26 Şubat 2010 Cuma
SİZE SOFRALAR BİZE İSE HEP YASAKLAR
Ferhat Tunç
26 Şubat 2010
3 Mart, “Müzik Özgürlüğü Günü” olarak dünyanın birçok ülkesinde çeşitli konser ve etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerde dünyanın dikta rejimlerinde yaşayan ve muhalif kimliklerinden ötürü baskı ve sansüre uğrayan sanatçılar konuk edilerek, yaşadıkları baskıların dünya medyasında gündeme gelmesi ve bunun küresel bir sorun olarak algılanması sağlanıyor. Bu yıl için de benzer çalışmalara devam ediliyor. 3 Mart 2010 tarihinde Mombai, Kahire, Kabil, Amman, Lahey, Paris ve New York’ta Müzik Özgürlüğü Günü etkinlikleri gerçekleştirilecek.
Bu yıl ayrıca “Dünyanın Yasaklı Şarkıları” isimli yeni bir albüm çıkıyor. İran’dan Mahza Verdat, Batı Sahra’dan Aziza Brahim, Marcel Khalife, Amal Murkus, Jah Fakoly ve Türkiye’den benim bulunduğum albüm, 3 Mart günü itibariyle dünya müzik marketlerinde yerini alacak. Sanatçıların, kendi ana dillerinde söyledikleri şarkılarla oluşturdukları albümün bu alanda bir ilk olması ise son derece önemli.
Freemuse, (Dünya özgür Müzik Forumu) “Müzik Özgürlüğü Günü” kapsamında her yıl sansür ve baskılara karşı verdikleri mücadeleden dolayı bir veya iki sanatçıya ödül vermektedir. Geçen günlerde Freemuse başkanı Sayın Ole Raitov’dan gelen bir telefonla 2010 yılının ödülüne, benimle birlikte Arap halkının direnişini ve özgürlük talebini müziğiyle dünyaya taşıyan ve tanıtan sevgili Marcel Khalif’in layık görüldüğünü öğrendim. 25 Mart perşembe günü Londra’da dünya basınının da takip edeceği törende sevgili Marcel Khalif’le birlikte bu tarihi ödülü, etnik, kültürel ve siyasi nedenlerden ötürü takip edilen, baskı ve sansüre uğrayan, hakkında davalar açılan ve tutuklanan sanatçı ve müzisyenler adına almış olacağız.
Dünyanın bu yönüyle bildiği ve tanımaya çalıştığı bir sanatçı olarak kendi ülkemde nasıl bir dışlanmışlık, bir faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumu ifade etmek durumundayım. 30 yıla varacak olan sanat hayatımın neredeyse bütünü, bu ülkede baskı ve yasaklarla mücadele içinde geçti. Bu yasakların özellikle son 7 yıllık AKP Hükümeti döneminde katlanarak devam ettiğini söylemem gerekiyor.Son bir yıldır “demokratik açılım” sözcükleriyle yatıp kalkıyoruz. Demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesinde yer alan bir sanatçı olarak, bu ülkede herkesten çok gerçek anlamda bir demokratik açılımın savunucusu oldum ve olmaya devam edeceğim; fakat bizim beklediğimiz ve özlediğimiz anlamda bir açılımın aksine bu hükümetin ortaya koyduğu yaklaşımı ise son derece dışlayıcı ve bir o kadar da tehlikeli buluyorum.
Kürt coğrafyasında görülmedik bir baskı ve terör rejimi yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Kürt halkının seçilmiş belediye başkanları ve siyasi temsilcileri ardı ardına kelepçelenerek tutuklanıyor ve Kürt çocukları panzerlere taş attıkları iddiasıyla onlarca yıl hapisle yargılanmak üzere tutuklanıp cezaevlerine tıkılıyorlar. Öte yandan Kürtçe şarkı söyleyen sanatçılara yönelikte yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya bulunuyoruz. KCK operasyonu kapsamında sırf şarkı söylediği için tutuklanan Diyarbakırlı Şeyda Perinçek hala cezaevinde bulunuyor. Yine son bir ay içinde önce Kürt sanatçı İbrahim Rojhılat ve ardından Rojda, söyledikleri Kürtçe şarkılar yüzünden gözaltına alındılar. Benim hakkımda devam eden davalara bir yenisi daha ekleniyor. 2009 Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında verdiğim konserde yaptığım konuşmada: “Rütbeli katillerin cehenneme dönüştürdüğü bir coğrafyada yaşamak istemiyoruz” dediğim için yargılanacağım.
