2 Haziran 2009 Salı
Laik ülkemizde etno-dinsel temizlikler
Baskın Oran
Başbakan Erdoğan gerçekten Türkiye tarihine geçecek bir özeleştiri yaptı: “Yıllarca farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi”. (Radikal, 24.05.09)
Az bile söyledi. Çünkü biz, 1915’i yaratan İttihatçıların temizlik mirasını devam ettirdik. Örneğin Celal Bayar, hatıratında (“Ben de Yazdım”) 1913’ten itibaren Egeli Rumları Kuşçubaşı Eşref terörüyle nasıl korkutarak kaçırdıklarını ve yerlerine Balkan göçmenlerini yerleştirdiklerini anlatır. Cumhuriyet de işin başından itibaren bu “laik” ülkede sadece etnik değil, planlı ve sistematik etno-dinsel temizlik yapageldi. Şu anda da devam ediyor; anlatacağım.
Muhalefet, 1930’ların refleksleriyle bu temizliğe derhal arka çıktı. CHP’li Onur Öymen şöyle dedi: “Başbakan ne demek istedi anlamadım. Ülke topraklarından belli etnik kökenden oldukları için çıkarılanları duymadık. Yapılmayan şeyleri yapılmış gibi göstermek bir başbakana yakışmıyor” (Taraf, 25.05.09). MHP’li Oktay Vural klasik edebiyatı tekrarladı: “Sevr dönemi özleminde misiniz? Bu millet tarihinin hiçbir döneminde ırkçı olmamıştır. Başbakan, Orhan Pamuk gibi konuşmuştur” (Radikal, 26.05.09).
Başbakan çok tutarsız ama çok haklı
Tabii bu sözler 1930’larda doldurulmuş teybin tuşuna basmaktan ibaretti. Ama, Başbakan’ın tutarsızlığı da bir gerçekti. Bir hafta önce Polonya’da konuşurken, Türkiye’de çalışan 40.000 Ermenistanlı için “Bunları gerekirse geri göndeririz” diyen Erdoğan idi (Milliyet, 15.05.09). Hakkari’de “Tek dil, tek millet; beğenmeyen çeker gider” diyen de oydu (Milliyet, 13.03.09).
Bakanlarının çok yakın geçmişte söyledikleri daha da hazindi. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül 10 Kasım 2008’de “Rumlar ve Ermeniler devam etseydi, bugün acaba böyle milli bir devlet olabilir miydik?” demişti. Hükümet içindeki hükümet Cemil Çiçek belediye seçimlerini yorumlarken “Iğdır'ı da aldılar, yani Ermenistan sınırındalar'' (E.Berberoğlu, Hürriyet, 31.03.09) diyerek “Meral Akşener-II” unvanını hak etmişti. Yani tek lafla hem Kürtlere hem Ermenilere hakaret etmişti.
Bu tutarsızlıkların hepsi tamamen gerçek. Üstelik, başbakan söylediklerini tarihsel bir hatayı düzeltmek için de söylemedi. Düzce’deki bir parti toplantısında, mayınları temizlenecek bölgenin İsraillilere verileceği haberleri üzerine, kendi politikasını savunmak için söyledi.
Evet ama, Başbakan’ın sözlerinin bir milat oluşturduğu da bir gerçek. Tabu’ya geçmiş olsun; bundan sonra artık geri gidilemez. Yeni bir devir açılıyor.
Herkesi metazori “Türk” yaptık
Şimdi gelelim niye “az söyledi” dediğime. Cumhuriyetin etno-dinsel mühendislik politikası daima 2 amaca yönelik oldu: a) Gayrimüslimlerden kurtulmak. Çünkü bunlar farklı dinden olduğu için asimile edilemezdi; b) Kürtleri (+ Türk olmayan diğer Müslüman grupları) asimile etmek.
Tabii, Kürt konusunda etnik farklılık hesap edilmemişti. Nitekim, bugün nihayet konuşulan kültürel reformları yapmaktansa, binlerce Kürt köyünü yakmak daha kolay geldi. Bu insanlar büyük kentlere kışkışlandı. Hatta, asimile etmenin artık mümkün olmadığı anlaşılınca bunlar “lafzen” vatandaşlıktan bile atıldılar: Genelkurmay Başkanı Mart 2005’te onları “Sözde Vatandaş” ilan etti.
Gayrimüslimlere gelince. Onlar biz Müslüman Türklerden her iki bakımdan da farklı olduklarından onların temizliği hem etnik hem dinsel oldu. Yerim elverdiğince özetleyeyim de başbakan neden çok az söyledi, anlaşılsın.
1920’lerden 60’lara kadar devletçe desteklenen “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları yürütüldü. 1930’lar boyunca “Türk Malı Kullan” kampanyaları açıldı; bu ancak 1950’lerde “Yerli Malı Kullan”a dönüşecektir.
1923’te Lozan’da Yunanistan’la anlaştık. Oradan Müslümanlar zorla buraya, buradan Rum Ortodokslar zorla oraya yollandı. Tam bir “ikili etno-dinsel temizlik”tir.
1925-30 arasında İstanbul’un gayrimüslimlerine il dışına izinsiz çıkmak yasaklandı. Bu, Anadolu’ya mal satan toptancı tüccarı vuracaktır.
1924’te çıkarılan Avukatlık Kanunu Rum avukatların yüzde 75’ini, Ermeni avukatların yüzde 73’ünü tasfiye etti.
1929’da borsa çalışanlarına “Türk” olmak” zorunluluğu getirildi.
1926’da yabancı şirketlerin yüzde 75 oranında “Türk” istihdam etmeleri fiilen zorunlu oldu. Aynı yıl memuriyet için “Türk olmak” şartı getirildi; “Türk vatandaşı olmak” ancak 1965’te getirilecektir. Yine aynı yıl gayrimüslimlerin Lozan md. 42/1’deki hakkı (“aile hukuklarının kendi örf ve adetlerine göre düzenlenmesi”) yani kilise nikahı yasaklandı.
Lozan’ı durmadan ihlal ettik
1927’de Lozan’ın 14. ve 40. maddelerine rağmen İmroz ve Bozcaada’da Rumca tedrisat yasaklandı. Bu adalarda 1960’larda yarı-açık cezaevi kurulacak, mahkumların Rumları sürekli taciz edip Yunanistan’a göç ettirmeleri sağlanacaktır.
1934’te CHP il örgütünün eşgüdümünde yapılan saldırılar sonucu Yahudiler ev ve işyerlerini terk ederek Trakya’dan İstanbul’a kaçtılar.
1941-42’de 18-45 yaş arası bütün gayrimüslim erkekler toplu olarak askere alındılar (“Yirmi Kura İhtiyatlar” olayı). 1915’te yapıldığı gibi, silahtan arındırılmış Amele Taburları’nda yol inşaatına sevk edildiler.
1940’lara kadar gayrimüslim vatandaşlar normal nüfus kütüğüne değil, “Ecanip [Yabancılar] Defteri”ne kaydedildiler. Biz gayrimüslim vatandaşları hep “yabancı” sayagelmişizdir.
1940’ların sonuna kadar askerî okullara kayıt olmak, düz memuriyete girmek ve hatta Avrupa’ya öğrenci gidebilmek için “Türk olmak”, “Türk soyundan olmak”, “Türk ırkından olmak” gerekiyordu.
1942’deki Varlık Vergisi sonucu bu insanlar evlerindeki mobilyalara dek sattılar. Yine de ödeyemeyenler Aşkale’ye taş kırmaya yollandılar.
1955’in 6-7 Eylülünde, Selanik’teki Atatürk Evi’ne bir MİT ajanı marifetiyle attırılan ses bombasının ardından İstanbul ve İzmir’de gayrimüslim ev, işyerleri ve ibadet yerleri tamamen yağma ve tahrip edildi. Irzına geçilen ve öldürülenler oldu. Çoğunluğun devlet desteğinde azınlığa saldırısı, yani tipik bir “pogrom”dur.
1964’te Türkiye, şu anda Erdoğan’ın Ermenistan’ı tehdit için kullandığı şeyi Yunanistan’a fiilen yaptı: Yunan pasaportlu İstanbullu 12.000 Rum, 1930 antlaşması tek taraflı feshedilerek sınır dışı edildi. Bu insanların el konulan mülkleri ancak 1988’de iade edilecektir. Yine 1964’te Lozan md. 40’a rağmen Rum azınlık okullarında sabah duası yasaklandı.
Bütün bunların acısını Yunanistan Batı Trakya Türklerinden çıkaracaktır. Her iki ulus-devlet de, “Mütekabiliyet vatandaşa uygulanmaz!” temel kuralını birbirlerinden kuvvet alarak ihlal edecekler, soydaş-dindaş uğruna vatandaş’ı kurban edeceklerdir. Al birini, vur ötekine.
Yargımız çok orijinal kavramlar buldu
1971’de Heybeliada Ruhban Okulu, bütün özel yüksek okullarla birlikte kapatıldı. Bunların hepsi 1980’lerde yeniden açıldığı halde Okul bugün hâlâ kapalı.
Yargıtay’ın 1971, 74 ve 75 tarihli kararlarında bu vatandaşlar “Türk Olmayan” ilan edildiler. İstanbul 2 Numaralı İdare Mahkemesi 1996’da bir Rum vatandaşı, ne demekse, “Yabancı uyruklu TC vatandaşı” ilan etmek orijinalliğini gösterdi.
625 s. Özel Okullar Kanunu’nun Şubat 2007’ye kadar yürürlükte olan 24/2 maddesi gayrimüslim azınlık okullarına MEB tarafından atanacak müdür başyardımcısının “Türk asıllı ve TC uyruklu” olmasını öngörüyordu. Demek ki itimat edilir olmak için TC uyruklu olmak yetmiyor, bir de Türk asıllı olmak gerekiyor. Sonra da kalkıp “Türk terimi bir ırkı ifade etmez!” diyenler çıkıyor.
1988-93 arası uygulanan “Sabotajlara Karşı Korunma Yönetmeliği”nde gayrimüslim vatandaşlar “Yerli Yabancılar (Türk Tebalı)” biçiminde kayda geçti.
1993’te MEB Ermeni azınlık okullarında Ermenice dersleri dışında Ermenice tedrisat yasaklandı. Fakat artık bir sivil toplum oluşmaya başlamıştı ve kamuoyundaki tepkiler sonucu karar geri alındı.
2000’lerde, Hıristiyanlığa geçenlere baskılar başladı. Bunların bir kısmı öldürüldü, bir kısmına “Türklüğe hakaret”ten davalar açıldı. 2000’lerde Fener’e baskılar arttı. Patrik gayrimeşru çocuk sahibi olmakla bile suçlandı.
Faşizm midir, siz karar verin…
Bütün bunlar tam bir etno-dinsel temizlik değilse nedir, söyleyiniz bana. Üstelik, “Ülkemizden kovuldu” demek sadece sınır dışı edildi mi demek? Atalarının mezarlarının bulunduğu yerlerden kovulmak ve sesini çıkaramaz hale getirilmek yetmiyor mu?
Dahası, olay bitmedi. 1960’ların ortalarından beri devam eden 1936 Beyannamesi rezaleti Şubat 2008’de çıkarılan yeni Vakıflar Kanunu’na rağmen bugün de sürüyor. Artık gayrimüslim vakıf mallarına el konamıyor ama, ne tescilsiz mülkler tapuya tescil ediliyor ne el konmuş mallar geri veriliyor. Bu insanlar bunları ancak AİHM kararlarıyla alabiliyorlar. Şu anda bu baskılar, gözden daha ırak olduğu için, Mardin’e, Mor Gabriel Manastırı’na kaymış vaziyette.
1930’ların muhterem avukatları, bunlara ne diyeceksiniz? İtirazınız varsa, İletişim’den çıkan “Türkiye’de Azınlıklar” kitabımın 89-96 ve 142-150. sayfaları arasında zikrettiğim dipnotlarına bakınız, itirazınızı o dipnotlarına yapınız.
Yapamıyorsanız, hiç olmazsa susunuz.
__._,_.___
Başbakan Erdoğan gerçekten Türkiye tarihine geçecek bir özeleştiri yaptı: “Yıllarca farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi”. (Radikal, 24.05.09)
Az bile söyledi. Çünkü biz, 1915’i yaratan İttihatçıların temizlik mirasını devam ettirdik. Örneğin Celal Bayar, hatıratında (“Ben de Yazdım”) 1913’ten itibaren Egeli Rumları Kuşçubaşı Eşref terörüyle nasıl korkutarak kaçırdıklarını ve yerlerine Balkan göçmenlerini yerleştirdiklerini anlatır. Cumhuriyet de işin başından itibaren bu “laik” ülkede sadece etnik değil, planlı ve sistematik etno-dinsel temizlik yapageldi. Şu anda da devam ediyor; anlatacağım.
Muhalefet, 1930’ların refleksleriyle bu temizliğe derhal arka çıktı. CHP’li Onur Öymen şöyle dedi: “Başbakan ne demek istedi anlamadım. Ülke topraklarından belli etnik kökenden oldukları için çıkarılanları duymadık. Yapılmayan şeyleri yapılmış gibi göstermek bir başbakana yakışmıyor” (Taraf, 25.05.09). MHP’li Oktay Vural klasik edebiyatı tekrarladı: “Sevr dönemi özleminde misiniz? Bu millet tarihinin hiçbir döneminde ırkçı olmamıştır. Başbakan, Orhan Pamuk gibi konuşmuştur” (Radikal, 26.05.09).
Başbakan çok tutarsız ama çok haklı
Tabii bu sözler 1930’larda doldurulmuş teybin tuşuna basmaktan ibaretti. Ama, Başbakan’ın tutarsızlığı da bir gerçekti. Bir hafta önce Polonya’da konuşurken, Türkiye’de çalışan 40.000 Ermenistanlı için “Bunları gerekirse geri göndeririz” diyen Erdoğan idi (Milliyet, 15.05.09). Hakkari’de “Tek dil, tek millet; beğenmeyen çeker gider” diyen de oydu (Milliyet, 13.03.09).
Bakanlarının çok yakın geçmişte söyledikleri daha da hazindi. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül 10 Kasım 2008’de “Rumlar ve Ermeniler devam etseydi, bugün acaba böyle milli bir devlet olabilir miydik?” demişti. Hükümet içindeki hükümet Cemil Çiçek belediye seçimlerini yorumlarken “Iğdır'ı da aldılar, yani Ermenistan sınırındalar'' (E.Berberoğlu, Hürriyet, 31.03.09) diyerek “Meral Akşener-II” unvanını hak etmişti. Yani tek lafla hem Kürtlere hem Ermenilere hakaret etmişti.
Bu tutarsızlıkların hepsi tamamen gerçek. Üstelik, başbakan söylediklerini tarihsel bir hatayı düzeltmek için de söylemedi. Düzce’deki bir parti toplantısında, mayınları temizlenecek bölgenin İsraillilere verileceği haberleri üzerine, kendi politikasını savunmak için söyledi.
Evet ama, Başbakan’ın sözlerinin bir milat oluşturduğu da bir gerçek. Tabu’ya geçmiş olsun; bundan sonra artık geri gidilemez. Yeni bir devir açılıyor.
Herkesi metazori “Türk” yaptık
Şimdi gelelim niye “az söyledi” dediğime. Cumhuriyetin etno-dinsel mühendislik politikası daima 2 amaca yönelik oldu: a) Gayrimüslimlerden kurtulmak. Çünkü bunlar farklı dinden olduğu için asimile edilemezdi; b) Kürtleri (+ Türk olmayan diğer Müslüman grupları) asimile etmek.
Tabii, Kürt konusunda etnik farklılık hesap edilmemişti. Nitekim, bugün nihayet konuşulan kültürel reformları yapmaktansa, binlerce Kürt köyünü yakmak daha kolay geldi. Bu insanlar büyük kentlere kışkışlandı. Hatta, asimile etmenin artık mümkün olmadığı anlaşılınca bunlar “lafzen” vatandaşlıktan bile atıldılar: Genelkurmay Başkanı Mart 2005’te onları “Sözde Vatandaş” ilan etti.
Gayrimüslimlere gelince. Onlar biz Müslüman Türklerden her iki bakımdan da farklı olduklarından onların temizliği hem etnik hem dinsel oldu. Yerim elverdiğince özetleyeyim de başbakan neden çok az söyledi, anlaşılsın.
1920’lerden 60’lara kadar devletçe desteklenen “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları yürütüldü. 1930’lar boyunca “Türk Malı Kullan” kampanyaları açıldı; bu ancak 1950’lerde “Yerli Malı Kullan”a dönüşecektir.
1923’te Lozan’da Yunanistan’la anlaştık. Oradan Müslümanlar zorla buraya, buradan Rum Ortodokslar zorla oraya yollandı. Tam bir “ikili etno-dinsel temizlik”tir.
1925-30 arasında İstanbul’un gayrimüslimlerine il dışına izinsiz çıkmak yasaklandı. Bu, Anadolu’ya mal satan toptancı tüccarı vuracaktır.
1924’te çıkarılan Avukatlık Kanunu Rum avukatların yüzde 75’ini, Ermeni avukatların yüzde 73’ünü tasfiye etti.
1929’da borsa çalışanlarına “Türk” olmak” zorunluluğu getirildi.
1926’da yabancı şirketlerin yüzde 75 oranında “Türk” istihdam etmeleri fiilen zorunlu oldu. Aynı yıl memuriyet için “Türk olmak” şartı getirildi; “Türk vatandaşı olmak” ancak 1965’te getirilecektir. Yine aynı yıl gayrimüslimlerin Lozan md. 42/1’deki hakkı (“aile hukuklarının kendi örf ve adetlerine göre düzenlenmesi”) yani kilise nikahı yasaklandı.
Lozan’ı durmadan ihlal ettik
1927’de Lozan’ın 14. ve 40. maddelerine rağmen İmroz ve Bozcaada’da Rumca tedrisat yasaklandı. Bu adalarda 1960’larda yarı-açık cezaevi kurulacak, mahkumların Rumları sürekli taciz edip Yunanistan’a göç ettirmeleri sağlanacaktır.
1934’te CHP il örgütünün eşgüdümünde yapılan saldırılar sonucu Yahudiler ev ve işyerlerini terk ederek Trakya’dan İstanbul’a kaçtılar.
1941-42’de 18-45 yaş arası bütün gayrimüslim erkekler toplu olarak askere alındılar (“Yirmi Kura İhtiyatlar” olayı). 1915’te yapıldığı gibi, silahtan arındırılmış Amele Taburları’nda yol inşaatına sevk edildiler.
1940’lara kadar gayrimüslim vatandaşlar normal nüfus kütüğüne değil, “Ecanip [Yabancılar] Defteri”ne kaydedildiler. Biz gayrimüslim vatandaşları hep “yabancı” sayagelmişizdir.
1940’ların sonuna kadar askerî okullara kayıt olmak, düz memuriyete girmek ve hatta Avrupa’ya öğrenci gidebilmek için “Türk olmak”, “Türk soyundan olmak”, “Türk ırkından olmak” gerekiyordu.
1942’deki Varlık Vergisi sonucu bu insanlar evlerindeki mobilyalara dek sattılar. Yine de ödeyemeyenler Aşkale’ye taş kırmaya yollandılar.
1955’in 6-7 Eylülünde, Selanik’teki Atatürk Evi’ne bir MİT ajanı marifetiyle attırılan ses bombasının ardından İstanbul ve İzmir’de gayrimüslim ev, işyerleri ve ibadet yerleri tamamen yağma ve tahrip edildi. Irzına geçilen ve öldürülenler oldu. Çoğunluğun devlet desteğinde azınlığa saldırısı, yani tipik bir “pogrom”dur.
1964’te Türkiye, şu anda Erdoğan’ın Ermenistan’ı tehdit için kullandığı şeyi Yunanistan’a fiilen yaptı: Yunan pasaportlu İstanbullu 12.000 Rum, 1930 antlaşması tek taraflı feshedilerek sınır dışı edildi. Bu insanların el konulan mülkleri ancak 1988’de iade edilecektir. Yine 1964’te Lozan md. 40’a rağmen Rum azınlık okullarında sabah duası yasaklandı.
Bütün bunların acısını Yunanistan Batı Trakya Türklerinden çıkaracaktır. Her iki ulus-devlet de, “Mütekabiliyet vatandaşa uygulanmaz!” temel kuralını birbirlerinden kuvvet alarak ihlal edecekler, soydaş-dindaş uğruna vatandaş’ı kurban edeceklerdir. Al birini, vur ötekine.
Yargımız çok orijinal kavramlar buldu
1971’de Heybeliada Ruhban Okulu, bütün özel yüksek okullarla birlikte kapatıldı. Bunların hepsi 1980’lerde yeniden açıldığı halde Okul bugün hâlâ kapalı.
Yargıtay’ın 1971, 74 ve 75 tarihli kararlarında bu vatandaşlar “Türk Olmayan” ilan edildiler. İstanbul 2 Numaralı İdare Mahkemesi 1996’da bir Rum vatandaşı, ne demekse, “Yabancı uyruklu TC vatandaşı” ilan etmek orijinalliğini gösterdi.
625 s. Özel Okullar Kanunu’nun Şubat 2007’ye kadar yürürlükte olan 24/2 maddesi gayrimüslim azınlık okullarına MEB tarafından atanacak müdür başyardımcısının “Türk asıllı ve TC uyruklu” olmasını öngörüyordu. Demek ki itimat edilir olmak için TC uyruklu olmak yetmiyor, bir de Türk asıllı olmak gerekiyor. Sonra da kalkıp “Türk terimi bir ırkı ifade etmez!” diyenler çıkıyor.
1988-93 arası uygulanan “Sabotajlara Karşı Korunma Yönetmeliği”nde gayrimüslim vatandaşlar “Yerli Yabancılar (Türk Tebalı)” biçiminde kayda geçti.
1993’te MEB Ermeni azınlık okullarında Ermenice dersleri dışında Ermenice tedrisat yasaklandı. Fakat artık bir sivil toplum oluşmaya başlamıştı ve kamuoyundaki tepkiler sonucu karar geri alındı.
2000’lerde, Hıristiyanlığa geçenlere baskılar başladı. Bunların bir kısmı öldürüldü, bir kısmına “Türklüğe hakaret”ten davalar açıldı. 2000’lerde Fener’e baskılar arttı. Patrik gayrimeşru çocuk sahibi olmakla bile suçlandı.
Faşizm midir, siz karar verin…
Bütün bunlar tam bir etno-dinsel temizlik değilse nedir, söyleyiniz bana. Üstelik, “Ülkemizden kovuldu” demek sadece sınır dışı edildi mi demek? Atalarının mezarlarının bulunduğu yerlerden kovulmak ve sesini çıkaramaz hale getirilmek yetmiyor mu?
Dahası, olay bitmedi. 1960’ların ortalarından beri devam eden 1936 Beyannamesi rezaleti Şubat 2008’de çıkarılan yeni Vakıflar Kanunu’na rağmen bugün de sürüyor. Artık gayrimüslim vakıf mallarına el konamıyor ama, ne tescilsiz mülkler tapuya tescil ediliyor ne el konmuş mallar geri veriliyor. Bu insanlar bunları ancak AİHM kararlarıyla alabiliyorlar. Şu anda bu baskılar, gözden daha ırak olduğu için, Mardin’e, Mor Gabriel Manastırı’na kaymış vaziyette.
1930’ların muhterem avukatları, bunlara ne diyeceksiniz? İtirazınız varsa, İletişim’den çıkan “Türkiye’de Azınlıklar” kitabımın 89-96 ve 142-150. sayfaları arasında zikrettiğim dipnotlarına bakınız, itirazınızı o dipnotlarına yapınız.
Yapamıyorsanız, hiç olmazsa susunuz.
__._,_.___
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder