü tarihinin yöneticileri arasında tek bir itirafçı çıkmıştır, o da Engin Erkiner'dir.
Bizim ekip ser verip sır vermeyen bir ekipti. Üreten, çalışan ve siyasal mücadelede kararlı bir irade sergileyen ekipti.
Bu ekip en son yakalananlar arasındaydı, özellikle İtirafçı Engin'in sırtlarına yıktığı bir ton ifadesi vardı. Mihrac Ural'ı ve onun can yoldaşı Nebil Rahuma'yı polise ilk kez afişe eden bu ahlaksız itirafçı, onları işkencede de takip ediyordu. Fuat'ta, hanımı da yakalanmıştı. Ama tek bir açık vermedik, direndik dik durduk.
Nebil istanbul'da tutklandı, ben Ankara'da, İstanbula da götürdüler. Sağmalcılar'da beni karşılayan, can yoldaşım Nebil'di. Kısa süre kaldık. Kaçış olanağı çıkınca onu yerime gönderdim. Benim ifadem taş gibi, beyaz bir sayfa, yarım kağıttı.
Nebil istanbul'da tutklandı, ben Ankara'da, İstanbula da götürdüler. Sağmalcılarda beni karşılayan, can yoldaşım Nebil'di. Kısa süre kaldık. Kaçış olanağı çıkınca onu yerime gönderdim. Benim ifadem taş gibi, beyaz bir sayfa, yarım kağıttı.
Neymiş "gizli ifadeymiş, 2. ifadeymiş", daha neler. Salla, salla konuş, yalanın gümürk tarifesi yok. Adam itirafçı ya herkesin itirafçı olaması gerek, benzer arıyor. Hadi ordan be ahlaksız adam, 20 sayfada "kronolojik olarak" dizdiğin itirafların dışında bilinmeyen, gizlice verdiklerin de mi var ne?..
İtirafçı Engin Erikiner, boşuna arama benzerin yok olmayacak da…
Çok sonraları avukatım söz etti, Bombacı Leyla davasından 12 eylül rejimiyle birlikte 7 küsur yıl ceza almışım, Ama mahkemeleri takan kim, Adana'dan firar ettim (31 Temmuz 1980). Beraberimde o gün uygun gördüğüm iki örgüt insanını birlikte çıkardım.
Bu günde, ser verip sır vermeyen bu ekip, sevgiyle, saygıyla birbirine sarılı, ama bir eksiğimiz var can acısı…
Nebil.. Nebil.. seni asla unutmayacağız.
Nebil'i zalimler katletti. Bu katlin bir ayağında MİT ajanı İbrahim Yalçın var; örgütten habersiz aldığı ve nerede ne yaptığı belli olmayan 2 kg altın için. Kepaze insanlar onu yargıladılar, "Acilin adamı" ilan ettiler, çirkinlik bulaştırmak istediler...
Nebil'i katleden akıl şimdi, Özel Harp Dairesinin kuklaları olarak, İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın isimleri altında işlerine devam ediyorlar.
İlki trajediydi, tekrarı ise komedi olarak…
10 Mart 2010
10 MART 1978, örgütümüz üzerine yürüyen devlet ve işbirlikçilerine karşı, mücadelimizin işkincelerde devam ettiği günlerin başlangıcıdır.
Bir itirafçı olarak Engin Erkiner'in ahlaksız teslimiyeti ve örgüte ait her şeyi, bir tokat yemeden polise vermesinin kefaretini, işkencelerde bize ödetmeye çalıştılar; falakalar, kaba dayaklar, elektirik şokları...
19 Ağustos 1977'de İstanbul'da ilk eylemlerinde yakalanan, bileğini polis tutuğu an itirafçı olan birinin yıktığı örgütü, firarı koşullarda yükseltmek kolay değildi. 50 isim saymıştı, tüm yöneticiler, tüm eylemler ve ihtimaller, kadrolar, hatta sempatizanlar bile teslim edilmişti. Bu koşulda örgütü yükseltmek, emekle adım adım yeniden toparlamak, firari bir ekibin boynunda kalmıştı.
Bu ekip, ülkemizin tüm bölgelerine yetişme çabası ve kesintisiz eylem etkinliklerini bir arada yürüttü. CEPHE bu ekibin siyasal algı ve iradesinin ürünüydü; öncülü TEK YOL DEVRİM dergisiydi. Askeri bakış açısının, siyasal bir bakış açısı olarak ehlileştirilmesi böyle başladı. Bu çabanın mimarı ekibimizdi; Mihrac Ural, Nebil rahuma, Fuat çiler ve M. Çiler ve bu temel ekibe bağlı onlarca kadro ve militandı...
Acilciler örgütünün yeniden yükselişi böylece başladı. Bu örgüt artık etikindi ve adı her alanda yankılanmaya başlamıştı. Öncesi ise, bir itirafçının yarattığı bataklıkta erimişti. Geride kalan, şehitlerimizin onurlu anıları ve Örgütsel siyasal iradeydi.
10 Mart 1978'de Ankara, Yukarı Ayrancı daki örgüt evinde, ben, Binbaşı Eşber yoldaş, Rezzan ve adını hala hatırlamadığım bir yoldaş daha, bir bodrum katında yakalandık. Kaçmak istedim pencereden, üzerime çulandılar. İşkencede 21 gün; Ankara-İstanbul arası dolaştırıldım.
Anadilimle şarkı söyledim direnerek, elektirik verdiler çarmıha gererek...
Bu ekib Antakya'dan, İskenderun'a, Adana'dan, İstanbula, Samsun'a, Kayseri'ye, Niğde'ye, Ankara'ya düğüm düğüm örgütü yeniden kurdu...
Bu ekip, şu ana kadar kimsenin bilmediği eylemlere imzasını attı. İşkencede birlikte direndi, tek kelime bile açık vermedi. Önceki yakalanmaların tüm kefaretini işkencede ödedi, ama teslim olmadı.
İtirafçı Engin'in yandığı yer tas tamam burasıydı. Zira ondan önce bu örgütte Rıza Salman, en üst yönetici olarak yakalandı, ama tek kelime konuşmadı, işkencede adam gibi dik durdu. İtirafçıdan sonra ise ben ve ekibim yakalandık, tek kelime konuşmadık, örgüt üyeliğini bile kabul etmedim, dik durduk, üstelik itirafçı onlarca kez adımızı, ilgil-ilgisiz herşeyde anmış olmasına rağmen…
Bu gerçekler, itirafçının kabusuydu. Bu yüzden de MİT ajanı ortağının kucağında, her çirkefe battı, ihbarlara, karalama ve şaşkınca, çılgınca ifşaatlara yöneldi...
Acilciler örgütü tarihinin yöneticileri arasında tek bir itirafçı çıkmıştır, o da Engin Erkiner'dir.
Bizim ekip ser verip sır vermeyen bir ekipti. Üreten, çalışan ve siyasal mücadelede kararlı bir irade sergileyen ekipti.
Bu ekip en son yakalananlar arasındaydı, özellikle İtirafçı Engin'in sırtlarına yıktığı bir ton ifadesi vardı. Mihrac Ural'ı ve onun can yoldaşı Nebil Rahuma'yı polise ilk kez afişe eden bu ahlaksız itirafçı, onları işkencede de takip ediyordu. Fuat'ta, hanımı da yakalanmıştı. Ama tek bir açık vermedik, direndik dik durduk.
Nebil istanbul'da tutklandı, ben Ankara'da, İstanbula da götürdüler. Sağmalcılar'da beni karşılayan, can yoldaşım Nebil'di. Kısa süre kaldık. Kaçış olanağı çıkınca onu yerime gönderdim. Benim ifadem taş gibi, beyaz bir sayfa, yarım kağıttı.
Nebil istanbul'da tutklandı, ben Ankara'da, İstanbula da götürdüler. Sağmalcılarda beni karşılayan, can yoldaşım Nebil'di. Kısa süre kaldık. Kaçış olanağı çıkınca onu yerime gönderdim. Benim ifadem taş gibi, beyaz bir sayfa, yarım kağıttı.
Neymiş "gizli ifadeymiş, 2. ifadeymiş", daha neler. Salla, salla konuş, yalanın gümürk tarifesi yok. Adam itirafçı ya herkesin itirafçı olaması gerek, benzer arıyor. Hadi ordan be ahlaksız adam, 20 sayfada "kronolojik olarak" dizdiğin itirafların dışında bilinmeyen, gizlice verdiklerin de mi var ne?..
İtirafçı Engin Erikiner, boşuna arama benzerin yok olmayacak da…
Çok sonraları avukatım söz etti, Bombacı Leyla davasından 12 eylül rejimiyle birlikte 7 küsur yıl ceza almışım, Ama mahkemeleri takan kim, Adana'dan firar ettim (31 Temmuz 1980). Beraberimde o gün uygun gördüğüm iki örgüt insanını birlikte çıkardım.
Bu günde, ser verip sır vermeyen bu ekip, sevgiyle, saygıyla birbirine sarılı, ama bir eksiğimiz var can acısı…
Nebil.. Nebil.. seni asla unutmayacağız.
Nebil'i zalimler katletti. Bu katlin bir ayağında MİT ajanı İbrahim Yalçın var; örgütten habersiz aldığı ve nerede ne yaptığı belli olmayan 2 kg altın için. Kepaze insanlar onu yargıladılar, "Acilin adamı" ilan ettiler, çirkinlik bulaştırmak istediler...
Nebil'i katleden akıl şimdi, Özel Harp Dairesinin kuklaları olarak, İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın isimleri altında işlerine devam ediyorlar.
İlki trajediydi, tekrarı ise komedi olarak…
AVRUPA'DA PKK'ya YÖNELİK SALDIRILARI KINIYORUZ
THKP-C(Acilciler) Basın Açıklaması
5 Mart 2010 / No: 11
AVRUPA'DA
PKK'ya YÖNELİK SALDIRILARI KINIYORUZ
THKP-C (Acilciler)
Genel sekreteri
Mihrac Ural
Uzun süredir hazırlığı süren kirli bir plan, bölüm bölüm sahnelenmektedir. PKK'ya ve Kürt halkının tüm etkinliklerine, değerlerine ağır bir saldırı başlamış bulunmaktadır.
Uzun bir süredir, ABD-Türkiye istihbarat teşkilatları arasında sinsice süren hazırlıklar, Kürt halkının özgürlük mücadelesine ait siyasal, kültürel, medya ve etkinliklerini tasfiye etmek üzere, düğmeye basılmıştır.
Bu saldırıların önemli bir ayağı Avrupa'dadır. Avrupa'nın "demokrasisi" bu menfur girişimlerle çirkin suratını sergilemiştir; Yasal yayıncılığıyla bilinen Roj TV ve diğer medya etkinliklerine yapılan baskılar ve tutuklamaların arka arkaya dayatılması bundan başka bir şey değildir.
Bu baskılara malum medya, malum kaynakların karalamalarıyla da eşlik etmeye başlamıştır. Devrimci güçlere yönelik karalama kampanyasının bir ayağı da 12 Eylül rejimi ağzıyla, Özel Harp Dairesi ve kuklalarınca sergilenmeye devam edilmekte olup; kaçakçılık, adam öldürme gibi kıymeti kendinden menkul iddialar, pervasızca ortaya atılmaya başlamıştır. Bu noktada bizlere yönelik karalamaların da aynı kaynaktan MİT ajanı İbrahim Yalçın ve İtirafçı Engin Erkiner tarafından yapılıyor olması hiçte tesadüf değildir. Zamanlama ve ortak ağız, kaynağın da ortak olduğunu göstermeye yeterlidir.
Ülkemizin bir iç sorunu olan Kürt sorununda tıkanan, kaoslara düşen iktidarlar, "demokratik açılım"ı yerle bir eden bahaneleri ve kaçışlarına, Avrupa'dan gelen destekle yeni katkılar bulmuştur. Bu çabalar, Kürt halkına yönelik olduğu kadar ülkemiz farklılıklarına da bir göz dağıdır.
Baskıların tırmanacağını gösteren işaretler daha güçlüce belirmiştir. Yakın zamanda daha da kapsamlı saldırılara tanık olacağız. Avrupa sahasındaki bu saldırılara, bölgemiz Ortadoğu'da da devam edileceği tehlikesi belirmektedir. Bu da ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi hareketlerine karşı oluşan uluslararası komploya önemli bir işarettir.
Komplo ve yıldırma politikaları, özgürlük ve demokrasi mücadelesini, bunu tüm zorluk ve özverilere rağmen kararlıca sürdürenlerin iradesini, yer yüzündeki hiç bir güç kıramayacaktır. Kürt halk gerçeği ve bu halkın kararlı siyasal iradesi bu saldırılardan da başı dik çıkacaktır.
Örgütümüz, PKK'ya ve dolayısıyla Kürt halkına yönelen baskılara karşı protestosunu ilan eder. Bir kez daha Kürt halkıyla omuz omuza olduğumuzu bildiririz.
5 Mart 2010 / No: 11
AVRUPA'DA
PKK'ya YÖNELİK SALDIRILARI KINIYORUZ
THKP-C (Acilciler)
Genel sekreteri
Mihrac Ural
Uzun süredir hazırlığı süren kirli bir plan, bölüm bölüm sahnelenmektedir. PKK'ya ve Kürt halkının tüm etkinliklerine, değerlerine ağır bir saldırı başlamış bulunmaktadır.
Uzun bir süredir, ABD-Türkiye istihbarat teşkilatları arasında sinsice süren hazırlıklar, Kürt halkının özgürlük mücadelesine ait siyasal, kültürel, medya ve etkinliklerini tasfiye etmek üzere, düğmeye basılmıştır.
Bu saldırıların önemli bir ayağı Avrupa'dadır. Avrupa'nın "demokrasisi" bu menfur girişimlerle çirkin suratını sergilemiştir; Yasal yayıncılığıyla bilinen Roj TV ve diğer medya etkinliklerine yapılan baskılar ve tutuklamaların arka arkaya dayatılması bundan başka bir şey değildir.
Bu baskılara malum medya, malum kaynakların karalamalarıyla da eşlik etmeye başlamıştır. Devrimci güçlere yönelik karalama kampanyasının bir ayağı da 12 Eylül rejimi ağzıyla, Özel Harp Dairesi ve kuklalarınca sergilenmeye devam edilmekte olup; kaçakçılık, adam öldürme gibi kıymeti kendinden menkul iddialar, pervasızca ortaya atılmaya başlamıştır. Bu noktada bizlere yönelik karalamaların da aynı kaynaktan MİT ajanı İbrahim Yalçın ve İtirafçı Engin Erkiner tarafından yapılıyor olması hiçte tesadüf değildir. Zamanlama ve ortak ağız, kaynağın da ortak olduğunu göstermeye yeterlidir.
Ülkemizin bir iç sorunu olan Kürt sorununda tıkanan, kaoslara düşen iktidarlar, "demokratik açılım"ı yerle bir eden bahaneleri ve kaçışlarına, Avrupa'dan gelen destekle yeni katkılar bulmuştur. Bu çabalar, Kürt halkına yönelik olduğu kadar ülkemiz farklılıklarına da bir göz dağıdır.
Baskıların tırmanacağını gösteren işaretler daha güçlüce belirmiştir. Yakın zamanda daha da kapsamlı saldırılara tanık olacağız. Avrupa sahasındaki bu saldırılara, bölgemiz Ortadoğu'da da devam edileceği tehlikesi belirmektedir. Bu da ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi hareketlerine karşı oluşan uluslararası komploya önemli bir işarettir.
Komplo ve yıldırma politikaları, özgürlük ve demokrasi mücadelesini, bunu tüm zorluk ve özverilere rağmen kararlıca sürdürenlerin iradesini, yer yüzündeki hiç bir güç kıramayacaktır. Kürt halk gerçeği ve bu halkın kararlı siyasal iradesi bu saldırılardan da başı dik çıkacaktır.
Örgütümüz, PKK'ya ve dolayısıyla Kürt halkına yönelen baskılara karşı protestosunu ilan eder. Bir kez daha Kürt halkıyla omuz omuza olduğumuzu bildiririz.
9 Mart 2010 Salı
ÇAĞIN DEVRİMCİ GÖREVLERİ
Mihrac Ural
6 Mart 2010
Ahmet Otçu adlı okurumuzun
"ÇAĞIN DEVRİMCİLİĞİ"
Başlıklı makalem üzerine yaptığı yorum üzerine
cevabi yazımdır.
Değerli Ahmet Otçu,
Yaptığınız yorum için birkez daha teşekkür ederim (yorum altta).
Önceki yazılarımda yer alan temel parametrelerimi tekrar etmemek için, bir daha üzerinde durmayacağım. Ancak bunlara da açıklık getirecek farklı noktalar üzerinde yurumunuzu yanıtlayacağım.
Dikkatli bir okuyucu olmanız diyalogumuz için de olumlu. Yorumunuzun en önemli cümlesi şudur.
"...sormak isterim.
Yazınızda,"bu görev devrimcilere aittir" diyerek böylelikle devrimcileri kapitalist sistem içersindeki sınıflardan soyutlayarak, dış bir tarihsel güç olarak göstermiş olmuyor musunuz?
Demek istediğim,elbette sizin de değindiğiniz gibi,feodalizmi yıkan burjuvazidir,ki o,sistem içersinde ezilen serfleri tarafına çekmiş ve böylelikle devrimi gerçekleştirmiştir.
Fakat,bu durum kapitalist sistemi yıkacak olan devrimcilerin,sistem içersinde bulunmayan ayrı bir "dış sınıf" şeklinde anlamlandırılmasına sebebiyet verir mi?
Yani bu anlayışınız dolayısıyla,devrimciler bir "ilerici ayrı bir sınıf" şeklinde algılanmıyor mu?
Oysa,devrimciler de bir ya da birkaç sınıfa aittir;proleter olabilir,küçük burjuva olabilir(ki ben de,kendimi bu sınıfa ait görmekteyim), köylü olabilir ve bunun gibi.." (Ahmet Otçu, ikinci yorumu) Demişsiniz
Birincisi; "Bu görev devrimcilere aittir" cümlemden, devrimcileri sistem dışında, "dış bir tarihsel güç" olarak ela aldığım kaygısı taşımışsınız.
Hemen belirteyim, böyle bir duruşum yok, olamaz da. Buna rağmen belirlemenin ikili yanı olduğunu dile getireceğim. a). Bu gün topluma eğemen olan kapitalisit sistemdir ve her şey bu sistemin içinda şekillenmektedir. Onu yıkacak güçler de gelecek toplumsal sistemin nüveleri de onun şemsiyesi, kanatları altındadır. Bu anlamda hareket alanımız, eski sistemin içinde olacağı açıktır. O zeminin üzerinde, içinde, çevresinde bir bütün olarak sürecek bir mücadele gündeme gelecektir. Doğal olarak "içte olma"nın avantaj ve dezavantajlarıyla birlikte müttefiklerimizi ve karşıtlarımızı burada bulacağız. b). Devrimci güçler aynı zamanda sistemin dışındadır. Eski sistemin ilişkilerinden nitelikçe farklı, yeni sistemin unsurları olarak, kapitalizmin kanatları altında da olsa aldıkları konum itibariyle, neslen yapıları gereği oluşun nitelik farklılıklarıyla sistem dışıdır. Böyle olmazsa, sistemi aşma iddiaları olmaz. Devrimci olan da bu güçlerdir. Gerçek anlamda devrimden yana olan, nesnel yapısı devrim için öznel eğilim yaratabilen bu güçlerin tümü, birey olarak eski ya da yeni sistemin temel unsurlarından birine mensup olsa da aydınlar, siyasal kadro ve etkinlikleri devrimci güçleri temsil ederler.
Bu güçleri, bilgi çağının, bilimsel ve teknik devrimin, küresel üretim ilişkisini temsil eden tüm üretici güçler olarak tanımlamak mümkün. Bunları, bu günden yarına belli bir kalıp içinde, şu ya da bu sınıf olarak tanımlamak güç olsa da genel gidişin verileriyle, bir geneleme içinde tanımlamak yeterli sayılabilir. Bu güçlerin aydınları ise bu alanla ilgili olan ve inanılmaz bir hızla yetişmekte olan genç kuşağın içinden, artan oranda çıkacaktır. Bilgi çağının araçlarıyla beslenen yeni kuşaklar bunun göstergesidir.
Gözlenebilir bir örnekle anlatayım. İnternet yayıncılığı ele alalım. Gazete, blog, site, facebook, Tiwiter gibi etkinlikleriyle artık kapitalist yayın üretimciliği değildir. Bu yayıncılık burjuvazinin kanatları altında da olsa, nitelikçe farklı bir üretim ilişkisini temsil ediyor. Gelecek toplumun yayın sisteminde bir nüve olan bu tür yayıncılık, bir kaç kuşak sonraki gelişimiyle, dev binalar, yüksek maliyetler, kalabalık iş-gücü, taşıma araçları filoları akıl almaz ebatlardaki baskı makina ve kağıt bobinleriyle, doğayı da tahrip eden gereksinimleriyle üretim yapan kapitalist tarzdan nitelikçe farklıdır; sanaldır, maliyeti çok düşüktür, bilgi iletişim ağları sayesinde tüm insanlığın katkısını alabilecek mülkiyet ve üretim tarzıyla kapitalize ilişkiyi tarihin gerisinde bırakmıştır. Geri dönüşü olmayan, gelişen, daha yararlı olan, insanı ve doğayı gözeten, en küçük bilgi kırıntısını küresel ölçekte istihdam edebilen bu tarz artık kapitalist bir üretim tarzı değildir, yeni uygarlığın belirtisidir.
Bir düğmeyi tıklamakla, dünyanın dört bir köşesine, tek tek herkesin masa üstüne, üretilen yayını koyabilme yetisi, yeni üretim tarzının karekteridir. Kapitalist üretim tarzında, aynı sonucu elde edebilmek için, akıl almaz maliyetler, dağıtım şebekeleri, taşıma araçları filosu, kabarık iş-gücü, kurumlar, yöneticiler, memurlar ve bunlara ek, alıcının bu ürünü elde edebilmek için katlanacağı zorlukları eklediğimizde, iki sistem arasındaki nitelik fark tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar.
Denilebilirki, bu üretim araçları, uluslararası tekkellerin merkezinde üretilmiyor mu? Onlar bu tür üretim araçlarını bu anlamda da olsa kuşatmış ve kıskaca almış değiller mi? Siyasal iktidarları, mali kaynaklarıyla, toplumsal, kültürel etkinlikleriyle herşeyin son tahlildeki belirleyicileri onlar değil mi? Evet bu doğrudur, ancak bu gelişmelerin yarattığı üretim tarzının kapitalizmden farklı olduğu gerçeğini dışlamıyor. Eski sistemin (kapitalizm) kanatları altında da olsa, yeni üretim ilişkileri olarak kendi varlıklarını, etkinliklerini, artan oranda eğemen olma hızlarını, gelceği temsil etme ve eskiyi tasfiye etme süreçlerini göstermektedirler; bu dengede tarihle uyumlu olarak gelişen ve egemen olacak olanla eskiyi, gerileyeni görmek zor değildir. bizde buna işaret ediyoruz.
Tarihsel dönüşümün bu verilerinde yer alan insanların oluşturduğu topluluk, her ne ad alırsa alsın, nesnel yapısı itibariyle devrimci bir güçtür. Tarihsel dönüşümün dayanaklarından biridir. Bu örneği, üretim yapan tüm alanlara uyarladığımızda, tabloyu daha net görmemiz zor olmayacaktır. Bu gelişmelerin genel ve kapsayıcı olabilmesi için özgürlük ve demokrasinin na ölçüde gerekli olduğunu çıkarmak güç değildir.
Bu nedenle demokrasi ve özgürlük talebini burjuva liberal bir talep olarak algılamak hataların en büyüğüdür. Kimi aklı evvel "sosyalistler", demokrasi burjuvazinin işidir, daha çok demokrasi daha çok kapitilist süreç demektir diye kestirip atıyorlar. Bu, kesinlikle bir yanılgıdır. Kapitalizmin burjuva önderliğinde, feodalizme karşı mücadelesinde elbetteki demokrasiye ve devrimci duruşa ihtiyacı vardı, feodal sistem üretici güçlerin gelişimi önünde nesnel bir engeldi. Şimdi de kapitalizmin konumu budur. Burjuvazinin demokrasiden yana olma süreci artık tarihi olarak kapanmıştır. Emperyalizm çağıyla birlikte bu eğilimler sona ermiştir. Bu günün sınıf mücadelesi artık sistemin revize edilmesiyle ilgilidir, reformdur, daha rasyonel çalışması için, sistemin temel sınıf dengelerine bağlı olarak yeniden düzenlenişindir. Bu, ihmal edilmemesi gereken bir mücadele olsa da ne geleceği kurmak için yeterli bir özgürlükçü demokrasi üretebilir ne de tarihsel ilerleme için yeterlidir.
"Çağımızın Devrimciliği" başlıklı makalemde de dile getirdim. Algımdaki devrim için ve dolaysıyla devrimci görevler için hayati önemi olan referans, demokrasi ve özgürlüktür; bu unsurlar derinlemesine ve genişlemesine ne kadar kökleşirse, yeni sistem için daha sağlıklı bir süreç birikmeye başlamış demektir. Bir enerji biriktirme olayıdır. Yadsınmanın yadsınması kuralı gereği de bu enerjinin birikimi gereklidir; hem içte, hem de dışta olma esprisi budur.
Dikkat ederseniz yazımın spotlarında ve sonuç bölümünde kimi riskli ve yanlış anlaşılmaya açık algıları, ortadan kaldırmak için, ısrarla şunu belirtim: " Sınıf mücadelesi devrimci değil reformist bir mücadele olsa da işçilerin, emekçilerin yanında olmadan, onların hak kazanım davalarının önünde yürünmeden, özgürlük ve demokrasi alanlarını genişletme mücadelesi vermeden devrimci olunmaz ." (Çağımızın devrimciliği)
Siz de farketmişsiniz zaten, gerçek anlamda devrimle ilgili algım, geri dönüşü olmayan tarihsel bir devrimdir algısıdır. Marks'ın "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı" kitabının ön sözünde dile getirdiği ünlü cümledeki devrim algısı bunu izah eder. " Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar"
"İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar." ( Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz)
Bu belirleme gerçek anlamda metaryalist bir tarih algısını içeriyor. Toplumsal ilişkinin diyalektiği de budur. Bence yanlış olan, 19. ve 20 YY Markssist siyasi önermelerin, o kesitlerde yükselen sınıf çatışmasının baskısı altında, ekstrem bir boyut almasıdır. Bu hepimiz için geçerliydi. Doğu Avrupa devrimlerinin gerisin geriye dönüşünü, Sovyetlerin çözülüşünü, başka bir şeyle izah etmek mümkün değlidir; kapitalizm madalyonunun diğer yüzü olan toplumlar aslına döndüler. Bir gece ansızın siyasal bir kararla ilan edilen toplumsal mülkiyet ("sosyalizim"), bir başka gece ansızın, yine siyasal bir kararnameyle gerisin geriye (kapitalizme) döner. Bu sosyalizim değildir, sosyalizim bu ise, bu yeni bir üretim ilişkisi ya da yeni bir uygarlık değildir.
Eski toplumun bağrında, yeni toplumsal ilişkilerin gelişmesi, yeterli ölçekte olgunlaşmadan, eskinin tasfiyesi mümkün değlidir. Şimdi bu noktada söz konusu olan bir süreç bulunmaktadır. Marks bunu nerden çıkarıyor. Tabi ki, feodal sistemin bağrında kapitalist ilişkilerin gelmişmesiyle ilgili süreçlerden çıkarıyor. Marks'ın iddialarını tez haline getiren de budur. Zira böylesi tezler, tarihin tüm toplumsal süreçlerini izah edebilme kabiliyeti içinde olmak durumundalar, soyutlamaları bunu uygun değilse tez olma şansını kaybederler. Kuru bir iddia olurlar. Bu teze dayanarak, bir gece ansızın bir siyasal kararnameyle sosyalizm kuruluşunu izah etmek ise imkansızdır.
Devrimcilik, aşırı olmak, heyecanlı olmak, ekstrem olmak değildir, diye sözlerime devam edeceğim. Bu duyarlılıklar devrimcilerde olması gerenek diriliktir. Geçmişimizde bunun en iyi şekilde taşıdık. Bundan kaynaklanan görevlerimizi de yerine getirmekte bir an tereddüt etmedik. O günün verileriyle, algılarımızın doğruları arkasında durarak yürüdük. Her bedeli ödedik. Hala da ödüyoruz. Sorun bu değil. Sorun, tarih içinde, toplumsal evrimin birikim süreçlerinde, yerimizi doğru belirleyebilmektir. Bu sürecin neresindeyiz? dediğimiz zaman, devrimciliğimizin gerçekliği de belirginleşmiş olacaktır. Tarihsel süreçte, eskiyen sistemi ve ona ait tüm etkinlikleri, sınıfları ve bileşenleri belirleyerek, bunlarala ilgili belirgin duruşlar sergilemek ve tarih yönünde gelişen, ileriyi temsil eden ve dolasıyla devrimci olanın safında yerimizi almak. Ben de bunları dile getiriyorum.
İkincisi; Devrimciliği tek başına bir altyapı olayı olarak algılama hatası. Bu konuda bilinmesi gereken ilk şey, kendiliğindenci (determinist) hiç bir gelişme, yarattığı öznenin, düzenlemesi olmadan evrimini tamamlayamaz, bir ayağı sakat kalır. Determinizme dayalı devrimcilik, eksik devrimciliktir, insan eylemiyle değil, doğal süreçlerle ilgilidir. İnsan kaba ve doğal süreçlerin ürünü olan devrimciliği de eğiten bir varlıktır. Bu nedenle de insan toplumsal bir varlıktır.
Devrimcilik öznel bir çabada anlam bulur ve tamamlanır. Nesnel gelişmeler irade dışı olsa da aynı anda kendilerine ait iradeleri de geliştirir ve olgunlaştırır. Bu anlamda öznel tutum, boşluk olmadan gelip kendini ortaya koyar. Tarihte insanın rolü de bu noktada anlam kazanır. İnsan, tarihi verili nesnel koşullar üzerinde böylece yapılandırır. Alt yapıda ortaya çıkan gelişmelerin, aynı zamanda üst yapıdaki karşılıkları ve bunun için verilen emekler, bilgi dönüşümleri, bütünün birer parçası olarak yerlerini alır. Bir bekleme, kendi kendine olgunlaşıp sonuçlanma olayı ya da bunu izleme fiili değil, sürecin gelişme yönünü bilerek onu kültürleştirme, toplumsal bir prosüdüre oturtma, yön verme, eksik ve fazlalıklarıyla ilgili biçimlendirme çabası, devrimci çabanın da kendisidir; bunun kapsamı, insanı ve doğayı ilgilendiren her alandır. Bu yanıyla da eski toplum kapitalizme karşı her alanda, yeni uygarlığın altarnatif nüvelerini oturtumak gerek Bu da ancak siyasal özgürlük ve demokrasinin ikamesinde anlam bulur. Bu mücadele bu yanıyla çağın en gerçekçi devrimci mücadelesedir.
Bu durumda çağımızın devrimcileri olarak bizler de eski toplumun içinde olacağız ve eskinin ortamı içinde gelişerek onu yadsıyacağız. Bunun için birey olarak burjuvalar dahil (Senyörlerin topraklarını satarak, feodal sınıf mensubiyetlerini atıp burjuvalaşma olaylarında olduğu gibi), küçük burjuvalar, işçi sınıfı, tarım işçileri , köyleler, aydınlar, gençler ve bil cümle, toplumun tüm dinamik kesimlerini safımıza çekerek mücadele vereceğiz.
Bu açıdan sınıf mücadelesi yanı sıra, gelişen kadın özgürlük hareketleri, doğa koruma, çocukların korunması, inanç özgürlükleri, etnik özgürlükler gibi onlarca çeşit toplumsal hareket bu sürece katkı yapacaktır; önemli olan, bunu devrimci bir iradeyle yönlendirmek değerlendirmektir. Ama bu ne işçi sınıfı iktidarı için ne de küçük burjuva ya da eski sisteme ait bir sınıfın iktidarı için değil, gelecek toplumun, gelip sancısızca kendi ilişkisini oturtmak için vereceğiz. Gelecek kuşakların çıkarı da tam buradadır.
Bu çabanın ana teması nedir. Onu açıklamaya çalıştım.
Kapitalizmi aşacak olan yeni toplum bilgi çağının bilimsel ve teknik devremler çağının ortaya koyduğu gelişmelerin sonucu olacaktır, dedim. Böylesi bir sonuca varmak için özgürlüklerin, demokrasinin derinlemesine ve genişlemesine açılımı gerek. Bunun için, bu çağın devrimcilerinin, gelecek ileri toplumu kurma yönünde daha çok özgürlük ve demokrasi için mücadele etmeleri gerek. Bu mücadele sonuna kadar götürülebildikçe, yeni toplumun kurucusu olan veriler, daha çok ortaya çıkacaktır.
Bu noktada devrimciler kimdir sorusu gelir dayanır. Bunlar gelecek toplumun bir sınıfı, bir kastı bir etkinliği mi? Bunların üretimdeki yerleri nedir? gibi bir dizi soru gelir dayanır. Çok haklı sorular.
Ben hemen belirteyim. Gelecek toplum tüm özelikleriyle, belirgin ağırlığıyla, henüz yerleşmedikçe bu kadar ayrıntılı tanımlamalar yapmak, hiç bir işe yaramaz. Başkasını eleştirdiğimiz, hayalciliğe düşmek olur. Ancak söyleyecek lerimizde az değlidir.
Üçüncüsü; söyleyeceklerimiz, elimizdeki veriler ölçüsünde olacaktır. Tarihin gidişi evrensel ölçekte küresel üretim tarzına doğrudur. Bunu belirleyebiliyoruz. Bu, tekelci kapitalistlerin kanatları altında olsa da artık kapitalize ilişki değildir. Küresel üretim kapitalist üretim tarzından ayıran etmenler pek çoktur. Bilgi üretim sürecine girimiştir. Bu da sanal üretim ve tüketim süreçlerinin olgunlaşmasını getirmiştir. Artık en karmaşık komplekslerden, sıradan bir eşyaya kadar, sanal olarak üretilip denemeden (tüketilmeden) piyasaya inme durumunda değildir. Bu gelişme üretilen malın kullanım değerinden daha çok değişim değerini öne çıkarmaktadır. Bu eğirlme, kapitalizimdeki boyutundan nitelikçe farklı bir boyuta gitmektedir; artık ne ulus ne ülke ne de belli bir bölge merkezli üretem tarzları geçirli değlidir. Düz bir sahada, herkesin eşit şekilde katılımını sağlayabilecek, yer küremizin her bir köşesinden bilgi katılımıyla gerçekleşebilecek bir sanal üretim ilişkisi olanağını yaratılmıştır. Bu, kapitalizmde yoktur. Sanal üretim-tüketim süreci, tekelcilik, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin verdiği ve sonuçta üretici güçlerin gelişimini engelleyen, çıkarına göre işlevlendiren üretim tarzından bir kopuştur. Dünyanın her köşesinde mübadele edelebilir yeterlilikleri olmayan bir üretim, artık kendine yer bulamaz bir aşamaya gelinmiştir.
Kapitalist üretim bildiğimiz hammade + üretim araçları+ iş gücü>> meta formülü ile tanımlanabilir. Küresel üretim ise, bir fabrika üretimi gibi değlidir; bu üretim tarzı dünyanın her köşesinden, burjuvazinin üretim aracı üzerinde mülk sahibi olmadan, internet ağlarıyla heresin ortak bir porjeye bilgisini aktararak yapılan sanal üretimle tanımlanabilir.
Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, sabrınıza sığınarak, "TEKNOLOJİ ve 'ÜRETİM TARZINDA DEVRİM' başlıklı makalemden uzun bir alıntı aktarcağım.
"Bu konuda yoruma gerek bırakmayacak bir açıklamayı Marks şu cümlelerle veriyor; ” Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)
Marks bu cümlesinin ardından bu iki olgunun (emek-gücü ve emek araçları) öyle bıçak kesiği gibi birbirinden ayrılmayacağı üretim ortamı sürecinde her ikisinin de bir arada istihdam edildiği bir geçiş süreci olduğunu da hatırlatmayı unutmuyor.
4. dipnotta ise Marks’ın cümleleri, tartışmalarımıza önemli bir gönderme sayılabilir; “
“Teknoloji, insanın doğayı ele alış biçimini, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimlerini ve bu ilişkilerden doğan kavramları ve düşünce biçimlerini ortaya koyuyor. Bu maddi temeli hesaba katmayan din tarihleri bile, eleştirici bir tarih sayılamaz. Dinin imgesel yaratıklarının bu dünyadaki özlerini inceleyerek bulmak, aslında, tersinden giderek yaşamın gerçek ilişkilerinden yola çıkarak, bu ilişkilerin kutsallaştırılmış şekillerini bulmaktan çok daha kolaydır. Bu sonuncu yöntem, biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntemdir.” (Age. S.386, 4. dipnot)
Birkaç tartışmadır alıntılara başvurmadan aktarmaya çalıştığım budur. Ancak okuduklarını kutsal metin sayanların alıntısız huşu olmayacakları için bu ayetleri aktarmayı gerekli gördüm.
Tartıştığımız konuyu tarih bağlamlarıyla soyutlamak için Marksın “18. yüzyılda sanayi devrimini başlatan” diye yorumladığı bu teknolojik dönüşüm kesitinde alet ile makine farkı üzerini söylediği şu cümleleri aktaralım: “ Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)
Sayın hikmet Acun, Marks’tan yaptığımız şu birkaç alıntıyı 21. yüzyılın ortaya koyduğu bilim ve teknoloji verileriyle, bilgi ve iletişim unsurlarıyla bir kez daha okur musunuz.? Biz yeni uygarlığı bu yöntemle belirlemeye çalışıyoruz. Bu tarihi gelişmelerin önünün tıkayan kapitalist sistemin ve burjuvazinin de bu nedenle demokrasi karşıtı olduğunu belirliyoruz. Demokrasiyi savunmamız, tam bu noktada burjuvazinin çağımızdaki gericiliğinden çıkıyor bir devrimci duruş olarak beliriyor. Somut konuşmakta tas tamam budur. Yaptığımız, sistemin bir parçası olan ve en az siz gibi sistem içinde reformdan başka bir sonuca ulaşmayacak marjinal önermeler yapan liberalliğe de karşı bir duruştur. Çağın gerçekçi devrimciliği budur; demokrasi mücadelesini temel almayan bir devrimcilik bu çağa ait değildir.
Bizim yaptığımız Marks’ın “biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntem”ini, 21. yüz yılın verileriyle mantıki sonuçlarına götürme çabasıdır.
Engels bu konuyu şöyle özetliyor. “Bilimin her yeni yönü, bu bilimin teknik terimlerinde bir devrimi içerir” (Age. İngilizce baskıya önsöz, Frederik Engels) Buna açık olmayan kendini ne devrimci nede ilerici saysın. Hele hele Marksist hiç saymasın.
Üretici Güçlerin Dönüşümü
Teşbihte hata olmaz derler.
Önce, Marks’ın kapitalin ilk cildinin ilk cümlesini okuyun, “ kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir. Bunun birimi metadır. Araştırmalarımız bu nedenle, metanın tahliliyle başlaması gerek “ (Age. s:49)
Teşbih ediyorum, küresel üretim tarzının, yani yeni ve gelecek uygarlığın zenginliğini “muazzam bir bilgi birikimi” olarak kendini gösterebilir. Bunun birimi transistorla başlayan bilgisayar teknolojisinin sanal bilgi birimidir. Araştırmalarımız bu nedenle sanal bilgi tahlilleriyle başlaması gerekir.
Bir başka teşbih,
Üretim tarzında devrim, büyük sanayide emek araçları ile küresel üretimde elektronik bilgi ağlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, elektronik bilgi ağlarının, emek araçları olmaktan çıkıp, sanal üretim unsurlarına nasıl dönüştüğü ve aralarındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” (Karl Marks, Kapital cilt I. İkinci baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları. Alıntısından teşbih yoluyla oluşturulmuş cümle )"
Bunu bir formülle karikatürize etmek istersek, şu önerilebilir: Evrensel ölçekte bilgi unsuru + elektronik bilgi ağları + sanal üretim ve sanal tüketim. Bundan sonrası ise nerede nasıl yapılacaksa somut olarak bir üretim devreye girecektir. Bu, dev feodal topraklar yerine küçük bir toprak parçasında makinalı kapitalist üretim yapmak gibidir; küresel üretimde ise makinalı üretimin hantallığı yerine, bilgi ve bilgisayarlarla daha da küçük bir alanda, daha büyük üretim etkinliği sağlamaktır.
Bu parametreler üzerinden söyleyebileceğim şey, daha çok özgürlük ve demokrasi yeni üretim sisteminin hızla gelişmesini ve hakim olmasını sağlayacaktır. Devrimciliğimizde buradadır. Devrimcilik bu anlamda, bir sınıfı belirlemekten çok, işlevsel süreci ve bu süreçte yer alışı belirlemek olarak algılanamaladır. Bu yüzden gelecek toplumun kuruluş mücadelesinde yerini belirleyen devrimcileri, eski toplumun sınıflarından birine mensup olarak tanımlamak hiç doğru olmaz. Yeni belirdikçe, açık ve net olarak gelecek toplumun sınıfı, kast ya da etkinliklerindeki yerimiz de belirlenmiş olacaktır.
Bana, ısrarla gelecek toplumun sınıflarını belirleyin derseniz, bunun bu gün tespit etmenin mümkün olmadığını söyleyeceğim. Onlar kendi tanımlamalarını, kendileri yapacaktır. Kapitalizm 10. yy dan beri evrimleşmiş, 1848 sanayi devrimiyle de oturmuş bir sistem. Bu sürecin son kesitlerinde bu tür isimlendirmeler sistemi tanımlamak üzere kulanılmıştır. 15.yy size bu soruyu sorsalar, vereceğiniz bir cevap olamazdı, sınıfların kim olduğunu söyleme durumunda olamazdınız. Buna rağmen o çağda, gelişmenin yönünü, artan keşif ve icatlarla, feodalizimden farklı ve yeni bir üretim ilişkisine gidildiğini söylemekte zorlanmayabilirdiniz. Bu nedenle, Marksın ünlü sözünü yukarıya aktardım. O alıntının en önemli cümlelerinden biri de şudur. "insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar." ( Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz)
Elimizdeki verilerle önümüze çıkan sorunların çözümü için yapabileceğimiz en kapsamlı önermeleri yapmak, büyük önem taşıyor. O da, demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesidir. Devrimcilik tas tamam bu noktadadır. Bunun için mümkün olan en geniş güç topluluğuyla hareket etmemiz yanlış değildir. Ancak bu, eski sistemin temel sınıf ve unsurlarının öncülüğünde olmayacaktır.
Dördüncüsü; Burjuvazi doğası gereği feodalizmden kurtulduktan sonraki sürecinde, üretici güçleri geliştermenin önünde önemli engeller oluşturmuştur. Daha büyük karların getirisine kanaat getirmediği yerde, bir yenilenmeye gitmemiştir. Ancak insan kollektif aklının bilgi çağını, bilimsel ve teknik devrimler çağını açmasıyla, burjuvazi de bu alanı denetlemek üzere kimi girişimler içinde olmuştur. Gelişmeyi kontrolu altına almak istemiştir.
Bu gün ise, kapitalizmin bağrında doğan gelişmeler hızla yaygınlaşmaktadır. Bu gelişmeler sistemin doğasıyla uyumlu değildir. Bilgi çağının yarattığı sonuçlar, birer üretici güç gelişmi olarak üretim ilişkileriyle çatışma halindedir. Emperyalizm çağında burjuvazi, gelişmelerin, sistimine yönelik yıkıcı etkisini frenlemek için, büyük direnmeler yapmaktadır. Savaşlar, nüfus alanları, baskılar, ekonomik bağımlılıklar, soğuk savaş süreçleri bunun birer ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar, sistemin öz savunma refleksi olarak belirmiştir ve doğaldır. Ancak bu doğallık, tarihin toplumsal ilerlemesine karşıttır.
Burjuvazi, gelişmelere karşı direnişinde yanlız kalmamak için, sistemin doğasında yer alan ve onun kopmaz bir parçası olan tüm güçleri yanın çekmek ister. Bu nedenle, işçileri, sınıf olarak (bu nokta çok önemli, işçilerin birey olarak duruşlarıyla, işçilerin sınıfı olarak duruşu çok farklı kıstaslara sahiptir) yanına çekme çabası verir. İşçi sınıfı, fabrikanın bir parçası olarak, iş-gücünü satan bireylerin bütünü olarak, kendi sistemini (kapitalizmi) bir noktadan sonra, koruma refleksi göstermesi doğaldır. I. Dünya savaşında Sosyal-demokrat partilerin savaşta gösterdiği sosyal–şöven tutumları bu açıdan ele almak gerek. Olay bir yanlış politika olayı değil, sınıfın sistemle olan doğal bağının, kaçınılmaz duruşu olarak gündeme gelmektedir.
Dünün batı Avrupa'sında, yani gelişmiş kapitalist ülkelerde olanların önemli bir kısmını bizim gibi ülkelerin işçi sınıfının yüz yüze kalacağı olayalar olarak algılamak yanlış değidir. Bunu iki açıdan görmek zor olmaz.
Birincisi, ekonomik kirzlerde işçi sınıfının, fabrikaların çalışma sürekliliğini sağlamak için ücretlerinin inmesine de razı olmasıdır. Bu noktada, Leninist politikalarda, ekonomik kirzlerden yararlanma siyaseti, bir yere kadar yararlı sonuçlar üretmişse de kalıcı olmadığı yeterince görülmüştür.
İkincisi, bir dış sorunda işçi sınıfının "ulusal çıkarlar" diye kendi burjuvazisinin şemsiyesi altında politik tutumlar geliştirmesidir. Ben bunu da işçi sınıfının kapitalist sistemin bir parçası olma konumuna bağlıyorum ve bunun hesabını yapmayan devrimciliği, işçi sınıfının duruşunu kavramakta yetersiz görüyorum.
Önceki yazılarımda, PTT ilitişimi ile İnternet iliştişimi arasındaki farkı işlemiştim. Dev ve hantal bir yapı olan PTT'nin nasıl da bir anda, itnernet iletişiminin bir tek tuşa basarak gerçekleştirdiği başarı karşısında, tarihin gerisine itildiğinden söz etmiştim. Bu adımı evrensel ölçekte, her işletme ve eski sistemin kurumlarına ilişkin ele alalım. Karşımıza ne çıkar ve bunun karşısında ilk direnecek olanar kimlerdir, diye sorumuzu soracak olursak gerçeği daha iyi kavrama şansını yakalayabiliriz ( tabi ki, bu değişim bıçak kesiği gibi olmayacağı için, direnmeyİde bir sokak gösterisi olarak göremeyeceğiz, evrimin uzun soluklu algısında bu direnişi görmek ise güç değlidir. Teorik bir anlatımda, konu işlenirken "direnme" kendi mantık tutarlılığı içinde yerini bulur) .
Bana göre, yeni sistemin gelişim evrimi sürecinde, burjuvazi ve işçi sınıfı bir biçimde omuz omuza verecek, gelişmeye karşı direnecektir. Ancak bu direniş zamana yayılmış olduğu için bizler ya da gelecek kuşaklar buna keskin köşeleriyle tanıklık yapmaya bilir. Böylesi gelişmeler, ciddi ve uzun bir evrim sürecinin ürünü olur.
Sonuç olarak şunu belirlemek gerek.
Gelecek toplum, eski toplumun hiç bir sınıfına dayanmayacaktır. Bu sınıflarla yürüyeceği bir mesafe olsa da. Eski topluma ait sınıflar er ya da geç, yeni sisteme karşı birlikte direnecekler. Bu direnişin sıcak bir savaş şeklinde belirmesi görekmiyor. Evrim sürecini tıkama, öteleme anlamında bir direnişi olarak da dayatılabilir. Feodalizmin evrimci tarzda aşılması sürecinde olduğu gibi; Fransız tipi ile Prusya tipi arasındaki fark gibi.
Bu süreci hızlandırmak devrimcilerin sorunudur. Bu sürece yön vermek, kurum ve kuruluşlarını oluşturup öznel müdahelelerle aktivitesini güçlendirmek devrimcilerin işidir. Gelecek toplumsal dokunun bu günden belliren nüvelerinin özgün örgütlenmelerini yaratmak ve bunlarla iktidara yönelik mücadeleleri yükseltmek devrimcilerin işidir. Uzun zamana yayılacak evrim sürecini kısaltmak da bu güçlerin çabasına, bilinçli duruşlarına gereksinim var.
Yeni toplum bu çabaların bütünü daha büyük bir hızla ikame edecektir. Bu da devrimci görevlerimizin özgürlük ve demokrasi yönündeki başarı grafiğine bağlıdır.
*****************************************
Ahmet Otçu (ikinci yorumu)
Öncelikle yazınız için teşekkürler.
Devrimciliğin;kapitalist sistem içersinde yürütülen hak arayışlarıyla,ücret artışı istemiyle,iş saatlerinin azaltılması vs. taleplerle sınırlanmadığı,esas meselenin emperyalizme sebebiyet veren,kapitalizmin kökten yıkılışıyla çözümleneceği noktasında hemfikiriz.
Yazınızda;proletaryanın,kapitalist sistem bünyesinde burjuvaziyle birlikte varolduğuna ve dolayısıyla sınıf mücadelelerinin en fazla olarak sistemi daha özgürleştireceğine fakat devrimci bir yıkım noktasında yetersiz kalacağına değiniyorsunuz.
Böylelikle,sınıf mücadelelerini reformizme indirgemektesiniz....
Tarihsel kanıt olarak;feodalizmi ezilen serflerin değil,feodalizmin bağrında güçlenen burjuvazinin yıktığını öne sürüyor,dolayısıyla kapitalist sistemi yıkacak olanın da proletarya olamayacağına değiniyorsunuz.
Ve yazınızda;reel sosyalizmin büyük bir propagandaya rağmen çöküşünü,"nesnel olarak taşınmayacak görev ve sorumlulukları, tarihi koşulları yeterince olgunlaşmamış dönüşümleri, ilgisi olmadığı yeni bir toplumu, yeni üretim tarzını, yeni bir uygarlık kurma yükümlülüğünü"n proletaryanın sırtına yüklenmesi sebebine dayandırmaktasınız.
Ayrıca,
"Reformist mücadelenin sınırları sistemin içindedir. Devrimcilik ise tarihle uyumlu olma yönünde, kapitalist sistemin yıkılışı, tasfiyesi, aşılması mücadelesidir. Tarihini doldurmuş olan bir sistem olarak kapitalizim ve dolasıyla ona ait hiç bir sınıf ve etkinlik, geri dönüşü olmayan bir tarihsel devrimin ürünü olan yeni üretim tarzını, yeni toplumusal örgütlenişi kurma durumunda olamaz. Bu görev, kapitalizmin hiç bir temel sınıfına ait olamaz, bu görev devrimcilere aittir; nesnesi, eski toplumdan farklı nitelikte olan özneye aittir." demektesiniz.
Elbette,yaşım itibariyle öğreneceğim fazlasıyla şey vardır.
Fakat sormak isterim.
Yazınızda,"bu görev devrimcilere aittir" diyerek böylelikle devrimcileri kapitalist sistem içersindeki sınıflardan soyutlayarak,dış bir tarihsel güç olarak göstermiş olmuyor musunuz?
Demek istediğim,elbette sizin de değindiğiniz gibi,feodalizmi yıkan burjuvazidir,ki o,sistem içersinde ezilen serfleri tarafına çekmiş ve böylelikle devrimi gerçekleştirmiştir.
Fakat,bu durum kapitalist sistemi yıkacak olan devrimcilerin,sistem içersinde bulunmayan ayrı bir "dış sınıf" şeklinde anlamlandırılmasına sebebiyet verir mi?
Yani bu anlayışınız dolayısıyla,devrimciler bir "ilerici ayrı bir sınıf" şeklinde algılanmıyor mu?
Oysa,devrimciler de bir yada birkaç sınıfa aittir;proleter olabilir,küçük burjuva olabilir(ki ben de,kendimi bu sınıfa ait görmekteyim),köylü olabilir ve bunun gibi..
Kapitalist sistem içersindeki sınıfsal mücadelelerin,reformist olduğu müddetçe sistemin süresini uzatacağı konusunda sanırım hemfikiriz.
Fakat,bana kalırsa bu mücadelelere devrimci bir açı kazandırılabilir;devrimcilerin,ayrı bir güç,sınıf(siz her ne kadar buna değinmeseniz de) olmaktan öte küçük burjuva,proleter,köylü şeklindeki aidiyetleri olsa da devrim gerçekleştirilebilir ve böylelikle tümden reformist gördüğünüz "sınıf mücadelesi" devrimci bir raya oturtulabilir.
Reel sosyalizmin çöküşünü;bir kesim,Stalin sonrası dönek revizyonist Krusçev kliğinin işbaşına gelmesine,bazıları Stalin'in kendisine dayandırabiliyor ve sanırım sizde oluşan algı,bu çöküşün,geleceğin toplum yaratıcısı rolünün proletaryaya yüklenmesi yanlışlığıdır.
Belirtmek isterim,emperyalizmin ve kapitalizmin yıkılması noktasında,sınıfsız toplum amacında aynı doğrultuda olsam da,marksist-leninist yöntemi savunmamakta gerekenin tüm ilericileri,sola yakın kesimleri,devrimcileri bütünleştirici yeni bir yol,yöntem olduğuna inanmaktayım.
Bana kalırsa reel sosyalist deneyimlerin çöküşüne ve revizyonuna sebebiyet veren,ne Stalin sonrası işbaşına gelen Krusçev yönetimidir ne de baskıcı,bürokrat olmakla itham edilen Stalin yönetimidir.
Bir ya da bir kaç ülkede değil çok sayıda ülkede rejimin çöküşü,temeli sorgulamama yol açmıştır.
Stalin,Sovyetlerde marksizm neyi gerektiriyorsa o yönde hareket etmiş bir marksisttir,onun bürokrasinin mimarı olduğuna işaret edenler ise yanılgıdadırlar.
Nitekim,Lenin bir yazısında,daha devrimin ilk yıllarında bürokrasinin varlığından rahatsızlık duymuş ve bunun devrimi yıkacağından söz etmiştir.
Bu cüretkardır,fakat değineceğim,
Bana göre,nasıl ki Anarşizm "devlet"i bugünden yarına oradan kaldırmak noktasında aceleciliğe kapılmış ise,Marksizm de "özel mülkiyet"in bugünden yarına ortadan kaldırılması girişiminde aceleci davranmıştır.
Kastettiğim reformizm değil,proleter devrim sonrası yönetimin,biz ve bizim gibi ülkeler açısından konuşursak,başta emperyalist yabancı sermayeyi bütünen devletleştirmesi fakat feodalleri ve burjuvaziyi bugünden yarına yok etmekten öte olarak,bu gerici sınıfları devlet kontrolünde sindirmesidir.
Bu,Stalin yönetimindeki SSCB'nin NEP politikasıyla "kulak"ları Troçkistlerin aksine olarak hemen yok etmeyip,sindirerek eritmesi ve darbeyi indirmesi gibidir.
Devrim sonrası ile evre yabancı sermaye devletleştirilecek,proleter devlet mekanizmasının sermayesi burjuva ve feodaller aleyhine güçlenecektir.
Belli bir servet miktarı saptanarak,bu miktar sonrası feodallerin(nispeten daha gerici sınıf olan foedallere daha ağır baskı kurulmak üzere) mal varlıkları üstünde hakimiyet kurulacak ve burjuvazi içinde bu sindirme politikası yürütülecektir.
Yaşamlarının tek kutsal amacı olarak sermayelerini önemseyen kitleler içersinde küçük işletmesi,toprağı,evleri vs. olanların mal varlığına ise dokunulmayacaktır.
Ayrıca,devrimin ilk evresinde büyük bir propagandaya girişilecek sınıf bilinci kitlelerin zihnine kazınacak,esasında kendi haklarını savunan devrimcilerin tarafına kazandırmak politikası güdülecektir.
Bu yolla,güçlenecek devrimci hükümet,ikinci aşamada oldukça zayıflamış feodal sınıfı,son evrede ise burjuvaziye tarih mezarlığına gönderebilir ve bu oldukça köklü-sağlam bir adım olabilir.
Özel mülkiyetin bugünden yarına tasfiyesine girişmek,ellerinde ufak sermayesi bulunan yurttaşları,devrimcilere karşı amansız bir kavga vermek hatasına yöneltebilir,ve bu da devrimci hükümetin,burjuvazi ve feodallerden öte kendisine daha ateşli şekilde yönelen kitlelere baskı kurması zorunluluğunu getirebilir.
Bu baskı;büyük bir iç savaşa,dolayısıyla devrimci partinin kurmaylarının yetkilerinin olağanüstüleşmesine ve pati-halk arasında uçurumun patlak vermesine sebebiyet verebilir.Bu da devrimci hükümetin baskısı altında kitlelerin seslerini o an çıkartamasalar da zaman içersinde kinlerinin alevlenmesine ve karşı devrime sebebiyet verebilir.
Ve dolayısıyla,bazılarının "yozlaşmış bürokrasi" olmakla özdeşleştirdiği devrimci yönetim,aceleci davranması sonucu çöküş yahut revizyonla yüzyüze gelebilir.
Bundan dolayı savunduğum,kabaca değindiğim ağır fakat köklü adımdır.
Böylelikle,normalde kendi haklarını savunduğumuz halde karşı devrimci saflarda yer alacak olanlar,tarafımıza kazandırılabilir ve bürokrasinin sebebi ortadan kaldırılabilir ve devrim köklüleşir.
Elbette öğreneceklerim çok sayıdadır ve bunlar şu an için düşündüklerimdir.
Saygılar..
6 Mart 2010
Ahmet Otçu adlı okurumuzun
"ÇAĞIN DEVRİMCİLİĞİ"
Başlıklı makalem üzerine yaptığı yorum üzerine
cevabi yazımdır.
Değerli Ahmet Otçu,
Yaptığınız yorum için birkez daha teşekkür ederim (yorum altta).
Önceki yazılarımda yer alan temel parametrelerimi tekrar etmemek için, bir daha üzerinde durmayacağım. Ancak bunlara da açıklık getirecek farklı noktalar üzerinde yurumunuzu yanıtlayacağım.
Dikkatli bir okuyucu olmanız diyalogumuz için de olumlu. Yorumunuzun en önemli cümlesi şudur.
"...sormak isterim.
Yazınızda,"bu görev devrimcilere aittir" diyerek böylelikle devrimcileri kapitalist sistem içersindeki sınıflardan soyutlayarak, dış bir tarihsel güç olarak göstermiş olmuyor musunuz?
Demek istediğim,elbette sizin de değindiğiniz gibi,feodalizmi yıkan burjuvazidir,ki o,sistem içersinde ezilen serfleri tarafına çekmiş ve böylelikle devrimi gerçekleştirmiştir.
Fakat,bu durum kapitalist sistemi yıkacak olan devrimcilerin,sistem içersinde bulunmayan ayrı bir "dış sınıf" şeklinde anlamlandırılmasına sebebiyet verir mi?
Yani bu anlayışınız dolayısıyla,devrimciler bir "ilerici ayrı bir sınıf" şeklinde algılanmıyor mu?
Oysa,devrimciler de bir ya da birkaç sınıfa aittir;proleter olabilir,küçük burjuva olabilir(ki ben de,kendimi bu sınıfa ait görmekteyim), köylü olabilir ve bunun gibi.." (Ahmet Otçu, ikinci yorumu) Demişsiniz
Birincisi; "Bu görev devrimcilere aittir" cümlemden, devrimcileri sistem dışında, "dış bir tarihsel güç" olarak ela aldığım kaygısı taşımışsınız.
Hemen belirteyim, böyle bir duruşum yok, olamaz da. Buna rağmen belirlemenin ikili yanı olduğunu dile getireceğim. a). Bu gün topluma eğemen olan kapitalisit sistemdir ve her şey bu sistemin içinda şekillenmektedir. Onu yıkacak güçler de gelecek toplumsal sistemin nüveleri de onun şemsiyesi, kanatları altındadır. Bu anlamda hareket alanımız, eski sistemin içinde olacağı açıktır. O zeminin üzerinde, içinde, çevresinde bir bütün olarak sürecek bir mücadele gündeme gelecektir. Doğal olarak "içte olma"nın avantaj ve dezavantajlarıyla birlikte müttefiklerimizi ve karşıtlarımızı burada bulacağız. b). Devrimci güçler aynı zamanda sistemin dışındadır. Eski sistemin ilişkilerinden nitelikçe farklı, yeni sistemin unsurları olarak, kapitalizmin kanatları altında da olsa aldıkları konum itibariyle, neslen yapıları gereği oluşun nitelik farklılıklarıyla sistem dışıdır. Böyle olmazsa, sistemi aşma iddiaları olmaz. Devrimci olan da bu güçlerdir. Gerçek anlamda devrimden yana olan, nesnel yapısı devrim için öznel eğilim yaratabilen bu güçlerin tümü, birey olarak eski ya da yeni sistemin temel unsurlarından birine mensup olsa da aydınlar, siyasal kadro ve etkinlikleri devrimci güçleri temsil ederler.
Bu güçleri, bilgi çağının, bilimsel ve teknik devrimin, küresel üretim ilişkisini temsil eden tüm üretici güçler olarak tanımlamak mümkün. Bunları, bu günden yarına belli bir kalıp içinde, şu ya da bu sınıf olarak tanımlamak güç olsa da genel gidişin verileriyle, bir geneleme içinde tanımlamak yeterli sayılabilir. Bu güçlerin aydınları ise bu alanla ilgili olan ve inanılmaz bir hızla yetişmekte olan genç kuşağın içinden, artan oranda çıkacaktır. Bilgi çağının araçlarıyla beslenen yeni kuşaklar bunun göstergesidir.
Gözlenebilir bir örnekle anlatayım. İnternet yayıncılığı ele alalım. Gazete, blog, site, facebook, Tiwiter gibi etkinlikleriyle artık kapitalist yayın üretimciliği değildir. Bu yayıncılık burjuvazinin kanatları altında da olsa, nitelikçe farklı bir üretim ilişkisini temsil ediyor. Gelecek toplumun yayın sisteminde bir nüve olan bu tür yayıncılık, bir kaç kuşak sonraki gelişimiyle, dev binalar, yüksek maliyetler, kalabalık iş-gücü, taşıma araçları filoları akıl almaz ebatlardaki baskı makina ve kağıt bobinleriyle, doğayı da tahrip eden gereksinimleriyle üretim yapan kapitalist tarzdan nitelikçe farklıdır; sanaldır, maliyeti çok düşüktür, bilgi iletişim ağları sayesinde tüm insanlığın katkısını alabilecek mülkiyet ve üretim tarzıyla kapitalize ilişkiyi tarihin gerisinde bırakmıştır. Geri dönüşü olmayan, gelişen, daha yararlı olan, insanı ve doğayı gözeten, en küçük bilgi kırıntısını küresel ölçekte istihdam edebilen bu tarz artık kapitalist bir üretim tarzı değildir, yeni uygarlığın belirtisidir.
Bir düğmeyi tıklamakla, dünyanın dört bir köşesine, tek tek herkesin masa üstüne, üretilen yayını koyabilme yetisi, yeni üretim tarzının karekteridir. Kapitalist üretim tarzında, aynı sonucu elde edebilmek için, akıl almaz maliyetler, dağıtım şebekeleri, taşıma araçları filosu, kabarık iş-gücü, kurumlar, yöneticiler, memurlar ve bunlara ek, alıcının bu ürünü elde edebilmek için katlanacağı zorlukları eklediğimizde, iki sistem arasındaki nitelik fark tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar.
Denilebilirki, bu üretim araçları, uluslararası tekkellerin merkezinde üretilmiyor mu? Onlar bu tür üretim araçlarını bu anlamda da olsa kuşatmış ve kıskaca almış değiller mi? Siyasal iktidarları, mali kaynaklarıyla, toplumsal, kültürel etkinlikleriyle herşeyin son tahlildeki belirleyicileri onlar değil mi? Evet bu doğrudur, ancak bu gelişmelerin yarattığı üretim tarzının kapitalizmden farklı olduğu gerçeğini dışlamıyor. Eski sistemin (kapitalizm) kanatları altında da olsa, yeni üretim ilişkileri olarak kendi varlıklarını, etkinliklerini, artan oranda eğemen olma hızlarını, gelceği temsil etme ve eskiyi tasfiye etme süreçlerini göstermektedirler; bu dengede tarihle uyumlu olarak gelişen ve egemen olacak olanla eskiyi, gerileyeni görmek zor değildir. bizde buna işaret ediyoruz.
Tarihsel dönüşümün bu verilerinde yer alan insanların oluşturduğu topluluk, her ne ad alırsa alsın, nesnel yapısı itibariyle devrimci bir güçtür. Tarihsel dönüşümün dayanaklarından biridir. Bu örneği, üretim yapan tüm alanlara uyarladığımızda, tabloyu daha net görmemiz zor olmayacaktır. Bu gelişmelerin genel ve kapsayıcı olabilmesi için özgürlük ve demokrasinin na ölçüde gerekli olduğunu çıkarmak güç değildir.
Bu nedenle demokrasi ve özgürlük talebini burjuva liberal bir talep olarak algılamak hataların en büyüğüdür. Kimi aklı evvel "sosyalistler", demokrasi burjuvazinin işidir, daha çok demokrasi daha çok kapitilist süreç demektir diye kestirip atıyorlar. Bu, kesinlikle bir yanılgıdır. Kapitalizmin burjuva önderliğinde, feodalizme karşı mücadelesinde elbetteki demokrasiye ve devrimci duruşa ihtiyacı vardı, feodal sistem üretici güçlerin gelişimi önünde nesnel bir engeldi. Şimdi de kapitalizmin konumu budur. Burjuvazinin demokrasiden yana olma süreci artık tarihi olarak kapanmıştır. Emperyalizm çağıyla birlikte bu eğilimler sona ermiştir. Bu günün sınıf mücadelesi artık sistemin revize edilmesiyle ilgilidir, reformdur, daha rasyonel çalışması için, sistemin temel sınıf dengelerine bağlı olarak yeniden düzenlenişindir. Bu, ihmal edilmemesi gereken bir mücadele olsa da ne geleceği kurmak için yeterli bir özgürlükçü demokrasi üretebilir ne de tarihsel ilerleme için yeterlidir.
"Çağımızın Devrimciliği" başlıklı makalemde de dile getirdim. Algımdaki devrim için ve dolaysıyla devrimci görevler için hayati önemi olan referans, demokrasi ve özgürlüktür; bu unsurlar derinlemesine ve genişlemesine ne kadar kökleşirse, yeni sistem için daha sağlıklı bir süreç birikmeye başlamış demektir. Bir enerji biriktirme olayıdır. Yadsınmanın yadsınması kuralı gereği de bu enerjinin birikimi gereklidir; hem içte, hem de dışta olma esprisi budur.
Dikkat ederseniz yazımın spotlarında ve sonuç bölümünde kimi riskli ve yanlış anlaşılmaya açık algıları, ortadan kaldırmak için, ısrarla şunu belirtim: " Sınıf mücadelesi devrimci değil reformist bir mücadele olsa da işçilerin, emekçilerin yanında olmadan, onların hak kazanım davalarının önünde yürünmeden, özgürlük ve demokrasi alanlarını genişletme mücadelesi vermeden devrimci olunmaz ." (Çağımızın devrimciliği)
Siz de farketmişsiniz zaten, gerçek anlamda devrimle ilgili algım, geri dönüşü olmayan tarihsel bir devrimdir algısıdır. Marks'ın "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı" kitabının ön sözünde dile getirdiği ünlü cümledeki devrim algısı bunu izah eder. " Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar"
"İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar." ( Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz)
Bu belirleme gerçek anlamda metaryalist bir tarih algısını içeriyor. Toplumsal ilişkinin diyalektiği de budur. Bence yanlış olan, 19. ve 20 YY Markssist siyasi önermelerin, o kesitlerde yükselen sınıf çatışmasının baskısı altında, ekstrem bir boyut almasıdır. Bu hepimiz için geçerliydi. Doğu Avrupa devrimlerinin gerisin geriye dönüşünü, Sovyetlerin çözülüşünü, başka bir şeyle izah etmek mümkün değlidir; kapitalizm madalyonunun diğer yüzü olan toplumlar aslına döndüler. Bir gece ansızın siyasal bir kararla ilan edilen toplumsal mülkiyet ("sosyalizim"), bir başka gece ansızın, yine siyasal bir kararnameyle gerisin geriye (kapitalizme) döner. Bu sosyalizim değildir, sosyalizim bu ise, bu yeni bir üretim ilişkisi ya da yeni bir uygarlık değildir.
Eski toplumun bağrında, yeni toplumsal ilişkilerin gelişmesi, yeterli ölçekte olgunlaşmadan, eskinin tasfiyesi mümkün değlidir. Şimdi bu noktada söz konusu olan bir süreç bulunmaktadır. Marks bunu nerden çıkarıyor. Tabi ki, feodal sistemin bağrında kapitalist ilişkilerin gelmişmesiyle ilgili süreçlerden çıkarıyor. Marks'ın iddialarını tez haline getiren de budur. Zira böylesi tezler, tarihin tüm toplumsal süreçlerini izah edebilme kabiliyeti içinde olmak durumundalar, soyutlamaları bunu uygun değilse tez olma şansını kaybederler. Kuru bir iddia olurlar. Bu teze dayanarak, bir gece ansızın bir siyasal kararnameyle sosyalizm kuruluşunu izah etmek ise imkansızdır.
Devrimcilik, aşırı olmak, heyecanlı olmak, ekstrem olmak değildir, diye sözlerime devam edeceğim. Bu duyarlılıklar devrimcilerde olması gerenek diriliktir. Geçmişimizde bunun en iyi şekilde taşıdık. Bundan kaynaklanan görevlerimizi de yerine getirmekte bir an tereddüt etmedik. O günün verileriyle, algılarımızın doğruları arkasında durarak yürüdük. Her bedeli ödedik. Hala da ödüyoruz. Sorun bu değil. Sorun, tarih içinde, toplumsal evrimin birikim süreçlerinde, yerimizi doğru belirleyebilmektir. Bu sürecin neresindeyiz? dediğimiz zaman, devrimciliğimizin gerçekliği de belirginleşmiş olacaktır. Tarihsel süreçte, eskiyen sistemi ve ona ait tüm etkinlikleri, sınıfları ve bileşenleri belirleyerek, bunlarala ilgili belirgin duruşlar sergilemek ve tarih yönünde gelişen, ileriyi temsil eden ve dolasıyla devrimci olanın safında yerimizi almak. Ben de bunları dile getiriyorum.
İkincisi; Devrimciliği tek başına bir altyapı olayı olarak algılama hatası. Bu konuda bilinmesi gereken ilk şey, kendiliğindenci (determinist) hiç bir gelişme, yarattığı öznenin, düzenlemesi olmadan evrimini tamamlayamaz, bir ayağı sakat kalır. Determinizme dayalı devrimcilik, eksik devrimciliktir, insan eylemiyle değil, doğal süreçlerle ilgilidir. İnsan kaba ve doğal süreçlerin ürünü olan devrimciliği de eğiten bir varlıktır. Bu nedenle de insan toplumsal bir varlıktır.
Devrimcilik öznel bir çabada anlam bulur ve tamamlanır. Nesnel gelişmeler irade dışı olsa da aynı anda kendilerine ait iradeleri de geliştirir ve olgunlaştırır. Bu anlamda öznel tutum, boşluk olmadan gelip kendini ortaya koyar. Tarihte insanın rolü de bu noktada anlam kazanır. İnsan, tarihi verili nesnel koşullar üzerinde böylece yapılandırır. Alt yapıda ortaya çıkan gelişmelerin, aynı zamanda üst yapıdaki karşılıkları ve bunun için verilen emekler, bilgi dönüşümleri, bütünün birer parçası olarak yerlerini alır. Bir bekleme, kendi kendine olgunlaşıp sonuçlanma olayı ya da bunu izleme fiili değil, sürecin gelişme yönünü bilerek onu kültürleştirme, toplumsal bir prosüdüre oturtma, yön verme, eksik ve fazlalıklarıyla ilgili biçimlendirme çabası, devrimci çabanın da kendisidir; bunun kapsamı, insanı ve doğayı ilgilendiren her alandır. Bu yanıyla da eski toplum kapitalizme karşı her alanda, yeni uygarlığın altarnatif nüvelerini oturtumak gerek Bu da ancak siyasal özgürlük ve demokrasinin ikamesinde anlam bulur. Bu mücadele bu yanıyla çağın en gerçekçi devrimci mücadelesedir.
Bu durumda çağımızın devrimcileri olarak bizler de eski toplumun içinde olacağız ve eskinin ortamı içinde gelişerek onu yadsıyacağız. Bunun için birey olarak burjuvalar dahil (Senyörlerin topraklarını satarak, feodal sınıf mensubiyetlerini atıp burjuvalaşma olaylarında olduğu gibi), küçük burjuvalar, işçi sınıfı, tarım işçileri , köyleler, aydınlar, gençler ve bil cümle, toplumun tüm dinamik kesimlerini safımıza çekerek mücadele vereceğiz.
Bu açıdan sınıf mücadelesi yanı sıra, gelişen kadın özgürlük hareketleri, doğa koruma, çocukların korunması, inanç özgürlükleri, etnik özgürlükler gibi onlarca çeşit toplumsal hareket bu sürece katkı yapacaktır; önemli olan, bunu devrimci bir iradeyle yönlendirmek değerlendirmektir. Ama bu ne işçi sınıfı iktidarı için ne de küçük burjuva ya da eski sisteme ait bir sınıfın iktidarı için değil, gelecek toplumun, gelip sancısızca kendi ilişkisini oturtmak için vereceğiz. Gelecek kuşakların çıkarı da tam buradadır.
Bu çabanın ana teması nedir. Onu açıklamaya çalıştım.
Kapitalizmi aşacak olan yeni toplum bilgi çağının bilimsel ve teknik devremler çağının ortaya koyduğu gelişmelerin sonucu olacaktır, dedim. Böylesi bir sonuca varmak için özgürlüklerin, demokrasinin derinlemesine ve genişlemesine açılımı gerek. Bunun için, bu çağın devrimcilerinin, gelecek ileri toplumu kurma yönünde daha çok özgürlük ve demokrasi için mücadele etmeleri gerek. Bu mücadele sonuna kadar götürülebildikçe, yeni toplumun kurucusu olan veriler, daha çok ortaya çıkacaktır.
Bu noktada devrimciler kimdir sorusu gelir dayanır. Bunlar gelecek toplumun bir sınıfı, bir kastı bir etkinliği mi? Bunların üretimdeki yerleri nedir? gibi bir dizi soru gelir dayanır. Çok haklı sorular.
Ben hemen belirteyim. Gelecek toplum tüm özelikleriyle, belirgin ağırlığıyla, henüz yerleşmedikçe bu kadar ayrıntılı tanımlamalar yapmak, hiç bir işe yaramaz. Başkasını eleştirdiğimiz, hayalciliğe düşmek olur. Ancak söyleyecek lerimizde az değlidir.
Üçüncüsü; söyleyeceklerimiz, elimizdeki veriler ölçüsünde olacaktır. Tarihin gidişi evrensel ölçekte küresel üretim tarzına doğrudur. Bunu belirleyebiliyoruz. Bu, tekelci kapitalistlerin kanatları altında olsa da artık kapitalize ilişki değildir. Küresel üretim kapitalist üretim tarzından ayıran etmenler pek çoktur. Bilgi üretim sürecine girimiştir. Bu da sanal üretim ve tüketim süreçlerinin olgunlaşmasını getirmiştir. Artık en karmaşık komplekslerden, sıradan bir eşyaya kadar, sanal olarak üretilip denemeden (tüketilmeden) piyasaya inme durumunda değildir. Bu gelişme üretilen malın kullanım değerinden daha çok değişim değerini öne çıkarmaktadır. Bu eğirlme, kapitalizimdeki boyutundan nitelikçe farklı bir boyuta gitmektedir; artık ne ulus ne ülke ne de belli bir bölge merkezli üretem tarzları geçirli değlidir. Düz bir sahada, herkesin eşit şekilde katılımını sağlayabilecek, yer küremizin her bir köşesinden bilgi katılımıyla gerçekleşebilecek bir sanal üretim ilişkisi olanağını yaratılmıştır. Bu, kapitalizmde yoktur. Sanal üretim-tüketim süreci, tekelcilik, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin verdiği ve sonuçta üretici güçlerin gelişimini engelleyen, çıkarına göre işlevlendiren üretim tarzından bir kopuştur. Dünyanın her köşesinde mübadele edelebilir yeterlilikleri olmayan bir üretim, artık kendine yer bulamaz bir aşamaya gelinmiştir.
Kapitalist üretim bildiğimiz hammade + üretim araçları+ iş gücü>> meta formülü ile tanımlanabilir. Küresel üretim ise, bir fabrika üretimi gibi değlidir; bu üretim tarzı dünyanın her köşesinden, burjuvazinin üretim aracı üzerinde mülk sahibi olmadan, internet ağlarıyla heresin ortak bir porjeye bilgisini aktararak yapılan sanal üretimle tanımlanabilir.
Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, sabrınıza sığınarak, "TEKNOLOJİ ve 'ÜRETİM TARZINDA DEVRİM' başlıklı makalemden uzun bir alıntı aktarcağım.
"Bu konuda yoruma gerek bırakmayacak bir açıklamayı Marks şu cümlelerle veriyor; ” Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)
Marks bu cümlesinin ardından bu iki olgunun (emek-gücü ve emek araçları) öyle bıçak kesiği gibi birbirinden ayrılmayacağı üretim ortamı sürecinde her ikisinin de bir arada istihdam edildiği bir geçiş süreci olduğunu da hatırlatmayı unutmuyor.
4. dipnotta ise Marks’ın cümleleri, tartışmalarımıza önemli bir gönderme sayılabilir; “
“Teknoloji, insanın doğayı ele alış biçimini, yaşamını sürdürmek için başvurduğu üretim sürecini açıklayarak, toplumsal ilişkilerin oluşum biçimlerini ve bu ilişkilerden doğan kavramları ve düşünce biçimlerini ortaya koyuyor. Bu maddi temeli hesaba katmayan din tarihleri bile, eleştirici bir tarih sayılamaz. Dinin imgesel yaratıklarının bu dünyadaki özlerini inceleyerek bulmak, aslında, tersinden giderek yaşamın gerçek ilişkilerinden yola çıkarak, bu ilişkilerin kutsallaştırılmış şekillerini bulmaktan çok daha kolaydır. Bu sonuncu yöntem, biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntemdir.” (Age. S.386, 4. dipnot)
Birkaç tartışmadır alıntılara başvurmadan aktarmaya çalıştığım budur. Ancak okuduklarını kutsal metin sayanların alıntısız huşu olmayacakları için bu ayetleri aktarmayı gerekli gördüm.
Tartıştığımız konuyu tarih bağlamlarıyla soyutlamak için Marksın “18. yüzyılda sanayi devrimini başlatan” diye yorumladığı bu teknolojik dönüşüm kesitinde alet ile makine farkı üzerini söylediği şu cümleleri aktaralım: “ Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)
Sayın hikmet Acun, Marks’tan yaptığımız şu birkaç alıntıyı 21. yüzyılın ortaya koyduğu bilim ve teknoloji verileriyle, bilgi ve iletişim unsurlarıyla bir kez daha okur musunuz.? Biz yeni uygarlığı bu yöntemle belirlemeye çalışıyoruz. Bu tarihi gelişmelerin önünün tıkayan kapitalist sistemin ve burjuvazinin de bu nedenle demokrasi karşıtı olduğunu belirliyoruz. Demokrasiyi savunmamız, tam bu noktada burjuvazinin çağımızdaki gericiliğinden çıkıyor bir devrimci duruş olarak beliriyor. Somut konuşmakta tas tamam budur. Yaptığımız, sistemin bir parçası olan ve en az siz gibi sistem içinde reformdan başka bir sonuca ulaşmayacak marjinal önermeler yapan liberalliğe de karşı bir duruştur. Çağın gerçekçi devrimciliği budur; demokrasi mücadelesini temel almayan bir devrimcilik bu çağa ait değildir.
Bizim yaptığımız Marks’ın “biricik materyalist ve dolaysıyla biricik bilimsel yöntem”ini, 21. yüz yılın verileriyle mantıki sonuçlarına götürme çabasıdır.
Engels bu konuyu şöyle özetliyor. “Bilimin her yeni yönü, bu bilimin teknik terimlerinde bir devrimi içerir” (Age. İngilizce baskıya önsöz, Frederik Engels) Buna açık olmayan kendini ne devrimci nede ilerici saysın. Hele hele Marksist hiç saymasın.
Üretici Güçlerin Dönüşümü
Teşbihte hata olmaz derler.
Önce, Marks’ın kapitalin ilk cildinin ilk cümlesini okuyun, “ kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir. Bunun birimi metadır. Araştırmalarımız bu nedenle, metanın tahliliyle başlaması gerek “ (Age. s:49)
Teşbih ediyorum, küresel üretim tarzının, yani yeni ve gelecek uygarlığın zenginliğini “muazzam bir bilgi birikimi” olarak kendini gösterebilir. Bunun birimi transistorla başlayan bilgisayar teknolojisinin sanal bilgi birimidir. Araştırmalarımız bu nedenle sanal bilgi tahlilleriyle başlaması gerekir.
Bir başka teşbih,
Üretim tarzında devrim, büyük sanayide emek araçları ile küresel üretimde elektronik bilgi ağlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, elektronik bilgi ağlarının, emek araçları olmaktan çıkıp, sanal üretim unsurlarına nasıl dönüştüğü ve aralarındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” (Karl Marks, Kapital cilt I. İkinci baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları. Alıntısından teşbih yoluyla oluşturulmuş cümle )"
Bunu bir formülle karikatürize etmek istersek, şu önerilebilir: Evrensel ölçekte bilgi unsuru + elektronik bilgi ağları + sanal üretim ve sanal tüketim. Bundan sonrası ise nerede nasıl yapılacaksa somut olarak bir üretim devreye girecektir. Bu, dev feodal topraklar yerine küçük bir toprak parçasında makinalı kapitalist üretim yapmak gibidir; küresel üretimde ise makinalı üretimin hantallığı yerine, bilgi ve bilgisayarlarla daha da küçük bir alanda, daha büyük üretim etkinliği sağlamaktır.
Bu parametreler üzerinden söyleyebileceğim şey, daha çok özgürlük ve demokrasi yeni üretim sisteminin hızla gelişmesini ve hakim olmasını sağlayacaktır. Devrimciliğimizde buradadır. Devrimcilik bu anlamda, bir sınıfı belirlemekten çok, işlevsel süreci ve bu süreçte yer alışı belirlemek olarak algılanamaladır. Bu yüzden gelecek toplumun kuruluş mücadelesinde yerini belirleyen devrimcileri, eski toplumun sınıflarından birine mensup olarak tanımlamak hiç doğru olmaz. Yeni belirdikçe, açık ve net olarak gelecek toplumun sınıfı, kast ya da etkinliklerindeki yerimiz de belirlenmiş olacaktır.
Bana, ısrarla gelecek toplumun sınıflarını belirleyin derseniz, bunun bu gün tespit etmenin mümkün olmadığını söyleyeceğim. Onlar kendi tanımlamalarını, kendileri yapacaktır. Kapitalizm 10. yy dan beri evrimleşmiş, 1848 sanayi devrimiyle de oturmuş bir sistem. Bu sürecin son kesitlerinde bu tür isimlendirmeler sistemi tanımlamak üzere kulanılmıştır. 15.yy size bu soruyu sorsalar, vereceğiniz bir cevap olamazdı, sınıfların kim olduğunu söyleme durumunda olamazdınız. Buna rağmen o çağda, gelişmenin yönünü, artan keşif ve icatlarla, feodalizimden farklı ve yeni bir üretim ilişkisine gidildiğini söylemekte zorlanmayabilirdiniz. Bu nedenle, Marksın ünlü sözünü yukarıya aktardım. O alıntının en önemli cümlelerinden biri de şudur. "insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar." ( Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz)
Elimizdeki verilerle önümüze çıkan sorunların çözümü için yapabileceğimiz en kapsamlı önermeleri yapmak, büyük önem taşıyor. O da, demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesidir. Devrimcilik tas tamam bu noktadadır. Bunun için mümkün olan en geniş güç topluluğuyla hareket etmemiz yanlış değildir. Ancak bu, eski sistemin temel sınıf ve unsurlarının öncülüğünde olmayacaktır.
Dördüncüsü; Burjuvazi doğası gereği feodalizmden kurtulduktan sonraki sürecinde, üretici güçleri geliştermenin önünde önemli engeller oluşturmuştur. Daha büyük karların getirisine kanaat getirmediği yerde, bir yenilenmeye gitmemiştir. Ancak insan kollektif aklının bilgi çağını, bilimsel ve teknik devrimler çağını açmasıyla, burjuvazi de bu alanı denetlemek üzere kimi girişimler içinde olmuştur. Gelişmeyi kontrolu altına almak istemiştir.
Bu gün ise, kapitalizmin bağrında doğan gelişmeler hızla yaygınlaşmaktadır. Bu gelişmeler sistemin doğasıyla uyumlu değildir. Bilgi çağının yarattığı sonuçlar, birer üretici güç gelişmi olarak üretim ilişkileriyle çatışma halindedir. Emperyalizm çağında burjuvazi, gelişmelerin, sistimine yönelik yıkıcı etkisini frenlemek için, büyük direnmeler yapmaktadır. Savaşlar, nüfus alanları, baskılar, ekonomik bağımlılıklar, soğuk savaş süreçleri bunun birer ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bunlar, sistemin öz savunma refleksi olarak belirmiştir ve doğaldır. Ancak bu doğallık, tarihin toplumsal ilerlemesine karşıttır.
Burjuvazi, gelişmelere karşı direnişinde yanlız kalmamak için, sistemin doğasında yer alan ve onun kopmaz bir parçası olan tüm güçleri yanın çekmek ister. Bu nedenle, işçileri, sınıf olarak (bu nokta çok önemli, işçilerin birey olarak duruşlarıyla, işçilerin sınıfı olarak duruşu çok farklı kıstaslara sahiptir) yanına çekme çabası verir. İşçi sınıfı, fabrikanın bir parçası olarak, iş-gücünü satan bireylerin bütünü olarak, kendi sistemini (kapitalizmi) bir noktadan sonra, koruma refleksi göstermesi doğaldır. I. Dünya savaşında Sosyal-demokrat partilerin savaşta gösterdiği sosyal–şöven tutumları bu açıdan ele almak gerek. Olay bir yanlış politika olayı değil, sınıfın sistemle olan doğal bağının, kaçınılmaz duruşu olarak gündeme gelmektedir.
Dünün batı Avrupa'sında, yani gelişmiş kapitalist ülkelerde olanların önemli bir kısmını bizim gibi ülkelerin işçi sınıfının yüz yüze kalacağı olayalar olarak algılamak yanlış değidir. Bunu iki açıdan görmek zor olmaz.
Birincisi, ekonomik kirzlerde işçi sınıfının, fabrikaların çalışma sürekliliğini sağlamak için ücretlerinin inmesine de razı olmasıdır. Bu noktada, Leninist politikalarda, ekonomik kirzlerden yararlanma siyaseti, bir yere kadar yararlı sonuçlar üretmişse de kalıcı olmadığı yeterince görülmüştür.
İkincisi, bir dış sorunda işçi sınıfının "ulusal çıkarlar" diye kendi burjuvazisinin şemsiyesi altında politik tutumlar geliştirmesidir. Ben bunu da işçi sınıfının kapitalist sistemin bir parçası olma konumuna bağlıyorum ve bunun hesabını yapmayan devrimciliği, işçi sınıfının duruşunu kavramakta yetersiz görüyorum.
Önceki yazılarımda, PTT ilitişimi ile İnternet iliştişimi arasındaki farkı işlemiştim. Dev ve hantal bir yapı olan PTT'nin nasıl da bir anda, itnernet iletişiminin bir tek tuşa basarak gerçekleştirdiği başarı karşısında, tarihin gerisine itildiğinden söz etmiştim. Bu adımı evrensel ölçekte, her işletme ve eski sistemin kurumlarına ilişkin ele alalım. Karşımıza ne çıkar ve bunun karşısında ilk direnecek olanar kimlerdir, diye sorumuzu soracak olursak gerçeği daha iyi kavrama şansını yakalayabiliriz ( tabi ki, bu değişim bıçak kesiği gibi olmayacağı için, direnmeyİde bir sokak gösterisi olarak göremeyeceğiz, evrimin uzun soluklu algısında bu direnişi görmek ise güç değlidir. Teorik bir anlatımda, konu işlenirken "direnme" kendi mantık tutarlılığı içinde yerini bulur) .
Bana göre, yeni sistemin gelişim evrimi sürecinde, burjuvazi ve işçi sınıfı bir biçimde omuz omuza verecek, gelişmeye karşı direnecektir. Ancak bu direniş zamana yayılmış olduğu için bizler ya da gelecek kuşaklar buna keskin köşeleriyle tanıklık yapmaya bilir. Böylesi gelişmeler, ciddi ve uzun bir evrim sürecinin ürünü olur.
Sonuç olarak şunu belirlemek gerek.
Gelecek toplum, eski toplumun hiç bir sınıfına dayanmayacaktır. Bu sınıflarla yürüyeceği bir mesafe olsa da. Eski topluma ait sınıflar er ya da geç, yeni sisteme karşı birlikte direnecekler. Bu direnişin sıcak bir savaş şeklinde belirmesi görekmiyor. Evrim sürecini tıkama, öteleme anlamında bir direnişi olarak da dayatılabilir. Feodalizmin evrimci tarzda aşılması sürecinde olduğu gibi; Fransız tipi ile Prusya tipi arasındaki fark gibi.
Bu süreci hızlandırmak devrimcilerin sorunudur. Bu sürece yön vermek, kurum ve kuruluşlarını oluşturup öznel müdahelelerle aktivitesini güçlendirmek devrimcilerin işidir. Gelecek toplumsal dokunun bu günden belliren nüvelerinin özgün örgütlenmelerini yaratmak ve bunlarla iktidara yönelik mücadeleleri yükseltmek devrimcilerin işidir. Uzun zamana yayılacak evrim sürecini kısaltmak da bu güçlerin çabasına, bilinçli duruşlarına gereksinim var.
Yeni toplum bu çabaların bütünü daha büyük bir hızla ikame edecektir. Bu da devrimci görevlerimizin özgürlük ve demokrasi yönündeki başarı grafiğine bağlıdır.
*****************************************
Ahmet Otçu (ikinci yorumu)
Öncelikle yazınız için teşekkürler.
Devrimciliğin;kapitalist sistem içersinde yürütülen hak arayışlarıyla,ücret artışı istemiyle,iş saatlerinin azaltılması vs. taleplerle sınırlanmadığı,esas meselenin emperyalizme sebebiyet veren,kapitalizmin kökten yıkılışıyla çözümleneceği noktasında hemfikiriz.
Yazınızda;proletaryanın,kapitalist sistem bünyesinde burjuvaziyle birlikte varolduğuna ve dolayısıyla sınıf mücadelelerinin en fazla olarak sistemi daha özgürleştireceğine fakat devrimci bir yıkım noktasında yetersiz kalacağına değiniyorsunuz.
Böylelikle,sınıf mücadelelerini reformizme indirgemektesiniz....
Tarihsel kanıt olarak;feodalizmi ezilen serflerin değil,feodalizmin bağrında güçlenen burjuvazinin yıktığını öne sürüyor,dolayısıyla kapitalist sistemi yıkacak olanın da proletarya olamayacağına değiniyorsunuz.
Ve yazınızda;reel sosyalizmin büyük bir propagandaya rağmen çöküşünü,"nesnel olarak taşınmayacak görev ve sorumlulukları, tarihi koşulları yeterince olgunlaşmamış dönüşümleri, ilgisi olmadığı yeni bir toplumu, yeni üretim tarzını, yeni bir uygarlık kurma yükümlülüğünü"n proletaryanın sırtına yüklenmesi sebebine dayandırmaktasınız.
Ayrıca,
"Reformist mücadelenin sınırları sistemin içindedir. Devrimcilik ise tarihle uyumlu olma yönünde, kapitalist sistemin yıkılışı, tasfiyesi, aşılması mücadelesidir. Tarihini doldurmuş olan bir sistem olarak kapitalizim ve dolasıyla ona ait hiç bir sınıf ve etkinlik, geri dönüşü olmayan bir tarihsel devrimin ürünü olan yeni üretim tarzını, yeni toplumusal örgütlenişi kurma durumunda olamaz. Bu görev, kapitalizmin hiç bir temel sınıfına ait olamaz, bu görev devrimcilere aittir; nesnesi, eski toplumdan farklı nitelikte olan özneye aittir." demektesiniz.
Elbette,yaşım itibariyle öğreneceğim fazlasıyla şey vardır.
Fakat sormak isterim.
Yazınızda,"bu görev devrimcilere aittir" diyerek böylelikle devrimcileri kapitalist sistem içersindeki sınıflardan soyutlayarak,dış bir tarihsel güç olarak göstermiş olmuyor musunuz?
Demek istediğim,elbette sizin de değindiğiniz gibi,feodalizmi yıkan burjuvazidir,ki o,sistem içersinde ezilen serfleri tarafına çekmiş ve böylelikle devrimi gerçekleştirmiştir.
Fakat,bu durum kapitalist sistemi yıkacak olan devrimcilerin,sistem içersinde bulunmayan ayrı bir "dış sınıf" şeklinde anlamlandırılmasına sebebiyet verir mi?
Yani bu anlayışınız dolayısıyla,devrimciler bir "ilerici ayrı bir sınıf" şeklinde algılanmıyor mu?
Oysa,devrimciler de bir yada birkaç sınıfa aittir;proleter olabilir,küçük burjuva olabilir(ki ben de,kendimi bu sınıfa ait görmekteyim),köylü olabilir ve bunun gibi..
Kapitalist sistem içersindeki sınıfsal mücadelelerin,reformist olduğu müddetçe sistemin süresini uzatacağı konusunda sanırım hemfikiriz.
Fakat,bana kalırsa bu mücadelelere devrimci bir açı kazandırılabilir;devrimcilerin,ayrı bir güç,sınıf(siz her ne kadar buna değinmeseniz de) olmaktan öte küçük burjuva,proleter,köylü şeklindeki aidiyetleri olsa da devrim gerçekleştirilebilir ve böylelikle tümden reformist gördüğünüz "sınıf mücadelesi" devrimci bir raya oturtulabilir.
Reel sosyalizmin çöküşünü;bir kesim,Stalin sonrası dönek revizyonist Krusçev kliğinin işbaşına gelmesine,bazıları Stalin'in kendisine dayandırabiliyor ve sanırım sizde oluşan algı,bu çöküşün,geleceğin toplum yaratıcısı rolünün proletaryaya yüklenmesi yanlışlığıdır.
Belirtmek isterim,emperyalizmin ve kapitalizmin yıkılması noktasında,sınıfsız toplum amacında aynı doğrultuda olsam da,marksist-leninist yöntemi savunmamakta gerekenin tüm ilericileri,sola yakın kesimleri,devrimcileri bütünleştirici yeni bir yol,yöntem olduğuna inanmaktayım.
Bana kalırsa reel sosyalist deneyimlerin çöküşüne ve revizyonuna sebebiyet veren,ne Stalin sonrası işbaşına gelen Krusçev yönetimidir ne de baskıcı,bürokrat olmakla itham edilen Stalin yönetimidir.
Bir ya da bir kaç ülkede değil çok sayıda ülkede rejimin çöküşü,temeli sorgulamama yol açmıştır.
Stalin,Sovyetlerde marksizm neyi gerektiriyorsa o yönde hareket etmiş bir marksisttir,onun bürokrasinin mimarı olduğuna işaret edenler ise yanılgıdadırlar.
Nitekim,Lenin bir yazısında,daha devrimin ilk yıllarında bürokrasinin varlığından rahatsızlık duymuş ve bunun devrimi yıkacağından söz etmiştir.
Bu cüretkardır,fakat değineceğim,
Bana göre,nasıl ki Anarşizm "devlet"i bugünden yarına oradan kaldırmak noktasında aceleciliğe kapılmış ise,Marksizm de "özel mülkiyet"in bugünden yarına ortadan kaldırılması girişiminde aceleci davranmıştır.
Kastettiğim reformizm değil,proleter devrim sonrası yönetimin,biz ve bizim gibi ülkeler açısından konuşursak,başta emperyalist yabancı sermayeyi bütünen devletleştirmesi fakat feodalleri ve burjuvaziyi bugünden yarına yok etmekten öte olarak,bu gerici sınıfları devlet kontrolünde sindirmesidir.
Bu,Stalin yönetimindeki SSCB'nin NEP politikasıyla "kulak"ları Troçkistlerin aksine olarak hemen yok etmeyip,sindirerek eritmesi ve darbeyi indirmesi gibidir.
Devrim sonrası ile evre yabancı sermaye devletleştirilecek,proleter devlet mekanizmasının sermayesi burjuva ve feodaller aleyhine güçlenecektir.
Belli bir servet miktarı saptanarak,bu miktar sonrası feodallerin(nispeten daha gerici sınıf olan foedallere daha ağır baskı kurulmak üzere) mal varlıkları üstünde hakimiyet kurulacak ve burjuvazi içinde bu sindirme politikası yürütülecektir.
Yaşamlarının tek kutsal amacı olarak sermayelerini önemseyen kitleler içersinde küçük işletmesi,toprağı,evleri vs. olanların mal varlığına ise dokunulmayacaktır.
Ayrıca,devrimin ilk evresinde büyük bir propagandaya girişilecek sınıf bilinci kitlelerin zihnine kazınacak,esasında kendi haklarını savunan devrimcilerin tarafına kazandırmak politikası güdülecektir.
Bu yolla,güçlenecek devrimci hükümet,ikinci aşamada oldukça zayıflamış feodal sınıfı,son evrede ise burjuvaziye tarih mezarlığına gönderebilir ve bu oldukça köklü-sağlam bir adım olabilir.
Özel mülkiyetin bugünden yarına tasfiyesine girişmek,ellerinde ufak sermayesi bulunan yurttaşları,devrimcilere karşı amansız bir kavga vermek hatasına yöneltebilir,ve bu da devrimci hükümetin,burjuvazi ve feodallerden öte kendisine daha ateşli şekilde yönelen kitlelere baskı kurması zorunluluğunu getirebilir.
Bu baskı;büyük bir iç savaşa,dolayısıyla devrimci partinin kurmaylarının yetkilerinin olağanüstüleşmesine ve pati-halk arasında uçurumun patlak vermesine sebebiyet verebilir.Bu da devrimci hükümetin baskısı altında kitlelerin seslerini o an çıkartamasalar da zaman içersinde kinlerinin alevlenmesine ve karşı devrime sebebiyet verebilir.
Ve dolayısıyla,bazılarının "yozlaşmış bürokrasi" olmakla özdeşleştirdiği devrimci yönetim,aceleci davranması sonucu çöküş yahut revizyonla yüzyüze gelebilir.
Bundan dolayı savunduğum,kabaca değindiğim ağır fakat köklü adımdır.
Böylelikle,normalde kendi haklarını savunduğumuz halde karşı devrimci saflarda yer alacak olanlar,tarafımıza kazandırılabilir ve bürokrasinin sebebi ortadan kaldırılabilir ve devrim köklüleşir.
Elbette öğreneceklerim çok sayıdadır ve bunlar şu an için düşündüklerimdir.
Saygılar..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)