3 Şubat 2010 Çarşamba
CUMHURİYETTEKİ OSMANLI
DARBECİLİĞİN TARİHİ VE NESNEL VERİLERİ
Mihrac Ural
3 Şubat 2010
Cumhuriyet yeniden yapılanıp Osmanlıdan kopmadıkça, Osmanlı aklından da kurtulamaz. Osmanlı aklı, başka halkların toprakları üzerinde talan ve gaspta ifadesini bulan kıyım aklıdır. Farklılıkları eşit saymadan, dış fetihlerin çağı kapandığı bir dönemde iç fetihlerle hüküm sürmek, bu topraklarda binlerce yıldır süren yaşamlarıyla, özgünlüklerini koruyarak bu güne gelmiş yerli halklara zülüm yapmaktır. Bu aklı değiştirmek için onu besleyen kaynakları yok etmek gerek.
Darbeciliğin derin tarih arkaplanında Osmanlı bulunuyor. Cumhuriyet bu anlamıyla da Osmanlının devamıdır. Osmanlı'da, dış fetihler tıkandıkça ardı arkası kesilmeden gelen Padişah halleri, Sadrazam tasfiyeleri, Paşa kellesi koparmaları gündeme gelmiştir. Bu yönelim 19.yy yenleşmelerinde askeri darbe olarak tanımlanmış, ittihatçiliğe kadar evrimleşerek varmıştır. Aynı nesnel nedenler, Cumhuriyette askeri darbe olmuştur. Askeri darbelerden, Atatürk bile iç fetihler yürüterek korunmaya çalışmıştır. Cumhuriyet döneminin iç fetihleri Kürtlere ve Kürdistana karşı yönelmiştir; espriyle söyleyecek olursak Atatürk'ü darbelerden koruyan Kürt halkının ayaklanmalarıdır demek yanlış olmayacaktır.
Cumhuriyette Osmanlı aklı, bir öznel miras olarak yürümedi. Nesnel koşulları ortadan kalkmış hiç bir akıl miras olarak taşınamaz. Akıl, mal mülk değil, nesnel veriler üzerinde var olan bir davranıştır, bir düşünce, bir yönelimdir, bir algıdır.Onu besleyen koşullara gereksinim duyar. Akıl genetik yollarla geçmez; kolayına kaçarak kurulan bu tür cümleler, onları anlamlandıran nesnel verilere bir işaret olarak dile getirilmiyorsa, sorunların anlaşılmasına ve çözümüne katkı olamaz.
Cumhuriyetteki Osmanlıyı doğru tespit etmek gerek. Bu yapılmadan, "Darbeci gelenek" demek," ittihatçi militarizmin devamı" demek hiç bir şeyi açıklamaz. Osmanlı'nın başka milletlerin toprakları üzerine kurulu eğemenliği ve talan sisteminin yarattığı siyasal korku ve kaygıları, aidiyetsizliğinin yol açtığı, herkesi ve herşeyi düşman gören algılarını doğru tespit etmek gerek. Bunun sonuçları olan Padişah Halleri, sadrazam tasfiyeleri ve sonuçta ulaştığı ittihatçi militarizmi, darbeciliği belirlemek gerek. Osmanlı aklını yaratan bu veriler çözümlenmeden Cumhuriyetteki askeri darbeleri kavramak güçtür. Cumhuriyet içindeki osmanlıdan kurtulmadan darbeciliğin askeri ya da sivil biçmindeki maceralarından kurtulmak çok zor olacaktır. Çözüm, sorunun doğru konmasını gerektiriyor.
"Balyoz" adlı darbe hazırlığının özeti sayılabilecek son cümleler, 21.Yüzyılda Cumhuriyetin Osmanlı yüzünü anlatmaya yeterlidir. “Cumhuriyetin aşındırılan tüm kazanımları tekrar yerleştirilecek, Türkçe ezan dâhil tüm ulusal değerlerimiz hayata geçirilerek Arap ve Kürt unsurların Türk kültürüne verdikleri zararlar telafi edilecektir.”
Farklılıkları kıymeti kendinden menkul tehlike görmek onları yok etmeyi planlamak; bir kaygının bir korkunun yerli olmama yerli olmaya çalışmamanını refleksidir.Tekçi zihniyet, tek millet, tek dil diye başlayan ve demokratik her türden hakkı gasp eden yaklaşım budur.Bunun için dış fetihler yoksa iç fetihlere yönelmek o da olmasa darbelere kalkışmak ya da sivil diktalara yeni osmanlıcı açılımlarla atbaşı gitmek Cumhuriyette devam eden Osmanlıcılıktan başka bir şey değildir.
Bunu aşmak için yeniden yapılanmak gerek. Yapısal dönüşüm gerek. Demokratik bir cumhuriyette, eşitler olarak, barış içnde yaşam projeleri üretmek gerek.
***
Balyozun sapı kırıldı. Bu bir sistem kırılmasıydı. Yıllar önce özetle şöyle dile getirdim:"Osmanlıdan, Türkiye Cumhuriyetine uzanan tek boyutlu siyasal süreç, II. Dünya savaşı ardından eğrilmeye başlamış, 12 Eylül 80 darbesi ardından da kırılmıştır." (M.Ural, Siyasal Sistemin). Bu kırılma siyasal sahnedeki güçler dengesinide yeni bir kombinazona götürmüştür. Kürt özgürlük hareketi sürece etkin olarak girmiş, siyasal süreci belirler hale gelmiştir. Sistemin gerici, baskıcı karetketire balans ayarı veren silahlı güçler ise bu kırılmada en büyük kaybı vernen kesim olmuştur. Siyasi süreci belirlemede halk dahil bir çok etkinliğini yitirmiştir. 2007 seçimleri ve ortaya çıkardığı sonuçlar, bu sürecin çok önemli bir belirtisidir. Ordunun siyasal süreçte yeri artık eskisinden çok uzakta olup ancak ortak tehlike diye gösterilmek istenen Kürt özgürlük hareketine karşı oluşacak kombinazonların ikinci dereceden bir ihtiyatı haline gelmiştir. Bu gelişmeler son nefesini vermekte olan militarizmin reflekslerini katletmemiş olsa da ağır bir çöküşe yöneltmiştir.
Militarizmin ortaya çıkan bu gerilemesinde rol oynayan bir dizi siyasal etmeni sıralamak mümkün. Bunlar arasında, Türkiyenin yeni siyasal etkinliklerinin bölge ve dünya çapında yapmakta oldukları açılımı göstermek yanlış olmayacaktır. Yeni-Osmanlıcılığın bu noktada anlamlı bir yer alışı olduğunu da belirtmek gerek. Bunu sağlıklı olarak algılayabilmek için, Osmanlıdan, Cumhuriyete uzanan yüzyıllar içinde, satanatı da hedefleyin "halletme" geleneğinden, askeriyenin iktidarları deviren ittihatçiliğine, onradan da Cumhuriyetin askeri darbeciliğine kadar uzanışının gerçekçi nedenlerini belirlememiz gerek. Zira, militarizim hiç bir zaman öznel bir sonuç değildir. Militarizim kültür gibi algılanamaz, miras bırakılması ya da belli bir siyasal yönelimin tekrarı gibi basit algılarla çözümlenemez. Bu açıdan darbeciliği salt ittihatçılığın devamı olarak görmek çok yüzeysel bir yaklaşım olacaktır. Sık sık yazılarımızda bizlerde darbecilere bir geçmiş bulmak, gelenek tanımı yapmak için ittihatçi aklı gösterdiğimiz olmaktadır. Ancak bu, ittihatçi darbeciliğin nesnel verilerini göstermeye yetmez, onu yoktan var eden bir yaklaşım gibi olur. Sorunun derininde ittihatçiliği de üreten bir nesnel zemin bulunmaktadır. Böylesi hafif çözümlemeler yerine gerçekleri daha net aktarabilen nesnel çözümlemeleri bilerlemek gerçekte bu gün ortak ülkemizin temel sorunlarını da açıklayıcı olacaktır.
Bu topraklarda kendini yerli olarak algılamayan, güç merkezindeki yerini bir atanmış olarak algılamayan, hükümranlığı altındaki topraklara kaygı ve korkularla bakıp, üzerinde yaşayanları birincil tehlike olarak gören, kıymeti kendinden menkul tehlikeler karşısında, yabancı gördüğü yerli halka üzerinde hoyratça tepinen darbeciliği görmezden gelmek istemiyorsak, Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan darbeciliğin nesnel nedenlerine çok yaklaşmış oluruz. Bu aynı zamanda hükümranlıkları altındaki toprakları yeniden feth etmenin bir biçmi olan darbeciliğin, kime karış ve ne amaçla yöneldiğini de çözümlemiş oluruz.
Osmanlı aklı diye yazıp durduk. Farklı bir akıl türü. Bu aklı oluşturan Osmanlı gerçeği, talanda, yayılmacılıkta ifadesini bulur. Talan ve yayılmacılık yüz yılların içinde bir akıl algısına dönüşmüştür; başka milletlerin, halkların emekleriyle ürettikleri değerleri ve uygarlıkları gasp etmektir. Bu yönelimin tıkandığı yerde, sık sık tekrar eden padişah halleri, sadrazam kıyımları, paşa kellesi koparmaları gündeme gelmiştir. Tıkanma bir darbeyle sonuçlanmıştır. Tıkanmanın çapı ve hacmi darbenin kime kadar uzanacağına hangi egemenlik alanını kapsayacağını belirlemiştir. Bir cephe savaşında tıkanma paşa kellesini, bir büyük meyden savaşı sadrazamı, bir hatt-ı hümayün tıkanıklığı ise padişahı halletmiştir. Yayılmacılığın sorunsuz işlmediği yerde uzun hüküm yılları sürmüştür (Osmanlının 36 padişahından 14. tahttan darbeyle indirilmiştir. Bu sayının üçte ikisi "Gerileme Devri" denilen devirde olmuştur. Osmanlı talan ve yayılmada tıkandıkça darbelerle yüz yüze gelmiştir Bkz. http://yillarboyutarih.com/forumm/index.php?topic=73.0 )
Osmanlı geriledikçe, fetihler içe dönük yoğunluk kazandı. Türkmen aşiretleri , Kürt beyleri isyanları, balkan miletlerinin uyanışının bastırılması devreye girdi. Süreç aynıyla işlemeye devam etmiştir. Ancak Osmanlının en uzun yüz yılı diye anılan 19.yy ve ardılı 20.yy kendi özgünlüğü içinde içe bükey sorunlarla darbeci algılara devam etmiştir. Tıkanmanın olduğu yerde darbe öne çıkmıştır. Osmanlı yayılmacılğınını tarihsel olarak belirlediği bu süreç cumhuriyetinde miras olarak aldığı bir süreçtir. Öznel değil, nesnel veriler üzerinde oturan bir akıl sistematiği böylece oluşmuştur. Osmanlıda 1836-1839 yılları arasında muvazaf bir subay olarak hizmet gören geleceğin Alman Genel Kurmay Başkanı Feld Meraşal H.von Moltke bu gerçeği çok yalın olarak şöyle dile getirir "bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, aslında üzerinde babıali'nin hiç bir sözü geçmeyen, geneş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır" (Moltke, Türkiye mektupları s:187)
Bu çizgi Osmanlının bir devamı olarak Cumhuriyet'te de kendini tüm ağırlığıyla gösterdi. Cumhuriyette Osmanlı aklı, bir öznel miras olarak yürümedi. Nesnel koşulları ortadan kalkmış hiç bir akıl miras olarak taşınamaz. Akıl, mal mülk değil, nesnel veriler üzerinde var olan bir davranıştır, bir düşünce, bir yönelimdir, bir algıdır.Onu besleyen koşullara gereksinim duyar. Akıl genetik yollarla geçmez; kolayına kaçarak kurulan bu tür cümleler, onları anlamlandıran nesnel verilere bir işaret olarak dile getirilmiyorsa, sorunların anlaşılmasına ve çözümüne katkı olamaz.
Cumhuriyetteki Osmanlıyı doğru tespit etmek gerek. Bu yapılmadan, "Darbeci gelenek" demek," ittihatçi militarizmin devamı" demek hiç bir şeyi açıklamaz. Osmanlı'nın başka milletlerin toprakları üzerine kurulu eğemenliği ve talan sisteminin yarattığı siyasal korku ve kaygıları, aidiyetsizliğinin yol açtığı, herkesi ve herşeyi düşman gören algılarını doğru tespit etmek gerek. Bunun sonuçları olan Padişah Halleri, sadrazam tasfiyeleri ve sonuçta ulaştığı ittihatçi militarizmi, darbeciliği belirlemek gerek. Osmanlı aklını yaratan bu veriler çözümlenmeden Cumhuriyetteki askeri darbeleri kavramak güçtür. Cumhuriyet içindeki osmanlıdan kurtulmadan darbeciliğin askeri ya da sivil biçmindeki maceralarından kurtulmak çok zor olacaktır. Çözüm, sorunun doğru konmasını gerektiriyor.
Cumhuriyetteki Osmanlı, öncelikle Cumhuriyetin hükümranlığı altındaki topraklarda, farklı etnik yapıların bu coğrafyada yerli olmalarıyla ilgili bir durumdur. Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı gibi başka halkların üzerinde yaşadığı topraklarda, tek boyutlu bir uluslaşma süreci dayatarak yapılanmıştır. Bu atılım, farklılıkları ötelemiştir, onları yeniden fethedilmesi gereken tehlike olarak görmüştür; tek dil, tek ırk, tek millet, tek dil, tek bayrak esprisi. Üstelik bu girişim milyonlarca Km karelik bir alanda gerileyerek, yaşanan büyük korku ve kaygıların basıncı altında, elde kalan nispiten dar topraklar üzerinde, bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan, uygarlıklar kuran yerlileri asimile etmeden, Osmanlıdan devreldiği haliyle üstlerine çökmüştür. Bu farklılıklar ise, 200 yılın birikimklerine dayanarak siyasal hareketlere de girişmiş bulunmaktaydı. Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren yüz yüze kaldığı Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim isyanları bunun ifadesidir (Koçgiri isyanından şeyh Sait isyanına oradan Dersim isyanına kadar uzanan süreçte, irili ufaklı 25 Kürt isyan bulunuyor. Kürt halkının diriliğine bir işaret olan bu ayaklanmalar, iç fetihle kanlı bir şekilde bastırılıyor. İç fetih darbeleri önlüyor ancak onun yerine geçiyor, militarizmi tanımlıyor. Bu da bize Osmanlı'dan Cumhuriyete mitarizmin dayandığı nesnel verileri işaret eder.)
Cumhuriyet'in Osmanlıdan aldığı darbeci mantığın kıymeti kendinden menkul gerekçelerinden biri "iç düşman", "iç tehlike" söylemidir. Kendi reasına, vatandaşına karşı savaş, bu söylemlerle yürütüldü. Militarizmin bu boyutu, her zaman dış ve iç fetihler tıkandıkça darbelere dönüştü. İttihatçi darbeciliği, II. Abdülhamit dönemi çözümlemeleriyle birlikte ele aldığımızda bu tablo tüm çıplaklığıyla belirginleşir; bu işleyiş Osmanlı'da olduğu gibi Cumhuriyet'te de sürmüştür. Buradan bir espri çıkaracak olursak, İç fetihler olmasıydı, Atatürk bile askeri darbeden kurtulamazdı, Kürt isyanları Atatürk'ü askeri bir darbeden korumuştur. Yanlış anlama yer vermemek için cümleyi şöyle kurmak daha doğrudur, Atatürk Kürt isyanlarına yönelik askeri kıyımların gölgesinde ikdiarını sürdürmüştür.; buna Osmanlı yayılmacılığının çok açık bir biçmi olan Hatay'ın ilhakını eklemek hiçte yanlış olmayacaktır
Bu noktadan gerisin geriye, darbecilğe kaynak oluşturan nesnel verileri ele alarak bu güne geldiğimizde tablo çok daha belirgin hale gelir.
DARBECİ KÖKLER OSMANLININ YAPISAL DERİNLİKLERİNDE
Cumhuriyet 87 yılında. 21.yy dayız ve hala darbelerden söz ediyoruz. Kimi ulusalcı aydınlar, Kemalıstler, milliyetçi laikler, ulusalcılar ve özellikle milliyetçi-ırkçı saflarda darbe arzusu taşımayan çok az kişi var. Darbenin dayanılmaz cazibesini sağlayan gerçekler birilerinin Kemalıst olması, laik ya da ulusalcı olmasıyla ilgili bir öznel eğilimden kaynaklanmıyor. Bu konada ciddi araştırmalar var, olayın tarihsel ve neslen boyutları üzerinde duran aklı başında yazılarda bulunmaktadır. Ancak derbe geleneği ve darbe tapınımını ne cumhuriyet dönemine ne de bu dönümle ortaya çıkan ulusalcı akımların dünya algılarına bağlananmaz. Siyasal iktidarın kırılmasıyla, dünya güçler dengesinin değişimiyle, sosyalist sistemin çözülüp solcuların miliyetçileşmesiyle izah edilemez. "23 zindeliği" tabiriyle kendini Cumhuriyetle sınırlamaya çalışanların algılarıyla da izah edilemez.
Darbecilikte anlam bulan militarizmi ittihat ve terakkiye kadar götürenlern bilgi sınırı da burya kadardır. Bu siyasal algı belirlemeleri bir sonuçtur. İttihatçiliği, Kemalizmi militarizimle harmanlayan gerçekler başka yerdedir, birbirinin ürünü ya da halef-selef ilişkisiyle izah edilecek bir algı değildir. Bunun gerçeklerini Osmanlının yapısında aramak gerek; bu yapının obejektif verilerinden beslenen, nesnel verileri üzerinden şekilen akıl bir sonuçtur. Sonuçları bilmek onları çözümlemeye yetmiyor, kaoslardan çıkışı sağlayamıyor. Efatun'un da Şeyh Bedreddinin de hayalleri müthişti.
Osmanlıyı burada uzunca irdelemeyeceğiz. Ancak üzerinde hüküm sürdükleri toprakları nasıl algıladıklarına ilişkin bir örnekle bazı çağrışımlar yapacağım.
Yavuz Sultan Selim Memlükleri,Halep'in kuzeyinde yer alan Mercidabık Ovasında yenilgiye uğrattı (24 Ağustos 1516). Helep büyük camiinde adına hutbe okunarak İslam aleminin halifesi ilan edilmiştir (29 Ağustos 1516, hilafet son Abbasi halifesi III. Mütevikliden alındı). 22 Ocak 1517'de son memlük ordusunu da Rıdaniye'de yenerek Mısırı zaptetti.
Ayrıntıları veriyorum, anlatmak istedğim Osmanlı hiç bir yerin yerlisi değildi. Kendi topraklarında yaşayan ve orijinal olan miletler üzerinde hüküm sürüyordu. Bu Anadolu için de hiç farklı değlid.
Yavuz, Kahire'ye girdiğinde gözleri deheşet içinde ağaç oymacılığıyla işlenmiş konakları görür Arebesk; ağaç oymacılığı, süsçülüğü. Bu görsel şölen karşısında Yavuz da payıtahtı İstanbul'u süslemek ister. Mısırda akıl almaz bir Arebesk usta ve işçi kovuştrması başlar. Tüm zanaatkalar İstanbul'a.
İstanbul mermer yatakları ve ocaklarının şehri. Arabesk ağaç işçiliğidir. Kuşaklar boyu yerli hammede olan ağaçlar üzerinde gelişmiş, olgunlaşmış, doruklaşmış bir sanatır. Bu sanat ve sanatçıyı hammadde kaynağından kesince, tıkanacaktır. Öyle de oldu. İstanbu, Bizans'tan sonra mermer yapılardaki kısırlığı da burdandır. Yerli olunmayan bir alandaki hüküm gerçek bir kimlik oluşturamıyor. Bu eklektik bir dokuya yol açtığı kadar, büyük kaygı ve korkuları da üretiyor. Göçebe bir eğemenliğin, birden çok başkent değiştiren yapısıyla, yerleşik olma bilincinin oturtulamadığı bir tarih sürecinde, yayılmacılık tıkandığı yerde darbeciliğin baş göstermesi kaçınılmaz olmaktadır.
CUMHURİYETTEKİ OSMANLI
Cumhuriyet ayrı bir yaşam planıyla kurulduğu iddia edilir. Parlamenter rejime geçilmiş bir dizi siyasal dönüşüme imza atılmıştı. Hilafet bile lağvedilmiş, Ordu siyaset dışı tutulmuş anayasal bir sistemde görevler bölüşülmüştü, kuvvetler ayrılığı ikame edilmişti. En önemlisi kendi üretecek kendi tüketecekti. Başka halkların ürettiklerini talan gibi bir siyaseti olmayacaktı.
Siyasal sistem değişmişti ancak üzerinde oturulan yapı olduğu gibiydi. Anadolu bir mozaikti, farklılıklar hiç bir hakka sahip değil ve ölüm denklemleri altında yaşam sürdürmekteydi. Yavuz'un mermer yatakları şehri İstanbul'da, arabesk konaklar inşa etmesi gibi, Atatürük de tek uluslu bir siyasal yapı oluşturma girişimindeydi.
Osmanlı ardılı olduğu batıyşa yönelen bir talan imparatorluğuydu. Bu sür git sürükleniş yerli olmayı,yerel olmayı, medenileşmeyi da alıp sürüklüyordu. Batıya yönelik umutların sonuncusu, Viyana kapılarını önünde biter (II.Viyana kuşatması 1683). Geride kalan coğrafyada aidiyet duygusu oluşturacak bir şey yoktu. Hatta milli bir eğilim bile yoktu. Osmanlı, Türklere çok kötü gözle bakar, hakir görürdü; "kara budunlu", "etraki bila idrak", Osmanlı söylemleri bunu ifade ediyordu. Cumhuriyetti kuran, tek ulusçu yönelimiyle siyasal yapılanmayı düzenleyen gücün etnik dokusu bir yana, hükümranlığı altında farklılıklara yaklaşımının Osmanlı gibi aynıyla sürmesi, Kürtlere yönelik "kuyruklu kürt" , "dağ Türkleri" söylemi, Alevilere "alevi tapan" diye söylemlerle yaklaşılması cumhuriyet içindeki Osmanlıdan başka bir şey değildir. Bu şey bir akıldır ancak ondan önce bir nesnel veridir. Var olan farklılık gerçeğinin baskınca bir birzda tekleştirilme çabasıdır. Eşit olmayı reddetme, kaygı ve korkulara esir olmadır.
"İlk defa Sultan Abdülaziz'in tahtan indirilmesi döneminde Harbiye kaynaklı olarak ortaya çıkan, o dönemin seraskeri Hüseyin Avni Paşa'nın öncülüğünü yaptığı, bir cuntacı, komitacı anlayış"tan söz edilir. İttihatçı darbecilikte bunun devamı olarak yorumlanır. Bu doğrudur ancak eksiktir. Ve her eksik doğru gibi tehlikelidir. Yapısalla ilgili çözümleme olmadan, öznelle ilgili tüm söylemler bizleri kısır bir döngüye getirip koyar. Osmanlı ile cumhuriyet farklılıklarına rağmen, İttihatçi akıl cumhuriyette nasıl devam edebilir? Bunun açıklanabilmesi için yapısal çözümlemelere yönelmemiz gerek. Cumhuriyetteki Osmanlıyı tespit etmemiz gerek.
Darbecilik buradan besleniyor. Ordu bu verilerden yola çıkarak, kendine silahlı örgüt misyonu yüklüyor. "Son mevzi" diye kendini tanımlıyor ve geride kalan her şeyi düşman ilan ediyor. "Balyoz"cu Paşa "Silahlı kuvvetler olarak biz siyasetin dışındayız. Siyasetin dışında olmak Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel ilkelerinin örselenmesine, göz ardı edilmesine göz yumarız anlamına gelmez. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihi misyonu kendisine verilen tarihi görevi bu devletin kurucusu olma, tarihi Kemalist çizgisini her zaman muhafaza etmek zorundadır." Derken bu gerçeği tekrar ediyor. Bu bir akıldır, Osmanlı aklıdır. Ancak bu akıl kültürel bir miras olarak kuşaktan kuşağa taşınmıyor. onu var eden nesnel veriler, yapısal çarpıklıklar besliyor. Yeniden üretip topmlumun kimyasını karıştırmaya yönlendiriyor. Bu nedenle Osmanlı aklı dememiz, yapısal bir varoluşa işaret anlamını taşıyor. Öznel bir konumlanışı değil.
Atatürk deniminde iç fetihle dindirilen darbeler, II. Dünya savaşının ilk izleri silindiği andan itibaren yeniden başgösteriyor. Tıkandıkça bir kez daha darbeye yöneliyor. İki darbe arasında kırk darbe kombinazonu oluşuyor. Başaran başaramayanları tepeliyor. 1974 Kıbrıs işgali artık tatmin etmiyor 12 Eylül 1980 darbesi gelip dayanıyor. Bu darbeye karşı Kürt halkının özgürlük talebi etrafındaki dirinişi, hak ve hukuk arayışı gelip dayanıyor. Birkez daha iç fetih hareketleri başlıyor ötesine de geçilerek "sınır ötesi operasyonlara" girişiliyor. Bu ülkede tüm girişim ve hazırlaklarına rağmen, 30 yıldır darbe yapılamıyorsa bunun bir nedeni de Kürt özgürlük hareketinin başarıyla devam eden mücadelesinde yatıyor.
21. Yüzyılda darbe yapmak artık eskisi gibi kolay değil. Bu doğrudur. Balyozun sapı kırılmıştır. Sistem büyük bir kırılma sonucunda çok farklı bir siyasi yelpazenin oluşmasına yol açmıştır. Kürt halkının siyasal iradesinin üklemizde oynadığı ciddi bir rol açığa çıkmıştır. Bu da darbecilği gerileten önemli nedenler arasında yer alıyor: Ancak verili haliyle devam eden cumhuriyetteki osmanlı yapısal dönüşümlerle aşılmadıkça, balyozu kırılan darbecilerin yerini sivil diktaların alması bunun da yeni- Osmanlıcılık adı altında bolgesel açılımlarla beslenmesi kendini dayatma tehlikesi belirecektir. Yeni-Osmanlıcılık çok sahte bir yaklaşımdır. Öznel bir söylemdir. Gerçekte tutunması mümkün olmayan bir yaklaşımdır, ancak ekonomik açılımların verdiği dinamikler ülkeye sivil bir diktanın yerleşmesine katkı yapabilecek eğilimler taşıdığını da söylemek yanlış değildir. Önemli farklılıklarına rağmen, Malezya örneği bu açıdan akılda tutulması gereken bir örnektir.
"MELAZYA SENDROMU"
Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke, Türkiye'nin malezya benzeri bir ülke olabileceği yönündeki söylemine Erdoğan''nın "Türkiye, Türkiye'dir" cevabı hiç bir zaman tatmin edici değildir. Malezya tüm farklılıklarına rağmen sivil dikta özlemleri için önemli bir paramatredir. 50 yı süren bir iktidar. Barisan Nasional (Ulusal Cephe) önderliğinde Mahatir Muhammed gibi bir liderlik altında farklılıklarıyla barış içinde olma yönelimlerinde kimi başyarılar göstermiş bir ülke.
Malezya. Türkiyeden ayrı bir dünyadır. Ne tarihsel ne de bu günüyle aynı kaba konamaz. Benzerlik bulmak zor değil ancak konumuzla ilgili olarak diktacılığa, darbeciliğe engel bir model olarak Türkiye'yi Malezyalaştırmak anlamsız. Kürt açılımı, farklılıkların bir biçimde, eşitler olarak iktidarda yer aldığı Malezya'yı yaratmak için yetmez. Çok daha köklü ve gerçekçi yapısal dönüşümlere girişmek gerek.
Ayrıca Ülkemiz farklılıklarının tarihi ile Malezya'daki farklılıkların tarihi arasında eşitlik kurmanan mümkünü yoktur. Kürt halkının özgürlük istemi 200 yılın kesvetini aşılarak bu güne gelmiştir. Bunun sonucunda alması gereken anayasal haklar olmadan, yeryüzündeki hiç bir kuvet bu yükselişi engelleyemez. Bu durum askeri derbeci militarzmı geriletse de sivil dikta altarnatifi riskini azaltmıyor; Malezya gibi, 50 yıl kesintisiz iktidar heveslerini askeri darbeler yerine geçirmeyi hangi siyasal iktidar istemez ki. Yabana atılır bir özenti değil. Ülkemizde bunun için bir çok kapının zorlandığını görmemek mümkün değil.
Erdoğan'a, bölgemizde yeni bir Nasır imajı vermek ne kadar gerçekçi değilse, yeni-Osmanlıcılıkta o kadar tutmaz bir mayadır. Bu nedenle askeri darbeler yerine besin kaynağı ne olursa olsun sivil darbelerin, sivil diktaların da artık bu ülkede tutunma şansı olmayacaktır. Bu girişimlerin çözüm olmadığı bir kesitte, sorulramızın çüzümü için içimizdeki yapısal osmanlıcılığı dönüştürmemiz gerekiyor. Bunun yolu farklılıklarımızı, eşitler olarak kurum ve kuruluşlarıyla, yasa ve anayasasıyla demokratik bir cumhuriyet siyasal haklarını teslim etmek ve bunu özgürce kullanmaları önündeki tüm engelleri kaldırmaktır.
Bunu yapamadıkça, tıkanmış sorunlarımızın kaosları, ya askeri ya da sivil diktatörlük özentelerinin maceralarıyla karşı karşıya kalmamıza yol açacaktır.
SONUÇ;
Bu satırların yazarına göre, bu topraklarda askeri darbeler artık zor gerçekleşir. Özgürlük hareketi diriliğini korudukça ülkemizin darbe karşısındaki direnci de artacaktır. Balyozun sapı kırıldı, bir kez. Ancak bu, darbelerin nesnel zeminlerini kaybettiği anlamına gelmiyor. Devlet balyozsuz kalmaz. Sapı kırık balyoz hurdasından en kötü halde sivil bir balyoz oluşturmayı deneyecektir. Bu yüzden ülkemizin yapısal sorunlara aşılmadıkça, içimizdeki osmanlı sivil diktalardan, baskıcı yönelimlere kadar daha çok şey üretebilir.
Mihrac Ural
3 Şubat 2010
Cumhuriyet yeniden yapılanıp Osmanlıdan kopmadıkça, Osmanlı aklından da kurtulamaz. Osmanlı aklı, başka halkların toprakları üzerinde talan ve gaspta ifadesini bulan kıyım aklıdır. Farklılıkları eşit saymadan, dış fetihlerin çağı kapandığı bir dönemde iç fetihlerle hüküm sürmek, bu topraklarda binlerce yıldır süren yaşamlarıyla, özgünlüklerini koruyarak bu güne gelmiş yerli halklara zülüm yapmaktır. Bu aklı değiştirmek için onu besleyen kaynakları yok etmek gerek.
Darbeciliğin derin tarih arkaplanında Osmanlı bulunuyor. Cumhuriyet bu anlamıyla da Osmanlının devamıdır. Osmanlı'da, dış fetihler tıkandıkça ardı arkası kesilmeden gelen Padişah halleri, Sadrazam tasfiyeleri, Paşa kellesi koparmaları gündeme gelmiştir. Bu yönelim 19.yy yenleşmelerinde askeri darbe olarak tanımlanmış, ittihatçiliğe kadar evrimleşerek varmıştır. Aynı nesnel nedenler, Cumhuriyette askeri darbe olmuştur. Askeri darbelerden, Atatürk bile iç fetihler yürüterek korunmaya çalışmıştır. Cumhuriyet döneminin iç fetihleri Kürtlere ve Kürdistana karşı yönelmiştir; espriyle söyleyecek olursak Atatürk'ü darbelerden koruyan Kürt halkının ayaklanmalarıdır demek yanlış olmayacaktır.
Cumhuriyette Osmanlı aklı, bir öznel miras olarak yürümedi. Nesnel koşulları ortadan kalkmış hiç bir akıl miras olarak taşınamaz. Akıl, mal mülk değil, nesnel veriler üzerinde var olan bir davranıştır, bir düşünce, bir yönelimdir, bir algıdır.Onu besleyen koşullara gereksinim duyar. Akıl genetik yollarla geçmez; kolayına kaçarak kurulan bu tür cümleler, onları anlamlandıran nesnel verilere bir işaret olarak dile getirilmiyorsa, sorunların anlaşılmasına ve çözümüne katkı olamaz.
Cumhuriyetteki Osmanlıyı doğru tespit etmek gerek. Bu yapılmadan, "Darbeci gelenek" demek," ittihatçi militarizmin devamı" demek hiç bir şeyi açıklamaz. Osmanlı'nın başka milletlerin toprakları üzerine kurulu eğemenliği ve talan sisteminin yarattığı siyasal korku ve kaygıları, aidiyetsizliğinin yol açtığı, herkesi ve herşeyi düşman gören algılarını doğru tespit etmek gerek. Bunun sonuçları olan Padişah Halleri, sadrazam tasfiyeleri ve sonuçta ulaştığı ittihatçi militarizmi, darbeciliği belirlemek gerek. Osmanlı aklını yaratan bu veriler çözümlenmeden Cumhuriyetteki askeri darbeleri kavramak güçtür. Cumhuriyet içindeki osmanlıdan kurtulmadan darbeciliğin askeri ya da sivil biçmindeki maceralarından kurtulmak çok zor olacaktır. Çözüm, sorunun doğru konmasını gerektiriyor.
"Balyoz" adlı darbe hazırlığının özeti sayılabilecek son cümleler, 21.Yüzyılda Cumhuriyetin Osmanlı yüzünü anlatmaya yeterlidir. “Cumhuriyetin aşındırılan tüm kazanımları tekrar yerleştirilecek, Türkçe ezan dâhil tüm ulusal değerlerimiz hayata geçirilerek Arap ve Kürt unsurların Türk kültürüne verdikleri zararlar telafi edilecektir.”
Farklılıkları kıymeti kendinden menkul tehlike görmek onları yok etmeyi planlamak; bir kaygının bir korkunun yerli olmama yerli olmaya çalışmamanını refleksidir.Tekçi zihniyet, tek millet, tek dil diye başlayan ve demokratik her türden hakkı gasp eden yaklaşım budur.Bunun için dış fetihler yoksa iç fetihlere yönelmek o da olmasa darbelere kalkışmak ya da sivil diktalara yeni osmanlıcı açılımlarla atbaşı gitmek Cumhuriyette devam eden Osmanlıcılıktan başka bir şey değildir.
Bunu aşmak için yeniden yapılanmak gerek. Yapısal dönüşüm gerek. Demokratik bir cumhuriyette, eşitler olarak, barış içnde yaşam projeleri üretmek gerek.
***
Balyozun sapı kırıldı. Bu bir sistem kırılmasıydı. Yıllar önce özetle şöyle dile getirdim:"Osmanlıdan, Türkiye Cumhuriyetine uzanan tek boyutlu siyasal süreç, II. Dünya savaşı ardından eğrilmeye başlamış, 12 Eylül 80 darbesi ardından da kırılmıştır." (M.Ural, Siyasal Sistemin). Bu kırılma siyasal sahnedeki güçler dengesinide yeni bir kombinazona götürmüştür. Kürt özgürlük hareketi sürece etkin olarak girmiş, siyasal süreci belirler hale gelmiştir. Sistemin gerici, baskıcı karetketire balans ayarı veren silahlı güçler ise bu kırılmada en büyük kaybı vernen kesim olmuştur. Siyasi süreci belirlemede halk dahil bir çok etkinliğini yitirmiştir. 2007 seçimleri ve ortaya çıkardığı sonuçlar, bu sürecin çok önemli bir belirtisidir. Ordunun siyasal süreçte yeri artık eskisinden çok uzakta olup ancak ortak tehlike diye gösterilmek istenen Kürt özgürlük hareketine karşı oluşacak kombinazonların ikinci dereceden bir ihtiyatı haline gelmiştir. Bu gelişmeler son nefesini vermekte olan militarizmin reflekslerini katletmemiş olsa da ağır bir çöküşe yöneltmiştir.
Militarizmin ortaya çıkan bu gerilemesinde rol oynayan bir dizi siyasal etmeni sıralamak mümkün. Bunlar arasında, Türkiyenin yeni siyasal etkinliklerinin bölge ve dünya çapında yapmakta oldukları açılımı göstermek yanlış olmayacaktır. Yeni-Osmanlıcılığın bu noktada anlamlı bir yer alışı olduğunu da belirtmek gerek. Bunu sağlıklı olarak algılayabilmek için, Osmanlıdan, Cumhuriyete uzanan yüzyıllar içinde, satanatı da hedefleyin "halletme" geleneğinden, askeriyenin iktidarları deviren ittihatçiliğine, onradan da Cumhuriyetin askeri darbeciliğine kadar uzanışının gerçekçi nedenlerini belirlememiz gerek. Zira, militarizim hiç bir zaman öznel bir sonuç değildir. Militarizim kültür gibi algılanamaz, miras bırakılması ya da belli bir siyasal yönelimin tekrarı gibi basit algılarla çözümlenemez. Bu açıdan darbeciliği salt ittihatçılığın devamı olarak görmek çok yüzeysel bir yaklaşım olacaktır. Sık sık yazılarımızda bizlerde darbecilere bir geçmiş bulmak, gelenek tanımı yapmak için ittihatçi aklı gösterdiğimiz olmaktadır. Ancak bu, ittihatçi darbeciliğin nesnel verilerini göstermeye yetmez, onu yoktan var eden bir yaklaşım gibi olur. Sorunun derininde ittihatçiliği de üreten bir nesnel zemin bulunmaktadır. Böylesi hafif çözümlemeler yerine gerçekleri daha net aktarabilen nesnel çözümlemeleri bilerlemek gerçekte bu gün ortak ülkemizin temel sorunlarını da açıklayıcı olacaktır.
Bu topraklarda kendini yerli olarak algılamayan, güç merkezindeki yerini bir atanmış olarak algılamayan, hükümranlığı altındaki topraklara kaygı ve korkularla bakıp, üzerinde yaşayanları birincil tehlike olarak gören, kıymeti kendinden menkul tehlikeler karşısında, yabancı gördüğü yerli halka üzerinde hoyratça tepinen darbeciliği görmezden gelmek istemiyorsak, Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan darbeciliğin nesnel nedenlerine çok yaklaşmış oluruz. Bu aynı zamanda hükümranlıkları altındaki toprakları yeniden feth etmenin bir biçmi olan darbeciliğin, kime karış ve ne amaçla yöneldiğini de çözümlemiş oluruz.
Osmanlı aklı diye yazıp durduk. Farklı bir akıl türü. Bu aklı oluşturan Osmanlı gerçeği, talanda, yayılmacılıkta ifadesini bulur. Talan ve yayılmacılık yüz yılların içinde bir akıl algısına dönüşmüştür; başka milletlerin, halkların emekleriyle ürettikleri değerleri ve uygarlıkları gasp etmektir. Bu yönelimin tıkandığı yerde, sık sık tekrar eden padişah halleri, sadrazam kıyımları, paşa kellesi koparmaları gündeme gelmiştir. Tıkanma bir darbeyle sonuçlanmıştır. Tıkanmanın çapı ve hacmi darbenin kime kadar uzanacağına hangi egemenlik alanını kapsayacağını belirlemiştir. Bir cephe savaşında tıkanma paşa kellesini, bir büyük meyden savaşı sadrazamı, bir hatt-ı hümayün tıkanıklığı ise padişahı halletmiştir. Yayılmacılığın sorunsuz işlmediği yerde uzun hüküm yılları sürmüştür (Osmanlının 36 padişahından 14. tahttan darbeyle indirilmiştir. Bu sayının üçte ikisi "Gerileme Devri" denilen devirde olmuştur. Osmanlı talan ve yayılmada tıkandıkça darbelerle yüz yüze gelmiştir Bkz. http://yillarboyutarih.com/forumm/index.php?topic=73.0 )
Osmanlı geriledikçe, fetihler içe dönük yoğunluk kazandı. Türkmen aşiretleri , Kürt beyleri isyanları, balkan miletlerinin uyanışının bastırılması devreye girdi. Süreç aynıyla işlemeye devam etmiştir. Ancak Osmanlının en uzun yüz yılı diye anılan 19.yy ve ardılı 20.yy kendi özgünlüğü içinde içe bükey sorunlarla darbeci algılara devam etmiştir. Tıkanmanın olduğu yerde darbe öne çıkmıştır. Osmanlı yayılmacılğınını tarihsel olarak belirlediği bu süreç cumhuriyetinde miras olarak aldığı bir süreçtir. Öznel değil, nesnel veriler üzerinde oturan bir akıl sistematiği böylece oluşmuştur. Osmanlıda 1836-1839 yılları arasında muvazaf bir subay olarak hizmet gören geleceğin Alman Genel Kurmay Başkanı Feld Meraşal H.von Moltke bu gerçeği çok yalın olarak şöyle dile getirir "bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, aslında üzerinde babıali'nin hiç bir sözü geçmeyen, geneş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır" (Moltke, Türkiye mektupları s:187)
Bu çizgi Osmanlının bir devamı olarak Cumhuriyet'te de kendini tüm ağırlığıyla gösterdi. Cumhuriyette Osmanlı aklı, bir öznel miras olarak yürümedi. Nesnel koşulları ortadan kalkmış hiç bir akıl miras olarak taşınamaz. Akıl, mal mülk değil, nesnel veriler üzerinde var olan bir davranıştır, bir düşünce, bir yönelimdir, bir algıdır.Onu besleyen koşullara gereksinim duyar. Akıl genetik yollarla geçmez; kolayına kaçarak kurulan bu tür cümleler, onları anlamlandıran nesnel verilere bir işaret olarak dile getirilmiyorsa, sorunların anlaşılmasına ve çözümüne katkı olamaz.
Cumhuriyetteki Osmanlıyı doğru tespit etmek gerek. Bu yapılmadan, "Darbeci gelenek" demek," ittihatçi militarizmin devamı" demek hiç bir şeyi açıklamaz. Osmanlı'nın başka milletlerin toprakları üzerine kurulu eğemenliği ve talan sisteminin yarattığı siyasal korku ve kaygıları, aidiyetsizliğinin yol açtığı, herkesi ve herşeyi düşman gören algılarını doğru tespit etmek gerek. Bunun sonuçları olan Padişah Halleri, sadrazam tasfiyeleri ve sonuçta ulaştığı ittihatçi militarizmi, darbeciliği belirlemek gerek. Osmanlı aklını yaratan bu veriler çözümlenmeden Cumhuriyetteki askeri darbeleri kavramak güçtür. Cumhuriyet içindeki osmanlıdan kurtulmadan darbeciliğin askeri ya da sivil biçmindeki maceralarından kurtulmak çok zor olacaktır. Çözüm, sorunun doğru konmasını gerektiriyor.
Cumhuriyetteki Osmanlı, öncelikle Cumhuriyetin hükümranlığı altındaki topraklarda, farklı etnik yapıların bu coğrafyada yerli olmalarıyla ilgili bir durumdur. Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı gibi başka halkların üzerinde yaşadığı topraklarda, tek boyutlu bir uluslaşma süreci dayatarak yapılanmıştır. Bu atılım, farklılıkları ötelemiştir, onları yeniden fethedilmesi gereken tehlike olarak görmüştür; tek dil, tek ırk, tek millet, tek dil, tek bayrak esprisi. Üstelik bu girişim milyonlarca Km karelik bir alanda gerileyerek, yaşanan büyük korku ve kaygıların basıncı altında, elde kalan nispiten dar topraklar üzerinde, bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan, uygarlıklar kuran yerlileri asimile etmeden, Osmanlıdan devreldiği haliyle üstlerine çökmüştür. Bu farklılıklar ise, 200 yılın birikimklerine dayanarak siyasal hareketlere de girişmiş bulunmaktaydı. Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren yüz yüze kaldığı Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim isyanları bunun ifadesidir (Koçgiri isyanından şeyh Sait isyanına oradan Dersim isyanına kadar uzanan süreçte, irili ufaklı 25 Kürt isyan bulunuyor. Kürt halkının diriliğine bir işaret olan bu ayaklanmalar, iç fetihle kanlı bir şekilde bastırılıyor. İç fetih darbeleri önlüyor ancak onun yerine geçiyor, militarizmi tanımlıyor. Bu da bize Osmanlı'dan Cumhuriyete mitarizmin dayandığı nesnel verileri işaret eder.)
Cumhuriyet'in Osmanlıdan aldığı darbeci mantığın kıymeti kendinden menkul gerekçelerinden biri "iç düşman", "iç tehlike" söylemidir. Kendi reasına, vatandaşına karşı savaş, bu söylemlerle yürütüldü. Militarizmin bu boyutu, her zaman dış ve iç fetihler tıkandıkça darbelere dönüştü. İttihatçi darbeciliği, II. Abdülhamit dönemi çözümlemeleriyle birlikte ele aldığımızda bu tablo tüm çıplaklığıyla belirginleşir; bu işleyiş Osmanlı'da olduğu gibi Cumhuriyet'te de sürmüştür. Buradan bir espri çıkaracak olursak, İç fetihler olmasıydı, Atatürk bile askeri darbeden kurtulamazdı, Kürt isyanları Atatürk'ü askeri bir darbeden korumuştur. Yanlış anlama yer vermemek için cümleyi şöyle kurmak daha doğrudur, Atatürk Kürt isyanlarına yönelik askeri kıyımların gölgesinde ikdiarını sürdürmüştür.; buna Osmanlı yayılmacılığının çok açık bir biçmi olan Hatay'ın ilhakını eklemek hiçte yanlış olmayacaktır
Bu noktadan gerisin geriye, darbecilğe kaynak oluşturan nesnel verileri ele alarak bu güne geldiğimizde tablo çok daha belirgin hale gelir.
DARBECİ KÖKLER OSMANLININ YAPISAL DERİNLİKLERİNDE
Cumhuriyet 87 yılında. 21.yy dayız ve hala darbelerden söz ediyoruz. Kimi ulusalcı aydınlar, Kemalıstler, milliyetçi laikler, ulusalcılar ve özellikle milliyetçi-ırkçı saflarda darbe arzusu taşımayan çok az kişi var. Darbenin dayanılmaz cazibesini sağlayan gerçekler birilerinin Kemalıst olması, laik ya da ulusalcı olmasıyla ilgili bir öznel eğilimden kaynaklanmıyor. Bu konada ciddi araştırmalar var, olayın tarihsel ve neslen boyutları üzerinde duran aklı başında yazılarda bulunmaktadır. Ancak derbe geleneği ve darbe tapınımını ne cumhuriyet dönemine ne de bu dönümle ortaya çıkan ulusalcı akımların dünya algılarına bağlananmaz. Siyasal iktidarın kırılmasıyla, dünya güçler dengesinin değişimiyle, sosyalist sistemin çözülüp solcuların miliyetçileşmesiyle izah edilemez. "23 zindeliği" tabiriyle kendini Cumhuriyetle sınırlamaya çalışanların algılarıyla da izah edilemez.
Darbecilikte anlam bulan militarizmi ittihat ve terakkiye kadar götürenlern bilgi sınırı da burya kadardır. Bu siyasal algı belirlemeleri bir sonuçtur. İttihatçiliği, Kemalizmi militarizimle harmanlayan gerçekler başka yerdedir, birbirinin ürünü ya da halef-selef ilişkisiyle izah edilecek bir algı değildir. Bunun gerçeklerini Osmanlının yapısında aramak gerek; bu yapının obejektif verilerinden beslenen, nesnel verileri üzerinden şekilen akıl bir sonuçtur. Sonuçları bilmek onları çözümlemeye yetmiyor, kaoslardan çıkışı sağlayamıyor. Efatun'un da Şeyh Bedreddinin de hayalleri müthişti.
Osmanlıyı burada uzunca irdelemeyeceğiz. Ancak üzerinde hüküm sürdükleri toprakları nasıl algıladıklarına ilişkin bir örnekle bazı çağrışımlar yapacağım.
Yavuz Sultan Selim Memlükleri,Halep'in kuzeyinde yer alan Mercidabık Ovasında yenilgiye uğrattı (24 Ağustos 1516). Helep büyük camiinde adına hutbe okunarak İslam aleminin halifesi ilan edilmiştir (29 Ağustos 1516, hilafet son Abbasi halifesi III. Mütevikliden alındı). 22 Ocak 1517'de son memlük ordusunu da Rıdaniye'de yenerek Mısırı zaptetti.
Ayrıntıları veriyorum, anlatmak istedğim Osmanlı hiç bir yerin yerlisi değildi. Kendi topraklarında yaşayan ve orijinal olan miletler üzerinde hüküm sürüyordu. Bu Anadolu için de hiç farklı değlid.
Yavuz, Kahire'ye girdiğinde gözleri deheşet içinde ağaç oymacılığıyla işlenmiş konakları görür Arebesk; ağaç oymacılığı, süsçülüğü. Bu görsel şölen karşısında Yavuz da payıtahtı İstanbul'u süslemek ister. Mısırda akıl almaz bir Arebesk usta ve işçi kovuştrması başlar. Tüm zanaatkalar İstanbul'a.
İstanbul mermer yatakları ve ocaklarının şehri. Arabesk ağaç işçiliğidir. Kuşaklar boyu yerli hammede olan ağaçlar üzerinde gelişmiş, olgunlaşmış, doruklaşmış bir sanatır. Bu sanat ve sanatçıyı hammadde kaynağından kesince, tıkanacaktır. Öyle de oldu. İstanbu, Bizans'tan sonra mermer yapılardaki kısırlığı da burdandır. Yerli olunmayan bir alandaki hüküm gerçek bir kimlik oluşturamıyor. Bu eklektik bir dokuya yol açtığı kadar, büyük kaygı ve korkuları da üretiyor. Göçebe bir eğemenliğin, birden çok başkent değiştiren yapısıyla, yerleşik olma bilincinin oturtulamadığı bir tarih sürecinde, yayılmacılık tıkandığı yerde darbeciliğin baş göstermesi kaçınılmaz olmaktadır.
CUMHURİYETTEKİ OSMANLI
Cumhuriyet ayrı bir yaşam planıyla kurulduğu iddia edilir. Parlamenter rejime geçilmiş bir dizi siyasal dönüşüme imza atılmıştı. Hilafet bile lağvedilmiş, Ordu siyaset dışı tutulmuş anayasal bir sistemde görevler bölüşülmüştü, kuvvetler ayrılığı ikame edilmişti. En önemlisi kendi üretecek kendi tüketecekti. Başka halkların ürettiklerini talan gibi bir siyaseti olmayacaktı.
Siyasal sistem değişmişti ancak üzerinde oturulan yapı olduğu gibiydi. Anadolu bir mozaikti, farklılıklar hiç bir hakka sahip değil ve ölüm denklemleri altında yaşam sürdürmekteydi. Yavuz'un mermer yatakları şehri İstanbul'da, arabesk konaklar inşa etmesi gibi, Atatürük de tek uluslu bir siyasal yapı oluşturma girişimindeydi.
Osmanlı ardılı olduğu batıyşa yönelen bir talan imparatorluğuydu. Bu sür git sürükleniş yerli olmayı,yerel olmayı, medenileşmeyi da alıp sürüklüyordu. Batıya yönelik umutların sonuncusu, Viyana kapılarını önünde biter (II.Viyana kuşatması 1683). Geride kalan coğrafyada aidiyet duygusu oluşturacak bir şey yoktu. Hatta milli bir eğilim bile yoktu. Osmanlı, Türklere çok kötü gözle bakar, hakir görürdü; "kara budunlu", "etraki bila idrak", Osmanlı söylemleri bunu ifade ediyordu. Cumhuriyetti kuran, tek ulusçu yönelimiyle siyasal yapılanmayı düzenleyen gücün etnik dokusu bir yana, hükümranlığı altında farklılıklara yaklaşımının Osmanlı gibi aynıyla sürmesi, Kürtlere yönelik "kuyruklu kürt" , "dağ Türkleri" söylemi, Alevilere "alevi tapan" diye söylemlerle yaklaşılması cumhuriyet içindeki Osmanlıdan başka bir şey değildir. Bu şey bir akıldır ancak ondan önce bir nesnel veridir. Var olan farklılık gerçeğinin baskınca bir birzda tekleştirilme çabasıdır. Eşit olmayı reddetme, kaygı ve korkulara esir olmadır.
"İlk defa Sultan Abdülaziz'in tahtan indirilmesi döneminde Harbiye kaynaklı olarak ortaya çıkan, o dönemin seraskeri Hüseyin Avni Paşa'nın öncülüğünü yaptığı, bir cuntacı, komitacı anlayış"tan söz edilir. İttihatçı darbecilikte bunun devamı olarak yorumlanır. Bu doğrudur ancak eksiktir. Ve her eksik doğru gibi tehlikelidir. Yapısalla ilgili çözümleme olmadan, öznelle ilgili tüm söylemler bizleri kısır bir döngüye getirip koyar. Osmanlı ile cumhuriyet farklılıklarına rağmen, İttihatçi akıl cumhuriyette nasıl devam edebilir? Bunun açıklanabilmesi için yapısal çözümlemelere yönelmemiz gerek. Cumhuriyetteki Osmanlıyı tespit etmemiz gerek.
Darbecilik buradan besleniyor. Ordu bu verilerden yola çıkarak, kendine silahlı örgüt misyonu yüklüyor. "Son mevzi" diye kendini tanımlıyor ve geride kalan her şeyi düşman ilan ediyor. "Balyoz"cu Paşa "Silahlı kuvvetler olarak biz siyasetin dışındayız. Siyasetin dışında olmak Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel ilkelerinin örselenmesine, göz ardı edilmesine göz yumarız anlamına gelmez. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tarihi misyonu kendisine verilen tarihi görevi bu devletin kurucusu olma, tarihi Kemalist çizgisini her zaman muhafaza etmek zorundadır." Derken bu gerçeği tekrar ediyor. Bu bir akıldır, Osmanlı aklıdır. Ancak bu akıl kültürel bir miras olarak kuşaktan kuşağa taşınmıyor. onu var eden nesnel veriler, yapısal çarpıklıklar besliyor. Yeniden üretip topmlumun kimyasını karıştırmaya yönlendiriyor. Bu nedenle Osmanlı aklı dememiz, yapısal bir varoluşa işaret anlamını taşıyor. Öznel bir konumlanışı değil.
Atatürk deniminde iç fetihle dindirilen darbeler, II. Dünya savaşının ilk izleri silindiği andan itibaren yeniden başgösteriyor. Tıkandıkça bir kez daha darbeye yöneliyor. İki darbe arasında kırk darbe kombinazonu oluşuyor. Başaran başaramayanları tepeliyor. 1974 Kıbrıs işgali artık tatmin etmiyor 12 Eylül 1980 darbesi gelip dayanıyor. Bu darbeye karşı Kürt halkının özgürlük talebi etrafındaki dirinişi, hak ve hukuk arayışı gelip dayanıyor. Birkez daha iç fetih hareketleri başlıyor ötesine de geçilerek "sınır ötesi operasyonlara" girişiliyor. Bu ülkede tüm girişim ve hazırlaklarına rağmen, 30 yıldır darbe yapılamıyorsa bunun bir nedeni de Kürt özgürlük hareketinin başarıyla devam eden mücadelesinde yatıyor.
21. Yüzyılda darbe yapmak artık eskisi gibi kolay değil. Bu doğrudur. Balyozun sapı kırılmıştır. Sistem büyük bir kırılma sonucunda çok farklı bir siyasi yelpazenin oluşmasına yol açmıştır. Kürt halkının siyasal iradesinin üklemizde oynadığı ciddi bir rol açığa çıkmıştır. Bu da darbecilği gerileten önemli nedenler arasında yer alıyor: Ancak verili haliyle devam eden cumhuriyetteki osmanlı yapısal dönüşümlerle aşılmadıkça, balyozu kırılan darbecilerin yerini sivil diktaların alması bunun da yeni- Osmanlıcılık adı altında bolgesel açılımlarla beslenmesi kendini dayatma tehlikesi belirecektir. Yeni-Osmanlıcılık çok sahte bir yaklaşımdır. Öznel bir söylemdir. Gerçekte tutunması mümkün olmayan bir yaklaşımdır, ancak ekonomik açılımların verdiği dinamikler ülkeye sivil bir diktanın yerleşmesine katkı yapabilecek eğilimler taşıdığını da söylemek yanlış değildir. Önemli farklılıklarına rağmen, Malezya örneği bu açıdan akılda tutulması gereken bir örnektir.
"MELAZYA SENDROMU"
Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke, Türkiye'nin malezya benzeri bir ülke olabileceği yönündeki söylemine Erdoğan''nın "Türkiye, Türkiye'dir" cevabı hiç bir zaman tatmin edici değildir. Malezya tüm farklılıklarına rağmen sivil dikta özlemleri için önemli bir paramatredir. 50 yı süren bir iktidar. Barisan Nasional (Ulusal Cephe) önderliğinde Mahatir Muhammed gibi bir liderlik altında farklılıklarıyla barış içinde olma yönelimlerinde kimi başyarılar göstermiş bir ülke.
Malezya. Türkiyeden ayrı bir dünyadır. Ne tarihsel ne de bu günüyle aynı kaba konamaz. Benzerlik bulmak zor değil ancak konumuzla ilgili olarak diktacılığa, darbeciliğe engel bir model olarak Türkiye'yi Malezyalaştırmak anlamsız. Kürt açılımı, farklılıkların bir biçimde, eşitler olarak iktidarda yer aldığı Malezya'yı yaratmak için yetmez. Çok daha köklü ve gerçekçi yapısal dönüşümlere girişmek gerek.
Ayrıca Ülkemiz farklılıklarının tarihi ile Malezya'daki farklılıkların tarihi arasında eşitlik kurmanan mümkünü yoktur. Kürt halkının özgürlük istemi 200 yılın kesvetini aşılarak bu güne gelmiştir. Bunun sonucunda alması gereken anayasal haklar olmadan, yeryüzündeki hiç bir kuvet bu yükselişi engelleyemez. Bu durum askeri derbeci militarzmı geriletse de sivil dikta altarnatifi riskini azaltmıyor; Malezya gibi, 50 yıl kesintisiz iktidar heveslerini askeri darbeler yerine geçirmeyi hangi siyasal iktidar istemez ki. Yabana atılır bir özenti değil. Ülkemizde bunun için bir çok kapının zorlandığını görmemek mümkün değil.
Erdoğan'a, bölgemizde yeni bir Nasır imajı vermek ne kadar gerçekçi değilse, yeni-Osmanlıcılıkta o kadar tutmaz bir mayadır. Bu nedenle askeri darbeler yerine besin kaynağı ne olursa olsun sivil darbelerin, sivil diktaların da artık bu ülkede tutunma şansı olmayacaktır. Bu girişimlerin çözüm olmadığı bir kesitte, sorulramızın çüzümü için içimizdeki yapısal osmanlıcılığı dönüştürmemiz gerekiyor. Bunun yolu farklılıklarımızı, eşitler olarak kurum ve kuruluşlarıyla, yasa ve anayasasıyla demokratik bir cumhuriyet siyasal haklarını teslim etmek ve bunu özgürce kullanmaları önündeki tüm engelleri kaldırmaktır.
Bunu yapamadıkça, tıkanmış sorunlarımızın kaosları, ya askeri ya da sivil diktatörlük özentelerinin maceralarıyla karşı karşıya kalmamıza yol açacaktır.
SONUÇ;
Bu satırların yazarına göre, bu topraklarda askeri darbeler artık zor gerçekleşir. Özgürlük hareketi diriliğini korudukça ülkemizin darbe karşısındaki direnci de artacaktır. Balyozun sapı kırıldı, bir kez. Ancak bu, darbelerin nesnel zeminlerini kaybettiği anlamına gelmiyor. Devlet balyozsuz kalmaz. Sapı kırık balyoz hurdasından en kötü halde sivil bir balyoz oluşturmayı deneyecektir. Bu yüzden ülkemizin yapısal sorunlara aşılmadıkça, içimizdeki osmanlı sivil diktalardan, baskıcı yönelimlere kadar daha çok şey üretebilir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder