19 Şubat 2010 Cuma
19 Şubatın Hayatımdaki Anlamı
A. Rıza Aydın
18 Şubat 2010 Adana
"Aşk atına binmiş olan aşıklar
Ölünceye kadar yorulmaz imiş.
Hak’kı can gözüyle gören sadıklar
Bu fani dünyaya sarılmaz imiş.” Sıdkı Baba
19 Şubatın benim hayatımdaki anlamı
19 Şubatın benim hayatımda, izahını yapmakta zorlandığım önemli tesadüflerin birleştiği bir gündür.
19 Şubat her şeyden önce Ulaş Bardakcı’nın ölüm yıldönümüydü. Kendimizi Mahir Çayan’ın yolunda hissettiğimiz, kısaca Parti – Cepheliyiz dediğimiz günlerde bu günü önemle anardık.
Hatta Şubat ayı bizim için Ulaş ayıydı desem abartmış olmam. Niyedir bilmem ama biz Ulaş’ı çok severdik, sevdiğimiz insanların çocuklarına bu adı vermişizdir. Şimdilerde nerde bu adı görsem, içim titrer, bilirim ki bunun ailesinin geçmişte bizimle bir muhabbeti olmuş. Bizim sevgi çemberimizden geçmiş. Bu yüzden Ulaş adını taşıyanlar bana sevimli görünür. Onlara sarılıp bağrıma basarak, öpüp koklayasım gelir.
1978 Şubatında Ulaş’ı bölgede nasıl anarız diye düşünceler geliştirdiğim günlerden bir gün, Mersine gidecektim. Kardeşim Cemalle karşılaştım.
Cemal benden iki yaş küçüktü, 1958 doğumluydu. Ona evde Hüsnü Camal derdik; Hüsnü Cemal genç yaşta ölen dayımızın adıydı, annemin başka erkek kardeşi yokmuş bu ad oradan kalma bir andıçtı. Bu yüzden aile içinde Hüsnü Cemalin özel bir yeri vardı. Ebem, anam üzerine titrerlerdi. Kendiside güzel bir çocuktu, büyüyünce yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Kendine has güzel bir sesi vardı, bizim evde türkülerimizi en güzel o söylerdi; bundan dolayı onsuz toplantı olmazdı. Arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde, okulda ona türkü söyletirdik. Çok sevimli çok sevecen bir gençti. Albenili yakışıklı, insan güzeli diyebileceğimiz bir gençti. Belki bu yüzden, belki de güzel türküler söylediğinden dolayı kızlar tarafından sevilirdi, geniş bir çevresi vardı. Büyüyünce oda benim izimden gelip Parti –Cephe sempatizanı olmuştu, bu çerçevede anılan guruplar içinde o günlerde Devrimci gençlik dergisi çevresiyle temasa geçip onlarla birlikte anılır olmuştuk. Kendimize kısaca Dev – Gençliyiz diyorduk. Cemalde bu hareketin bir militanıydı.
Cemale Mersine gideceğimi söyledim. Akşam üzereydi. Oda bana “bizde Ziraat Fakültesin önünde çadır kurup açlık grevi başlatan arkadaşları yanına gidiyoruz” dedi. Ziraat Fakültesindeki öğrenciler isteklerinin karşılanması için açlık grevi yapıyorlardı. Ziraat Fakültesinin olduğu bölge Faşistlerin yoğun olduğu bir bölgeydi, bu yüzden grev yapan arkadaşlara destek olmaya çalışıyorduk. Aslında bu grev yapan gurup içinde bizim çevremizden, Dev- Gençli insan yoktu, yani siyasal olarak eylemde bir sorumluluğumuz yoktu ama haklı bulduğumuz her eylemi destekleyip, haklı mücadelelerin yanında olduğumuz için alcık grevi yapan ziraat fakültesinin öğrencilerine de destek oluyorduk. Cemale silahınız var mı dedim yok abı boşuz dedi. Akşam akşam oraya hiç boş gidilir mi diye çıkarıp bir silah verdim. O zamanlar güvenliğini almadığımız hiç kimseyi hiçbir yere götürmezdik. Cemal ziraat fakültesine gitti bende Mersine gittim. O sıralar ceza evinden yeni çıkmıştım. Cezaevinden çıkınca köye gitmiş, gelirken de Ankara’ya uğramıştım. Ankara’dan gelirken amcamın oğluyla beraber gelmiştik. Ankara’dan gelen amcamın oğluyla beraber Mersin’e gidip oralarda gezdik. Adana’ya gelip eve uğradığımda arkadaşları bir telaş içinde gördüm, ne oldu ne var dedim “Cemal kanala düştü” dediler. Adana’da barajdan Çukurova’yı sulamak için yapılmış 2 tene büyücek kanal vardır kış aylarında içinde su olmaz. İçimden “düşsün ne olacak” diye geçirdim, “enfazla bir yeri kırılır” diye düşündüm. Hastaneye vardım ki ne varayım “Cemal komada Cemal’ın durumu iyi değil”. Arkadaşlardan hemen durumu öğrenmeye çalıştım ki durum benim sandığım gibi değil.
Ziraat Fakültesinin önünden geçen kanal 11–12 metre boyunda bir uçurumun altından geçiyor. Alcık grevi çadırı bu uçurumun başına kurulmuş, Cemalde –sanırım- üzerinde silah olduğu için kenarda bekliyormuş, sol içi tartışmanın yapıldı o ortamda nasıl olmuşsa olmuş Cemal 11–12 metrelik uçurumdan aşağıya düşmüş. Cemal bir hafta 10 gün kadar komada kaldı komadan çıkamayıp öldü. Cemal öldüğünde tarihler 19 Şubatı gösteriyordu.
Annem köyde kalıyordu, Cemalin durumunu duyunca Adana’ya gelmişti. Kış kıyamet demeden Cemalin cenazesini köye götürdük. Köye vardığımızda ebem kızını çok metanetle karşılayıp “kızım acısı daim olsun” dedi. İliklerim eridi, tüylerim ürperdi bu söze ama ebemin bu sözle ne demek istediğini, niye böyle dediğini anlayamadım. Aylar sonra durum sakinleşince ebeme niye böyle dediğini sorum. Ebem, “oğlum bir acı, ondan daha büyük, başka bir acı gelinceye kadar unutulmaz. Anana bundan başka acı görmeyesin, bu acıyla kalasın, bu acın daim olsun dileğinde bulundum onun için öyle dedim” dedi. Yıllar sonra benden, 2 Temmuz katliamını bir panelde anlatmam istendiğinde, bende ebemin bu sözleriyle söze başlamıştım; sonra o konuşmamın metnini bir yazıya dönüştürüp, yazının adına da onun sözlerini verip “Acısı daim olsun” demiştim.
Hüsnü Cemal, Adana Dev-Genç, Adana Dev-Yol hareketinin örgütlü çevresinde olan ilk kaybımızdır.
Aslında o tarihlerde ben bir buçuk iki yıl kadar arandığım için Adana’dan uzakta geçirmiştim. Acil bir şey olduğunda, gerektikçe Behçet beni çağırıyor, onun üzerine Adana’ya geliyordum, bu vesileyle de Cemali görüyordum bazen da Cemal benim bulunduğum yere geliyordu. Cemal beni çok severdi. Bu sevgisi sadece abisi olduğumdan dolayı değil, hareketimizin içinde militan biri olarak onun önünde olmama sevinir bundan gurur duyardı. Bu durum o zamanlar ikimizi de mutlu ediyordu. Bana kaç kez, abi merak etme sen ölünce, seni mitralyöz sesleriyle gömeriz, sana layık bir cenaze töreni yaparız hiç merak etme derdi. Che’nin o ünlü “ölüm nerden ve neren gelirse gelsin…” diye başlayan söylevini büyük bir keyifle, severek söylerdi. Yol öyleydi. Beklentimiz oydu. O zaman ki ruh halimiz böyleydi. Hareketin önünce onun mücadelesini verirken, toprağa düşüp can vermek bizim için bir şerefti, şandı. Ben onlardan önce devrimci olmuştum, birkaç adım onlardan önce yürüyordum, bu yolda düşüp şehit olma şerefi de hep sinden önce bana nasip olmalıydı; bunu umup bunu bekliyorduk. Hak olan, hakkaniyetli olan buydu. Ama böyle olmadı, Cemal benden önce bu yolda toprağa düştü. Benim trajedimde burada başladı. Bu benim hayatımın en önemli dönemeci, en bunalımlı sıkıntılarla geçen döneminin de başlangıcı oldu. Ailemiz, özelliklede anam Cemalin bu sonundan beni sorumlu tutuyordu. Anam sebep diyordu ikidebir sebep, bana beddua etmeseler de bunun sebebi sensin diyorlardı; her zaman açık açık demeseler de bunu hissettiriyorlardı. Bu yargılarında haksızda sayılmazlardı, Cemal beni örnek alarak solcu olmuştu, oraya onu ben göndermiştim. Bendim bu işin sorumlusu. Ben olmasam bu olmazdı. Bütün çevremiz buna böyle bakıyordu. Benimde başıma bir iş gelmemesi için beni bu hareketlerde onların tabiriyle söylersem solculuktan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bunun bir yolu olarak ta köyde bana söz kestikleri kızla derhal beni evermek istiyorlardı. Bense kendi kendimce, Cemalin mücadelesini de yüklenmiş, ondan kalan bayrağı da ben taşıyordum artık. Hayatımın bundan sonrasında, hem Cemalin hem de Cemal gibi sosyalist mücadeleye kazanmamızda emeğim geçmiş, bu militan hayata başlamasında rolüm olan, bu yolda benden önce toprağa düşmüş arkadaşlarımın sorumluluğu ile yaşadım. Ben zaman içinde yaşlandım bazı algılarımda farklılıklar oldu ama onlar o günlerdeki coşkularıyla oldukları gibi kaldılar, onları hep öyle hatırladım. Bu beni zaman içinde ezdi sıkıntılara soktu, hatta bu yüzden bazen onlara isyan edesim geldi; oturdum ağladım. 12 Eylülden sonra bu toprakları terk etmeyişimde bu duygumun rolü büyüktür. Ben olmasam, belki bu arkadaşlarım bu yola girmemiş olacaklardı, bu yüzdende belki bu gün hala yaşıyor olacaklardı ama onlar benimde katkılarımla bu yola girip bu yolda toprağa düştüler, o zaman bu sorumluluğu omuzlarında taşıyan biri olarak ben, nasıl olurda onların kavgasını, sevdasını buralarda bırakıp, bu topraklardan gider bu kavgayı bırakıp kendi kişisel kurtuluşumun derdine düşebilirdim ki. Olabilecek bir iş miydi bu. Bunu yapamazdım, yapmadım. İnancımın, kararlılığımın yanında bu duygumun etkisi fazladır. Buradan, buradaki kavgamızdan gider, kendi kişisel kurtuluşum için bir takım uğraşlara girersem nasıl bakarım bunların yüzüne, Cemal’le Mustafa bana ne derler, içimde onlarla nasıl yüzleşirim, onlara nasıl hesap verir, onlarla -içimde- karşılaşınca örneğin onlar rüyama girdiklerinde ne yaparım diyordum. İç huzurum için, her şeyi göze alıp burada, buralarda kaldım. Sürgüne gittim, olur olmadık yere polise alınıp işkence tezgahlarına çekildim, işsiz kaldım, sevgililerimden ayrıldım, örgütsüzlüğün, çaresizliğini, parasızlığın acısını yaşadım. Ama omuzlarımı eğmeden başımı dik tutup direndim. Karınca kararınca yürüyorum bu yollarda. Üzerime düşeni, elimden geleni, yapmam gerekeni yapıyorum. Onların karşısında başım göklere değercesine dik yüreğim temiz. Bu beni mutlu ediyor. Tek tesellim varsa oda bu. Bu ruh halimle yine heheybe çekip Ruhi Su türküleri söylüyorum. İçimdeki onlarda yine bu türkülerimi seviyorlar. İşte o zamanlar bu “öküz sesim” bana bir güzel geliyor bana bir dokunuyor bir dokunuyor ki anlatamam. Bazı anlar türkülerimizi söylerken bu coşkuyla coşup gözlerim yaşarıp, ağlıyorum. Yolda giderken bazen öyle bir kaptırıyorum ki kendimi, birde bakıyorum dilime bir türkü tutturmuşum yoldan bana bakanların beni deli sanmasına aldırmadan keyfimce yürüyüp türkülerimizi söyleye söyleye gidiyorum. Kimseler ilgilendirmiyor beni, ben kendi dünyamda mutlu huzurlu yaşıyorum. Bunu onların türkülerine borçlu olduğumu biliyorum, bu hiç aklımdan çıkmıyor. İyi ki bu türküler var, bu türküler olmasa yaşayamazdım.
Ama geçmişten farklı yanım şu, eskiden olduğu gibi kimseye doğru bildiğim yolda bizlerle birlikte olması için ısrar etmiyorum. Kimse beni suçlasın, hayatında başına gelenden beni sorumlu tutsun istemiyorum. Eskiden olduğu gibi doğru bildiğim şeyleri yine anlatıyorum ama ısrar etmiyorum sadece anlatıyorum. Kimseler beni sorumlu tutsun, vicdani sorumluluk altında kalayım istemiyorum. Bu hayat çizgimde önemli bir değişimdir.
Bilen dostlarım bilir. Ruhi Su’yu ilk keşfedip bize tanıtan Cemal olmuştu. Mersindeki mitinge giderken trende bir TKP’liden Ruhi Su’nun “Zahit bizi tan eyleme” türküsünü duyup bunu heyecanla bize anlatmış, Ruhi Su’yu arayıp bulmamızı sağlamıştı. Önce o söylerdi bu türküleri sonra biz; türkülerde öncümüz oydu. Onunla sevmiştik türküleri. O gitti, türkülerle birlikte yaşama huyu yadigar kaldı bize. O yanımızda olmasa da ondan yadigâr kalan türkülerle yaşama alışkanlığımız sürüyor; ne yaparsak yapalım dilimizden türküler eksik olmuyor.
Adana’dan uzak kaldığım sıralarda Cemali Behcete sorardım. Behçet Cemalden çok memnundu övgüyle söz ediyordu ondan. Seviyorlardı bir birlerini. Ben gittikten sonra Ugur diye bir arkadaş gelmişti, ben o arkadaşı hiç görmemiştim ama Cemal gil ondan şikayetçiydi, onun tavırlarından hoşlanmamışlardı. Ona çok kızgınlardı. Onun buradan gitmesini istiyorlardı. Behçete lisanımünasiple durumun mahiyetini- ona olan tepkiyi anlattım, “bu arkadaş tezcek gitsin” dedim, fazla sürmedi arkadaşı buradan gönderdiler.
Behçet’e Cemali sorduğumda bir bildiri basarken yaşadıklarını anıyı anlatmıştı. Bir akşam bildiri basarken teksir makinesi bozulmuş. Cemal demiş ki gidip bizim okulunkini getireyim; Behcet’te getirebilirseniz gidin getirin demiş. Gidip teksir makinesini getirmişler. İşleri bitince de teksir makinesini Cemal geri götürüp aldığı yere koymuş. Bunu duyunca, Cemale niye böyle yaptın, mademki gece gittin getirdin niye geri götürdün dedim. “Abi” dedi gayet sert ciddi bir tavırla, “biz hırsız mıyız? okulumuzun malını mı çalacağız, lazım oldu gidip aldık geldik, işimiz bitince de götürüp geri yerine koyduk, burası bizim okulumuz” dedi. Bu tavrına, bu mantığına hayran kalmıştım, onu kutladım. Biz, bize yakışmayan, kendimize yakıştıramadığımız hiçbir şeyi yapmazdık; yapmadıkta. Cemal çok pratik bir çocuktu. Bir işi üzerine adlımı, en kısa yoldan onu yapardı. Şeremetti. Çok çabuk hareket ederdi. Onunla mücadele etmiş, yazı yazmış, afiş asmış, bildiri dağıtmış, kavgaya karışmış arkadaşlarının onu anlatmasını istiyorum. Hep benim anlatmam ne kadar doğru olur bilmiyorum.
Başka bir on dokuz Şubatta, bu defa 19 Şubat 1979 da, Ulaş Bardakcı’yı anmak için bombalı pankart hazırlığı yaparken elimizde bomba patladı. Beni tanıyanların malumu olduğu gibi, bu kazada sol elimle sağ elimin parmak uçlarını kaybettim. Bu süreci uzunca anlatma işini başka bir yazıya bırakıyorum; aslında bu işi “Ellerim kopunca duygularım” adını verdiğim bir mektupta anlatmıştım.
Bundan sonraki hayatımın bir sıkıntılı günü yine 19 Şubata denk geldi. Bu tamamen tesadüftü. 14 yıllık bir evlikten sonra, Şenay ile ayrılmaya karar vermiştik, o istiyordu. Avukat arkadaşımız Kemal’i eve çağırdık. Durumu anlatıp boşanma evraklarını hazırlayıp mahkemeyi açmamızda bize yardımcı olmasını istedik. Kemal önce şaka yaptığımızı sandı. Sonra baktı ki bu şaka değil durum çitti, Şenay’la uygun günü belirlemeye başladılar; ben epey bir zamandan beri işsiz olduğum için her gün bana uyuyordu, önemli olan Şenay ile Kemal’e uygun olmasıydı. Sonumda Kemal şu gün gelin dedi, Şenayla anlaştılar. Kemal’in gelin dediği saatte mahkeme kaleminin önüne vardık. Kemal evrakları hazırlamıştı, imzalarken birden gözüme çarptı ki tarih 19 Şubat yazıyor. Hiçbir şey fark ettirmedim. Dilekçemizi mahkeme kalemine verdik, ben harcırahlarını da yatırdım, moralim epeyce bozulmuştu Kemal’e teşekkür edip Şenay ile dışarı çıktık. Şenay’ yorulduk buraya ÖDP yakın oraya çıkıp, bir çay içip biraz dinlenelim mi dedim, olur dedi. ÖDP ye varıp orda sohbet ederken Şenay’ bugünkü tarihe dikkat ettin mi diye sordum. Yoo ne vardı ki dedi, bir baksana tarih neyi gösteriyor dedim. Tarihe baktı, 19 Şubatı görünce çok üzüldü, orda gördün de niye söylemedin başka bir gün gelirdik dedi. Bende bilmiyordum ki orda görüp fark ettim, oraya geldikten sonrada artık önemli değildi zaten dedim. Şenay 19 Şubatın hayatımdaki anlamını biliyordu.
Kadim dostum Mihrac Ural’ın beni arayıp yarin Cemalin ölüm yıldönümü bu günden seni arayım dedim, demesi üzerine bu satırları yazıyorum. Ona da söylediğim gibi yarin 19 Şubat, yarın hiç dışarı çıkmasam mı acaba.
Sevgiyle özlemle geçmişimizi geçmişte bizlerle bu yolda yürüyüp toprağa düşen arkadaşlarımızı, yoldaşlarımızı anıyorum.
Sevgiyle öpüyorum hepsini.
Anıları bizlerle beraber yaşıyor yaşayacak ta.
18 Şubat 2010 Adana. A. Rıza Aydın
18 Şubat 2010 Adana
"Aşk atına binmiş olan aşıklar
Ölünceye kadar yorulmaz imiş.
Hak’kı can gözüyle gören sadıklar
Bu fani dünyaya sarılmaz imiş.” Sıdkı Baba
19 Şubatın benim hayatımdaki anlamı
19 Şubatın benim hayatımda, izahını yapmakta zorlandığım önemli tesadüflerin birleştiği bir gündür.
19 Şubat her şeyden önce Ulaş Bardakcı’nın ölüm yıldönümüydü. Kendimizi Mahir Çayan’ın yolunda hissettiğimiz, kısaca Parti – Cepheliyiz dediğimiz günlerde bu günü önemle anardık.
Hatta Şubat ayı bizim için Ulaş ayıydı desem abartmış olmam. Niyedir bilmem ama biz Ulaş’ı çok severdik, sevdiğimiz insanların çocuklarına bu adı vermişizdir. Şimdilerde nerde bu adı görsem, içim titrer, bilirim ki bunun ailesinin geçmişte bizimle bir muhabbeti olmuş. Bizim sevgi çemberimizden geçmiş. Bu yüzden Ulaş adını taşıyanlar bana sevimli görünür. Onlara sarılıp bağrıma basarak, öpüp koklayasım gelir.
1978 Şubatında Ulaş’ı bölgede nasıl anarız diye düşünceler geliştirdiğim günlerden bir gün, Mersine gidecektim. Kardeşim Cemalle karşılaştım.
Cemal benden iki yaş küçüktü, 1958 doğumluydu. Ona evde Hüsnü Camal derdik; Hüsnü Cemal genç yaşta ölen dayımızın adıydı, annemin başka erkek kardeşi yokmuş bu ad oradan kalma bir andıçtı. Bu yüzden aile içinde Hüsnü Cemalin özel bir yeri vardı. Ebem, anam üzerine titrerlerdi. Kendiside güzel bir çocuktu, büyüyünce yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Kendine has güzel bir sesi vardı, bizim evde türkülerimizi en güzel o söylerdi; bundan dolayı onsuz toplantı olmazdı. Arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde, okulda ona türkü söyletirdik. Çok sevimli çok sevecen bir gençti. Albenili yakışıklı, insan güzeli diyebileceğimiz bir gençti. Belki bu yüzden, belki de güzel türküler söylediğinden dolayı kızlar tarafından sevilirdi, geniş bir çevresi vardı. Büyüyünce oda benim izimden gelip Parti –Cephe sempatizanı olmuştu, bu çerçevede anılan guruplar içinde o günlerde Devrimci gençlik dergisi çevresiyle temasa geçip onlarla birlikte anılır olmuştuk. Kendimize kısaca Dev – Gençliyiz diyorduk. Cemalde bu hareketin bir militanıydı.
Cemale Mersine gideceğimi söyledim. Akşam üzereydi. Oda bana “bizde Ziraat Fakültesin önünde çadır kurup açlık grevi başlatan arkadaşları yanına gidiyoruz” dedi. Ziraat Fakültesindeki öğrenciler isteklerinin karşılanması için açlık grevi yapıyorlardı. Ziraat Fakültesinin olduğu bölge Faşistlerin yoğun olduğu bir bölgeydi, bu yüzden grev yapan arkadaşlara destek olmaya çalışıyorduk. Aslında bu grev yapan gurup içinde bizim çevremizden, Dev- Gençli insan yoktu, yani siyasal olarak eylemde bir sorumluluğumuz yoktu ama haklı bulduğumuz her eylemi destekleyip, haklı mücadelelerin yanında olduğumuz için alcık grevi yapan ziraat fakültesinin öğrencilerine de destek oluyorduk. Cemale silahınız var mı dedim yok abı boşuz dedi. Akşam akşam oraya hiç boş gidilir mi diye çıkarıp bir silah verdim. O zamanlar güvenliğini almadığımız hiç kimseyi hiçbir yere götürmezdik. Cemal ziraat fakültesine gitti bende Mersine gittim. O sıralar ceza evinden yeni çıkmıştım. Cezaevinden çıkınca köye gitmiş, gelirken de Ankara’ya uğramıştım. Ankara’dan gelirken amcamın oğluyla beraber gelmiştik. Ankara’dan gelen amcamın oğluyla beraber Mersin’e gidip oralarda gezdik. Adana’ya gelip eve uğradığımda arkadaşları bir telaş içinde gördüm, ne oldu ne var dedim “Cemal kanala düştü” dediler. Adana’da barajdan Çukurova’yı sulamak için yapılmış 2 tene büyücek kanal vardır kış aylarında içinde su olmaz. İçimden “düşsün ne olacak” diye geçirdim, “enfazla bir yeri kırılır” diye düşündüm. Hastaneye vardım ki ne varayım “Cemal komada Cemal’ın durumu iyi değil”. Arkadaşlardan hemen durumu öğrenmeye çalıştım ki durum benim sandığım gibi değil.
Ziraat Fakültesinin önünden geçen kanal 11–12 metre boyunda bir uçurumun altından geçiyor. Alcık grevi çadırı bu uçurumun başına kurulmuş, Cemalde –sanırım- üzerinde silah olduğu için kenarda bekliyormuş, sol içi tartışmanın yapıldı o ortamda nasıl olmuşsa olmuş Cemal 11–12 metrelik uçurumdan aşağıya düşmüş. Cemal bir hafta 10 gün kadar komada kaldı komadan çıkamayıp öldü. Cemal öldüğünde tarihler 19 Şubatı gösteriyordu.
Annem köyde kalıyordu, Cemalin durumunu duyunca Adana’ya gelmişti. Kış kıyamet demeden Cemalin cenazesini köye götürdük. Köye vardığımızda ebem kızını çok metanetle karşılayıp “kızım acısı daim olsun” dedi. İliklerim eridi, tüylerim ürperdi bu söze ama ebemin bu sözle ne demek istediğini, niye böyle dediğini anlayamadım. Aylar sonra durum sakinleşince ebeme niye böyle dediğini sorum. Ebem, “oğlum bir acı, ondan daha büyük, başka bir acı gelinceye kadar unutulmaz. Anana bundan başka acı görmeyesin, bu acıyla kalasın, bu acın daim olsun dileğinde bulundum onun için öyle dedim” dedi. Yıllar sonra benden, 2 Temmuz katliamını bir panelde anlatmam istendiğinde, bende ebemin bu sözleriyle söze başlamıştım; sonra o konuşmamın metnini bir yazıya dönüştürüp, yazının adına da onun sözlerini verip “Acısı daim olsun” demiştim.
Hüsnü Cemal, Adana Dev-Genç, Adana Dev-Yol hareketinin örgütlü çevresinde olan ilk kaybımızdır.
Aslında o tarihlerde ben bir buçuk iki yıl kadar arandığım için Adana’dan uzakta geçirmiştim. Acil bir şey olduğunda, gerektikçe Behçet beni çağırıyor, onun üzerine Adana’ya geliyordum, bu vesileyle de Cemali görüyordum bazen da Cemal benim bulunduğum yere geliyordu. Cemal beni çok severdi. Bu sevgisi sadece abisi olduğumdan dolayı değil, hareketimizin içinde militan biri olarak onun önünde olmama sevinir bundan gurur duyardı. Bu durum o zamanlar ikimizi de mutlu ediyordu. Bana kaç kez, abi merak etme sen ölünce, seni mitralyöz sesleriyle gömeriz, sana layık bir cenaze töreni yaparız hiç merak etme derdi. Che’nin o ünlü “ölüm nerden ve neren gelirse gelsin…” diye başlayan söylevini büyük bir keyifle, severek söylerdi. Yol öyleydi. Beklentimiz oydu. O zaman ki ruh halimiz böyleydi. Hareketin önünce onun mücadelesini verirken, toprağa düşüp can vermek bizim için bir şerefti, şandı. Ben onlardan önce devrimci olmuştum, birkaç adım onlardan önce yürüyordum, bu yolda düşüp şehit olma şerefi de hep sinden önce bana nasip olmalıydı; bunu umup bunu bekliyorduk. Hak olan, hakkaniyetli olan buydu. Ama böyle olmadı, Cemal benden önce bu yolda toprağa düştü. Benim trajedimde burada başladı. Bu benim hayatımın en önemli dönemeci, en bunalımlı sıkıntılarla geçen döneminin de başlangıcı oldu. Ailemiz, özelliklede anam Cemalin bu sonundan beni sorumlu tutuyordu. Anam sebep diyordu ikidebir sebep, bana beddua etmeseler de bunun sebebi sensin diyorlardı; her zaman açık açık demeseler de bunu hissettiriyorlardı. Bu yargılarında haksızda sayılmazlardı, Cemal beni örnek alarak solcu olmuştu, oraya onu ben göndermiştim. Bendim bu işin sorumlusu. Ben olmasam bu olmazdı. Bütün çevremiz buna böyle bakıyordu. Benimde başıma bir iş gelmemesi için beni bu hareketlerde onların tabiriyle söylersem solculuktan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bunun bir yolu olarak ta köyde bana söz kestikleri kızla derhal beni evermek istiyorlardı. Bense kendi kendimce, Cemalin mücadelesini de yüklenmiş, ondan kalan bayrağı da ben taşıyordum artık. Hayatımın bundan sonrasında, hem Cemalin hem de Cemal gibi sosyalist mücadeleye kazanmamızda emeğim geçmiş, bu militan hayata başlamasında rolüm olan, bu yolda benden önce toprağa düşmüş arkadaşlarımın sorumluluğu ile yaşadım. Ben zaman içinde yaşlandım bazı algılarımda farklılıklar oldu ama onlar o günlerdeki coşkularıyla oldukları gibi kaldılar, onları hep öyle hatırladım. Bu beni zaman içinde ezdi sıkıntılara soktu, hatta bu yüzden bazen onlara isyan edesim geldi; oturdum ağladım. 12 Eylülden sonra bu toprakları terk etmeyişimde bu duygumun rolü büyüktür. Ben olmasam, belki bu arkadaşlarım bu yola girmemiş olacaklardı, bu yüzdende belki bu gün hala yaşıyor olacaklardı ama onlar benimde katkılarımla bu yola girip bu yolda toprağa düştüler, o zaman bu sorumluluğu omuzlarında taşıyan biri olarak ben, nasıl olurda onların kavgasını, sevdasını buralarda bırakıp, bu topraklardan gider bu kavgayı bırakıp kendi kişisel kurtuluşumun derdine düşebilirdim ki. Olabilecek bir iş miydi bu. Bunu yapamazdım, yapmadım. İnancımın, kararlılığımın yanında bu duygumun etkisi fazladır. Buradan, buradaki kavgamızdan gider, kendi kişisel kurtuluşum için bir takım uğraşlara girersem nasıl bakarım bunların yüzüne, Cemal’le Mustafa bana ne derler, içimde onlarla nasıl yüzleşirim, onlara nasıl hesap verir, onlarla -içimde- karşılaşınca örneğin onlar rüyama girdiklerinde ne yaparım diyordum. İç huzurum için, her şeyi göze alıp burada, buralarda kaldım. Sürgüne gittim, olur olmadık yere polise alınıp işkence tezgahlarına çekildim, işsiz kaldım, sevgililerimden ayrıldım, örgütsüzlüğün, çaresizliğini, parasızlığın acısını yaşadım. Ama omuzlarımı eğmeden başımı dik tutup direndim. Karınca kararınca yürüyorum bu yollarda. Üzerime düşeni, elimden geleni, yapmam gerekeni yapıyorum. Onların karşısında başım göklere değercesine dik yüreğim temiz. Bu beni mutlu ediyor. Tek tesellim varsa oda bu. Bu ruh halimle yine heheybe çekip Ruhi Su türküleri söylüyorum. İçimdeki onlarda yine bu türkülerimi seviyorlar. İşte o zamanlar bu “öküz sesim” bana bir güzel geliyor bana bir dokunuyor bir dokunuyor ki anlatamam. Bazı anlar türkülerimizi söylerken bu coşkuyla coşup gözlerim yaşarıp, ağlıyorum. Yolda giderken bazen öyle bir kaptırıyorum ki kendimi, birde bakıyorum dilime bir türkü tutturmuşum yoldan bana bakanların beni deli sanmasına aldırmadan keyfimce yürüyüp türkülerimizi söyleye söyleye gidiyorum. Kimseler ilgilendirmiyor beni, ben kendi dünyamda mutlu huzurlu yaşıyorum. Bunu onların türkülerine borçlu olduğumu biliyorum, bu hiç aklımdan çıkmıyor. İyi ki bu türküler var, bu türküler olmasa yaşayamazdım.
Ama geçmişten farklı yanım şu, eskiden olduğu gibi kimseye doğru bildiğim yolda bizlerle birlikte olması için ısrar etmiyorum. Kimse beni suçlasın, hayatında başına gelenden beni sorumlu tutsun istemiyorum. Eskiden olduğu gibi doğru bildiğim şeyleri yine anlatıyorum ama ısrar etmiyorum sadece anlatıyorum. Kimseler beni sorumlu tutsun, vicdani sorumluluk altında kalayım istemiyorum. Bu hayat çizgimde önemli bir değişimdir.
Bilen dostlarım bilir. Ruhi Su’yu ilk keşfedip bize tanıtan Cemal olmuştu. Mersindeki mitinge giderken trende bir TKP’liden Ruhi Su’nun “Zahit bizi tan eyleme” türküsünü duyup bunu heyecanla bize anlatmış, Ruhi Su’yu arayıp bulmamızı sağlamıştı. Önce o söylerdi bu türküleri sonra biz; türkülerde öncümüz oydu. Onunla sevmiştik türküleri. O gitti, türkülerle birlikte yaşama huyu yadigar kaldı bize. O yanımızda olmasa da ondan yadigâr kalan türkülerle yaşama alışkanlığımız sürüyor; ne yaparsak yapalım dilimizden türküler eksik olmuyor.
Adana’dan uzak kaldığım sıralarda Cemali Behcete sorardım. Behçet Cemalden çok memnundu övgüyle söz ediyordu ondan. Seviyorlardı bir birlerini. Ben gittikten sonra Ugur diye bir arkadaş gelmişti, ben o arkadaşı hiç görmemiştim ama Cemal gil ondan şikayetçiydi, onun tavırlarından hoşlanmamışlardı. Ona çok kızgınlardı. Onun buradan gitmesini istiyorlardı. Behçete lisanımünasiple durumun mahiyetini- ona olan tepkiyi anlattım, “bu arkadaş tezcek gitsin” dedim, fazla sürmedi arkadaşı buradan gönderdiler.
Behçet’e Cemali sorduğumda bir bildiri basarken yaşadıklarını anıyı anlatmıştı. Bir akşam bildiri basarken teksir makinesi bozulmuş. Cemal demiş ki gidip bizim okulunkini getireyim; Behcet’te getirebilirseniz gidin getirin demiş. Gidip teksir makinesini getirmişler. İşleri bitince de teksir makinesini Cemal geri götürüp aldığı yere koymuş. Bunu duyunca, Cemale niye böyle yaptın, mademki gece gittin getirdin niye geri götürdün dedim. “Abi” dedi gayet sert ciddi bir tavırla, “biz hırsız mıyız? okulumuzun malını mı çalacağız, lazım oldu gidip aldık geldik, işimiz bitince de götürüp geri yerine koyduk, burası bizim okulumuz” dedi. Bu tavrına, bu mantığına hayran kalmıştım, onu kutladım. Biz, bize yakışmayan, kendimize yakıştıramadığımız hiçbir şeyi yapmazdık; yapmadıkta. Cemal çok pratik bir çocuktu. Bir işi üzerine adlımı, en kısa yoldan onu yapardı. Şeremetti. Çok çabuk hareket ederdi. Onunla mücadele etmiş, yazı yazmış, afiş asmış, bildiri dağıtmış, kavgaya karışmış arkadaşlarının onu anlatmasını istiyorum. Hep benim anlatmam ne kadar doğru olur bilmiyorum.
Başka bir on dokuz Şubatta, bu defa 19 Şubat 1979 da, Ulaş Bardakcı’yı anmak için bombalı pankart hazırlığı yaparken elimizde bomba patladı. Beni tanıyanların malumu olduğu gibi, bu kazada sol elimle sağ elimin parmak uçlarını kaybettim. Bu süreci uzunca anlatma işini başka bir yazıya bırakıyorum; aslında bu işi “Ellerim kopunca duygularım” adını verdiğim bir mektupta anlatmıştım.
Bundan sonraki hayatımın bir sıkıntılı günü yine 19 Şubata denk geldi. Bu tamamen tesadüftü. 14 yıllık bir evlikten sonra, Şenay ile ayrılmaya karar vermiştik, o istiyordu. Avukat arkadaşımız Kemal’i eve çağırdık. Durumu anlatıp boşanma evraklarını hazırlayıp mahkemeyi açmamızda bize yardımcı olmasını istedik. Kemal önce şaka yaptığımızı sandı. Sonra baktı ki bu şaka değil durum çitti, Şenay’la uygun günü belirlemeye başladılar; ben epey bir zamandan beri işsiz olduğum için her gün bana uyuyordu, önemli olan Şenay ile Kemal’e uygun olmasıydı. Sonumda Kemal şu gün gelin dedi, Şenayla anlaştılar. Kemal’in gelin dediği saatte mahkeme kaleminin önüne vardık. Kemal evrakları hazırlamıştı, imzalarken birden gözüme çarptı ki tarih 19 Şubat yazıyor. Hiçbir şey fark ettirmedim. Dilekçemizi mahkeme kalemine verdik, ben harcırahlarını da yatırdım, moralim epeyce bozulmuştu Kemal’e teşekkür edip Şenay ile dışarı çıktık. Şenay’ yorulduk buraya ÖDP yakın oraya çıkıp, bir çay içip biraz dinlenelim mi dedim, olur dedi. ÖDP ye varıp orda sohbet ederken Şenay’ bugünkü tarihe dikkat ettin mi diye sordum. Yoo ne vardı ki dedi, bir baksana tarih neyi gösteriyor dedim. Tarihe baktı, 19 Şubatı görünce çok üzüldü, orda gördün de niye söylemedin başka bir gün gelirdik dedi. Bende bilmiyordum ki orda görüp fark ettim, oraya geldikten sonrada artık önemli değildi zaten dedim. Şenay 19 Şubatın hayatımdaki anlamını biliyordu.
Kadim dostum Mihrac Ural’ın beni arayıp yarin Cemalin ölüm yıldönümü bu günden seni arayım dedim, demesi üzerine bu satırları yazıyorum. Ona da söylediğim gibi yarin 19 Şubat, yarın hiç dışarı çıkmasam mı acaba.
Sevgiyle özlemle geçmişimizi geçmişte bizlerle bu yolda yürüyüp toprağa düşen arkadaşlarımızı, yoldaşlarımızı anıyorum.
Sevgiyle öpüyorum hepsini.
Anıları bizlerle beraber yaşıyor yaşayacak ta.
18 Şubat 2010 Adana. A. Rıza Aydın
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder