28 Şubat 2010 Pazar
THKP-C (Acilciler) 28 Şubat 2010 / No:10. Duyurusu
THKP-C(Acilciler) Basın Açıklaması
28 Şubat 2010 / No: 10
28 ŞUBAT ASKERİ DİKTACILAR DA
27 ŞUBAT SİVİL DİKTA HEVESLİLERİ DE
TÜRDEŞTİR.
BUNLAR HALKIMIZIN HAK VE HUKUKUNU
30 ŞUBATA ERTELEYENLERDİR...
28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı ardından yayınlanan kararlar, bir darbe muhtırası gibi ülkede yankılanmıştı. O gün, "Demokrasiye balans ayarı" yapıldığı söylendi. Bu uyarı, yıllırın biriktirdiği bir kaygı ve korkunun adıydı. Son halkasında, 30 Ocak'ta, Sincan Belediyesi'nce "Kudüs Günü" olarak sahnelenen tiyatroya karşı bir refleks olarak, yine Sincan'da tankları ve askeri kıtaları yürütmenin ardından gelmişti. Bir kulak bükme hareketi (5 Şubat 1997) ardından gelen ilk MGK toplantısıyla da darbe uyarısı mahiyetindeki kararlar ortaya çıktı. Siyasete bir kez daha, silahlı bir örgüt olan Ordu yumruk vurmuştu. Kimyalar bir kez daha bozulmuştu.
Siyasete yön vermek, bu eli silahlı gücün geleneklerinde vardı. Osmanlı aklının devamı olan bu refleksler, sürmekte olan dengesiz ve bir o kadar yanlış siyasal sonuçlar altında ezilen sosyal yapı bulunuyordu. Ordu pervasızdı, yetkisi ise kıymeti kendinden menkul "Kuruluş felsefesi" adlı yazılı olmayan bir akıl zorlamasıydı. 28 Şubat bu anlamıyla; atanmışların, halkın hak taleplerine ve seçilmişler üzerinde diktasını bir kılıç gibi salladığı tarihten başka bir şey değildi.
Önceki tüm darbelerin ve muhtıraların gösterdiği gibi, en ağır bedeli halk ödüyor; ülkenin düşün alanları ve insanları, demokratik mevziler ve emekçileri, en aydın, en demokrat, halkı için en özverili olan kesimler, kefareti ödeyenlerdi. Kovuşturmalar, tutuklamalar, işkence, zindan, mülteciliğe zorlamalar, darbelerin ve muhtıraların bir şiddeti olarak, balyoz gibi bu kesimlere iniyordu. Bu darbeler dalga dalga, ülkenin yaşamla ilgili her alanını, uzun yıllar sürecek bir karanlığa dönüştürdü. 12 Eylül 1980 darbesinin bu güne kadar tartışmaların odağına oturan, 82 Anayasası, bunun en bariz ifadesidir. 28 Şubat 1997, bu geleneğin bir devamıydı.
13 yıl önce yapılan bu girişimin izleri bu güne kadar sürüp geldi. Bitti mi, hayır bitmedi?
Bitti diyenler kim?
Bitti diyenler gerçekte 28 Şubatın ürünü olanlardan başkası değil. O gün, darbe korkusuyla kendi saflarını terk ederek daha "mutedil" olduklarını, "değiştiklerini" söyleyenlerin oluşturdukları siyasal yönelim, 27 Şubatçıları bir araya getiriyordu. Bunlar da güçlendikçe, iktidar olma kavgasında dişlerini göstermekten çekinmediler. 2010 Şubatının hukuk mevzileri üzerine yürüyen fetih savaşlarını bunlar yürütmektedirler. Halkın çıkarları ise ne biri ne de diğerinin iştigal ettiği alanda değildir.
27 Şubatçılar, bu ülkeyi çağdışılığa sürüklemek isteyen, bunun için halkın inançlarını istismar ederek, ülkenin tüm çağdaş değerlerini popülizmin kurbanı etmek üzere, iktidar olma mücadelesi verenlerdir; vatandaşları "fişleme sırasını" ele geçiren, halkına "kanı bozuk" diyenlerdir. Bunlar, 28 Şubat'ta ara verdikleri kavgaya, bugün canlarını dişlerine takarak, sivil diktatörlüklerini sağlamlaştırmak için, ülkenin tüm mevzilerini ele geçirmek üzere fetih savaşı verenlerdir.
Bunlar, demokrasinin hiç bir değerine önem vermeyenlerdir. Demokrasi sadece kendi iktidarlarına kadar süren, amacı geniş halk kitlelerini kazanma demagojisidir. İktidarlarını pekiştirene kadar halkı aldatmak için baş vurdukları bu söylemler, iktidarda ayakları yere bastığı andan itibaren bıçak kesiği gibi her türden demokrasiye son vereceklerdir. Medya patronlarına, "köşe yazarlarınızı dizginleyin" diye seslenmek, bunun kaba ve bir o kadar açık diktatörlük ifadesidir. Bu demagojistler, güçlendikleri andan itibaren, hakim oldukları her alanda acımasız bir temizlik harekatına girişirler. Herkesi mahalle baskısının hükmü altına sokarlar. Her türden farklılığı ötekileştirme gibi alameti farikalarını sergilerler. Son günlerin gündem konusu olan, hukuk alanıyla ilgili fetih savaşında bunu, tüm çıplaklığıyla gösterdiler; cemaatlerine dokunanları, Cumhuriyet Başsavcısı da olsa, hukuksuzca zindana atmaktan çekinmezler. Bu da yakın gelecek için, ne türden tasarılara sahip olduklarını göstermeye yeterlidir.
Halkımızı kimse aldatmasın. Kimse, kendini de aldatmasın. Bu ülkede hukuk yok. Bu ülkede hukuk alanı üzerine yürüyen fetih savaşları var. Bu ülkede ordu eli silahlı bir siyasi örgüt olarak, darbeleriyle siyasetin kimyasını istediği zaman bozar. Bunlar da siyaseti olduğu gibi hakkın rahmetine kavuşturmak için, sivil diktatörlük kurmak üzere, hukuksuzluğun her yoluna başvururlar.
27 Şubatçılarla, 28 Şubatçıların kapışması, son gelişmelerle belli-belirsiz bir suni denge oluşturdu. Ancak her iki taraf, halkımızın hak talebi karşısında, her türden çelişkisini bir tarafa iterek, el ele vermekte bir beis görmezler; Kürt halkının özgürlük taleplerine sınır ötesi operasyonlara kadar uzanan baskılar, dünyanın her yerinde resmi bayram olarak kutlanan 1 Mayıs gösterilerine silahlı güçleriyle engellere kadar uzanan her davranışın içinde birlik olurlar. Ortak ülkemizin, farklılıklarıyla zengin toplumsal dokusunu hiçe sayan bu ikili, milliyetçi bölücülükle, ırkçılığa kadar uzanan tutumlar ortaya geliştirmekten de geri kalmazlar.
Bir taraf askeri botlarıyla, diğer taraf takunyalarıyla halkımızın gerçekçi demokratik talep ve özgürlüklerini, ayaklar altında ezer. Bu ikilinin çatışmasında da birlikteliğinde de kaybeden tek taraf, tüm farklılıklarıyla halkımızdır.
Kendi iktidarları için verdikleri kavgalarında, taleplerinin hiç bir bendini, ertelenmez diye ilan edenler, toplumu kaoslara sürükleme pahasına gerginlik yaratanlar, halkın basit ve doğal hakları için dile getirdiği talepleri ise, el birliğiyle 30 Şubat'a ertelerler. Ülkemizin tek gerçek siyasal gündemi budur. Diğer tüm gündemler, sahte ve halkın çıkarlarını temsil etmekten uzaktır.
Bu tabloda 30 Şubat'a ötelenenlerin önünde tek bir yol kalmıştır. O da demokrasi mücadelesini bunların her ikisine karşı, bir hak ve hukuk mücadelesi olarak yükseltmektir. Bu mücadele, sonu demokratik bir cumhuriyete ulaşması gereken, gerçekçi dönüşümlerin mücadelesi olacaktır.
Örgütümüzün çağrısı, bu mücadeleyi yükseltme çağrısıdır, bunun için tüm farklılıklarımızla, özgün ve özgür örgütlenmelerimizi harekete geçirmeliyiz. Çağdaş insan olmanın yolu da budur.
THKP-C (Acilciler)
28 Şubat 2010
28 Şubat 2010 / No: 10
28 ŞUBAT ASKERİ DİKTACILAR DA
27 ŞUBAT SİVİL DİKTA HEVESLİLERİ DE
TÜRDEŞTİR.
BUNLAR HALKIMIZIN HAK VE HUKUKUNU
30 ŞUBATA ERTELEYENLERDİR...
28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı ardından yayınlanan kararlar, bir darbe muhtırası gibi ülkede yankılanmıştı. O gün, "Demokrasiye balans ayarı" yapıldığı söylendi. Bu uyarı, yıllırın biriktirdiği bir kaygı ve korkunun adıydı. Son halkasında, 30 Ocak'ta, Sincan Belediyesi'nce "Kudüs Günü" olarak sahnelenen tiyatroya karşı bir refleks olarak, yine Sincan'da tankları ve askeri kıtaları yürütmenin ardından gelmişti. Bir kulak bükme hareketi (5 Şubat 1997) ardından gelen ilk MGK toplantısıyla da darbe uyarısı mahiyetindeki kararlar ortaya çıktı. Siyasete bir kez daha, silahlı bir örgüt olan Ordu yumruk vurmuştu. Kimyalar bir kez daha bozulmuştu.
Siyasete yön vermek, bu eli silahlı gücün geleneklerinde vardı. Osmanlı aklının devamı olan bu refleksler, sürmekte olan dengesiz ve bir o kadar yanlış siyasal sonuçlar altında ezilen sosyal yapı bulunuyordu. Ordu pervasızdı, yetkisi ise kıymeti kendinden menkul "Kuruluş felsefesi" adlı yazılı olmayan bir akıl zorlamasıydı. 28 Şubat bu anlamıyla; atanmışların, halkın hak taleplerine ve seçilmişler üzerinde diktasını bir kılıç gibi salladığı tarihten başka bir şey değildi.
Önceki tüm darbelerin ve muhtıraların gösterdiği gibi, en ağır bedeli halk ödüyor; ülkenin düşün alanları ve insanları, demokratik mevziler ve emekçileri, en aydın, en demokrat, halkı için en özverili olan kesimler, kefareti ödeyenlerdi. Kovuşturmalar, tutuklamalar, işkence, zindan, mülteciliğe zorlamalar, darbelerin ve muhtıraların bir şiddeti olarak, balyoz gibi bu kesimlere iniyordu. Bu darbeler dalga dalga, ülkenin yaşamla ilgili her alanını, uzun yıllar sürecek bir karanlığa dönüştürdü. 12 Eylül 1980 darbesinin bu güne kadar tartışmaların odağına oturan, 82 Anayasası, bunun en bariz ifadesidir. 28 Şubat 1997, bu geleneğin bir devamıydı.
13 yıl önce yapılan bu girişimin izleri bu güne kadar sürüp geldi. Bitti mi, hayır bitmedi?
Bitti diyenler kim?
Bitti diyenler gerçekte 28 Şubatın ürünü olanlardan başkası değil. O gün, darbe korkusuyla kendi saflarını terk ederek daha "mutedil" olduklarını, "değiştiklerini" söyleyenlerin oluşturdukları siyasal yönelim, 27 Şubatçıları bir araya getiriyordu. Bunlar da güçlendikçe, iktidar olma kavgasında dişlerini göstermekten çekinmediler. 2010 Şubatının hukuk mevzileri üzerine yürüyen fetih savaşlarını bunlar yürütmektedirler. Halkın çıkarları ise ne biri ne de diğerinin iştigal ettiği alanda değildir.
27 Şubatçılar, bu ülkeyi çağdışılığa sürüklemek isteyen, bunun için halkın inançlarını istismar ederek, ülkenin tüm çağdaş değerlerini popülizmin kurbanı etmek üzere, iktidar olma mücadelesi verenlerdir; vatandaşları "fişleme sırasını" ele geçiren, halkına "kanı bozuk" diyenlerdir. Bunlar, 28 Şubat'ta ara verdikleri kavgaya, bugün canlarını dişlerine takarak, sivil diktatörlüklerini sağlamlaştırmak için, ülkenin tüm mevzilerini ele geçirmek üzere fetih savaşı verenlerdir.
Bunlar, demokrasinin hiç bir değerine önem vermeyenlerdir. Demokrasi sadece kendi iktidarlarına kadar süren, amacı geniş halk kitlelerini kazanma demagojisidir. İktidarlarını pekiştirene kadar halkı aldatmak için baş vurdukları bu söylemler, iktidarda ayakları yere bastığı andan itibaren bıçak kesiği gibi her türden demokrasiye son vereceklerdir. Medya patronlarına, "köşe yazarlarınızı dizginleyin" diye seslenmek, bunun kaba ve bir o kadar açık diktatörlük ifadesidir. Bu demagojistler, güçlendikleri andan itibaren, hakim oldukları her alanda acımasız bir temizlik harekatına girişirler. Herkesi mahalle baskısının hükmü altına sokarlar. Her türden farklılığı ötekileştirme gibi alameti farikalarını sergilerler. Son günlerin gündem konusu olan, hukuk alanıyla ilgili fetih savaşında bunu, tüm çıplaklığıyla gösterdiler; cemaatlerine dokunanları, Cumhuriyet Başsavcısı da olsa, hukuksuzca zindana atmaktan çekinmezler. Bu da yakın gelecek için, ne türden tasarılara sahip olduklarını göstermeye yeterlidir.
Halkımızı kimse aldatmasın. Kimse, kendini de aldatmasın. Bu ülkede hukuk yok. Bu ülkede hukuk alanı üzerine yürüyen fetih savaşları var. Bu ülkede ordu eli silahlı bir siyasi örgüt olarak, darbeleriyle siyasetin kimyasını istediği zaman bozar. Bunlar da siyaseti olduğu gibi hakkın rahmetine kavuşturmak için, sivil diktatörlük kurmak üzere, hukuksuzluğun her yoluna başvururlar.
27 Şubatçılarla, 28 Şubatçıların kapışması, son gelişmelerle belli-belirsiz bir suni denge oluşturdu. Ancak her iki taraf, halkımızın hak talebi karşısında, her türden çelişkisini bir tarafa iterek, el ele vermekte bir beis görmezler; Kürt halkının özgürlük taleplerine sınır ötesi operasyonlara kadar uzanan baskılar, dünyanın her yerinde resmi bayram olarak kutlanan 1 Mayıs gösterilerine silahlı güçleriyle engellere kadar uzanan her davranışın içinde birlik olurlar. Ortak ülkemizin, farklılıklarıyla zengin toplumsal dokusunu hiçe sayan bu ikili, milliyetçi bölücülükle, ırkçılığa kadar uzanan tutumlar ortaya geliştirmekten de geri kalmazlar.
Bir taraf askeri botlarıyla, diğer taraf takunyalarıyla halkımızın gerçekçi demokratik talep ve özgürlüklerini, ayaklar altında ezer. Bu ikilinin çatışmasında da birlikteliğinde de kaybeden tek taraf, tüm farklılıklarıyla halkımızdır.
Kendi iktidarları için verdikleri kavgalarında, taleplerinin hiç bir bendini, ertelenmez diye ilan edenler, toplumu kaoslara sürükleme pahasına gerginlik yaratanlar, halkın basit ve doğal hakları için dile getirdiği talepleri ise, el birliğiyle 30 Şubat'a ertelerler. Ülkemizin tek gerçek siyasal gündemi budur. Diğer tüm gündemler, sahte ve halkın çıkarlarını temsil etmekten uzaktır.
Bu tabloda 30 Şubat'a ötelenenlerin önünde tek bir yol kalmıştır. O da demokrasi mücadelesini bunların her ikisine karşı, bir hak ve hukuk mücadelesi olarak yükseltmektir. Bu mücadele, sonu demokratik bir cumhuriyete ulaşması gereken, gerçekçi dönüşümlerin mücadelesi olacaktır.
Örgütümüzün çağrısı, bu mücadeleyi yükseltme çağrısıdır, bunun için tüm farklılıklarımızla, özgün ve özgür örgütlenmelerimizi harekete geçirmeliyiz. Çağdaş insan olmanın yolu da budur.
THKP-C (Acilciler)
28 Şubat 2010
26 Şubat 2010 Cuma
SİZE SOFRALAR BİZE İSE HEP YASAKLAR
Ferhat Tunç
26 Şubat 2010
3 Mart, “Müzik Özgürlüğü Günü” olarak dünyanın birçok ülkesinde çeşitli konser ve etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerde dünyanın dikta rejimlerinde yaşayan ve muhalif kimliklerinden ötürü baskı ve sansüre uğrayan sanatçılar konuk edilerek, yaşadıkları baskıların dünya medyasında gündeme gelmesi ve bunun küresel bir sorun olarak algılanması sağlanıyor. Bu yıl için de benzer çalışmalara devam ediliyor. 3 Mart 2010 tarihinde Mombai, Kahire, Kabil, Amman, Lahey, Paris ve New York’ta Müzik Özgürlüğü Günü etkinlikleri gerçekleştirilecek.
Bu yıl ayrıca “Dünyanın Yasaklı Şarkıları” isimli yeni bir albüm çıkıyor. İran’dan Mahza Verdat, Batı Sahra’dan Aziza Brahim, Marcel Khalife, Amal Murkus, Jah Fakoly ve Türkiye’den benim bulunduğum albüm, 3 Mart günü itibariyle dünya müzik marketlerinde yerini alacak. Sanatçıların, kendi ana dillerinde söyledikleri şarkılarla oluşturdukları albümün bu alanda bir ilk olması ise son derece önemli.
Freemuse, (Dünya özgür Müzik Forumu) “Müzik Özgürlüğü Günü” kapsamında her yıl sansür ve baskılara karşı verdikleri mücadeleden dolayı bir veya iki sanatçıya ödül vermektedir. Geçen günlerde Freemuse başkanı Sayın Ole Raitov’dan gelen bir telefonla 2010 yılının ödülüne, benimle birlikte Arap halkının direnişini ve özgürlük talebini müziğiyle dünyaya taşıyan ve tanıtan sevgili Marcel Khalif’in layık görüldüğünü öğrendim. 25 Mart perşembe günü Londra’da dünya basınının da takip edeceği törende sevgili Marcel Khalif’le birlikte bu tarihi ödülü, etnik, kültürel ve siyasi nedenlerden ötürü takip edilen, baskı ve sansüre uğrayan, hakkında davalar açılan ve tutuklanan sanatçı ve müzisyenler adına almış olacağız.
Dünyanın bu yönüyle bildiği ve tanımaya çalıştığı bir sanatçı olarak kendi ülkemde nasıl bir dışlanmışlık, bir faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumu ifade etmek durumundayım. 30 yıla varacak olan sanat hayatımın neredeyse bütünü, bu ülkede baskı ve yasaklarla mücadele içinde geçti. Bu yasakların özellikle son 7 yıllık AKP Hükümeti döneminde katlanarak devam ettiğini söylemem gerekiyor.Son bir yıldır “demokratik açılım” sözcükleriyle yatıp kalkıyoruz. Demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesinde yer alan bir sanatçı olarak, bu ülkede herkesten çok gerçek anlamda bir demokratik açılımın savunucusu oldum ve olmaya devam edeceğim; fakat bizim beklediğimiz ve özlediğimiz anlamda bir açılımın aksine bu hükümetin ortaya koyduğu yaklaşımı ise son derece dışlayıcı ve bir o kadar da tehlikeli buluyorum.
Kürt coğrafyasında görülmedik bir baskı ve terör rejimi yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Kürt halkının seçilmiş belediye başkanları ve siyasi temsilcileri ardı ardına kelepçelenerek tutuklanıyor ve Kürt çocukları panzerlere taş attıkları iddiasıyla onlarca yıl hapisle yargılanmak üzere tutuklanıp cezaevlerine tıkılıyorlar. Öte yandan Kürtçe şarkı söyleyen sanatçılara yönelikte yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya bulunuyoruz. KCK operasyonu kapsamında sırf şarkı söylediği için tutuklanan Diyarbakırlı Şeyda Perinçek hala cezaevinde bulunuyor. Yine son bir ay içinde önce Kürt sanatçı İbrahim Rojhılat ve ardından Rojda, söyledikleri Kürtçe şarkılar yüzünden gözaltına alındılar. Benim hakkımda devam eden davalara bir yenisi daha ekleniyor. 2009 Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında verdiğim konserde yaptığım konuşmada: “Rütbeli katillerin cehenneme dönüştürdüğü bir coğrafyada yaşamak istemiyoruz” dediğim için yargılanacağım.
Bütün bu gerçeklerin vücut bulduğu toplumsal, siyasal arenada samimi, onurlu bir barışın hayat bulması adına çabalarımızın yoğunlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Öte yandan hükümetin “yandaşçı zihniyet” yaklaşımının sanat camiasını da etkilediğine tanık oluyoruz. 20 Şubat günü Sayın Başbakan, sözde açılım görüşmelerine yeni bir halka daha ekledi ve Dolmabahçe'de çok sevdiği, kendi partisine yakın bulduğu veya yakın olmaya müsait gördüğü şarkıcı, türkücü ve bazı sanatçılarla kahvaltıda bir araya geldi. Öncelikle bu kahvaltıya davet edilmediğimi, edilseydim bile katılmayarak, Alevi Çalıştayı sürecinde doğru olduğuna inandığım benzer bir duruşun tarafı olacaktım, bunu belirtmeliyim. Kahvaltıya teşrif edenlerin birçoğunu uzun yıllardır tanıyorum. Bu arkadaşlarımdan birkaçının, bu hükümetin “Demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” adı altında başlattığı sürecin giderek inandırıcılığını yitirdiğini bildiklerinden kuşkum yok. Ancak bu çağrıya uyarak ve katılarak inandırıcılığı olmayan bir sürecin birer unsuru haline geldiklerini de vurgulamakta yarar görüyorum.
Türkiye’de “Kürt açılımı” adı altında nasıl bir kıyım ve faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumuzu görmemek veya görmezden gelmek mümkün değildir. Bu kıyımın, kahvaltıya katılanlardan biri olan şarkıcı Hakan Peker tarafından dile getirilmesini son derece ilginç buldum ve kendisini kutlamak lazım. Ancak Hakan Peker’in bu tavrı kahvaltıda bulunan Kürt ve Alevi kökenli sanatçılar açısından bir utanç vesilesi olarak görülebilir. Bu çok duyarlı! sanatçı arkadaşlarımın bu gerçekleri herkesten çok daha iyi bildikleri ve yaşananları gördükleri halde sessiz ve tepkisiz kalmalarına şaşırmıyorum doğrusu. Özellikle Arif Sağ’ın Alevi açılımıyla ilgili yapılan çalıştayın bir aktörü haline gelmesi ve giderek hükümetin yanlı, yanlış politikalarının danışmanlığına soyunmasının düşündürücü olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum.
Baskıcı rejimlerde halkın sanatçısı olmak, her şeyden önce ödünsüz olmayı gerektirir. Kendi çıkarsal ilişkilerini korumaya dönük bir yaklaşımın tarafı olanların, rejime göbekten bağlı hale gelenlerin ve bundan medet umanların halkın sanatçısı olamayacaklarını tarih göstermiştir. Ülkemiz tarihi bu anlamda ortaya çıkmış değerlerin de tarihidir. Pir Sultanların, Nazım Hikmetlerin, Yılmaz Güneylerin ve son olarak sevgili Ahmet Kaya’nın ödünsüz, devrimci tavrı buna örnektir. Hayatlarında en küçük bedelleri dahi göze almaktan kaçınan ve sanatlarını sistemin baskıcı ve yozlaştırıcı etkilerinden kurtaramayanların bu değerlerin farkında olmasını bekleyemeyiz.
Aynı şekilde bu ülkede kimliklerinden ve siyasal duruşlarından ötürü taviz vermeyen sanatçıların hayatında ise değişen bir şeyin olmadığı da ortadadır. Onlar bu kahvaltı sofralarına davet edilmedikleri gibi! teslim alınmak adına haklarında açılan davalar ve yasaklarla mücadele etmeyi de sürdüreceklerdir. Tarihin ve halkımızın gerçek bir sanatçıdan beklediği de budur.
ferhat@ferhattunc.net
26 Şubat 2010
3 Mart, “Müzik Özgürlüğü Günü” olarak dünyanın birçok ülkesinde çeşitli konser ve etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerde dünyanın dikta rejimlerinde yaşayan ve muhalif kimliklerinden ötürü baskı ve sansüre uğrayan sanatçılar konuk edilerek, yaşadıkları baskıların dünya medyasında gündeme gelmesi ve bunun küresel bir sorun olarak algılanması sağlanıyor. Bu yıl için de benzer çalışmalara devam ediliyor. 3 Mart 2010 tarihinde Mombai, Kahire, Kabil, Amman, Lahey, Paris ve New York’ta Müzik Özgürlüğü Günü etkinlikleri gerçekleştirilecek.
Bu yıl ayrıca “Dünyanın Yasaklı Şarkıları” isimli yeni bir albüm çıkıyor. İran’dan Mahza Verdat, Batı Sahra’dan Aziza Brahim, Marcel Khalife, Amal Murkus, Jah Fakoly ve Türkiye’den benim bulunduğum albüm, 3 Mart günü itibariyle dünya müzik marketlerinde yerini alacak. Sanatçıların, kendi ana dillerinde söyledikleri şarkılarla oluşturdukları albümün bu alanda bir ilk olması ise son derece önemli.
Freemuse, (Dünya özgür Müzik Forumu) “Müzik Özgürlüğü Günü” kapsamında her yıl sansür ve baskılara karşı verdikleri mücadeleden dolayı bir veya iki sanatçıya ödül vermektedir. Geçen günlerde Freemuse başkanı Sayın Ole Raitov’dan gelen bir telefonla 2010 yılının ödülüne, benimle birlikte Arap halkının direnişini ve özgürlük talebini müziğiyle dünyaya taşıyan ve tanıtan sevgili Marcel Khalif’in layık görüldüğünü öğrendim. 25 Mart perşembe günü Londra’da dünya basınının da takip edeceği törende sevgili Marcel Khalif’le birlikte bu tarihi ödülü, etnik, kültürel ve siyasi nedenlerden ötürü takip edilen, baskı ve sansüre uğrayan, hakkında davalar açılan ve tutuklanan sanatçı ve müzisyenler adına almış olacağız.
Dünyanın bu yönüyle bildiği ve tanımaya çalıştığı bir sanatçı olarak kendi ülkemde nasıl bir dışlanmışlık, bir faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumu ifade etmek durumundayım. 30 yıla varacak olan sanat hayatımın neredeyse bütünü, bu ülkede baskı ve yasaklarla mücadele içinde geçti. Bu yasakların özellikle son 7 yıllık AKP Hükümeti döneminde katlanarak devam ettiğini söylemem gerekiyor.Son bir yıldır “demokratik açılım” sözcükleriyle yatıp kalkıyoruz. Demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesinde yer alan bir sanatçı olarak, bu ülkede herkesten çok gerçek anlamda bir demokratik açılımın savunucusu oldum ve olmaya devam edeceğim; fakat bizim beklediğimiz ve özlediğimiz anlamda bir açılımın aksine bu hükümetin ortaya koyduğu yaklaşımı ise son derece dışlayıcı ve bir o kadar da tehlikeli buluyorum.
Kürt coğrafyasında görülmedik bir baskı ve terör rejimi yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Kürt halkının seçilmiş belediye başkanları ve siyasi temsilcileri ardı ardına kelepçelenerek tutuklanıyor ve Kürt çocukları panzerlere taş attıkları iddiasıyla onlarca yıl hapisle yargılanmak üzere tutuklanıp cezaevlerine tıkılıyorlar. Öte yandan Kürtçe şarkı söyleyen sanatçılara yönelikte yeni bir saldırı furyasıyla karşı karşıya bulunuyoruz. KCK operasyonu kapsamında sırf şarkı söylediği için tutuklanan Diyarbakırlı Şeyda Perinçek hala cezaevinde bulunuyor. Yine son bir ay içinde önce Kürt sanatçı İbrahim Rojhılat ve ardından Rojda, söyledikleri Kürtçe şarkılar yüzünden gözaltına alındılar. Benim hakkımda devam eden davalara bir yenisi daha ekleniyor. 2009 Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında verdiğim konserde yaptığım konuşmada: “Rütbeli katillerin cehenneme dönüştürdüğü bir coğrafyada yaşamak istemiyoruz” dediğim için yargılanacağım.
Bütün bu gerçeklerin vücut bulduğu toplumsal, siyasal arenada samimi, onurlu bir barışın hayat bulması adına çabalarımızın yoğunlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Öte yandan hükümetin “yandaşçı zihniyet” yaklaşımının sanat camiasını da etkilediğine tanık oluyoruz. 20 Şubat günü Sayın Başbakan, sözde açılım görüşmelerine yeni bir halka daha ekledi ve Dolmabahçe'de çok sevdiği, kendi partisine yakın bulduğu veya yakın olmaya müsait gördüğü şarkıcı, türkücü ve bazı sanatçılarla kahvaltıda bir araya geldi. Öncelikle bu kahvaltıya davet edilmediğimi, edilseydim bile katılmayarak, Alevi Çalıştayı sürecinde doğru olduğuna inandığım benzer bir duruşun tarafı olacaktım, bunu belirtmeliyim. Kahvaltıya teşrif edenlerin birçoğunu uzun yıllardır tanıyorum. Bu arkadaşlarımdan birkaçının, bu hükümetin “Demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” adı altında başlattığı sürecin giderek inandırıcılığını yitirdiğini bildiklerinden kuşkum yok. Ancak bu çağrıya uyarak ve katılarak inandırıcılığı olmayan bir sürecin birer unsuru haline geldiklerini de vurgulamakta yarar görüyorum.
Türkiye’de “Kürt açılımı” adı altında nasıl bir kıyım ve faşizanlıkla karşı karşıya bulunduğumuzu görmemek veya görmezden gelmek mümkün değildir. Bu kıyımın, kahvaltıya katılanlardan biri olan şarkıcı Hakan Peker tarafından dile getirilmesini son derece ilginç buldum ve kendisini kutlamak lazım. Ancak Hakan Peker’in bu tavrı kahvaltıda bulunan Kürt ve Alevi kökenli sanatçılar açısından bir utanç vesilesi olarak görülebilir. Bu çok duyarlı! sanatçı arkadaşlarımın bu gerçekleri herkesten çok daha iyi bildikleri ve yaşananları gördükleri halde sessiz ve tepkisiz kalmalarına şaşırmıyorum doğrusu. Özellikle Arif Sağ’ın Alevi açılımıyla ilgili yapılan çalıştayın bir aktörü haline gelmesi ve giderek hükümetin yanlı, yanlış politikalarının danışmanlığına soyunmasının düşündürücü olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum.
Baskıcı rejimlerde halkın sanatçısı olmak, her şeyden önce ödünsüz olmayı gerektirir. Kendi çıkarsal ilişkilerini korumaya dönük bir yaklaşımın tarafı olanların, rejime göbekten bağlı hale gelenlerin ve bundan medet umanların halkın sanatçısı olamayacaklarını tarih göstermiştir. Ülkemiz tarihi bu anlamda ortaya çıkmış değerlerin de tarihidir. Pir Sultanların, Nazım Hikmetlerin, Yılmaz Güneylerin ve son olarak sevgili Ahmet Kaya’nın ödünsüz, devrimci tavrı buna örnektir. Hayatlarında en küçük bedelleri dahi göze almaktan kaçınan ve sanatlarını sistemin baskıcı ve yozlaştırıcı etkilerinden kurtaramayanların bu değerlerin farkında olmasını bekleyemeyiz.
Aynı şekilde bu ülkede kimliklerinden ve siyasal duruşlarından ötürü taviz vermeyen sanatçıların hayatında ise değişen bir şeyin olmadığı da ortadadır. Onlar bu kahvaltı sofralarına davet edilmedikleri gibi! teslim alınmak adına haklarında açılan davalar ve yasaklarla mücadele etmeyi de sürdüreceklerdir. Tarihin ve halkımızın gerçek bir sanatçıdan beklediği de budur.
ferhat@ferhattunc.net
"BİR BİÇİMDE BIRAKILACAKLAR"
Mihrac Ural
25 şubat 2010
Bu başlık, iki gün önce yazdığım makalede, bir cümle olarak iddiayla dile getirildi. Bir kehanet değil, siyasal süreci duyarlıca izlemenin isabetli bir yorumuydu.
"49 Subay sorgu ve tutuklanmakla yüzyüze geldi. Çok iyi oldu; ancak iddiayla söyleyebiliriz ki bu bir kulak çekmedir; hukuk değil, yargı değil adalet değildir.
Nereden anlıyoruz? Ergenekon davasında tutuklanan genarallerin bir süre sonra teker teker, bin bir bahaneyle salıverilmelerinden.
"Or-Korgenerallerin dahi tutuklanması sizi aldatmasın. Bu bir kulak bükme girişimidir. Sivil dikta için yolları stabilize etme operasyonudur. Bir bahaneyle “or”lar da “kor”lar da salıverilir. Geride kırkın yarısı bile kalmaz. Bu bir hukuk savaşı değildir, hukuk alanlarını fetih savaşıdır. Her kim kazanırsa kazansın; ezilen, hukuksuz kalacak olan halkın kendisidir." (Mihrac Ural, Bu Bir Kulak Bükmedir ötesi değil..." başlıklı 23 şubat 2010 tarihli makale )
Bu satırları, "Balyoz harekatı" adlı darbe planıyla ilgili Or ve Korgenerallerin sorguya çekildikleri gün kaleme aldım, tarih 23 Şubat 2010.
Kehanet değil. Ülkemizin siyasal olaylarını doğru takip ederek doğru yorumlama olayıdır. Tam isabet bir belirleme yaptığımızı da şu saatte haberlere yansıyan Orgenerallerin serbest bırakılmasıyla öğrenmiş olduk.
İsabetli siyasi yazı doğru tahlilin sonucudur. Bunu yakalamaya ve halkımızla paylaşmaya çalışıyoruz.
"Bu Ülkede Hukuk Yok" başlıklı makalemi 18 Şubat 2010 tarihinde yazdığımda, kavga altta Cumhuriyet savcıları düzeyinde sürüyordu; Erzincan Cumhuriyet Baş Savcısı İlhan Cihaner'in, özel görevli Erzurum Cumhuriyet Başsavcısı Osman Şenal tarafından sorgulanıp tutuklanması için mahkemeye sevk edilerek, tutuklanması üzerine yazıldı.
Bu makalede Ülkemizde hukuk sorunlarıyla ilgili eski iki makalemden de alıntı yaptım.
"Çok değil, bundan on yıl önce söylenenlere baktığımızda, en yetkili ağızlardan inanılmaz cümleler duymuştuk. 'Yargıtay Başkanı Dr. Sami Selçuk’un, 6 Eylül 99’da yeni yargı yılı açış konuşmasında “Türkiye bu hukuk sistemiyle yeni yüz yıla giremez, bu anayasa ve yasalar hukuku işlevlerini doldurmuştur reform gereklidir” şeklinde özetlenebilecek sözleri, Türkiye’de etkili bir siyasi deprem yaratmıştı.' ( Mihrac Ural, "Kuşkulu Yargı Kirli Adelet Salgılar" adlı 20 Ekim 1999 tarihli makaleden aktarım, "Bu ülkede Hukuk Yok" )
Bu alıntıya ek olarak bir yıl önce yazdığım bir makaleden de şunları aktarmıştım; "Siyasi iktidarı ele geçirenler istedikleri kadar ehil olsunlar iradeleri dışında var olan bu yapıdan çıkarları için azami ölçüde yararlanmanın yollarını arayıp bulacak ve yargıyı yeri gedikçe bir araç olarak kullanacaklardır. Ülkemizde tekrar eden durum da budur." ((Mihrac Ural, "Yargıya Müdahale" adlı 24 Aralık 2005 Tarihli makale)
Sonucu da şöylesi bir cümleyle ifade etmeye çalıştım; "Bu gün olanlar ise, en gerici sivil dikta hevesleriyle yanıp tutuşanların, en az kendileri kadar anti-demokratik, zulüm siciline sahip olanlar arasındaki iktidar kavgasından ibarettir." ( Mihrac Ural,"Bu Ülkede Hukuk Yok" adlı 18 Şubat 2010 tarihli makale)
Evet yaptığımız yorumlar ülkemizde hukuk olmadığına, hukuka her boyutta müdahale edildiğine bir işaretti. 24 şubat 2010 tarihinde (dün) Genelkurmaybaşkanı başkanlığında ülkenin tüm Or ve Korgenerallarin toplantısı ve ardından, bu gün (25 Şubat 2010) Cumhurbaşkanı başkanlığında da olağan haftalık görüşmenin Başbakan ve Genelkurmaybaşkanıyla bir arada yapılması, dikkat çeken bir gelişme olarak gündeme ağırlığını koydu.
Bu gelişmeler hukuk mevzileri üzerine fetih savaşları veren tarafların, belli bir noktada, güçlerinin suni de olsa bir dengede olduğunu gösterdi. Nitekim, "devlet-rejim sorunu" haline hızla tırmanan gelişmeler şimdilik hafif bir "balans ayarı" yapılarak atlatılmaya çalışıldı. Bu açık ve kaba bir yargı müdahalesi sonucu gündeme geldi. Önceden belirlediğimiz "bir biçimde Or ve Korgenerallerin sılıverilmesi" bu müdahaleyle gerçekleşti.
Bir kez daha, anti-demokratik devleti ve çarklarını korumak için, birbiriyle hukuk alanları üzerinde fetih savaşı yürütenler, halka karşı işlenmek istenen ve işlenen suçların yargılanmasına karşı elbirliği yapmış oldu. Bunu halk için hiç bir zaman yapmayanlar, her defasında kendi iktidar etkinlikleri için yapmaktan çekinmedi. Bu gün ortaya çıkan sonuç öncelikle buna işarettir. Bu ise, ülkemizde hukuk olmadığının tartışmasız tesciliydi.
Geçmiş olsun.
Askeri darbeciler yine ellerini kollarını sallaya sallaya evlerine döndü. Sivil dikta heveslileri yeni raundlara hazırlık adına geri adım attı. Ancak ortak ülkemizin hukuksuz bırakılan tüm farklılıkları, demokratik güçleri, düşünce adamları, özgür ve özgün siyasal etkinlikleri, işkenceden zindanlara, mültecilikten faili meçhullere kadar uzanan ölüm girdaplarında hukuka müdahalenin, kuşkulu yargılarında, kirli adeletin mahkumu olmaya devam etmektedir.
Bu kısa makalenin sonunu nasıl bağlayabilirim diye düşünüyorum.
Tekrardan bıkmadıysanız bir kez daha aynı şeyleri yazmaya mecburum. Üç kuşaktır demokrasi talepleri için, hepimiz tekrara mahkum edilmiş durumdayız.
Hukuk için, kuşkusuz yargı ve adalet eşitliği için, tüm farklılıklarımızı kurucu birer eşit sayan, demokratik haklarını ve özgürlüklerini anayasa, yasa ve kurumların güvencesiyle koruyan yeniden bir demokratik cumhuriyeti inşa etmemiz zorunludur.
Başka bir yolu olan söylesinde biz de tekrardan kurtulalım.
25 şubat 2010
Bu başlık, iki gün önce yazdığım makalede, bir cümle olarak iddiayla dile getirildi. Bir kehanet değil, siyasal süreci duyarlıca izlemenin isabetli bir yorumuydu.
"49 Subay sorgu ve tutuklanmakla yüzyüze geldi. Çok iyi oldu; ancak iddiayla söyleyebiliriz ki bu bir kulak çekmedir; hukuk değil, yargı değil adalet değildir.
Nereden anlıyoruz? Ergenekon davasında tutuklanan genarallerin bir süre sonra teker teker, bin bir bahaneyle salıverilmelerinden.
"Or-Korgenerallerin dahi tutuklanması sizi aldatmasın. Bu bir kulak bükme girişimidir. Sivil dikta için yolları stabilize etme operasyonudur. Bir bahaneyle “or”lar da “kor”lar da salıverilir. Geride kırkın yarısı bile kalmaz. Bu bir hukuk savaşı değildir, hukuk alanlarını fetih savaşıdır. Her kim kazanırsa kazansın; ezilen, hukuksuz kalacak olan halkın kendisidir." (Mihrac Ural, Bu Bir Kulak Bükmedir ötesi değil..." başlıklı 23 şubat 2010 tarihli makale )
Bu satırları, "Balyoz harekatı" adlı darbe planıyla ilgili Or ve Korgenerallerin sorguya çekildikleri gün kaleme aldım, tarih 23 Şubat 2010.
Kehanet değil. Ülkemizin siyasal olaylarını doğru takip ederek doğru yorumlama olayıdır. Tam isabet bir belirleme yaptığımızı da şu saatte haberlere yansıyan Orgenerallerin serbest bırakılmasıyla öğrenmiş olduk.
İsabetli siyasi yazı doğru tahlilin sonucudur. Bunu yakalamaya ve halkımızla paylaşmaya çalışıyoruz.
"Bu Ülkede Hukuk Yok" başlıklı makalemi 18 Şubat 2010 tarihinde yazdığımda, kavga altta Cumhuriyet savcıları düzeyinde sürüyordu; Erzincan Cumhuriyet Baş Savcısı İlhan Cihaner'in, özel görevli Erzurum Cumhuriyet Başsavcısı Osman Şenal tarafından sorgulanıp tutuklanması için mahkemeye sevk edilerek, tutuklanması üzerine yazıldı.
Bu makalede Ülkemizde hukuk sorunlarıyla ilgili eski iki makalemden de alıntı yaptım.
"Çok değil, bundan on yıl önce söylenenlere baktığımızda, en yetkili ağızlardan inanılmaz cümleler duymuştuk. 'Yargıtay Başkanı Dr. Sami Selçuk’un, 6 Eylül 99’da yeni yargı yılı açış konuşmasında “Türkiye bu hukuk sistemiyle yeni yüz yıla giremez, bu anayasa ve yasalar hukuku işlevlerini doldurmuştur reform gereklidir” şeklinde özetlenebilecek sözleri, Türkiye’de etkili bir siyasi deprem yaratmıştı.' ( Mihrac Ural, "Kuşkulu Yargı Kirli Adelet Salgılar" adlı 20 Ekim 1999 tarihli makaleden aktarım, "Bu ülkede Hukuk Yok" )
Bu alıntıya ek olarak bir yıl önce yazdığım bir makaleden de şunları aktarmıştım; "Siyasi iktidarı ele geçirenler istedikleri kadar ehil olsunlar iradeleri dışında var olan bu yapıdan çıkarları için azami ölçüde yararlanmanın yollarını arayıp bulacak ve yargıyı yeri gedikçe bir araç olarak kullanacaklardır. Ülkemizde tekrar eden durum da budur." ((Mihrac Ural, "Yargıya Müdahale" adlı 24 Aralık 2005 Tarihli makale)
Sonucu da şöylesi bir cümleyle ifade etmeye çalıştım; "Bu gün olanlar ise, en gerici sivil dikta hevesleriyle yanıp tutuşanların, en az kendileri kadar anti-demokratik, zulüm siciline sahip olanlar arasındaki iktidar kavgasından ibarettir." ( Mihrac Ural,"Bu Ülkede Hukuk Yok" adlı 18 Şubat 2010 tarihli makale)
Evet yaptığımız yorumlar ülkemizde hukuk olmadığına, hukuka her boyutta müdahale edildiğine bir işaretti. 24 şubat 2010 tarihinde (dün) Genelkurmaybaşkanı başkanlığında ülkenin tüm Or ve Korgenerallarin toplantısı ve ardından, bu gün (25 Şubat 2010) Cumhurbaşkanı başkanlığında da olağan haftalık görüşmenin Başbakan ve Genelkurmaybaşkanıyla bir arada yapılması, dikkat çeken bir gelişme olarak gündeme ağırlığını koydu.
Bu gelişmeler hukuk mevzileri üzerine fetih savaşları veren tarafların, belli bir noktada, güçlerinin suni de olsa bir dengede olduğunu gösterdi. Nitekim, "devlet-rejim sorunu" haline hızla tırmanan gelişmeler şimdilik hafif bir "balans ayarı" yapılarak atlatılmaya çalışıldı. Bu açık ve kaba bir yargı müdahalesi sonucu gündeme geldi. Önceden belirlediğimiz "bir biçimde Or ve Korgenerallerin sılıverilmesi" bu müdahaleyle gerçekleşti.
Bir kez daha, anti-demokratik devleti ve çarklarını korumak için, birbiriyle hukuk alanları üzerinde fetih savaşı yürütenler, halka karşı işlenmek istenen ve işlenen suçların yargılanmasına karşı elbirliği yapmış oldu. Bunu halk için hiç bir zaman yapmayanlar, her defasında kendi iktidar etkinlikleri için yapmaktan çekinmedi. Bu gün ortaya çıkan sonuç öncelikle buna işarettir. Bu ise, ülkemizde hukuk olmadığının tartışmasız tesciliydi.
Geçmiş olsun.
Askeri darbeciler yine ellerini kollarını sallaya sallaya evlerine döndü. Sivil dikta heveslileri yeni raundlara hazırlık adına geri adım attı. Ancak ortak ülkemizin hukuksuz bırakılan tüm farklılıkları, demokratik güçleri, düşünce adamları, özgür ve özgün siyasal etkinlikleri, işkenceden zindanlara, mültecilikten faili meçhullere kadar uzanan ölüm girdaplarında hukuka müdahalenin, kuşkulu yargılarında, kirli adeletin mahkumu olmaya devam etmektedir.
Bu kısa makalenin sonunu nasıl bağlayabilirim diye düşünüyorum.
Tekrardan bıkmadıysanız bir kez daha aynı şeyleri yazmaya mecburum. Üç kuşaktır demokrasi talepleri için, hepimiz tekrara mahkum edilmiş durumdayız.
Hukuk için, kuşkusuz yargı ve adalet eşitliği için, tüm farklılıklarımızı kurucu birer eşit sayan, demokratik haklarını ve özgürlüklerini anayasa, yasa ve kurumların güvencesiyle koruyan yeniden bir demokratik cumhuriyeti inşa etmemiz zorunludur.
Başka bir yolu olan söylesinde biz de tekrardan kurtulalım.
23 Şubat 2010 Salı
BU BİR KULAK BÜKMEDİR, ÖTESİ DEĞİL...
Mihrac Ural
23 Şubat 2010
Or-Korgenerallerin dahi tutuklanması sizi aldatmasın. Bu bir kulak bükme girişimidir. Sivil dikta için yolları stabilize etme operasyonudur. Bir bahaneyle “or”lar da “kor”lar da salıverilir. Geride kırkın yarısı bile kalmaz. Bu bir hukuk savaşı değildir, hukuk alanlarını fetih savaşıdır. Her kim kazanırsa kazansın; ezilen, hukuksuz kalacak olan halkın kendisidir.
Cumhuriyet’teki Osmanlı yapısaldır. Osmanlı aklının bu güne kadar devam etmesinin besin kaynakları bu yapıdandır; bu yapı farklılıklarımızı hukuksuz bırakıp, ötekileştirendir. Bu yapının korunması için, hukuk alanları üzerine fetih savaşı verenler, milliyetçi reflekslerle el birliği yaparak, farklılıklarımız üzerine ölüm ve kıyım mekanizmalarını sürmektedir. Vatandaşa karşı dış destekler alarak sınır ötesi operasyon yürütenler, bu ülkenin tek boyutluluğu konusunda ayrılmaz bir bütün oluşturanlardır. Bu nedenle galip gelenler bir kez daha halkı hukuksuz bırakanlar olacaktır.
Sivil dikta özlemleri bir hayal değil, açık ve net bir gerçektir. Askeri darbeci diktaların beli kırılmış, ayağa kalkma şansı kalmamıştır. "kuruluş felsefesi" adlı safsata, yerini yeni bir kuruluş felsefesine terk etmektedir. Kıymeti kendinden menkul, ne olduğu sadece uygulayıcısı tarafından bilinen bir heyula olarak bu felsefenin tek bir anlamı bulunuyor: O da iktidar olmak ve bunu devam ettirmek için, halkın demokratik talepleri üzerinde “Demokles Kılıcı” gibi durmaktır.
Halkın çıkarları askeri diktaya karşı olduğu kadar, sivil diktalara da karşı durmaktan geçiyor. Bunun için bu topraklarda yaşayan farklılıkların, ayrı varlıkların özgün ve özgür mücadeleleri yükselmelidir. Demokrasi yönünde atılacak adımların garantisi budur. Ülkede eşitlerin adil hukukunu; ancak bu yolla ikame etme şansımız olabilir.
***
49 Subay sorgu ve tutuklanmakla yüzyüze geldi. Çok iyi oldu; ancak iddiayla söyleyebiliriz ki bu bir kulak çekmedir; hukuk değil, yargı değil adalet değildir.
Nereden anlıyoruz? Ergenekon davasında tutuklanan genarallerin bir süre sonra teker teker, bin bir bahaneyle salıverilmelerinden.
"Bu ülkede hukuk yok" dedik. Bu kadar mı, daha ötesi? En yüksek rütbeli generaller tek tek tutuklanıyor. 49 subay bu sabahtan itibaren el pençe divan emniyete, götürüldüler; bunlar, 12 Mart, ve 12 Eylül askeri faşist darbesinin de subaylarıydı. Halkı için özveriyle demokrasi isteyen üç kuşağı elpençe divana sürdüler, işkence ettiler, zindanda çürüttüler. Kızıldere’de, Munzur'da, idam sehpasında katlettiler, mülteciliğin amansız ölümlerine mahkum ettiler, faili meçhuller de cabası…
Ona yakın darbe planı ve teşebbüsü ortaya çıktı. Detaylar ve ayrıntılar ortaya serildi, silahlar deniz diplerinden, tarlalara kadar her alanda bulundu. "kuruluş felsefesi" diyorlar, onu koruyacaklar. Yazılı olmayan, parlamentonun haberi olmadığı, kimsenin bilmediği, kıymeti kendinden menkul bir "felsefe"; heyula. Çek çekebildiğin yere…
Tüm darbeler incir çekirdeğini doldurmaz bahaneler üzerinde yükselir. Halka zorla kendini onaylatır. 1982 Anayasası öyle oluştu ve her gelen yeni yönetim aynı anayasanın botlarıyla halkın üzerinde tepindi. Her sivil iktidar, 82 Anayasası’nı kılıç olarak kendi lehine kullandı ve "bu Anayasa değişmelidir" diye demogoji yaptı. Bu güne kadar aynı üslupla gelindi. Bu ülkede hukuksuzluk çok eski tarihlerin birikimiydi. Bu gün de hukuk alanını ele geçirmek üzere yeniden paylaşım savaşlarına tanık olurken değişen hiç bir şey yok.
Bunu şu cümlelerle dile getirdim: " Ülkemiz, siyasal yapısında iktidar olmanın güç odakları vardır. Bunlara "Yüksek Kurul" deniyor. Cumhuriyet devletinin yirmiyi aşkın temel, "Yüksek Kurulu" bulunmaktadır. Böylesi bir ülkede, hiç bir seçim sonucu iktidar vermez, ülkemizde hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olamaz. İktidar olmak için, atanmışların oluşturduğu, "kuruluş felsefesi" adı altında yazılı olmayan, kiymeti kendinden menkul bir heyula, ne zaman, nerede ne yapacağına dair kimsenin önceden bir şey bilmediği güçlerin yönetimi altında, yüksek kurulların çoğunluğunda hakim olmayı gerektirir. Bu kurulların çoğunluğunda da hakim olmak yetmez, en önemlisi askeri gücü elinde tutan Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve yargı yüksek kurullarını da ele geçirmek gerek. Kim ne kadar yüksek kurulu fethetmiş ise o kadar iktidar olunan bir ülkedeyiz. Hükümet olsanız da iktidar olamamanın nedeni budur. Ancak halk olsanız da en demokratik siyasal tercihlerinizi parlamentoya taşısanız da yine iktidar olamazsınız.
Bu gün olanlar ise, en gerici sivil dikta hevesleriyle yanıp tutuşanların, en az kendileri kadar anti-demokratik, zulüm siciline sahip olanlar arasındaki iktidar kavgasından ibarettir." ( Mihrac Ural, Bu ülkede hukuk yok" adlı 18 Şubat 2010 tarihli makale)
"Kuruluş felsefesi" uydurması, başta Silahlı Kuvvetlerin elinde “Demoklesin Kılıcı” olarak sallandı. Silahlı Kuvvetler, siyasal arenada silahlı bir örgüt gibi rol oynadı. Dağlara, şehirlere hakim bir silahlı örgüt olarak halkın üzerinde yer yer "silahlı propaganda" yer yer askeri üs ve tezgah tutunca darbe yaptı. Cumhuriyet’teki Osmanlı bunun tecellisiydi. Bu sadece bir Osmanlı aklı değil, Osmanlı altyapısının Cumhuriyet’teki devamı olarak, bu aklı besleyen bir gerçekti. Osmanlı’nın Cumhuriyet’te olması böylesine alt ve üstyapı olayıydı. Tüm değişimlerine rağmen gerçek birbirini öyle tamamlıyor; Cumhuriyette Osmanlı aklı bir bakaye olarak görülmesin. Bunu anlamak için, Anadolu mozağiyi üzerine kurulu olan tek boyutlu siyasal sistemi bilmek yeterlidir. Hukuksuzluk zaten bununla birlikte başlıyor.
80 yılı aşkındır bunun kefaretini ödüyor halklarımız. Bu kanunsuzluğu aşmak için tüm çabaları silah zoruyla susturuldu. Kürt özgürlük hareketinin açtığı yeni yol, demokrasi için güç dengesinin nasıl da önemli olduğunu gösterdi. Kürtleri yok sayan zihniyetin adım adım gerilemek zorunda kalmasıyla oluşan ortam bunun kanıtıdır. Daha çok demokrasi için, daha çok acı istiyorlar, daha çok savaş istiyorlar: Bu akıl zorlamasıdır, bu bir vicdansız duruştur ve hukuksuzluk bunu beslemektedir.
Bu ülke, farklılıklarının eşit, ortak kurucular olarak yeniden yapılanmasının önüne milliyetçi bölücü engeller dikildikçe de bu sürecin kapanması mümkün değildir. Daha çok demokrasi ve özgürlük etkinliğinin sürece katılması, farklılıklarımızın özgün ve özgür örgütlenmeleriyle sürece ağırlık koyması, demokrasinin ikamesi için önemli bir unsur olarak belirmiştir. Bu umudun yolu kesiliyor, baltanıyor.
Halkın oylarıyla hükümet oldular. Ancak iktidar olamadılar. İktidar olmak için yine halkın desteğini isteyip durdular. Hukuk savaşlarında hükemetin halktan istediği destek bu kavgada güçler dengesinin hala kararsız olduğunu gösteriyor. İstenen destek, hukuk mevzilerin ıskatı içindir. Bu istek, tarihin her döneminde iktidar hırsıyla halkın gücü yem olarak kullanılmak isteniyor; kullanıldıktan sonar, işi de bitince ele geçen mevziler halka karşı eskisini aratan bir zulüm çarkı olarak işlemeye koyulur. Halk bu denklemde hep kaybeden taraftır ve ezilmeye mahkumdur. Hukuk alanları, hukuksuzluk için, bu nedenle ele geçirilmek istenir.
Bu gün hukuk savaşında mevzi kazanma kavgasını veren taraf, kulak büküyor. Türkiye tarihinde tanık olunmayan, Atatürk'ün suikast sanıkları olmalarına rağmen dokunamadığı subaylar tek tek tutuklanıyor, zindanlara atılıyor. Ama en üstleri kulakları büküldükten sonra bin bir gerekçeyle bırakılıyor. Bu kadar kapsamlı dosyaların sanıklarını bırakmanın tek bir anlamı var o da yargıya müdahaledir. Bağımsız olmayan yargı, kirli adalet salgılar; hukuksuzluk da tastamam budur. Bu iş, hükümetin aynasıdır.
Basit bir düşünce belirtisi olan bildiri dağıtımı yüzünden, onlarca yıl cezalar alındı bu ülkede. Yasal zeminde söylenmiş bir Kürtçe kelime üzerine zindan yatıldı. Bir itirafçının yalan ve hayal ürünü ihbarlarıyla, onlarca insan işkence gördü, cezaevleri yattı, bu güne kadar süren mültecilik koşullarının ağır sancılarını yaşadı. 21. yüzyıla girdik, seçimle hükümetler işbaşına geldi; ama birbiriyle hukuk savaşı verenler, özgürlük için, en doğal etnik kimlik hakları için sesini çıkaran Kürtlere, Alevilere karşı akıl almaz ölümler dayattı: Şeyh sait, Dersim, Çorum, Maraş, Sivas demeyeceğim, dün ve bu gün sınır ötesi ölüm operasyonlarının devam ettiğini belirtmekle yetineceğim. Hukuksuzluk kendi vatandaşına, ABD başta olmak üzere, İsrail’den de pilotsuz uçak ve teknoloji yardımı alarak bombalarla, mezralardan şehirlere, dağlardan sınır ötelerine yağan ölüm, hukuk mevzileri üzerine savaşan tarafların elbirliğiyle yapıldı.
Hukuk alanına müdahale, Cumhuriyet’teki Osmanlı yapısının dayatılması sonucudur. Tek ulusçu siyasal kuruluş felsefesi muammasının sonucudur. Üzerinde hüküm sürdüğünüz topraklarda farklılıklar varsa, bunları birer eşit olarak, kurucu olarak, anayasa, yasa ve kurumsal güvencelere bağlayacak bir cumhuriyet etrafında toplayamazsanız, hukuk sahibi olmanızın hiç bir mümkünü yoktur; olan da budur. Bu yüzden, askeri gücün etkinliğini kırmak isteyen sivil güçler hukuku ve hukuk özgürlüğünü değil, sivil faşist bir baskı hukuku dayatmak için çalışmakta olduklarını iddia etmek abartı olmayacaktır. Buna "Malezya sendromu" demiyeceğim, arada çok fark var. Ama askeri dikta yerine geçmek isteyen sivil dikta girişimi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
En yüksek generallerin tutuklanması kimseyi aldatmasın, bu bir kulak bükmedir, tek amacı sivil diktatörlüğe geçiş için halkın desteğini mazlum rolüyle kazanmaktır. Buna dikkat etmeyenler ya askeri diktatörlüğün safında tarihsel hukuksuzluğun yanında olacaktır ya da sivil diktatörlük emellerini gerçekleştirmek için her bahaneden yararlananların yanında olacaktır.
Halk ise kaybeden tek taraftır. Demokrasinin yolu bu kapışmadnın sonucundan bir şey kazanamaz. Demokrasinin yolu, bu topraklarda yaşayan tüm farklılıkların özgün ve özgür, örgütlü siyasal yapılarının ortak bir konsensüs üzerinde, sivil bir anayasa oluşturmalarından geçiyor. Böylesi bir anayasa, yasaları ve kurumlarıyla kurumsal yeniden yapılanmaya giderek farklılıkların haklarını korumalıdır.
Bu satırların yazarı için tek altarnatif budur. Daha çok demokrasi için, farklılıkların siyasal sürece bir biçimde katılması gerek: Kürtlerin sunduğu örnek Anadolu farklılıkları için önemli bir seçenektir; bu seçenek aynı araçlarla yürüneceği anlamına gelmiyor. Her farklı yapının mücadele yol ve yöntemleri farklı olacaktır. Önemli olan bunu, ülkemizin demokrasi inşaası için ortak bir kanalla akıtmaktır.
23 Şubat 2010
Or-Korgenerallerin dahi tutuklanması sizi aldatmasın. Bu bir kulak bükme girişimidir. Sivil dikta için yolları stabilize etme operasyonudur. Bir bahaneyle “or”lar da “kor”lar da salıverilir. Geride kırkın yarısı bile kalmaz. Bu bir hukuk savaşı değildir, hukuk alanlarını fetih savaşıdır. Her kim kazanırsa kazansın; ezilen, hukuksuz kalacak olan halkın kendisidir.
Cumhuriyet’teki Osmanlı yapısaldır. Osmanlı aklının bu güne kadar devam etmesinin besin kaynakları bu yapıdandır; bu yapı farklılıklarımızı hukuksuz bırakıp, ötekileştirendir. Bu yapının korunması için, hukuk alanları üzerine fetih savaşı verenler, milliyetçi reflekslerle el birliği yaparak, farklılıklarımız üzerine ölüm ve kıyım mekanizmalarını sürmektedir. Vatandaşa karşı dış destekler alarak sınır ötesi operasyon yürütenler, bu ülkenin tek boyutluluğu konusunda ayrılmaz bir bütün oluşturanlardır. Bu nedenle galip gelenler bir kez daha halkı hukuksuz bırakanlar olacaktır.
Sivil dikta özlemleri bir hayal değil, açık ve net bir gerçektir. Askeri darbeci diktaların beli kırılmış, ayağa kalkma şansı kalmamıştır. "kuruluş felsefesi" adlı safsata, yerini yeni bir kuruluş felsefesine terk etmektedir. Kıymeti kendinden menkul, ne olduğu sadece uygulayıcısı tarafından bilinen bir heyula olarak bu felsefenin tek bir anlamı bulunuyor: O da iktidar olmak ve bunu devam ettirmek için, halkın demokratik talepleri üzerinde “Demokles Kılıcı” gibi durmaktır.
Halkın çıkarları askeri diktaya karşı olduğu kadar, sivil diktalara da karşı durmaktan geçiyor. Bunun için bu topraklarda yaşayan farklılıkların, ayrı varlıkların özgün ve özgür mücadeleleri yükselmelidir. Demokrasi yönünde atılacak adımların garantisi budur. Ülkede eşitlerin adil hukukunu; ancak bu yolla ikame etme şansımız olabilir.
***
49 Subay sorgu ve tutuklanmakla yüzyüze geldi. Çok iyi oldu; ancak iddiayla söyleyebiliriz ki bu bir kulak çekmedir; hukuk değil, yargı değil adalet değildir.
Nereden anlıyoruz? Ergenekon davasında tutuklanan genarallerin bir süre sonra teker teker, bin bir bahaneyle salıverilmelerinden.
"Bu ülkede hukuk yok" dedik. Bu kadar mı, daha ötesi? En yüksek rütbeli generaller tek tek tutuklanıyor. 49 subay bu sabahtan itibaren el pençe divan emniyete, götürüldüler; bunlar, 12 Mart, ve 12 Eylül askeri faşist darbesinin de subaylarıydı. Halkı için özveriyle demokrasi isteyen üç kuşağı elpençe divana sürdüler, işkence ettiler, zindanda çürüttüler. Kızıldere’de, Munzur'da, idam sehpasında katlettiler, mülteciliğin amansız ölümlerine mahkum ettiler, faili meçhuller de cabası…
Ona yakın darbe planı ve teşebbüsü ortaya çıktı. Detaylar ve ayrıntılar ortaya serildi, silahlar deniz diplerinden, tarlalara kadar her alanda bulundu. "kuruluş felsefesi" diyorlar, onu koruyacaklar. Yazılı olmayan, parlamentonun haberi olmadığı, kimsenin bilmediği, kıymeti kendinden menkul bir "felsefe"; heyula. Çek çekebildiğin yere…
Tüm darbeler incir çekirdeğini doldurmaz bahaneler üzerinde yükselir. Halka zorla kendini onaylatır. 1982 Anayasası öyle oluştu ve her gelen yeni yönetim aynı anayasanın botlarıyla halkın üzerinde tepindi. Her sivil iktidar, 82 Anayasası’nı kılıç olarak kendi lehine kullandı ve "bu Anayasa değişmelidir" diye demogoji yaptı. Bu güne kadar aynı üslupla gelindi. Bu ülkede hukuksuzluk çok eski tarihlerin birikimiydi. Bu gün de hukuk alanını ele geçirmek üzere yeniden paylaşım savaşlarına tanık olurken değişen hiç bir şey yok.
Bunu şu cümlelerle dile getirdim: " Ülkemiz, siyasal yapısında iktidar olmanın güç odakları vardır. Bunlara "Yüksek Kurul" deniyor. Cumhuriyet devletinin yirmiyi aşkın temel, "Yüksek Kurulu" bulunmaktadır. Böylesi bir ülkede, hiç bir seçim sonucu iktidar vermez, ülkemizde hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olamaz. İktidar olmak için, atanmışların oluşturduğu, "kuruluş felsefesi" adı altında yazılı olmayan, kiymeti kendinden menkul bir heyula, ne zaman, nerede ne yapacağına dair kimsenin önceden bir şey bilmediği güçlerin yönetimi altında, yüksek kurulların çoğunluğunda hakim olmayı gerektirir. Bu kurulların çoğunluğunda da hakim olmak yetmez, en önemlisi askeri gücü elinde tutan Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve yargı yüksek kurullarını da ele geçirmek gerek. Kim ne kadar yüksek kurulu fethetmiş ise o kadar iktidar olunan bir ülkedeyiz. Hükümet olsanız da iktidar olamamanın nedeni budur. Ancak halk olsanız da en demokratik siyasal tercihlerinizi parlamentoya taşısanız da yine iktidar olamazsınız.
Bu gün olanlar ise, en gerici sivil dikta hevesleriyle yanıp tutuşanların, en az kendileri kadar anti-demokratik, zulüm siciline sahip olanlar arasındaki iktidar kavgasından ibarettir." ( Mihrac Ural, Bu ülkede hukuk yok" adlı 18 Şubat 2010 tarihli makale)
"Kuruluş felsefesi" uydurması, başta Silahlı Kuvvetlerin elinde “Demoklesin Kılıcı” olarak sallandı. Silahlı Kuvvetler, siyasal arenada silahlı bir örgüt gibi rol oynadı. Dağlara, şehirlere hakim bir silahlı örgüt olarak halkın üzerinde yer yer "silahlı propaganda" yer yer askeri üs ve tezgah tutunca darbe yaptı. Cumhuriyet’teki Osmanlı bunun tecellisiydi. Bu sadece bir Osmanlı aklı değil, Osmanlı altyapısının Cumhuriyet’teki devamı olarak, bu aklı besleyen bir gerçekti. Osmanlı’nın Cumhuriyet’te olması böylesine alt ve üstyapı olayıydı. Tüm değişimlerine rağmen gerçek birbirini öyle tamamlıyor; Cumhuriyette Osmanlı aklı bir bakaye olarak görülmesin. Bunu anlamak için, Anadolu mozağiyi üzerine kurulu olan tek boyutlu siyasal sistemi bilmek yeterlidir. Hukuksuzluk zaten bununla birlikte başlıyor.
80 yılı aşkındır bunun kefaretini ödüyor halklarımız. Bu kanunsuzluğu aşmak için tüm çabaları silah zoruyla susturuldu. Kürt özgürlük hareketinin açtığı yeni yol, demokrasi için güç dengesinin nasıl da önemli olduğunu gösterdi. Kürtleri yok sayan zihniyetin adım adım gerilemek zorunda kalmasıyla oluşan ortam bunun kanıtıdır. Daha çok demokrasi için, daha çok acı istiyorlar, daha çok savaş istiyorlar: Bu akıl zorlamasıdır, bu bir vicdansız duruştur ve hukuksuzluk bunu beslemektedir.
Bu ülke, farklılıklarının eşit, ortak kurucular olarak yeniden yapılanmasının önüne milliyetçi bölücü engeller dikildikçe de bu sürecin kapanması mümkün değildir. Daha çok demokrasi ve özgürlük etkinliğinin sürece katılması, farklılıklarımızın özgün ve özgür örgütlenmeleriyle sürece ağırlık koyması, demokrasinin ikamesi için önemli bir unsur olarak belirmiştir. Bu umudun yolu kesiliyor, baltanıyor.
Halkın oylarıyla hükümet oldular. Ancak iktidar olamadılar. İktidar olmak için yine halkın desteğini isteyip durdular. Hukuk savaşlarında hükemetin halktan istediği destek bu kavgada güçler dengesinin hala kararsız olduğunu gösteriyor. İstenen destek, hukuk mevzilerin ıskatı içindir. Bu istek, tarihin her döneminde iktidar hırsıyla halkın gücü yem olarak kullanılmak isteniyor; kullanıldıktan sonar, işi de bitince ele geçen mevziler halka karşı eskisini aratan bir zulüm çarkı olarak işlemeye koyulur. Halk bu denklemde hep kaybeden taraftır ve ezilmeye mahkumdur. Hukuk alanları, hukuksuzluk için, bu nedenle ele geçirilmek istenir.
Bu gün hukuk savaşında mevzi kazanma kavgasını veren taraf, kulak büküyor. Türkiye tarihinde tanık olunmayan, Atatürk'ün suikast sanıkları olmalarına rağmen dokunamadığı subaylar tek tek tutuklanıyor, zindanlara atılıyor. Ama en üstleri kulakları büküldükten sonra bin bir gerekçeyle bırakılıyor. Bu kadar kapsamlı dosyaların sanıklarını bırakmanın tek bir anlamı var o da yargıya müdahaledir. Bağımsız olmayan yargı, kirli adalet salgılar; hukuksuzluk da tastamam budur. Bu iş, hükümetin aynasıdır.
Basit bir düşünce belirtisi olan bildiri dağıtımı yüzünden, onlarca yıl cezalar alındı bu ülkede. Yasal zeminde söylenmiş bir Kürtçe kelime üzerine zindan yatıldı. Bir itirafçının yalan ve hayal ürünü ihbarlarıyla, onlarca insan işkence gördü, cezaevleri yattı, bu güne kadar süren mültecilik koşullarının ağır sancılarını yaşadı. 21. yüzyıla girdik, seçimle hükümetler işbaşına geldi; ama birbiriyle hukuk savaşı verenler, özgürlük için, en doğal etnik kimlik hakları için sesini çıkaran Kürtlere, Alevilere karşı akıl almaz ölümler dayattı: Şeyh sait, Dersim, Çorum, Maraş, Sivas demeyeceğim, dün ve bu gün sınır ötesi ölüm operasyonlarının devam ettiğini belirtmekle yetineceğim. Hukuksuzluk kendi vatandaşına, ABD başta olmak üzere, İsrail’den de pilotsuz uçak ve teknoloji yardımı alarak bombalarla, mezralardan şehirlere, dağlardan sınır ötelerine yağan ölüm, hukuk mevzileri üzerine savaşan tarafların elbirliğiyle yapıldı.
Hukuk alanına müdahale, Cumhuriyet’teki Osmanlı yapısının dayatılması sonucudur. Tek ulusçu siyasal kuruluş felsefesi muammasının sonucudur. Üzerinde hüküm sürdüğünüz topraklarda farklılıklar varsa, bunları birer eşit olarak, kurucu olarak, anayasa, yasa ve kurumsal güvencelere bağlayacak bir cumhuriyet etrafında toplayamazsanız, hukuk sahibi olmanızın hiç bir mümkünü yoktur; olan da budur. Bu yüzden, askeri gücün etkinliğini kırmak isteyen sivil güçler hukuku ve hukuk özgürlüğünü değil, sivil faşist bir baskı hukuku dayatmak için çalışmakta olduklarını iddia etmek abartı olmayacaktır. Buna "Malezya sendromu" demiyeceğim, arada çok fark var. Ama askeri dikta yerine geçmek isteyen sivil dikta girişimi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
En yüksek generallerin tutuklanması kimseyi aldatmasın, bu bir kulak bükmedir, tek amacı sivil diktatörlüğe geçiş için halkın desteğini mazlum rolüyle kazanmaktır. Buna dikkat etmeyenler ya askeri diktatörlüğün safında tarihsel hukuksuzluğun yanında olacaktır ya da sivil diktatörlük emellerini gerçekleştirmek için her bahaneden yararlananların yanında olacaktır.
Halk ise kaybeden tek taraftır. Demokrasinin yolu bu kapışmadnın sonucundan bir şey kazanamaz. Demokrasinin yolu, bu topraklarda yaşayan tüm farklılıkların özgün ve özgür, örgütlü siyasal yapılarının ortak bir konsensüs üzerinde, sivil bir anayasa oluşturmalarından geçiyor. Böylesi bir anayasa, yasaları ve kurumlarıyla kurumsal yeniden yapılanmaya giderek farklılıkların haklarını korumalıdır.
Bu satırların yazarı için tek altarnatif budur. Daha çok demokrasi için, farklılıkların siyasal sürece bir biçimde katılması gerek: Kürtlerin sunduğu örnek Anadolu farklılıkları için önemli bir seçenektir; bu seçenek aynı araçlarla yürüneceği anlamına gelmiyor. Her farklı yapının mücadele yol ve yöntemleri farklı olacaktır. Önemli olan bunu, ülkemizin demokrasi inşaası için ortak bir kanalla akıtmaktır.
Demokratik Çözüm Demokratik Türkiye Konferansı’nda “Arap Halk Bildirgesi” Deklare Edildi
21 Şubat 2010 Tarihinde Ankara’da Demokrasi İçin Birlik Hareketi tarafından organize edilen Demokratik Çözüm Demokratik Türkiye Konferansında MEHMET GÜZEL Konuşmasını yaparak "Arap Halk Bildirgesi"ni daklere etti. Bu tarihi oturum ve ilan ortak ülkemizin demokrasi mücadelesine yeni bir manivela kazandırılmıştır. Torosların güney şeridinde bu ülkenin ayrılmaz bir parçası olan Arap halkının siyasi sahneye katılımının ilk adımları atılmıştır. Tüm demokrasi güçleri, bu katılımla, özgün ve özgür örgütlenmeleriyle farklılıklarımızın birer eşit olarak söz sahibi olacağı demokrasi için önemli bir mesafe kat edilmiştir.
ATAK Haber Merkezi
21 Şubat 2010
21 Şubat 2010 Tarihinde Ankara’da Demokrasi İçin Birlik Hareketi tarafından organize edilen Demokratik Çözüm Demokratik Türkiye Konferansı yapıldı.
Saat 10.00’da başlayan 1. Oturumda “Sorunlar, çözümler ve Mücadeleyi Ortaklaştırma Perspektifleri” konu başlığı ile ilgili sunumlar yapıldı. Kürt Hareketi adına, BDP Genel Başkan Yardımcısı Demir Çelik, Emek Hareketi adına KESK Genel Sekreteri Emirali Şimşek, TEKEL işçileri temsilcisi, Kadın Hareketi adına Feminist Kolektif’ten Gülfer Akkaya, Ekoloji Hareketi adına Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Bilge Contepe, İnanç Hareketlerinden Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Sekreteri Kemal Bülbül, Müslüman Sol Net Adına Ertuğrul Cenk Gürcan, Gençlik Hareketi adına Genç-Sen MYK üyesi Emrah Arıkuşu, Azınlık Hareketlerinden Vakıflı Köyü Ermeni Cemiyet Başkanı Cem Çapar, Süryani Dostluk, Kültür ve Dayanışma Platformu adına Zeynep Tozduman, LGBTT Hareketi adına Kaos GL Temsilcisi birer sunum yaptılar.
Demokratik Çözüm Demokratik Türkiye Konferansı programında ortak ülkemizin ağırlıklı olarak tüm halk topluluklarına ve demokrasi dinamiklerine yer verilmişken dört milyona yakın nüfusuyla ülkemizin üçüncü büyük halk topluluğu olan Arap Halkına yer verilmediği görülmüştür. Bunun üzerine yazılı önergeyle Arap halkı adına programda sunum hakkı talep edilmiştir. Divan bu talebi yerinde görmüştür. Bunun üzerine Mehmet GÜZEL kürsüye çıkıp “Arap Halkının Bildirgesi”ni deklare etti.
2. oturumda söz alan Mahir Sayın, Arap Halkı adına okunan bildirgeyi olumladığını ve DBH’nın bunu dikkate alıp, programına dahil etmesi gerektiğini ifade etti. Konferanstaki diğer katılımcılardan da benzer yönde olumlu tepkiler ve destekler ifade eden açıklamalar yapıldı.
2. oturum “Demokratik Türkiye İçin Nasıl Bir Mücadele?” başlığı altındaki sunumlarla devam etti. Bu oturumda DBH adına Ertuğrul Kürkçü, İşçi Kardeşliği Partisi adına Şadi Özozansu, KÖZ adına Gökhan Aslan, Yeşiller Partisi adına Bilge Contepe birer konuşma yaptılar.
Forum bölümünde Mahir Sayın yanı sıra birkaç katılımcı söz alarak görüşlerini ifade ettiler. Ardından organizasyon adına Tuncay Yılmaz’ın değerlendirme konuşmasıyla konferans sona erdi.
Konferansta, " Türkiyeli Arap halkı Konferansı I. hazırlık toplantısı" kamuoyu basın bildirisi ve toplantı detaylarını içeren açıklama dağıtılarak, girişim Türkiye Halklarına ve onun temsilcisi demokratik güçlere ilan edildi.
ATAK DERGİSİ TEKEL DİRENİŞİNİN YANINDA
Ayrı Varlık Blogu notu:
ATAK bir siyasi iradedir. ATAK, on yılların birikiminden süzülerek bu güne gelmiş, CEPHE dergisiyle başlayan ve buraya kararlıca, direnerek gelen siyasi bir duruşu bayrağıdır. Bu bayrağın alt yapısı on yılların birikimleriyle oluşan siyasal yönelimidir; ortak ülke algısıyla, her türden milliyetçiliğe karşı, farklılıklarımızın demokrasi talebini ikame etme amacıdır. Bu mücadelenin bayrağı altında yürüyenler, demokrasi için her alanda tüm güçleriyle yerlerini iki kuşaktır almaktadırlar. İşkenceler, zindanlar sürgünler ilticacılık gibi zorlu geçitlere karşı halkın çıkarını savunanlardır.
Bu mücadele, gerici devlete, bu devletin her boy ve soydan kuklalarına karşı demokrasi için verilen bir mücüdeledir. Ayrı Varlık Blogu çalışanları bu mücadelenin isimsiz, sesiz sitemsiz kahramanlarıyla onurludur.
Atak/Haber Merkezi
21/02/2010
Bir devlet politikası olarak uygulanan ve AKP hükümeti döneminde hız kazanan özelleştirmeler kapsamında işyerleri özelleştirilen ve işten çıkarılan TEKEL işçileri iki ayı aşkın bir süredir Ankara’da direniş halindeler. Tüm bu süre boyunca hükümetin geri adım atmamakta diretmesi sonucu direniş her geçen gün halklaşarak sürmekte.
Bu anlamda TEKEL direnişinin başarıya ulaşması noktasında KESK, DİSK, TÜRK-İŞ ve Kamu-Sen konfederasyonlarının ortak kararıyla 20-21 Şubat tarihlerinde ülke genelinden sağlanan katılımla Ankara'da miting ve oturma eylemi gerçekleştirildi. Ne var ki kararda imzaları olmasına rağmen, TÜRK-İŞ ve Kamu-Sen’in eyleme katılımının çok düşük olduğu gözlendi.
Türkiye’nin tüm kentlerinden gelen işyeri temsilcileri ve direniş destekçisi demokrasi güçleri içerisinde Demokrasi ve Özgürlük Yolunda ATAK DERGİSİ, “TEKEL DİRENİŞİNİ SELAMLIYORUZ! YAŞASIN HALKLAŞAN İŞÇİ SINIFI!” pankartı arkasında kızıl bayraklarıyla yerini alarak direnişe destek verdi.
20 Şubat 2010 tarihinde Ankara Kurtuluş Parkı önünde toplanan onbinlerce insan, kortejler oluşturarak TEKEL işçileriyle dayanışmayı ifade eden sloganlar atarak yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca ATAK kortejinden, “Yaşasın Halklaşan İşçi Sınıfı”, “Anadolu Halkları Sıklaştırın Safları”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Tekel İşçisi Yalnız Değildir” sloganları yankılandı.
Kurtuluş Parkının önünden TEKEL işçilerinin direniş çadırlarının bulunduğu Sakarya caddesine kadar sloganlar eşliğinde gerçekleşen yürüyüş, Sakarya caddesinde direniş çadırlarına yakın bir yerde onbinlerce insanın tek bir ağızdan yükselttiği ortak sloganlar, marşlar ve halaylarla devam etti.
Direniş çadırlarının gezildiği, söyleşilerin yapıldığı, türkülerin söylendiği ve dayanışmanın en güzel örneklerinin sergilendiği oturma eylemi, 21 Şubat tarihinde sona erdi.
ATAK bir siyasi iradedir. ATAK, on yılların birikiminden süzülerek bu güne gelmiş, CEPHE dergisiyle başlayan ve buraya kararlıca, direnerek gelen siyasi bir duruşu bayrağıdır. Bu bayrağın alt yapısı on yılların birikimleriyle oluşan siyasal yönelimidir; ortak ülke algısıyla, her türden milliyetçiliğe karşı, farklılıklarımızın demokrasi talebini ikame etme amacıdır. Bu mücadelenin bayrağı altında yürüyenler, demokrasi için her alanda tüm güçleriyle yerlerini iki kuşaktır almaktadırlar. İşkenceler, zindanlar sürgünler ilticacılık gibi zorlu geçitlere karşı halkın çıkarını savunanlardır.
Bu mücadele, gerici devlete, bu devletin her boy ve soydan kuklalarına karşı demokrasi için verilen bir mücüdeledir. Ayrı Varlık Blogu çalışanları bu mücadelenin isimsiz, sesiz sitemsiz kahramanlarıyla onurludur.
Atak/Haber Merkezi
21/02/2010
Bir devlet politikası olarak uygulanan ve AKP hükümeti döneminde hız kazanan özelleştirmeler kapsamında işyerleri özelleştirilen ve işten çıkarılan TEKEL işçileri iki ayı aşkın bir süredir Ankara’da direniş halindeler. Tüm bu süre boyunca hükümetin geri adım atmamakta diretmesi sonucu direniş her geçen gün halklaşarak sürmekte.
Bu anlamda TEKEL direnişinin başarıya ulaşması noktasında KESK, DİSK, TÜRK-İŞ ve Kamu-Sen konfederasyonlarının ortak kararıyla 20-21 Şubat tarihlerinde ülke genelinden sağlanan katılımla Ankara'da miting ve oturma eylemi gerçekleştirildi. Ne var ki kararda imzaları olmasına rağmen, TÜRK-İŞ ve Kamu-Sen’in eyleme katılımının çok düşük olduğu gözlendi.
Türkiye’nin tüm kentlerinden gelen işyeri temsilcileri ve direniş destekçisi demokrasi güçleri içerisinde Demokrasi ve Özgürlük Yolunda ATAK DERGİSİ, “TEKEL DİRENİŞİNİ SELAMLIYORUZ! YAŞASIN HALKLAŞAN İŞÇİ SINIFI!” pankartı arkasında kızıl bayraklarıyla yerini alarak direnişe destek verdi.
20 Şubat 2010 tarihinde Ankara Kurtuluş Parkı önünde toplanan onbinlerce insan, kortejler oluşturarak TEKEL işçileriyle dayanışmayı ifade eden sloganlar atarak yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca ATAK kortejinden, “Yaşasın Halklaşan İşçi Sınıfı”, “Anadolu Halkları Sıklaştırın Safları”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Tekel İşçisi Yalnız Değildir” sloganları yankılandı.
Kurtuluş Parkının önünden TEKEL işçilerinin direniş çadırlarının bulunduğu Sakarya caddesine kadar sloganlar eşliğinde gerçekleşen yürüyüş, Sakarya caddesinde direniş çadırlarına yakın bir yerde onbinlerce insanın tek bir ağızdan yükselttiği ortak sloganlar, marşlar ve halaylarla devam etti.
Direniş çadırlarının gezildiği, söyleşilerin yapıldığı, türkülerin söylendiği ve dayanışmanın en güzel örneklerinin sergilendiği oturma eylemi, 21 Şubat tarihinde sona erdi.
ANADİLLE EĞİTİM HAKKI
Mihrac Ural
21 Şubat 2010
Anadil, insan kadar eskidir. Anadil esasında insandır; anadili olmayan insan değildir.
Anadiller, doğa ve toplumun en önemli bileşkesidir. Işık varlıkları çıplak gözle görmemize olanak veriyorsa sesler de varlıkları anlamamız için mutlaka gereklidir.
Önce kelam vardı derken kutsal kitaplar, esasında önce algı vardı demek istediler. Algı en üst boyutta insanidir ve insan olununca anlamlıdır.
İnsan olmak toplumsal bir varlık olmanını sonucu ise, algı ve ses bunun kopmaz bir parçasıdır. Felsefe yapmayacağım, buna eklenecek çok farklı cümleler de kurulabilir. Ama sonuçta anadil insanla vardır ve insan olmak için anadil sahibi olmak gereklidir demekle yetineceğim.
21 Şubat UNESCO tarfından uluslararası anadil günü olarak ilan edildi.
Bu gün tüm anadillerin özgürlüğü için, insan olan herkesin üzerinde bir yükümlülük vardır. Özgür olmayan anadiller için bir şeyler yapmalıyız. Bunun için, resmi insanlar, resmi dillerin bir saat yasaklı kalmasını denesinler, her şeyi anlama durumunda olacaktır.
Ben anadilimi seviyorum; ama anadilim kendi ülkemde, kadim coğrafyamda özgür değil, yasaklıdır. Ben anadilimi sevdiğim kadar Türkçeyi, Kürtçeyi, ortak ülkemin tüm anadillerini de seviyorum. Bununla insanlığı seviyorum. Her anadil ne kadar özgürse, anadilim de o kadar özgür olsun istiyorum; eşitler arasında olma hakkımı andilimin özgürlüğüyle ifade etmek istiyorum. Resmi dile saygımla, onu insan olmaya, anadiller üzerindeki yasağı kıracak aklı selim evlatlarını harekete geçirmeye çağırıyorum.
Araplar konferansları için I. Hazırlık Toplantısı yapmışlar (15 Şubat 2010). Bin milin ilk adımını atmışlar. Tebrik ediyorum. Desteğimi sunuyorum. Bu kahramanları cesaretlerinden, ellerini taşın altına sokma iradelerinden dolayı saygıyla selamlıyorum. Milliyetçilğe karşı durarak, bölücülüğe karşı tavır alarak, ortak ülke algısıyla, birlik ve barış içinde yaşam önermeleriyle, demokratik bir genişlikle, taleplerini tek bir cümlede, ANADİLLE EĞİTİM HAKKI diyerek ilan etmeleri, ortak ülkemizdeki tüm farklılıkları kapsayan duyarlılıklarını göstermiş oldular. İnsan oldular, başarı bu algının arkasındadır.
Ben ve benimle birlikte on yıllardır demokrasi mücadelesi yürüten yoldaşlarım, ülkemin tüm onurlu insanlarını bu haklı talebe destek vermeye davet ediyoruz.
21 Şubat 2010
Anadil, insan kadar eskidir. Anadil esasında insandır; anadili olmayan insan değildir.
Anadiller, doğa ve toplumun en önemli bileşkesidir. Işık varlıkları çıplak gözle görmemize olanak veriyorsa sesler de varlıkları anlamamız için mutlaka gereklidir.
Önce kelam vardı derken kutsal kitaplar, esasında önce algı vardı demek istediler. Algı en üst boyutta insanidir ve insan olununca anlamlıdır.
İnsan olmak toplumsal bir varlık olmanını sonucu ise, algı ve ses bunun kopmaz bir parçasıdır. Felsefe yapmayacağım, buna eklenecek çok farklı cümleler de kurulabilir. Ama sonuçta anadil insanla vardır ve insan olmak için anadil sahibi olmak gereklidir demekle yetineceğim.
21 Şubat UNESCO tarfından uluslararası anadil günü olarak ilan edildi.
Bu gün tüm anadillerin özgürlüğü için, insan olan herkesin üzerinde bir yükümlülük vardır. Özgür olmayan anadiller için bir şeyler yapmalıyız. Bunun için, resmi insanlar, resmi dillerin bir saat yasaklı kalmasını denesinler, her şeyi anlama durumunda olacaktır.
Ben anadilimi seviyorum; ama anadilim kendi ülkemde, kadim coğrafyamda özgür değil, yasaklıdır. Ben anadilimi sevdiğim kadar Türkçeyi, Kürtçeyi, ortak ülkemin tüm anadillerini de seviyorum. Bununla insanlığı seviyorum. Her anadil ne kadar özgürse, anadilim de o kadar özgür olsun istiyorum; eşitler arasında olma hakkımı andilimin özgürlüğüyle ifade etmek istiyorum. Resmi dile saygımla, onu insan olmaya, anadiller üzerindeki yasağı kıracak aklı selim evlatlarını harekete geçirmeye çağırıyorum.
Araplar konferansları için I. Hazırlık Toplantısı yapmışlar (15 Şubat 2010). Bin milin ilk adımını atmışlar. Tebrik ediyorum. Desteğimi sunuyorum. Bu kahramanları cesaretlerinden, ellerini taşın altına sokma iradelerinden dolayı saygıyla selamlıyorum. Milliyetçilğe karşı durarak, bölücülüğe karşı tavır alarak, ortak ülke algısıyla, birlik ve barış içinde yaşam önermeleriyle, demokratik bir genişlikle, taleplerini tek bir cümlede, ANADİLLE EĞİTİM HAKKI diyerek ilan etmeleri, ortak ülkemizdeki tüm farklılıkları kapsayan duyarlılıklarını göstermiş oldular. İnsan oldular, başarı bu algının arkasındadır.
Ben ve benimle birlikte on yıllardır demokrasi mücadelesi yürüten yoldaşlarım, ülkemin tüm onurlu insanlarını bu haklı talebe destek vermeye davet ediyoruz.
ANADİLLE EĞİTİM HAKKI
Kamuoyuna basın açıklaması:
ANADİLLE EĞİTİM HAKKI
TÜRKİYELİ ARAP HALKI KONFERANSI
( I. HAZIRLIK TOPLANTISI: 15 ŞUBAT 2010 )
Arapça anadille eğitim talebi, Türkiyeli Araplara yönelik demokratikleşme açılımının yol haritasında ana halkayı teşkil etmektedir.
Arapça anadil eğitimi, bir din dersi olarak ele alınamaz. Arapça anadil eğitimi, dil bilgisi uzmanlarınca, dini içerik taşımadan verilecek bir Arapça anadil eğitimidir.
Her dinden ve mezhepten Arap insani o Arapca anadil eğitimi içerisinde kendini eşit bir pozisyonda bulabilmelidir.
Türkiyeli Arap halkı aydınları olarak, kimlik ve demokratik haklarımızın ilanı amacıyla 15 Şubat 2010 tarihinde bir araya gelerek, sorunlarımızı ortaya koyduk.
Yaptığımız toplantıyı, Türkiyeli Arap Halkı Konferansı Hazırlık Toplantısı olarak bağladık.
Türkiye ve Batı Avrupa’da yaşamakta olan Türkiyeli Arap aydınlarının katkı ve katılımıyla gerçekleşen bu tarihsel toplantıda, Türkiyeli Arap halkının sorunları bütün boyutlarıyla tartışılmıştır.
Türkiyeli Arap halkının tarihi geçmişi, din-mezhep farklılıkları, ortak dil ve asimilasyon sorunları, feodal kültür kalıntılarının demokratik yaşam ve demokratik örgütlenme ortamı üzerindeki olumsuz etkileri, Türkiyeli Arap halkının Türkiye'deki siyasal katılım ve söylem sorunları, değişik din ve mezheplerden olan Arapların duruş farklılıkları ve ortak kimlik sorunları, milliyetçilik ve inanç bazında gericileştirme çabalari üzerine yaptığımız istişareler sonucunda, şu kararları aldığımızı kamuoyuna açıklamayı bir sorumluluk olarak görürüz.
1. Türkiyeli Arap halkı, Türkiye mozağinin zenginliği ve ana unsurlarından biridir. Arap halkı ortak ülkemizin üçüncü büyük etnik topluluğu, yaşadığı coğrafyanın da en kadim yerli halklarından birisidir ve bu coğrafyanın bölünmez bir parçasıdır. Müslüman ve Hiristiyan, farklı inançlara sahip olmanın iç zenginliğiyle de kararlı, tutarlı dil ve kimlik birliği olan bir halktır. Yoğunluklu olarak Torosların güneyinde yaşayan, Türkiyenin güneydoğusunda ve Türkiyenin metropol kentlerinde de yaşayan Türkiyeli Arap halkı, kimlik hakları dahil, kollektif kimliğine ilişkin hiç bir demokratik hakka sahip değildir.
2. Türkiyeli Arap halkı, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş ulusal evrimin tüm özellikleriyle, dili, kültürü, coğrafyası gelenek ve görenekleriyle kollektif kimlik sahibi olarak yaşadığı topraklarda, vatandaşlık sorumluluklarının tüm gereklerini, azami düzeyde, yerine getirerek yaşamaktadır. Ancak ödediği vergilerin ve taşıdığı yükümlülüklerin karşılığında kollektif kimliğinin en doğal ve en insani hakkı olan anadil eğitimi dahil, demokratik hiç bir hakkın sahibi değildir.
3. Tarihi boyunca bu toprakların iyi ve kötü gününde diğer kardeş halklarla, üzerine düşen her sorumluluğu yerine getirmiş olan Türkiyeli Arap halkı, barışçıl bir halktır. Medeni kültürünün verileriyle şekillenmiş algıları, sorunlarının çözümünde barışçıl politikaları esas alır. Yasal, barışçıl, uyumlu, birleştirici ve demokratik mücadeleyi temel alır.
4. Kendine özgü varlığıyla ayrı olan, bütünün içinde uyumlu birliğiyle, barışçıl ilişkileriyle bütünün ayrılmaz bir parçası olan Arap halkının kimlik ve demokratik haklarının anayasal, yasal ve kurumsal olarak güvenceye alınmasını talep ediyoruz.
5. Böylesi barışçıl duruşuyla Türkiye halklarının sempatisini kazanmış olan Arap halkı kimlik ve demokratik haklarından daha fazla mahrum bırakılmamalıdır. Artık bu durumun değişmesi gerekiyor ve daha uzun bir süre böyle devam etmesine tahammülümüz kalmamıştır. Bu toplantı da bu gerçeğin açık bir ifadesi olarak, dile getirilmektedir. Buradan da devletin, yaklaşık bir asırdır sürdürmekte olduğu asimilasyon politikalarının durdurulmasını talep eder. Ortak ülkemiz Türkiye’de artık eşitlik istiyoruz..!
6. Türkiyeli Arap halkının sorunlarının muhatabı devletimizdir. Halkımızdan vergiyi alan, vatandaşlık haklarının yükümlülüklerini talep eden devletimiz, aynı zamanda halkımızın kimlik ve demokratik hak taleplerinin de muhatabıdır. Bu açıdan ARAPÇA ANADİLLE EĞİTİM HAKKI'nın ikircimsizce, devletimizin resmi okullarında, anaokul ve temel eğitimin tüm aşamalarında, ortak resmi dilimiz olan Türkçe yanısıra, verilmesini talep ederiz. Bu hakkın, ortak ülkemizin demokratik, eşit kurucu, ortak etnik toplulukları algısı üzerinde yükselecek bir içerikte, anayasal güvenceye alınmasını talep ederiz. Bu hakkı, ortak ülkemizin tüm etnik farklılıklarını da birleştiren ve eşitleştiren bir talep olarak, bundan sonra Türkiyeli Arap halkının, kimlik ve demokratik haklarının temel taleplerini içerecek programın tek maddede özetlenmiş ifadesi olarak ilan ederiz.
7. Bu barışçıl ve insani amaç etrafında, Türkiyeli Arap halkının, Avrupa, Ortadoğu ve Türkiye'de yaşayan tüm üyelerini, aydınlarını, emekçilerini, siyasal şahsiyetlerini, sivil toplum etkinliklerini, yerel ve ülke ölçeğindeki basın etkinliklerini, bu haklı talep uğruna, demokratik-barışçıl mücadeleye davet ederiz.
Bu bildiri, Mayıs 2010 da yapılacak Türkiyeli Arap Halkı 1. Konferansı, II. Hazırlık Toplantısı'na etkin katılım için, bütün Türkiyeli Arap aydınlarına açık bir davettir.
Türkiyeli Arap Halkı 1. Konferansı
Hazırlık Komitesi
ANADİLLE EĞİTİM HAKKI
TÜRKİYELİ ARAP HALKI KONFERANSI
( I. HAZIRLIK TOPLANTISI: 15 ŞUBAT 2010 )
Arapça anadille eğitim talebi, Türkiyeli Araplara yönelik demokratikleşme açılımının yol haritasında ana halkayı teşkil etmektedir.
Arapça anadil eğitimi, bir din dersi olarak ele alınamaz. Arapça anadil eğitimi, dil bilgisi uzmanlarınca, dini içerik taşımadan verilecek bir Arapça anadil eğitimidir.
Her dinden ve mezhepten Arap insani o Arapca anadil eğitimi içerisinde kendini eşit bir pozisyonda bulabilmelidir.
Türkiyeli Arap halkı aydınları olarak, kimlik ve demokratik haklarımızın ilanı amacıyla 15 Şubat 2010 tarihinde bir araya gelerek, sorunlarımızı ortaya koyduk.
Yaptığımız toplantıyı, Türkiyeli Arap Halkı Konferansı Hazırlık Toplantısı olarak bağladık.
Türkiye ve Batı Avrupa’da yaşamakta olan Türkiyeli Arap aydınlarının katkı ve katılımıyla gerçekleşen bu tarihsel toplantıda, Türkiyeli Arap halkının sorunları bütün boyutlarıyla tartışılmıştır.
Türkiyeli Arap halkının tarihi geçmişi, din-mezhep farklılıkları, ortak dil ve asimilasyon sorunları, feodal kültür kalıntılarının demokratik yaşam ve demokratik örgütlenme ortamı üzerindeki olumsuz etkileri, Türkiyeli Arap halkının Türkiye'deki siyasal katılım ve söylem sorunları, değişik din ve mezheplerden olan Arapların duruş farklılıkları ve ortak kimlik sorunları, milliyetçilik ve inanç bazında gericileştirme çabalari üzerine yaptığımız istişareler sonucunda, şu kararları aldığımızı kamuoyuna açıklamayı bir sorumluluk olarak görürüz.
1. Türkiyeli Arap halkı, Türkiye mozağinin zenginliği ve ana unsurlarından biridir. Arap halkı ortak ülkemizin üçüncü büyük etnik topluluğu, yaşadığı coğrafyanın da en kadim yerli halklarından birisidir ve bu coğrafyanın bölünmez bir parçasıdır. Müslüman ve Hiristiyan, farklı inançlara sahip olmanın iç zenginliğiyle de kararlı, tutarlı dil ve kimlik birliği olan bir halktır. Yoğunluklu olarak Torosların güneyinde yaşayan, Türkiyenin güneydoğusunda ve Türkiyenin metropol kentlerinde de yaşayan Türkiyeli Arap halkı, kimlik hakları dahil, kollektif kimliğine ilişkin hiç bir demokratik hakka sahip değildir.
2. Türkiyeli Arap halkı, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş ulusal evrimin tüm özellikleriyle, dili, kültürü, coğrafyası gelenek ve görenekleriyle kollektif kimlik sahibi olarak yaşadığı topraklarda, vatandaşlık sorumluluklarının tüm gereklerini, azami düzeyde, yerine getirerek yaşamaktadır. Ancak ödediği vergilerin ve taşıdığı yükümlülüklerin karşılığında kollektif kimliğinin en doğal ve en insani hakkı olan anadil eğitimi dahil, demokratik hiç bir hakkın sahibi değildir.
3. Tarihi boyunca bu toprakların iyi ve kötü gününde diğer kardeş halklarla, üzerine düşen her sorumluluğu yerine getirmiş olan Türkiyeli Arap halkı, barışçıl bir halktır. Medeni kültürünün verileriyle şekillenmiş algıları, sorunlarının çözümünde barışçıl politikaları esas alır. Yasal, barışçıl, uyumlu, birleştirici ve demokratik mücadeleyi temel alır.
4. Kendine özgü varlığıyla ayrı olan, bütünün içinde uyumlu birliğiyle, barışçıl ilişkileriyle bütünün ayrılmaz bir parçası olan Arap halkının kimlik ve demokratik haklarının anayasal, yasal ve kurumsal olarak güvenceye alınmasını talep ediyoruz.
5. Böylesi barışçıl duruşuyla Türkiye halklarının sempatisini kazanmış olan Arap halkı kimlik ve demokratik haklarından daha fazla mahrum bırakılmamalıdır. Artık bu durumun değişmesi gerekiyor ve daha uzun bir süre böyle devam etmesine tahammülümüz kalmamıştır. Bu toplantı da bu gerçeğin açık bir ifadesi olarak, dile getirilmektedir. Buradan da devletin, yaklaşık bir asırdır sürdürmekte olduğu asimilasyon politikalarının durdurulmasını talep eder. Ortak ülkemiz Türkiye’de artık eşitlik istiyoruz..!
6. Türkiyeli Arap halkının sorunlarının muhatabı devletimizdir. Halkımızdan vergiyi alan, vatandaşlık haklarının yükümlülüklerini talep eden devletimiz, aynı zamanda halkımızın kimlik ve demokratik hak taleplerinin de muhatabıdır. Bu açıdan ARAPÇA ANADİLLE EĞİTİM HAKKI'nın ikircimsizce, devletimizin resmi okullarında, anaokul ve temel eğitimin tüm aşamalarında, ortak resmi dilimiz olan Türkçe yanısıra, verilmesini talep ederiz. Bu hakkın, ortak ülkemizin demokratik, eşit kurucu, ortak etnik toplulukları algısı üzerinde yükselecek bir içerikte, anayasal güvenceye alınmasını talep ederiz. Bu hakkı, ortak ülkemizin tüm etnik farklılıklarını da birleştiren ve eşitleştiren bir talep olarak, bundan sonra Türkiyeli Arap halkının, kimlik ve demokratik haklarının temel taleplerini içerecek programın tek maddede özetlenmiş ifadesi olarak ilan ederiz.
7. Bu barışçıl ve insani amaç etrafında, Türkiyeli Arap halkının, Avrupa, Ortadoğu ve Türkiye'de yaşayan tüm üyelerini, aydınlarını, emekçilerini, siyasal şahsiyetlerini, sivil toplum etkinliklerini, yerel ve ülke ölçeğindeki basın etkinliklerini, bu haklı talep uğruna, demokratik-barışçıl mücadeleye davet ederiz.
Bu bildiri, Mayıs 2010 da yapılacak Türkiyeli Arap Halkı 1. Konferansı, II. Hazırlık Toplantısı'na etkin katılım için, bütün Türkiyeli Arap aydınlarına açık bir davettir.
Türkiyeli Arap Halkı 1. Konferansı
Hazırlık Komitesi
19 Şubat 2010 Cuma
19 Şubatın Hayatımdaki Anlamı
A. Rıza Aydın
18 Şubat 2010 Adana
"Aşk atına binmiş olan aşıklar
Ölünceye kadar yorulmaz imiş.
Hak’kı can gözüyle gören sadıklar
Bu fani dünyaya sarılmaz imiş.” Sıdkı Baba
19 Şubatın benim hayatımdaki anlamı
19 Şubatın benim hayatımda, izahını yapmakta zorlandığım önemli tesadüflerin birleştiği bir gündür.
19 Şubat her şeyden önce Ulaş Bardakcı’nın ölüm yıldönümüydü. Kendimizi Mahir Çayan’ın yolunda hissettiğimiz, kısaca Parti – Cepheliyiz dediğimiz günlerde bu günü önemle anardık.
Hatta Şubat ayı bizim için Ulaş ayıydı desem abartmış olmam. Niyedir bilmem ama biz Ulaş’ı çok severdik, sevdiğimiz insanların çocuklarına bu adı vermişizdir. Şimdilerde nerde bu adı görsem, içim titrer, bilirim ki bunun ailesinin geçmişte bizimle bir muhabbeti olmuş. Bizim sevgi çemberimizden geçmiş. Bu yüzden Ulaş adını taşıyanlar bana sevimli görünür. Onlara sarılıp bağrıma basarak, öpüp koklayasım gelir.
1978 Şubatında Ulaş’ı bölgede nasıl anarız diye düşünceler geliştirdiğim günlerden bir gün, Mersine gidecektim. Kardeşim Cemalle karşılaştım.
Cemal benden iki yaş küçüktü, 1958 doğumluydu. Ona evde Hüsnü Camal derdik; Hüsnü Cemal genç yaşta ölen dayımızın adıydı, annemin başka erkek kardeşi yokmuş bu ad oradan kalma bir andıçtı. Bu yüzden aile içinde Hüsnü Cemalin özel bir yeri vardı. Ebem, anam üzerine titrerlerdi. Kendiside güzel bir çocuktu, büyüyünce yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Kendine has güzel bir sesi vardı, bizim evde türkülerimizi en güzel o söylerdi; bundan dolayı onsuz toplantı olmazdı. Arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde, okulda ona türkü söyletirdik. Çok sevimli çok sevecen bir gençti. Albenili yakışıklı, insan güzeli diyebileceğimiz bir gençti. Belki bu yüzden, belki de güzel türküler söylediğinden dolayı kızlar tarafından sevilirdi, geniş bir çevresi vardı. Büyüyünce oda benim izimden gelip Parti –Cephe sempatizanı olmuştu, bu çerçevede anılan guruplar içinde o günlerde Devrimci gençlik dergisi çevresiyle temasa geçip onlarla birlikte anılır olmuştuk. Kendimize kısaca Dev – Gençliyiz diyorduk. Cemalde bu hareketin bir militanıydı.
Cemale Mersine gideceğimi söyledim. Akşam üzereydi. Oda bana “bizde Ziraat Fakültesin önünde çadır kurup açlık grevi başlatan arkadaşları yanına gidiyoruz” dedi. Ziraat Fakültesindeki öğrenciler isteklerinin karşılanması için açlık grevi yapıyorlardı. Ziraat Fakültesinin olduğu bölge Faşistlerin yoğun olduğu bir bölgeydi, bu yüzden grev yapan arkadaşlara destek olmaya çalışıyorduk. Aslında bu grev yapan gurup içinde bizim çevremizden, Dev- Gençli insan yoktu, yani siyasal olarak eylemde bir sorumluluğumuz yoktu ama haklı bulduğumuz her eylemi destekleyip, haklı mücadelelerin yanında olduğumuz için alcık grevi yapan ziraat fakültesinin öğrencilerine de destek oluyorduk. Cemale silahınız var mı dedim yok abı boşuz dedi. Akşam akşam oraya hiç boş gidilir mi diye çıkarıp bir silah verdim. O zamanlar güvenliğini almadığımız hiç kimseyi hiçbir yere götürmezdik. Cemal ziraat fakültesine gitti bende Mersine gittim. O sıralar ceza evinden yeni çıkmıştım. Cezaevinden çıkınca köye gitmiş, gelirken de Ankara’ya uğramıştım. Ankara’dan gelirken amcamın oğluyla beraber gelmiştik. Ankara’dan gelen amcamın oğluyla beraber Mersin’e gidip oralarda gezdik. Adana’ya gelip eve uğradığımda arkadaşları bir telaş içinde gördüm, ne oldu ne var dedim “Cemal kanala düştü” dediler. Adana’da barajdan Çukurova’yı sulamak için yapılmış 2 tene büyücek kanal vardır kış aylarında içinde su olmaz. İçimden “düşsün ne olacak” diye geçirdim, “enfazla bir yeri kırılır” diye düşündüm. Hastaneye vardım ki ne varayım “Cemal komada Cemal’ın durumu iyi değil”. Arkadaşlardan hemen durumu öğrenmeye çalıştım ki durum benim sandığım gibi değil.
Ziraat Fakültesinin önünden geçen kanal 11–12 metre boyunda bir uçurumun altından geçiyor. Alcık grevi çadırı bu uçurumun başına kurulmuş, Cemalde –sanırım- üzerinde silah olduğu için kenarda bekliyormuş, sol içi tartışmanın yapıldı o ortamda nasıl olmuşsa olmuş Cemal 11–12 metrelik uçurumdan aşağıya düşmüş. Cemal bir hafta 10 gün kadar komada kaldı komadan çıkamayıp öldü. Cemal öldüğünde tarihler 19 Şubatı gösteriyordu.
Annem köyde kalıyordu, Cemalin durumunu duyunca Adana’ya gelmişti. Kış kıyamet demeden Cemalin cenazesini köye götürdük. Köye vardığımızda ebem kızını çok metanetle karşılayıp “kızım acısı daim olsun” dedi. İliklerim eridi, tüylerim ürperdi bu söze ama ebemin bu sözle ne demek istediğini, niye böyle dediğini anlayamadım. Aylar sonra durum sakinleşince ebeme niye böyle dediğini sorum. Ebem, “oğlum bir acı, ondan daha büyük, başka bir acı gelinceye kadar unutulmaz. Anana bundan başka acı görmeyesin, bu acıyla kalasın, bu acın daim olsun dileğinde bulundum onun için öyle dedim” dedi. Yıllar sonra benden, 2 Temmuz katliamını bir panelde anlatmam istendiğinde, bende ebemin bu sözleriyle söze başlamıştım; sonra o konuşmamın metnini bir yazıya dönüştürüp, yazının adına da onun sözlerini verip “Acısı daim olsun” demiştim.
Hüsnü Cemal, Adana Dev-Genç, Adana Dev-Yol hareketinin örgütlü çevresinde olan ilk kaybımızdır.
Aslında o tarihlerde ben bir buçuk iki yıl kadar arandığım için Adana’dan uzakta geçirmiştim. Acil bir şey olduğunda, gerektikçe Behçet beni çağırıyor, onun üzerine Adana’ya geliyordum, bu vesileyle de Cemali görüyordum bazen da Cemal benim bulunduğum yere geliyordu. Cemal beni çok severdi. Bu sevgisi sadece abisi olduğumdan dolayı değil, hareketimizin içinde militan biri olarak onun önünde olmama sevinir bundan gurur duyardı. Bu durum o zamanlar ikimizi de mutlu ediyordu. Bana kaç kez, abi merak etme sen ölünce, seni mitralyöz sesleriyle gömeriz, sana layık bir cenaze töreni yaparız hiç merak etme derdi. Che’nin o ünlü “ölüm nerden ve neren gelirse gelsin…” diye başlayan söylevini büyük bir keyifle, severek söylerdi. Yol öyleydi. Beklentimiz oydu. O zaman ki ruh halimiz böyleydi. Hareketin önünce onun mücadelesini verirken, toprağa düşüp can vermek bizim için bir şerefti, şandı. Ben onlardan önce devrimci olmuştum, birkaç adım onlardan önce yürüyordum, bu yolda düşüp şehit olma şerefi de hep sinden önce bana nasip olmalıydı; bunu umup bunu bekliyorduk. Hak olan, hakkaniyetli olan buydu. Ama böyle olmadı, Cemal benden önce bu yolda toprağa düştü. Benim trajedimde burada başladı. Bu benim hayatımın en önemli dönemeci, en bunalımlı sıkıntılarla geçen döneminin de başlangıcı oldu. Ailemiz, özelliklede anam Cemalin bu sonundan beni sorumlu tutuyordu. Anam sebep diyordu ikidebir sebep, bana beddua etmeseler de bunun sebebi sensin diyorlardı; her zaman açık açık demeseler de bunu hissettiriyorlardı. Bu yargılarında haksızda sayılmazlardı, Cemal beni örnek alarak solcu olmuştu, oraya onu ben göndermiştim. Bendim bu işin sorumlusu. Ben olmasam bu olmazdı. Bütün çevremiz buna böyle bakıyordu. Benimde başıma bir iş gelmemesi için beni bu hareketlerde onların tabiriyle söylersem solculuktan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bunun bir yolu olarak ta köyde bana söz kestikleri kızla derhal beni evermek istiyorlardı. Bense kendi kendimce, Cemalin mücadelesini de yüklenmiş, ondan kalan bayrağı da ben taşıyordum artık. Hayatımın bundan sonrasında, hem Cemalin hem de Cemal gibi sosyalist mücadeleye kazanmamızda emeğim geçmiş, bu militan hayata başlamasında rolüm olan, bu yolda benden önce toprağa düşmüş arkadaşlarımın sorumluluğu ile yaşadım. Ben zaman içinde yaşlandım bazı algılarımda farklılıklar oldu ama onlar o günlerdeki coşkularıyla oldukları gibi kaldılar, onları hep öyle hatırladım. Bu beni zaman içinde ezdi sıkıntılara soktu, hatta bu yüzden bazen onlara isyan edesim geldi; oturdum ağladım. 12 Eylülden sonra bu toprakları terk etmeyişimde bu duygumun rolü büyüktür. Ben olmasam, belki bu arkadaşlarım bu yola girmemiş olacaklardı, bu yüzdende belki bu gün hala yaşıyor olacaklardı ama onlar benimde katkılarımla bu yola girip bu yolda toprağa düştüler, o zaman bu sorumluluğu omuzlarında taşıyan biri olarak ben, nasıl olurda onların kavgasını, sevdasını buralarda bırakıp, bu topraklardan gider bu kavgayı bırakıp kendi kişisel kurtuluşumun derdine düşebilirdim ki. Olabilecek bir iş miydi bu. Bunu yapamazdım, yapmadım. İnancımın, kararlılığımın yanında bu duygumun etkisi fazladır. Buradan, buradaki kavgamızdan gider, kendi kişisel kurtuluşum için bir takım uğraşlara girersem nasıl bakarım bunların yüzüne, Cemal’le Mustafa bana ne derler, içimde onlarla nasıl yüzleşirim, onlara nasıl hesap verir, onlarla -içimde- karşılaşınca örneğin onlar rüyama girdiklerinde ne yaparım diyordum. İç huzurum için, her şeyi göze alıp burada, buralarda kaldım. Sürgüne gittim, olur olmadık yere polise alınıp işkence tezgahlarına çekildim, işsiz kaldım, sevgililerimden ayrıldım, örgütsüzlüğün, çaresizliğini, parasızlığın acısını yaşadım. Ama omuzlarımı eğmeden başımı dik tutup direndim. Karınca kararınca yürüyorum bu yollarda. Üzerime düşeni, elimden geleni, yapmam gerekeni yapıyorum. Onların karşısında başım göklere değercesine dik yüreğim temiz. Bu beni mutlu ediyor. Tek tesellim varsa oda bu. Bu ruh halimle yine heheybe çekip Ruhi Su türküleri söylüyorum. İçimdeki onlarda yine bu türkülerimi seviyorlar. İşte o zamanlar bu “öküz sesim” bana bir güzel geliyor bana bir dokunuyor bir dokunuyor ki anlatamam. Bazı anlar türkülerimizi söylerken bu coşkuyla coşup gözlerim yaşarıp, ağlıyorum. Yolda giderken bazen öyle bir kaptırıyorum ki kendimi, birde bakıyorum dilime bir türkü tutturmuşum yoldan bana bakanların beni deli sanmasına aldırmadan keyfimce yürüyüp türkülerimizi söyleye söyleye gidiyorum. Kimseler ilgilendirmiyor beni, ben kendi dünyamda mutlu huzurlu yaşıyorum. Bunu onların türkülerine borçlu olduğumu biliyorum, bu hiç aklımdan çıkmıyor. İyi ki bu türküler var, bu türküler olmasa yaşayamazdım.
Ama geçmişten farklı yanım şu, eskiden olduğu gibi kimseye doğru bildiğim yolda bizlerle birlikte olması için ısrar etmiyorum. Kimse beni suçlasın, hayatında başına gelenden beni sorumlu tutsun istemiyorum. Eskiden olduğu gibi doğru bildiğim şeyleri yine anlatıyorum ama ısrar etmiyorum sadece anlatıyorum. Kimseler beni sorumlu tutsun, vicdani sorumluluk altında kalayım istemiyorum. Bu hayat çizgimde önemli bir değişimdir.
Bilen dostlarım bilir. Ruhi Su’yu ilk keşfedip bize tanıtan Cemal olmuştu. Mersindeki mitinge giderken trende bir TKP’liden Ruhi Su’nun “Zahit bizi tan eyleme” türküsünü duyup bunu heyecanla bize anlatmış, Ruhi Su’yu arayıp bulmamızı sağlamıştı. Önce o söylerdi bu türküleri sonra biz; türkülerde öncümüz oydu. Onunla sevmiştik türküleri. O gitti, türkülerle birlikte yaşama huyu yadigar kaldı bize. O yanımızda olmasa da ondan yadigâr kalan türkülerle yaşama alışkanlığımız sürüyor; ne yaparsak yapalım dilimizden türküler eksik olmuyor.
Adana’dan uzak kaldığım sıralarda Cemali Behcete sorardım. Behçet Cemalden çok memnundu övgüyle söz ediyordu ondan. Seviyorlardı bir birlerini. Ben gittikten sonra Ugur diye bir arkadaş gelmişti, ben o arkadaşı hiç görmemiştim ama Cemal gil ondan şikayetçiydi, onun tavırlarından hoşlanmamışlardı. Ona çok kızgınlardı. Onun buradan gitmesini istiyorlardı. Behçete lisanımünasiple durumun mahiyetini- ona olan tepkiyi anlattım, “bu arkadaş tezcek gitsin” dedim, fazla sürmedi arkadaşı buradan gönderdiler.
Behçet’e Cemali sorduğumda bir bildiri basarken yaşadıklarını anıyı anlatmıştı. Bir akşam bildiri basarken teksir makinesi bozulmuş. Cemal demiş ki gidip bizim okulunkini getireyim; Behcet’te getirebilirseniz gidin getirin demiş. Gidip teksir makinesini getirmişler. İşleri bitince de teksir makinesini Cemal geri götürüp aldığı yere koymuş. Bunu duyunca, Cemale niye böyle yaptın, mademki gece gittin getirdin niye geri götürdün dedim. “Abi” dedi gayet sert ciddi bir tavırla, “biz hırsız mıyız? okulumuzun malını mı çalacağız, lazım oldu gidip aldık geldik, işimiz bitince de götürüp geri yerine koyduk, burası bizim okulumuz” dedi. Bu tavrına, bu mantığına hayran kalmıştım, onu kutladım. Biz, bize yakışmayan, kendimize yakıştıramadığımız hiçbir şeyi yapmazdık; yapmadıkta. Cemal çok pratik bir çocuktu. Bir işi üzerine adlımı, en kısa yoldan onu yapardı. Şeremetti. Çok çabuk hareket ederdi. Onunla mücadele etmiş, yazı yazmış, afiş asmış, bildiri dağıtmış, kavgaya karışmış arkadaşlarının onu anlatmasını istiyorum. Hep benim anlatmam ne kadar doğru olur bilmiyorum.
Başka bir on dokuz Şubatta, bu defa 19 Şubat 1979 da, Ulaş Bardakcı’yı anmak için bombalı pankart hazırlığı yaparken elimizde bomba patladı. Beni tanıyanların malumu olduğu gibi, bu kazada sol elimle sağ elimin parmak uçlarını kaybettim. Bu süreci uzunca anlatma işini başka bir yazıya bırakıyorum; aslında bu işi “Ellerim kopunca duygularım” adını verdiğim bir mektupta anlatmıştım.
Bundan sonraki hayatımın bir sıkıntılı günü yine 19 Şubata denk geldi. Bu tamamen tesadüftü. 14 yıllık bir evlikten sonra, Şenay ile ayrılmaya karar vermiştik, o istiyordu. Avukat arkadaşımız Kemal’i eve çağırdık. Durumu anlatıp boşanma evraklarını hazırlayıp mahkemeyi açmamızda bize yardımcı olmasını istedik. Kemal önce şaka yaptığımızı sandı. Sonra baktı ki bu şaka değil durum çitti, Şenay’la uygun günü belirlemeye başladılar; ben epey bir zamandan beri işsiz olduğum için her gün bana uyuyordu, önemli olan Şenay ile Kemal’e uygun olmasıydı. Sonumda Kemal şu gün gelin dedi, Şenayla anlaştılar. Kemal’in gelin dediği saatte mahkeme kaleminin önüne vardık. Kemal evrakları hazırlamıştı, imzalarken birden gözüme çarptı ki tarih 19 Şubat yazıyor. Hiçbir şey fark ettirmedim. Dilekçemizi mahkeme kalemine verdik, ben harcırahlarını da yatırdım, moralim epeyce bozulmuştu Kemal’e teşekkür edip Şenay ile dışarı çıktık. Şenay’ yorulduk buraya ÖDP yakın oraya çıkıp, bir çay içip biraz dinlenelim mi dedim, olur dedi. ÖDP ye varıp orda sohbet ederken Şenay’ bugünkü tarihe dikkat ettin mi diye sordum. Yoo ne vardı ki dedi, bir baksana tarih neyi gösteriyor dedim. Tarihe baktı, 19 Şubatı görünce çok üzüldü, orda gördün de niye söylemedin başka bir gün gelirdik dedi. Bende bilmiyordum ki orda görüp fark ettim, oraya geldikten sonrada artık önemli değildi zaten dedim. Şenay 19 Şubatın hayatımdaki anlamını biliyordu.
Kadim dostum Mihrac Ural’ın beni arayıp yarin Cemalin ölüm yıldönümü bu günden seni arayım dedim, demesi üzerine bu satırları yazıyorum. Ona da söylediğim gibi yarin 19 Şubat, yarın hiç dışarı çıkmasam mı acaba.
Sevgiyle özlemle geçmişimizi geçmişte bizlerle bu yolda yürüyüp toprağa düşen arkadaşlarımızı, yoldaşlarımızı anıyorum.
Sevgiyle öpüyorum hepsini.
Anıları bizlerle beraber yaşıyor yaşayacak ta.
18 Şubat 2010 Adana. A. Rıza Aydın
18 Şubat 2010 Adana
"Aşk atına binmiş olan aşıklar
Ölünceye kadar yorulmaz imiş.
Hak’kı can gözüyle gören sadıklar
Bu fani dünyaya sarılmaz imiş.” Sıdkı Baba
19 Şubatın benim hayatımdaki anlamı
19 Şubatın benim hayatımda, izahını yapmakta zorlandığım önemli tesadüflerin birleştiği bir gündür.
19 Şubat her şeyden önce Ulaş Bardakcı’nın ölüm yıldönümüydü. Kendimizi Mahir Çayan’ın yolunda hissettiğimiz, kısaca Parti – Cepheliyiz dediğimiz günlerde bu günü önemle anardık.
Hatta Şubat ayı bizim için Ulaş ayıydı desem abartmış olmam. Niyedir bilmem ama biz Ulaş’ı çok severdik, sevdiğimiz insanların çocuklarına bu adı vermişizdir. Şimdilerde nerde bu adı görsem, içim titrer, bilirim ki bunun ailesinin geçmişte bizimle bir muhabbeti olmuş. Bizim sevgi çemberimizden geçmiş. Bu yüzden Ulaş adını taşıyanlar bana sevimli görünür. Onlara sarılıp bağrıma basarak, öpüp koklayasım gelir.
1978 Şubatında Ulaş’ı bölgede nasıl anarız diye düşünceler geliştirdiğim günlerden bir gün, Mersine gidecektim. Kardeşim Cemalle karşılaştım.
Cemal benden iki yaş küçüktü, 1958 doğumluydu. Ona evde Hüsnü Camal derdik; Hüsnü Cemal genç yaşta ölen dayımızın adıydı, annemin başka erkek kardeşi yokmuş bu ad oradan kalma bir andıçtı. Bu yüzden aile içinde Hüsnü Cemalin özel bir yeri vardı. Ebem, anam üzerine titrerlerdi. Kendiside güzel bir çocuktu, büyüyünce yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Kendine has güzel bir sesi vardı, bizim evde türkülerimizi en güzel o söylerdi; bundan dolayı onsuz toplantı olmazdı. Arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde, okulda ona türkü söyletirdik. Çok sevimli çok sevecen bir gençti. Albenili yakışıklı, insan güzeli diyebileceğimiz bir gençti. Belki bu yüzden, belki de güzel türküler söylediğinden dolayı kızlar tarafından sevilirdi, geniş bir çevresi vardı. Büyüyünce oda benim izimden gelip Parti –Cephe sempatizanı olmuştu, bu çerçevede anılan guruplar içinde o günlerde Devrimci gençlik dergisi çevresiyle temasa geçip onlarla birlikte anılır olmuştuk. Kendimize kısaca Dev – Gençliyiz diyorduk. Cemalde bu hareketin bir militanıydı.
Cemale Mersine gideceğimi söyledim. Akşam üzereydi. Oda bana “bizde Ziraat Fakültesin önünde çadır kurup açlık grevi başlatan arkadaşları yanına gidiyoruz” dedi. Ziraat Fakültesindeki öğrenciler isteklerinin karşılanması için açlık grevi yapıyorlardı. Ziraat Fakültesinin olduğu bölge Faşistlerin yoğun olduğu bir bölgeydi, bu yüzden grev yapan arkadaşlara destek olmaya çalışıyorduk. Aslında bu grev yapan gurup içinde bizim çevremizden, Dev- Gençli insan yoktu, yani siyasal olarak eylemde bir sorumluluğumuz yoktu ama haklı bulduğumuz her eylemi destekleyip, haklı mücadelelerin yanında olduğumuz için alcık grevi yapan ziraat fakültesinin öğrencilerine de destek oluyorduk. Cemale silahınız var mı dedim yok abı boşuz dedi. Akşam akşam oraya hiç boş gidilir mi diye çıkarıp bir silah verdim. O zamanlar güvenliğini almadığımız hiç kimseyi hiçbir yere götürmezdik. Cemal ziraat fakültesine gitti bende Mersine gittim. O sıralar ceza evinden yeni çıkmıştım. Cezaevinden çıkınca köye gitmiş, gelirken de Ankara’ya uğramıştım. Ankara’dan gelirken amcamın oğluyla beraber gelmiştik. Ankara’dan gelen amcamın oğluyla beraber Mersin’e gidip oralarda gezdik. Adana’ya gelip eve uğradığımda arkadaşları bir telaş içinde gördüm, ne oldu ne var dedim “Cemal kanala düştü” dediler. Adana’da barajdan Çukurova’yı sulamak için yapılmış 2 tene büyücek kanal vardır kış aylarında içinde su olmaz. İçimden “düşsün ne olacak” diye geçirdim, “enfazla bir yeri kırılır” diye düşündüm. Hastaneye vardım ki ne varayım “Cemal komada Cemal’ın durumu iyi değil”. Arkadaşlardan hemen durumu öğrenmeye çalıştım ki durum benim sandığım gibi değil.
Ziraat Fakültesinin önünden geçen kanal 11–12 metre boyunda bir uçurumun altından geçiyor. Alcık grevi çadırı bu uçurumun başına kurulmuş, Cemalde –sanırım- üzerinde silah olduğu için kenarda bekliyormuş, sol içi tartışmanın yapıldı o ortamda nasıl olmuşsa olmuş Cemal 11–12 metrelik uçurumdan aşağıya düşmüş. Cemal bir hafta 10 gün kadar komada kaldı komadan çıkamayıp öldü. Cemal öldüğünde tarihler 19 Şubatı gösteriyordu.
Annem köyde kalıyordu, Cemalin durumunu duyunca Adana’ya gelmişti. Kış kıyamet demeden Cemalin cenazesini köye götürdük. Köye vardığımızda ebem kızını çok metanetle karşılayıp “kızım acısı daim olsun” dedi. İliklerim eridi, tüylerim ürperdi bu söze ama ebemin bu sözle ne demek istediğini, niye böyle dediğini anlayamadım. Aylar sonra durum sakinleşince ebeme niye böyle dediğini sorum. Ebem, “oğlum bir acı, ondan daha büyük, başka bir acı gelinceye kadar unutulmaz. Anana bundan başka acı görmeyesin, bu acıyla kalasın, bu acın daim olsun dileğinde bulundum onun için öyle dedim” dedi. Yıllar sonra benden, 2 Temmuz katliamını bir panelde anlatmam istendiğinde, bende ebemin bu sözleriyle söze başlamıştım; sonra o konuşmamın metnini bir yazıya dönüştürüp, yazının adına da onun sözlerini verip “Acısı daim olsun” demiştim.
Hüsnü Cemal, Adana Dev-Genç, Adana Dev-Yol hareketinin örgütlü çevresinde olan ilk kaybımızdır.
Aslında o tarihlerde ben bir buçuk iki yıl kadar arandığım için Adana’dan uzakta geçirmiştim. Acil bir şey olduğunda, gerektikçe Behçet beni çağırıyor, onun üzerine Adana’ya geliyordum, bu vesileyle de Cemali görüyordum bazen da Cemal benim bulunduğum yere geliyordu. Cemal beni çok severdi. Bu sevgisi sadece abisi olduğumdan dolayı değil, hareketimizin içinde militan biri olarak onun önünde olmama sevinir bundan gurur duyardı. Bu durum o zamanlar ikimizi de mutlu ediyordu. Bana kaç kez, abi merak etme sen ölünce, seni mitralyöz sesleriyle gömeriz, sana layık bir cenaze töreni yaparız hiç merak etme derdi. Che’nin o ünlü “ölüm nerden ve neren gelirse gelsin…” diye başlayan söylevini büyük bir keyifle, severek söylerdi. Yol öyleydi. Beklentimiz oydu. O zaman ki ruh halimiz böyleydi. Hareketin önünce onun mücadelesini verirken, toprağa düşüp can vermek bizim için bir şerefti, şandı. Ben onlardan önce devrimci olmuştum, birkaç adım onlardan önce yürüyordum, bu yolda düşüp şehit olma şerefi de hep sinden önce bana nasip olmalıydı; bunu umup bunu bekliyorduk. Hak olan, hakkaniyetli olan buydu. Ama böyle olmadı, Cemal benden önce bu yolda toprağa düştü. Benim trajedimde burada başladı. Bu benim hayatımın en önemli dönemeci, en bunalımlı sıkıntılarla geçen döneminin de başlangıcı oldu. Ailemiz, özelliklede anam Cemalin bu sonundan beni sorumlu tutuyordu. Anam sebep diyordu ikidebir sebep, bana beddua etmeseler de bunun sebebi sensin diyorlardı; her zaman açık açık demeseler de bunu hissettiriyorlardı. Bu yargılarında haksızda sayılmazlardı, Cemal beni örnek alarak solcu olmuştu, oraya onu ben göndermiştim. Bendim bu işin sorumlusu. Ben olmasam bu olmazdı. Bütün çevremiz buna böyle bakıyordu. Benimde başıma bir iş gelmemesi için beni bu hareketlerde onların tabiriyle söylersem solculuktan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bunun bir yolu olarak ta köyde bana söz kestikleri kızla derhal beni evermek istiyorlardı. Bense kendi kendimce, Cemalin mücadelesini de yüklenmiş, ondan kalan bayrağı da ben taşıyordum artık. Hayatımın bundan sonrasında, hem Cemalin hem de Cemal gibi sosyalist mücadeleye kazanmamızda emeğim geçmiş, bu militan hayata başlamasında rolüm olan, bu yolda benden önce toprağa düşmüş arkadaşlarımın sorumluluğu ile yaşadım. Ben zaman içinde yaşlandım bazı algılarımda farklılıklar oldu ama onlar o günlerdeki coşkularıyla oldukları gibi kaldılar, onları hep öyle hatırladım. Bu beni zaman içinde ezdi sıkıntılara soktu, hatta bu yüzden bazen onlara isyan edesim geldi; oturdum ağladım. 12 Eylülden sonra bu toprakları terk etmeyişimde bu duygumun rolü büyüktür. Ben olmasam, belki bu arkadaşlarım bu yola girmemiş olacaklardı, bu yüzdende belki bu gün hala yaşıyor olacaklardı ama onlar benimde katkılarımla bu yola girip bu yolda toprağa düştüler, o zaman bu sorumluluğu omuzlarında taşıyan biri olarak ben, nasıl olurda onların kavgasını, sevdasını buralarda bırakıp, bu topraklardan gider bu kavgayı bırakıp kendi kişisel kurtuluşumun derdine düşebilirdim ki. Olabilecek bir iş miydi bu. Bunu yapamazdım, yapmadım. İnancımın, kararlılığımın yanında bu duygumun etkisi fazladır. Buradan, buradaki kavgamızdan gider, kendi kişisel kurtuluşum için bir takım uğraşlara girersem nasıl bakarım bunların yüzüne, Cemal’le Mustafa bana ne derler, içimde onlarla nasıl yüzleşirim, onlara nasıl hesap verir, onlarla -içimde- karşılaşınca örneğin onlar rüyama girdiklerinde ne yaparım diyordum. İç huzurum için, her şeyi göze alıp burada, buralarda kaldım. Sürgüne gittim, olur olmadık yere polise alınıp işkence tezgahlarına çekildim, işsiz kaldım, sevgililerimden ayrıldım, örgütsüzlüğün, çaresizliğini, parasızlığın acısını yaşadım. Ama omuzlarımı eğmeden başımı dik tutup direndim. Karınca kararınca yürüyorum bu yollarda. Üzerime düşeni, elimden geleni, yapmam gerekeni yapıyorum. Onların karşısında başım göklere değercesine dik yüreğim temiz. Bu beni mutlu ediyor. Tek tesellim varsa oda bu. Bu ruh halimle yine heheybe çekip Ruhi Su türküleri söylüyorum. İçimdeki onlarda yine bu türkülerimi seviyorlar. İşte o zamanlar bu “öküz sesim” bana bir güzel geliyor bana bir dokunuyor bir dokunuyor ki anlatamam. Bazı anlar türkülerimizi söylerken bu coşkuyla coşup gözlerim yaşarıp, ağlıyorum. Yolda giderken bazen öyle bir kaptırıyorum ki kendimi, birde bakıyorum dilime bir türkü tutturmuşum yoldan bana bakanların beni deli sanmasına aldırmadan keyfimce yürüyüp türkülerimizi söyleye söyleye gidiyorum. Kimseler ilgilendirmiyor beni, ben kendi dünyamda mutlu huzurlu yaşıyorum. Bunu onların türkülerine borçlu olduğumu biliyorum, bu hiç aklımdan çıkmıyor. İyi ki bu türküler var, bu türküler olmasa yaşayamazdım.
Ama geçmişten farklı yanım şu, eskiden olduğu gibi kimseye doğru bildiğim yolda bizlerle birlikte olması için ısrar etmiyorum. Kimse beni suçlasın, hayatında başına gelenden beni sorumlu tutsun istemiyorum. Eskiden olduğu gibi doğru bildiğim şeyleri yine anlatıyorum ama ısrar etmiyorum sadece anlatıyorum. Kimseler beni sorumlu tutsun, vicdani sorumluluk altında kalayım istemiyorum. Bu hayat çizgimde önemli bir değişimdir.
Bilen dostlarım bilir. Ruhi Su’yu ilk keşfedip bize tanıtan Cemal olmuştu. Mersindeki mitinge giderken trende bir TKP’liden Ruhi Su’nun “Zahit bizi tan eyleme” türküsünü duyup bunu heyecanla bize anlatmış, Ruhi Su’yu arayıp bulmamızı sağlamıştı. Önce o söylerdi bu türküleri sonra biz; türkülerde öncümüz oydu. Onunla sevmiştik türküleri. O gitti, türkülerle birlikte yaşama huyu yadigar kaldı bize. O yanımızda olmasa da ondan yadigâr kalan türkülerle yaşama alışkanlığımız sürüyor; ne yaparsak yapalım dilimizden türküler eksik olmuyor.
Adana’dan uzak kaldığım sıralarda Cemali Behcete sorardım. Behçet Cemalden çok memnundu övgüyle söz ediyordu ondan. Seviyorlardı bir birlerini. Ben gittikten sonra Ugur diye bir arkadaş gelmişti, ben o arkadaşı hiç görmemiştim ama Cemal gil ondan şikayetçiydi, onun tavırlarından hoşlanmamışlardı. Ona çok kızgınlardı. Onun buradan gitmesini istiyorlardı. Behçete lisanımünasiple durumun mahiyetini- ona olan tepkiyi anlattım, “bu arkadaş tezcek gitsin” dedim, fazla sürmedi arkadaşı buradan gönderdiler.
Behçet’e Cemali sorduğumda bir bildiri basarken yaşadıklarını anıyı anlatmıştı. Bir akşam bildiri basarken teksir makinesi bozulmuş. Cemal demiş ki gidip bizim okulunkini getireyim; Behcet’te getirebilirseniz gidin getirin demiş. Gidip teksir makinesini getirmişler. İşleri bitince de teksir makinesini Cemal geri götürüp aldığı yere koymuş. Bunu duyunca, Cemale niye böyle yaptın, mademki gece gittin getirdin niye geri götürdün dedim. “Abi” dedi gayet sert ciddi bir tavırla, “biz hırsız mıyız? okulumuzun malını mı çalacağız, lazım oldu gidip aldık geldik, işimiz bitince de götürüp geri yerine koyduk, burası bizim okulumuz” dedi. Bu tavrına, bu mantığına hayran kalmıştım, onu kutladım. Biz, bize yakışmayan, kendimize yakıştıramadığımız hiçbir şeyi yapmazdık; yapmadıkta. Cemal çok pratik bir çocuktu. Bir işi üzerine adlımı, en kısa yoldan onu yapardı. Şeremetti. Çok çabuk hareket ederdi. Onunla mücadele etmiş, yazı yazmış, afiş asmış, bildiri dağıtmış, kavgaya karışmış arkadaşlarının onu anlatmasını istiyorum. Hep benim anlatmam ne kadar doğru olur bilmiyorum.
Başka bir on dokuz Şubatta, bu defa 19 Şubat 1979 da, Ulaş Bardakcı’yı anmak için bombalı pankart hazırlığı yaparken elimizde bomba patladı. Beni tanıyanların malumu olduğu gibi, bu kazada sol elimle sağ elimin parmak uçlarını kaybettim. Bu süreci uzunca anlatma işini başka bir yazıya bırakıyorum; aslında bu işi “Ellerim kopunca duygularım” adını verdiğim bir mektupta anlatmıştım.
Bundan sonraki hayatımın bir sıkıntılı günü yine 19 Şubata denk geldi. Bu tamamen tesadüftü. 14 yıllık bir evlikten sonra, Şenay ile ayrılmaya karar vermiştik, o istiyordu. Avukat arkadaşımız Kemal’i eve çağırdık. Durumu anlatıp boşanma evraklarını hazırlayıp mahkemeyi açmamızda bize yardımcı olmasını istedik. Kemal önce şaka yaptığımızı sandı. Sonra baktı ki bu şaka değil durum çitti, Şenay’la uygun günü belirlemeye başladılar; ben epey bir zamandan beri işsiz olduğum için her gün bana uyuyordu, önemli olan Şenay ile Kemal’e uygun olmasıydı. Sonumda Kemal şu gün gelin dedi, Şenayla anlaştılar. Kemal’in gelin dediği saatte mahkeme kaleminin önüne vardık. Kemal evrakları hazırlamıştı, imzalarken birden gözüme çarptı ki tarih 19 Şubat yazıyor. Hiçbir şey fark ettirmedim. Dilekçemizi mahkeme kalemine verdik, ben harcırahlarını da yatırdım, moralim epeyce bozulmuştu Kemal’e teşekkür edip Şenay ile dışarı çıktık. Şenay’ yorulduk buraya ÖDP yakın oraya çıkıp, bir çay içip biraz dinlenelim mi dedim, olur dedi. ÖDP ye varıp orda sohbet ederken Şenay’ bugünkü tarihe dikkat ettin mi diye sordum. Yoo ne vardı ki dedi, bir baksana tarih neyi gösteriyor dedim. Tarihe baktı, 19 Şubatı görünce çok üzüldü, orda gördün de niye söylemedin başka bir gün gelirdik dedi. Bende bilmiyordum ki orda görüp fark ettim, oraya geldikten sonrada artık önemli değildi zaten dedim. Şenay 19 Şubatın hayatımdaki anlamını biliyordu.
Kadim dostum Mihrac Ural’ın beni arayıp yarin Cemalin ölüm yıldönümü bu günden seni arayım dedim, demesi üzerine bu satırları yazıyorum. Ona da söylediğim gibi yarin 19 Şubat, yarın hiç dışarı çıkmasam mı acaba.
Sevgiyle özlemle geçmişimizi geçmişte bizlerle bu yolda yürüyüp toprağa düşen arkadaşlarımızı, yoldaşlarımızı anıyorum.
Sevgiyle öpüyorum hepsini.
Anıları bizlerle beraber yaşıyor yaşayacak ta.
18 Şubat 2010 Adana. A. Rıza Aydın
17 Şubat 2010 Çarşamba
HEPİMİZİ ALDATIYORLAR BU ÜLKEDE HUKUK YOK
Mihrac Ural
18 Şubat 2010
Öncelikle kimse kendini aldatmasın; ülkemizde hukuk yok. Bunu bilsin, bunu bilinciyle alternatif üretsin, varolan alternatiflerde kendini ifade etmeye çalışsın.
Hukuk adına medyaya yansıyan kavga bir iktidar olma kavgasıdır; askeri darbe yapma takati kalmamış olanların elindeki son mevzileri, sivil dikta peşinde koşanların fethetme kavgasıdır. Bu mücadelede devletin temel kurumlarını güçler dengesi yönünde yeniden düzenleme savaşı vardır.
Bu kavga bu günün değil, on yılların kavgasıdır. Gelinen aşamada bu kavga, sivil diktacıların lehine bir kırılma süreci içinde, gelişmelere tanık oluyoruz.
II. Dünya savaşı sonrası gündeme gelen değişimlerin kaçınılmaz yansımalarıyla ülkemizde gerici siyasal iktidarın gerildiği ve 1980 askeri faşist darbesiyle kırıldığını ifade ettik. Bu kırılma, ne siyasal bir özgürlük ne de toplumsal bir gelişmeye denk düştü. Bir boşluk oluşturdu. Bu boşluğun dolgusu için devlet kurumlarının yeniden paylaşılması gündeme geldi. Kimlik bunalımının, ülke mozağinin demokratik hak taleplerinin, siyasal yapının artık yenilemeyeceği sınırlara gelip kırıldığı bu süreçte kaos, iktidar boşluğunun dolgusunu ve dengesini sağlamak üzere hiç bir siyasal güce yeterli olanak sağlamamıştır. Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin, "Cumhuriyetteki Osmanlı" olarak tecellisi bunu ifade eder.
"Ülkemiz çok etnik yapılı üst kimliksiz bir toplumu olarak tanımlanabilir." (Mihrac Ural,"Siyasal Sistemin Kırılışı" adlı 8 Temmuz 2007 tarihli makale) Bu tablonun kendine ait siyasal güçleri vardır. Siyasal iktidarın kırılmasıyla bu güçler sahnedeki yerlerini aldılar. Siyasal-toplumsal yapı değişmeden yeni siyasal güçlerin sahaya inmesi başlı başına bir çözümsüzlüktür. Bu çözümsüzlük tüm dinamikleriyle siyasetin yeniden yapılanmasına yürüyecektir. İktidar olmanın her alanı ve kurumu kaçınılmaz olarak fetih savaşlarına tanık olacaktır. Zaman zaman milliyetçi reflekslerle, Kürt halkının özgürlük hareketine karşı ortak bir kombinazon oluşturan iktidar rakibi güçler, buldukları her boşlukta iktidar olma kavgasında etkinlik alanlarını genişletmek üzere birbirine karşı saldırmaktan çekinmeyecektir. Bu süreçte ötekileştirilmek isteyenler de parlamentoda grup kurma şansını yakaladıkları zaman orada iktidar araçları içinde bir mevzi kazanmanın olanaklarını, haklı olarak, sonuna kadar değerlendirmekten çekinmeyecektir.
Bu günün kavgası hukuk alanıdır. Ordu ve hükümet arasında, yargı ve hükümet arasında devam eden gerginliklerin hukuk alanında kendini tanımlamaya çalışması da bundandır. Kürt özgürlük hareketi karşısında 22 Temmuz 2007 seçim sarsıntılarını, Cumhurbaşkanlığı seçim sorunlarını(28 Ağustos 2007), Anayasa Mahkemesi’nin AKP için açtığı kapatma davasını da atlatanlar (31 temmuz 2008), 29 mart 2009 mahalli seçimlerde Kürt özgürlük hareketine karşı birlikteliklerini bir kenara koyarak yargının denetimini ele geçirmek için, bugün hiç bir fırsatı kaçırmadan hamle üzerine hamle yapmaktadırlar.
Hukuk sistemi, nesnel yapısıyla hiç bir zaman uyumlu olmayan ortak ülkemizin yaşadığı iktidar boşluklarında hukuk alanının ele geçirilmesi yönünde verilen savaş, yargının kirli adelet salgılarını artırmaktan başka bir sonuç vermemektedir.
Çok değil, bundan on yıl önce söylenenlere baktığımızda, en yetkili ağızlardan inanılmaz cümleler duymuştuk. "Yargıtay Başkanı Dr. Sami Selçuk’un, 6 Eylül 99’da yeni yargı yılı açış konuşmasında “Türkiye bu hukuk sistemiyle yeni yüz yıla giremez, bu anayasa ve yasalar hukuku işlevlerini doldurmuştur reform gereklidir” şeklinde özetlenebilecek sözleri, Türkiye’de etkili bir siyasi deprem yaratmıştı." ( Mihrac Ural, Kuşkulu Yargı Kirli Adelet Salgılar" adlı 20 Ekim 1999 tarihli makale)
Yargıya müdahale başlıklı makalemde ise, bu sürecin yakın takipçisi olarak şöyle dile getirdim: "O gün ciddi yankılar uyandıran Selçuk’un bu konuşması, çoktan unutulup gitti. Ancak gerçekler olduğu yerde durmaya devam etti. Yargıya müdahale bir kader gibi aynı mantığın, aynı sistemin tarihsel genetik dokularının itimi ile devam ettiği görüldü. Süregiden aynı anlayış üzerine söylenecek her şey, doğal olarak kendini tekrardan başka bir anlama gelmeyecek. Ancak tekrar anlamına gelse de, bu gün gündeme Erdoğan’ın yapılan bir düşünce beyanına karşı savcıları harekete geçiren yargıya müdahalesinin taşıdığı anlamı belirlemek farklı bir öneme sahiptir. O da, siyasi iktidarların yargıya müdahalesinin, ekonomik iktidar sahiplerine karşı yapılmasıyla ilgilidir.
Erdoğan’ın “yargıya müdahale edildiği” ihbarına konu olan konuşmanın sahibi, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Mustafa Koç’tan başkası değil.
Siyasi iktidarların yargıya müdahalesini, magazin önemi olan bu olaydan öğrenenlerin bilmesi gereken en önemli şey, yargıya müdahale ülkemizin yapısal bir sorunu olduğudur. Bu sorunun kaynağı kurulu devlet sisteminin yapısal hatalarındandır. Yapısal hataları ise, önemli oranda tarihsel ve siyasal yönetseldir. Tarihsel olan, ülkemizde hiçbir kurum ve kuruluş kendi iç dinamiklerinin bir ürünü olarak şekillenmemiş olmasıdır.
Ortaçağ imparatorluk dönemi boyunca sermaye birikimi yapamamış, aydınlanma çağı olmayan, sanayi devrimi yaşamamış, son yüz yıl içinde ortaya çıkan bilim ve teknoloji devrimlerine kendini entegre edememiş ve bunun sonucu geliştirdiği toplumsal siyasal sistemi dışardan ithal edilerek ucube sisteme yapıştırılmış olan ülkemizde dengeli yürümesi sağlanabilecek bir yargı sistemi ve onun güvenliği için gerekli koruyucu kurumlar oluşturulamamıştır. Böylesi bir tarihsizlik doğal olarak bir talihsizliğe dönüşecekti.
Siyasi iktidarı ele geçirenler istedikleri kadar ehil olsunlar iradeleri dışında var olan bu yapıdan çıkarları için azami ölçüde yararlanmanın yollarını arayıp bulacak ve yargıyı yeri gedikçe bir araç olarak kullanacaklardır. Ülkemizde tekrar eden durum da budur. Varsa, “Hz. Ömer’i ve adaletini” getirseniz de bu sistemde farklı bir sonuç elde edemezsiniz. Belki Mustafa Koç’a karşı yapılan ihbarın yargıda sonuçsuz kalmasını sağlayabilirsiniz ama, benzer ihbarlarla yapılan müdahalelerin halka, aydınlara, demokratlara, sivil toplum kuruluşlarına, etnik topluluklara ve demokrasinin inşa sürecine zarar vermesini engelleyemezsiniz." (Mihrac Ural, "Yargıya Müdahale" adlı 25 Aralık 2005 Tarihli makale)
Yukarıdaki uzun alıntılarla, örnekler aktarmaya çalıştığım hukuk müdahaleleri, gerçekte ülkemizde yapısal bir durudur. Bu yapısal durumun gelip dayandığı yer açık savaş olmuşsa bunu başka yerde aramamak gerek. Bu ülke, bu yapısıyla bundan sonra çok daha çirkin bir hukuk savaşı alanı olmaya mahkumdur.
Yukarıdaki alıntıların üzerinden çok şey geçti. Bu gün ise, kıran kırana, açık ve inatçı "son düello" yaşanıyor gibi. Hükümet olanlar iktidar olmak istiyor. Bunun için son kaleleri fethetmeye çalışıyorlar, deniyorlar, çırpınıyorlar ve ele geçirdikleri alanları, büyük temizlik harekatıyla kimsenin eline düşmemesi için sağlam adımlar atıyorlar. Bu bir sivil diktatörlük yönelimidir. Hukuk alanında verilen bu kavganın en önemli yanı da budur. Halkımızın dikkatli olacağı alan budur. Gerileyen gerici etkinliklerin yerine, iktidarı ele geçirmek isteyen sivil diktaların olduğu gerçeğidir. Bu her iki tarafın da gerici olduğu ortak karekterini ve alınması gereken tutumu hiç değiştirmese de durum budur.
Gelişmeleri besleyen yapı, olasalıkların da ne olacağına önemli mesajlar iletiyor.
Bu süreci bilinci iyice çıkarmak için ülkemizde oligarşik yapıyı doğru çözümlemek gerek. Bu ülke, ne tek ulus boyutunda tarihsel bir başarı kazanmıştır ne de farklılıkları bir arada tutacak "Malezya sendromu"nu gerçekçi tehlike yapabilecek federasyonlaşmaya gidebilmişitir. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet, planlandığı gibi kurumlaşamamıştır. Osmanlı’dan devraldığı coğrafya üzerinde tek ulusçu yapı inşaasını farklı etnik dokular üzerinde bir dayatma olarak inşaa etmeye çalışmıştır. Bunu yaparken, tarihin en barbar dönemlerinde başaramadığı asimilasyonu, çağın ilerleme ve değişimlerini hiçe sayarak, bir baskı aracı olarak kullanmaya çalışıp anayasal, yasal ve kurumsal yanlışlar ikame etmiştir. Hukuk da kaçınılmaz olarak dengesiz ve adaletsiz olmuştur. Bu adaletsizliği ele geçirmek üzere, aynı milliyetçi reflekslerle hareket edenlerin rekabeti gündeme gelince kaos alabildiğine boyutlanmıştır.
Ülkemiz, siyasal yapısında iktidar olmanın güç odakları vardır. Bunlara "Yüksek Kurul" deniyor. Cumhuriyet devletinin yirmiyi aşkın temel, "Yüksek Kurul" bulunmaktadır. Böylesi bir ülkede, hiç bir seçim sonucu iktidar vermez; ülkemizde hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olamaz. İktidar olmak için, atanmışların oluşturduğu, "kuruluş felsefesi" adı altında yazılı olmayan, kiymeti kendinden menkul bir heyula, ne zaman, nerede ne yapacağına dair kimsenin önceden bir şey bilmediği güçlerin yönetimi altında, yüksek kurulların çoğunluğunda hakim olmayı gerektirir. Bu kurulların çoğunluğunda da hakim olmak yetmez, en önemlisi askeri gücü elinde tutan Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve yargı yüksek kurullarını da ele geçirmek gerek. Kim ne kadar Yüksek Kurulu fethetmiş ise o kadar iktidar olunan bir ülkedeyiz. Hükümet olsanız da iktidar olamamanın nedeni budur. Ancak halk olsanız da en demokratik siyasal tercihlerinizi parlamentoya taşısanız da yine iktidar olamazsınız.
Bu gün olanlar ise, en gerici sivil dikta hevesleriyle yanıp tutuşanların, en az kendileri kadar anti-demokratik, zulüm siciline sahip olanlar arasındaki iktidar kavgasından ibarettir.
Bugünün kavgası zaman zaman ortak düşmana karşı durgunlaşır. Geçiş süreçleridir bu durgunluk süreçleri. Birbirini kırmaya mola verirler. Ülkemizin farklılıkları, demokrasi ve özgürlük için mücadelelerini yükselttiklerinde ise bu rakip güçler, aniden milliyetçi bir kombinezon oluşturarark tek boyutlu hale gelirler; sınır ötesi oparesyon dahil, dış güçlerden her türlü yardımı kabul ederek, kendi vatandaşlarını kanlı bir kıyımla dize getirmekten beis duymazlar. Farklı inançlar karşısındaki hukuksuzlukları, insanları yasaklar, haksızlıklar zincirinde çarmıha gerer ya da Çorum, Maraş, Sivas Madımak oteli kıyım vahşetlerine kuşkulu yargının kirli adeleti olarak kendini gösterir.
Hukuk savaşı veren bu hukuksuzların, DTP Anayasa Mahkemesince kapatıldığında sesleri solukları çıkmamıştı. Bu haksız ve bir o kadar hukuk dışı yaptırım karşısında hukukları sağlamdı, yargıları kuşkulu değildi, adeletleri de temizdi. Farklılıkların ötelenmesi ve kıyıma uğraması, siyasal nefes alanlarının tıkanması ve yok edilmesi hukuk olurken, iktidar mücadelesinde birbirinin cemaatine saldırı gündeme gelince, hukuk meydan savaşlarının her türden kuşku bataklığında, kirli adeletle sergilenmesinin bir önemi yoktu.
Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, uzun süredir izlemekte olduğu Cemaat Dosyaları (İsmail Ağa, Fethullah ve menzil cemaatleri) ile ilgili yarattığı sıkıntı ve hükümeti en büyük cemaatleri karşısında mihenk taşına sürüşü, tutuklanmasıyla son buldu. Cumhuriyet tarihinin bir ilki olan, şahsı bir suç delili olmadan Cumhuriyet Başsavcısı’nın evini, makam odasını aratmak, adli suçlu gibi eziyet ederek sorgulanması ve sonuçta da Yargıtay’da değil de bir il mahkemesinde yargılanıp tutuklanması, hükümetin iktidar olma kavgasında hukuk alanına bir darbe gibi inmiştir. Sivil bir darbeden söz edilirse bundan daha iyisi olamazdı. Ortaya sürülen gerekçe ise, Ergenekon adlı, derin devlet örgütlenmesi olan bir çetenin üyesi olmak.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), ülkemizi yöneten temel yüksek kurullardan biridir. Bu kurul iktidar mücadelesinde hükümet karşıtı saflarda yerini almaktadır. Ülkemizin uzak bir köşesinde (Erzurum-Erzincan) birbirine diş geçirme mücadelesine müdahale ederek, Başsavcıyı tutklayan özel yetkili Erzurum Cumhuriyet Savcısı Osman Şenal ve yardımcı savcılarını "yetki aşımı" hatası içinde olduklarını ilan edip, görevden el çektirdi. Kılıçlar çekilmişti ve her bir tarf, elinden gelen tüm silahları, savaş alanına sürme eğiliminde. Görevden alınan savcılar yerine yeni atama için, Adalet Bakanı Müsteşarının karar toplantısına katılımı beklendi. Katılmadı. Bunla hükümet, kararında ısrarlı olduğunu ilan etti. Tam bir kör dövüşüyle, hukuk savaşı bu saate kadar devam etti. Yarın neler getirecek kim nasıl kazanacak bunu birlikte göreceğiz. Ancak konumuz bu değil. Konumuz bu ülkede hukukun olmadığı gerçeğini bir kez daha algılamaktır.
Bu satırların yazarı hukukçu değil; hukuk uzmanı hiç değildir. Ancak uzun yıllar yargının pençesinde zindan yatmıştır. Yoldaşlarının yargı rahmeti altında, inim inim inleyerek ölüm denklemlerinden geçtiğini, dava dosyalarındaki akıl almaz uydurmalarla kirli adeletin mahkumu olduklarını bilir. Bugünkü hukuk kavgasında sorunun her iki tarafın uzmanlarınca dile getirilen detaylara da vakıftır. Sadece bu bilgilere dayanarak gelişmeler üzerinde bir hüküm vermek elbette söz konusu olmayacaktır.
Ancak, bir vatandaş olarak yargı dinazorlarına bile diz titreten bu gelişmeler, halkın nasıl bir zulüm altında yargının merhamet darbelerine maruz kaldığını görmektedir. Bunu ilan etmektedir.
Hukukun tüm ilkelerini ayaklar altına alan bu kirli savaş, bir kez daha göstermiştir ki bitip tükenmez bir can pazarında, toplum olarak ağır bir şekilde aldatılıyoruz. Bu ülkede adalet yok. Kimse kimseyi aldatmasın, ikidarı bir biçimde gerici diktatörlük için ele geçirmek isteyen her iki taraf da adeletsizdir.
Hükümet "yargıya müdale edilmektedir" derken, karşı tarfın "siyaset yargıyı baskı altında yönetmek istiyor" diyerek dile getirdikleri tek şey, bu ülkede adaletin kirlendiği, yargının kuşkulu olduğu, hukukun ise olmadığı gerçeğidir.
On yıl önce söylediklerimi ya da beş yıl önce söylediklerimi tekrar etmeyeceğim. Artık yargıya müdahale edildiğinden kimse söz etmesin, diyeceğim.
Başka şeyler söylensin. Bu ülkede adalet yok, bunun için çare önerilsin; bu ülke birimizin değil hepimizindir.
18 Şubat 2010
Öncelikle kimse kendini aldatmasın; ülkemizde hukuk yok. Bunu bilsin, bunu bilinciyle alternatif üretsin, varolan alternatiflerde kendini ifade etmeye çalışsın.
Hukuk adına medyaya yansıyan kavga bir iktidar olma kavgasıdır; askeri darbe yapma takati kalmamış olanların elindeki son mevzileri, sivil dikta peşinde koşanların fethetme kavgasıdır. Bu mücadelede devletin temel kurumlarını güçler dengesi yönünde yeniden düzenleme savaşı vardır.
Bu kavga bu günün değil, on yılların kavgasıdır. Gelinen aşamada bu kavga, sivil diktacıların lehine bir kırılma süreci içinde, gelişmelere tanık oluyoruz.
II. Dünya savaşı sonrası gündeme gelen değişimlerin kaçınılmaz yansımalarıyla ülkemizde gerici siyasal iktidarın gerildiği ve 1980 askeri faşist darbesiyle kırıldığını ifade ettik. Bu kırılma, ne siyasal bir özgürlük ne de toplumsal bir gelişmeye denk düştü. Bir boşluk oluşturdu. Bu boşluğun dolgusu için devlet kurumlarının yeniden paylaşılması gündeme geldi. Kimlik bunalımının, ülke mozağinin demokratik hak taleplerinin, siyasal yapının artık yenilemeyeceği sınırlara gelip kırıldığı bu süreçte kaos, iktidar boşluğunun dolgusunu ve dengesini sağlamak üzere hiç bir siyasal güce yeterli olanak sağlamamıştır. Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin, "Cumhuriyetteki Osmanlı" olarak tecellisi bunu ifade eder.
"Ülkemiz çok etnik yapılı üst kimliksiz bir toplumu olarak tanımlanabilir." (Mihrac Ural,"Siyasal Sistemin Kırılışı" adlı 8 Temmuz 2007 tarihli makale) Bu tablonun kendine ait siyasal güçleri vardır. Siyasal iktidarın kırılmasıyla bu güçler sahnedeki yerlerini aldılar. Siyasal-toplumsal yapı değişmeden yeni siyasal güçlerin sahaya inmesi başlı başına bir çözümsüzlüktür. Bu çözümsüzlük tüm dinamikleriyle siyasetin yeniden yapılanmasına yürüyecektir. İktidar olmanın her alanı ve kurumu kaçınılmaz olarak fetih savaşlarına tanık olacaktır. Zaman zaman milliyetçi reflekslerle, Kürt halkının özgürlük hareketine karşı ortak bir kombinazon oluşturan iktidar rakibi güçler, buldukları her boşlukta iktidar olma kavgasında etkinlik alanlarını genişletmek üzere birbirine karşı saldırmaktan çekinmeyecektir. Bu süreçte ötekileştirilmek isteyenler de parlamentoda grup kurma şansını yakaladıkları zaman orada iktidar araçları içinde bir mevzi kazanmanın olanaklarını, haklı olarak, sonuna kadar değerlendirmekten çekinmeyecektir.
Bu günün kavgası hukuk alanıdır. Ordu ve hükümet arasında, yargı ve hükümet arasında devam eden gerginliklerin hukuk alanında kendini tanımlamaya çalışması da bundandır. Kürt özgürlük hareketi karşısında 22 Temmuz 2007 seçim sarsıntılarını, Cumhurbaşkanlığı seçim sorunlarını(28 Ağustos 2007), Anayasa Mahkemesi’nin AKP için açtığı kapatma davasını da atlatanlar (31 temmuz 2008), 29 mart 2009 mahalli seçimlerde Kürt özgürlük hareketine karşı birlikteliklerini bir kenara koyarak yargının denetimini ele geçirmek için, bugün hiç bir fırsatı kaçırmadan hamle üzerine hamle yapmaktadırlar.
Hukuk sistemi, nesnel yapısıyla hiç bir zaman uyumlu olmayan ortak ülkemizin yaşadığı iktidar boşluklarında hukuk alanının ele geçirilmesi yönünde verilen savaş, yargının kirli adelet salgılarını artırmaktan başka bir sonuç vermemektedir.
Çok değil, bundan on yıl önce söylenenlere baktığımızda, en yetkili ağızlardan inanılmaz cümleler duymuştuk. "Yargıtay Başkanı Dr. Sami Selçuk’un, 6 Eylül 99’da yeni yargı yılı açış konuşmasında “Türkiye bu hukuk sistemiyle yeni yüz yıla giremez, bu anayasa ve yasalar hukuku işlevlerini doldurmuştur reform gereklidir” şeklinde özetlenebilecek sözleri, Türkiye’de etkili bir siyasi deprem yaratmıştı." ( Mihrac Ural, Kuşkulu Yargı Kirli Adelet Salgılar" adlı 20 Ekim 1999 tarihli makale)
Yargıya müdahale başlıklı makalemde ise, bu sürecin yakın takipçisi olarak şöyle dile getirdim: "O gün ciddi yankılar uyandıran Selçuk’un bu konuşması, çoktan unutulup gitti. Ancak gerçekler olduğu yerde durmaya devam etti. Yargıya müdahale bir kader gibi aynı mantığın, aynı sistemin tarihsel genetik dokularının itimi ile devam ettiği görüldü. Süregiden aynı anlayış üzerine söylenecek her şey, doğal olarak kendini tekrardan başka bir anlama gelmeyecek. Ancak tekrar anlamına gelse de, bu gün gündeme Erdoğan’ın yapılan bir düşünce beyanına karşı savcıları harekete geçiren yargıya müdahalesinin taşıdığı anlamı belirlemek farklı bir öneme sahiptir. O da, siyasi iktidarların yargıya müdahalesinin, ekonomik iktidar sahiplerine karşı yapılmasıyla ilgilidir.
Erdoğan’ın “yargıya müdahale edildiği” ihbarına konu olan konuşmanın sahibi, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Mustafa Koç’tan başkası değil.
Siyasi iktidarların yargıya müdahalesini, magazin önemi olan bu olaydan öğrenenlerin bilmesi gereken en önemli şey, yargıya müdahale ülkemizin yapısal bir sorunu olduğudur. Bu sorunun kaynağı kurulu devlet sisteminin yapısal hatalarındandır. Yapısal hataları ise, önemli oranda tarihsel ve siyasal yönetseldir. Tarihsel olan, ülkemizde hiçbir kurum ve kuruluş kendi iç dinamiklerinin bir ürünü olarak şekillenmemiş olmasıdır.
Ortaçağ imparatorluk dönemi boyunca sermaye birikimi yapamamış, aydınlanma çağı olmayan, sanayi devrimi yaşamamış, son yüz yıl içinde ortaya çıkan bilim ve teknoloji devrimlerine kendini entegre edememiş ve bunun sonucu geliştirdiği toplumsal siyasal sistemi dışardan ithal edilerek ucube sisteme yapıştırılmış olan ülkemizde dengeli yürümesi sağlanabilecek bir yargı sistemi ve onun güvenliği için gerekli koruyucu kurumlar oluşturulamamıştır. Böylesi bir tarihsizlik doğal olarak bir talihsizliğe dönüşecekti.
Siyasi iktidarı ele geçirenler istedikleri kadar ehil olsunlar iradeleri dışında var olan bu yapıdan çıkarları için azami ölçüde yararlanmanın yollarını arayıp bulacak ve yargıyı yeri gedikçe bir araç olarak kullanacaklardır. Ülkemizde tekrar eden durum da budur. Varsa, “Hz. Ömer’i ve adaletini” getirseniz de bu sistemde farklı bir sonuç elde edemezsiniz. Belki Mustafa Koç’a karşı yapılan ihbarın yargıda sonuçsuz kalmasını sağlayabilirsiniz ama, benzer ihbarlarla yapılan müdahalelerin halka, aydınlara, demokratlara, sivil toplum kuruluşlarına, etnik topluluklara ve demokrasinin inşa sürecine zarar vermesini engelleyemezsiniz." (Mihrac Ural, "Yargıya Müdahale" adlı 25 Aralık 2005 Tarihli makale)
Yukarıdaki uzun alıntılarla, örnekler aktarmaya çalıştığım hukuk müdahaleleri, gerçekte ülkemizde yapısal bir durudur. Bu yapısal durumun gelip dayandığı yer açık savaş olmuşsa bunu başka yerde aramamak gerek. Bu ülke, bu yapısıyla bundan sonra çok daha çirkin bir hukuk savaşı alanı olmaya mahkumdur.
Yukarıdaki alıntıların üzerinden çok şey geçti. Bu gün ise, kıran kırana, açık ve inatçı "son düello" yaşanıyor gibi. Hükümet olanlar iktidar olmak istiyor. Bunun için son kaleleri fethetmeye çalışıyorlar, deniyorlar, çırpınıyorlar ve ele geçirdikleri alanları, büyük temizlik harekatıyla kimsenin eline düşmemesi için sağlam adımlar atıyorlar. Bu bir sivil diktatörlük yönelimidir. Hukuk alanında verilen bu kavganın en önemli yanı da budur. Halkımızın dikkatli olacağı alan budur. Gerileyen gerici etkinliklerin yerine, iktidarı ele geçirmek isteyen sivil diktaların olduğu gerçeğidir. Bu her iki tarafın da gerici olduğu ortak karekterini ve alınması gereken tutumu hiç değiştirmese de durum budur.
Gelişmeleri besleyen yapı, olasalıkların da ne olacağına önemli mesajlar iletiyor.
Bu süreci bilinci iyice çıkarmak için ülkemizde oligarşik yapıyı doğru çözümlemek gerek. Bu ülke, ne tek ulus boyutunda tarihsel bir başarı kazanmıştır ne de farklılıkları bir arada tutacak "Malezya sendromu"nu gerçekçi tehlike yapabilecek federasyonlaşmaya gidebilmişitir. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet, planlandığı gibi kurumlaşamamıştır. Osmanlı’dan devraldığı coğrafya üzerinde tek ulusçu yapı inşaasını farklı etnik dokular üzerinde bir dayatma olarak inşaa etmeye çalışmıştır. Bunu yaparken, tarihin en barbar dönemlerinde başaramadığı asimilasyonu, çağın ilerleme ve değişimlerini hiçe sayarak, bir baskı aracı olarak kullanmaya çalışıp anayasal, yasal ve kurumsal yanlışlar ikame etmiştir. Hukuk da kaçınılmaz olarak dengesiz ve adaletsiz olmuştur. Bu adaletsizliği ele geçirmek üzere, aynı milliyetçi reflekslerle hareket edenlerin rekabeti gündeme gelince kaos alabildiğine boyutlanmıştır.
Ülkemiz, siyasal yapısında iktidar olmanın güç odakları vardır. Bunlara "Yüksek Kurul" deniyor. Cumhuriyet devletinin yirmiyi aşkın temel, "Yüksek Kurul" bulunmaktadır. Böylesi bir ülkede, hiç bir seçim sonucu iktidar vermez; ülkemizde hakimiyet kayıtsız şartsız milletin olamaz. İktidar olmak için, atanmışların oluşturduğu, "kuruluş felsefesi" adı altında yazılı olmayan, kiymeti kendinden menkul bir heyula, ne zaman, nerede ne yapacağına dair kimsenin önceden bir şey bilmediği güçlerin yönetimi altında, yüksek kurulların çoğunluğunda hakim olmayı gerektirir. Bu kurulların çoğunluğunda da hakim olmak yetmez, en önemlisi askeri gücü elinde tutan Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve yargı yüksek kurullarını da ele geçirmek gerek. Kim ne kadar Yüksek Kurulu fethetmiş ise o kadar iktidar olunan bir ülkedeyiz. Hükümet olsanız da iktidar olamamanın nedeni budur. Ancak halk olsanız da en demokratik siyasal tercihlerinizi parlamentoya taşısanız da yine iktidar olamazsınız.
Bu gün olanlar ise, en gerici sivil dikta hevesleriyle yanıp tutuşanların, en az kendileri kadar anti-demokratik, zulüm siciline sahip olanlar arasındaki iktidar kavgasından ibarettir.
Bugünün kavgası zaman zaman ortak düşmana karşı durgunlaşır. Geçiş süreçleridir bu durgunluk süreçleri. Birbirini kırmaya mola verirler. Ülkemizin farklılıkları, demokrasi ve özgürlük için mücadelelerini yükselttiklerinde ise bu rakip güçler, aniden milliyetçi bir kombinezon oluşturarark tek boyutlu hale gelirler; sınır ötesi oparesyon dahil, dış güçlerden her türlü yardımı kabul ederek, kendi vatandaşlarını kanlı bir kıyımla dize getirmekten beis duymazlar. Farklı inançlar karşısındaki hukuksuzlukları, insanları yasaklar, haksızlıklar zincirinde çarmıha gerer ya da Çorum, Maraş, Sivas Madımak oteli kıyım vahşetlerine kuşkulu yargının kirli adeleti olarak kendini gösterir.
Hukuk savaşı veren bu hukuksuzların, DTP Anayasa Mahkemesince kapatıldığında sesleri solukları çıkmamıştı. Bu haksız ve bir o kadar hukuk dışı yaptırım karşısında hukukları sağlamdı, yargıları kuşkulu değildi, adeletleri de temizdi. Farklılıkların ötelenmesi ve kıyıma uğraması, siyasal nefes alanlarının tıkanması ve yok edilmesi hukuk olurken, iktidar mücadelesinde birbirinin cemaatine saldırı gündeme gelince, hukuk meydan savaşlarının her türden kuşku bataklığında, kirli adeletle sergilenmesinin bir önemi yoktu.
Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, uzun süredir izlemekte olduğu Cemaat Dosyaları (İsmail Ağa, Fethullah ve menzil cemaatleri) ile ilgili yarattığı sıkıntı ve hükümeti en büyük cemaatleri karşısında mihenk taşına sürüşü, tutuklanmasıyla son buldu. Cumhuriyet tarihinin bir ilki olan, şahsı bir suç delili olmadan Cumhuriyet Başsavcısı’nın evini, makam odasını aratmak, adli suçlu gibi eziyet ederek sorgulanması ve sonuçta da Yargıtay’da değil de bir il mahkemesinde yargılanıp tutuklanması, hükümetin iktidar olma kavgasında hukuk alanına bir darbe gibi inmiştir. Sivil bir darbeden söz edilirse bundan daha iyisi olamazdı. Ortaya sürülen gerekçe ise, Ergenekon adlı, derin devlet örgütlenmesi olan bir çetenin üyesi olmak.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), ülkemizi yöneten temel yüksek kurullardan biridir. Bu kurul iktidar mücadelesinde hükümet karşıtı saflarda yerini almaktadır. Ülkemizin uzak bir köşesinde (Erzurum-Erzincan) birbirine diş geçirme mücadelesine müdahale ederek, Başsavcıyı tutklayan özel yetkili Erzurum Cumhuriyet Savcısı Osman Şenal ve yardımcı savcılarını "yetki aşımı" hatası içinde olduklarını ilan edip, görevden el çektirdi. Kılıçlar çekilmişti ve her bir tarf, elinden gelen tüm silahları, savaş alanına sürme eğiliminde. Görevden alınan savcılar yerine yeni atama için, Adalet Bakanı Müsteşarının karar toplantısına katılımı beklendi. Katılmadı. Bunla hükümet, kararında ısrarlı olduğunu ilan etti. Tam bir kör dövüşüyle, hukuk savaşı bu saate kadar devam etti. Yarın neler getirecek kim nasıl kazanacak bunu birlikte göreceğiz. Ancak konumuz bu değil. Konumuz bu ülkede hukukun olmadığı gerçeğini bir kez daha algılamaktır.
Bu satırların yazarı hukukçu değil; hukuk uzmanı hiç değildir. Ancak uzun yıllar yargının pençesinde zindan yatmıştır. Yoldaşlarının yargı rahmeti altında, inim inim inleyerek ölüm denklemlerinden geçtiğini, dava dosyalarındaki akıl almaz uydurmalarla kirli adeletin mahkumu olduklarını bilir. Bugünkü hukuk kavgasında sorunun her iki tarafın uzmanlarınca dile getirilen detaylara da vakıftır. Sadece bu bilgilere dayanarak gelişmeler üzerinde bir hüküm vermek elbette söz konusu olmayacaktır.
Ancak, bir vatandaş olarak yargı dinazorlarına bile diz titreten bu gelişmeler, halkın nasıl bir zulüm altında yargının merhamet darbelerine maruz kaldığını görmektedir. Bunu ilan etmektedir.
Hukukun tüm ilkelerini ayaklar altına alan bu kirli savaş, bir kez daha göstermiştir ki bitip tükenmez bir can pazarında, toplum olarak ağır bir şekilde aldatılıyoruz. Bu ülkede adalet yok. Kimse kimseyi aldatmasın, ikidarı bir biçimde gerici diktatörlük için ele geçirmek isteyen her iki taraf da adeletsizdir.
Hükümet "yargıya müdale edilmektedir" derken, karşı tarfın "siyaset yargıyı baskı altında yönetmek istiyor" diyerek dile getirdikleri tek şey, bu ülkede adaletin kirlendiği, yargının kuşkulu olduğu, hukukun ise olmadığı gerçeğidir.
On yıl önce söylediklerimi ya da beş yıl önce söylediklerimi tekrar etmeyeceğim. Artık yargıya müdahale edildiğinden kimse söz etmesin, diyeceğim.
Başka şeyler söylensin. Bu ülkede adalet yok, bunun için çare önerilsin; bu ülke birimizin değil hepimizindir.
16 Şubat 2010 Salı
UNUTULMASINLAR
Zeki BAYTERİN
17 Şubat 2010
Belki o günden çok daha evvel Kaşından sızan kanla bir köşe başında Beklide o günlerden çok daha sonra Yüzümde ak sakalımla aranızda olacağım O günlerden çok sonra yaşıyor olursam eğer Şehrin varoşlarında yaslanıp duvarlarına O kavgadan benim gibi sağ kalan ihtiyarlarına Yeni insanların yeni adımların yeni türkülerin hatırına Tarihin popilist zihniyete mahkum edilmek istendiğini teşhirini görev bileceğim İşkence tezgahlarında ser verip sır vermeyen kaç devrimci hatırlıyorsunuz Cezaevlerinde bedenlerini tutuşturan, direnen Ölen. Öldürülen devrimcileri? Ya da, idam sehpasında sloganlarını haykırıp dik başlarını sicime tereddüt etmeden uzatan devrimcileri Tanıyormusunuz ? Onları tanıyın ve hatırlayın ki, yaşamlarındaki tüm güzellikleri, umutları, özlemleri bizim yalnız geçmişimiz değil, geleceğimiz olsun, Yıl 1972 aylardan mayıs upuzun boyu elleri arkadan bağlı üzerine giydirilen beyaz gömlekle yürüyordu sessizliği bozan, ayaklarındaki kalın zincirlerin koridordaki yankılarıydı üç kişiydiler o asılacakların ilkiydi, sehpaya gidişi üniversitedeki kavga günlerinden farksız başı dikti üçü de peş peşe aynı koridordan geçtiler, sehpalarını tekmeleyip bir geleneği geleceğe taşıdılar, İşte geleneği sürdürüp ölümü yenenler Serdar 25 ekim 1980 şafağı zincirini sürüyerek yaralı bacağıyla hücresinde volta atıyor ve idama hazırlık yapıyordu cellatlar sarmış çevresini sehpada boynunda ip ve o son nefesiyle dalayıp ciğerini bir bıçak gibi vuruyor kelimeleri dişleri arasından Haykırıyor ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin hoş geldi,,,adana cezaevi ayakta yatak ve yorganlar meşaleydi cezaevindeki yoldaşları onu 25 ekim 1980 şafağına uğurluyordu 20 ağustos 1980 hücre kapısının açılmasıyla Özenç yatağından doğruldu, hazırlıklıydı,,, geceleri yatağına aldığı, ayağına bağlı demir gülleyi yere bıraktı, ve ayağa dikildi, o anın geldiğini anladı infaz saatinin gelmiş olmasının anlaşılması tüm cezaevini ayaklandırmış adana cezaevi tek yürek olmuştu başını gök yüzüne çevirip yoldaşlarının sloganları arasında, uzun süredir ilk kez zincirleri ve güllesi olmadan yürüdü sehpaya çıktığında orada sanki yoldaşlarıyla buluşmuş gibi gülümsedi son sözlerini söyleyip sandalyeyi tekmeledi, Cellat, uyandı yatağında bir gece Tanrım dedi bu ne zor bilmece Öldükçe çoğalıyor adamlar Ben tükenmekteyim öldürdükçe Adana kapalı cezaevine üçüncü darağacı kurulmuştu, 23 ocak 1983 garip bir tesadüf yine bir 23 ocak günü doğmuştu tamda doğduğu gün onun yaşamına son vermek için tüm hazırlıklar tamamlanmıştı avluda üç tane çatal ağaç ve eski tahta bir sandalyenin üzerine sarkan ilmek edilmiş ip hücre kapısı açıldığında ali ayağa kalktı arkadaşlarıyla son kez slogan atarak vedalaştı beyaz önlüğün içerisinde elleri kelepçeliydi koridordan avluya asker ve gardiyanların arasından geçerek sehpaya çıktı, son sözleri halkım için mücadele ettim halkım için ölüyorum yaşasın devrim yaşasın sosyalizm oldu dik başını ipe uzattı kimse sandalyesine yönelmeden ayağıyla sandalyesine dokundu ip sarktı darağacı gıcırdadı avlu sustu Sanılmasın unutuldular Sanılmasın şafağın adlılarını hatırlamıyoruz Bire bin verdi başakları,
17 Şubat 2010
Belki o günden çok daha evvel Kaşından sızan kanla bir köşe başında Beklide o günlerden çok daha sonra Yüzümde ak sakalımla aranızda olacağım O günlerden çok sonra yaşıyor olursam eğer Şehrin varoşlarında yaslanıp duvarlarına O kavgadan benim gibi sağ kalan ihtiyarlarına Yeni insanların yeni adımların yeni türkülerin hatırına Tarihin popilist zihniyete mahkum edilmek istendiğini teşhirini görev bileceğim İşkence tezgahlarında ser verip sır vermeyen kaç devrimci hatırlıyorsunuz Cezaevlerinde bedenlerini tutuşturan, direnen Ölen. Öldürülen devrimcileri? Ya da, idam sehpasında sloganlarını haykırıp dik başlarını sicime tereddüt etmeden uzatan devrimcileri Tanıyormusunuz ? Onları tanıyın ve hatırlayın ki, yaşamlarındaki tüm güzellikleri, umutları, özlemleri bizim yalnız geçmişimiz değil, geleceğimiz olsun, Yıl 1972 aylardan mayıs upuzun boyu elleri arkadan bağlı üzerine giydirilen beyaz gömlekle yürüyordu sessizliği bozan, ayaklarındaki kalın zincirlerin koridordaki yankılarıydı üç kişiydiler o asılacakların ilkiydi, sehpaya gidişi üniversitedeki kavga günlerinden farksız başı dikti üçü de peş peşe aynı koridordan geçtiler, sehpalarını tekmeleyip bir geleneği geleceğe taşıdılar, İşte geleneği sürdürüp ölümü yenenler Serdar 25 ekim 1980 şafağı zincirini sürüyerek yaralı bacağıyla hücresinde volta atıyor ve idama hazırlık yapıyordu cellatlar sarmış çevresini sehpada boynunda ip ve o son nefesiyle dalayıp ciğerini bir bıçak gibi vuruyor kelimeleri dişleri arasından Haykırıyor ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin hoş geldi,,,adana cezaevi ayakta yatak ve yorganlar meşaleydi cezaevindeki yoldaşları onu 25 ekim 1980 şafağına uğurluyordu 20 ağustos 1980 hücre kapısının açılmasıyla Özenç yatağından doğruldu, hazırlıklıydı,,, geceleri yatağına aldığı, ayağına bağlı demir gülleyi yere bıraktı, ve ayağa dikildi, o anın geldiğini anladı infaz saatinin gelmiş olmasının anlaşılması tüm cezaevini ayaklandırmış adana cezaevi tek yürek olmuştu başını gök yüzüne çevirip yoldaşlarının sloganları arasında, uzun süredir ilk kez zincirleri ve güllesi olmadan yürüdü sehpaya çıktığında orada sanki yoldaşlarıyla buluşmuş gibi gülümsedi son sözlerini söyleyip sandalyeyi tekmeledi, Cellat, uyandı yatağında bir gece Tanrım dedi bu ne zor bilmece Öldükçe çoğalıyor adamlar Ben tükenmekteyim öldürdükçe Adana kapalı cezaevine üçüncü darağacı kurulmuştu, 23 ocak 1983 garip bir tesadüf yine bir 23 ocak günü doğmuştu tamda doğduğu gün onun yaşamına son vermek için tüm hazırlıklar tamamlanmıştı avluda üç tane çatal ağaç ve eski tahta bir sandalyenin üzerine sarkan ilmek edilmiş ip hücre kapısı açıldığında ali ayağa kalktı arkadaşlarıyla son kez slogan atarak vedalaştı beyaz önlüğün içerisinde elleri kelepçeliydi koridordan avluya asker ve gardiyanların arasından geçerek sehpaya çıktı, son sözleri halkım için mücadele ettim halkım için ölüyorum yaşasın devrim yaşasın sosyalizm oldu dik başını ipe uzattı kimse sandalyesine yönelmeden ayağıyla sandalyesine dokundu ip sarktı darağacı gıcırdadı avlu sustu Sanılmasın unutuldular Sanılmasın şafağın adlılarını hatırlamıyoruz Bire bin verdi başakları,
BAŞKAN ÖCALAN'A ÖZGÜRLÜK ; Liderini Tutsak Etmekle, Kürt Halkını Esir alamazsınız
Mihrac Ural
15 Şubat 2010
15 Şubat 1999. Uluslararası bir zulüm komplosuyla esir düştü. Halkı için direndi. Zindanı bir özgürlük meşalesine dönüştürdü. Koca ülkenin siyasal gündemi, o dar hücresinden belirlenir oldu. O bir halkın etrafında anlam ve vucut bulduğu bir liderdi.11 Yıl geride bırakarak bu güne geldi. Tutsak alanın esir olduğu bir denklem aranacak olursa bundan daha belirgini bulunamaz. Başkan öcalan özgür, onu tutsak alanlar esir oldu.
Kürt halkının liderini tutsak etmekle onu ve halkını esir aldığınızı sandınız. 1000 yıllık fetih ve kıyım sentezi olan Osmanlı aklıyla yakıp yıktınız, köle ettiniz, yok olduğunu sandınız. Küllerinden doğan Anka kuşu gibi, gerçekler bir kez daha karşınıza dikildi. Kürt halkı özgürlük istedi. Bunu ne pahasına olursa olsun kazanma kararlılığı gösterdi. Tutsak liderinin özgür sesiyle meydanları doldurdu, engellerinize rağmen seçimlerinizi kazandı, parlamentolarınızı doldurdu.
Son on yılın tüm gelişmeleri gösterdi ki, liderini tutsak almakla Kürt halkını esir alınamıyor. Anlamsız ve gereksiz bir inatla, milliyetçi bölücülükle, kanlı sınır ötesi operasyonlarla, yakıp yıkmadığnız yer kalmadı. Ama sonuç istediğiniz gibi olmadı. Haksızdınız ve kanlı girişimlerle hakkı batıl etmeye çalışıyorsunuz. Kürt Halkının gür sesini, liderinin zindan duvarlarınızı aşan özgürlüğü yok olmadı. Susmadı.
Zindanlarınızın duvarları sorunu çözemedi. Kürt halkın özgürlük istemi, liderinin arkasında her özveriyi sunarak durdu. Bu gerçek bir şamar gibi, kıyım aklınızın suratına patladı.
Ortak ülkemizi esir ettiniz. Kendinizi ve tüm halkları yaraladınız, zarara soktunuz. Ülkemiz kan keybetti. Mali ve bedensel zararların telafisi mümkün olmayacak bir boyuta yuvarlandı, kaos oldu, buna rağmen inadınız tutmadı
Artık daha fazlasını dayatmanın bir mantığı kalmadı. Kaybettiniz, güvenlik algılarıyla özgürlüklere koyduğunuz yasakçı yönelim kaybetti, bunu anlayın; kendinizi, halkınızı, halkımızı da bu esarette mahkum etmeye devam edemezsiniz. Yeryüzünün hiç bir kudreti sizi başarılı kılamaz. Artık kendiniziden başka kimseye de zarar veremeyecek haldesiniz. Bunu anlayın.
Başkan Öcalan, kişi değil halktır. O sadece Kürt halkı de değil Anadolunun tüm insanlığıdır, hepimiz adına tutsaktır ve hepimiz adına özgür olacaktır. Onun özgürlüğü ülkenin kaoslarından, kimlik bunalımlarından da kurtuluşun adımıdır: bu adımı atmak için tüm güçlerimizi, aklı selim insanlarımızı özgürlük sürecine omuz vermeye davat ediyorum.
Kendi adıma ve yoldaşlarım adına, örgütüm ve halkım adına ortak ülkemizde eşitler olarak, barış içinde bir arada yaşamak için, Başkan Öcalan'a özgürlük çağrımı yeniliyorum.
15 Şubat 2010
15 Şubat 1999. Uluslararası bir zulüm komplosuyla esir düştü. Halkı için direndi. Zindanı bir özgürlük meşalesine dönüştürdü. Koca ülkenin siyasal gündemi, o dar hücresinden belirlenir oldu. O bir halkın etrafında anlam ve vucut bulduğu bir liderdi.11 Yıl geride bırakarak bu güne geldi. Tutsak alanın esir olduğu bir denklem aranacak olursa bundan daha belirgini bulunamaz. Başkan öcalan özgür, onu tutsak alanlar esir oldu.
Kürt halkının liderini tutsak etmekle onu ve halkını esir aldığınızı sandınız. 1000 yıllık fetih ve kıyım sentezi olan Osmanlı aklıyla yakıp yıktınız, köle ettiniz, yok olduğunu sandınız. Küllerinden doğan Anka kuşu gibi, gerçekler bir kez daha karşınıza dikildi. Kürt halkı özgürlük istedi. Bunu ne pahasına olursa olsun kazanma kararlılığı gösterdi. Tutsak liderinin özgür sesiyle meydanları doldurdu, engellerinize rağmen seçimlerinizi kazandı, parlamentolarınızı doldurdu.
Son on yılın tüm gelişmeleri gösterdi ki, liderini tutsak almakla Kürt halkını esir alınamıyor. Anlamsız ve gereksiz bir inatla, milliyetçi bölücülükle, kanlı sınır ötesi operasyonlarla, yakıp yıkmadığnız yer kalmadı. Ama sonuç istediğiniz gibi olmadı. Haksızdınız ve kanlı girişimlerle hakkı batıl etmeye çalışıyorsunuz. Kürt Halkının gür sesini, liderinin zindan duvarlarınızı aşan özgürlüğü yok olmadı. Susmadı.
Zindanlarınızın duvarları sorunu çözemedi. Kürt halkın özgürlük istemi, liderinin arkasında her özveriyi sunarak durdu. Bu gerçek bir şamar gibi, kıyım aklınızın suratına patladı.
Ortak ülkemizi esir ettiniz. Kendinizi ve tüm halkları yaraladınız, zarara soktunuz. Ülkemiz kan keybetti. Mali ve bedensel zararların telafisi mümkün olmayacak bir boyuta yuvarlandı, kaos oldu, buna rağmen inadınız tutmadı
Artık daha fazlasını dayatmanın bir mantığı kalmadı. Kaybettiniz, güvenlik algılarıyla özgürlüklere koyduğunuz yasakçı yönelim kaybetti, bunu anlayın; kendinizi, halkınızı, halkımızı da bu esarette mahkum etmeye devam edemezsiniz. Yeryüzünün hiç bir kudreti sizi başarılı kılamaz. Artık kendiniziden başka kimseye de zarar veremeyecek haldesiniz. Bunu anlayın.
Başkan Öcalan, kişi değil halktır. O sadece Kürt halkı de değil Anadolunun tüm insanlığıdır, hepimiz adına tutsaktır ve hepimiz adına özgür olacaktır. Onun özgürlüğü ülkenin kaoslarından, kimlik bunalımlarından da kurtuluşun adımıdır: bu adımı atmak için tüm güçlerimizi, aklı selim insanlarımızı özgürlük sürecine omuz vermeye davat ediyorum.
Kendi adıma ve yoldaşlarım adına, örgütüm ve halkım adına ortak ülkemizde eşitler olarak, barış içinde bir arada yaşamak için, Başkan Öcalan'a özgürlük çağrımı yeniliyorum.
14 Şubat 2010 Pazar
KÜÇÜK BİR AHLAK DERSİ
Mihrac Ural'ın notu:
Acilcilerin Dedekorkut'u Zeki BAYTERİN yine yazdı. Bu yazı insani reflekslerin, aymazların suratına indirdiği bir şamardır.
Bu yazıda, güzel örnekleriyle, yorucu olmayan kasisleriyle Ahlaksızlar anlatılıyor. ABBAS'ı bilirsiniz bir itirafçıdır, İBOŞ ise malum.. Blogumda bu yazılara yer vermek istemiyorum diye yazdım hep. Ancak bu insani reflekse duyarsız kalamazdım.
Kişileri kullanmışlar, olmadık yazıları adlarına yazmışlar, sahtekarlıkları açığa çıkınca özür dilememişler, bu yazıda yeni gerçekleri birlikte okuyacağız. Bu ahlaksızları bir kez daha tanıyacağız.
İnsanları, kardeşleri, yoldaşları birbirine düşüren, yalan kurgularla, duyum ve alıntısız söylemlerle örgütümüze saldıran, kara çalanlar bu gün artık varacakmları en dip gerilemenin çıkmazı içindedirler. Çevrelerinde kimse kalmadı; yapayanlız bir itirafçı, bir MİT ajanı bir de ölü konuşturucusu kaldılar. Yarım porsyona düşen izlenmeleriyle, vicdansızlıklarıyla, hayasızlıklarıyla yüz yüze kaldılar. Bu sonucu yaratan gerçekler Nebil Rahuma yoldaşı kullanma çabalarına yeğeni Ahmetin vurduğu sert şamar kadar, Ali Çakmaklı'nın yeğeni Zeki Bayterin'in taşa kazılmış cümleleriyle gerçekleri dile getiren açıklamaları önemli rol oynamıştır. Mehmet Yavuz gibi kadim bir yoldaşın ipek bir halı işler gibi belge ve kanıtlarla ortaya koyduğu gerçekler bunların bellerini bir daha onarılmayacak biçimde kırmıştır, bitirmiştir.
Bu ahlaksızlar neye el attıysa kirletmeye, utanç verici hale getirmeye, kendi kirliliklerini bulaştırmaya çalıştılar. Ama başaramadılar. Bu süreç artık son demlerini yaşıyor. Özel Harp Dairesi kuklaları, gerçekler karşısında mahkum oldular.
Zeki BAYER'in bu kısa yazısında, önemli gerçekleri bir son mühür yazısı olarak dile getirdi. Birlikte okuyalım...
Zeki BAYTERİN
14 Şubat 2010
Yazımın yada bu zorunlu açıklamamın başlığı her ne kadar sınırlı olsa da içeriği bu süreçte tanıdığım tüm ahlaksızlara yöneliktir.
Bir yandan değerlerden bahsedip öte yandan her türlü yalan iftira ve çirkin suçlamalarla varılacak yer meçhul değildir. Küfür duymaktan hoşlandığını söyleyen bunaktan tutun beni hiç tanımayan ama bir çok suçlamalarda bulunduktan sonra aldığım bilgiydi diyerek geriye çekilen zatı muhteremlerin varsa genç oğlu, kızı, eşi onlar benim kusuruma bakmasınlar AHLAKSIZ'ın orijinali sizlersiniz demek zorundayım.
İlker Akaman, Yüksel Eriş gibi şehitlerin olmadığı yerde ileri sürdüğünüz ACİL'in kurucularından antetli yalan iddialarınız, BADER MAİNHOF ve ya KIZIL TUGAYLAR'I kuran da olsanız hiç bir şey değiştirmiyor, siz orijinal AHLAKSIZlarsınız… İnsanları birbirine kırdırmak amacıyla yazmadıysanız yani beni yakından ilgilendiren ÇUKUROVA düşünce derneği imzalı yazılar sizin üretiminiz değilse oradan da birkaç AHLAKSIZLIK müteşebisi, bir çok karanlık, kişiliksiz tip çıkar bu konular laf olsun diye söylenmez, laf olsun diye söylendiğinde AHLAKSIZLIK yapmış olunur.
Bakın ben söylüyor, yazıyorum, adımı koyuyorum, kendileri öyleyken başkalarına yakıştırma yapılıyorsa yeter artık der yüzlerine söylerim, annem babam ölsün söyliyeceklerimin itiraz etme hakkı olmaz kimsenin işi bu tip konular olmamalı ama madem bu konuya girdiniz açıklamasız üstünü örtünüz yada açıklamasız kaçtınız bende bu konuya nokta koyup bitireyim dedim. Bırakıp kaçandan hala yazana, dışarıdan surfle verene kadar AHLAKSIZLAR sizlersiniz. Sizlerin işi, bu tip konularsa uzakta aramayın bazen yan yana resminiz çıkabilir, sizin olmazsa sizin adınıza şehir şehir dolaşanın resimleri çıkabilir. Sizi tanıdığımdan beri, olduğu gibi yine başınız önünüze düşer, rezil olursunuz. Ben de neler söylüyorum… Rezil olmak bilmeden hata yapan insanlara mahsus, siz artık kaşarlanmışsınız yüzünüze tükürülse çiğ yağıyor dersiniz. En çirkin en seviyesiz yazınızın altına yakın arkadaşımın adını koyacak kadar pervazsız şerefsiz insanlarsınız. Hesaplayamadığınız, biz birbirimizi tanırız, kim ne kadar hata yapar biliriz. Ben ilk günden bugüne kadar Arap Ayhan böyle bir şerefsizliğe alet olmayacağından emindim. Sizler de beni tanımazsınız, namuslu adam olsanız bu bilgileri aldığınız AHLAKSIZLARDAN hesabını sorardınız, teşhir ederdiniz.
Ben yine neler söylüyorum… Sormak doğruyu aramak namuslu adam işi, sanki sizi birkaç kıçı kırık yanlış bilgilendirip kaçtı galiba. Doğrusu eylüle hazırlıktı. Aynı atölyede buluşan cardunların üretimine malzeme olduk. O zaman atölyenizin o süreçteki hakımda yazılanlara katkı koyan uzaktan surfle verenlerine kadar genç çocuklarınız, yengelerim kusura bakmasınlar hepiniz AHLAKSIZSINIZ demek zorundayım. Yarın "ALDO MORO'yu da siz öldürmüştünüz" deseniz çok umrumda olmaz. NASRETTİN HOCA'sınız, en önemli icraatınız kardeşi kardeşe düşürmektir. Hatıra olarak sakladığım mesajlar var, sizleri iyi tanıyorum… Bilgi birikiminizle, kalıbınızla yanına hikayelerinizide ekleyince, pop şarkıcılarını bile panzere, tanklara saldırtırsınız.
O yüzden, yazana, gönderene kızmıyorum, çünkü istediğiniz o.
Ne garip herkesin birbirinden ayrı hesabı var gibi, buluştukları tek nokta, ölenlerimiz şeytani konuda yetenekliler doğrusu, hani insan yüzde yüz haklıyken haksız konuma düşürmek, ne acıdır. Hele bir iki cambaz yalancı şahit de varsa, aklı yedirirler . 30 yıldır görmediğim amcamı kim organize etti, neden dünyamıza girdi, kayboldu, ne site kaldı ne adres. Aslında merak etmiyorum, olay gayet basit, amcama haklı olarak ahlaksız demezsem de alçak diyeceğim. Öyle de olsa babamın kardeşi, adam olun adam…
İnsanları birbirine düşürmekten, zevk alıyor, toplumda farklı görünmeyi becerebiliyorsunuz, ulan sizin hepiniz aynı tornadan çıkmış gibisiniz. Tuzunuz kuru hem yazıyor hem oynuyorsunuz. Aynı tornadan çıkmış yazılarından tanıdığım hakkımda haksız yazılanlara imzasını koyan her kim olursa olsun, AHLAKSIZ olan sizsiniz.
Bu ithamı kadıramayacak kadar onurunuz varsa, bizi yanılttılar diyorsanız, başkalarının oyununa geldi diye bir çark kırma harekatınız varsa, kaynaklarınızı açıklamak zorundasınız… Belki kaynaklarınız öyledir, açıklamadığınız sürece ben hepinize öyle bakmaya devam edeceğim…
Acilcilerin Dedekorkut'u Zeki BAYTERİN yine yazdı. Bu yazı insani reflekslerin, aymazların suratına indirdiği bir şamardır.
Bu yazıda, güzel örnekleriyle, yorucu olmayan kasisleriyle Ahlaksızlar anlatılıyor. ABBAS'ı bilirsiniz bir itirafçıdır, İBOŞ ise malum.. Blogumda bu yazılara yer vermek istemiyorum diye yazdım hep. Ancak bu insani reflekse duyarsız kalamazdım.
Kişileri kullanmışlar, olmadık yazıları adlarına yazmışlar, sahtekarlıkları açığa çıkınca özür dilememişler, bu yazıda yeni gerçekleri birlikte okuyacağız. Bu ahlaksızları bir kez daha tanıyacağız.
İnsanları, kardeşleri, yoldaşları birbirine düşüren, yalan kurgularla, duyum ve alıntısız söylemlerle örgütümüze saldıran, kara çalanlar bu gün artık varacakmları en dip gerilemenin çıkmazı içindedirler. Çevrelerinde kimse kalmadı; yapayanlız bir itirafçı, bir MİT ajanı bir de ölü konuşturucusu kaldılar. Yarım porsyona düşen izlenmeleriyle, vicdansızlıklarıyla, hayasızlıklarıyla yüz yüze kaldılar. Bu sonucu yaratan gerçekler Nebil Rahuma yoldaşı kullanma çabalarına yeğeni Ahmetin vurduğu sert şamar kadar, Ali Çakmaklı'nın yeğeni Zeki Bayterin'in taşa kazılmış cümleleriyle gerçekleri dile getiren açıklamaları önemli rol oynamıştır. Mehmet Yavuz gibi kadim bir yoldaşın ipek bir halı işler gibi belge ve kanıtlarla ortaya koyduğu gerçekler bunların bellerini bir daha onarılmayacak biçimde kırmıştır, bitirmiştir.
Bu ahlaksızlar neye el attıysa kirletmeye, utanç verici hale getirmeye, kendi kirliliklerini bulaştırmaya çalıştılar. Ama başaramadılar. Bu süreç artık son demlerini yaşıyor. Özel Harp Dairesi kuklaları, gerçekler karşısında mahkum oldular.
Zeki BAYER'in bu kısa yazısında, önemli gerçekleri bir son mühür yazısı olarak dile getirdi. Birlikte okuyalım...
Zeki BAYTERİN
14 Şubat 2010
Yazımın yada bu zorunlu açıklamamın başlığı her ne kadar sınırlı olsa da içeriği bu süreçte tanıdığım tüm ahlaksızlara yöneliktir.
Bir yandan değerlerden bahsedip öte yandan her türlü yalan iftira ve çirkin suçlamalarla varılacak yer meçhul değildir. Küfür duymaktan hoşlandığını söyleyen bunaktan tutun beni hiç tanımayan ama bir çok suçlamalarda bulunduktan sonra aldığım bilgiydi diyerek geriye çekilen zatı muhteremlerin varsa genç oğlu, kızı, eşi onlar benim kusuruma bakmasınlar AHLAKSIZ'ın orijinali sizlersiniz demek zorundayım.
İlker Akaman, Yüksel Eriş gibi şehitlerin olmadığı yerde ileri sürdüğünüz ACİL'in kurucularından antetli yalan iddialarınız, BADER MAİNHOF ve ya KIZIL TUGAYLAR'I kuran da olsanız hiç bir şey değiştirmiyor, siz orijinal AHLAKSIZlarsınız… İnsanları birbirine kırdırmak amacıyla yazmadıysanız yani beni yakından ilgilendiren ÇUKUROVA düşünce derneği imzalı yazılar sizin üretiminiz değilse oradan da birkaç AHLAKSIZLIK müteşebisi, bir çok karanlık, kişiliksiz tip çıkar bu konular laf olsun diye söylenmez, laf olsun diye söylendiğinde AHLAKSIZLIK yapmış olunur.
Bakın ben söylüyor, yazıyorum, adımı koyuyorum, kendileri öyleyken başkalarına yakıştırma yapılıyorsa yeter artık der yüzlerine söylerim, annem babam ölsün söyliyeceklerimin itiraz etme hakkı olmaz kimsenin işi bu tip konular olmamalı ama madem bu konuya girdiniz açıklamasız üstünü örtünüz yada açıklamasız kaçtınız bende bu konuya nokta koyup bitireyim dedim. Bırakıp kaçandan hala yazana, dışarıdan surfle verene kadar AHLAKSIZLAR sizlersiniz. Sizlerin işi, bu tip konularsa uzakta aramayın bazen yan yana resminiz çıkabilir, sizin olmazsa sizin adınıza şehir şehir dolaşanın resimleri çıkabilir. Sizi tanıdığımdan beri, olduğu gibi yine başınız önünüze düşer, rezil olursunuz. Ben de neler söylüyorum… Rezil olmak bilmeden hata yapan insanlara mahsus, siz artık kaşarlanmışsınız yüzünüze tükürülse çiğ yağıyor dersiniz. En çirkin en seviyesiz yazınızın altına yakın arkadaşımın adını koyacak kadar pervazsız şerefsiz insanlarsınız. Hesaplayamadığınız, biz birbirimizi tanırız, kim ne kadar hata yapar biliriz. Ben ilk günden bugüne kadar Arap Ayhan böyle bir şerefsizliğe alet olmayacağından emindim. Sizler de beni tanımazsınız, namuslu adam olsanız bu bilgileri aldığınız AHLAKSIZLARDAN hesabını sorardınız, teşhir ederdiniz.
Ben yine neler söylüyorum… Sormak doğruyu aramak namuslu adam işi, sanki sizi birkaç kıçı kırık yanlış bilgilendirip kaçtı galiba. Doğrusu eylüle hazırlıktı. Aynı atölyede buluşan cardunların üretimine malzeme olduk. O zaman atölyenizin o süreçteki hakımda yazılanlara katkı koyan uzaktan surfle verenlerine kadar genç çocuklarınız, yengelerim kusura bakmasınlar hepiniz AHLAKSIZSINIZ demek zorundayım. Yarın "ALDO MORO'yu da siz öldürmüştünüz" deseniz çok umrumda olmaz. NASRETTİN HOCA'sınız, en önemli icraatınız kardeşi kardeşe düşürmektir. Hatıra olarak sakladığım mesajlar var, sizleri iyi tanıyorum… Bilgi birikiminizle, kalıbınızla yanına hikayelerinizide ekleyince, pop şarkıcılarını bile panzere, tanklara saldırtırsınız.
O yüzden, yazana, gönderene kızmıyorum, çünkü istediğiniz o.
Ne garip herkesin birbirinden ayrı hesabı var gibi, buluştukları tek nokta, ölenlerimiz şeytani konuda yetenekliler doğrusu, hani insan yüzde yüz haklıyken haksız konuma düşürmek, ne acıdır. Hele bir iki cambaz yalancı şahit de varsa, aklı yedirirler . 30 yıldır görmediğim amcamı kim organize etti, neden dünyamıza girdi, kayboldu, ne site kaldı ne adres. Aslında merak etmiyorum, olay gayet basit, amcama haklı olarak ahlaksız demezsem de alçak diyeceğim. Öyle de olsa babamın kardeşi, adam olun adam…
İnsanları birbirine düşürmekten, zevk alıyor, toplumda farklı görünmeyi becerebiliyorsunuz, ulan sizin hepiniz aynı tornadan çıkmış gibisiniz. Tuzunuz kuru hem yazıyor hem oynuyorsunuz. Aynı tornadan çıkmış yazılarından tanıdığım hakkımda haksız yazılanlara imzasını koyan her kim olursa olsun, AHLAKSIZ olan sizsiniz.
Bu ithamı kadıramayacak kadar onurunuz varsa, bizi yanılttılar diyorsanız, başkalarının oyununa geldi diye bir çark kırma harekatınız varsa, kaynaklarınızı açıklamak zorundasınız… Belki kaynaklarınız öyledir, açıklamadığınız sürece ben hepinize öyle bakmaya devam edeceğim…
12 Şubat 2010 Cuma
SINIF MÜCADELESİ
Zeki BAYTERİN
12 Şubat 2010
İşsizleştirdiniz, yoksullaştırdınız öyleyse öfkemizden korkun bu sözler son derece sade ve yalın, ama bir devrimci programın maddelerini özetler insan yerine konulmayanların öfkesini, umudunu dile getirir.
Emekçilerin öfkesinin devrimci hareketin pratiği dışındaki kanallardan akıyor olması, bir dizi faktörün yanında, kendi kapalı devre yaşantısına gömülmüş olan solun hatalarının eseridir. Bu coğrafyadaki devrimci damar, ne kurumuştur ne de yok olmuştur veriler biz henüz bütün devrimci bilgi ve araçları kullanarak bir biçimde aşılamıyor olsa da doğru verilerdir.
Sorun gerçekten sınıf mücadelesiyse Meydanların bizlere öğrettiği emekçilerin ezilenlerin dertlerine vitrinlerden ahkam kesmenin yararının olmadığı gibi devrimciliğin sayfalarca askerlik anılarıyla da örtüşmediği bilinir. Kuşkusuz askerlik anılarının faydalı olacağı yerlerde vardır en iyi niyetli olan yazarın yazdıklarının çok satma çabası gibi varlıklı iş adamlarıyla ortaklıktan aç kapa şirket faaliyetlerine, yani kısaca özetleyecek olursak ticari ilişkilerde yararı olmadığını söylemek doğrusu birazcık saflık olur.
Nerede askerlik anılarını sıkça anlatan birini görürseniz bilin ki artık devrimcilikle alakası kalmamıştır, hatta çoğunlukta dünyanın dört bir yanıyla paslaştığı ticari ilişkileri bulunabilir. Bütün bunlardan dolayı kızmak mı gerekir doğrusu bilmiyorum ama iyi bildiğim soldan gelen bu tiplerin bastırılmış duygularıyla sıradan harcıalem insanlardan daha seviyesiz daha zalim olduklarıdır. Bu konuda geniş bir yazı çalışmamın olması şu an bu konunun üzerinden atlamamı gerektiriyor. Önümüzdeki sürecin sorunu artık kime ve nereye yöneleceğimiz sorunu değildir, bunun nasıl ve hangi araçlarla yapılacağı da meçhul değildir.
Öğreniyoruz, okula gider gibiyiz, üzerimize öbek öbek geliniyor panik yok, bizler halkın çocuklarıyız halk düşmanlarıyla da belgeli işçi düşmanı ve yalakalarıyla da savaşmak bizim boynumuzun borcudur.
Öğreniyoruz, devrimcilerin en büyük öğretmeni olan meydanların, sokakların pratiği bize kendi sırlarını veriyor. Kulağımıza incelikler yeni yöntemler fısıldıyor, hatalar yaparsak eğer bizi cezalandırıyor, doğru şeyler yaptığımızda ise açık vermemenin, sırtımızdan hançerlenmesek, yüz yüze savaşta kaybetmenin asla mümkün olmadığını da göstermiş oluyor. Alanlar, sokaklar devrimin anası bitki, su, toprak gibidir. Mücadeleyi büyüten odur, onun inceliklerini kavrayan, sokağı iyi tanıyan ve haklı olan yenilmez.
Devrimci halk hareketi, meydanlardan başka hiçbir yerde kurulamaz.
Bir halk hareketini bütünlüklü stratejik anlayışın bir parçası olarak inşa etmek ve bunu meydanlarda yapmak gerekir.
Ama yalnızca meydanlarda olmak önemli değildir,meydanda olmak önemlidir ama kendi başına anlamlı değildir. Biz, öğrendiği bir türküyü yıllarca tekrarlayıp durmayı marifet zanneden kötü türkücüler değiliz.
Öğreniyoruz, abartmıyoruz, küçümsemiyoruz. Şunu biliyoruz, devrimci mücadele sürecinde hiçbir şey kendi görünür içeriğinden ibaret değildir. Bir halk hareketi kurmak isteyenler, her küçük direnişi, her tek ilişkiyi, uzun devrim yıllarının kalıcı ihtiyaçlarına bağlar.
Her süreç bittiğinde ya da kesintiye uğradığında, geriye bir deneyimler, ilişkiler yumağı kalır. Oradan yeni bir sürece varılır eğer uzun süreli bir mücadelede kararlıysanız her güncel süreci bu mücadelenin ihtiyaçlarını da gözeterek değerlendirirsiniz. Yeni sürecin başından beri bugünkü durumun ağrı kesicilerle düzeltilemeyeceğini artık ciddi bir müdahalenin gerekli olduğunun anlaşılması ve yine sürecin başından beri sol siyasi yelpazenin herhangi bir parçası olmak değil, doğru olanın bir devrim hareketi, bir halk hareketi yaratmanın hedeflenmesidir. Her şey bununla bağlantılıdır, bir devrimci olaylara böyle bir pencereden bakar isteyende askerlik anılarında ısrara devam eder oda küçümsenmez ama bugün devrimci olmakla örtüşmediğini anlamak için çokta devrimci olmak gerekmiyor.
9 Şubat 2010 Salı
DEVLETİN ALEVİ ÇALIŞTAYI MİLLİYETÇİ BİR BÖLÜCÜLÜKTÜR
Mihrac Ural
10 Şubat 2010
AKP demeyeceğim, adını doğrudan koyacağım. Devlet demokrasinin bütünsel olarak algılanmasına karşı, demokrasi güçlerini ve taleplerini bölerek güçsüzleştirmeye ve yok etmeye çalışıyor.
Çalıştay devletin milliyetçi girişimidir. İnanç konusunda bütünü büyük fay hatlarıyla birbirine karşı düşürme çabasıdır. Anadolu Aleviliğini Türk ekseninde döndürme, Kürt ve Arap Aleviliğini dışlayarak, ortak bir demokratik talebi, milliyetçi paydalarda birbirine karşı savaşan karşıtlar haline getirme çabasıdır; "Temiz operasyon" denilen, bölgemiz Ortadoğu’da "Yaratıcı Anarşi"nin bir versiyonu olarak, halkın birbirini kırmasını sağlayacak girişimlerin uzantısıdır.
Bunu doğru algılamak için, Aleviliğin ülkemizin üçte biri oranındaki nüfusunu bilmek yeterlidir. Böylesine dev bir kitle, bin yılın gerici baskıları altında, akıl almaz kıyımlara uğramış haliyle gerçekleştireceği demokratik atılım, her iktidarın korkulu rüyasıdır. Devletin ise altından kalkamayacağı bir duruştur. Yeryüzünün hiç bir ordusunun bu kitlenin hak telebi karşısında durması mümkün değildir. Bunun için "Aleviler bölünmelidir" kararı alınmıştır. Çalıştay bunun adıdır.
Kuklalar da az değildir. Bilmedikleri konuda kunuşma, duyum, söylem, belgesiz kanıtsız iddia üzerine oluşmuş yaklaşımlarla, Alevilik üzerine söz söyleme çabaları devletin Aleviliğe karşı saldırısının bir parçasıdır. Cahillerin Arap Alevilerini Anadolu Alevilerinden ayırma çabaları ise, işin artık nasıl bir aymazlıkla ele alındığını göstermektedir.
Aleviliği bilmiyorlar. Olayı siyasal bir kurgu, bir oyun, bir askeri kuşatma olarak algılama çabasındalar. Bir Osmanlı akıl algısı, düşmana karşı girişilmiş bir çaba. Bu nedenle bitip tükenmez, yılları deviren ve sonu olmayan bir girişim olarak Çalıştay, Alevi safları bölmekten başka bir sonuç üretme eğilimi taşımamaktadır. Beyaz Alevilerin, siyahlara karşı zaferi organize edilmektedir; kimin galip gelceğinin hiç önemi yoktur; galibinin mağlup olduğu bu savaşta, tek karlı taraf anti-demokratik devlettir, gerici iktidardır.
Aleviliğin, çoğu Alevinin, hatta dedelerinin bile yazılı kaynaklara ulaşamaması nedeniyle yetirince bilince çıkartılmamış bir yaşam biçimi olduğunu belirleyeceğim. Bunun yazılı kaynakları, bin yıllık tarih içinde ve birikimleriyle batini kitaplarda çok açık olarak yer alır. Anadolu Aleviliği dil, coğrafya ve siyasal bölünmeler sonucu bu kaynaklardan uzak kalmış olsa da Alevilik bölgemizin en bütünsel inanç oluşumudur.
Alevilik felsefi temel algılar üzerine yükselen bir yaşam tarzıdır. Alevilik hiç bir zaman siyasal bir mücadele unsuru, iktidar olma hevesi değildir. Alevilikte fıkıh donmuş bir veri olarak algılanmaz, bunun çin onun yaptırımlarını koramakla ilgili bir devlet arayışı yoktur. Kaynağını akıldan alır daha çok. Bu nedenle devlet gibi, güvenlik gücü teşkilatlara ihtiyaç duymaz, bunu ele geçirme diye bir kaygının peşinde değildir; bu yanıyla İslamın temel tüm mezheplerinden hatta Şiilik’ten de kökten faklıdır. Bu gerçeği anlamak için Aleviliği iyi irdelemiş olmak gerek. Bunu bilmeyen kimi kişiler, Türkiye’deki Alevi Çalıştayını takip eden Avrupa alevi Çalıştayına katılımı ya da bir kurum adına konuşma yapmayı servet olarak görmektedirler. Bu fakirlik, bataklıkta çamur olmakla övünmek gibidir.
Çalıştay bir devlet girişimidir. Bunu bilmeyen Aleviliğe bir değer katmak yerine onu bölmeye, siyasi oyunların aleti yapmaya hizmet etmiş olur.
Alevilik tüm bölgemizde bir bütündür. Kökleri en eski insan topluluklarına kadar uzanan erdem, onur ve felsefi algıların sentezidir. İslam'ın da insanlık bilgi birikemlerine kattığı değerlerden yararlanmış bir yol olarak 10. yy birikimleriyle paradigmasını oluşturmuştur. Alevilik bölgemizin her yerinde, akıl çözümlemelerine dayalı Yunan felsefi değerlerinin, İslam’ın uydurma hadislere yaslanan şeriatından çıkış eğilimleriyle harmanlanmış, insan merkezli evrimci bir yoldur.
Evrimcilik Aleviliğin esasıdır ve akılla uyumunun kaynağı da burasıdır. Tarih algısı değişim ve herekete dayalıdır; hiç bir şeye donuk olarak bakmaz, gelişimi ve gelişime uyumu, inancının merkezinde görür. Bu nedenle İslam’ın tüm mezhepleriyle nitelik olarak çatışma halinde durur; akıl, Alevi inancında mecazi anlamda da olsa tanrının kendisidir. Bu yüzden akıl süzgecinden geçmeyen şer-i olamaz.
Aleviliğin temel üç parametresi AKIL, EVRİM ve İNSAN demek yanlış olmayacaktır.
Bu yaklaşımın temelleri 10. yy da atılmıştır. Alevi aleminin bilgesi (batini kurallar nedeniyle adının anılması bile özenle gizlenen) ve temel kaynaklarından biri olan Şeyh Hüseyn Bin Hamdan El Hasibi Alevilik inancının teorik temellerinin oluşumunda önemli bir figürdür. Bunu, çağın büyük aydını olarak öğrencilerine çalışma programını açıklarken dile getirdiği tarih araştırmalarıyla gösterir ve "aklın evrimi temel doruklardan yükselerek geçer birikim bunun sonucudur" mealinde özetlenecek cümleleri dile getirir (batini kitaplarından en önemlisi olan Ras Başin (Doğru Yol), bu verilerle doludur. Aklın evrimi üzerine geliştirdiği tezler, 18. yy aydınlanmasını 900 yıl gibi bir farkla aşmış olduğu görülür).
Bu bilgenin aydınlık okyanusundan feyz almakla onurlanan bu satırların yazarı, insan merkezli sosyal-siyasal algılarını Batılı aydın bilgelerden aldıklarıyla sentezleyerek siyasal yönelimlerini belirlemiştir. Alevilik algıları bir ate olarak da bu zemin üzerinde yükselir.
Bilge Hasibi, aynı zamanda ardılı olan tüm Anadolu Alevi bilgelerinin de kaynağıdır. Bu konuda batini kaynaklar bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu gerçek bölge Aleviliğinin kaynak birliğine ve bütünlüğüne de önemli bir veridir.
Bu konuyla ilgili yazdığım makalede şu yaklaşımı ortaya koydum. "Bilge El Hasibi,10.yy anahtarıdır. Bu yüzyıl sonraki tüm yüz yılların düşünsel dokularını belirler. Bu dönem yeryüzünde bilgi dönüşümünün en evrensel olduğu dönemdir. Abbasilerin kültür atılımlarıyla başlayan tercümeler dönemidir; müsamereler, seminerler, aydınların tartışma dönemidir. Bu dönemde sanat, şiir, müzik, hattatlık, giyim, kuşam ve fantaziler dönemidir. Gerçek anlamda bir Arap-İslam uygarlık hamlesinin yeryüzüne kendi değerleriyle ağırlık koyma dönemidir. Bu dönemin bilim, teknik, buluş, ticaret, edebiyat konusundaki verileri ve bilgelerini sıralamaya sayfalar yetmez. Bu dönemde bin yılların birikimi sentezleşti ve soyutlamalarla yollar, mezhepler ortaya çıktı. Bütün bunlar aklın dinamizmini gösterdi. Aklı da şeriata karşı koyma cesaretini de bilge şeyh El Hasibi (... -960) yazılı hale getirdi. Mevlana (1207-1273), Hacı Bekteş-i Veli (1281-1338), Hacı Bayram-ı Veli (1352-1429), Şeyh Bedreddin (... -1420) ve bu meşreplerin beslediği ozanlar çağı, Anadolu’ya aydınlık saçan değişler, nefesler çağı El Hasibi'nin de içinde olduğu bilgelerden beslendi. Şeyh Bedreddin, Hacı Bektaş-i Veli, Hacı Bayram-ı Veli bu bilgenin, 1100 yıl önce yazdığı, belge haline gelmiş kitaplarındaki değişlerin bir biçimdeki yansımalarını terenmüm etti, çevrelerine yaydı." (Mihrac Ural bilgelerin talibidir. Bkz. http://mirural.blopspot.com )
Bu yaklaşım sadece bütünü parçalamak isteyen algılara karşı bir duruş için değil, ama aynı zamanda tarihin bilimsel verilerini bilince çıkarmak için de gerekli bir yaklaşımdır. Ayrıca, bilge Hasibi'nin kendini hiç bir yerde etnik olarak tanımlamamış olması, bu gerçeğin bir başka boyutudur. Bu nedenle Aleviliği Arap, Türk, Kürt diye bölmek isteyen devlet çalıştayları ve onların borozancılığını yapan kuklalarının sallama söylemleri batıldır.
Çalıştay milliyetçi bir platformdur. Türk Alevilerini etnik alana çekerek, Kürt ve Arap aleviliğinden koparma girişimidir. Bununla da kalmamaktadırlar, Türk aleviliğini de kamplara ayırıp iç bölünmelerle takatsiz bırakmaya çalışmaktadırlar. Bunu ayrıca bölge çapındaki yönelimlere alet yaparak bölgedeki Aleviliği Türkiyeli, Suriyeli, Iraklı ayrımlarla, Yeni Osmanlıcılığın bölge politikasına zenginlik katmaya çalışmaktadır. Çalıştay bu yanıyla da bölgede egemenlik arzularıyla kaynaşmış bir sivil diktanın, parçalanmış Alevilik karşısında rahat nefes almasını sağlama girişimi olarak tanımlamak yanlış değidir.
Aleviliğini bütün olarak kavramayan bir algı, ülkemizdeki sivil dikta eğilimlerine karşı mücadele etme şansına sahip değildir. Bölgede Alevilik ezilen bir inançtır. Türkiye'de olduğu kadar Suriye’de de ezilmektedir. Suriye devlet Sünni mezhep normlarıyla çalışır ve Vakıflar bakanlığı, ülkemizdeki Diyanet İşleri Başkanlığının işlevini görür. Bu kurumda, Aleviliğin esamesi bile anılmaz. Hiç bir kurum, kuruluş ya da olanak Suriye Alevileri için hizmet sunmaz. Devlet nezdinde, Hafız Esat ve ardılı Beşşar Esad'ın Alevi olması, Turgut Özal'ın Kürt olması gibidir. Suriye'de de Türkiye'de de devletin başında ya da sorumluluğun her hangi bir yerinde kim ve ne olursa olsun Sünni mezhep egemenliğinin anti-demokratik baskılarını temsil eder. Bunu anlamakta yetersiz olanların bilgi dağarcıkları, Alevi bir aileye mensup kişinin belli bir merkezde olması ile o merkezin Alevi bir kimlikle yönetilmesi arasındaki farkı kavramaya yetmez.
Aleviler Türkiye'de olduğu kadar Suriye'de ve Ortadoğu’nun her köşesinde ezilen bir inanç topluluğudur. Suriye'de hakim mezhep ve devletin tek resmi mezhebi Sünniliktir. Alevilik adına Suriye'de hiç bir resmi kurum yoktur. Lübnan'da Alevi Yüksek Meclisi diye yarı-resmi bir kurum olmasına karşın Suriye'de bu da bulunmamaktadır. Bu açıdan alevilik ve hakları, aleviliğin bölgemizdeki konumu ve geleceğine ilişkin cahillerin söylemlerine kapı aralamış bu tür çalıştayların Alevilere sunacağı tek şey, onları bölüp zayıflatmaktan başka bir anlama sahip değildir.
Çalıştayın demokratik bir algısı yoktur. Devletin iradesi, demokrasinin temel haklar kapsamında ele aldığı her türden farklılığı eşit olarak algılamayı red eder. Bu irada ayrıca her türden özgürlüğe de karşıdır. Çalıştay, demokrasinin bütünsel talepleri, ortak ülkemizde süren ve kaoslarıyla, kimlik bunalımlarıyla bellirginleşen sosyal-siyasal yaşamın bütünselliğini parçalayarak ve her parçayı tek tek teslim almaya çalışma yönelimi de bu iradenin tecellisidir.
Bilinmeli ki, ülkemizde Alevilerin tek başına ele alınması gereken demokratik bir sorunları yoktur. Aleviler kadar, diğer inanç türlerinin demokratik hak ve talepleride önemli bir sorundur. Buna Kürtlerin, Arapların ve diğer azınlakların sorunları eklenmelidir. Çalıştayın oluşum mantığında, böylesi bir bütünsel yaklaşım yoktur. Her unsuru diğerinden ayırarak ele almak vardır. Oysa Alevilerin sorunu ortak ülkemizin demokrasi sorunlarının bütünü içinde ele alıdğı ölçüde bir anlam kazanır ve gerçekçi sonuçlara ulaşabilir. Ancak devlet ve AKP iktidarı bununla ilgili değildir. İlgili oldukları, bu büyük demokrasi kitlesini hangi yollarla bölüp, zayıflatırız noktasındadır.
Aleviler büyük bir kitledir. Önce bunları parçalamak, etnik farklılıklarıyla birbirine karşı organize etmek devletin çalıştaydan beklediği en önemli sonuçtur. Bu çabalar, kuklaların ağzından açıkça dile gelmektedir; Türk Aleviyi, Arap Alevisinden, Kürt Alevisinden kopararak ırkçılığa uzanan bir yaklaşım sergilenmektedir.
Alevi Araştırma Merkezi Başkanı değerli dostum Av. Ali Yıldırım açık ve net konuşuyor "AKP'nin alevileri olmayacağız" diyor. Buna, devletin Alevisi olmayacağız, milliyetçiliğin, bölücülüğün aleti olmayacağız diye ek yapmak istiyorum. Demokratik hakları Alevi, Sünni, Kürt, Arap vb diye ayırarak varılacak yer, sivil dikta heveslerine yer döşemesi olmaktır. Buna geçit vermemeliyiz.
Bunun için, kurum ve kuruluşlarıyla, yasa ve anayasasıyla farklılıklarımızı birer eşit olarak algılayan ve haklarını güvenceye alan demokratik bir cumhireyet için çalışmalıyız. Bölücü çalıştaylar demokratik güçleri, milliyetçiliğe ve bölücülüğüne, devlete ve kuklalarına yem yapar.
10 Şubat 2010
AKP demeyeceğim, adını doğrudan koyacağım. Devlet demokrasinin bütünsel olarak algılanmasına karşı, demokrasi güçlerini ve taleplerini bölerek güçsüzleştirmeye ve yok etmeye çalışıyor.
Çalıştay devletin milliyetçi girişimidir. İnanç konusunda bütünü büyük fay hatlarıyla birbirine karşı düşürme çabasıdır. Anadolu Aleviliğini Türk ekseninde döndürme, Kürt ve Arap Aleviliğini dışlayarak, ortak bir demokratik talebi, milliyetçi paydalarda birbirine karşı savaşan karşıtlar haline getirme çabasıdır; "Temiz operasyon" denilen, bölgemiz Ortadoğu’da "Yaratıcı Anarşi"nin bir versiyonu olarak, halkın birbirini kırmasını sağlayacak girişimlerin uzantısıdır.
Bunu doğru algılamak için, Aleviliğin ülkemizin üçte biri oranındaki nüfusunu bilmek yeterlidir. Böylesine dev bir kitle, bin yılın gerici baskıları altında, akıl almaz kıyımlara uğramış haliyle gerçekleştireceği demokratik atılım, her iktidarın korkulu rüyasıdır. Devletin ise altından kalkamayacağı bir duruştur. Yeryüzünün hiç bir ordusunun bu kitlenin hak telebi karşısında durması mümkün değildir. Bunun için "Aleviler bölünmelidir" kararı alınmıştır. Çalıştay bunun adıdır.
Kuklalar da az değildir. Bilmedikleri konuda kunuşma, duyum, söylem, belgesiz kanıtsız iddia üzerine oluşmuş yaklaşımlarla, Alevilik üzerine söz söyleme çabaları devletin Aleviliğe karşı saldırısının bir parçasıdır. Cahillerin Arap Alevilerini Anadolu Alevilerinden ayırma çabaları ise, işin artık nasıl bir aymazlıkla ele alındığını göstermektedir.
Aleviliği bilmiyorlar. Olayı siyasal bir kurgu, bir oyun, bir askeri kuşatma olarak algılama çabasındalar. Bir Osmanlı akıl algısı, düşmana karşı girişilmiş bir çaba. Bu nedenle bitip tükenmez, yılları deviren ve sonu olmayan bir girişim olarak Çalıştay, Alevi safları bölmekten başka bir sonuç üretme eğilimi taşımamaktadır. Beyaz Alevilerin, siyahlara karşı zaferi organize edilmektedir; kimin galip gelceğinin hiç önemi yoktur; galibinin mağlup olduğu bu savaşta, tek karlı taraf anti-demokratik devlettir, gerici iktidardır.
Aleviliğin, çoğu Alevinin, hatta dedelerinin bile yazılı kaynaklara ulaşamaması nedeniyle yetirince bilince çıkartılmamış bir yaşam biçimi olduğunu belirleyeceğim. Bunun yazılı kaynakları, bin yıllık tarih içinde ve birikimleriyle batini kitaplarda çok açık olarak yer alır. Anadolu Aleviliği dil, coğrafya ve siyasal bölünmeler sonucu bu kaynaklardan uzak kalmış olsa da Alevilik bölgemizin en bütünsel inanç oluşumudur.
Alevilik felsefi temel algılar üzerine yükselen bir yaşam tarzıdır. Alevilik hiç bir zaman siyasal bir mücadele unsuru, iktidar olma hevesi değildir. Alevilikte fıkıh donmuş bir veri olarak algılanmaz, bunun çin onun yaptırımlarını koramakla ilgili bir devlet arayışı yoktur. Kaynağını akıldan alır daha çok. Bu nedenle devlet gibi, güvenlik gücü teşkilatlara ihtiyaç duymaz, bunu ele geçirme diye bir kaygının peşinde değildir; bu yanıyla İslamın temel tüm mezheplerinden hatta Şiilik’ten de kökten faklıdır. Bu gerçeği anlamak için Aleviliği iyi irdelemiş olmak gerek. Bunu bilmeyen kimi kişiler, Türkiye’deki Alevi Çalıştayını takip eden Avrupa alevi Çalıştayına katılımı ya da bir kurum adına konuşma yapmayı servet olarak görmektedirler. Bu fakirlik, bataklıkta çamur olmakla övünmek gibidir.
Çalıştay bir devlet girişimidir. Bunu bilmeyen Aleviliğe bir değer katmak yerine onu bölmeye, siyasi oyunların aleti yapmaya hizmet etmiş olur.
Alevilik tüm bölgemizde bir bütündür. Kökleri en eski insan topluluklarına kadar uzanan erdem, onur ve felsefi algıların sentezidir. İslam'ın da insanlık bilgi birikemlerine kattığı değerlerden yararlanmış bir yol olarak 10. yy birikimleriyle paradigmasını oluşturmuştur. Alevilik bölgemizin her yerinde, akıl çözümlemelerine dayalı Yunan felsefi değerlerinin, İslam’ın uydurma hadislere yaslanan şeriatından çıkış eğilimleriyle harmanlanmış, insan merkezli evrimci bir yoldur.
Evrimcilik Aleviliğin esasıdır ve akılla uyumunun kaynağı da burasıdır. Tarih algısı değişim ve herekete dayalıdır; hiç bir şeye donuk olarak bakmaz, gelişimi ve gelişime uyumu, inancının merkezinde görür. Bu nedenle İslam’ın tüm mezhepleriyle nitelik olarak çatışma halinde durur; akıl, Alevi inancında mecazi anlamda da olsa tanrının kendisidir. Bu yüzden akıl süzgecinden geçmeyen şer-i olamaz.
Aleviliğin temel üç parametresi AKIL, EVRİM ve İNSAN demek yanlış olmayacaktır.
Bu yaklaşımın temelleri 10. yy da atılmıştır. Alevi aleminin bilgesi (batini kurallar nedeniyle adının anılması bile özenle gizlenen) ve temel kaynaklarından biri olan Şeyh Hüseyn Bin Hamdan El Hasibi Alevilik inancının teorik temellerinin oluşumunda önemli bir figürdür. Bunu, çağın büyük aydını olarak öğrencilerine çalışma programını açıklarken dile getirdiği tarih araştırmalarıyla gösterir ve "aklın evrimi temel doruklardan yükselerek geçer birikim bunun sonucudur" mealinde özetlenecek cümleleri dile getirir (batini kitaplarından en önemlisi olan Ras Başin (Doğru Yol), bu verilerle doludur. Aklın evrimi üzerine geliştirdiği tezler, 18. yy aydınlanmasını 900 yıl gibi bir farkla aşmış olduğu görülür).
Bu bilgenin aydınlık okyanusundan feyz almakla onurlanan bu satırların yazarı, insan merkezli sosyal-siyasal algılarını Batılı aydın bilgelerden aldıklarıyla sentezleyerek siyasal yönelimlerini belirlemiştir. Alevilik algıları bir ate olarak da bu zemin üzerinde yükselir.
Bilge Hasibi, aynı zamanda ardılı olan tüm Anadolu Alevi bilgelerinin de kaynağıdır. Bu konuda batini kaynaklar bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Bu gerçek bölge Aleviliğinin kaynak birliğine ve bütünlüğüne de önemli bir veridir.
Bu konuyla ilgili yazdığım makalede şu yaklaşımı ortaya koydum. "Bilge El Hasibi,10.yy anahtarıdır. Bu yüzyıl sonraki tüm yüz yılların düşünsel dokularını belirler. Bu dönem yeryüzünde bilgi dönüşümünün en evrensel olduğu dönemdir. Abbasilerin kültür atılımlarıyla başlayan tercümeler dönemidir; müsamereler, seminerler, aydınların tartışma dönemidir. Bu dönemde sanat, şiir, müzik, hattatlık, giyim, kuşam ve fantaziler dönemidir. Gerçek anlamda bir Arap-İslam uygarlık hamlesinin yeryüzüne kendi değerleriyle ağırlık koyma dönemidir. Bu dönemin bilim, teknik, buluş, ticaret, edebiyat konusundaki verileri ve bilgelerini sıralamaya sayfalar yetmez. Bu dönemde bin yılların birikimi sentezleşti ve soyutlamalarla yollar, mezhepler ortaya çıktı. Bütün bunlar aklın dinamizmini gösterdi. Aklı da şeriata karşı koyma cesaretini de bilge şeyh El Hasibi (... -960) yazılı hale getirdi. Mevlana (1207-1273), Hacı Bekteş-i Veli (1281-1338), Hacı Bayram-ı Veli (1352-1429), Şeyh Bedreddin (... -1420) ve bu meşreplerin beslediği ozanlar çağı, Anadolu’ya aydınlık saçan değişler, nefesler çağı El Hasibi'nin de içinde olduğu bilgelerden beslendi. Şeyh Bedreddin, Hacı Bektaş-i Veli, Hacı Bayram-ı Veli bu bilgenin, 1100 yıl önce yazdığı, belge haline gelmiş kitaplarındaki değişlerin bir biçimdeki yansımalarını terenmüm etti, çevrelerine yaydı." (Mihrac Ural bilgelerin talibidir. Bkz. http://mirural.blopspot.com )
Bu yaklaşım sadece bütünü parçalamak isteyen algılara karşı bir duruş için değil, ama aynı zamanda tarihin bilimsel verilerini bilince çıkarmak için de gerekli bir yaklaşımdır. Ayrıca, bilge Hasibi'nin kendini hiç bir yerde etnik olarak tanımlamamış olması, bu gerçeğin bir başka boyutudur. Bu nedenle Aleviliği Arap, Türk, Kürt diye bölmek isteyen devlet çalıştayları ve onların borozancılığını yapan kuklalarının sallama söylemleri batıldır.
Çalıştay milliyetçi bir platformdur. Türk Alevilerini etnik alana çekerek, Kürt ve Arap aleviliğinden koparma girişimidir. Bununla da kalmamaktadırlar, Türk aleviliğini de kamplara ayırıp iç bölünmelerle takatsiz bırakmaya çalışmaktadırlar. Bunu ayrıca bölge çapındaki yönelimlere alet yaparak bölgedeki Aleviliği Türkiyeli, Suriyeli, Iraklı ayrımlarla, Yeni Osmanlıcılığın bölge politikasına zenginlik katmaya çalışmaktadır. Çalıştay bu yanıyla da bölgede egemenlik arzularıyla kaynaşmış bir sivil diktanın, parçalanmış Alevilik karşısında rahat nefes almasını sağlama girişimi olarak tanımlamak yanlış değidir.
Aleviliğini bütün olarak kavramayan bir algı, ülkemizdeki sivil dikta eğilimlerine karşı mücadele etme şansına sahip değildir. Bölgede Alevilik ezilen bir inançtır. Türkiye'de olduğu kadar Suriye’de de ezilmektedir. Suriye devlet Sünni mezhep normlarıyla çalışır ve Vakıflar bakanlığı, ülkemizdeki Diyanet İşleri Başkanlığının işlevini görür. Bu kurumda, Aleviliğin esamesi bile anılmaz. Hiç bir kurum, kuruluş ya da olanak Suriye Alevileri için hizmet sunmaz. Devlet nezdinde, Hafız Esat ve ardılı Beşşar Esad'ın Alevi olması, Turgut Özal'ın Kürt olması gibidir. Suriye'de de Türkiye'de de devletin başında ya da sorumluluğun her hangi bir yerinde kim ve ne olursa olsun Sünni mezhep egemenliğinin anti-demokratik baskılarını temsil eder. Bunu anlamakta yetersiz olanların bilgi dağarcıkları, Alevi bir aileye mensup kişinin belli bir merkezde olması ile o merkezin Alevi bir kimlikle yönetilmesi arasındaki farkı kavramaya yetmez.
Aleviler Türkiye'de olduğu kadar Suriye'de ve Ortadoğu’nun her köşesinde ezilen bir inanç topluluğudur. Suriye'de hakim mezhep ve devletin tek resmi mezhebi Sünniliktir. Alevilik adına Suriye'de hiç bir resmi kurum yoktur. Lübnan'da Alevi Yüksek Meclisi diye yarı-resmi bir kurum olmasına karşın Suriye'de bu da bulunmamaktadır. Bu açıdan alevilik ve hakları, aleviliğin bölgemizdeki konumu ve geleceğine ilişkin cahillerin söylemlerine kapı aralamış bu tür çalıştayların Alevilere sunacağı tek şey, onları bölüp zayıflatmaktan başka bir anlama sahip değildir.
Çalıştayın demokratik bir algısı yoktur. Devletin iradesi, demokrasinin temel haklar kapsamında ele aldığı her türden farklılığı eşit olarak algılamayı red eder. Bu irada ayrıca her türden özgürlüğe de karşıdır. Çalıştay, demokrasinin bütünsel talepleri, ortak ülkemizde süren ve kaoslarıyla, kimlik bunalımlarıyla bellirginleşen sosyal-siyasal yaşamın bütünselliğini parçalayarak ve her parçayı tek tek teslim almaya çalışma yönelimi de bu iradenin tecellisidir.
Bilinmeli ki, ülkemizde Alevilerin tek başına ele alınması gereken demokratik bir sorunları yoktur. Aleviler kadar, diğer inanç türlerinin demokratik hak ve talepleride önemli bir sorundur. Buna Kürtlerin, Arapların ve diğer azınlakların sorunları eklenmelidir. Çalıştayın oluşum mantığında, böylesi bir bütünsel yaklaşım yoktur. Her unsuru diğerinden ayırarak ele almak vardır. Oysa Alevilerin sorunu ortak ülkemizin demokrasi sorunlarının bütünü içinde ele alıdğı ölçüde bir anlam kazanır ve gerçekçi sonuçlara ulaşabilir. Ancak devlet ve AKP iktidarı bununla ilgili değildir. İlgili oldukları, bu büyük demokrasi kitlesini hangi yollarla bölüp, zayıflatırız noktasındadır.
Aleviler büyük bir kitledir. Önce bunları parçalamak, etnik farklılıklarıyla birbirine karşı organize etmek devletin çalıştaydan beklediği en önemli sonuçtur. Bu çabalar, kuklaların ağzından açıkça dile gelmektedir; Türk Aleviyi, Arap Alevisinden, Kürt Alevisinden kopararak ırkçılığa uzanan bir yaklaşım sergilenmektedir.
Alevi Araştırma Merkezi Başkanı değerli dostum Av. Ali Yıldırım açık ve net konuşuyor "AKP'nin alevileri olmayacağız" diyor. Buna, devletin Alevisi olmayacağız, milliyetçiliğin, bölücülüğün aleti olmayacağız diye ek yapmak istiyorum. Demokratik hakları Alevi, Sünni, Kürt, Arap vb diye ayırarak varılacak yer, sivil dikta heveslerine yer döşemesi olmaktır. Buna geçit vermemeliyiz.
Bunun için, kurum ve kuruluşlarıyla, yasa ve anayasasıyla farklılıklarımızı birer eşit olarak algılayan ve haklarını güvenceye alan demokratik bir cumhireyet için çalışmalıyız. Bölücü çalıştaylar demokratik güçleri, milliyetçiliğe ve bölücülüğüne, devlete ve kuklalarına yem yapar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)