Bütün bu gerçeklerin vücut bulduğu toplumsal, siyasal arenada samimi, onurlu bir barışın hayat bulması adına çabalarımızın yoğunlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Öte yandan hükümetin “yandaşçı zihniyet” yaklaşımının sanat camiasını da etkilediğine tanık oluyoruz. 20 Şubat günü Sayın Başbakan, sözde açılım görüşmelerine yeni bir halka daha ekledi ve Dolmabahçe'de çok sevdiği, kendi partisine yakın bulduğu veya yakın olmaya müsait gördüğü şarkıcı, türkücü ve bazı sanatçılarla kahvaltıda bir araya geldi. Öncelikle bu kahvaltıya davet edilmediğimi, edilseydim bile katılmayarak, Alevi Çalıştayı sürecinde doğru olduğuna inandığım benzer bir duruşun tarafı olacaktım, bunu belirtmeliyim. Kahvaltıya teşrif edenlerin birçoğunu uzun yıllardır tanıyorum. Bu arkadaşlarımdan birkaçının, bu hükümetin “Demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” adı altında başlattığı sürecin giderek inandırıcılığını yitirdiğini bildiklerinden kuşkum yok. Ancak bu çağrıya uyarak ve katılarak inandırıcılığı olmayan bir sürecin birer unsuru haline geldiklerini de vurgulamakta yarar görüyorum.
Türkiye’de “Kürt açılımı” adı altında nasıl bir kıyım ve faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumuzu görmemek veya görmezden gelmek mümkün değildir. Bu kıyımın, kahvaltıya katılanlardan biri olan şarkıcı Hakan Peker tarafından dile getirilmesini son derece ilginç buldum ve kendisini kutlamak lazım. Ancak Hakan Peker’in bu tavrı kahvaltıda bulunan Kürt ve Alevi kökenli sanatçılar açısından bir utanç vesilesi olarak görülebilir. Bu çok duyarlı! sanatçı arkadaşlarımın bu gerçekleri herkesten çok daha iyi bildikleri ve yaşananları gördükleri halde sessiz ve tepkisiz kalmalarına şaşırmıyorum doğrusu. Özellikle Arif Sağ’ın Alevi açılımıyla ilgili yapılan çalıştayın bir aktörü haline gelmesi ve giderek hükümetin yanlı, yanlış politikalarının danışmanlığına soyunmasının düşündürücü olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum.
Baskıcı rejimlerde halkın sanatçısı olmak, her şeyden önce ödünsüz olmayı gerektirir. Kendi çıkarsal ilişkilerini korumaya dönük bir yaklaşımın tarafı olanların, rejime göbekten bağlı hale gelenlerin ve bundan medet umanların halkın sanatçısı olamayacaklarını tarih göstermiştir. Ülkemiz tarihi bu anlamda ortaya çıkmış değerlerin de tarihidir. Pir Sultanların, Nazım Hikmetlerin, Yılmaz Güneylerin ve son olarak sevgili Ahmet Kaya’nın ödünsüz, devrimci tavrı buna örnektir. Hayatlarında en küçük bedelleri dahi göze almaktan kaçınan ve sanatlarını sistemin baskıcı ve yozlaştırıcı etkilerinden kurtaramayanların bu değerlerin farkında olmasını bekleyemeyiz.
Aynı şekilde bu ülkede kimliklerinden ve siyasal duruşlarından ötürü taviz vermeyen sanatçıların hayatında ise değişen bir şeyin olmadığı da ortadadır. Onlar bu kahvaltı sofralarına davet edilmedikleri gibi! teslim alınmak adına haklarında açılan davalar ve yasaklarla mücadele etmeyi de sürdüreceklerdir. Tarihin ve halkımızın gerçek bir sanatçıdan beklediği de budur.
ferhat@ferhattunc.net
26 Şubat 2010
3 Mart, “Müzik Özgürlüğü Günü” olarak dünyanın birçok ülkesinde çeşitli konser ve etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerde dünyanın dikta rejimlerinde yaşayan ve muhalif kimliklerinden ötürü baskı ve sansüre uğrayan sanatçılar konuk edilerek, yaşadıkları baskıların dünya medyasında gündeme gelmesi ve bunun küresel bir sorun olarak algılanması sağlanıyor. Bu yıl için de benzer çalışmalara devam ediliyor. 3 Mart 2010 tarihinde Mombai, Kahire, Kabil, Amman, Lahey, Paris ve New York’ta Müzik Özgürlüğü Günü etkinlikleri gerçekleştirilecek.
Bu yıl ayrıca “Dünyanın Yasaklı Şarkıları” isimli yeni bir albüm çıkıyor. İran’dan Mahza Verdat, Batı Sahra’dan Aziza Brahim, Marcel Khalife, Amal Murkus, Jah Fakoly ve Türkiye’den benim bulunduğum albüm, 3 Mart günü itibariyle dünya müzik marketlerinde yerini alacak. Sanatçıların, kendi ana dillerinde söyledikleri şarkılarla oluşturdukları albümün bu alanda bir ilk olması ise son derece önemli.
Freemuse, (Dünya özgür Müzik Forumu) “Müzik Özgürlüğü Günü” kapsamında her yıl sansür ve baskılara karşı verdikleri mücadeleden dolayı bir veya iki sanatçıya ödül vermektedir. Geçen günlerde Freemuse başkanı Sayın Ole Raitov’dan gelen bir telefonla 2010 yılının ödülüne, benimle birlikte Arap halkının direnişini ve özgürlük talebini müziğiyle dünyaya taşıyan ve tanıtan sevgili Marcel Khalif’in layık görüldüğünü öğrendim. 25 Mart perşembe günü Londra’da dünya basınının da takip edeceği törende sevgili Marcel Khalif’le birlikte bu tarihi ödülü, etnik, kültürel ve siyasi nedenlerden ötürü takip edilen, baskı ve sansüre uğrayan, hakkında davalar açılan ve tutuklanan sanatçı ve müzisyenler adına almış olacağız.
Dünyanın bu yönüyle bildiği ve tanımaya çalıştığı bir sanatçı olarak kendi ülkemde nasıl bir dışlanmışlık, bir faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumu ifade etmek durumundayım. 30 yıla varacak olan sanat hayatımın neredeyse bütünü, bu ülkede baskı ve yasaklarla mücadele içinde geçti. Bu yasakların özellikle son 7 yıllık AKP Hükümeti döneminde katlanarak devam ettiğini söylemem gerekiyor.Son bir yıldır “demokratik açılım” sözcükleriyle yatıp kalkıyoruz. Demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesinde yer alan bir sanatçı olarak, bu ülkede herkesten çok gerçek anlamda bir demokratik açılımın savunucusu oldum ve olmaya devam edeceğim; fakat bizim beklediğimiz ve özlediğimiz anlamda bir açılımın aksine bu hükümetin ortaya koyduğu yaklaşımı ise son derece dışlayıcı ve bir o kadar da tehlikeli buluyorum.
Kürt coğrafyasında görülmedik bir baskı ve terör rejimi yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Kürt halkının seçilmiş belediye başkanları ve siyasi temsilcileri ardı ardına kelepçelenerek tutuklanıyor ve Kürt çocukları panzerlere taş attıkları iddiasıyla onlarca yıl hapisle yargılanmak üzere tutuklanıp cezaevlerine tıkılıyorlar. Öte yandan Kürtçe şarkı söyleyen sanatçılara yönelikte yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya bulunuyoruz. KCK operasyonu kapsamında sırf şarkı söylediği için tutuklanan Diyarbakırlı Şeyda Perinçek hala cezaevinde bulunuyor. Yine son bir ay içinde önce Kürt sanatçı İbrahim Rojhılat ve ardından Rojda, söyledikleri Kürtçe şarkılar yüzünden gözaltına alındılar. Benim hakkımda devam eden davalara bir yenisi daha ekleniyor. 2009 Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında verdiğim konserde yaptığım konuşmada: “Rütbeli katillerin cehenneme dönüştürdüğü bir coğrafyada yaşamak istemiyoruz” dediğim için yargılanacağım.
Bütün bu gerçeklerin vücut bulduğu toplumsal, siyasal arenada samimi, onurlu bir barışın hayat bulması adına çabalarımızın yoğunlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Öte yandan hükümetin “yandaşçı zihniyet” yaklaşımının sanat camiasını da etkilediğine tanık oluyoruz. 20 Şubat günü Sayın Başbakan, sözde açılım görüşmelerine yeni bir halka daha ekledi ve Dolmabahçe'de çok sevdiği, kendi partisine yakın bulduğu veya yakın olmaya müsait gördüğü şarkıcı, türkücü ve bazı sanatçılarla kahvaltıda bir araya geldi. Öncelikle bu kahvaltıya davet edilmediğimi, edilseydim bile katılmayarak, Alevi Çalıştayı sürecinde doğru olduğuna inandığım benzer bir duruşun tarafı olacaktım, bunu belirtmeliyim. Kahvaltıya teşrif edenlerin birçoğunu uzun yıllardır tanıyorum. Bu arkadaşlarımdan birkaçının, bu hükümetin “Demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” adı altında başlattığı sürecin giderek inandırıcılığını yitirdiğini bildiklerinden kuşkum yok. Ancak bu çağrıya uyarak ve katılarak inandırıcılığı olmayan bir sürecin birer unsuru haline geldiklerini de vurgulamakta yarar görüyorum.
Türkiye’de “Kürt açılımı” adı altında nasıl bir kıyım ve faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumuzu görmemek veya görmezden gelmek mümkün değildir. Bu kıyımın, kahvaltıya katılanlardan biri olan şarkıcı Hakan Peker tarafından dile getirilmesini son derece ilginç buldum ve kendisini kutlamak lazım. Ancak Hakan Peker’in bu tavrı kahvaltıda bulunan Kürt ve Alevi kökenli sanatçılar açısından bir utanç vesilesi olarak görülebilir. Bu çok duyarlı! sanatçı arkadaşlarımın bu gerçekleri herkesten çok daha iyi bildikleri ve yaşananları gördükleri halde sessiz ve tepkisiz kalmalarına şaşırmıyorum doğrusu. Özellikle Arif Sağ’ın Alevi açılımıyla ilgili yapılan çalıştayın bir aktörü haline gelmesi ve giderek hükümetin yanlı, yanlış politikalarının danışmanlığına soyunmasının düşündürücü olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum.
Baskıcı rejimlerde halkın sanatçısı olmak, her şeyden önce ödünsüz olmayı gerektirir. Kendi çıkarsal ilişkilerini korumaya dönük bir yaklaşımın tarafı olanların, rejime göbekten bağlı hale gelenlerin ve bundan medet umanların halkın sanatçısı olamayacaklarını tarih göstermiştir. Ülkemiz tarihi bu anlamda ortaya çıkmış değerlerin de tarihidir. Pir Sultanların, Nazım Hikmetlerin, Yılmaz Güneylerin ve son olarak sevgili Ahmet Kaya’nın ödünsüz, devrimci tavrı buna örnektir. Hayatlarında en küçük bedelleri dahi göze almaktan kaçınan ve sanatlarını sistemin baskıcı ve yozlaştırıcı etkilerinden kurtaramayanların bu değerlerin farkında olmasını bekleyemeyiz.
Aynı şekilde bu ülkede kimliklerinden ve siyasal duruşlarından ötürü taviz vermeyen sanatçıların hayatında ise değişen bir şeyin olmadığı da ortadadır. Onlar bu kahvaltı sofralarına davet edilmedikleri gibi! teslim alınmak adına haklarında açılan davalar ve yasaklarla mücadele etmeyi de sürdüreceklerdir. Tarihin ve halkımızın gerçek bir sanatçıdan beklediği de budur.
ferhat@ferhattunc.net
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder